|\/| _____ SIRATIMÜSTAKİM Cild 3 - Unknown 260686 60835 15330 _____ Din Felsefe Ulum Hukuk Edebiyattan ve Siyasiyattan ve Bilhassa Gerek Siyasi ve Gerek İctimai ve Medeni Ahval ve Şuun-ı İslamiyye’den Bahseder ve Haftada Bir Neşrolunur. Cilt Sayı - Eylül Mart TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Eylül Üçüncü Cild - Aded: Bismillahirrahmanirrahim Din-i mübin-i İslam’ın müstağni-i bürhan kafil-i mes‘udiyyet-i mat-ı azimesi sebk eden Devlet-i Osmaniyye’ye ahiren istibdad yüzünden za’f u halel gelmesi – Tanzimat-ı Hayriyye ve Kanun-ı Esasi i’lanıyla şekl-i meşrutiyyete ircaı sayesinde matlub olan iade-i satvetin mesai-i fevkaladeye menut bulunması Habib-i Ekremim! Ben Allahu azimüşşan bil-cümle münkirine yani vahdaniyet-i ilahiyyemi kabulde giriftar-ı hayret din-i mübin-i İslam’ın kudsiyetinde risalet-i seniyye-i Muhammediyye’nin hakıkatinde duçar-ı iştibah u gaflet olan kesana enfüs ü afak-ı alemde pertev-nisar-ı ibret olan ayat-ı sübhaniyyemi kariben natta revnak-nişan hikmet ü kudret bi-nihaye şevahid-i satıa-i rububiyyet ve delail-i bahire-i nübüvvet ü risaleti yakın zamanda efrad-ı beşere alenen müşahede ettireceğim. Ol mertebe ibraz-ı hakayık buyuracağım ki mündericat-ı Kur’aniyye’nin hakıkati risalet-i Ahmediyye’nin kat‘iyyeti tamamen nümayan olacak vadi-i dalalette puyan olmaya inad ve istikbardan gayrı sebeb kalmayacaktır. Bi-inayetillahi Te’ala her an ve zaman bu va’d-i celil-i Rabbaniyyenin asar-ı harikası re’yü’l-ayn müşahede kılınmakta hakayık-ı diniyyemiz te’yid olunmaktadır. Bin üç yüz bu kadar sene mukaddem Furkan-ı Kerim’de enfüs ü afaka serair-i hilkat-i eşya ve ahvale dair şeref-vürud eden ihbarat-ı ve tedkıkat-ı fenniyye ilerledikçe birer birer tahakkuk etmektedir. Bugün ortada ne kadar fünun ve sanayi’ varsa temeddün-i sahih-i beşeri her neye mütevakkıf bulunursa cümlesinin üssül-esası mikyas u mebnası Kitabullah’ta mastur ve ehadis-i şerife-i Nebeviyye’de meşruh ve mezkur olduğu meydan-ı alaniyyete çıkmış vuzuh-ı tam ihraz etmiş olmakla artık misal zikrine şahid ikamesine ihtiyaç kalmamıştır. Ulum u maarif mazhar-ı terakkiyyat oldukça hakayık-ı karşı kat kat vuzuh ve teali etmekte olduğunu çeşm-i iftihar ve mübahatle görmekte ve bi-hamdillah karirül-ayn olmaktayız. ve enfüsiyye cümlesinden olup mu’cizat-ı Muhammediyyede dahildir. Rabb-i zülcelalin değil midir? Elbet kafidir. Dergah-ı ilahiden başka istinadgah yoktur hiçbir va’d-i Rabbanisi tehallüf etmez meşiyet-i edenler salik-i rah-ı istikamet olanlar her zaman mazhar-ı himaye olurlar. Bu ayet-i celilenin diğer tefsiri de vardır. Ma’lum olduğu üzere bu ayet Ha-mim Secde sure-i şerifesinin hatimesidir. Bütün Ha-mim sure-i celilesi ise ibtidayı zin hazeratı eza ve cefadan hali kalmaz vezaif-i diniyyelerini alenen icra edemezlerdi. Hatta bundan dolayı vatan-ı azizlerini terke mecbur olarak Habeş diyarına Medine-i Münevvere civarına hicrete me’zun oldular. Ancak Cenab-ı Rabbü’l-alemin bu nevi’ mevaid-i sübhaniyyesiyle kalplerini tatmin ve selamet-i akıbetlerini te’min buyurmuş idi. Bu sayede onlar zerre kadar fütur getirmediler. A’da-yı dine serfüru etmediler. Sabr u sebatlarına binaen az müddet zarfında asar-ı nusret ü muzafferiyet görüldü. Kıblegah-ı İslam olan Mekke-i Mükerreme fetholundu. Satvet-i İslamiyye’ye karşı bütün mücrimler zebun asnam-ı batıle ser-nigun oldu. bu terakkı ve teali mahza eser-i inayet-i ilahiyye olduğunu anlayarak kemal-i şevk ü hahişle din-i hakkı fevc fevc kabule başladılar. de bu ahval-i harikayı tasvir etmektedir. Tevarih-i ümemde naziri görülmeyen bu inayet-i harika caziyye ve kıtaat-ı Yemaniyye ehl-i İslam himayesine geçti. Ve beynel-müslimin ittihad-ı tam husule gelerek her türlü muzafferiyet te’min olundu. Müteakıben Hulefa-yı Raşidin hazeratı bu kuvveti hüsn-i istimal ile bi-nihaye fütuhat-ı azime kazandılar. Ve bütün aktar-ı cihana hükm-ferma oldular. Kur’an-ı Kerim ve Furkan-ı Hakim bu tebşirat-ı selametgayatı ayet-i uhrada tamamen muhtevidir. Esteizü billah: Allame Zemahşeri bu ma’na-yı şerifi tercihle makam-ı tefsirde şöyle diyorlar: Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’mizin de bi-nihaye hidemat-ı haseneye muvaffak en parlak füyuzat-ı azimeye mazhar olageldiği ma’lum-ı cihan şeref-efza-yı şevket ü şandır. Aziz ve mukaddes Devlet-i Aliyye’mizin feth-i Kostantaniyye vesaire gibi havarık-ı azimeden ma’dud bi-nihaye muzafferiyyatı ve bidayet-i zuhurundan edvar-ı tekemmül ve i’tilasına kadar her asrın icabatına göre şer’ ü akla mutabık tedabir ve icraatı ve bütün efrad-ı milletin din ü devlet uğruna fedakarane hizmeti sahaif-i kainatta müntekış hakayık-ı bahireden olup vareste-i iştibahtır. Ancak sonraları ahkam-ı şer’iyye tamamen mer’i tutulmayarak hezaran eseflerle telakkıye şayan yolsuzluklara meydan bırakılarak tedenni ve laya mütabaatle memalik-i İslamiyye’nin nısfına karib kıtaat-ı ma’muresi a’da-yı din ellerine geçirilmiştir. Bakı kalan kısmı da asar-ı umran ve medeniyetten hali harabe-zara tahvil edilmiştir. Devlet-i Osmaniyye’yi ve dolayısıyla bütün alem-i İslamiyyet’i varta-i azimeye düşüren bi-nihaye netayic-i vahime husule getiren esbab-ı kaviyye seyyiat-ı istibdadiyye olduğu bu defa tamamen anlaşılmıştır. Çünkü cülus-i mes’ud-i hazret-i padişahiyle ihraz-ı metanet ve iktisab-ı ciddiyyet eden meşrutiyet-i idarenin te’sirat-ı hasenesi dahilen ve haricen görülmekte kaffe-i enzar-ı alemde hukuk u haysiyyetimiz takdir ve tebcil olunmaktadır. Binaenaleyh bugün suret-i katiyyede taayyün eden hakayıka nazaran hüküm verilmektedir ki: Eğer mukaddema i’lan olunan Kanun-ı Esasi ilga olunmayarak o zamandan itibaren mer’iyyü’l-ahkam tutulsaydı idare-i hükumet usul-i meşrutiyyetle temşiyet edilseydi giriftar olduğu felaket ve musibetlerden devlet ve milletimiz tamamen masun kalacak idi… Bünyad-ı hakkı nakz u hedmle zikrolunan ahval-i feciaya sebebiyyet verenler ilelebet seza-var-ı la’net oldukları şüphesizdir. Kaldı ki hayli zamandan beri ahkam-ı şer’iyyeye riayet olunmadığını söyledik. Ma’atteessüf bu kaziye-i ma’dulenin sadık olmasında iştibah yoktur. Delail-i sıdkından biri de alel-ekser sın bir kısmı büsbütün dünyaya meyl ile tekalif-i şer’iyyede mübalatsız bulunuyorlar. Birtakımları da ibadete hasr-ı evkatla yalnız selamet-i nefislerini düşünürler… Ma’muriyet-i bilad ve irşad-ı ibada sarf-ı mesaiden geri duruyorlar. Halbuki bir hadis-i şerifde diğer bir hadis-i şerifde de buyurulmuştur. Zaten din-i İslam’ın sair dinlerden fark-ı azimi ahkam-ı uhreviyye ile beraber ahkam-ı mühimme-i dünyeviyyeyi de havi olarak kafil-i saadet-i dareyn olmasıdır. Edyan-ı saire dahi esasen te’min-i saadet-i beşeriyye için meydana gelmiş ise de bilhassa saadet-i uhreviyye ve meskenet-i insaniyyeden bahis olup mezraa-i ahiret olan hayat-ı dünyeviyye hakkında pek az mebahisi muhtevi bulunmuşlardır. Binaen-ala-zalik edyan-ı saire müntesibanı mukteza-yı dinlerinde tesamuh etmedikçe terakkıyat-ı dünyeviyyeye nail olamadıkları halde müslümanlar bil-akis ahkam-ı diniyyeye riayette kusur ettikçe tedenni ediyorlar felah ve saadetten uzaklaşıyorlar. Frenklerin esasını bizden alıp da bu kadar ile[ri] götürdükleri fünun ve sanayi’ sayesinde ihtira’ eyledikleri alat-ı harbiyye ve ticariyye ile azim bir kuvvet sahibi olarak alem-i din-i İslam’ın en ziyade emrettiği hikmetlerden gafletle saadet-i dareyni müstelzim ulum-i nafia ve sanayi-i müfideden bigane kalmalarından naşi pek ziyade şayan-ı esef bir za’fa giriftar olmaları tahammül olunacak ahvalden değildir. Evailde geçen müslümanlar din-i mübini cihat-ı camiasıyla telakkı ve tefehhüm ettiklerinden hem dünyalarını imar ederek şimdiye kadar medar-ı iftiharımız olan bunca terakkıyat ve ihtiraata nail hem de ahiretlerine ihtimam-ı tam eyleyerek ahlak-ı hasane ve zühd ü takvalarıyla aksa-yı meratib-i Birçok asırlar bütün aleme bais-i gıbta ve nümune-i imtisal olan bu ümmet-i celile va-esefa ki hal-i hazırda emr-i dünyalarınca pek muvaffakıyetsiz pek zaif pek düşkün bir halde bulunuyorlar. Buna sebep nedir? Hiç şüphe yok ki içimizde okuyup yazanların gayet azlığı ile beraber hükumetin bezl-i himmette ulemanın ibraz-ı nasayihte kusur etmeleridir. Cehalet içinde kalan insan hayvan gibi tabiata bend olur kalır. arif ve ıslah-ı akaid esbabı düşünülür. Ve düstur-ı celili esrarına vakıf bi-hakkın nasih ve mürşid-i enam olacak vaazlar tertibiyle tenvir-i efkar ve tahsin-i ahlaka hizmet olunur da milletimiz bu hal-i atalet ve sefaletten kurtarılır. Bu sayede bütün memalikimiz de hürriyet ve meşrutiyetin semerat-ı bahiresini müşahede ile cümlemiz karirü’l-ayn oluruz. Gayet mühim iki şey vardır ki insanları ona bir defasında zaruret sevk ederse diğer defasında din irşad eder; bundan başka terbiyenin tahsilin de bu hususta yardımı olur. Bu iki emr-i hatirin her biri diğerini ister istishab eder daha doğrusu istilzam eder. Ümmetlerin feyzi azameti i’tilası ancak o iki şeyle kaim olabilir ki biri efrad-ı milleti cem’ eden vahdete meyl diğeri mevki-i vakarından düşmez bir hakimiyete olan şevktir. Cenab-ı Hak bir taifenin beka-yı mevcudiyyetini murad ederse efradının fıtratına bu iki sıfat-ı celileyi tevdi’ eylemek suretiyle onu bir hilkat-i kamile şeklinde meydana getirir. Artık o taifenin hayatı bu sıfatlardan haiz olduğu nasib nisbetinde Dest-i galibiyyetini başka milletlere doğru uzatarak kendi bünyesini besleyecek kendi bina-yı mevcudiyyetini te’yid edecek mevaddı onlardan almayan millet mutlaka günün birinde başka milletler tarafından kemirilecek yutulacak dünya yüzünden kaldırılacaktır. Ümmetler arasındaki tagallüb hayat-ı şahsiyyedeki tagazzi gibidir. Beden gıdasını ihmal ettiği gibi neşv ü nema tevakkuf eder sonra za’f başlayarak di mevcudiyetini muhafaza etmek sonra da neşv ü nemasına lazım olan mevaddı almak için yanındakilere el uzatmak ancak o ümmetin hey’et-i umumiyyesi muhtaç oldukları şeyi Bir ümmette vahdete meyl gördün mü o ümmeti hızanetü’l-gayb-ı vam-ı müteferrikaya saltanat gibi mazhariyetlerle hemen tebşir et. Bütün akvamın tarihini tedkık etsek bütün tavaifin kemalindeki zevalindeki ahvalini araştırsak cem’iyat-ı beşeriyye hakkında cari olan kanun-ı ilahiyi şu suretle buluruz ki: Her kavmin mevcudiyetten nasibi vahdetten olan nasibiyle şevket ü azametten olan hissesi de hakimiyete olan meyliyle mütenasiptir. Hiçbir kavim yoktur ki elinde bulunan az bir şeyle miskinane kanaat etmesin ilerisine talip olsun vatanın kapısında elleri bağlı oturmasın fenalık maksadıyla girip çıkanlara sade gözleriyle bakmayarak mukabeleye şitab eylesin de sonra şan ve şevketinden cüda düşsün mevki-i bülendinden aşağı insin. Zaten Cenab-ı Hak bir kabileyi ancak tefrika nifak şikak hastalıklarına tutulduktan sonra mahv eder. Onların cezasını medid bir zillet şedid bir azab daha sonra da ebedi bir izmihlal suretinde tertib eder. Vifak ahadın birbirine yaklaşmasından birbiriyle kaynaşmasından ümmetten her birinin ümmetin menfaatini mazarratını hissetmesi her tabakada bulunan eşhasın milletin mecd ü şerefini alması kezalik o mecd ü şerefin fıkdanı halinde en büyük bir musibete giriftar olmuş kadar kederlenmesidir. İşte bu duygu sayesindedir ki her ferd bütün efrad-ı ümmetin ahvalini düşünür zamanının bir kısmını milletin şerefine hakimiyetine aid esbab araştırmakla milletin mevcudiyeti tehdid eden avarıza karşı müdafaa hazırlamakla geçirir hem de umumun menfaatine ait olan hususattaki ihtimamı kendi şahsına ait ihtimamatından dun olmaz. Sonra bu ihtimam muhayyelenin içinde mahsur akım bir hayalden ibaret kalmayarak bir azim bir amel husulüne badi olur ki o sayede herkes kendi hacat-ı maişetini istihsal için nasıl bezl-i mechud ediyorsa milletin menafiine de o suretle çalışır. Hatta efrad-ı milletin menafiini kendi menafi’-i hususiyyesine takdim etmeye başlar. İhtiyatlı bir aile reisi nasıl mesaisini bir günlük hacat-ı beytiyyesine kasretmez de yaşayacağı müddetçe ma’ruz kalacağı ihtiyacatı düşünür hatta kendi öldükten sonra evladını ahfadını geçindirecek bir servet bırakmak ran olan böyle bir ümmetin ukalası da himmetlerini düşüncelerini milletin yalnız hal-i hazırını ıslaha hasretmezler evet onlar istikbali bir an nazardan dur tutmazlar kuva-yı mevcude-i milleti asla kafi görmeyerek yeniden kuvvetler hayat-ı atiyyesini te’min ederler. Ümmetlerin ilk devre-i hayatı beş asırdan aşağı değildir. Bu devreyi diğer birtakım edvar ta’kıb eder. Devre-i ula nisbetle en kısa devredir ki tufuliyyet çağıdır. Devr-i kemal bundan sonra gelen devredir. Basiret sahibi ümmetlerin ukalası tarafından bu devirlerde izhar olunan himmetler fedakarlıklar ne himmettir ne fedakarlıktır! Bir ümmetin efradında duygu şu söylediğimiz mertebeye yükselirse o ümmetin gerek avamında gerek havassında ali himmetler büyük seciyyeler görürsünüz. Hepsinde bir ikdam hepsinde bir azim hepsinde hakimiyyete şevkete candan bir meyil meşhud olur. Böyle ali bir taleb uğrunda himmetler azimler birleşerek sellerin tepelere hücumunu andırır bir tarzda etrafındaki akvama savlet edip onları galibiyetleri altına alır hem varmak istedikleri gayeti bulmadıkça bu harekete sükun gelmez. Bir kere de ilk galebeyi ihraz etti mi artık ikinci üçüncü hücumlar öyle uzun uzadıya düşünmeye taşınmaya muhtac olmaksızın tabiatiyle husule gelir. İ’mal-i fikir ancak mühimmat-ı zaferi tedarike münhasır kalır. Bu iki emr-i mühim vifak ile galebe diyanet-i İslamiyyenin erkanından iki muhkem esas iki büyük rükün iki mütehattim farzdır ki o dine mütemessik olanlar için terki emr-i ilahiye muhalefeti binaenaleyh dünyada zilleti ukbada azabı mucib olur. Cenab-ı Peygamber buyurduğu gibi tefrikayı nehy tavsiyesinde bulunmuştur. Kezalik cemaatten ayrılanı hüsran koyun…meselini irad eylemiştir. Zaten Cenab-ı Peygamberin bu gibi evamir-i kat’iyyesinden evvel birçok evamir-i ilahiyye meydanda duruyor ki cümlesi habl-i ilahiye i’tisam efradı birbirine düşman olan bir kavmi saye-i İslam’da birbirine kardeş ettiğinden dolayı imtinanda bulunuyor. Kitab-ı diyor hatta ıslahın vücubunda o kadar ileriye varıyor ki bagiyi öldürmeyi bile emr ediyor. Mü’minlerin müttefik olduğu noktadan kimsenin ayrılmaması vahdetin muhafaza edilmesi için buyuruyor. Kur’an sebil-i mü’mininden inhiraf edenleri ikab-ı elim ile tehdid ediyor: Zaten birr vü takva üzerine teavün Kur’an-ı Mübin’in evamir-i sarihasından değil midir? Pekala kelime-i Hakk’ı i’zaz meş’ale-i milleti i’la kadar teavüne şayan birr vü takva mutasavver midir? Nebiy-yi sadık sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın eli cemaat iledir demiyor mu? Efrad-ı müslimin arasında hakıkı bir ictima’ sahih bir ülfet hasıl olduktan sonra böyle bir cemaati te’yid için kudret-i ilahiyyenin muin olması kafi mi değil? yüksektir ki ümmetin bir emr üzerinde icmaı hükm-i ilahiyi kaşif tanılmış icma ile sabit olan ahkamın bütün efrad-ı müslimin tarafından kabul edilmesi şeriatin evamir-i kat’iyyesinden bulunmuş bunu tanımamak dinden imandan huruc addolunmuştur. Cenab-ı Peygamber’in ittifaka ne derecelerde hürmet etmekte olduğu hadisiyle sabittir. Anlamalı ki Hılfü’l-Fudul cahiliyye yeminlerinden olduğu halde bir emr-i hayr üzerinde ittifakı müstelzim bulunmasına hürmeten koca bir Peygamber: Beni de çağırmış olsalardı icabet ederdim buyuruyor. delaili kısaca icmal ettik. Hem bu ittifak yalnız müslümanlara münhasır kalmayacak zimmileri de dairesine alacaktır. Zira dinin havsalası zimmileri himayeden mahrum bırakacak kadar dar değildir. şevkete gelince Kur’an-ı Kerim’in ayatından hiçbiri yoktur ki müslümanları alenen bu maksadı istihsale sevk etmesin bu farizayı ifadan tekasülü nehy eylemesin. Pekala biz aramızdaki bu tefrikayı bu hilafı mezalime karşı bu miskinane bu zelilane inkıyadı görüp dururken feraiz-i diniyyemizi eda ediyoruz diyebilecek miyiz? Böyle bir rını icra etmek velayet-i şer’iyyenin kuvvetine vabestedir? Eğer vifak hakimiyete meyl bizzat farz olmasa bile acaba diğer birtakım feraizin bunlar olmaksızın tahakkuku kabil olamamak haysiyetiyle bil-vasıta farz olmaz mı? Nasıl olmaz ki yukarıda söylediğimiz vechile bu iki emr-i hatir şeriatin medar-ı yona baliğ olan adedimizle bu iki rüknü kolayca te’yid edebilirken hiç oralara yanaşmaz bil-akis hedmine çalışırsak ferda-yı mahşerde Allah’a karşı hangi yüzle i’tizar edeceğiz? Hangi özrü bulup söyleyeceğiz? Kendi kendimize kalır da sada-yı vicdanımızı dinleyecek olursak bugünkü bulunduğumuz hal-i sefile karşı kalbimizi Şevketimizi tarumar eden bizi bu hale getiren musibetlerin kaffesi ancak Allah’ın Peygamber’in bizi nehy etmiş olduğu tefrikaya nifaka düştükten sonra başımıza geldi. Lisanımızdan düşmeyen kulubumuzu ıtmi’nan içinde bırakan Kelimetullah’ın bizden taleb etmekte olduğu hukuku eda etmiş olaydık acaba ecnebiler için böyle memleketlerimizi parça parça etmek seyf-i galibiyyetlerini gözümüzün önünde parıl parıl parlatmak kabil olur muydu? Şeklinde bk. Buhari Şeriatin beyan eylediği hakıkatlere karşı ebna-yı müsliminin yakıni vardır. Lakin sahib-i yakın için feraiz-i ilahiyyeyi Şüphe yoktur ki her mü’min Allah’ın yanında sadık çıkmasını han-ı ilahi neticesinde sadıkı kazibden ayıracak sıdk ameldeki sıdktan başka ne olabilir? Hiç hakıkı bir müslüman zillet muhakkariyet içinde geçecek velev bin senelik bir hayata talib olur mu ki başkaca hayat-ı faniyyeyi istihfaf etmek kendisi için delil-i imandır? Biz müslümanlar o kadar şan u şevketten sonra nasıl razı olabiliriz ki zillet içinde meskenet muhterem tutmayan hukukumuza uhudumuza riayet etmeyen birtakım yabancılar gelsinler memleketimizde mülkümüzde bildikleri gibi tasarruf etsinler; vatanımızı elimizden alarak başka ellere tevdi’ eylesinler? Hayır! Hayır! Din-i ilahiye nusret edenlerin mansur olacağını te’yid eden va’d-i ezelisine bel bağlamış halis müslümanlar malını canını feda etmek hususunda hiç geri durmazlar. Nasıl dursunlar ki Hak öyle istiyor. Allah öyle emr ediyor zaruret böyle icab ediyor başka türlü kurtulmak imkanı yok… Basiretleri nur-ı Huda’dan nasibe-dar olanlar bilirler ki din-i ilahiye nusret şeriat-i beyzayı i’la ancak vifak ile mü’minler arasındaki erbab-ı ihlasa teavün ile kabil olabilecek rayat-ı İslam’ın yerlerde süründüğünü memleketimizin parça parça edilerek elimizde kalan kısmını gasb için de ecnebiler arasında kur’a atıldığını görmek sonra da bu kadar zillete bu kadar felakete karşı hiçbir harekette bulunmamak vahdet-i kelimeye çalışmamak bize layık mıdır acaba bu meskenetimizle bu vazifesizliğimizle beraber hala müslüman olduğumuzu iddia edebilecek miyiz? Vahdete meyletmek ihraz-ı hakimiyyete havza-i İslam’ı himayete bin can ile uğraşmak bütün müslümanların kalbinde yer tutmuş sıfat-ı kaminedendir lakin evvelki makalelerimizde söylediğimiz birtakım esbabın hayluleti vicdanlardan gelen sada-yı hakkı dinlemeye mani’ oluyor. Binaenaleyh müslümanların hali sehivdir isyan değildir; zelledir dalal değildir. Öyle görüyorum ki ulema-yı amilin kalksalar da birbirlerinden haberdar olmayan müslümanlar arasında muarefe husulüne çalışsalar bir kıt’adaki efradın sadasını diğer kıt’adaki efrada isma’ etmeye hasr-ı fikr etseler az zaman zarfında amal-i milleti cem’ ve tevhid etmek kabil olurdu. Hele elde Beyt-i Haram gibi bütün kıtaat-ı arzdan kopup gelen müslümanların toplandığı bir yer olduktan sonra bu maksada vusul o kadar zor değildir. Cenab-ı Hak her sene Hicaz arzında her aşiretten her cinsten her kabileden birçok ebna-yı milleti cem’ ediyor. Artık dünyanın her tarafından gelmiş olmak icab edeceği teemmüle muhtaç değildir. Hele bu mahşer-i müsliminde toplanan halkın bir kısmı diğer kısmının yabancı ellerin istibdadı tahakkümü altında nasıl inlediğini duyacak anlayacak olursa alem-i İslam’daki hareket şeklini alır. Ben size Şii ulemasından biriyle ettiğimiz bir mübaheseyi hikaye edeyim size de bu emniyet gelir. Hem gayet mutaassıb bir Şii idi; fakat alim ciddi bir zat. Dedim ki: – Nedir sizin asıl mahall-i nizaınız hilafınız? Nerede şüphe edersiniz? – Asl-ı hilafet mes’elesinde!...dedi. – Onda niza’ edecek bir şey yok. Bana kalırsa niza’ denmez. – Yok dedi gayet mühimdir. Bu bitirmiştir İslam’ı mahv etmiştir dini alt üst eylemiştir… Peygamber’den sonra halife Ali olmalıydı… Dedim ki: – “Hilafet Peygamber’den sonra Ali’ye aittir” sözü bir da’vadır delil ister. Buna deliliniz nedir? O birçok şeyler saydı döktü. Ama hepsi vahi dinledim dinledim nihayetinde dedim ki: – Bu sözlerin hiçbirisi delil değil. Bunlar hep zan ifade eder. Sen ortaya bir da’va koydun ki metalib-i yakıniyyedendir. Mesail-i i’tikadiyyeden bir şey zanni şeylerle isbat olunamaz. Haydi bir mes’ele-i fer’iyye olsun da zanni deliller Sonra başka şeylere saptı; söyledi söyledi. Fakat hep vahi şeyler. Nihayet dedim ki: – Hazret-i Peygamber’den hilafete dair yani kendisinden sonra kimin halife olacağına dair kavlen hiçbir şey sudur etmemiştir. Bu kat’idir. Delilim: Eğer Hazret-i Peygamber’in kendisinden sonra makam-ı hilafete kim geleceğine dair kendisinden bir kavl-i sarih şeref-sudur etseydi bu mes’elede ashab-ı kiram ihtilaf etmezlerdi. Çünkü ashab-ı kiramın Hazret-i Peygamber’e derece-i itaati herkesçe ma’lum. Hatta Hazret-i Peygamber’in irtihal-i dar-ı beka buyurdukları gün ensar ile muhacirin hilafet mes’elesini müzakere ettikleri sırada beynlerinde ihtilaf zuhur etti. Nihayet bunun üzerine ensar-ı kiram: Bir emir bizden bir emir sizden olsun dediler. Sıddık çıkıp da hadisini okuyunca ensar durdular: – Madem ki Peygamber böyle buyurmuş bizim bundan sonra nizaımız yok kendiniz intihab ediniz!...dediler…. Görülüyor ki kendisinden sonra kimin halife olacağına dair sarahat-i kavliyye şöyle dursun ima-ı kavli bile yoktu. Demek ki Hazret-i Peygamber bu mes’eleye dair hiçbir şey söylemedi. Hasta olunca Sıddık’ı imamete geçirmişti. Bundan diler. Fakat Hazret-i Ali hakkında böyle bir şey de olmadı. Hülasa bu mes’ele hakkında Hazret-i Peygamber’in kendisinden hiçbir hadis şeref-sudur etmemiş olduğundan evvel emirde ashab-ı kiram makam-ı hilafete kimin ta’yin olunacağı hakkında ihtilafa düştüler. Nihayet bi’l-ictihad Sıddık’a karar verdiler. Sonra Hazret-i Sıddık Ömer’i veliahd yaptı. Hazret-i Ömer’in vefatından sonra bir şura yapıldı şura da Osman’ı intihab etti. Sonra Hazret-i Ali makam-ı hilafete geldi. Şimdi bunun esas-ı dine taalluku ne? “Din mahv olmuş…” Bu nasıl lakırdı? Sonra Sıddık hilafete gelmiş ne yapmış? Meslek-i Resul’ü tebdil mi etmiş? Siz de bilirsiniz ki meslek-i Resul’ü harfiyen tatbik ve muhafaza etmiştir. Sonra Ömer de öyle yapmış. Bütün fütuhat-ı İslamiyyeyi yapan Hazret-i Ömer’di. Hatta sizi İslam eden o idi. Bu kadar fütuhat olmuş Hazret-i Ömer zamanında nice bilad fethedilmiş ve yüz milyona karib nüfus havza-i İslam’a girmiş. Bununla beraber ibtidayı zamanda hal ne ise nihayette de o idi. Ekseriya yalın ayak gezerdi ki ayakkabıları eskimesin de beytülmal mutazarrır olmasın. Şu halde “Din mahv oldu”nun ma’nası ne? Böyle söyleyince münazırımız durdu. Bir şey demedi. Sonra ilave ettim: – İşte bu zevat-ı kiram meslek-i Nebi’yi harfiyyen tatbık ettiklerinden biz onları takdis ederiz. Zerre kadar insafı olan bir müslüman da öyle yapmak lazım gelir. Ukul-i selime erbabı bunun hilafını reddeder. – Hazret-i Ali pek alim idi pek fazıl idi esrar-ı Kur’an’a vakıf idi. – Doğru. Ona şüphe yok. – Öyle ise niçin halife o olmamış? – Sen mes’eleyi değiştiriyorsun: Ali daha fazıl daha alim olduğu için layık olan o olmalıydı demek istiyorsunuz. O halde sizce din esasından bozulmamış. Evla olan şey terk edilmiş demek oluyor. Bundan “Din esasından sarsıldı” demek olur mu? Bunu söyleyince: – Birader dedi sen laf söyletmiyorsun. Hazret-i Ali esrar-ı Kur’an’a daha ziyade vakıf olduğu için ilk halife o olsaydı nice hizmetler yapacaktı. Yani İslam pek çok teali edecekti. Maksadım budur. Dedim: – Sen da’vanı değiştirdin. Bir kere bu olmadı. Maahaza sonra kendisi de halife oldu. Onların bilmediği bir şey varsa neye meydana çıkarmadı? Bakılırsa sizin da’vanıza göre Ali halife olunca alem bütün bütün başkalaşmalı idi… bu zat daire-i insafa gelerek: – Doğrusu bu siyasi bir mes’eledir aramıza tefrika koymak için vaktiyle kurulmuş bir plandır dedi. müdavele-i efkar edersek tabii birleşeceğiz. Milel-i gayr-ı müslimeye karşı bile izhar-ı husumet caiz değildir. Nerede kaldı kendi din kardeşimize karşı caiz olsun. Bu hal pek muzırdır. Buna artık nihayet vermeli. Efkar-ı muzırrayı kaldırmalı te’lif-i beyne çalışmalı. Biz bugün hristiyanlarla bile te’lif-i beyne ittihada mecburuz. İttihad ittihad daima ittihad. Bizim için bugün başka çare yok. Herkesle ittihad. İhtiyacat-ı zamaniyyeyi takdir etmeli anlamalı da ona göre herkes kendi vazifesiyle meşgul olmalı. El-hasıl birçok nokta-i nazardan ilm-i kelam kitaplarımızı mezahibini okumalı öğrenmeli. Müdafaa etmeli… Fakat her türlü müdafaamızı hükm-i celiline tevfik etmeliyiz. Yani edeb dairesinde mübahase münazara etmeli. İhtilafları kaldırmalı. Çünkü Hazret-i Peygamber de böyle yapardı. Dilden bu güneh jengini dur eyle ilahi Mir’at-i tecella-yı Gafur eyle ilahi Mahv etmeye ol jengi nedametle sirişkim Her katresini lücce-i nur eyle ilahi Benden alarak gaflet ü teşviş-i süturu Vakıf-şude-i ilm-i sudur eyle ilahi Hicrin ile matem-gededir hane-i kalbim Vaslın ile bir dar-ı sürur eyle ilahi Öldür burada ölmeden evvel beni ya Rab Agah-ı ma’ani-i nüşur eyle ilahi Mikat-ı takarrübde edip ruhu Kelim’in Sina-yı dili nur ile Tur eyle ilahi Zahir olarak anda sena-berk-i Ene’llah Rü’yetle beni ehl-i huzur eyle ilahi Mahv eyleyerek hesti-i mevhumumu bende Zatınla sıfatınla zuhur eyle ilahi Benlik olarak senliğe müstağrak u na-bud Bir zerreyi müstehlek-i hur eyle ilahi Tahir kulunu kesret-i cürmüyle beraber Mir’at-i tecella-yı Gafur eyle ilahi “Kesb-i irfan için fazilet için Çalış uğraş” diyorsun işte benim En büyük en sevimli amalim Gaye-i maksadım budur. Lakin Ne için gizlemek gerek; yetişir... Ne kadar pür-ümid ü bi-aram Gece gündüz çalışsam uğraşsam Yine en son netice hiçliktir. “Aramak bulmak ictihad etmek Arif olmak” diyordun işte bu bir Ruh-perver sevimli hülyadır Ki inanmak abes... Nasıl ne demek Şimdi yerden semaya doğru derin Pek derin bir feza tasavvur edin; Yükselip bir beyaz kanatlı hüma – Tiz-pervaz bir ferişte gibi – Şöyle dalsın onun derinliğine; Ne olur? Şüphe yok ki şehperine Bir rehavet olur da müstevli Yorulur sonra çırpınır bayılır Söner evvelki i’tila hevesi Uçamaz artık; işte son nefesi... Gafil insan da hep o fikre esir; Beşeriyyet; zavallı pek ma’sum! Daima bir seraba aldanarak Koşuyor sanki bir deniz bulacak. Bilmek öğrenmek öyle bir uçurum Ki onun intihası yok dibi yok. Bilirim söyleyen de var pek çok Neme lazım o bir hayalettir. Çünkü hep cehle doğrudur her adım. Beşeriyyet kemali buldu denir; Keşf olunmuş; fakat biter mi zünun?!. Bir hakıkat bugün müsellem iken Onu mutlak yarınki hikmetler Zehr-handiyle örseler tepeler; Daha çok şüpheler tereddüdler Duyar insan: Bu işte ilm-i beşer... – – Maarif-i İbtidaiyye’nin Keyfiyet-i Ta’mimi Hakkında Bazı Mütalaatı Havi Olup Debre Kongresi Hey’et-i Muhteremesine aleyh Protokolüne İdhal Olunamayan Hafız Ali Efendi’nin Bir Layiha-i Mufassalası: Zalam-ı cehl ü dalalin ziyadesiyle hüküm sürdüğü me malik-i Osmaniyye’nin bazı muhtelif mevakiinde ahlak ve akaidin son derecede muhtel olmasından evkat-ı hamseyi ikame eylemedikleri şöyle dursun Cuma ve ıydeyn namaz larını bile ifa ettikleri yoktur. Halbuki bir hükumetin bekası hüsn-i ahlak ve akıde ile te’min edileceği kat’iyyen cay-i inkar değildir. Bazı cihat köylerinde mah-ı sıyam-ı mübareğin ismini gündüzün aleni olarak idare-i akdah-ı iş ü nuş ettikleri ve sebb-i ashab-ı güzin ve şetm-i müctehidin gibi hezeyanat isti’maliyle kulub-i muvahhidini ra’şedar edecek gılaz-ı elfaz sarf eyledikleri meşhurdur. Millet-i necibe-i İslamiyyenin edyan-ı saire üzerine tefevvuk ve i’tilası ancak hüsn-i ahlak ve safvet-i akaid ile olup birçok yerlerde ahlak ve akaidin teessür-bahş-ı kulub-i ehl-i yeden olan mesacid ve medarisin indirasından neş’et ey lediği şüphesizdir. Vaktiyle erbab-ı hayrattan her köyde camilere vakf u teberru edilmiş olup arazi veya mürebbihat ta’bir olunan para var idiyse de muahharan akıdenin ve hüsn-i ahlakın fesadı sebebiyle eyadi-i zabt u tasarrufa geçirilmesi ve mürebbihattan ibaret bulunan re’sü’l-malların dahi istihlak ve imha edilmesi üzerine bugünkü günde mesacidin en çoğu ahır veyahud büsbütün hak ile yeksan olmuştur ki bunu yazarken kalem bile haya eder. Maarifin bi-hakkın ta’mimi ve terbiye-i etfalin matlub derecede semere-bahş-ı feyz ü teali olması için kura muallimlerinin maaşatı şehri üç yüzden aşağı olmamasıyla beraber memalik-i mahruse-i Osmaniyyenin nikat-ı muhtelifesinde bulunan umum anasırın nesak-ı vahid üzerine ta’lim ve terbiyeleri ve emzice-i gunagununun layıkıyla ısındırılması aralarındaki tezad ve münaferetin hemen büsbütün izale edilebilmesi –tensib buyurulduğu takdirde– beş sene sonra terbiye-i vahide üzerine umum köylerde muktedir muallim yetiştirecek olan muhtelit Darü’l-Feyz-i Osmanilerin bir an evvel umum merakizde te’sis ve küşadına mütevakkıf olduğu edna mülahaza ile teslim olunur zann-ı kavisindeyim. Cetvel Köy adedi kadar muallimlere de ihtiyaç bulunacağından ________ Üç köyde bir açıldığına göre ________ Hal-i hazırda yalnız merakizde Darü’l-Feyz-i Osmaniler açıldığı takdirde ________ Her leyli mektepte er kuruş maaşlı ikişer muallimin vücudu elzem olduğuna göre ________ Her Darü’l-Feyz-i Osmani’de şehri şer kuruş maaşlı iki hademenin lazım olduğu ________ Her köyden la-ekal on talebe alınacak olur ise beher leyli Darü’l-Feyz-i Osmani’de Beher talebenin yevmiye me’kulat mesarifi paradan ziyade olamayacağına ve senede müddet-i tahsil de günden ibaret bulunacağına nazaran aded-i mekatip ________ Fakat yevmiyelerinin veliler tarafından veyahud iane suretiyle verilebileceğinden ________ Merakize açılacak Darü’l-Feyz-i Osmanilerin mesarifatı ________ Cetvelde ber-tafsil arz olunduğu üzere umum kurada mekatib-i ibtidaiyye te’sis olunduğu takdirde senevi ve sülüs-i kurada teşkil olunduğu halde ve leyli mekteplerde dahi kuruş gideceği anlaşılır. Maarifin siyak-ı vahid üzerine bir suret-i mükemmelede leceğine nazaran Görülüyor ki en ziyade mesarif her köyde birer mektep açılması hususundadır. Üç köyden birinde te’sis-i mekatib ise hiçbir vakit te’min-i mekasıd edemez. Zira civar köyleri etfali yazın gidemediği halde berf ü baranın kesretle nüzul edip kat’an geçit vermediği eyyam-ı şitaiyyede bi’t-tab hanesinden çıkamayacağından o gibi mekatib hiçbir vakit te’min-i mekasıd edemez. En ziyade te’min-i maksad edecek mekatib ise beş sene sonra umum köylere muktedir ve siyak-ı vahid üzerine muallim yetiştirecek ve atiyen Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye için gayet ali ve kıymet-dar birçok menafi’ ve feva’id-i mühimme-i siyasiyyenin tevlidine hadim olacak olan leyli mekteplerinin Arnavutluk’ta Kürdistan’da Arabistan’da velhasıl memalik-i Osmaniyye’nin muhtac-ı tenvir olan her kaza[sın]da vücudu vücub derecesinde bulunan birer leyli Darü’l-Feyz-i Osmani’nin teşkil ve ihdasıyla eyadi-i istihlake geçirilmiş olan varidat meydana ihrac ve harabe-zara dönmüş bulunan mesacidin yeniden ihyasına himmet buyurulacak olur ise mekatib-i leyli-i mezkureden muallim yetiştirilinceye kadar öteki berikinin eyadi-i istifadesine geçmiş olan varidat-ı kureviyye hükumet ma’rifetiyle istirdadla beraber o varidat yine o köylere muallim ve imam olacak zevatı layıkıyla idare edebilecek bir raddeye getirilmiş olacağından küşad ve ihya olunacak müessesat-ı ilmiyye ve diniyye ba’dehu varidat-ı mahalliyye ile idare olunmuş olacağı cihetle hazine-i hükumet para vermek mecburiyetinden de nev’ama kurtulmuş olur. be alınacak şakirdin sinni on’dan efzun olmamağla beraber terbiyeli zeki fatin olmasına bakılması. efendi hidemat-ı askeriyyeden ma’füv tutulmak üzere ve sa’y ü iktidarı olduğu müddetçe köyde muallimlik etmesi. Herhangi köyde olur ise olsun – hazine para vermek külfetinden kurtulması için – muallim efendinin maaşı hadd-i layıkına iblağ edilmesi üzerine asıl vazifeye bir gune sekte ve halel iras edemeyen imamet ve hitabet vazifesinin de deruhte ettirilmesi. Üssü’l-esas-ı İslam olan akaid-i hakkanın ta’limi sebeb-i yegane-i inkıraz-ı her-mülk ü millet olan fesad-ı ahlaktan tebrid ve teb’idi için Cuma günleri ba’des-salat her köyde nezaket-i zamaneye göre muallim olacak imam ve hatip efendilerin ahaliye yarım saat vaaz ve nasihat etmek üzere ahalinin de li-ecli’l-istima mecbur tutulması. Köylerde ayrı imam ve hatip bulunur ise daha a’la Açılacak umum Darü’l-Feyz-i Osmanilerde tedrisatın bir siyak üzere olması ve fakat lisan-ı Osmani’yi anlamayan Arnavut Arab Kürt ve akvam-ı saire etfali için ümera hem tahsilin bir kat daha teshili zımnında bir tarafı Türkçe diğer tarafı lisan-ı milli üzerine yazılmış gayet açık ve sevimli hikayeler Vatan izam-ı rüfat demek olan aba ve ecdad ile değil evlad ve ahfad ile kaim olabileceği mülahazasına mebni sinn-i tahsilde bulunan etfal-i müsliminin velileri canib-i celil-i hükumetten icbar ve tazyik buyurulduğu takdirde beş sene zarfında be-hesab-ı vasati mektebe alınıp siyak-ı vahid üzerine tedris ve terbiye olunacak. Darü’l-Feyz-i Osmani talebesinden hiç şüphe yok ki her karyeye isabet edecek sekiz dokuz veyahud nihayet on talebe miyanında ikisi hüsn-i terbiye ve ahlak nokta-i nazarınca diğerlerine tefevvuk ve i’tila etmiş olacaktır. Osmaniler beş sene sonra seddedilerek yetiştirilen muallimler kuraya yerleştirileceği ve maaşları köy varidat-ı mukannene-i müstahsalesinden verileceği cihetle hazine dahi para vermek külfetinden büsbütün reha-yab olmuş olur. Ol halde şu suretle köylere yetiştirilecek muallimler vasıtasıyla hem lisan-ı Osmani kemal-i sühuletle ta’ammüm ve ez-her cihet te’min edecek olan hüsn-i ahlak ve safvet-i akaid ef’ide-i evlad u ahfadda bi-hakkın rasanet-gir-i istikrar olmuş olur ki bu mes’elenin maddi ve ma’nevi olan fevaid-i la-tuhsası elbette müstağni-i arz-ı izahtır. Hal-i hazırdaki kura mekatibinden bir istifade edilemediği gibi bundan sonra da ma’lumatı noksan usul-i tedris ve terbiyeden bi-haber yüz elli kuruş maaşla ta’yin olunacak muallimlerden bir faide görülemeyeceği hasbe’l-vazife esnayı teftişattaki tecarib-i adide-i acizanemle müsbettir. Evet yüz elli iki yüz kuruş maaşlı bir muallimden istifade edilemeyeceği meydandadır. Fakat bünyan ve te’sis buyurulacak şu Darü’l-Feyz-i Osmanilere gidecek mesarif fevkalade bir şey görülüyorsa da bir ayakları çukurda demek olan ve sinleri geçkin bulunan adamların terbiyesi için her kazada teşkil olunan devair-i adliye memurinine beleğanma-belağ maaş tahsis ve i’ta olunduğuna bakılırsa ilel-ebet selamet ve teali-i vatanı te’min ve ahlak-ı İslamiyye ve Osmaniyyeyi bir tarz-ı vahid-i daimde ve ekmelde ta’mimine hizmet edeceği nazar-ı teemmül ve ibrete alınacak olur ise muvakkaten beş sene müddetle senevi gidecek liranın çokluğuna da bakılmaması icab eder. Hususiyle Darü’lFeyz-i Osmanilerin küşadı halinde vilayat Darü’l-Mualliminine merakiz rüşdiyelerine de hacet kalmayacağı ve o gibi mekatibin mesarifi de Darü’l-Feyz-i Osmanilere hasr ü tahsis olunacağı için mesarif pek ziyade tenezzül eder ki o vakit Darü’l-Feyz-i Osmaniler senevi lira ile veyahud düşünülecek başka bir çareden dolayı ihtimal ki yarım milyon lira ile idare olunabilir. İşte ümid olunan büyük ve mukaddes böyle bir hizmet için bu para hiç mesabesindedir. Her ferd kendi re’yinde hürdür. Ben fikr-i kasıranemce nesak-ı vahid üzerine terbiye-i umumiyyeye hizmet olunamadığı takdirde maarif bizde birçok sene daha layıkıyla muhtaç olduğumuz asar-ı umran ve terakkı de görülemeyecektir. Hükumet-i Osmaniyye’nin bekası hüsn-i ahlak ve hulus-i akıdeye ve bu da maarifin nesak-ı vahid üzerine ta’ammüm ve intişarına vabestedir. Alman karyesini gezdikten sonra bir gün de kalktık Cebel-i Carmel’in yukarısına çıktık. Bu dağın eteğinde geceleri sefaine reh-nüma olur bir fener kulesi vardır. Zirve-i cebelden berr ü bahri temaşaya koyulduk. Bulunduğumuz nokta bize kuvve-i fatıranın asar-ı berceste-i hüsn ü kemalini irae ediyor idi. Emvac-ı bahr birbiri ardınca azamet ve iclal ile sahile hücum edip kayalara çarptıktan sonra yığın yığın peyda olan kar gibi bembeyaz köpükleriyle tekrar geri süzülerek deryaya doğru gözden nihan oluyor. Saatlerce mesafeden uzayıp gelen ovalar sanki cebelin atabe-i fehametine yüzler sürüyor. Bad-ı sabanın cilve-gahı bulunan şu buk’a-i şevk-efzada basıra-gah dereleri tepeleri seyr ede ede reng-i dil-aram-ı kebud ile mülevven ufka kadar gitmesiyle ruhda na-mütenahi bir neşe doğuruyor; gah semt-i bahre tahvil-i nigah edip sath-ı mai üzerinde hafif bir ihtizaz ile peyda olan kabarcıkların ziya-yı şemsten parıltısı ile beyaz sırma uzayarak her nedense gönül bir hüzn ü rikkate gark oluyor. Tepenin üstünde her tarafa hakim yüksek bir noktada İlyas aleyhisselamın viladet-gahı denilen bir mahal var orasını ziyaret ettik. Buraya Latinler tarafından cesim ü refi’ bir manastır inşa edilmiş. Bu manastıra bir ahd-i kadim mucebince misafir kabul olunur. Ve ayendegan ve revendegana kilisesi ve kilisenin etrafında rehabinin beytutetleri için daire ve hücreler var. Misafirler için derun-ı kilisedeki yüksek cenahlarda ayrıca medhallerden girilir mahsus mahaller olup misafirin oralarda kurulu karyolalarda yatarlar ve kendilerine akşam sabah taze balık vesaireden ibaret bir iki kap yemek çıkarılır. Akka’da iken uzun bir müddet tutulduğum sıtma hastalığından dil-i hava için bu manastıra gidip birkaç gece burada ve bir hafta da şimdi zikredeceğim makam-ı Hızır aleyhisselamda kalmıştım. Manastırda bulunduğum esnada ara sıra erganun çalınır idi. Erganun bana başka bir hava ile terennüm ediyor başka güfteler ile tekellüm eyliyor idi. Ekanim-i Selase yerine bana ondan bir avaze-i vahdet geliyor “vahdehu la şerike leh” gülbangi ile feryad ediyor idi. Aceze-i mahlukata has olan tevalüdün “bedi’u’s-semavati ve’l-arz”a isnadı cela’il-i asar-ı rububiyyeti görmemekten ibaret olduğuna dair erganunun dahi ayrıca guş-ı huşuma nefh eylediği ma’na hala kalbimde tanin-endaz oluyor. nebiyy-i müşarun-ileyhin medresesini ziyaret ettikten sonra cebelden indik ve damen-i kuhda vaki’ makam-ı Hızır’a gidip burasının da ziyaretiyle teberrük eyledik. Bu makam-ı mübarek kayadan oyulmuş geniş bir gardır. Yanında züvvarın beytutetleri için odalarla bir mutfağı var. Herkes mefruşat ve me’kulatını birlikte getirir taamını kendi pişirir. Burası herkese küşadedir. Derun-ı makamda beytutet eder hademe-i makam yoktur. Civar-ı makamda kayalığın bağrında oyulmuş ve dağdan inen baran ile dolar bir sarnıç vardır. Üstündeki oyuktan gündüzleri kızgın güneşte bakraç ile çekilip dışarıya çıkarılınca in’itaf-ı şua-ı şems ile parıl parıl parlayan buz gibi suyu hararetten yanan yüreklere taze hayat verir. Vadi-i edebiyat-ı Osmaniyyeye her ilk adım atan şübban-ı ümmetde Telemak mütercim-i şehirinin Kalipso cezire-i muhayyelesi hakkındaki tavsifi nasıl na-kabil-i zeval bir te’sir-i latif husule getirir ise bu makam-ı kerim ile kayanın bağrında oyulmuş o sarnıcın manzarası da bende hayali letafeti na-pezir-i zeval bir neşe hasıl eylemiş olmağla her yada geldikçe aynı mahzuziyet ile gönlüm teheyyüc eder. Ekser mevasimde makam-ı şerif züvvardan hali değildir. Biz bulunduğumuz zaman bir Yahudi ailesi var idi. Bunlar geceleyin tek tek veya cümleten gar-ı şerife girip taabbüd ediyorlardı. Derun-ı garda geceleri bir kandil yanar kandilin neşrettiği sönük bir ziyaya garın karanlığı hücum ediyormuş gibi mahuf bir hal peyda olduğundan insana havf u dehşet müstevli olur. Bir gece bir velvele işittik sebebini sorduk dediler ki aile-i mezkure dokuz on yaşlarında bir kız çocuklarını teberrük için gara sokmak istiyorlarmış biçare çocuk gece vakti garın mehabetinden ürkerek feryad ve büka ile dışarı fırlamak istedikçe ebeveyni kendisini içeriye itiyorlarmış. Bu halden pek müteessir olduk. Bu temaşa ve ziyaretlerden sonra yine Hayfa’dan keruseye binip Akka’ya avdet eyledik… Biz mahbesden derun-ı kal’aya çıktıktan sonra Kıbrıs ve Rodos’taki yaran ve Dersaadet’teki akraba ve ehillat ki Kemal Bey’in Lefkoşa’ya gidecek iken menfası Magosa’ya tahvil edilerek orada mahbus olduğunu ve Midhat Efendi’yle Tevfik Bey haklarında evvelce kale-bendlik muamelesi edilmiş olduğu halde ahiren hapse ilka edilmiş olduklarını ananesiyle anladık. Bir müddet sonra dahi Tevfik Bey’le Midhat Efendi’nin bulundukları tengna-yı ıztırabın tahammül-suz şeda’idiyle hasta ve bi-tab düştüklerini müte’essifane Bu aralık bir zattan bir mektup aldım diğer bir zatın bizim aleyhimizde makamata hitaben bir arzuhal müsveddesini muhtevi idi. Sahib-i mektup bana yazmış idi ki melfuf müsveddeye siz ma’lumat aldıktan sonra Kemal Bey’e de ma’lumat verin ben de öyle yaptım. Kemal Bey’den şu cevap geldi: “Birader Mektubunu aldım melfufatını da okudum …..ı severim fakat yaygaracıdır. O dediği ….. bazı kere kavlen hıyaneti - Hani arzuhalin sureti - ..…ın size Nuri Beyle rakımü’lhuruftan rihli idi ben bir mektubunu aldım ki Cemaziye’l-ahire tarihlidir. Arzuhalin ne sureti var ne bahsi - Edemez de… Bir sır vardır ki Nuri’ye şimdi kendine bi-gayr-i hakkın dargın olan zatın konağından inerken söylemiştim ..… de o işi biraz bilir. Yazsa arzuhalinde onu yazacak. Yazmış olsa bugün en mukbillerden bir büyük zatın azl ü tardı lazım gelirdi…” Kemal merhumun o müdafaa eylediği zat hakkındaki mülahazatı sonraları pek değişmiş olduğunu ahiren Ebüzziya Matbaası’nda tab u neşr olunan mektupları mealinden anladım. Resm-i Mushaf Lakin resm-i kadim üzere yazılıp mevazi’-i iltibası inde’lmüteahhirin müstahsen görülen nikat ve harekat ve meddat ve şeddat ile ref’-i iltibas edilerek zabt mümkün olduğuna mebni mütekasilin ve cahilinin cehl ü tekasüllerine mümaşat ve müra’at için resm-i Kur’ani’de eslafın ittihaz ettiği adet-i kadime-i meşru’ayı terk na-be-ca görülmektedir. Çünkü inde’l-muhaddisin hadis-i mevkuf ve hasen olmak üzere kabul olunan “Tahkık Allahu Teala ibadının gönüllerine nazar edip zat-ı paki için Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizi ihtiyar ve onu cümle enama risalet ile ba’s eyledi. Sonra ibadının kulubuna tekrar nazar edip kendi için ol zat-ı kerimin ashabını ihtiyar edip onları dininin ensarı ve nebisinin vüzerası kıldı. İmdi işbu cemaat-ı İslamiyyenin hasen gördükleri şey ind-i ilahide hasendir. Ve mü’minun-ı müşarun-ileyhimin kabih gördükleri şey nezd-i Hak’ta kabihdir” mealindeki hadis[ten] müstenbat “adet muhakkemdir yani hükm-i şer’iyi isbat için örf ve adet hakem kılınır” kaide-i külliyye-i fıkhiyyesi mucebince mushaf-ı Osmani resm ü hattında eslafımız bulunan sahabe-i kiramın icma’iyle mer’i adet-i seniyyelerini üss-i mizan ve rehber-i resm-i Kur’an ittihaz etmek biz meaşir-i ahlaf üzerine vacibdir. Nasıl Mushaf-ı Osmani resm ü hattına mütaba’at vacib olmaz ki resm ü hat beyne’l-e’imme telakkı bi’l-kabul olunup medar-ı kıraat kendi üzere olan üç erkandan birisidir. S. Sabıkan işaret olunduğu vech üzere Mushaf-ı Osmani sadr-ı evvelde icma-i sahabe ile tertib ve tersim olunmuş idi. Şu halde İzz bin Abdisselam’ın bazı mevakı’de iltibas havfına mebni bu zamanda mushafı mersum-ı evvel üzere yazmak caiz değildir kelamı icma-i mezkure mukabil ve mu’arızdır. Müşarun-ileyhden suduru müsteb’addir. C. Kütüb-i tevarih ve ehadiste beyan olunduğu üzere Hazret-i Osman-ı Zinnureyn canib-i hilafet-penahilerinden memur kılınan birtakım ashab-ı kiram vazife-i mezkureyi ifa ve diğerleri sükut etmekle Mushaf-ı Osmani tertib ve tersiminde mün’akıd olan icma icma-i sükutidir. İcma-i sükutide sair eimmeye muhalefet edip icma ve hüccet değildir demiştir. Binaenaleyh müşarun-ileyhin salifü’z-zikr kavli taklid ettiği imamının usulüne muvafık olmağla hark-ı icma addolunmamıştır. S. Madem ki icma-i sükuti eimme-i selaseye göre icma-i mu’teber ve hüccet olup İmam-ı Şafii nezdinde hüccet-i mu’tebere değildir. Mushaf-ı Osmani resm ü hattına mütabaatin vücubuna dair sabıkan İtkan’da nakl olunan eimme-i erbaanın C. Hayır lazım gelmez. Zira mütabaat-i mezbure hususunda ten bir şey olmak ihtimali kavidir. Mesela mushaflarımızdaki masahif-i Osmaniyyede resmi üzeredir. Ha’nın üstüne bir medde tersim edildikde ke’l-evvel okunup kat’a iltibas kalmaz. Ve sure-i Ra’d da mushaflarımızda yazılıp masahif-i Osmaniyyede resmi üzere yazılmıştır. Fa’nın üzerine bir teşdid ve bir medde vaz’ıyla mushaflarımız tıpkınca okunur asla galat ihtimali yoktur. Lehü’l-hamd zamanımızda hamele-i Kur’an ve erbab-ı iktidarın daha kesretle tahakkukuna ve ber-vech-i salif mevaki-i iştibahı müzeyyel-i iltibas olan turuk-ı sabıka ile savab üzere zabt ve kıra’atinin imkanına mebni İzz bin Abdisselam’ın fetvası bu zamanda hükm-ferma olmadığı aşikardır. Mümkün olduğu kadar menhec-i kavim-i eslafa ittiba vacibdir. İşbu vücuba nice ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife natıktır. Ve’l-ilmu indallahi’l-alimu’l-hakim. Türk lisanının; daha doğrusu Osmanlı şivesinin sadeleştirilmesi hakkında bir müddetten beri İstanbul matbuatında bahis açılmıştır. Tasvir-i Efkar gazetesinin muharrirlerinden Süleyman Nazif Bey ve Servet-i Fünun muharrirlerinden Ali Nusret Beyefendiler birer makale yazıp lisan hususundaki hissiyat-ı muhafaza-karanelerini her mes’elede olduğu gibi “ecille-i üdeba” ve “edebiyat-ı aliyye” lisanına mahsus birtakım Arabi ve Farisi “elfazın mezcinden hasıl olan” terkiblere boğdular… Ali Nusret Beyefendi diyor: “Lisanımızda letafet ve ihtişamı ancak kelimat-ı Arabiyye ve Farisiyye ile onların mezcinden mütehassıl terakib-i mütenevvia te’min eder”. “Birtakım kulub-i kasiye erbabı dün şakird bugün artık üstad olan medar-ı iftihar-ı millet aba-i edebin nezaket ve zarafet-i lisanını hissetmek istemeyerek guya “Türklük” namına edeceklermiş! Emin olsunlar ki her türlü menabi’-i elfaz ve etvar-ı beyana müracaatle sevgili lisanlarının hüsn ü anını te’min ve böylece kuvvet ü celadetini de tarsin etmek isteyen uşşak-ı edebe onların seng-i ta’rizi asla pa-bend-i himmet olmayacaktır.” cak “söz”den laftan ibaret delilsiz isbatsız bu gibi da’valar ediyorlar… Biraz iyice düşünülürse bu hastalık Osmanlılarda umumi olduğuna karar verilir: Mesela iş başında bulunan en büyük me’murdan biri hissiyyat-ı şairanesine kapılarak meşhur Rus muharrirlerinden Vodovozofa “bizim matbuat kanunumuz Herkes: “Bize kanun-ı esasi lazımdır… Yaşasın kanun-ı esasi!” diye gece gündüz bağırır… Şüphesiz lazımdır. Lakin “yüz türlü kanun-ı esasi olabilir! Size nasıl kanun-ı esasi lazımdır?” diye sorulsa yüzüne bakar… Suali bile anlamaz. “Ne tuhaf adamsın be! Şimdiye kadar kanun-ı esasi ne olduğunu da mı bilmiyorsun!” sualiyle cevap verir… Darülfünun profesörlerinden biri “Osmanlılar Ruslardan daha müterakkıdirler” diyor. “Ne için efendim?” sualine şairane bir vaziyet alıp “Öyle ya!” cevabını veriyor. Ali Nusret Beyefendi “Lisanımızda letafet ü ihtişamı ancak kelimat-ı Arabiyye ve Farisiyye ile onların mezcinden mütehassıl terakib-i mütenevvia te’min eder” diyor. Ne için “edib-i muktedir” beyefendi? diye sorsak… “Çünkü Farisi lisanından Fars şairi söylediği beyti “bir levha-i nefise-i hakıkattir.” Türk avamı arasında darb-ı mesel olan “ısıramadığın eli öp” sözlerinin ise “edeben ahlaken lafzen nezahet ü letafetten zerre kadar nasibi yoktur” gibi mevzu’-ı bahse hiçbir münasebeti olmayan şeyler söyler. dir. Bunlar bütün ömürlerini elfaz-gulukla geçirerek “terakib-i mutantana-i Arabiyye ve Farisiyye” içinde boğulup kalmışlar… Bütün maharetlerini burada sarf etmişler… Şimdi tabii değil mi ki o “kelimat-ı bedia ve nezihe” namını verdikleri elfazın “ostracism kaidesine mahkum edilmesi” bunlar için hayat yahud memat mes’elesidir. Bunlar kendileri diyorlar: “Kelimat ve terakib-i Arabiyyeyi kavlimizden alırsanız avamın zincir-i cehline bağlanıp girdab-ı izmihlaline doğru sürükleneceğiz”…. Bu sözler mübalağalı olsa da ma’nasız değildir… Mübalağa diyoruz… Çünkü zannetmiyoruz ki bu havasların avamdan farkı yalnız elfaz ve terakib-i Arabiyye bilmekten Burada artık kendilerine de bühtan söylüyorlar! Bilmem size nasıl kari’! Benim için bunların psikolojisi gün gibi aşikardır. Çünkü hayatımın kısm-ı a’zamını bunlara benzer diğerlerinin arasında geçirdim… Rus Gimnaziya ve Darülfünun arkadaşlarımın ekseri kendileri Türk olsalar da: “Türkçe meram anlatmak mümkün değildir. Onun için her vakit Rus ıstılahatı isti’mal ediyoruz. Mevzu-ı bahs biraz ciddi olursa tamamen Rusça konuşuyoruz” diyorlardı. Hatta Darülfünun arkadaşlarımdan birisi mübahase esnasında diyordu: “Mekteplerimizde lisan-ı tedris Türkçe olsun diyorsunuz… Amma nasıl olabilir yahu! Türkçe coğrafya cebir hendese olabilir mi… Bir de ne ihtiyaç var… Rusça muntazam binlerle fen kitapları var… Lisanı güzel ıstılahatı muayyen… Rusça okursak daha güzel olmaz mı?” diyordu. Müstantiklik eden şu efendiye şimdiye kadar anlatamadım ki Rus lisanı her ne kadar zengin ve ıstılahatı muayyen lıyız. Çünkü ecnebi lisanı öğrenmek ve o lisanın vasıtasıyla ben yapabiliriz… Ahalimiz yine cahil kalır!.. ğız!.. Her ne kadar ötekilerle bunlar birer başka alemin adamları olsalar da psikolojik nokta-i nazarlarından aralarında belagat yalnız – Osmanlıların bile yüzde ’u anlayamadığı – “Arabi ve Farisi elfazın mezcinden hasıl olan edebiyyat-ı aliyye” lisanında olabilir… Onlar orasını düşünmeyecekler ki “Arabi ve Farisi’nin letafet ve nezaheti ile arayiş-pezir-i cemal olan lisan-ı latifleri” tahsil-i ulum ve fünuna muhtaç milletin vaktini israf ediyor… Mektebe ilm ü fen öğrenmeğe giden çocuklar birtakım elfaz ve terakib-i ecnebiyyenin altından çıkamıyorlar… Ulum u fünundan mahrum kalıyorlar… Neticede; olsa olsa ruhsuz cansız iki ayaklı elfaz torbası oluyorlar… Onlar anlayamazlar ki Türkiye’yi teşkil eden milel-i muhtelifenin ve bütün dünyaya dağılmış Türk kavimlerinin ruhlarına tesir etmek -elfaz-ı galiza ile değil- sade bir lisan vasıtasıyla ali fikirler ali maksadlar telkin etmekle mümkündür… Kendi lisanlarının “hüsn-i cemaline aşık olan işbu ecille-i üdeba” mes’elenin siyasi ve ictimai cihetlerini düşünemezler ki… Ali Nusret Bey diyor: “Süleyman Nazif Bey Efendi gibi en büyük mahrumiyet ve esefimizi yeganeliği teşkil eden ve her sabah Tasvir-i Efkar ’ın sahaif-i dil-pesendinde bize bir ziyafet-i edebiyye ikram eyleyen münşi-i fazılın lisan-ı muallası avamın derece-i Doğru diyorsunuz! Kabahat ne Süleyman Nazif Bey’indir; ne sizin. Kabahat şimdiye kadar Dersaadet havassı sayesinde zulmette kalmış milyonlar teşkil eden Anadolu Türklerinindir ki sizler gibi havassa demiyor: “Kendi kendinize ‘edib-i muktedir’ ‘ecille-i üdeba’ namını verin… Daha tantanalı namlar bulun… Biribirinize ‘ziyafet-i edebiyye’ edin şimdi kullandığınız lisanla değil tamam Arapça Farisice İngilizce Almanca yazın… Ancak içi boş ‘edebiyyat-ı aliyye’nizden bizi halas edin!... Gündelik gazetelerin hayat-ı siyasiyye ve ictimaiyyemizi aksetmesi lazım gelen matbuatın başından çekilin!... Yahud lütfen bizim anladığımız lisanla yazın… Şimdi bize ziyafet-i edebiyye değil birçok mühim ictimai ve siyasi mes’eleler halletmek lazımdır… Hem bizim iştirakimizle lazımdır. Yoksa kendi başınıza bir şey yapamazsınız da mahv u na-bud oluruz.” manlı kavminin ’de ’unu kelimat-ı Arabiyye ve Farisiyyeden yafet-i edebiyyenize” ve elfaz-ı şairanenize kurban ediyorsunuz efrad-ı milletten bahsetmeye sizin ne hakkınız var? Sizin nenize lazımdır? Osmanlıların efradı dereke-i cehilde sürünüyor mu sürünmüyor mu!. “Efradı yeni idareye alıştırmak ve yeni idareyi efrad-ı millete sevdirmek” lazımdır mı değil mi… ki bunlardan bahsediyorsunuz?! “Vezaif-i insaniyyeti mektep sıralarında ta’lim etmek zamanlarını geçirmiş olan vatandaşları bile aza-yı mefluce belki anasır-ı muzırra gibi bırakmamak cem’iyetin zimmet-i hamiyyet ve intibahına müterettib vezaifin ehemmidir.” Efradın ruh u tıynetindeki temayülat-ı muzırra bir ihtimam-ı hakimane ile ıslah olunmazsa bu yüzden tevellüd edecek mehalik-i azime her vicdanı bi-hakkın korkutabilir” diyorsunuz. Diğer taraftan da “efrad-ı milletin canı çıksın biz yazdıklarımızı anlamazsa anlamasın kendi zevkimizde olacağız..” “Ziyafet-i edebiyye vereceğiz” diyorsunuz. Burada bir “tearuz” hissetmiyorsunuz değil mi?! Yazık! Çok yazık!! Umur-ı İlmiyye. – Bunlarda “medrese” “mektep” diye Medreselerin programları tertibatı Buhara’dan alınmış olduğundan bunların tedrisatı da Buhara tedrisatına benziyordu; ders kitapları hemen ekseriyyetle Buhara ders kitaplarının aynı idi. Bunlar her ne kadar ruhani medreseler olsa da bunlarda tahsil görenler müderris imam müezzin olsalar da; medreselerde ulum-i İslamiyye yok derecesinde az idi. Buradan çıkanlar hakayık-ı İslamiyyeyi bilmek şöyle dursun; İslamiyyet’in en ma’ruf esaslarını tarihini bile bilmezler idi. Kendilerini gayet alim saymakla en ufak en ehemmiyetsiz mes’eleler hakkında günlerce münazara etmekle beraber tefsir ve hadisten hiç behreleri yok idi. Bunlar ekser ömürlerini eski Yunan felsefesi ile eski mantık ile uğraşmaya hasr ediyorlar ve elfaz kavgalarına gayet ehemmiyet veriyorlardı. Bunun için bunlar en ufak mes’elelerde büyük niza’lar çıkararak mes’eleleri dağlar kadar büyültürler ve mes’elenin hakıkatini anlamadan düşünmeden saatlerce söylerler uzun uzadıya risaleler yazıyorlar idi. Bunlar muhitlerini kendilerine mahsus bir nazarla gördüklerinden söylediklerini ne ahaliye anlatabilirler ne de ahali bunları anlayabilirdi. Bunun ahali mış mış!.. uyurlar rüyalar görüyorlardı. tiyacına kafi olmadığından buradan çıkanlar vazifelerini ifadan aciz olduklarından bunların bu halde kalması mümkün değil idi; ya dersler tebdil ve usul-i tedris ıslah edilecek yahud büsbütün münkariz olacaktı. Bu pek tabii bir şey idi. mak usulünü bırakmak ve Arap lisanını bellemek için nahivden her kitabın dibacesini okumak usulünü değiştirmek hayat-ı ictima’iyyemiz nokta-i nazarından muhtaç olduğumuz dersleri mesela hesap coğrafya tarih gibi fenleri ilave etmek lazım idi. Fakat eski imamlar eski müderrislerimiz o derslere o kitaplara alıştıklarından ve kendilerinin anlayamadığı bilgisizliğin bir ilim olduğuna büyük itikadları olduğundan tabii bu teşebbüsata karşı durdular o derece ki ıslah tarafdarlarını tekfire kadar cesaret ettiler. Lakin medreselerin ıslahata ihtiyacı bedihi bir şey olduğundan ve kurun-ı vusta felsefesi ve usul-i tedrisi ile yirminci asır müsademe-i hayatiyyesinde mağlubiyetten başka bir şey yapılamadığından eski kafadaki imamların ve müderrislerin bağırmalarına ehemmiyyet verilmeyerek ıslahata başlandı. Yavaş yavaş yeni muallimler celb olunarak yeni fenler tahsiline yeni tertibat icrasına ibtidar olundu. Az zaman sonra yeni programlı medreseler meydana geldi. Ve eski medreselerin ıslah edilmeyenleri rağbetten düştü. Nihayet medrese mes’elesine hitam vermek ve medreseleri tamamen reselerinin üç binden ziyade talebeleri grev yaptılar. Ve medreseleri ıslah hakkında kendilerinin istediklerini ültimatom tarzında müderrislere takdim ettiler. Bunların istedikleri ıslahatın en başlıcaları: Medreselerde fünun-ı cedidenin tahsili medreselerin ahval-i dahiliyyesinde hıfz-ı sıhhat kaidelerine riayet edilmesi ve medreselerin büyük sınıf talebelerin intihab ettiği zevat tarafından idare olunması gibi maddeler idi. Talebenin mütalebatını kabul etmek bir taraftan eski kafalı müderrisler için güç olmakla beraber diğer taraftan da medreselerin ıslahı ve yeni muallimler celbi için lazım gelen para da yoktu. Bunun için bu mütalebat kabul olunamadı ve yeni programlar tatbik olunamadı. Bunun üzerine talebenin ekserisi eski medreseleri bırakıp mekteplerine gitmeye mecbur oldular. Ve bu hareketin neticesi olarak pek çok medreseler talebesiz kaldılar. Şimdiki halde medrese mes’elesi tamamen halledilmemişse de ekser medreseler ıslahatı kabul ettiler ve yavaş yavaş yeni muallimler celb edip yeni fenler okutmaya talebenin hayatını değiştirmeye başladılar. Lakin şimdi mes’ele daha büyük bir mania uğradı ki parasızlık. Hükumet medreselerimiz mekteplerimiz için para vermediğinden tabii bu mesarif de ahalimizin cebinden ifa edilecek ahalimizin fedakarlığı ile yapılacak idi. Lakin ahaliden medrese ıslahı gibi medeni işlere para toplamaya hükumet mani olduğundan bundan başka ıslah tarafdarı müderrislerimizi ta’kıb ederek onları sürgünlere yolladığından tabii bu hareketimiz itmam edilemedi medreselerimizin tamamiyle Mekteplere gelince: Onların hali ise evvelleri daha fena mahalle çocukları üçer dörder sene mektebe devam etseler de bunların aldıkları ma’lumat hiç derecesinde idi. Bunların yazanları okuyabilenleri yüzde on nisbetinden hiçbir vakit ziyade değil idi. Bunun da sebebi mekteplerimizde usul-i ta’limin fenalığı mam efendiler her gün bir veya iki defa mektebe gelseler de ta’lim ve idare işleri oradaki muallimlere havale edilmiş hafta getirdikleri beşer onar para ile yaşamaya mecbur idiler; bunun için tabii sağlam terbiye görmüş muallimler o mekteplere gidemiyorlardı. Yine iş köyün içinde her nasılsa biraz okumak belleyen amel-mande sakat bir adama kalırdı. Mesela muharebede eli ayağı kopmuş bir asker bir nefer biraz okuma bildiği için o mektebe muallim olurdu. Veyahud bir ama ki hiçbir iş yapamıyor çocukların terbiyesi ona verilirdi. İşte bu gibiler çocukları terbiye ve ta’lim ederdi. Fakat böyle muallimlerin ma’lumatları Avrupa’nın dan ve usul-i terbiye hakkında ma’lumatları da “dövmek”ten öteye geçemediğinden; tabii bunlar çocukları ne kadar dövseler de bunlara ma’lumat veremezler bunların efkarını tenvir edemezlerdi. Bundan başka usul-i ta’limin usul-i savti olmaması ve çocukların “ ” usulü ile okutturulması mes’eleyi daha fenalaştırdı. Mesela çocuklar mektebe gelince ilk başladığı ders sure-i Fatiha’nın birinci sözü olan “el-hamd” idi. Ama bu “elhamd”i okumak için evvela şu sözdeki hurufatı güzelce bellemeye lüzum olsa da çocuk hurufatın resimlerini hiç bilmese de … ezber “elif be te se…” diye okuyabiliyorsa artık o biliyor diye hükmolunup “el-hamd” sözüne başlanırdı. Ve bu da şu tarzda okunurdu: ep sin e lem yese kin el hay sin ha elha mim yese kin elham; dal tırdı el-hamd. Ve çocuk şu ma’nasız sözleri ezberlemeye mecbur tutulur ve şu usulde devam edilirdi. Tabii çocuk ne kadar zeki olsa da ne kadar çalışsa da ancak iki üç senede o da gayet güçlükle biraz okumaya alışırdı. Hele biraz gabi ise veya az çalışırsa üç dört senede bile bir şey yapamazdı. Bunun için bu usulün de değiştirilmesi ve mekteplerin esasından ıslah edilmesi hayat mes’elesi idi. Nihayet bu da oldu. Bu usul terk edilerek usul-i savtıyye kabul olundu. Çocuklar gayet kolaylıkla bir ayda okumaya yazmaya başladılar. Mektepler o kaba cahil sofuların elinden alındı; terbiye gören usul-i ta’lim bilen muallimlere verildi. Maaş ta’yin olundu muallimler fakr u ihtiyaç sefaletinden kurtarıldı. Şimdiki halde bütün Tatarların mektepleri ıslah edilmiştir desem yalan olmayacaktır zannederim. Maamafih bunların hepsinde usul-i savtiyye kabul edilmekle beraber bütün mektepler aynı seviyede değildir. Muallimlerin terbiye ve bilgilerine göre tabii mektepler de derece derecedir. Bazı mekteplerde usul-i ta’lim ıslah edilmiş olmakla beraber güzel ta’lim görmüş muallim olamadığından mektebin idaresi ıslah edilememiş ve lazım gelen fenlerin tahsiline henüz başlanamamıştır. Fakat bunlar pek azdır. Yakında matlub dereceye gelecektir. Ekseriyetle mektepler çok müterakkıdir mükemmel muallimler sayesinde tarih coğrafya hesaptan güzel güzel dersler verilir ve bu sayede mektepler günden güne terakkı ve tekemmül asarı gösterir. Fakat boyunduruk altında terakkı mümkün mü? Hükumet yine karşımıza çıktı. Bu hareket-i medeniyyemizi şiddet ve tazyikle karşıladı. Mektepleri ıslah için muallimlere ihtiyaç olduğundan tabii darü’l-muallimin açmak lazım idi. Lakin Rus hükumeti önümüze çıktı hatta kendi mesarifimizle darü’l-muallimin açmaya ruhsat vermedi. Ve ruhsatsız açtığımız darü’l-mualliminleri polislerle kapattı. Ve muallimlerimize muallimlik şehadetnamelerinden başka polis dairesinden “bu efendi müstebid fikirlidir” diye yerli tasdik-name olmayınca okutmaya ruhsat vermeyeceğini i’lan etti. Hem de bu emir yavaş yavaş tatbik edilmeye başladığından orada burada mektepler kapanmaya muallimler hapse atılmaya sürgüne yollanmaya başladı. Bunun üzerine mektep mes’elesi şimdi dehşetli bir müsademe-i siyasiyye devresine girdi. Kazanlı Ayaz Bir memleketin zabıtası asayiş-i mahallinin muhafazasıyla mukayyed olduğu kadar adab-ı umumiyyenin vikayesiyle de mükellef olduğu cihetle el-yevm mer’iyyü’l-icra nizamname-i mahsusunda münderic mevadda istinaden me’murin-i zabıtaya i’ta edilen evamir-i kat’iyye Üsküdar mıntıkası dahilinde mütemekkin ahalice de ma’lum olmak üzere ber-vech-i ati i’lan edilir: - Bazı kadınların şeair-i mübeccele-i İslamiyyet’e ve terbiye-i müslime-i Osmaniyyeye külliyyen mugayir evza-i ser-bazane ile gezdikleri ve muhtelif erkekler ile mele-i nasda sekseninci maddesinin bahş ettiği salahiyetle zabıta tarafından evvela ihtar-ı keyfiyyet edilecektir. Birinci ihtarı ısga etmeyenler zabıtaca kayd ve tescil olunacak. Üçüncü ihtarda olsun evamir ve tenbihat-ı hükumete adem-i riayetlerinden naşi haklarında takıbat-ı kanuniyye tatbik edileceği gibi ibreten li’s-sairin gazeteler ile de i’lan-ı keyfiyyet olunacaktır. - Kadıköy mesirelerinde erkek ve kadının bir arada gezmesi bazı mehaziri dai olduğu ve hilaf-ı terbiyet ahvale mesiresi erkeklere Yoğurtçu Çayırı kadınlara tahsis olunmuştur. Polis memurini bu kararın icrasına nezaret edecek ve dinlemeyenler hakkında aynı muamele-i kanuniyye tatbik olunacaktır. - Üsküdar Mutasarrıflığı mukarrerat-ı anifeyi namusperveran halkın te’min-i istirahatiyle haysiyet-i zatiyyenin taarruzundan vikayesi esasına tatbik ettiğinden bil-umum ahalice bi-tamamiha riayet edileceğini kaviyyen ümid eyler. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Eylül Üçüncü Cild - Aded: Dünyada mevcud ümmetlerin efradını tedkık etsek her birinin amaline muttali’ olsak görürüz ki kısm-ı a’zamında bir taassub-ı cinsi mevcuddur. Asabiyyet-i cinsiyye gözeten adam mensub olduğu cema’atin mefahiriyle mubahi olacağı gibi kavmine isabet edecek zarardan müte’essir olarak def’i için mukateleyi bile göze aldırır. Hem bu gayretin nereden geldiğini hiç düşünmeksizin göze aldırır. Hatta taliban-ı hakıkatten birçoğu ta’assub-ı cinsinin insanda tabii olan umur-ı vicdaniyye sırasında bulunduğunu zannetmektedir. Lakin bu zan doğru değildir. Çünkü biz bir ufak çocuğu alsak da daha sinn-i temyize vasıl olmadan başka bir ümmetin efradı arasına bıraksak reşid oluncaya kadar orada büyütsek kendisinin doğduğu yeri mensub olduğu milleti hiç ona söylemesek görürüz ki tab’ında cinsiyyet-i asliyyesine karşı hiçbir meyl görülmez. Gerek vatan-ı aslisi gerek bu sonraki mahal nazarında müsavi olur. Hatta sonradan gelerek yetişmiş olduğu yer kendisine daha hoş görünür. Halbuki taassub-ı cinsi bir meyl-i tabii olsaydı değişmezdi. ğuna zahib olamayız. Bu bir hasise-i fıtriyye değil nüfusa zaruretlerin resmetmiş olduğu melekat-ı arıza cümlesindendir. Nerde ki insanın birçok hacatı bulunur ve efradında bir terbiye-i kamilenin fıkdanı sebebiyle menfa’at-i hususiyyesini tercih etmek meyli yüz gösterirse hırs u tamaina müsa’dolayı kaldığı için beşeriyet birçok asırlar bunun şeda’idini çektikten sonra nihayet neseb denilen rabıtaya sarılmakta muztar kaldılar. Ve bugünkü ecnası meydana getirdiler; ta ki her kabile rabıta-i cinsiyyetiyle birleşen efradının kuvveti sayesinde kendi menafi’ini kendi hukukunu diğer kabilenin te’addisinden muhafaza etsin. Lakin insanın bütün etvarında mu’tad olduğu vechile bu hususta da hadd-i zarureti tecavüz ettiler bir dereceye geldiler ki her kabile diğer kabilenin nüfuzu altına girmeyi kat’iyyen istemez oldu. Şunun mayacak yahut adil olsa bile onun ahkamına inkıyad etmek kendisi için zillet olacak. Asabiyyetin bu nev’ine karşı olan zaruret za’il olursa insan buna da alışır yani evvelce o zarurete nasıl tabi ise şimdi de o zaruretten öylece vareste kalır. Hele bu zaruret huzur-ı azametinde kuvvetlerin kudretlerin mahkum-ı inkıyad olduğu mebde’ü’l-külle kahhar-ı mutlaka istinad sayesinde külliyyen mu’attal kalır. Sonra o kuvve-i fevka’l-hayalin tenfiz-i ahkamına me’mur olan zat bütün efrad-ı milletin o ahkam-ı celileye karşı mu-tava’atını te’min eder. Şimdi nüfus böyle bir hakim-i mutlakın vücudunu yakınen bildiği gibi artık asabiyyet-i cinsiyyeden müstağni kalarak hukukunun himayesi gava’ilinin müdafa’ası için bu saltanat-ı mukaddesenin sahibine kemal-i itmi’nan ile arz-ı teslimiyyet eder. Bu sayede artık lüzumu kalmayan asabiyyet-i cinsiyyenin nüfuzdaki eseri de külliyyen mahvolur. raber müslümanların cinsiyyete kat’iyyen i’tibar etmemeleri asabiy-yet-i diniyyeden başka ne kadar asabiyyet var ise hiçbirini tanımamaları bu hikmete mebnidir. Zira din-i İslam bi cinsiyyet kavmiyyet gibi şeylerden sarf-ı nazar ederek rabıta-i hususiyyeyi bir tarafa bırakarak bütün efrad-ı milleti cem’ eden alaka-i umumiyyeye hasr-ı nazar eder ki o alaka alaka-i diniyyeden ibarettir çünkü din-i İslam’ın usul-i esasiyyesi yalnız halkı hakka da’vet etmekten nüfusun cihet-i ruhaniyyesi üzerine icra-yı hükumet eylemekten ibaret olmayıp bunların cümlesini kafil olduktan başka insanlar arasındaki mu’amelata hudud vaz’ etmiş külli cüz’i bütün hukuku beyan etmiş ahkam-ı şer’iyyeyi tenfizi deruhde eden kuvve-i hakimenin da’ire-i salahiyyetini tahdid eylemiştir. Bir halde ki umur-ı ibadı eline alan zatın o ahkama karşı inkıyadı herkesten ziyade olmak icab ettiği gibi velayet-i umura ne verasetle ne kavmi kabilesi arasındaki imtiyaz ile; ne kuvvet-i bedeniyye ile ne servet-i maliyye ile na’il olamayıp ancak ahkam-ı şeriatin tahdid eylediği da’irenin haricine kat’iyyen çıkmamak ve o ahkamı bi-hakkın tenfize muktedir olmak sonra ümmetin rızasını istihsal eylemek sayesinde na’il olabilir. O halde müslümanlar üzerinde hakim olan kuvvet hakıkatte onların bir cinsini diğerinden kat’iyyen ayırmayan ilahi şeriat-i mukaddeseleriyle ara-yı ümmetin müdafa’aya hepsinden daha haris daha gayur olmasıdır. Hasebin nesebin insana bahşedebileceği mefahirin imtiyazatın hiçbiri için hukuku vikaye canı malı ırzı himaye hususunda şer’an te’siri yoktur. Belki rabıta-i hakıkiyye-i şeriatten başka ne kadar rabıta varsa şari’in lisanıyla tezyif olunmuş o gibi rabıtalara o gibi asabiyyetlere dayayanlar mezmum olmuştur. Cenab-ı Peygamber “Asabiyyete da’vet edenler asabiyyet için mukatelede bulunanlar asabiyyet uğrunda ölenler bizden değildir” buyuruyor. Bu husustaki ayat-ı kerime ehadis-i Nebeviyye pek çoktur. Lakin ayet-i kerimesi cümlesinin fevkındedir. fe-i müslimin arasında veliyyü’l-emr olanların ne kavmi kabilesi arasında bir şeref ve imtiyazı olur ne de mülkü babasından dedesinden tevarüs ederdi evet bunları arş-ı hükumete ancak şeriate karşı olan inkıyadlarıyla ahkamını muhafazaya gösterdikleri himmetleri yükseltirdi. Reis-i hükumet ahkam-ı ilahiyyeye ne kadar imtisal eder menafi’-i şahsiyyeden ne kadar tecerrüd eylerse o nisbette muta’ olup meyl-i ihtişam refahiyyet-i ma’işet gibi şeylerde nefsini diğerlerine tercih eder bu suretle metbu’ tabilerden fazla bir nasib alacak olursa o müttehid olan ecnasın her biri kendi asabiyyetine dönerek araya bir ihtilaf düşer reisin saltanatı tezelzüle uğrar. Müslümanların bidayet-i zuhurundan şimdiye kadar gördüğümüz seyri hali bundan ibarettir: Rabıta-i kavmiyyeye asabiyyet-i cinsiyyeye asla ehemmiyyet vermezler yalnız cami’a-i diniyyeye bakarlar. İşte bundan dolayıdır ki Arab Türkün saltanatından müteneffir değildir; Acem Arab’ın hükumetini kabulden çekinmez; Hindli Afganlı’nın tabi’iyyetine münkad olur; hiçbirisinde eser-i işmi’zaz görülmez. Bir müslüman riyaset-i hükumetteki zatın şeriate salik olduğunu gördükten sonra hükumet hangi şekle girerse girsin hangi kavme geçerse geçsin bunu kerih görmez. Evet reis-i hükumet tuttuğu meslekte ahkam-ı şer’iyyeden udul eder kendi hakkı olmayan birtakım metalibe el uzatırsa o zaman kalpler huruşa gelir öyle bir reise muhabbetten ruhlar isyan eder de o reis hakim olduğu kavmin vatandaşı bile olsa nazarlarda bir ecnebiyyeden daha fena görünür. Edyan-ı sa’ire erbabı miyanında müslümanların şu hasise-i mümtazeleri vardır ki: Bir buk’a-i İslamiyyenin hükumet-i miyyete bakmaksızın son derecede müte’essir olurlar. Hangi cinsten olur ise olsun bir cema’at-i İslamiyyenin arasında ufak bir reis-i hükumet evamir-i ilahiyyeye ri’ayet eder halkı o evamirin hududu dahilinde idarede bulunur o evamire karşı kendi de aynıyla zir-i hükmündeki efrad gibi muti’ olur beyhude birtakım debdebelerle ihtişamlarla temeyyüz sevdasından uzak durur ise böyle bir hakim için memleketini tevsi’ etmek şan u şevketin gayesine varmak kabil olur hem bir hususta ne öyle büyük büyük masraflara ne de düvel-i mu’azzamanın müzaheretine ne de tarafdaran-ı medeniyyetin avene-i hürriyyetin müdahelesine arz-ı yanet-i İslamiyye’nin usul-i evveliyyesine ric’at eylemek şartıyla bunların hepsinden müstağni olur. Kendi hakimlerinin mezalimine adalet-i şer’iyyeye muhalif mu‘amelatına tahammül edemeyerek bir ecnebi tabi’iyyetine dehalet eden birkaç müslüman görünceye kadar dehrin saçları ağardı zamanın rengi uçtu: Bununla beraber bu milletçiler daha ilk hatveyi atar atmaz nedamete başladılar ki bunların hali aynıyla kendini öldürmek isteyip de sonra acıyı duyar duymaz pişman olanlara benzer. Memalik-i velayet-i umurda bulunanların diyanet-i İslamiyye’nin esası olan usul-i kavimeden inhiraf etmeleri eslafın mesleğini bırakmaları neticesidir. Başka bir şey değildir. Eğer bunlar kava’id-i şer’iyyeye rücu’ eder selef-i salihin isrini ta’kıb eylerse az zaman zarfında eski şevketlerini devr-i raşidindeki izzetlerini Sühulet-i lafz sıhhat-i sebk vuzu’-ı ma’na rikkat-i teşbih ve tecennüb-i haşv ve tenasüb-i ma’ani ve maba’de adem-i ta’alluk keyfiyyatını müştemil olmak i’tibariyle bu beyitte “bera’at-i matla” ve ta’bir-i diğer ile “hüsn-i ibtida’” var. Kasideyi inşaddan nazım hazretlerinin maksadı Sultanü’l-enbiya Efendimizin yegane irtika buyurdukları makamı kemalat-ı aliyyelerini zikr ü beyan etmek olduğuna dahi beyitte telmih edilmiş olduğundan bu cihetle beyitte “bera’at-i yazılmış bir metn-i i’caz-nüması ve ebyat-ı sa’irenin tafsil-i mezaya ve izah-ı habayası için keşide-i silk-i nazm edilmiş bir şerh-i haka’ik-edasıdır. Resul-i Mücteba aleyhi efdalü’t-tehaya Efendimiz’in cemi’-i enbiya ve mürselin salavatullahi aleyhim ecma’in hazeratı üzerine tereffu’una delalet eden edilleden biri ayet-i kerimesidir çünkü Ümmet-i Ahmediyye’nin bakıyye-i ümemden hayriyyet ve efdaliyyeti Zat-ı nübüvvet-penah Efendimize mem olmaları Resul-i zi-şanlarının efdal ü ekmel-i rusül olmasını Kadr-i vala-yı Muhammedi’nin bala-terin bulunduğunu natık edilleden biri de İmam-ı Tirmizi’nin tahric eylediği şu hadis-i şeriftir: Beyne’l-enbiya tafdilin cevazını ifade eden mü’edda-yı beyt zikrolunan ayet ve hadis gibi nice edille-i sarihaya müstenid olmağla amme-i ulemanın re’yine muvafıktır. kavl-i kerimindeki adem-i tefrik sıfat-ı risalet i’tibariyle rusül-i kiram arasında fark ve tefavüt bulunmadığını müş’ir olup beyan olunan tefavüt ve tefazül ğundan müfad-ı beyt bu kavl-i kerime de muhalif değildir. fi’l-i muzari. dördüncü babdan getakdirinde onebinin cem’i ve nin fa’iliNebiyy-i Ekrem sallallahu cümlesinde nafiye ve cümle münadanın bab-ı mübalağadan ise de burada asl-ı fi’l mu demektir. Ya Resulallah! Senin izz ü şerefinde rusül ve enbiya sana müsavi olmadılar çünkü sana muhtas olan nur u ziya ve Sen me’aric-i fazilette mütefavit bulunan rusül-i izam üzerine da’vet-i amme hücec ü berahin-i vefire mu’cizat-ı müstemirre ve te’akub-ı dühur ile te’akub eden ayat ve ala’im ameliyye ile terfi’ buyuruldun. Ey risalet-me’ab! Sen darü’tta’lim-i server-i ka’inatsın. Zamm ile şeref ma’nasına ism-i müfreddir. A’lanın mü’ennesi olan ‘ulyaya cem’ olması da sahihdir. Sin’in fetha ve elif’in kasrıyla ziya’ ma’nasına ve sin’in fethi ve elif’in meddiyle rif’at ma’nasınadır. Evvelkisi ye fa’il ve ikincisi ona ma’tufdur. men’ ma’nasınadır. Ve cümle-i haliyye olarak makabline ta’lil menzilesindedir. fi’l-asl bir mevki’in diğerinden münhat olduğunu ifadeye mevzu’ iken ba’dehu bir şeyin diğer şeyden fazilet ve şerefçe dun olduğu ma’nası için isti’are olunmuştur. Ve daha sonra inhitat mülahaza olunmaksızın bir haddin diğer hadde tecavüzünde ve bir hükmün diğer hükme tehattisinde dahi ittisa’en isti’mal olunmağla edat-ı istisna mecrasına cari olmuştur. Senin evsafını nasa ancak su yıldızları temsil ettiği gibi temsil ettiler. Şema’il-i aliyyeni piraye-i zeban u hame eden vasıfunun zikr ü hikaye ettikleri evsaf ancak suda görünen eşkal ve suver-i kevakibe benzer ki suyun gösterdiği ayn-ı nücum olmayıp mesafe-i ba’ideden aks eden şekil ve suretleri olduğu gibi onların zikr ü hikaye eyledikleri evsaf dahi senin hakıkat-i sıfatın değil belki havass ü asfiya-yı ümmetine aks etmiş olan suretleridir. Senin hakıkat-i zatın gibi hakıkat-i evsafını da yalnız Cenab-ı Hallak-ı Alim bilir. nun zamiri siyak-ı kelam delaletiyle vasıfuna raci’de masdariyyedir. takdirindedir. mef’ul fa’ildir. Hamiş - Menakıb-ı seniyyenin geçenki tertibinde bir iki satır atlanmış illetine da’ir misalde terkibinden ve ara yerde kef’in ta’rifi ile misali bırakılarak ikinci mek gibi büyük bir ugluta husule getirilmiş binaenaleyh ibarenin aslı ber-vech-i ati zikrolunur: “Mesela fa’ilatün cüz’ünden elif’i ve müstef’ilün cüz’ünden sin’i ıskat etmek gibi ki ba’de’l-ıskat evvelkisi fa’latün olur. Ve ikincisi mütefa’lün kaldıktan sonra mefa’ilün cüz’üne nakl edilir. Kaf’ın fethi ve fa’nın teşdidiyle keffe: Yedinci harf-i sakini ıskat etmektir mesela fa’ilatün cüz’ünden nun’u lır fakat müteharrik üzerine vakf olunmadığından bahr-i hafifin altıncı cüz’ünden yedinci harfi ıskat edilmez.” Şimdi medarisimizin ıslahı cihetine gelince o düşünülmektedir. Elverir ki siz ıslahın lüzumunu takdir edesiniz. Talebe:– Bedihi bir hakıkat. Islahına gayret olunmasını rica ederiz Siz muhalefetde bulunursanız biz de bir şey yapmayacağız. Siz bunu takdir edin. Biz bu ıslahatı yapacağız. Her şeyden evvel bu ıslahatı yapmağa mecburuz. Bugün zannederim ki ulum-ı cedideden medarise hiç olmazsa beş altı ders koymalı. Şimdiye kadar ta’kıb ettiğimiz usulden birçoklarını ta’dil etmeli. Mesela: Haşiye haşiye üzerine ta’likat… Bir kere onları kaldırmalı. Metinleri güzelce okumalı. Fakat lugat ve edebiyatla beraber okumalı. O haşiyeler ta’likatlar nedir? Bilmediğimiz bir lisanın kava’idi hakkında yazılmış tenkıdat. Evvela bir kere lisanı bilmeli. – İyi ama biz Arapça okumuyoruz belki Arabi lisan üzere yazılmış bir takım fünun okuyoruz– deniyor. Bu ne demek? Biz Kitab’ımızı Kitabullah’ımızı bilmeyeceğiz mi? Dünyada hiçbir kavim yoktur ki kitabını bilmesin. Tevrat’ı Yahudiler bilir çünkü kendi lisanlarıyla yazılmış. Kur’an-ı Kerim bizim lisanımız üzere nazil olmamıştır. O halde tercüme edelim. Bildiğimiz bir lisan var ya o lisana tercüme edelim. Tercüme için ne lazım? Arapça’yı iyi bilmek eğer Arapça iyi bilinmezse iyi tercüme de olmaz. Binaenaleyh ulemanın Arapça bilmesi zaruri. Şu halde “Biz Arapça okumuyoruz Arapça yazılmış fenleri okuruz” sözü söz mü? Edebiyatını okuyacağız kava’idini mütundan belleyeceğiz. Icab ederse bazı şerhler okuruz. Hatta bana kalırsa talebe kendi kendine şerhleri mütala’a etmeli. Zaten eskiden öyle idi. Bilmem nasıl olmuş da metin bırakılmış şerh okunmağa başlamış. Ne tuhaf hale gelmiş: Evvela bir şerh sonra bir haşiye bir haşiye daha. Sonra bir ta’likat bir ta’likat daha… Böyle bir kitabı ancak beş altı senede okuyabiliriz sonra: – Bu kitaptan ne anladın ne gibi mesa’il öğrendin? diye sorsan hiçbir şey yok. Bundan ma’ada Arapça bir beytin bir mısra’ını anlamak şanından değil. Çünkü bütün zaman münakaşatla geçti. Isam şöyle dedi Abdülgafur böyle dedi yok bilmem kim burada demiş. Vech-i tefehhüm ne ne okuyacağız? Arapça tenkıdatı mı? Evvela edebiyatını bilmeyiz. Henüz kava’idini öğrenmeğe çalışıyoruz. Şimdi Abdülgafur’un Yahu! Bunlar nedir? İnsan düşünmek lazım gelmez mi? Biri bir metin yazmış. Kava’idi hülasa etmiş. Tahsil-i lisan için kolaylık yapmış. Sonra biri çıkmış o metni tenkıd etmiş. Edebilir. Sonra biri daha çıkmış o tenkıdi tenkıd etmiş. Pek a’la bu da bir mübahasedir varsınlar kava’id mütehassısları uğraşsınlar. Tabii bu tenkıdat o kava’idin felsefesi demektir. Bunlarla iştigal edecek e’imme de bulunabilir. Fakat henüz lisan öğrenmeğe başlayan bir adamın kava’id felsefesiyle hiç akla sığmaz bir şey. Bu çok garibdir. Yok i’tirazınız varsa söyleyin. Biz metin okuyacaktık. Ne belleyecektik? Kava’id. Neye ait? Arapça’ya. Peki okuyalım. Bu lazım. Fakat sonra o kava’id üzerine bir kitap yazılmış. Vakı’a bir şerh ama o da tenkıdden ibaret. Çünkü i’tirazlar cevablar kıleler dolu. Sonra onun üzerine haşiyeler var. Bunlar da fülan şöyle dedi fakat ben haklıyım o değil o anlamamış doğrusu benim dediğimdir… Tenkıdin tenkıdi tenkıdin tenkıdinin tenkıdi. Felsefenin felsefesi felsefenin felsefesinin felsefesi… Vakı’a bu pek boş değil. Lakin bu ne vakit olur? Bir kere lisan bilinmeli. Sonra bunlar mütala’a kitabı olmalı. Usul-i tenkıdi daha doğrusu usul-i intikadı öğrenmek için birtakım felsefe düşünmüşler; bunları tertib etmişler. Maksadı bilmeli de ona göre tahsilde bulunmalı. Her şeyin sırası var zamanı var fakat ma’atteessüf biz bu sırayı bu zamanı bilmiyoruz. kalırız. Ne Abdülgafur’dan imdad var ne Isam’dan haydi kamusa müracaat. Lügatleri halledelim. Onun da araması muyor. Tuhaf şey. Çünkü o lügati layıkıyla anlamak için edebiyat lazım. Hülasa bu dersleri ıslah etmeli. Metinlerle beraber lügat ve edebiyat okunmalı. Sonra layıkıyla fıkıh okumuyoruz. Zira vakit bulamıyoruz. Tefsir hadis… Onlara hiç ehemmiyet bile veremiyoruz. Bu nasıl tahsil? Böyle şey olmaz. Bütün talebe bir yere gelmelisiniz bunları düşünmelisiniz. hale nihayet vermeli. Çareler taharri etmeli. Mesela Mısır’da güzel program yapmışlar onu getirmeli. Nasıl yapmışlar o programı görmeli. Düşünmeli ihtiyacat-ı hazıraya göre bir program tertib etmeli. Bir kere bu Arapça cihetini te’min etmeli sonra da fünun cihetini son derece nazar-ı dikkate almalı. – İyi ama biz nasıl geçineceğiz? O ciheti biz düşüneceğiz. Orası size ait değil. Emin olunuz sizin hasılatınız pek çoktur. Fakat ötekinin berikinin elinde kalmış. Talebenin muhassasat-ı vakfiyyesi kendilerine tamamiyle terk olunsa beş bin talebe varsa zannederim üçer lira düşer. Bundan başka milletin de size karşı fedakarlık göstereceği muhakkaktır. Elverir ki siz bir mevcudiyyet gösteresiniz. Yoksa istikbal emindir. Yalnız size ait şey bu ihtiyacı bilerek bunu def’e çalışmaktır. Sonra bir ecnebi lisan lazımdır. Bu hususta ta’assub göstermemelidir. Başka çare yoktur. Hem bunda bir be’is de yok. Çünkü ma’lum ya – aklımız var! Düşünürüz – diyanete mahsus ve münhasır bir lisan olmaz. Mesela Arapça altı bin senelik bir lisandır din-i İslam ise bin küsur senelik bir dindir. Öyle değil mi ya? Bir de ezcümle Girid’de müslümanlar var hiç Türkçe bilmezler Arapça da bilmezler. Bunların lisanı Rumcadır. Şimdi bunlar müslüman değil mi? Bunlara müslüman demeyecek miyiz? Sonra biz Türkçe konuşuyoruz. Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu bir lisan değil bu. “Konuşmayalım” olur mu? Sonra Arap Yahudileri Arapça konuşuyorlar. Fakat dinleri İslam mı? Hayır. Şu halde farz edelim bizim dinimize mahsus olan lisan Arapça’dır. Peki ne demek isteniyor? Madem diyanet-i İslamiyyeye mahsus lisan Arapça’dır hasbe’d-diyane başka lisan tekellüm etmeyeceğiz mi? “Etmeyeceğiz” deniyorsa o halde biz asim olduk. Bunu hangi akıl hangi mantık kabul eder? Hangi ayet hangi hadis bunu söyler? Arapça’nın gayrı bir lisandır. Türkçe caiz oluyor da İngilizce neden caiz olmasın. Kezalik camide Türkçe lisanla ders okunuyor. Günah oluyor mu? Hayır. Peki Fransızca söylesek ne olur? Arapça’ya nisbetle Türkçe ne ise Fransızca da odur. Fransızca başka bir şey mi? Şu halde neden medresede ecnebi bir lisan tahsil edilmesin? Türkler müslüman olmuşlar Türkçe iyi olmuş denirse tür. Halbuki ekserisi müşriktir. Demek ki lisan mes’elesini dine karıştırmamalı. Din başka lisan başka. Bunları tefrik etmeli. Çünkü hem ayıptır hem de gülünç oluruz. Burada ta’assub izhar-ı cehaletten başka bir şey değildir. Ey mebde’-i vücudun ser-hadd-i intihası Ey safiline Hakk’ın dünyada son nidası; Ey çehre-i şu’unun çin-i cebin-i hüznü Ey ka’inat-ı hüznün suzişli bir bükası! Fikrimce varsa sensin mihnet-seray-ı dehrin Azade-i gava’il bir cay-ı dil-küşası. Bir meclis-i kazasın hükmünle mün’akıddir Bu ceng-i bi-me’alin sulh-i ebed-nüması. Ey neşvenin gumumun me’va-yı vapesini Ey cuşiş ü sükunun aguş-ı ilticası. Bahs-i hakıkatindir mebhut eden cihanı Ey mebde ü me’adın meydan-ı iltikası. Dalgın nazarlarından cuşan olan me’alin Mensiyyet-i ademdir mir’at-i in’ikası. Fecrinde müncelidir bir lem’a-i şebabın Son sa’atinde cuşan elvan-ı intıfası. Leylinde mündemicdir bir ye’s-i zi-sükunun Ulviyyet-i vakarı ciddiyyet-i edası. Bidar olan kulubu eyler huzu’a da’vet Fevkındeki tuyurun elhan-ı can-fezası. Şeb-zinde-dar-ı derdin ahıyla yek-edadır Bumun kuluba vahşet ilka eden sadası. Bir gird-bad-ı haşyet teşkil eder önümde Ervah-ı afilinin tekbir-i i’tilası. Bir başka hal vermiş bu mahşer-i sükuna Bala-yı asumandan mahın sönük ziyası. Divan-ı Kibriya’nın te’sir-i dehşetinden Eyler sücudu ima ahcarın inhinası. Pirameninde da’ir bir musikar-ı hüznün Muhrik teranesinden aks eyleyen nevası. Binlerle hanumanın ecza-yı tarumarı Her kabza-i türabı her zerre-i hevası. Binlerle nazeninin cism-i latifi olmuş Cevfindeki hevamın en müntehab gıdası. Bin vak’a-i ciger-suz eylerdi aklı talan Bir kabza-i türabın söylense macerası. Sensin muhiti derdim ey mehbit-i ma’ali Hakk’ın muhat olaydı afak-ı kibriyası! Tarih-i beşer suret-i umumiyyede tedkık edilecek olursa görülür ki: İnsanlar tarih-i hilkatten bugüne kadar daima bir halık-ı ka’inata i’tikad hissini duymuş ve her zaman bir peygamberin zuhuru bir dinin vücudu milletler arasında iyiliği Edyan-ı kadime te’essüsünden sonra bir müddet çığırından tamamen çıkmış olduğu halde insanlar inanmak ihtiyacı dolayısıyla o kava’idi muhafaza etmek mecburiyetini hissetmişlerdir: Dinin en mühim te’siratı harb ordularında görülür. Devr-i celadetimizde birbirinin kanına susamış olan Avrupalıları ehl-i salib orduları tahtında toplayan dindir. Bugün hemen umum Avrupa’da sosyalizme karşı mukabele etmek orduda inzibatın muhafazasına gayret etmek için dinden istifade ediliyor. Ordunun terbiye-i fikriyye ve ma’neviyyesine ait olan Alman asarını okuyunca insan hayret eder. En mühim sahifeleri dine aittir. Orduda çelik gibi bir inzibatın tesisi siyyat-ı diniyyesi üzerine te’sis-i inzibata çalışmalarını hemen daima tavsiye ederler. Fransa bugün papaslarla aleni mücadele yaptığı ve muvaffak olduğu halde Fransız milletinin ekseriyyeti dindardır. Avusturya’da dinin tesiri en şediddir. Luther’in darbelerine uğradığı halde Katoliklik burada hükümdardan ameleye köylüye kadar kuvvetli bir nafizdir. İmparator hanedan-ı krali herkesden ziyade dindar görünmeğe çalışır. Artık seksenini bulan o koca imparatorun geçenlerde Viyana’da Stephan Kilisesi’ndeki büyük ayinde elinde mum olduğu halde iki saat sokaklarda dolaştığını bütün o cenerallerin o medeni Avusturya’nın en büyük adamlarının önlerinde papaslar olduğu halde sokak sokak gezdiklerini insan görmeli ki dinin buralardaki te’siratını anlasın. Büyüklerin dine olan bu merbutiyyeti adeta mecburidir. Çünkü millet dindardır asker dindardır. Asker zabitan her pazar mutlaka kiliseye gider iki haftada bir asker kiliseye resmen götürülür din mes’elesinde Avusturya zabitanıyla görüşünüz en itikadsızları bile “Ne yapalım; ordunun inzibatı için din esastır” derler. Avrupa ulum-ı tabi’iyyede fünun u sanayi’de bizden fersah fersah ileride olduğu halde bir dinin te’siratından istifade etmeğe mecbur olursa biz hakıkaten insanlığın hülasası askerliğin ruhu olan mukaddes dinimize bütün kalbimizle bütün mevcudiyyetimizle niçin sarılmamalıyız? Birkaç def’alar bu zeminde yazdığım gibi yine tekrar ederim ki: Orduda inzibatı te’min edecek; muzafferiyyetin ruhu olan ma’neviyatı takviye eyleyecek ancak dindir. Vakti harbde düşmanın tahrib-daneleri ötede beride yerleri sarsarak tarraka-endaz olduğu her dakikada sağda solda arkadaşların öldüğü hayat ile memat arasında artık kıl kadar bir mesafe kaldığı o müdhiş avanda nefere ölümü istihfaf ettirecek emirleri dinletecek hasılı umum orduda inzibatı muhafaza edecek ancak dindir. Hazarda sözlerimizin neferin ruhuna te’sir etmesini te’min edecek maksad-ı mel’unanelerini ta’kıb etmekten hali kalmayacak olan havenenin orduya sokulmasını men eyleyecek yine o din-i mübindir. Ba-husus din-i mübin-i İslam askerlik nokta-i nazarından o kadar mühim o derece kıymetdar evamir-i ilahiyyeyi havidir ki eğer bunlardan hakkıyla istifade edilirse Tarık’ın orduları Barbaros’un gemicileri her zaman meydana gelir. Şanlı Osmanlı bayrağı her zaman nesim-i zaferle temevvüc eder. Fakat orduda ma’neviyyatı takviye etmek inzibatı bütün şiddetiyle tesis eylemek için yalnız dinin büyüklüğünden bahseylemek yalnız suret-i umumiyyede mu’tekid olmak değil ahkam-ı diniyyeyi tamamen tatbik etmek ve ettirmek lazımdır. Köylülerin kasabalıların herhangi bir zabit hakkında mütala’asını şöyle bir dinleyiniz zabitin feza’ilinden bahsederken evvela şöyle başlar: “Allah için tam müslüman beş vakit namazında; ağzına bir katre rakı bile koymuyor…” O zabit cahil bile olsa hatta daha büyük kusurları bulunsa ahkam-ı diniyyenin göze görünen şu bir iki kısmını tatbik etmesi onun bütün kusurlarını öder orduda inzibatın te’mini için milletin ve o milletin evladları olan neferlerin kalbinde bu hiss-i takdiri uyandırmak ne kadar lazım olduğunu hiçbir vakit unutmamak lazımdır. Beş on bin zabit yirmi beş milyonluk bir milletin içinde ufak pek ufak bir çekirdek teşkil eder. Eğer o milletin kütle-i azimesi ile tabii metin bir irtibat te’min etmezse o çekirdek hiçtir. Fakat bir kere o karşısına çıkacak cihanda hiçbir kuvvet yoktur. Halbuki itiraf etmeliyiz ki en büyüğümüzden en küçüğümüze kadar hepimiz bu hususta pek kusurlar ediyoruz. Bu kusurlar haşa i’tikadsızlıktan değil fakat dikkatsizlikten yapılıyor. müm ettiği görülüyor. Şunu unutmamalıyız ki nefere taşıtılacak dirhemlik bir rakı şişesi yahut neferin karşısında dan vaki’ olan bir senelik mesa’imizi imhaya kafidir. Madem ki hepimiz bütün ruhumuzla dinimizi seviyoruz. O halde niçin ordunun inzibatı namına büyük rahneler açan ufak tefek kusurlardan vazgeçmeyelim? Avrupa’da din şaraba müsa’ade ettiği halde ispirto aleyhinde cem’iyetler teşekkül ederse biz müslüman zabitler niçin orduda bütün şiddetle müskirat aleyhdarı olmayalım? Cumaları niçin neferlerimizle beraber camilerimize giderek huzur-ı Rabbanide secde-i huşua kapanmayalım? Kalbimizde olan i’tikad-ı metini ahkam-ı diniyyeyi böyle tatbike bir başlarsak emin olalım ki o zaman efrad bizi büsbütün başka türlü dinler kalbinde bize karşı büsbütün başka türlü bir merbutiyyet hisseder ve bir kere bu merbutiyyet-i ebediyye ve fenniyye te’essüs etti mi artık ne havenenin iğfalatı ne düşman mermiyyatının dehşeti ne açlık ne susuzluk hiçbir şey o merbutiyye-i kaviyyeyi o inzibat-ı metini ihlal edemez. Ordumuzda bu derece metin bir inzibat te’essüs edince artık ne Girid Mes’elesi kalır ne de Şark Mes’elesi. Osmanlılık bütün ulviyetiyle yükselir biz de cihanda layık olduğumuz paye-i ulviyi istihsal etmiş oluruz. Bütün bu parlak istikbal yetiyle yerleşmiş olan din-i mübinimizin ahkamına hiss-i ri’ayetimiz kafidir. Faziletliler!.. Faziletiniz umarım ki memleketin bir bakıma en büyükleri olan sizlere büyük bir “selamet kaynağı” göstermek cür’etinde bulunan şu küçücük müslümanı küstahlıkla itham etmez.. Hatta zannımca şurada bir küstahlığım varsa o da: Şu ilk sözümdür; çünkü: İslam’da her müslüman söz hakkına ses hakkına maliktir!.. Bunu bildiğim hele pek derin olarak bildiğinizi daha iyi bildiğim halde hakkımı kullanışımı küstahlık gibi göreceğinizi kuruntu edişimdir ki asıl küstahlık olur… Sözün kısası: Cür’etim demektir ki hakkımdır.. Bir hakkın kullanılmasıyla isabet edeceği noktada nas mümkün müdür değil midir? Mümkünse yol nedir?.. Bunları araştırmak araştırıp bulduktan sonra bir karar vermek o kararı icra etmek yahut etmemek.. Bunlar da sizin hakkınızdır; daha doğrusu: Vazifenizdir!.. Nitekim: Şu da’vetim esasen bir hakkı isti’mal değil bir vazifeyi ifa sevkıyledir; çünkü: Mes’ele umuma aittir!.. Hoş.. Hele İslam’da bir mes’ele umum efrada değil de ferde ait olsa yine bir vazife hissettirir.. Öyle ise şöyle diyelim: Mes’ele hayra aittir!.. Nerede hayır orada İslam!.. Böyle olunca iddi’ama göre sözlerimde bir hayır var olduğundan beni dinlemeye mecbursunuz.. Lakin… İnsan her işi -dinlemekle görmüş olamaz- işine göre işlemekle görebilir. Farkındayım: Sözlerim gittikçe küstahça oluyor.. Oldukça sert ma’nalı düşüyor.. Sizlere siz “müderris”lere ders verircesine bir cereyan alıyor!.. Ne çare.. Bütün bunlar halin halimizin halinizin en nezaketli birer tercümanıdır!.. Siz onlardan artık ne anlayabilirseniz anlayınız.. Yalnız müsaade buyurunuz da şu nokta etmiş olayım: - Selamet pek uzakta; yani: - Tehlikeler pek yakında; çünkü: - Pek ağır olarak... Sanki hiç kımıldanmaz derecede bir ağırlıkla ilerliyoruz.. Çünkü: Öyle çalışıyoruz.. Hele çalış-mayı hiç bilmiyoruz.. - Çalışmayı bilmek az vakit ile az yorgunluk ile çok iş görmektir.. En kestirme en kısa yollardan gitmeyi bilmek daima karlıdır.. Halbuki devrimiz yani görünüşümüz yenileşmiş pek ağır yenileşmektedir. Bu her ne kadar tabii ise de hal zaman bu ağırlığa mütehammil değildir: - Her birinin ardında ya tehlike yahut selamet bulunan mensub olan her Osmanlı sınıfı zümresi el birliğiyle işlemek temelini atmazsa -bilelim- galebe selamette değil tehlikelerde kalacaktır.. Yani: - Pek düşmüşüzdür!.. Biz kongre fikrine yapışırsak pek çabuk kalkarız!... Kongre!.. Bütün Osmanlıların selametini dirilmesini sonu hayırlı hareketlere gelebilmesini bu kelimede kongrede kongre usulünce istişarelerde öyle istişarelerin neticelerinde kararlarında onlara göre olacak tertibatta teşkilatta onların Evet.. Her sınıf her takım Osmanlı için selametler.. Onlara bizi ulaştıracak çalışmalar.. Çalışmamızı semereli kılacak “çalışmayı bilme”ler.. Bütün bunları edinmek çareleri “kongre” usulündedir!.. Nitekim: Bunca yıldan beri fedakarlıklarla bunca kurbanlar vermekle akıbet Mebuslar Meclisi’ni açtırışımız hep selamete ermek ümidiyle değil midir!.. Ne hacet.. Kimi hükumet Mebuslar Meclisi’ne “kongre” adını vermiştir.. Mebuslar Meclisi bugün dince akılca kabul olunmuştur: Lüzumlu fa’ideli teşkilattan usullerden biridir.. Mebuslar Meclisi.. Bunun bizce adı ne kadar yeni olsa dinimizce de esası o kadardan daha eskidir.. Müslümanlıkla bir yaştadır.. Kongremiz de böyledir.. Aralarındaki fark: Mebuslar Meclisi devlet millet işlerinin “kongre” ise bir millette yahut milletler arasında san’atları meslekleri derdleri düşünceleri bir olanların kendi aralarında yalnız kendi işlerinin lunmak üzere yapılıyor.. Mu’tekıdiz ki: Hangi devlette mebuslar meclisi varsa orada “ahali – hükumet işleri” sağlamca oluyor.. Müsa’adenizle ilave edeyim: Nerede kongreler ta’ammüm etmiş ise orada “her iş” kendine mahsus bir kongreden geçtikçe yolunda gider oluyor!.. Hatta –faziletlilerim– hangi hey’etin ne kadar işi “mebuslar meclisinden” geçebilir olursa o hey’et o derece sağlam oluyor!.. Hatta –faziletli efendilerim:– Hangi halkın ne kadar işi doğrudan doğruya kendi re’yine de konulabilirse o halk o mertebe selamete mazhar oluyor!.. Lakin bu tertibat insanların hey’et hey’et birtakım isti’dadı mükemmeliyyeti semeresi olarak hükumetlerince resmen kabul edilmiş neticelerdir. Bizim gibi bir halkın böyle neticelere na’il olması şimdilik muhaldir.. Bir de bir hey’ette görülecek işler o kadar çoktur ki bugün bir çok işleri halkın da re’yine konulan hangi bir hey’etin bile kongre usulünce hususi gayr-i resmi raf– en çok kongreler kuran hey’etlerin bu kabil hey’etlerden olduğu göze çarpmaktadır.. Zira: Onlar istişarenin zevkini almışlar o zevk onların ta ruhlarına işlemiştir!.. Kimi ülkede görülür ki: Resmi bir istişare meclisinin resmi bir kararı hükumete yardım edilmek yahut kabul ettirilememiş bir hak tanıtılmak üzere ahalice devir devir kurulan bir kongreden geçmeye başlar; matlub netice husule gelir.. Yine görülür ki: Ahalinin birtakım işleri mes’eleleri kongre usulünce kendi istişaresinden geçe geçe akıbet hükumet o buriyyetinde bulunur.. Verir.. Terakkıden terakkıye geçilir!.. Bunlar o demektir ki: Hükumet ahali.. Resmiler gayr-i resmiler nerede -mebuslar meclisi kongre konferans sa’ire gibi adlar altında- istişare tarikıyle birbirlerine gerek yardım gerek mukavemet ediyorlarsa oraya her yerdekinden daha az aldatıcı bir selamet kanatlarını geriyor.. Saadet gölgelikleri serpiyor!... Dünya işlerine sözde aklım erdi ereli düşünür taşınırım da kendime sorarım: biliriz.. Nasıl tattırabiliriz?.. Bu su’ale cevab olarak da gözüm önüne her zaman şu vasıtalar gelir: Kışlalar.. Mektepler medreseler!.. Oh! Bu mübarek yerler sanki istişare için tabi’atıyla kuruluvermiş kapanmaz meclislerdir.. Sanki kurulma kapanma Heyhat!.. Yeniçerilik battı. Nizam askeri çıktı. Ordumuz şöyle böyle yenilikler edindi… Ancak hepimiz her sınıfımız gibi o da vartalar geçirdi... Gözlediğim esası alamadı… Almak devrine belki henüz girebildi… Ya medreseler? Medreselerimiz ne haldedir?.. Bir çoğunun vakıfları batmış yutulup gidiyor mu? Böyle ise bu maddi halin neticesi olarak acaba aşağılamaktan ibaret bir ma’nevi hale mübtela mıdırlar?.. Medreseler medreseliler müderrisler sıhhiyyatça tedrisatça programca usulce ıslahata -salim bir yeniliğemuhtaç mıdırlar?.. Geçmişte bunca büyük müslüman medreslerden yetişmiş… Hala yetişiyor mu?.. “Yetişsin yetişmesin… Ne be’is var!..” Böyle diyebilir miyiz?.. Osmanlıları evvelce bir zaman Osmanlı eden ulema idi asker idi… Öyle mi?.. Fakat sonraları berbad etmiş olan da askerdi –yeniçerilerdi– ulema idi… Doğru mu?.. Akıbet –söyledik– yeniçeriler yeniçeri ocakları battı… Sıra ulemamızın medreselerimizin mi?.. Yeniçerilerin adı askerliği değişti: Yerlerine Nizam askeri geldi.. Yeni usul askerlikler geldi!.. Ya ulemamızın medreselilerimizin medreselerimizin yerlerine ne gelecek kim gelecek? Mektepler mi mektepliler mi?.. Herhalde kim gelirse gelsin: Onların yerini tutabilir mi?.. Ulemamızın halk üzerindeki te’siri ne idi nasıldı ne kadardı!.. Bugün ne kadardır nasıldır nedir? Bu gidişle ne nasıl ne kadar olacak? Ne nasıl ne kadar olursa olsun diyebilir miyiz?.. Dersek bundan medreselerimize medreselilerimize ulemamıza halimizin istikbalimizin hiç de bağlı olmadığı ma’nası çıkmaz mı?.. Gerek umumi olan halimizin istikbalimizin gerek medreselerimizin medreselilerimizin bütün ulemamızın hallerinin istikballerinin bağlı bulunduğu “zaman”ın gidişine isteyişine göre ne gibi teşebbüslerimiz var?. Hele medreselerimizde ne gibi teşebbüsler niyetler beslenmektedir?.. Bu yandan hiçbir ümid parlayıp da hala mı gözlerimizi kamaştırmayacak? Bundan vazgeçtik… Medreselerimiz.. Hala mı hallerine bir çekidüzen vermeyeceklerdir… Halimizde ne var ki?!!!.. atılsa da yalnız şu: “Halimizde ne var…” su’ali üzerine istişareye baştan başa fakat sınıf sınıf olarak derdleşmeye girişsek –elbette inkar edemezsiniz- yüreğe su serpecek hiçbir şey.. Sadece yeni bir meşrutiyyet kazanmış olmaktan siyasetçiliklerle oyalanmaktan başka hiçbir şey bulamayız… Yani: Hala tehlikelerden kurtulmanın en doğru yolunu tutmamış bulunuyoruz… Evet.. Nice yıldan beri belki ne kadar az lazımsa o kadar çok tekrar ettiğim bir söz vardır: Bugünden ziyade yarından korkuyorum!.. Meşrutiyetten beri de bunamışçasına şöylece söyleniyorum: Her Osmanlı –dikkat: Her Osmanlı– vazifesinin hiç olmazsa yüzde biri nisbetinde hatta gerek doğrudan doğruya gerek dolayısıyla “devlet-hilafet selameti” için en azdan beş on yıl fasılasız çalışır olmazsa -inanalım- tehlikelerden kurtulamayız… Tehlikeler yani: görülecek işlerimiz ayıklanacak çürüklüklerimiz o kadar çoktur!.. Herkes kendi vazifesini bilir bildiği kadar yerine getirir olsaydı bu dünya cennet kesilirdi… Bunun içindir ki her Osmanlıdan vazifesini yüzde bir nisbetinde olsun yerine getirmek himmetini istiyoruz. Ancak bu derecelik bir himmeti bile “her Osmanlıdan” bekleyemeyeceğimiz için işe hale aklı erenlerimizin adeta vazifelerini yüzde yüz olarak ifaya koyulmaları koyulmuş bulunmaları lazım geliyor!.. Bu derdimi… Böyle başlıcasına bir inan getirmiş olan şu gönlümü işte -faziletliler- en önce size açıyorum.. Çünkü benim -elbette hepimizin olduğu gibi- ümidlerim hep size bakmıştır… Hala öyledir.. Siz birer alim.. Ben bir cahil!... Böyle olmakla beraber “devlet-hilafet selameti” hatırıyçün tenezzül saymayıp şu – ya eğri ya doğru olması pek muhtemel olan– i’tikadım üzerine biraz düşünü verseniz... Nereden nereye gittik?!.... Elbette!.. Bahsi kaybedercesine sözlerimin çapraz gidişi de meymenetsiz olan i’tikadımın.. Kara haber müjdecisi gibi olan i’tikadımın ruhuma kadar kök salmış olduğuna delil değil midir?.. Bu bence böyle olabilir de sizce bütün alemce olmayabilir.. Hatta iddi’alarım inceden inceye elendikten muhakeme edildikten sonra bile! Hatta şunu da sözlerime ilave ettikten sonra bile: Umumi selamet mes’elesine ta’alluku olsun olmasın.. Medreselerimizin selameti mes’elesi sarp çetrefil ehemmiyyetli bir iş midir değil midir?.. Medreselerimizin selameti ıslahı demektir: Medreselerimizin bette inkar buyurulmaz- ne zamandan beri her hamiyyetli yüreği medreselerimizin ıslahı gibi bir derd de üzmektedir. Bir derd ile üzülmenin sonu yine derdli olup kalmak olunca o derdin ya dermanı bulunmaz derdlerden olduğuna yahut dermanını arayanların “aramayı bilme” kudretinden mahrum olduklarına hükmedilmek zaruridir.. Hayır.. Burada ne odur ne de budur.. Esasen derdin dermanını arayanlar yoktur.. Varsa bile yok derecesindedir.. Açıkçası: Biz halka istişare tadını verecek olan en keskin vasıtalardan biri: Medreselerimiz iken medreselilerimiz mıştır.. Şu yeni istişare devrinden beri olsun istişareye meyil niyeti hala yoktur!.. Demektir ki biz halktan önce medreselilerimiz Bu bir çığlıktır ki -faziletlilerim- sizi ferd ferd her birinizi yerinizden hoplatmalı. Evvela “kendi kendine istişare” demek olan düşünmelerden düşüncelerden başlanarak top top istişare akıntısına dönmeli.. Bu akıntının menbai bir “umumi kongre” olmalı…. Yani: Her sancak yahut her vilayet kendi medreseleri kongresini yapmalı… Bunlar birleşe birleşe şimdiden itibaren her yıl bir “Osmanlı Medreseleri Kongresi” kurulmalı… Bu sayede: Var yok derecesindeki medreselerin ıslahı fikri kana’ati yayılmalı… Medreseler medreseliler birbirlerini tanımalı… Ona göre kararlar vermeli… Burada işaret etmek istediğimiz cihet: İşe küçükten küçük mikyastan başlanması lüzumudur… Yoksa birdenbire büyük bir kongre kurulmaya kalkışılırsa bütün sözlerimiz havaya üflemekten ibaret kalır… Uzak yakın mazilerimizdeki!.. O şanlı yahut lekeli devirlerimizdeki seleflerini hatırlatırcasına olan hareketleriyle ulemamız medreselilerimiz kendilerine şerefler bizlere mefharetler yağdırmadılar yüzümüzü ağırtmadılar değil.. Ancak şu gönül ister ki mesela unsurlar ittihadı Osmanlılık birliği gibi selamet mes’elelerinin hallini ulemamız medreselilerimiz yalnız… Yalnız onlar “Bu işi biz.. Yalnız biz göreceğiz” dercesine koşsunlar koşuşsunlar… Bilirsiniz ki -efendilerim!- bütün bu ara sıra işaret ettiğimiz mes’elelerin halline saniye fevt etmeksizin ta’biriyle ta’yin edebileceğimiz bir sür’atle uğraşmazsanız medreselerimiz bugünkünü arattıracak bir yokluk arz eder olacaklardır!... Bu sizin ma’nevi menfa’atinize uygun olmadığı gibi – müsa’ade buyurunuz açıkça söyleyeyim- maddi şahsi menfa’atlerinize de hiç uyamaz. Bugün “devlet-hilafet selameti”ni medreselerden de bekler olmasaydım yahut medrese düşmanı olsaydım şu cür’etli sözleri söylemeyi değil a.. Bir medreseliyi düşünmeyi bile aklıma getirmezdim.. Ma’lum a?… Çökmesi istenen eskiyen bir bina ta’mir edilmez!.. Bugün -faziletliler!- aranızda halin zamanın icabatını medreselerin ıslahını hepimizin selametini felahını hakkıyla derk edebilmiş olanlarınızın sükutları hareketsizlikleri.. Hatta feyizli gördüğü takdirde ta’mime tatbike icraya bir inhimak dayanır dersek acaba pek ileriye varmış olur muyuz?.. Ne olursak olalım… İşte son sözümüz: “Kimi zengine eşrafa ulemaya tarihten bir büyük ders: Meşrutiyyet insanlığın birliğe doğru ilk adımıdır. Bu adımı yediyüz yıl önce ilk atan İngilizlerde önayak hemen daima zade-gandı. Bu sayede lordluk hala yaşıyor hem de hakim!.. Fransa’da ise çoktan ölmüştür. Çünkü halka meşrutiyyete zıt gitmiştir.. Keza: Fen hürriyyet ilerledikçe gerileyen papalık fenne; hürriyyete bürünmek; hatta her halkın dilini kabul etmiş olduğu Latince’yi bırakırcasına bir yol tutmak ile kendini birkaç asırdan beri yaşatabilmektedir. Vakı’a bizde zade-ganlık ruhbanlık yoktur.. Fakat resmi bir zencir gibi yoktur.. Herhalde fa’tebiru!...” Ahali Hakimliği Her halde söz olduğu gibice değil tatbik edilmek istenilene göre tatbik edilir.. Me’muldür ki : Tenezzül sayılmaz da hemen feryadımız mucebince kongreler akd edilmek da’vetleri yağdırılır.. Cümleye hayırlar hayırlı muvaffakiyyetler!.. Her hali mudhik bir faci’a olan devr-i sabıkta intişar eden resa’ilin de ekser münderecatı biraz tedkık ile görülür ki ağlanacak bir komedi idi. Eski ve yeni edebiyatın bi- payan dedikoduları hüsn-i nisbi ve mutlak bahisleri hatta bir kafiye uğrundaki mübahesat zavallı Osmanlı kari’lerini ne kadar mevsimsiz ve lüzumsuz mübahesatın belki tabi’at-ı matbu’attaki cidal-culuğa bir i’tiyad istihzarından başka fa’idesi olmamıştır. Esası değilse de tarz-ı cereyanı i’tibariyle o bahislerden farkı olmayan bir ukde bugünlerde yine eydi-i matbu’atın asabileşen parmaklarında büsbütün düğümleniyor: Lisan mes’elesi; bundan bi-hakkın bahse selahiyyet o kadar şera’iti tehayyir çekilmeğe mecburdur. Fakat madem ki insanlara veleh veren asar ve abidat telahuk-ı efkar ve ef’al ile vücudpezir olmuştur bir abidenin en hakır hacer- paresini vaz’ etmek kabilinden bu mühim mebhasta hüsn-i niyyetle yazılan birkaç satır müfid olmasa da sahibinin ba’is-i hacaleti addedilmez zannederim. Lisan mes’elesini uyandıranlardan bir kısmı demek istiyorlar ki: “Ey Osmanlıların aristokrat edibleri! Arap ve Acem’in tumturaklı elfazını bir iki Türkçe kelime ile bağlayarak vücuda getirdiğiniz sözler kurun-i vüstanın muharrerat-ı diniyyesi gibi bir kısm-ı mahduda münhasır kalıyor. Umumun terbiye-i fikriyyesine hadim olmak lazım gelen gazetelerinizi kitaplarınızı halk anlamıyor. Bu gidişle cehilden ve binaenaleyh za’f-ı siyasiden kurtulamayacaksınız.” Sonra bu fikre mu’arız olan kısım da müdafa’a etmek mak lüzumuyla mukayyed olamaz maamafih mümkün mertebe sade ve Türkçe kelimelerle kitap ve gazete yazılmasına bir şey denemez. Lakin asırlardan beri asl-ı Türkçe’den pek uzaklaşan lisanımız; Arabi ve Farisi’den tecrid edilirse pek üryan ve sefil kalır bu mümkün değildir.” Düşünülürse birinci kısım mubahisler ifrat-perver ikinciler muhafazakardır. Her birisini ayrı ayrı dinlediği halde hak veren bir mütefekkir muhaliflerin efkarını mezc ederse bir tarik-ı i’tidal bulur zannederim: Ben diyorum ki lisanımız devr-i sabıkın bize bıraktığı enkaz-ı hükumete pek benzer; teşkilatı hal-i ibtida’ide değil fakat müşevveş ve gayr-ı muntazamdır. Nasıl o hükumeti bugün bir tensik ve tasfiyye ile tabi tutalım. Çünkü me’murin-i hazıramızın hepsini istihdam etmemek nasıl adimü’l-imkan ise lisanımızın behemehal muhtacı olduğumuz me’murları demek olan Arabi ve Farisi kelimeleri de büsbütün tard etmek o derece imkansızdır. Farz edelim Arabi ve Farisi kelimeleri tamamıyla kadro haricinde bıraktık. Tabii Türkçemiz o vakit birçok yeni kelimelere muhtac olacak ve tonguçlar daha bilmem neler gibi birçok kelimeler yeniden öğrenilecek. Evvela ifade-i merama adem-i kifayesi tabii olan bu lisan-ı bedaveti sonraları muhtelif halat-ı hissiyyenin ıstılahat vesa’irenin tercümanı etmek için çalışılacak hülasa beş-altı asır evvelki hale ric’at lazım gelecek ki munsıfane düşünülürse bu ifrat-perver fikrin musib ve mümkün olamayacağı teslim edilir. Lakin yine farz edelim ki lisanımızı tasfiye etmedik ve bu hususta muhafazakar bulunduk. O halde yine edebiyatımızın kısm-ı küllisini bilhassa tevaggul etmeyen mekatib-i aliyye me’zunları bile anlayamayacak gazetelerimizi kitaplarımızı halk okuyamayacak ve bu teşevvüş devam edip gidecek. Lisanımızın usret-i ta’ammümünü icab eden sebeblerden birisi de imlamızın yek-nesak olmamasıdır. Bir talib birinci derecede kıra’at hususunda duçar-ı müşkilat olur okuduğunu anlamamak ikinci derecede kalır. Şimdi ma’arifimizi umuma teşmil etmek için evvelen: satize-i edebin netice-i ictihadlarından büyük feva’id husulü kaviyyen me’muldür. Saniyen: Gazeteleri kitapları ba-husus umuma hitab eden yevmi gazetelerle umumi kitapları mümkün mertebe sade ve girift terakibden azade yazmak lüzumun kendi kendine takdir edildiği ve edilmekte olduğu görülür. Salisen: Arabi ve Farisi’den aldığımız kelimeleri tahdid ve bunların ma’nalarıyla suret-i isti’mallerini tesbit eylemek üzere bir lisan tensik ve tasfiye komisyonunun teşekkülü müntehab bir akademiden başka bir şey olamaz. olan her köşesine serpiştirilecek küçük mekteplerde bu sayede Türkçemiz hayli suhuletle ta’lim edilebilir ve maksada mu’tedil bir tarik ile vusul mümkün olur. celona’dan çekilmiş muharebe ve ihtilal telgraf-namelerini pek de ne olduklarına dikkat etmeden şöyle bir süzüp geçiyorlar: “Madrid – Melilla’dan istihbar olunduğuna nazaran İspanya askeri düşmanı püskürtmüştür askerlerimizin zayi’atı ciddi olmakla beraber düşmanın hasaratı fevkalade azimdir.” “Barcelona – Hükumet aleyhine isyan etmiş olan anarşistler manastırlara ta’arruz etmeye ictisar ile rahib ve rahibelere tecavüz fezahatini irtikab eylemiş ve hatta jandarmalar aleyhine silah bile isti’mal eylemişlerdir. Maa-mafih satvet-i hükumete mukabeleden aciz kalarak tarumar edilmişlerdir.” sad gözetmezler yazdıklarının kari’leri tarafından anlaşılıp anlaşılmamasına ise asla ehemmiyyet vermezler. Yanılmış olmaktan korkmaksızın iddia edebilirim ki gazetelerden hiçbirisi şimdiye kadar şu “püskürtülen düşmanın” kim olduğunu İspanyolların nerede ve ne için kavga ettiklerini Barcelona’da ve ale’l-umum Katalonya’da nasıl ve ne sebeble bir isyan çıkmış olduğunu kari’lerine anlatmamıştır!.. Halbuki o “püskürtülen düşman” vatanlarını hiçbir hakka müstenid olmaksızın ta’arruz eden İspanya hükumetine karşı müdafa’aya çalışan Mağrib-i Aksa Arapları din kardeşlerimiz müslümanlardır; Barcelona “anarşistleri” ise papasların cehalet ve ta’assub boyunduruğundan kurtulmaya çalışan ve sırf papaslar ile asil-zade ve sermaye-darlar yed-i ve adalet arayıcı ahaliden başka bir şey değildir. Gündelik gazeteler vazifelerini tamamen ifa etmiyorlarsa belki siz haftalık mecmu’alar azıcık vazife-nizden harice çıkarak olsa bile onların eksiklerini tamamlamak istersiniz. Bu ihtimale binaen İspanya’yı iyi bilen bir muharririn sine yazdığı mektubunun bazı bendlerini tercüme edip takdim eyliyorum. Benim zannettiğim gibi siz de fa’ideli bulursanız Sıratımüstakım’ e yazarsınız. laller dahili muharebeler ile kazanılmış bir meşrutiyeti var. Hem de bu meşrutiyet gayet mükemmeldir: İspanyollara bi’l-cümle ma’ruf hürriyetleri te’min ediyor meclis-i milli intihabları hasılı hür müsavat-perver menafi’-i ammeyi hukuk-ı ammeyi gözetir bir meşrutiyet… Lakin bu ancak yazıda böyledir; dilediklerini meclise intihab ettirir dilemediklerini meclis civarına bile yaklaştırmaz. Hükumet zenginler ile ruhaniler elindedir. Binaenaleyh meclis-i milliye de ancak zenginler ve ruhaniler yahut onların adamları girer. Sermaye-darlar asil-zadeler ve ruhaniler yek-diğerleriyle gayet dost ve müttefiktirler; hoşlarına gitmeyen zu’mlarınca “muzır” olan adamları derhal “ateist” dinsiz “Protestan” Rafızi yahut “anarşist” başsız diye bi’l-itham hapsederler nefyederler mahvederler. İnsan İspanya’dan gelen haberlere bakarsa orada “anarşist”ten geçilmez sanır halbuki ekserisi menabi’-i resmiyyeden sızan o haberlerde “anarşist” denilen adamlar ya cumhuriyyet tarafdarı yahut sadece hürriyyet-perverlerdir. Hükumet bunları intihabata asla sokmaz. İşte İspanya’nın fi’ili meşrutiyyeti! giltere’de bir katibin gördüğü işi İspanya’da otuz kişilik bir kalem göremiyor. İspanya’da kalem efendilerine yeğenler derler zira bunların hepsi evliya-yı umurun yetiştirilmek üzere yerleştirilmiş yeğenlerdir. – İspanya’da askerlik de alabildiğine berbaddır: Kanuna göre İspanyolların cümlesi hizmet-i askeriyye ile mükelleftir; fakat fi’ilen ancak fukara çocukları bu mükellefiyyeti ifa ederler; zenginler şöyle böyle yolunu bulup kan vergisinden kendilerini mu’af tuttururlar. Zabitler kamilen zenginlerden asil-zadelerdendir. İspanya ordusunda zabit gayet çoktur öyle alaylar vardır ki zabitleri neferlerinden daha fazla gelir! İspanya ordusu vakt-i sulhde seksen bin kadardır. İşte şu ufak orduda on müşir beş yüz ceneral var! İspanya’nın bahriyyesi hiçtir; Küba muharebesinden bir şey kurtaramadı bununla beraber bir bahriyye müşiri ile altı ferik on beş liva ve bahriyye zabitine maliktir. Bunların hepsi aylık alıyor. Hem de büyük rütbelilerin ma’aşları pek dolgundur. Ordu ve bahriyyeyi dahi kalemlerdeki “yeğenler” doldurur; rütbe ve nişanlar iltimas ile alınır. Küba muharebesinde neferler cidden cesaret gösterdikleri halde “yeğenler”in cehaleti korkaklığı beceriksizliği harbin kayb olmasına çok hizmet etmiştir. Gerçi zabitler arasında dahi isti’dadlı çalışkan cesur namuslu ve memleketini sevenler vardır bunlar Küba muharebesinden sonra ordunun nekayısını meydana çıkararak ıslahını istemişlerdi. Hükumet derhal bunların ağızlarını kapattı ıslahat ile uğraşacağına müstaid ve müstakillü’t-tab’ zabitleri tard ve ihrac “Rafızi” ve “başsız” diye i’lan ediveriyordu. On iki yıllık “tensikat”ın neta’ici şimdi “Melilla” civarında vazıhan görünüyor. Lakin İspanya’yı asıl emen kemiren bitiren ruhanilerdir. Büyük küçük papaslar rahib ve rahibeler. Bunlar gayet müretteb gayet muntazam kara kır boz bir ordudur. Ruhaniler asıl kadınlar vasıtasıyla ahaliyi hükumeti her şeyi ellerine almışlardır. Şimdi İspanya’da istediklerini yaptırabiliyorlar. Ruhanilerin en müdhiş silahları “dinsiz” ve “Rafızi”lik Ruhanilerin ahaliyi tazyiki nihayet çekilmez bir dereceye geldiğini son Barcelona vakayi’i anlatıyor: Gayet mütedeyyin mu’tekid muta’assıb olan Barcelona ve Saragossa sükkanı manastırları tahrib ve ihrak ediyorlar rahib ve rahibelere eza ve cefa ediyorlar. Gelelim zenginlere ve ale’l-husus sermayedar sendikalarına: Sendikalar İspanya’da araziyi demiryolları ticareti maden işini kısası bütün menabi’-i serveti ellerine geçirmişlerdir. Sendikalar hükumete ve ruhanilere istinad ederler. Ve bu desteklerle kavi ahaliyi alabildiklerine soyarlar. Sermayedar ruhani ve hükumet bunlar İspanya’ya hükmeden hep bunlar fa’idesine tanzim olunur. Sendikalara ziyan gelecek diye İspanyol köylüsüne pek çok isti’mal ettiği tütünü serbestçe ektirmezler!.. Eğer ahali tazyike tahammül edemeyerek emare-i kıyam gösterirse derhal hükumet askerleriyle ruhaniler va’d ve tehdidleriyle koşar gelir yetişirler zavallı köylüye göz açtırmazlar. Şimdiki Katalonya isyanı İspanyol Arap muharebesinden ateş aldı. Lakin memleketin ahvali o isyanı hazırlamıştı. Zaten İspanya Arap muharebesi daha doğrusu İspanya hükumetinin tamamen haksız Araplara taarruzu da o ahval-i gayr-ı ma’kulenin tabii bir neticesidir papaslara dayanmış sendikaların na-meşru’ menafi’ istihsaliyçin hırs u tama’ıdır. Bakınız muharebe nasıl hazırlandı: Mağrib-i Aksa saltanat-ı geçmiş bir iki parça arazi var. İspanyolların işbu müstemlekelerinden kürek mahkumlarını göndermekten başka istifade ettikleri yoktu; isti’mar etmezlerdi. Ancak birkaç sene evvel Fransız sermayesi mu’avenetiyle teşekkül etmiş bir sendika meydana çıkarak “Melilla”dan pek uzak değilse de maden kazdırmak arzusuna düşer. O aralık “Rif”te Marakeş sultanı aleyhine kıyam etmiş bir Arap türedisi bulunuyordu. Sendika bu türedi ile bir mu’ahede akd eder. Lakin sultana asi olan bu Arap esasen öyle mu’ahedeler akdine vesa’ireye da’ir ha’iz-i hukuk değildi bir eşkiya çetesi reisinden kutta’-ı tarikler ser-gerdesinden ibaretti. Sendika Arab’ın ne olduğunu kim idiğini pek a’la bilirse de bilmezlikten gelip işine elverdiği için onu makam-ı saltanata müdde’i sıfatıyla tanıyarak hemen mu’ahede-i ma’hudeyi akde müsara’at eylemişti. Sendikanın asıl maksadı belki de hiç maden bulunmayan dağlar etrafına adamlar göndererek maden diye göz boyayarak borsalarda oynamak para kazanmaktan mütemevvillerinin birçoğu girerler hükumet ve ruhaniyyun kuvvetü’z-zahr olur. Sendika Melilla’dan maden ocaklarına kadar demir yol yaptırmaya girişir. “Rif”te sakin Araplar hiç haberleri olmaksızın müsa’adeleri alınmaksızın arazilerine edilen bu tecavüzden gayet tabii ve meşru’ olarak müte’essir olurlar: İ’tiraz ederler i’tirazlarına aldıran olmayınca demiryolunu bozmaya kalkışırlar mukabelede bulunan birkaç Bunun üzerine sendika feryada başlar; hükumetten “menafi’-i milliyye-i mukaddesenin müdafa’ası” zımnında mu’avenet taleb eder; hükumet de hemen asker gönderir; böylece İspanya Arap muharebesi ibtida etmiş olur. Harbin birinci devrinde İspanyollar iyice tepelenirler. Lakin hükumeti ellerinde tutan zenginler ile ruhanilerin menafi’i maden sendikasına merbut olduğundan askeri arttırıp Arapları mutlaka mağlub etmeye karar verilir; redifler toplanır birçok aile reisleri çoluk çocuklarından çift çubuklarından kaldırılıp Afrika’ya sevk edilecek olur. Bu esnalarda ruhaniler harbe bir nevi “ehl-i salib seferi” süsünü vererek halkın hissiyyat-ı diniyyesini tehyic eyleyerek sendikaya mu’avenet-i lazımede bulunmak isterler. Ruhaniler Hazret-i Isa” ser-levhalı bir baş makale neşrederek Rif’teki kavgayı “hilal ile salib arasında zuhur etmiş bir cihad-ı mukaddes” olarak bi’t-tasvir sözüne şöyle nihayet verir: “İspanya’nın sahib-i hakıkısine müracaat edelim eski zamanlarda sarıklıları çiğneyen atlarımıza o yol gösterirdi müslüman göğüslerine saplanan mızraklarımızı o tevcih ederdi. Şimdi de kurun-ı vustada olduğu gibi aşk ve şevk ile bağıralım: “Ya hazret-i Isa İspanya hamisi senden meded!..” Lakin İspanya ahalisi ba-husus Katalonyalılar sendikanın madrabazlığı ile “cihad-ı mukaddes” arasındaki rabıtayı bir türlü arayıp bulamıyorlar binaenaleyh Hazret-i Isa’dan lüzumu yok!” diye bağırarak hükumetin sendikaların ve ehl-i salib seferi tertibiyle uğraşan papasların aleyhlerine kalkıyorlar… Bu makalede derince düşünülmeye değerli bir hayli noktalar var. Onların her biri üzerinde tevakkuf ile tefekküre dalsak iş uzuna gider. Ancak Sıratımüstak ı m’e yakından ta’alluklu birisini alıp azıcık düşünelim: Ruhaniler zenginler büyükler tarafını bi’l-iltizam fukara-yı ahaliyi din ile teşvik ederek harbe ölüme sürüyorlar; ahali pek dinli gayet harbe gitmek istemiyor din pişvalarına karşı çeviriliyor manastırları kiliseleri yakıyor papasları rahib ve rahibeleri dövüyor sövüyor hatta öldürüyor.. Acaba bunun sebebi ne? Halk indinde papasların foyası meydana çıkmış olmaktan mı ibaret? Gerçi ahalinin bir kısmı “salib namına hilale i’lan edilen cihad-ı mukaddesten” murad sendikanın muvaffakiyyeti ile sermayedarların hükumet adamlarının ruhanilerin hisse senedleri faiz ve temettu’una o güzel sıcak sarı altınlara kavuşmak istemleri olduğunu biliyor ve bunun şimdi Katalonya’da görülen papaslar aleyhindeki harekete şüphesiz büyük bir te’siri vardır; lakin zannımca sebeb yalnız bu değil; bir büyük sebeb de Katolik ruhanilerinin asırlardan beri İspanya’ya ettiği zararlardan teraküm etmiş kin ve adavet olsa gerek. Hakıkat İspanya o papaslar elinden neler çekmedi neler! Ruhaniler avamı koyun sürüsü gibi istediği tarafa sevk ettikten başka kırpmakla derisini yüzmekle kana’atlenmiyor kesiyor parçalıyor yakıp kavuruyor öbür dünyada vücudunu söyleyip alemi ürküttüğü cehennemden burada numuneler gösteriyorlardı. Sürü daima hükmü altında kalsın zak bulunduruyor “terakkı”den men eyliyor hasılı “cehl” ve “zulmet” çukurlarında otlatıyorlardı. İspanya’nın bir zamanlar dünyanın en büyük devleti iken şimdi bu kadar aşağı düşmesi en ziyade “ta’assub körü körüne ita’at ve cehalet seyyi’esiyle”dir ki bunları da ihdas eden idame eyleyen ruhaniler olmuştur. İşte şimdi Katalonyalılar ruhanilerine ta’arruzla bilerek yahut bilmeyerek bütün bu mazinin Çin hududunda ikamet eden ve bera-yı seyahat ahiren Darü’l-hilafeye gelen İslam ulema ve muharrirlerinden Sibiryalı Veliyullah Enveri Efendi hazretleri kari’lerimizden bulunmak hasebiyle idarehanemizi teşrif ve Felsefe-i serlerini risale namına ihda buyurdular. Coğrafyaya da’ir de bir eser yazmışlardır. Alem-i İslam ve esbab-ı intibahı hakkında uzun uzadıya görüşüldü. Buraya gelmezden mukaddem Çin’e giderek ora müslümanları hakkında tedkıkat ve tetebbu’atta bulunduklarını söylediler. Ve hayli tafsilat da verdiler. Bu ma’lumat – zaten bütün dünyadaki müslümanların ahval ve hayatını ma’işet ve adatını ve bütün şu’un-ı mühimme-i İslamiyyeyi ihtiva için açtığımız – “Alem-i İslam” kısm-ı mahsusuna ta’alluku olduğundan müşahedat ve tedkıkat-ı vakı’alarından bizi dahi müstefid eylemelerini rica ettik. Lütfen kabul ile atideki makaleyi ithaf buyurdukları gibi ba’dema ora ahvaline da’ir pey-der-pey i’ta-yı ma’lumat dahi va’d eylediler. Cenab-ı Hak böyle te’ali-i İslamiyet gayret-perverlerini mes’ud ve müzdad buyursun. Kırgızlar Kazaklar: Bazı hususi işlerimin sevkıyle ben bizzat Çin memleketinde vaki’ garbi Mongolya’da sakin Kazak akvamından göçer konar “Kırgız” ta’ifesi içinde “Abak Giray” kaba’ili arasında bulundum. Bu kaba’ilin kabilece inkısamından mahall-i ikametlerinden ve ahlak ve adatlarından biraz ma’lumat vermeyi münasib görüyorum. “Abak Giray” kaba’ili “Uysun” kabile-i kebiresinden münşe’ab kabileye münkasem olup büyükleri “Cantakay” ve “Caduk” kabileleridir. Cemi-i kaba’il hayme mikdarında olup bunların ’i “Cantakay” ’i “Caduk” bakısi de diğer kabilelerdir. Cemi-i kaba’il tahminen . nüfus mikdarındadır. Bu kaba’ilin tekessür-i nüfusda olan terakkısi harikuladedir. Mesela “Cantakay” kabilesi reisi Çin usulünce rütbesine ambu kaymakam ta’bir ederler. bin Kögen bin Mahmud bin Bazarkul bin İsantay bin Say Muhammed bin Suyimay bin “Cantakay” bin Beyçura bin Bagananı bin Baylav bin Aldabirgen Allah vermiş bin Abak Giray’dır. Demek ki -Mamay Mirza’dan Abak Giray’a kadar geçen- batında bir zatın nesli balada söylediğimiz . nüfusa erişmiştir. “Cantakay” evladı ise batında nüfusa baliğ olmuştur. Bu ise muhayyirü’l-ukul bir tekessürdür. Bu ta’ifenin eski babaları Asya kıt’asında “Aral” Gölü ile “Cayık” Ural ve “Sirderya” nehirleri civarında yaşamışlardır. O civarda göçüp konup otlaklarda hayvanlar besleyerek Ural Dağı civarında olan “Başkırd”lara Bu ta’ife tarihlerde “Başcurd” ve “Sakalibe” namıyla zikredilmektedir ve ba’zen Ruslara hücum ile yağmacılık edip gah galip olarak hayvanlar ve esirler getirmişler ve gah mağlub olarak maktul düşmüşler pek çok esirler de bırakmışlardır. Bu sebebden Kırgızlar arasında pek çok küçük kabileler vardır ki bugüne kadar onlar eski kavmiyyetleri namında tanılarak dahil sonradan dahil olmuş oldukları halde geçinirler. Hem de Başkırdlar içinde Kırgızlar olduğunu ve onları Başkırdlar hala “Kazak” diye tanıdıkları ma’lumdur. Kırgızların muhill-i asayiş hallerini Ruslar görüp onları ciddi surette takibe başladıkları zaman Kırgızlar gayr-ı meskun sahrada göçe kona Çin hududuna savuşmuşlardır. Kırgızların “Kenye Sarı” nam reisleri Rusya tarihinde pek ma’lumdur. Bu ta’ife içinde elli sene mukaddem İslamiyet pek za’if lar salmıştır. Elli sene mukaddem namaz kılan adamla “fare avlıyor” diye eğlendikleri halde hayvanın boğaz kanını kavurup yedikleri halde şimdi hayvanın başını dişiyle pişirmeyi büyük günah addediyorlar. Ta’dil-i erkan ile olmasa da ekseriyyetle namaz kılıyorlar hayvanlarından her sene zekat veriyorlar; zekat vermeyeni ta’yıb ve takbih ediyorlar zekatı Kırgızlar arasında olan mollalar da Kırgızlardan ileri değildirler. Zaten o mübarek zatların da hizmeti Kırgızların koyununu kestirip yemek ve sadaka toplamaktan ileri gidemiyor. O gibi mollalardan Kırgızlar hiçbir hidemat-ı milliyye göremiyorlar. Zaten o mollalar kendileri de hissiyyat-ı milliyye ve muktezıyat-ı zamaniyyeden bi-behredirler. Kırgızlar fevkalade mihman-perverdirler. Eğer bir haymeye detleridir. Misafire “Huda-yı mihman” ta’bir ederler. Şeair-i celile-i İslamiyye ve adat-ı müstahsene-i diniyyeden olan ka’ide-i tesettüre bazı nisvan-ı İslamiyye tarafından hakkıyla ri’ayet olunmadığı görülüp işitilmekte olduğuna ve şer’-i şerif ahkamına mugayir bulunan bu gibi mübalatsızlıkların hususiyle mütekarribü’l-hulul olan şehr-i Ramazan-ı mağfiret-nişanda vuku’u asla tecviz olunamayacağına binaen muhadderat-ı İslamiyyenin kaide-i tesettür ve mahfuziyyete ka eylemeleri lazım geleceği ve aks-i halde velileri hakkında ta’kıbat-ı kanuniyye icrası mukarrer bulunduğu Dahiliyye Nezaret-i celilesinden iş’ar olunmasıyla bu babda ma’lumatı lazımede bulunmak üzere cihet-i zabıtaya tebligat ifa kılınmış olduğunun i’lanına ibtidar edildi. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Eylül Üçüncü Cild - Aded: Her tarafta bilhassa bilad-ı şarkta umum halkın vird-i zebanı olan bütün mahfillerde cem’iyyetlerde nasın ağzından düşmeyen bu kelimenin isti’malindeki mebzuliyyet o dereceye varmıştır ki bugün natıka yoksullarının medar-ı kelamı hep bu kelimeden ibaret kalmıştır. Hiçbir ibare geçmiyor ki bütün zemin-i mebahisi zabt eden bu kelime ile başlamasın yahud bununla bitmesin. Taassup lafzının medlulü her belanın illet-i gaiyyesi her musibetin sebeb-i aslisi addolunuyor. Asabiyyetle ittisaf edenlerle fevz ü felah arasına gerilmiş en kesif bir perde olduğu tevehhüm edilen bu lafız irad olununca ezhana nekaisten rezailden ibaret bir medlul tebadür ediyor. Hele hak vesine bürünerek garblıları körü körüne taklid seyyiesiyle en na-hemvar mesalike sapanlara gelince: Onlar bu nevzuhur bid’ati sermaye-i makal etmek hususunda en ileri gidenlerdir. Bakarsın ki herifler taassubun fenalıklarını sayarken başlarını sallarlar kaşlarını çatarlar; bıyık sakal altından istihzalar ederler. Sağa sola ta’n ü tezyif okları yağdırırlar; kadrini tenzil etmek istedikleri adamın ismine fanatik lafz-ı efrencisini terdif ederler. Her kimde olursa olsun kendi meşreblerine muhalefet görürlerse onu mutaassıb sayarak kaşlarıyla gözleriyle birbirine gamz ederler; böylelerine rast geldikleri yerde işmi’zaz gösterirler; konuşmaktan istikbar ederler; arkalarını dönerler; zavallının haline teessüfler ederler. İyi ama bu lafızdan ne gibi bir ma’na çıkarıyorlar ki bütün şenaatin menbaı bütün nekaisin masdarı zannında bulunuyorlar! Acaba kelimenin hakıkat-i mealine azıcık olsun vukufları var mıdır? Taassup asabiyyet sahibi olmak ma’nasınadır. Asabiyyet masadır-ı nesebiyyedendir asabeye mensub olmak demektir. Asabe ise bir adamın mensub olduğu kavmidir ki onun kuvvet-i zatiyyesini te’yid eden şahsını zulüm ve taaddiden himayede bulunan hep odur. O halde taassup ruh-ı insaniye aid bir sıfattır ki insanın kendisine münasebeti olanları himaye etmesi hukuklarını müdafaaya kalkışması hep bu sıfatla ittisafdan neş’et eder. Taassubun nevileri dereceleri nüfus-ı beşeriyyenin muttasıf olduğu ma’lumata maarife göre tahallüf eyler. sıfat üzerine te’sis buyurmuştur. Her ümmetin rabıta-i esasiyyesi bu sıfattır; daha doğrusu bu sıfat anasır-ı muhtelifeden müteşekkil olduğu halde bir ruh tarafından idare edilmekte olan beden gibi müteferrik ümmetleri ism-i vahid altında cem’ ederek takdir-i ilahi ile cümlesini bir vücud şeklinde perveriş-yab-ı kemal eden bir hayat-ı umumidir ki o sayede bütün ümmet her tavr u şanı bütün saadet ü hirmanı kendisine ait ve eşhas-ı saireden tamamiyle müstakil bir şahıs makamına kaim olur. İşte bu suretle hasıl olan ittihaddır ki muhtelif ümmetler müteferrik kabileler arasında meydan alan müsabakalara yol açar iki mütekabil ümmetten her birini diğerine karşı feyz-i refahiyyet si’a-i maişet gibi esbab-ı saadetin kesretiyle; me’ser-i izz ü satvet uluvv-i makam u menzilet ilka-yı hürmet ü mehabet gibi delail-i azametin mebzuliyyetiyle mübahate sevk eder. Halbuki ümmetler arasında tahaddüs eden daiye-i rekabet eşhas arasında da olduğu vech ile beşerin bütün levazım-ı hayatiyyede gaye-i kusva-yı kemale doğru müsa’ade-i imkan nisbetinde Taassup bir ruh-ı küllidir ki hübut-gahı hey’et-i ümmettir; efrad-ı ümmetteki ervah ise o ruh-ı umuminin havas ve müdrikatı kabilindendir. Binaenaleyh bu havassın birine hariçten na-muvafık bir hadise isabet edecek olursa derhal bundan ruh-ı külli münfail olarak o hadisenin def’i için huruşa gelir. Bu nazardan taassup hamiyyet-i vataniyyenin yegane müheyyici nusret-i cinsiyyenin adeta bir körüğü mesabesindedir. Efrad-ı ümmeti ümmetin zararını su-i akıbetini mucib olacak birtakım denaetler cinayetler irtikabından meneden kuvvet ancak taassuptur. Her ümmette ahlak-ı fazılanın rüsuhu tabayiin istikameti o ümmetteki taassup ile efradı arasındaki ittihad nisbetindedir. Çünkü her ferd bir beden-i zi-hayatı teşkil eden aza cümlesinden bir uzv-ı selim menzilesinde bulunur. Baş rif’atine mağrur olarak ayaktan bakarak vücuddaki mertebesinin süfliyyetine hükmetmez; cümlesi birden hızf u beka-yı beden için vazife-i hususiyyesini Za’f-ı taassup sebebiyle efrad arasındaki rabıta gevşediği zaman ümmetin a’sabına rehavet gelir; i’tisam olunacak urveler infisam eder; o tannan olan evtarın artık sesi çıkmamaya başlar bina-yı beden nasıl zevale yüz tutarsa bünyan-ı ümmet de o suretle izmihlale düşer. Artık ruh-ı külli mahvolur. Ahadı kalsa bile hey’et-i ümmet tefessüd eder. Bu haldeki ümmet de müteşettit birtakım eczadan başka bir şey değildir ki bu da ya tabiatin la-yetegayyer olan kanunu bakıyyesini muhafaza eder yahud ikinci bir ruh nefh olununcaya kadar kabza-i mevtte esir olarak kalır. Halık’ın bu alem-i hilkat üzerindeki değişmez ebedi kanunu o surettedir ki: Bir kavmin asabiyyeti zaifleştiği zaman Cenab-ı Hak onu gaflet içinde bırakır efrad birbirinden bihaber bulunur. Bu hal-i keşmekeşi ise aradaki revabıtın inhilali ta’kıb eder ümmetin beynine tefrika düşer ecnebilerin yabancı unsurların müdahalesi için gayet geniş bir meydan açılır. Artık böyle bir kavim için düştüğü mezleka-i memattan doğrulup kalkmak kabil değildir; meğer ki kudret-i fatıra tarafından ruh-ı taassup ifaza olunsun da neş’e-i saniye suretinde tekrar ihya edilmiş olsun. Evet taassubun da evsaf-ı saire gibi bir hadd-i i’tidali bir de ifrat ve tefrit dereceleri vardır. Asabiyyette i’tidal şu meziyyetlerini ta’dad eylediğimiz kemaldir. Tefrite gelince: Bundan tevellüd edecek mesaibi de gösterdik. İfrat ise ashabını zulm ve taaddiye sevk edeceği için gayetle mezmumdur. haksız olsun daima müdafaada bulunurlar. Mensub oldukları cemaati her türlü müsaedata istihkak hususunda münferid görerek biganelere başı boş hayvanat nazarıyla bakarlar. Onların da berikiler gibi hukuk-ı meşruaları olacağını hatırlarına bile getirmezler. Bu suretle şah-rah-ı adlden çıkarlar ki o zaman taassuptan beklenen menfaat mazarrata inkılab eder ümmetin şerefi gider; daha doğrusu erkan-ı mecd ü rif’ati rahne-dar olur. Çünkü cem’iyyet-i beşeriyyenin ma-bihi’l-istinadı adldir. Ümmetlerin hayatı adl ile kaimdir. Kanun-ı adalete arz-ı inkıyad etmeyen hiçbir kuvvet yoktur ki nihayet mahvolmasın. Zaten ifrat-ı taassup hadis-i şerifiyle Hazret-i Şari’ sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından nehy buyurulmuştur. Soyca üstün olduğu iddiası ile hareket eden bizden değildir.” Taassuptan murad olan ma’na rabıta-i nesebiyyeden mün-bais nusret-i cinsiyye olduğu halde ehl-i örf bu ma’nayı daha ziyade tevsi’ ederek rabıta-i diyanetle birleşen eşhasın birbirine muavenetlerine müzaheretlerine ıtlak etmeğe başladılar. Zaten Frenk mukallidlerinin ileri gidenleri taassubun yalnız bu nev’ini levme şayan buluyorlar. Lakin zannetmeyiz ki onların bu mesleği aklın kabul edeceği bir meslek olsun. Zira başka başka eşhası ayrı ayrı kabileleri ittihada sevk ederek bu suretle gavaili def’e fezaili celbe muktedir bir kuvvet icad eden karabetin ister menşei din olsun ister neseb olsun te’siri tahallüf etmez. Ba-husus akvam-ı muhtelife-i beşerde iki cins rabıtanın mevcudiyyeti takdir-i Sübhani iktizasındandır ki bu alemde hep o iki rabıta sayesinde zuhura gelmiştir. Neseb ve cinsiyyet cihetiyle karabeti olanların yek-diğerini müdafaa etmeleri levazım-ı maişeti ihzar hususunda birbirine müzahir olmalarıyla karabet-i diniyye rabıta-i mezhebiyye ile müttehid olanların bu türlü muamelatı arasında akıl için zerre kadar fark yoktur. Dinde müşterek usul-i akaidde müttefik olan adamların asabiyyeti i’tidalini muhafaza eder de mu’amelatta taaddiye meydan vermez ve kendilerine dinen muhalif olanlara karşı nakz-ı ahd adem-i hürmet inkar-ı hukuk gibi tecavüzata müncer olmazsa bu nev’-i taassup fezail-i beşeriyyenin en büyüğü en faydalısıdır! Daha doğrusu böyle mu’tedil bir taassup en mukaddes en ulvi bir rabıtadır ki layıkıyla tahkim edilirse urve-i vüskasına i’tisam edenleri evc-i siyadete zirve-i mecd ü şerefe is’ad eder. Hele bu habl-i metine temessük edenler saltanat-ı şeriate kemaliyle yet gayretini İslamiyette olduğu gibi büsbütün mahvetmek derecesinde rüsuh bulmuş ise taassubun te’siri bir kat daha müzdad olur. Taassup dini rabıtaların en mukaddesidir tarzındaki sözümüzden dolayı muaheze edilmeyiz zannederim. Çünkü asabiyyetin bu nev’ini nasıl ahad-ı muhtelife arasındaki ihtilafatı mahvederek cümlesini aynı makasıda aynı amale hadim ediyorsa yine o suretle kabileler cemaatler arasındaki zıddıyyet ve münafereti kaldırarak hatta menşe’ lisan adat den birbirinin zıdd-ı kamili bulunan ecnas-ı müteferrika beynindeki esbab-ı mübaadeti ber-taraf ederek umumunun temayülat ve temenniyyatını bir maksada irca eder ki o da idame-i mecd ü şereften ve bir ism-i cami’ tahtında te’yid-i namdan ibarettir. Tarihin şehadetiyle sabit olan bu emr-i celil taassub-i dininin saye-i şevketinde husule gelmiştir ki Asr-ı hazırda türeyen dinsizlerden birtakımı taassub-i dininin mefasidi namıyla birçok hezeyanlar serd ediyorlar. Bunların zu’munca erbab-ı diyaneti kemalat-ı medeniyyeye doğru terakkıden alıkoyan nazar-ı basiretlerini nur-ı ma’rifete karşı perde-dar ederek kendilerini zalam-ı cehalette dolaştıran kezalik dinlerine muhalefette bulunanlara karşı bunları zulüm ve i’tisafa sevk eden sebeb ihvan-ı dinlerini mezalime hedef olmaktan sıyanet için gösterdikleri hamiyyet ledikleri müzaheretten başka bir şey değil imiş. Binaenaleyh meydandaki fenalıkların kalkması işlerin düzelmesi için asabiyyet-i diniyyeyi hiçbir eseri kalmayacak surette mahvetmekten ukulü akaidin nüfuzundan tahlis eylemekten başka çare yok imiş! Şimdi herifler şu hakimane mütalaatı yürüttükten sonra fazla olarak müslümanlar hakkında bir alay eracif tasni’ ediyorlar; biçarelerin saika-i taassupla yapmış oldukları fenalıkları sayıp sayıp bitiremiyorlar. Kezebe’l-harrasun. Din en evvelki muallim en mükemmel üstaz olduğu gibi nüfusu iktisab-ı uluma tevsi’-i maarife sevk hususunda en sahib-i tevfik bir hadidir. Ruhu ahlak-ı fazıla ile secaya-yı kerime ile mütehallık etmek şah-rah-ı adl ü savabdan ayırmak kendisindeki hasse-i şefkat ü merhameti tenbih ve tehyic eylemek için din en şefik bir mürebbi en basiretli bir müeddibdir. Hususiyle din-i İslam tabiatlerinde kökleşmiş gılzet ve huşunet i’tibariyle vahşetin müntehasında bulunan bir ümmeti pek az bir zaman içinde mirkat-ı hikmet ve medeniyyetin en yüksek payesine yükseltmiştir ki o ümmet de ümmet-i Arabiyyedir. Taassub-ı cinsiye arız olan ifrat bazan taassub-ı diniye de girer ki bu yüzden birtakım mezalim zuhur eder. Hatta bir din ile mütedeyyin olanların diyaneten kendilerine muhalefette bulunanları mahvetmeğe dünyadan vücudlarını kaldırmağa kıyamlarını bile intac eyler. Ez-cümle akvam-ı garbiyyenin ehl-i salib namıyla ma’ruf muharebat-ı müdhişede fütuhat hırsıyla yahud dine da’vet maksadıyla olmayarak mahza müslümanları mahv için bilad-ı şarkiyyeye hücum etmeleri İspanyolların da Endülüs müslimini hakkında gunagun mezalimi reva görmeleri gibi ki daha evvel de buna benzer birçok vakalar hadis olmuş hatta Hristiyanlığın iktisab-ı şevket ettiği ilk zamanlarda Mesihiler Yahudileri Kudüs’te toplayarak ihrak etmişlerdi. Şu kadar vardır ki bu gibi arızalar usul-i dine muhalif olarak zuhura geldiği için pek az müddet devam edebilmiş sonra erbab-ı din de dinin kavanin-i sulh ve kavaid-i adl ü merhamet üzerine müesses olan usul-i esasiyyesine avdet eylemiştir. Müslümanlara gelince: Bunlardan da kurun-i salifede taassubu pek ileri götüren bazı tavaif zuhur etmemiş değildir. Ancak bu ifrat onlara hiçbir vakit dinen kendilerine muhalif olan akvamın ihlakını kasdettirecek dereceye varmamıştır. Müslümanların ceziretü’l-Arap hududunu tecavüz ettikten sonra böyle bir harekette bulunduklarına dair tarih-i müsliminde bir haber yoktur. Biz iddi’a-yı vaki’imize en kuvvetli bir delil olmak üzere bilad-ı müsliminde birçok milel-i muhtelifenin mevcudiyyetini zikrederiz ki o zamanlar satvetin şevketin müntehasında bulunan müslümanlar tarafından memleketleri istila edildiği sırada kendileri zaafın inhitatın kemalinde iken adat u aka’id-i kadimelerini muhafaza etmiş hala da etmektedirler. Evet; müslümanlar fütuhata tevsi’-i memalike haris idiler; terakkı-i satvet ve ikballerine hail olmak isteyen akvama karşı şedid idiler. Bununla beraber edyan-ı sairenin hürmetini muhafaza ve hakk-ı zimmete ri’ayet ederler kendilerine arz-ı inkıyad eden milel-i muhtelifenin hukukunu mer’i tutarlar ve onları harice karşı müdafaada bulunurlardı. Zaten onların tabiiyyetlerini kabul edenlerin menfaati kendi menfaatleri mazarratı da aynıyla kendi mazarratları hükmünde bulunması aka’id-i rasihalarından emr-i ilahisinden harice çıkmamışlardır; meğer ki tabiat-i beşer için külliyyen kurtulmak kabil olmayan bazı müstesneyat zuhura gelmiş olsun. Müslümanlar bidayet-i neş’etlerinden bugüne kadar edyan-ı saire ashabını müstahak oldukları yüksek makamlardan büyük mansıblardan hiçbir vakit mahrum etmemişlerdir. Hükumat-ı İslamiyyenin her birinde hem de devre-i feyz ü kemalinde edyan-ı muhtelife ashabından pek çoğu menasıb-ı aliyyeye çıkarılmıştır. Hala da öyledir. Zannederiz ki akvam-ı garbiyye adl ü müsavatın bu derecesine bugün bile varamamıştır. Yazık o kavme ki müslümanlar taassupları sebebiyle edyan-ı saire ashabını haklarından mahrum bırakıyor zann-ı cahilanesinde bulunur! Hükumat-ı İslamiyye mebadi-i zuhurlarındaki şevketle o kadar fütuhat ile te’yid-i mülk ü saltanata gösterdikleri o kadar azm ü himmetle beraber muhaliflerine dinlerini cebren kabul ettirmek mesleğini kat’iyyen iltizam etmemişlerdir. Yalnız bir kere İslam’a da’vet ederler kabul olunmazsa harac makamında bir resm alırlardı ki bu resm kütüb-i fıkhda musarrah birtakım şürut-ı adile da’iresinde tarh olunurdu. Görülüyor ki müslümanların bu hali Nasraniyet’i kabul etmiş olan Roma ve Yunanlıların bidayet-i şevketlerindeki halinin büsbütün hilafınadır. Çünkü berikiler hiçbir memlekete girmezlerdi ki ahalisine din-i aslilerini bıraktırarak kendi nasraniyyetlerini cebren kabul ettirmesinler. Nitekim Mısır’da Suriye’de hatta bizzat memalik-i efrenciyyede hep bu usule ri’ayet etmişlerdi. Vakı’a sevk-i kelam ile sadedden biraz uzaklaşır gibi olduk; maamafih bu sözlerde de erbab-ı basiret için şayan-ı aklından zoru olmayan bir adam için mu’tedil bir taassub-ı diniyi nakıse addetmek kabil olabilir mi? Hiç taassub-ı dini bir fark bulunabilir mi? Zannetmeyiz ki iddiamızın sıhhatinde şüpheye düşecek bir akıl bulunsun. Öyle ise bu heriflere ne oluyor ki bilmedikleri anlamadıkları mesailde böyle birçok hezeyanlar ediyorlar? Acaba yalnız hubb-i vatan namını verdikleri taassub-ı cinsi ile izhar-ı mübahat ederek onu eşref-i feza’il-i i’tikad eylemek hususunda hangi ma’kul esasa istinad ediyorlar? Acaba mu’tedil bir taassub-ı diniyi nazar-ı hakaretle görmek onu mümkün olduğu kadar uzak durmak icab eden bir nakıse suretinde tanımak için hangi kaide-i ictima’iyyeye i’timad ediyorlar? Evet; müslümanlar arasındaki revabıtın en kuvvetlisi din olduğunu bütün kuvve-i retle te’eyyüd etmeyeceğini yakınen anlamış olan garblılar Nisa /. memalik-i İslamiyyeyi teshire son derecede haris oldukları efkar-ı sahifeyi yerleştirmek cihetine hasr ettiler. Bünyan-ı milleti esasından rahne-dar ederek ümmeti tefrikaya düşürmek mecnunanesini onların nazarında bir tavr-ı hikmet suretinde göstermeğe başladılar. Çünkü bizce ve bütün ukala-yı alemce ma’lum olduğu üzere müslümanların din ve i’tikad haricinde olarak cinsiyyet gibi bir rabıta tanımadıkları onlarca da yakınen anlaşıldı. Ba-husus birtakım müfsidler memalik-i taklid-i cahilane beliyyesiyle bunlara peyrev oldu. Müslümanları asabiyyet-i diniyyeden tenfir hususunda heriflere muavenette bulundu. Halbuki bir taraftan mahvına çalışarak muvaffak oldukları asabiyyet-i diniyyenin yerine cehl ü denaetlerinden dolayı o kadar payelendirdikleri rabıta-i cinsiyyeyi olsun ikame etmediler. Bunlar aynıyla kendisine bir başka barınacak mahal tedarik etmeden oturduğu evi yıkıp açıkta müessirat-ı tabiatin taht-ı tehdidinde kalan sersemlere benzerler. İşte İngilizlerin Hindistan’da ittihaz ettikleri siyaset böyledir. Çünkü İngilizler oradaki müslümanların fikirlerinden ellerinden alındığı pek de eski olmayan saltanat ve istiklalin hayal-i istirdadı geçmekte olduğunu ba-husus cevher-i magsub hürriyyetlerini tekrar ele geçirmek için dinlerinin de bir taraftan kendilerini kıyama teşvik ettiğini anladılar. Tabayi’-i mileli tedkık ettikleri sırada ise hayat-ı İslamiyyenin rabıta-i diniyye sayesinde kaim olabileceğini efkar-ı müsliminde i’tikad-ı Muhammedi ve asabiyyet-i milliyye hakim oldukça bunların hukuk-ı sabıkalarını taleb iddi’asıyla kıyam etmeyeceklerine katiyyen emniyyet caiz olamayacağını Bunun üzerine bilad-ı Hind’de bençeriyye namıyla tanılan dehriyyun ve müslümanlar kıyafetinde göründükleri halde sineleri fesad ile nifak ile meşhun olan bir taifeyi yakalayarak akaid-i müslimini bozmak taassub-ı dini revabıtını kırmak için bu mel’unları kendilerine muin ittihaz ettiler. Bu suretle müslümanların şu’le-i hamiyyetlerini söndürmek gayret-i diniyyelerini mahkum-ı memat etmek cem’iyyetlerini dağıtmak aralarına tefrika düşürmek istediler. Hatta bu mülhidler İngiltere hükumetinin müzaheretiyle Aliyek[Aligarh]’te de bir büyük mekteb açtılar Hindliler içinde efkar-ı batılalarının neşri için bir de gazete tesis ettiler ki bu sayede akaid-i İslamiyyedeki zaaf taammüm edecek müslümanlar arasındaki revabıt alabildiğine gevşeyecek artık İngilizler de müslümanları nüfuz ve kudretleri altında zebun etmek hususunda hiç sıkıntı çekmeyecek zir-i tabiiyyetlerinde bulunan akvam-ı saire gibi bunların da itaatlerinden emin olacak idi. Hele İngiltere rical-i hükumeti tarafından suri bazı iltifatlar görmeleri o cümleden olarak bazı vezaif-i hasisede kullanılmaları bu gafil dinsizleri büsbütün aldatmış idi. Yazıklar olsun o namerde ki milletini bir lokma ekmek yoluna hukukunu bir ıyş-i zelilane uğruna feda eder! muvaffakıyyet için garblılar tarafından müracaat edilen bir nev’-i hasdır ki Avrupa devletleri bunu bi’t-tecrübe kabul ederek semerat-ı nafıasını iktitaf eylediler. Şarklıları bununla avlamağa başladılar. Bu devletlerden birçoğu memalik-i Osmaniyye’ye Mısır’a vesair bilad-ı İslamiyye’ye tuzaklar kurdular. Rical-i hükumetten ulum u medeniyyet-i cedide müntesiblerinden pek çoklarını sayd ederek onları yine kendi memleketlerindeki maksadlarını istihsale alet yaptılar. Maamafih biz hiçbir vakit ziyy-i İslam kıyafetinde görünen bu dehriyyunun bu zındıkların böyle birtakım hevesat-ı batılaya amal-i rezileye esir olmalarına taaccüb etmeyiz. Biz asıl birtakım halis müslümanların haline taaccüb etmekteyiz ki akıdelerinde daim imanlarında sabit oldukları halde taassub-ı diniyi alabildiğine zemmediyorlar: Mutaassıbları gafletle huşunetle medeniyyet-i hazıraya karşı biganelikle müttehem tutuyorlar. Heyhat bilmiyorlar ki böylelikle esas-ı milliyyeti sarsmış hal-i ümmeti ifsad etmiş yegane me’valarını kendi elleriyle birtakım erbab-ı bağy ü fesadın elleriyle yıkmış oluyorlar. Taassub-ı mu’tedilin mahvını istiyorlar öyle mi? Va-esefa ki bunun mahvı bütün milletin mahvıyla ecanibin ellerine düşmesi demektir. Hem bir kere o ellere geçecek olursa artık zemin ü asuman durdukça esaretten kurtulamaz. Vallahi biz bu ikinci fırkanın halinde o kadar taaccüb etmiyoruz. Taaccübe vücuh ile şayan bir şey var ise o da şarklılar arasında bu gibi efkar-ı sahifeyi neşre çalışan garblıların halidir ki bunlar taassub-ı diniyi kadh etmekten mutaassıbları vahşetle huşunetle ittiham eylemekten hiç utanmıyorlar. Halbuki taassubun bu nev’inde Frenkler kadar ileri gitmiş da’iyye-i asabiyyetle kıyam mes’elesinde Frenkler kadar haris bir kavim yoktur. Ne hacet zaten neşr-i dine me’mur olan misyonerleri himaye ederek vazifelerine aid hususatta lüzumu kadar muavenette bulunmak hükumetlerin kavanin-i esasiyyesi cümlesindendir. Bi’l-farz bunların din ve mezhebdaşlarından birine cem’iyyet-i beşeriyyenin hiçbir zaman azade olamadığı na-muvafık hadisattan biri isabet edecek olsa bütün memalik-i mütemeddine-i garbın afakı derhal her taraftan yükselen feryadların eninlerin şikayetlerin telakı-gah-ı emvacı olur. Hepsi birden “Kalkınız ne duruyorsunuz? Gayet müdhiş bir felaket meydan aldı pek ciddi bir hadise zuhura geldi toplanınız hem-dest-i vifak olunuz ta ki şu musibeti def edelim. Bir daha zuhur etmemesi esbabını düşünelim. Yoksa din-i Mesihi mahvoluyor!..” yaygarasını asumana çıkarırlar. siyyet gibi buğz u adavet gibi muhasemat-ı siyasiyye gibi birçok esbab-ı tefrika bulunmakta her devlet layıkıyla ahz-ı beklemekte iken bir de bakarsın ki derhal ittifak etmişler bütün kuva-yı harbiyye ve siyasiyyelerini dindaşlarının himayesi cihetine tevcih ediyorlar; isterse müdafaasına azmettikleri adam dünyanın öbür ucunda olsun isterse kendileriyle onun arasında cinsen hiçbir rabıta mevcud olmasın. Lakin beri tarafta fesad ve fitne tufanları feyezan etse de ruy-ı zemini kaplasa onlara dinen muhalif olan ümmetlerin kanları seyl-i bela gibi akıp gitse heriflerin bedeninden bir kıl bile ürpermez. Hatta işten guya haberleri bile olmaz. Fıtrat-ı beşerde merkuz olan şefkat ve merhamet hissinden külliyyen zühul ederler. Varsın o muhrib seyl-i bela sürükleyip götürmekte olduğu enkaz-ı mesaib ile beraber tabiatiyle gidip dayanacağı gayeti bulsun diyerek kendi haline bırakırlar. Guya bunların nazarında din-i Mesihi’den haric olanlar başıboş bir sürü behaim menzilesindedir de kendi zu’mlarınca hamisi müzahiri bulundukları insaniyyete mensub değildir. Hem bu hal onların mütedeyyinlerine hasdır zannetmeyin; dehrileri Allah’a peygambere kütüb-i semaviyyeye kat’iyyen inanmayanları da taassub-ı dini mes’elesinde mütedeyyinleriyle müsabaka ederler. Asabiyyetlerini te’yid için hiçbir işten geri durmazlar. Bari hakkı tanısalar da oraya gelince dursalar ne a’la! Lakin heyhat ki onu pek çok tecavüz ederler! Evet; Frenklerin asabiyyet-i diniyyeye temessük hususundaki halleri cidden garibdir. Mesela içlerinden Gladstone gibi biri çıkar; hürriyyet-i fikriyyenin müntehasına varan kavmi tarafından hizbü’l-ahrar riyasetine geçirilir de sonra herifin ağzından bir kelime çıkmaz ki içinde Rahib Saint Pierre’in ruhu duyulmasın; daha doğrusu onun ruhu ruh-ı rahibin nüsha-i saniyesi olduğu istidlal edilmesin! Gladstone’un hutbelerini okuyunuz. Ey ümmet-i merhume! Bu sizin hayatınızdır muhafaza edin. Bu sizin kanınızdır heder etmeyin bu sizin ruhunuzdur elden kaçırmayın bu sizin saadetinizdir mevtten başka bir bahaya vermeyin. Böyle revabıt-ı diniyyeniz meydanda dururken birtakım türrehata aldanmayın hak varken arayiş-i batıla kapılmayın. Basıra-i im’andan perde-i vehmi kaldırın urve-i vüska-yı dine i’tisam edin ki Türk’ü Arap’la Acem’i Hindli’yle Mısri’yi Mağribi’le birleştiren hem de içlerinden biri kendisinden iklimlerce uzaktaki dindaşına isabet eden musibetten müteellim olacak surette birleştiren bu kadar muhtelif ecnas arasında rabıta-i nesebiyye makamına kaim olan bundan başka bir şey değildir. Cenab-ı Hak tarafından size ihsan olunan rabıta-i din esbab-ı ittihadın en metinidir ki şevket ve izzetiniz saltanat ve siyadetiniz hep onunla kaimdir. Geliniz bu rabıtayı fütura mahkum etmeyin. Fakat diğer taraftan kanun-ı kavim-i adalete min ruhu’l-bekası adldir. Hükm-i adle hürmet etmeyen kavim yan-ı saire erbabının hukukunu muhafazaya dair olan evamirine hakkıyla riayet edin. Kendi dininizden olmayan ebna-yı vatanınızla komşularınızla hüsn-i muaşerette bulunun. Memleketinizin menafiine ait hususatta onlarla i’tilafa çalışın. Çünkü sizin menafiiniz onlarınkiyle onların menafii de sizinkiyle ka’imdir. Asabiyyeti zulm ü adavete başkalarının hukukuna taarruza vesile ittihaz etmekten sakının. Zira dininiz sizi bundan nehyediyor böyle na-reva bir harekete karşı şiddetli tehdidatta bulunuyor. Bir de asabiyyeti yalnız birbirinize meyl ve muhabbete kasr etmeyin. Mecd ü rif’atte saltanat u şevkette tahsil-i ulumda iktisab-ı fezailde ihraz-ı kemalat-ı insaniyyede ümem-i saire ile müsabaka için bu kudretten istimdad edin. Amal ve efkarınızın bir noktaya leyin. Her biriniz din kardeşinin eline yapışarak haziz-i mezelletten şahika-i mecd ü kemale i’laya gayret etsin. Ve teavenu... Sen her faziletin misbahısın bu sebeb iledir ki bütün ziyalar ancak senin ziyandan sudur eder. Sen bir sirac-ı münirsin ki bütün envar senden muktebestir. Kemalat ve fezail hep senin fazilet ve kemalinden zuhura gelmiştir. Ey ferd-i kamil! Sen evvelin ve ahirine masdar-ı envar olarak halk olundun. Server-i Enam aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizin alem-i şühudu teşrifleri cemi-i enbiyadan muahhar ise de nur-ı nübüvveti onlara ve belki cemi-i mahlukata mukaddemdir. Mervidir ki Cabir radiyallahu anh hazretleri: Ya Resulallah Cenab-ı Hakk’ın kable’l-eşya halk ettiği ilk şeyi bana haber ver dedi. Cenab-ı Resul-i muhterem buyurdu ki: Ya Cabir Bari Teala ve Tekaddes hazretleri kable’l-eşya kendi nurundan senin peygamberinin nurunu yarattı bu nur meşiyyet-i ilahiyyenin taalluk eylediği yerde kudret-i Rabbaniyye ne cennet ne nar ne mülk ne arz ne şems ne kamer ne cin ne ins var idi. İmdi Cenab-ı Hak mahlukatın halk ve icadını murad buyurdukta o nuru dört cüz’e ayırıp evvelki cüz’den semavatı ikincisinden arzını üçüncüsünden cennet ve narı yarattı ve ba’dehu dördüncü cüz’ü dört cüz’e taksim sünden onların nuranisi olan tevhidi ya’ni La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah’ı halk etti… İla ahiri’l-hadis. sebebiye nafiye kelimesi ma’nasına fi’l-i muzari’ fa’il. Nazım hazretleri Alem-i gaybden sana zat-ı ulum ihsan olunmuş ve o ulumdan Adem’e esma vasıl olmuştur. Ya Habiballah! Cenab-ı Ebu’l-Beşer’e yalnız esma ve eşya tebliğ olunduğu Maide /’de geçen ibareye telmih ile “iyilikte yardımlaşın” anhalde zat-ı risaletine esma ve müsemmeyat bildirilmiştir. Yahud Hazret-i Adem’e esma-i müsemmeyat bildirildiği halde zat-ı nübüvvet-penahın künh ü haka’ik-i eşyaya muttali’ kılındın demektir. Evvelki ma’na: kavl-i kerimi murad olmasına ve ikinci ma’na: Bu ayet-i kerimeden Hazret-i Adem’e ta’lim-i esma ve müsemmeyat edildiği maksud olduğuna göredir. car maa’l-mecrur mukaddem haber mu’fi’l-asl ma’nasına olan nun müennesi haldir. Lam’ın fethiyle fi’l-asl ma ya’lemu bilafzının cemilendirilmesi ecnası i’tibariyledir. ism-i fa’il müşahededen gaib olan alafzını lamın kesriyle de car muahhar mübteda’ mukadder olan kelimesine Sen daha zamair-i kevnde eslab ve erhamda iken senin nuyor idi zat-ı şerifin pak ve münevver olduğu gibi efrad-ı neseb-i şerifin de pak ve münevver idi. Ümmü’l-beşer Hazret-i Havva’dan valide-i muhteremen Cenab-ı Amine’ye dek ümmehatın ve Cenab-ı Safiyyullah’dan valid-i macidin Hazret-i Abdullah’a kadar abad-ı [aba-i] kiramın sana layık surette intihab ve ihtiyar edilmişler idi ve nur-ı nübüvvetin abad [aba] u ecdad-ı kiramından biri birine intikal ile ta Cenab-ı Adem’den Hazret-i Abdullah’a kadar cümlesinin mübarek cephelerinde lemean ediyor idi. Bakara /. Resul-i Ekrem Efendimiz’in nuru Adem aleyhi’s-selamın cephesinde lemean eder idi sonra o nur oğlu Şit aleyhi’sselama tikte bu nuru ancak nisa-i mutahhereye vaz’ etmesini Şit’e vasiyet etti Şit aleyhi’s-selam da evladına bunu vasiyet eyledi. Bu vasiyet Şit’in evlad ve ahlafı arasında ma’mulün bih olup bu suretle o nur Cenab-ı Abdülmuttalib’e ve ba’dehu oğlu Abdullah Hazretlerine kadar vasıl oldu ve ehadis-i nebeviyyede varid olduğu üzere Cenab-ı Hak neseb-i şerif-i Muhammedi’yi cahiliyyet sifah ve zinasından tahir ve pak kıldı. Ehadis-i nebeviyyede musarrah olduğu gibi nazım hazretlerinin kelamından da Resul-i zi-şan Efendimiz’in aba ve ecdad-ı kiramı içinde ta Adem ve Havva aleyhimü’s-selama kadar hiçbir kafir-i billah bulunmadığı nümayan oluyor zira kafir-i billah necistir ona ne muhtar ne kerim ne tahir denir. Ebeveyn-i mükerremeyn hazeratı silsile-i muhtarin duklarından bu beyit müşarün ileyhimanın ehl-i cennetten olduklarında sarihdir. Cenab-ı Hak kitab-ı azizinde Azer Azer kafir-i billah idi demek ki neseb-i şerif-i Muhammedi rid olmaz çünkü iki sınıf ehl-i kitab Azer İbrahim aleyhisselamın hakıkaten pederi olmayıp amcası olduğuna ittifak etmişlerdir fakat Arap amcaya da peder ıtlak eylediğinden bu cihet ile Azer Kur’an-ı Kerim’de İbrahim’in pederidir diye zikir buyurulmuştur. haldir. vücud ma’nasınadır ve zamair-i kevn: Vücudun mesturat-ı hafiyyesi demektir ki burada eslab ve erham muraddır. muzari’-i mechul ve naib-i fail ve ümmün cem’idir. Ümm: Bizzat veyahud peder veya mader cihetinden bi’l-vasıta valide olana denir. ebin cem’idir. Eb: Bizzat veyahud peder veya mader cihetinden bi’l-vasıta valid olana ıtlak olunur. “Tasvir-i Efkar”ın Eylül tarihli nüshasında münderic atideki istizah-ı edibanelerini okudum: Muallim-i Muhterem Zihni Efendi Hazretleriyle Babanzade Naim Beyefendi’ye Ma’lum-ı fazılaneleridir ki Osmanlı Türkleri Arapçayı iki suret ve maksadla te’allüm ederler: Ya o lisanı gavamız ve edebiyyatıyla teallüm veya kelimatın usul ve müştakkatıyla mahall-i vaz’ u isti’malini teyakkun etmek. Şıkk-ı evvelin usret-alud ve muhtac-ı ezmine-i na-mahdud olduğu ma’lumdur. Fakat tahsil-i i’dadiyi ikmal etmiş veya etmek üzere bulunmuş sahib-i sa’y ü feraset bir gencin tarz-ı sanide lisan-ı Arab’ı taallüm için üç aylık bir müddetin kifayet edip etmeyeceği lutfen izah buyurulursa ümmetin vasıta-i idrak ü ifhamı olan lisana hizmet edilmiş olur. Evvela maye-i fahr ü mübahat-ı ümmet olan üstad-ı kamilimiz Zihni Efendi Hazretleriyle birlikte nam-ı acizanemin zikri suretiyle ibraz buyurulan teveccüh-i azime adem-i istihkakımı mısdakını müeyyed olarak alenen beyan ile mahza böyle bir mes’ele-i mühimmede zat-ı alilerine muhatab olmak haysiyyet[iy]le su’alinizi cevapsız bırakmamak gayretine düşerek bu babdaki mütala’atımı arza cür’et edeceğim. Saniyen meşagıl-i kesire-i resmiyyenin bar-ı sıklet-bahşası altında saha’if-i matbu’atın kari’lerine ithaf eylediği şu’un-ı demadem-i nevk ve bu miyanda bunca münakaşata ba’is olan lisan mes’elesinin biganesi kaldığım için ta’kıbine vakit bulamadığım bir bahs-i medid arasında temeyyüz-i hak ve batıla esas ittihaz edilecek gibi hissettiğim bu istifta hakkında yürüteceğim mütala’atın kasır ve hakıkate gayr-ı mukarin olsa bile her halde bitarafane olacağına i’timad buyurulmasını rica ederim. Osmanlı Türkleri Arapçayı ya o lisanı gavamız ve edebiyyatıyla taallüm veya kelimatın usul ve müştakkatıyla mahall-i vaz’ u isti’malini teyakkun etmek maksadıyla tahsil ederler buyuruyorsunuz. Şıkk-ı evvel hakkındaki fikrimiz müttehid rılır. Zira fikr ü tecrübe-i acizaneme göre Arabi’yi Türkçe’ye yardımı olur diye şöylece -tabiri caiz ise- üstün körü öğrenenler hiçbir vakitte Arab’ın anladığı tarzda kelimatın usul ve müştakkatıyla mahall-i vaz’ u isti’malini teyakkun derecesinde lisan-ı Arab’ı tahsile muvaffak olamazlar. Zira bir lisanın usulünü müştakkatını bunlardan her birinin mahall-i vaz’ u isti’malini bilmek o lisanı gavamızıyla bilmek demektir. O halde mes’ele bendenizin nazarımda lisan-ı Arabi’yi elsine-i saire gibi müstakıl bir lisan olarak tahsil etmek yani kavaid-i lisan-ı Arab’ı kavm-i Arab o kavaidden ne maksad takıb ediyorsa o maksadı aynen gözetmek ile Arabi’nin Türkçe inşa ve kitabeti takviyeye medarı olur hülya-yı kadimiyle basmakalıp birkaç şey bellemek şıklarına münhasır kalır. Şıkk-ı evvele göre tahsil-i Arabi bir Osmanlı Türk’e bir lisan hem de pek mühim hem de müfid bir lisan kazandıracağı Şıkk-ı saniye göre tahsilden ise -i’tiraf ederim ki- hiçbir şey anlayamam. Zira hiçbir lisan diğer bir lisanın hizmetkarı olmak üzere tahsil edilemez. Bir lisan diğer lisandan kelimat ve ıstılahat ve hatta bazı terakib istiare edebilir. Fakat bunların mahall-i vaz’ u isti’malini değiştirmedikçe yabancılık damgasını üzerlerinden silemez. Yeryüzü nerede Süreyya yıldızı nerede!” anlamında Arapça ataTürkçe’de müsta’mel kelimat-ı Arabiyye’nin ma’ani-i sahihasını birer birer kamus tercümesine müracaatle tedkık edelim. Bunların yüzde seksenini vaz’-ı aslisinden çıkmış ma’nası tagayyür etmiş buluruz. Bir derecede ki ekser kelimatı Arabi’den muktebes bir cümleyi aynı elfaz-ı Arabiyye bare vücuda gelir. Biz öteden beri kavaid-i Arabiyyeyi tahsil programımıza güzel öğreniyor güzel yazıyor zehabına düşüyoruz. Gençlerimiz Arabi kuvvetiyle Osmanlıca’yı belliyor zannediyoruz. Halbuki bendenizce emir büsbütün ber-akistir. En fasih en bir ibarenin mealini istihracdan acizdir. Biraz sarf ile nahiv görmüş ise yine kelimatın Arabi’deki kuvvetine mevazi-i isti’maline vakıf olmadığı için o kelimelerin ancak Türkçe’deki suret-i isti’mallerine göre hayal meyal bir ma’na sezer. Demek ki şimdiye kadar Arabi’yi tahsil için tutulan usul-i sakım ile Arabi kuvvetiyle Türkçe öğrenmek şöyle dursun Türkçe’nin Arabi’den istiare ettiği kelimat sayesinde ve o kuvvetle Arabi bir ibare anlaşılabiliyormuş. Nefsimde vakı’ olan bir tecrübe bu davamın en sarih bürhanıdır. Vaktiyle Mekteb-i Sultani’de Avrupa liselerini takliden Fransızca’ya yardımı olur diye Latince tedris ediliyordu. Bizim medrese usulüne müşabih bir usul-i sakım ile dört sene devam eden bir tahsilden sonra bugün o lisandan ne bir kelime biliyor ne bir kaidesini tahattur ediyorum. Maamafih o zamanlar Horatius Cicero gibi Latin e’azım-ı üdebasının asarından müntahab parçaları tercüme ediyorduk. Bu tercümelerden aliyyü’l-a’la derecede imtihan da verdim. Lakin o tercümeler nasıl yapılıyordu? Her kelime mukabili olan Fransızcası ile birlikte bir tertib-i mahsus ile hafızaya nakşedilir ve bilmeyene mütercim okuduğunu anlıyor fikri verilirdi. müştakkun minhi olan kelimeleri biz Fransızca’daki mukabilleriyle derece-i müşabehetleri sayesinde beller idik. Maamafih bu kadar emekten sonra Fransızca müktesebat-ı lisaniyyemize bir habbe ilavesine Horatiusların Vergiliuslerin zerre kadar mu’avenetleri dokunmadı. Neden? Çünkü biz Latince’yi Latince öğreneceğiz diye okumuyorduk. Fransızcayı takviye eder hülya-yı bi-hasılı ile tahsil ediyorduk. Ve Fransızca öğrenmek için Latince’den isti’ane edecek yerde Latince imtihanını savmak için Fransızca’nın feyz-i himmetine Osmanlıca ile Arabi lisanları da aynıyla bu vaz’dadır. Eğer biz Arabi’yi lisan-ı dinidir lisan-ı ekmel-i ilmidir eslafımızın hazine-i muhallefat-ı kalemiyyesini açar bir miftah-ı ma’rifet ü hünerdir diye öğrenirsek mühim bir lisan öğrenilir derece-i nihayede müstefid oluruz. Yok eğer Türkçemizi takviyeye hadimdir diye okursak emeklerimiz -yetmiş yıllık tecarib ile sabit olduğu üzere- heba olur gider. Bir Osmanlı Türk yüzde sekseninin mahall-i vaz’ u isti’mali değişerek lisanına geçen kelimat-ı Arabiyye’nin ma’ani ve suret-i isti’mallerini ne Kamus’tan öğrenir ne de asar-ı Arabiyye’den. Çünkü asar-ı Arabiyye’yi anlayamadığı gibi Kamus’tan lügat aramasını da bilmez. Bilse de isti’mali epeyce tahsile tefekkür ve teemmüle mütevakkıf olan o kitabı karıştırmağa üşenir. Ona kelimat-ı Arabiyye’nin maanisiyle mevaki-i isti’malini belleten şey cevahir ile müştakkata olan vukufu değil yine Osmanlıcadaki mevaki’-i isti’malini mükerreren müsta’mel bilcümle kelimatı cami’ gayet mükemmel bir lügat kitabı ile on beş yirmi sahifesi Arabi ve Farsi kava’idinden Türkçede müsta’mel olanlarına mahsus bir kavaid kitabı bu iki lisanın Türkçeye edeceği mu’avenetten tamamen muğni kılar. lud ve muhtac-ı ezmine-i na-mahdud olduğu ma’lumdur. Fakat tahsil-i idadiyi ikmal etmiş veya etmek üzere bulunmuş sahib-i sa’y ü feraset bir gencin tarz-ı sanide lisan-ı Arab’ı taallüm için üç aylık bir müddetin kifayet edip etmeyeceği” sual buyuruluyor ki burada da fikr-i alilerine iştirak etmekte ma’zurum. Vakıa lisan-ı Arabi’yi gavamız ve edebiyatıyla taallüm ma’ruf olan usul-i sekamet-meşmul ile usret-alud ve muhtac-ı ezmine-i na-mahduddur. Fakat sırf kendimize raci’ bir seyyi’eyi lisana yükletmek büyük haksızlıktır. Zira ekser kelimatı bizce me’nus olan bir lisan ne kadar vasi’ ne kadar güç olursa olsun yine bize bir ecnebi lisanı kadar müşkilü’t-tahsil değildir. Franzsızca’yı az zaman içinde öğrenmek neden kabil olsun da Arabi olmasın. Şüphesiz Frenklerin elsine-i ecnebiyye hakkında tatbik ettikleri “tahsil-i tabii” usulünü biz de Arabi’ye tatbik edersek daha çabuk öğreniriz. İş Maarif Nezareti’nin bu lisanın lisan olarak lüzum-ı tahsiline kail olmasında “tahsil-i tabii” usulünü tatbik edecek muallimler yetiştirmesindedir. Tahsil-i i’dadi[yi] ikmal etmiş veya etmek üzere bulunmuş sahib-i sa’y ü feraset bir gencin lisan-ı Arab’ı kelimatın usul ve müştakkatıyla mahall-i vaz’ u isti’malini teyakkun ederek taallüm etmesi bahse gelince kalemim irkiliyor. Mekatib-i resmiyyemizde bu zavallı lisan namına edilen beyhude fedakarlıklarla gençlerimizin isti’dadına edilen tahammülfersa ğer-gahımdan bir ah-ı ye’s ü hasret kopuyor. Zavallı gençlerimiz tahsil-i idadiyi ikmal edinceye kadar Arabi namına ne öğreniyorlar ki üç ayda kelimat-ı Arabiyye’nin usulünü müştakkatını bunların mevaki’-i isti’malini öğrenmek gibi bir isr daha göstersinler? Böyle bir genç -eğer var ise- nazarımda asırlarda bir yetişen namına abideler dikilecek e’azım-ı ümmettendir. Yok eğer maksad kelimat-ı Arabiyye’nin Türkçe’deki kuvvetiyle mevaki’-i isti’malini bilmek ise o genç zaten o derece tahsili iktisab edinceye kadar meleke ve tekerrür-i isti’mal sayesinde bunu elde etmiş olacaktır. Zaten hasıl olmuş bir matlab için yeniden üç ay feda etmesine mahalli yoktur. O derecedeki sermayeleriyle maiyyet-i edibanelerinde himayet-i matbuatı yazılarıyla tezyin eden inşadaki behreleriyle muallimlerini geçen gençlerin el-yevm mevcud olması bunun en kavi bürhanıdır. atımın züyufunu halisinden ayıracak fikr-i nakkad-ı edebiyaneleridir. Efkarımın hata olan cihetleri sırf şahsıma raci’dir. Savab olanları ise milletin muhassala-i efkarından muktebes olduğu için bendenize bir meziyyet-i zaide bahşetmez. Din ukul-i insana başlıca üç akıde telkın ve nüfus-ı beşeri diğer üç hasletle tezyin eder ki bunlardan her biri mevcudiyet-i milliyyenin de’a’imi hey’et-i ictima’iyyenin kavaimi ve medeniyyetin de esas-ı muhkemidir. Bunlardan her biri cemi-i şu’ub ve kaba’ili münteha-yı kemale doğru ilerlemeğe sevk ve tarik-i saadette tefevvuka teşvik eder. Bunlardan her biri nüfus-ı beşeri ika-i şer ü şikaktan Birinci akıde: İnsanın “melik-i arzi” eşref-i mahlukat olduğuna mem olduğuna muhaliflerinin bir tarik-ı batıla süluk ile duçar-ı dalal olduklarına kani’ olması. Üçüncü akıde: İnsanın daha vasi daha ali diğer bir aleme uruc ve mekarih ve meta’ibiyle darü’l-ahzan beytü’l-alam mez saadeti bitmez elem ve kederden hali bir füshat-fezayı bekaya intikali hususunda lazım gelen fezail ve kemalatı tehyi’e ve ihzar için bu alem-i hayata geldiğine kail bulunmasıdır. Bu akaid-i selasenin hey’et-i ictimaiyye ve medeniyyet-i sahiha üzerinden olan te’sirat-ı celile ve fevaid-i cemilesinde gaflet edilmemelidir. Enva ü efrad-ı insan arasında revabıt ve müsalemetin hüsn-i muaşeretin ıslah ve idamesi ile cins-i beşerin beka-yı saadeti te’min ve himem-i ümemi kemalat-ı akliyye ve feza’il-i nefsiyye meratibinde tekamüle imale ve tergıb eden şu üç akıdedir. Bu aka’id-i selaseden her birinin kendine mahsus bazı levazımı vardır. Birinci akıdenin levazımı: İnsanın eşref-i mahlukat “melik-i arzi” olduğuna inanmak behemehal hısal-i behimiyyeden tevakkı ve sıfat-ı hayvaniyyeden ictinab etmesini istilzam eder. Şüphe yok ki bu i’tikad her kimde ne kadar kuvvetli olursa hayvan sıfatını iktisabdan o derece nefret eder. Ve şüphe yoktur ki bu nefret ne mertebe şiddetli olursa ruh-ı beşer o nisbette alem-i akliye takarrüb eder. Akl-ı beşer kesb-i ulviyyet ettikçe hukuk-ı medeniyye usulüyle kat’-ı meratib eden zevat medeniyet-i kamile levazımını la beyne’l-insan kavaid-i vedd u muhabbeti ihya ve usul-i hak u adaleti neşre muvaffak ve muktedir olurlar. Zaten saadet-i insaniyyenin nihayet-i dünyeviyyesi hükema ve ukalanın aksa-yı mesaisi de bu noktadır. Bu akıdedir ki insanı ahval-i hayatiyye ve mu’aşeret-i nev’iyyede hayvanat-ı vahşiyye ve siba-i dariyyeden fark ve temyiz eder. Bunlar ve emsali vuhuş u beha’im haşerat u seva’im düşmanlarının mazarratını müdafaa hususunda bir usul-i ma’kul ittihazıyla hıfz-ı hayata muktedir olamadıklarından daima havf u dehşet ve feza’ ü vahşet halinde tek ü tenha imrar-ı hayat ederler. Bu akıdedir ki ebna-yı beşeri yekdiğerini bel’ ve iftirasa ba’is olan tenafür ve tekatu’u zecr ü izale eyler. Bu haller ale’l-ekser yabani canavarlar yırtıcı hayvanlar arasında vukua gelir. hayvanata müşakeletten men’ ediyor. Bu akıde fikri teşhiz ile harekatını ıslah aklı terbiye ile kuvvetini ta’dil nefsi tehzib ile evsah-ı reza’ilden tathir ediyor. hayvanat gibi zannedenlerin ahvaline nazar-ı ibret ve ayn-ı basiretle bir bakınız neler görürsünüz: Dena’etlerin sefaletlerin fücurun şürurun enva’ını ve son derekatını. Elbette hayvaniyyet menzilesine sukut etmekle ukulün harekat-ı fikriyyesine tevakkuf arız olacağı bir emr-i tabiidir. met eşref-i ümem olduğu ve muhaliflerinin batıl bir tarike salik bulundukları i’tikadında bulunması efradını evsaf-ı fazıla ve mefahir-i milliyyede ümem-i saire ile mecd ü te’ali müsabakalarına da’vet ve aklı nefsi ma’aşı me’adı her türlü mezaya-yı ictimaiyye aksamında diğer akvama tekaddüm ve tegallüb için ittifak ve ittihada tergıb eder. Bu akıde erbabı muhill-i izz ü şeref olan harekat-ı redi’eden kendileri ihtiraz ettikleri gibi ahar taraftan ne nefisleri ve ne de ebna-i milleti üzerinde zulm u taaddi vukuuna kat’iyyen razı olamazlar. Bu zilleti milliyetlerine yakıştıramazlar. Onlar başka akvamda gördükleri ma’ali ve mefahirin daha a’la ve daha ekmelini kendi milletlerinde göremezlerse dilhun olurlar. Ve şan-ı insandan ma’dud olan her guna ulüvv ü saadeti her kavimden ziyade kendi milletine layık görürler. Bu i’tikadda bulunan kimse milletini dehrin neva’ib ve mesa’ibi altında zelil ve makhur ve meziyyat-ı terakkı ve temeddünden mehcur bir hal-i felakette görür ise artık hamiyyet damarları durmaz. Kalbine sükunet gelmez. Bir lahza rahatta istikrar edemez. Bütün hayatını vücud-ı millete arız olan o felaketin tedavisine hasr eder. Çare-saz olamazsa ye’sinden ölür gider. vusulü için en sadık nasırı taleb-i ulum ve tevsi’-i fünun ile bir bir veli-i adil; bir müstebid-i kahirden ziyade milleti menazil-i aliyye ve makamat-ı refiaya isale kadirdir. Kalbinde bu i’tikad mefkud olan bir kavmin hayatını te’emmül ediniz. Etvar ve ef’alinde fütur himem ve mesa’isinde kusur kuvvetlerinin zaafa tebeddül memleketlerinin fakr u meskenete makar olduğunu görecek ve zillet ve sefalet uçurumlarından yuvarlanmakta olduklarına acıyacaksınız. Hele cehlin tasallut ve tahakkümü ile kendilerini milel-i sa’ire derununda [dununda?] tutanların vay haline. Mütercimi Trabzon Meb’usu Hatib-zade Emin Sıratımüstakımde ictihada dair neşrolunan makaleleri ta’kıb edenler lüzum-ı teşkili Meclis-i Meb’usanca karar-gir olan Mecelle Cem’iyyeti’nin ehemmiyyetini takdir ederler. Meclisimizin bu tasavvuru asırlardan beri alem-i İslam’ı te’aliden terakkıden mahrum bırakan bir da-i udalin teşhis edilmiş olduğunu gösterir. Şeriat-i mübeccelemizin saadet-i dareynimizi tamamiyle tekeffül etmiş olduğuna kani’ ve mutmain bulunduğumuzdan muamelatımızın kaffesini hükm-i şer’iye rabt etmek netice-i mes’adet-bahşasını te’min edecek olan bu teşebbüsü alem-i iman azim meserretle karşılayacaktır. Artık bugün inkar olunmaz hakıkatlerdendir ki şer’-i şerife ensal-i müteahhirenin cedir-i takdir bir hizmeti sebk etmemiştir. Bil-akis şan u şeref-i müebbedini ihlale yeltenmek sini icradan çekinmemişlerdir. Son vak’a-i müessifede ba’zı safdillerin harekat-ı fesadiyyeye iştiraki bu kabilden değil midir? Şeriate hizmet-i ümniyyesi bir niyet-i mübecceledir bunu takdir etmeyecek sahib-i iman tasavvur olunamaz. Fakat hizmetin yolunu bilmek lazımdır. Bazı münafıkların mü’minler arasına tefrika düşürmek maksad-ı mel’unanesiyle mütecasir oldukları birtakım nifak-cu ve fesad-amiz neşriyata rabt-ı kalb eylemekle bu hizmet ifa olunamaz. Zira düşünmeliyiz ki mu’ayyen ve meşru’ bir netice teemmül edilmeksizin vuku’ bulacak teşebbüsler her zaman haybete mahkumdur. Bir kere istenilen şey te’emmül edilen gaye ma’lum olmalı ve ona göre o neticeyi i’dad ve te’min edecek esbab mukaddimat tehyi’e edilmelidir. Gaye şeriate hizmet olunca bu hizmetin ne suretle ifa olunacağı düşünülmelidir. Bugün te olarak bir hükm-i şer’iye rabt edilmeksizin pek çok din kardeşlerimiz tarafından yapılagelmekte olan ve amillerince daima ihtiyac ve zaruretinden bahsolunan ef’al ve mu’amelatın hükm-i şer’iye rabt olunmasını olmadığı takdirde hakıkat-i halin bütün din kardeşlerimize i’lan edilmesini te’min edecek esbabı tehyi’e ile olur. Zira halkın ef’alinden bir kısmı haric ez-şeriat kalacağına o ef’alin velev ki kavl-i zaif ile olsun şeriatte dahil suretiyle yapılmasındaki fevaidi takdir etmeyecek bir muhibb-i şeriat tasavvur olunamaz. İşte teşkil olunacak Mecelle Cem’iyyeti’nin mesaisinden biz böyle nafi’ semereler bekliyoruz. Şüphe yoktur ki bu vazife-i mühimmeyi deruhde edecek zevatın her suretle vüsuk ve i’timada şayan salih müttakı vera’ zevat-ı muhteremeden olmasına be-gayet i’tina olunacaktır. Hatta bu babda yalnız memalik-i mahruse-i Osmaniyye’de bulunan fukaha-i izam ile iktifa olunmayarak İslamların tavattun eyledikleri kıtaat ve memalikin kaffesinde ediyoruz. Böyle bir hey’et-i aliyye el birliğiyle geceli ve gündüzlü çalışarak beşeriyyetin ihtiyacat-ı hakıkıyyesinin kaffesini binimizin kavaid mecellesini ve ruhas ve azaim hakkındaki nukut-ı nazarını tedkık eder ise bu mesa’i şüphesiz bütün Zira şeriatimiz ma’kule “zerreten ma-münafi” olmadığı gibi bil-akis kazaya-yı akliyyenin isabeti hakkında kulubu tatmin edecek bir mahiyyet-i celileyi ha’izdir. Ukul-i beşer mütefavit olduğundan her ma’kul görülen şeyin vehleten emniyet-bahş olur. Bu kabil hizmetlerdir ki şeriatimizin mazide olduğu gibi müstakbel için de akvam-ı fazılanın hukuk-ı medeniyyesine bir menba’-ı füyuzat olduğu saadetini bize gösterir. Ba-husus böyle bir cemiyyetin bab-ı meşihatte in’ikadı alem-i İslam için de pek nafidir. Makam-ı hilafete olan merbutiyet-i ma’neviyye bir kat daha kesb-i takviyyet eder. Fukaha-i müşarün ileyhimin Arapçaya vukufları tabii olacağından muhalefet-i elsine gibi mahazir mutasavver değildir. Şunu da unutmamalıyız ki şedaid-i istibdad halktaki hiss-i Han merhumun hal’i hakkındaki fetva-yı şerifin iras eylediği dehşetle halka fetva kelimesini telaffuz ettiremeyecek derecelerde hakan-ı mahlu’ Abdülhamid canibinden irae-i şiddeti istilzam eylemiş ve son batın işte böyle bir şiddet içinde perveriş-yab olmuştur. Bina-berin batn-ı ahir mahsulleri muhitlerinde fetvaya dair bir şey işitmeye işitmeye en mühim bir unsur-ı saadet ve selametten mahrum bulunuyorlar. Yevmen fe yevmen ef’ide-i nasta münkarız olmak istidadını satın zamanı hulul etmiş i’tikadındayız. Lillahi’l-hamd ve’lminneh bugün sevgili vatanımız alaik-i istibdaddan tamamiyle tecerrüd ve tetahhur etmiştir. Bugün memlekette hakimiyyet-i milliyye bütün ma’nasıyla mütecellidir. Müstebid ve mürtecilere son darbe-i tenkil dahi indirilmiştir. Halkımızın seviye-i ahlakı ise nevmid olacak derecede değildir. Herkeste ef’al ve harekatını şeriate tatbik hususunda bir arzu-yı fıtri vardır. Hemen her hafta bu vadide alagelmekte olduğumuz sual varakaları bu hakıkati bize la-yetezelzel bir kanaat-i vicdaniyye ile teslim ettiriyor. Zavallı halkın fetva-hane-i aliye müracaatle müşkillerini halle imkan bulunduğunu kendilerine gösterecek bir delilden mahrumiyyetleri vazıhan anlaşılıyor. Şu varakalar miyanında herkesçe ma’lum zannolunan mesail hakkında suali tazammun edenleri vardır. Bu ahval şüphesiz devr-i meş’um-ı istibdadın halka fetva tarikını unutturmak hususundaki mesai-i mütevaliyye-i leimanesinin netaic-i müessifesidir. İnsan bunları düşünüyor da hadise-i ahirede bizi tekrar pençe-i istibdada atmak teşebbüs-i lainanesinde bulunanların ne derece azim olursa olsun haybetleriyle teşeffi-i sadr edemiyor. Müteselli olamıyor. Ba’zıları istifta cevaplarının teehhürü ihtimalinden endişe-nak oluyorlar fakat bu teehhürün esbabı nakil taharrisine me’mur zevatın mahdudiyyeti olsa gerektir. Maamafih bu babda biz endişeye mahal göremiyoruz. Zira tahsisat-ı ilmiyyenin taksiminde rütbeden ziyade hizmet gözetilerek şu vazife-i mebrureye hasr-ı vücud eden zevat-ı muhtereme terfih ve adedleri teksir olunursa bu mahzur tabiatiyle bertaraf olur. Bir de her şehr-i kameri ibtidasında geçen bir ay zarfında verilen fetvalardan müteşekkil bir risale neşri pek çok feva’id te’min eder. Zira halk o risalede fetvaları görerek kendi şübühatına mümasil olanlarda işkalini halleder ve kendisinde de istifta sul bulur. Şayan-ı teşekkürdür ki Meclis-i Meb’usan’ımız bu gayeye doğru iki mühim hatve atmıştır. Birincisi: Beyan ettiğimiz vech üzere Mecelle Cem’iyyeti’nin vasi’ bir mikyasta buslarımızın ahkam-ı şer’iyyeye hizmete dair olan azimlerinin bu sene vaz’ına muvaffak oldukları kanunlardaki tecelliyatıdır. etmeli. Ve cümleten el birliğiyle çalışarak o gaye-i mes’udeye takarrüb eylemeliyiz. Tefrik-i vezaif nizamnamesinin şekl-i hazırındaki sakametin dendir. Gönül ister ki teşekkül edecek Mecelle Cem’iyyeti istihlaf eyleyeceği cem’iyyet-i sabıkanın bir eser-i mebruru olan tefrik-i veza’if layihası ahkamını ihya ederek devr-i meş’um-ı sun. Bugün pek çoklarınca muamma gibi telakkı edilen tefrik-i veza’if hakkındaki tezkire-i samiyye-i ma’lume ile buna esas olması iktiza eden layiha-i mezkureyi aynen naklederek devr-i sabıkın şer’-i şerife karşı reva gördüğü ihanetin derecesini göstermek isterim: Mecelle Cem’iyyeti’nin tefrik-i vezaif hakkındaki layihası sureti: “Deavi-i şer’iyye mesail-i şer’iyyeye tevfikan fasl u hasm olunan davalardır. Deavi-i şer’iyyenin envaını ta’yin mesaili şer’iyyenin envaını ta’yin ile hasıl olur. Muhakeme lüzumu der-kar olan mesail-i şer’iyye başlıca münakehat ve ukubat ve mu’amelat kısımlarına münkasem olmağla aksam-ı selase-i mezkurenin enva’ı ber-vech-i ati beyan olunur: Münakehata müteallik mesail-i şer’iyye iki nevi’ olup nev’-i evveli nikaha ve nev-i sanisi talaka dair olan mesail-i şer’iyyedir ki nikah ve talaka müteallik bil-cümle deavi işbu mesaile tevfikan fasl u hasm olunur ve ukubata müteallik mesail-i şer’iyyeden mehakim-i şer’iyyece lüzumu olan kısas ve diyete dair mesail olup beyne’n-nas bunlara müteallik tekevvün eden deavi dahi mesail-i mezkureye tevfikan fasl u hasm olunur. Muamelata müteallik mesail-i şer’iyyenin enva-ı kesiresi olup bunun ekserisi Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye’de zikr ü beyan olunmuş olmağla Mecelle’de olmayan mesail-i şer’iyyeye tevfikan fasl u hasm olunacak olan deavi-i şer’iyyenin envaı ber-vech-i ati tafsil ü beyan olunur. Şöyle ki gaib ü mefkud ve vakf u vasiyyet ve mirasa müteallik tahaddüs eden deavi umur-ı mezkureye dair kütüb-i fıkhiyyede mastur olan mesaile tevfikan fasl olunur. Nitekim Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye’nin havi olduğu mesail-i şer’iyyeye müteallik beyne’n-nas tekevvün eden deavi-i şer’iyye dahi zikrolunan mesa’ile tevfikan fasl u hasm olunur. Deavi-i nizamiyye nizam-ı mahsusuna tevfikan fasl u hasm olunan davalardır ki bunun enva-ı meşhuresi bervech-i ati beyan olunur: Ticaret ve ceza kanunname-i hümayunlarına tevfikan fasl u rü’yet olunan davalar ile güzeşte ve zarar u ziyan ve Adliyye’nin kitab-ı icaresiyle hükmü münfesih olmayan mevaddına müteallik beyne’l-halk tekevvün eden davalar hep deavi-i nizamiyyedir. Velhasıl deavi-i şer’iyye Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye ile sair kütüb-i fıkhiyyede mastur olan mesaile tevfikan fasl u hasm olunan ve deavi-i nizamiyye ancak nizam-ı mahsusuna tevfikan fasl u rü’yet olunan deaviden ibaret olmağla deavi-i şer’iyye ve nizamiyyenin bu vechile tefriki ve bu babda mehakimce lazım gelen ıslahatın icrası tezekkür olunmakla ol vechile ifa-yı muktezası babında” Muhammed Nuri Ahmed Halid Es-seyyid Ahmed Hilmi Seyfeddin Ahmed Cevdet Abdüssettar Ömer Hilmi Rebiülevvel Sene tarihli olan bu layiha tul müddet mehcur bırakıldıktan sonra Cemaziye’l-ahir Sene tarihinde şekl-i garib-i atiyi iktisa eylemiştir. Tezkire-i samiyye suretidir: “Mehakim-i şer’iyye ve nizamiyye veza’ifinin tefrik olunmamasından mütehaddis müşkilat gittikçe tezayüd etmekte olduğundan veza’if-i mezkurenin tefrik ve ta’yini lazımeden görünmesine mebni şer’an fasl u hasmı icab eden deaviden talak nikah nafaka hıdane hürriyyet rıkkıyyet kısas diyet erş gurre hükumet-i adl kusame gaib mefkud vasiyyet miras da’valarının mehakim-i şer’iyyede ve ticaret ve ceza ve bila-devr-i güzeşte ve nizamen lazım gelen zarar u ziyan ve iltizam bedelatıyla kontorato davalarının dahi mehakim-i nizamiyyede fasl u rü’yeti ve bunlardan maadasının tarafeyn razı oldukları halde Mahkeme-i Şer’iyye’de ve olmadıkları surette Mahkeme-i Nizamiyye’de rü’yet ü fasl edilmesi hususuna meclis-i mahsus-i vükela kararıyla bi’l-istizan rularak ilh.” Bu tezkire Zilhicce tarihinde Mecelle Cem’iyyeti’ne havale olunmuş ve Safer tarihinde Meclis-i Tedkıkat-ı Şer’iyye’ye gönderilip meclisçe bunun tervicine esasiyyesinden olan idare-i maslahat cihetine gidilerek ihtiyar-ı sükut edilmiştir. Devr-i meş’umun bu kabil maglatalarına bu devr-i güzin-i meşrutiyyette olsun bir nihayet verilmelidir. Tezkirenin tazammun eylediği takyidat Kanun-ı Esasi’nin sarahat-i mahsusesi vechile dini İslam olan Osmanlı Hükumeti şahsiyyet-i ma’neviyyesine şeyn-averdir. Maamafih bizim şu sıralarda en ziyade dikkat edeceğimiz şey bu kabil teşebbüsat-ı nafiayı habt-ı aşvaya çevirmemek hususundaki teyakkuz ve basiretimiz olacaktır. Bu da birbirimizin hüsn-i niyyetinden na-hak yere şüphelenir isek hem bir şeye muvaffak olmaz ve hem de evamir-i subhaniyyeye ve vesaya-yı peygamberiye muhalif harekette bulunmuş oluruz. Ahlafımız da en müsaid zamanlarda elimize geçen en mühim fırsatları asırlardan beri ma’lulü bulunduğumuz da-i tefrikaya feda etmiş olmaklığımızdan dolayı bizi bilmem ne nam ile yad ederler. İşte buralarını düşünmeli ve daima bilmeliyiz ki Cenab-ı Hak hüsn-i niyyetle çalışanların muinidir. Ne iktidar ne kuvvetle men ediyorsunuz beni hem bu riyasete aiddir. Doğrudan doğruya devam devam sadaları söz kesilmez sadaları evvelki günkü hissiyyatınızla şimdiki hissiyyatınız arasında külli fark görüyorum söyletmeyiniz başka sözleri… Nuzzar yalnız bir senede neş’et edenler miyanından istediklerini tercih edebilirler. Yirmi zat bir sınıfta onlardan birini tercih edebilir. Fakat sinin-i adide ve mütenevvi’ada neş’et edenlerden sonrakini evvelkine tercih etmek salahiyetini hiçbir zaman ha’iz olamaz. Çünkü her biri mektepten birer şehadetname ile çıkıyorlar. Ba’zı zevat ki efendi hazretleri mu’allimlik sıfatıyla mührü bulunuyor. Mektebden ba-şehadetname neş’et etmişler. Nazar-ı kanunda hakıkatte o ulum ve fünunun programı dahilinde bulunan ulumun kaffesinin alimi olmak üzere o zat tanılır. Vakı’a ukul beyninde tefavüt vardır. Bir sınıftan neş’et etmiş eşhas miyanında tefavüt olur. Lakin bunların müktesebat-ı tahsiliyyesi adeta bir derecede addolunmuştur. Aklen hikmeten kanunen böyledir. Teşkil-i Mehakim Kanunu’nun elli beşinci maddesini ta’kıb eden madde bu ma’ruzatımı te’yid ediyor. Ya’ni mektepten çıkanların hakk-ı hakimiyyete layık olduğunu tasdik ediyor. Küçük büyük demiyor orada. Eğer böyle olmamış olsa idi nuzzar da istediklerini tercih ederek ta’yin etmiş olsalardı evvelkilerle kendileri için bir sebeb rüchan bir meslek ta’yinine muktedir olmasalardı ve mektepten huruc etmek şehadetname ihraz etmenin ne faydasi kalırdı bilmem. Biz Ali Murtaza Efendi’nin Mahmud Es’ad Efendi Hazretlerinin hemşire-zadesi olduğu rivayet ve mesmuata istinaden söylüyoruz ve hatta demin de söylediğim gibi birçok zaman da devlet-hanelerinde kaldığını beraber bulunduğunu söylediler eğer bu yanlış ise bunu bilmem. Fakat bugün mektebin ’üncü ’inci ’ncı ’nci ’inci ’uncu senelerinde neş’et etmiş olan kırk kadar ashab-ı hukukun hukukunu pay-mal ederek ve bunlar da sinin-i vefireden beri adliyyeye müntesib olur. Mehakimde zabıt katibi gibi bilmem ne gibi hizmetlerde müstahdem olduğu halde Ali Murtaza Efendi’nin ’nci sene talebesinden me’zunlarından olduğu halde tercihen ta’yini zannederim ne akıl kabul eder ne de kanun kabul eder ne de mantık kabul eder. Teşkil-i Mehakim Kanunu’nun ’ıncı maddesinde lüzumu beyan olunuyor. Şu kadar ki ekseriyetin kifayetine da’ir bir işaret ve salahiyyet yoktur. Bu sekiz zat tamamen mevcud olmadıkça intihab salahiyyetini haiz olmadığı katiyyen beyan olunuyor. Mahkeme a’zaları da Adliyye Nezareti rü’esa-yı me’murininden üç reis olacak sonra Mahkeme-i İstinaf veya Temyiz’den de üç aza alınacak bunun topu sekize baliğ oluyor. Bunların mecmu’u ictima etmedikçe bir karar veremez. Ali Murtaza Efendi’nin tayinine dair teşekkül eden encümende yalnız altı kişi bulunmuştur. Encümen aded-i kanunisinden noksan olduğu halde teşekkül etmiş bu altı zat kimdir. Birisi Vekil Efendi Hazretleridir ki zaten onun riyaseti altında ictima ediyor. İkincisi müsteşar olmadığı dir. Müsteşar ile mektupçu arasında vazifeten iştirak yoktur. Adliyye Nezareti nizam-name-i dahilisinde tamamen tasrih olunduğu üzere müsteşarın vazifesi ayrı mektupçunun vazifesi ayrıdır. Bir mektupçu müsteşara vekalet etmek için resmi vekaleti ha’iz olması lazım gelir. Ve bu mektupçu müsteşarın vekaletini resmen ha’iz değil iken müsteşar makamında olmak üzere encümende bulunmuştur. Üçüncüsü Mahkeme-i Temyiz re’is-i evveli doğru. İstinaf-ı hukuk reisi doğru. Mahkeme-i Temyiz’den İbrahim Bey var o da doğru Kazım Bey bulundu. Kazım Bey de Murtaza Efendi’nin kayınpederinin biraderi imiş ne olursa olsun ister biraderi olsun cümen aded-i kanuniden iki tane noksan olmak üzere teşekkül etmiş kanun bunu kat’iyyen tecviz etmiyor. Aded-i kanuniden noksan iki zatın gaybubetiyle ne olabilir. Sıfat-ı resmiyyeyi ha’iz olmayan encümenin mukarreratı nazar-ı kanunda “ke’en lem yekün” hükmündedir. Nitekim: Biz nısfımızdan bir ziyade bulunmaz isek müzakereye giremeyiz. Aded-i kanunimiz ekseriyyeti teşkil etmese de bir karar versek ahval-i fevkaladede bulunmadığımız halde nasıl olur bizim mukarreratımız makbul olur mu? Aynı onun gibidir o da. Biz ki kuva-yı mecmua-i milletiz burada bundan sonra zannederim artık hatıra gönüle bakmayacağız bundan sonra her zaman bir haksızlık vuku’ bulduğunu istemez halde ona sükut etmek de ayn-ı cürümdür. İştirak ederiz sadaları Hakkın adem-i taharrisi da’ima haksızlara cür’et-bahş olur. Haksızlar çoğaldıkça hakkın muhafazası mümkün olamayacak dereceye gelir. Nitekim biz hukukumuzu zaman-ı sabıkta aramaya aramaya haksızlık o kadar kuvvet buldu o kadar tekessür etti bir dereceye geldi ki hakkımızı aramağa mecalimiz kalmadı. Me’murinin terakkısine da’ir olan nizamnamenin ’nci maddesinde şöyle yazıyor “Nuzzar ve vülatın peder evlad kayın birader damad amca enişte dayı yeğenin me’mur oldukları nezaret ve vilayet dahilinde me’muriyyete ta’yin ettirmesi memnudur” Hak yerini bulmak ve Murtaza Efendi de eski yerine geçip sırası geldiği vakit o da terfi ettirilmek üzere şu mu’amelenin feshi lüzumunda araya müracaat olunmasını teklif ediyorum.” - Mebus Vehbi Efendi de şunu söylemiştir: “Arz edeceğim şu ki Ali Murtaza Efendi ile bu memuriyete başka talibler bulundu mu bulunmadı mı? Eğer başka talib bulunmadı ise tayini doğrudur. Eğer başka talib bulundu rette ma’delete muvafık görmüyorum”. - Gümülcine Mebusu Mustafa Arif Bey’in bu babdaki mütalaası bi’l-münasebe nüsah-ı sabıkada aynen naklolunmuş - Mebus Abdullah Efendi de atideki mütala’atı vekil-i müşarün ileyhe isma’ eylemiştir. “Mevzu’-ı bahs olan mes’ele mesail-i ictima’iyyeden bir mes’eledir. Bugün meydanda hakimiyet-i milliyye mevcud olduğu için hukuk-ı muallimiyyet ve müteallimiyyet ortadan kaldırılmıştır. Bugün şu kürsüde da’vet ettiğim zat rahle-i tedrisinde bulunduğum zattır mu’allimimdir fakat haksızlığı görür görmez kendisinin rahle-i tedrisinde bulunduğumu unutarak kendisini kürsi-i hitabete da’vet ediyorum. Bugün buraya da’vet olunan nazırlar burada yalnız bir mukaddime serd ederek bırakıp gitmeleri lazım gelirse rica ederim istizah etmeyelim. İşte bugün verilen böyledir şimdi isbat edeceğim: Buyurdular ki Ali Murtaza Efendi mahkemede müstahdem bulunuyor. Kendisinden sekiz on sene evvel çıkmış Adliyye Nezareti’ne intisab etmiş efendiler idare kısmında bulunmuş. Ben bilirim ki bir adam Mahkeme-i Ticaret’te çalışa çalışa teverrüm etmiştir derecesi de a’ladır. İhtimal ki burada bulunan rüfeka-yı kiramdan kendisinin iktidarını bilenler vardır. Teverrüm derecesine gelmiştir. Ali Murtaza Efendi’den başka diğer mehakim kısmında bir kimse yoktur. Sözü hilaf-ı hakıkattir. Me’muriyeti rüfeka-yı kiramın nazarında küçültmek için buyuruyorlar ki müdde’i-i umumilik kitabet derecesindedir. Müdde’i-i umumilik kitabet derecesinde bir me’muriyyet midir? Rica ederim Allah aşkına söyleyin benim yı kiramın vicdanına havale ederim.” - Vekil-i müşarün ileyh kendileri için mucib-i şeref gördükleri rafından dahi şu sözleri işitmiştir: “Efendim bu mes’eleye bir iki nokta-i nazardan bakılabilir bir nokta-i nazara göre Murtaza Efendi isminde bir zat Der-saadet Bidayet Müdde’i-i Umumi Mu’avinliği’ne ta’yini pek ziyade ehemmiyyeti ha’iz olmayan bir me’murine ta’yin edilmiş ve kendisi de ehliyyet-i lazımeyi ha’iz olduğu cihetle bu intihabında kat’iyyen menafi’-i umumiyyeye muzır hiçbir mahzur varid değildir. Binaenaleyh şayan-ı istizah bile değildir. Kırgızlar Kazaklar: Kırgızlar mevtaya pek ziyade hürmet ederler. Eğer zengin bir Kırgız vefat ederse alelacele hemen etraftan Kırgızlar toplanır meyyitin evlad ve akrabasına tesliyyet-amiz sözler söylerler merhumun ahval ve etvarını sena ederler. Fidye diye ıskat-ı salat u savm için bazı zenginler yüzlerle hayvan veriyorlar. Elbet bundan haberdar olan molla efendiler de süratle toplanarak hayvanları taksim ederler. Salat-ı cenazede imamet için mollalardan birini nasb ederler o zat imam olarak namaz eda olunur. Fakat imam olan o zat fidyeden nasibe-dar olamaz. O zata ayrıca bir ikramiyye verilir. Mesela meyyit zengin ise deve at sığır koyun keçi gibi şeyler verilir. Kırgızlarda eskiden kalma bir adet var: Fidye alan mollayı “ıskat-hor” diye kerih görüyorlar; hatta eski zamanlarda o mollanın cenaze namazına iştirakine müsaade etmiyorlarmış. “Iskatı aldınız burada artık işiniz kalmadı. Haydi gidiniz” derlermiş. Yalnız fidye almayan zatı alıkoyarak onu Kırgızlarda hala mektep medrese gibi şey yoktur. Bazıları evladını talim için evlerinde molla yani hace muallim saklayıp gayet sathi surette ta’lim ile iştigal ederlerse de o mollaların da kuvve-i ilmiyyesi pek zayıf olduğundan çocuklar da bir şey öğrenemezler. Kırgızlar ise ekseriyyetle ma’rifetsiz olduklarından mollaların halini ma’lumatını bilmiyorlar. “Minüm moldam biyik olgan molla” Benim mollam büyük molladır diye tefahür ediyorlar. Bu hal üzere sahravi bir kavim içinde maarifin meydan alması mutasavver değildir. Buralarda ta’mim-i maarif için man ve mekan da gayet müsaittir. Çin me’murları hala afyon çekerek uyukluyorlar. Bu gibi işlere asla karışmıyorlar. Böyle bir mektebin Çin içerisinde olan Kırgız akvamından başka Rusya’da olan akvam-ı İslamiyye’ye de büyük bir hüsn-i tesiri olacaktır. Bu mektep için öyle büyük masarife de ihtiyaç yoktur. Bir müdür iki muallim bu işi güzel güzel görebilirler. Bina masrafını ora ahalisi verecektir. Zaten yapılacak bina sade ve pek ucuz olacaktır. Bir iki sene sonra Kırgızlar mektebin faydasını görünce maddi muavenetlerde de bulunacakları şüphesizdir. Şu kadar ki gönderilecek zatlar tinde bulunmalıdır. Bu ise pek cüz’i bir masrafla olabilir. Ama faydası pek büyük olacaktır. Bunun siyasi menfaatini ise söylemeye hacet yoktur. Bu son zamanlara kadar Kırgızlar mescid inşasını ve karyeler tesisini bilmezlerdi. Lakin bu son senelerde bazı mescidler yapmağa başladılar. Ve mescid civarında haneler de görülüyor. Maamafih mescid civarında beytutet etmeleri kışa mahsus olup ilkbaharda yine göçüp haymeleriyle otlaklarda geziyorlar. Mescid de metruk kalıyor. Mektep ise hala adet hükmüne girememiştir. Fi’l-asl Kırgızlar arasında İslamiyyet Tatarlar vasıtasıyla intişar etmiştir. Bunun başlıca sebebi Kırgız lisanıyla Tatar lisanı arasında olan münasebettir. Kırgızlar lisanı Türk lisanının bir şivesi olup Tatar şivesiyle mukarenet olduğu içindir. Kırgızlar hiçbir hükumetin tabiiyyetine boyun eğmedikleri zamanlarda Tatarlar ticaret vasıtasıyla Kırgızlar içine sokulabilmişlerdir. Tüccarlar arasında tabii talebeler de girip İslamiyyet ta’limi müslüman tanımışlar lakin İslamiyyetin künhü neden ibaret olduğunu bilmemişlerdir. Bu sebebtendir ki Rusya misyonerleri Kırgızların İslamiyyeti lüman değildirler şamanidirler. Onların müslümanız İslamiyet’i kabul eylemişiz demeleri İslamiyetten değildir. Onlara evvela Tatarlar karışmışlar onlar İslamiyeti Tatarlardan adet olarak kabul eylemişlerdir. Yoksa din olarak değil.” Eğer bu sözleri adi bir misyoner söylese bir şey diyemezdik. Lakin bunları Rusya misyonerlerinden ve ediblerinden büyük büyük eserler sahibi “Çirivanski” gibi bir zat söylemiştir. Hem de ne vakit söylemiş? Rusya’da hürriyyet-i diniyye tersburg şehrine gelip kendilerine mahsus bir mahkeme-i diniyye tesisini istedikleri zamanda. Ne kadar mantıksız sözdür bu! O sene o zata mahkeme-i ruhaniyyeleri ıslahı hususunda layiha tertib etmek sipariş edildiğini anlatıp Kırgız vükelası mezbura müracaat kıldıkları vakitte söylemişti. Kırgızlar zaten İslamiyet’i Aral Gölü ve Sirderya Nehri civarında oldukları zaman kabul eylemişlerdir. Ama İslamiyeti kabulleri yalnız “Bizdar de pusurmanmız” Bizler de müslümanız demekten ibaret olup İslamiyet neden ibaret dır. Bu kavmin içinde İslamiyet hicretin ’inci asrı geçtikten sonra intişar eylemiştir. Şu zamandan i’tibaren Kırgızlar içine Tatar uleması talebesi sokularak ta’lim-i dine başlamışlardır. Kırgızlar içine molla sıfatıyla ibtida Tatarlar girdiğinden Kırgızlar bir Tatar görürlerse “mollaga” molla ağa diye hitab ederler. Hatta elifbayı bilmeyen bir Tatar olsa da Kırgızlar ona yine “mollaga” derler. Bu hitab Tatarlar hakkında adet hükmüne girmiştir. Kırgızlar Tatarlarla karabet-i cinsiyye davası ediyorlar. Bu ise her iki kavmin aslı Özbek olduğundandır. Kırgızların aslı Özbek olduğunda şüphe yoktur. Kırgızlarda bir söz var: “Özbek öz ağam Sart sadağam” Özbek öz kardeşim ama Sart benim sadakam için verilsin. Kızgızlar Türkistanlı şehir ahalisini umumen Tacikleri “Sart” diye tabir ediyorlar; Özbekleri kardeş tanıyorlar. Ama Türkistanları ecnebi tanıyorlar. Hala Türkistan taraflarında olan Özbeklerin bir kısmı zürra’ olsa da bir kısmı hayvan beslemekle taayyüş ederek aşiret halinde yaşıyorlar. Özbeklerle Kırgızlar arasında büyük münasebetlerden biri her iki kavimde kadın ve kızların gayr-ı mesture olmalarıdır. Özbek Türkleri halis eski Çağatay Türkleri evladındandır. Bu takdirde Kırgızların da fi’l-asl evlad-ı Çağatay’dan oldukları zahir olup halis Türk oğlu Türktürler. Bu takdirde Kırgızlar Osmanlı Türklerinin eski kardeşidirler. Lakin ma’atteessüf bu kardeşlik unutulmuş arada olan karabet-i cinsiyye rabıtası kat’ edilmiştir. Kırgızların lisanı Türk lisanının kabacasıdır. Lakin Kırgız lisanı kaba olmakla beraber Tatar lisanına nazaran zengindir. Kırgızlarda Tatar lisanında olmayan sözler çoktur. Kırgızlar sözde gayet usta bir kavimdir. Bunun başlıca sebebi Kırgızların lakırdıya gayetle meraklı olmalarıdır. Kırgızlar umumiyyetle lakırdı meftunudurlar. İki Kırgız bir araya gelse lakırdısını bir dakika fevt etmez. Kırgızlar badiyelik bir kavim olduklarından musahabeleri mükalemeleri umumi derece olup haymelerinde oldukları müddette oraya Kırgızlar cem’ olurlar; musahabeleri mükalemeleri gayet dikkatle dinliyorlar. Eğer bir kabileye bir eve hariçten bir ev gelirse Kırgızlar oraya toplanırlar o zattan gördüğünü işittiğini bildiğini sorarlar. Biri sorduğu zaman diğerleri dinlerler. Kırgızlar kuvve-i nutkiyye sahibi olanları “çiçek” ta’bir ederler. Çiçek sanatı onlarda pek muteber olup Kırgızlar arasında çiçeklere itibar pek büyüktür. Asırlarca mukaddem geçmiş çiçeklerin tarihlerini terceme-i hallerini Kırgızlar ekseriyyetle şifahi olarak söylüyorlar biliyorlar. Kırgızların lisanına karışmış pek çok münharif kelimat-ı Arabiyye vardır. Mesela: miken mekan ta’cim ta’zim ilet gaflet mükamal mükemmel alam-ı taprık alem-i teferruk vakıb vakıf kede kaide vesaire gibi. Eğer Kırgızların sahravi olması ve alem-i medeniyyetten uzak bulunmaları nazar-ı mülahazaya alınca bu kavmin eski zamanlarda medeni bir kavme yakın mahallerde bulundukları ma’lum olur. Özbeklerin bakıyyesi Taşkend şehri civarında oluyorlar. Demek ki Kırgızlar da o mahallere yakın bulunmuşlar da lisanlarını münharif olarak kelimat-ı Arabiye oradan karıştırmışlar. Başka vechile karışmağa bir sebeb yoktur. Kırgız lisanına karışmış kelimat-ı Arabiyyeyi Tatar talebelerinin tesirine halletmek [hamletmek] olamaz. Zira bu kelimat Tatar lisanında müstamel değildir. Bununla beraber Kırgızlar içine düşmüş mollaların ekseri lisan-ı Arabi’ye vakıf değildirler. Onlar sahravi büyük bir kavmin lisanına tesir eder derecede kuvveti haiz olmamışlardır. Hala biz görüyoruz ki Kırgız içine düşmüş bir Tatar talebesi bir sene geçer geçmez şu derece Kırgızlaşıyor ki tekellümünde Kırgız’dan bir farkı olamaz. Tatarlar: Mektep ve medreselerin ıslahı için ders kitaplarının da değişmesi lazım geldiğinden tabii bu teceddüdat-ı medeniyyenin edebiyatımıza da büyük tesiri oldu. Mekteplerde çocukları kolayca okutmak ve yazdırabilmek miş elifba ve kıraat kitapları lazım olduğundan ilk adım elifbalardan başladı. İki üç sene zarfında üç dört usulde elifbalar zuhur ettiği gibi kıraat ilm-i hal hesab coğrafya kitapları da vaktinde yetişti. Elifbalarda usul-i savti kabul edildiği gibi tarca herkesin anlayabileceği lisanda birkaç ilm-i hal meydana konuldu. Kıraat için de Tatar dilinde güzel güzel eserler neşredildi. de dokunduğundan tabii medrese dersleri için de kitaplar hazırlanmaya başladı. Evvela sarf-ı Arabi’yi Farsice ta’lim etmek usulü kaldırıldı Tatarca sarf kitapları meydana getirildi ve sırasıyla nahv-i Arabi için de ders kitapları yazıldığı gibi mantıka ve akaide aid eserler de kendi lisanımızda zuhur etmeye başladı. Vakıa bu kitaplar en son usul-i terbiyeye tamamiyle muvafık olarak yazılmış diye iddia edilemez. Fakat evvelki kurun-ı vusta usullerine nisbeten bin derece iyi idi. Bunun için mümkün mertebe umur-ı ıslahı kolaylaştırdı. Maamafih şimdi bunlar da kafi gelmiyor; günden güne yeni eserler yeni kıraatler neşrolunuyor yeni usuller tatbik olunuyor. Şimdiki halde bu hareket daha tamam olmamıştır. Tamam olması Mektep terbiyesi gören çocuklara mektep haricinde ma’lumatlarını genişletmek için fenni ilmi edebi kitaplara da Yavaş yavaş fenni risaleler ve hayatımızı musavvir hikayeler görülmeye başladı. Risalelerimiz tenvir-i efkara hayli hizmet ettiler. Hey’et tabakatü’l-arz hayvanat nebatat gibi fenleri gayet sade ve açık yazarak karilerin alem hakkında ve yaşadıkları muhit hakkında bir fikr-i fenni hasıl etmelerine çok yardım ettiler. Bu küçük risaleler kitaplarla ahalimizin kafasına sokulan doğru fikirler karilerimizde bir hareket husule getirdi. Kendimizin muhitin ne olduğunu ve medeniyetçe ne derecede olduğumuzu göstermek ve ıslaha hangi cihetten başlamak lazım geldiğini tayin etmek icab etti. Binaenaleyh ahval-i dir eder eserler meydana geldi. Bunun üzerine mes’ele genişledi. Daha vasi’ mikyasta çalışmak lazım geldi. Bu mes’eleleri ufak ufak risaleler halle kifayet etmedi büyük gazeteler ve risale-i mevkuteler neşrine şebbüslerde de bulunuldu. Fakat Rus hükumetinin o vakitteki siyaseti bizi mutlaka Ruslaştırmak idi. Kendi dilimizde kitaplar risaleler gazeteler neşretmek ise o fikir için bir sedd-i mani idi. Bunun için bu neşriyatı men hususunda ne yapmak ne kadar maniler çıkarmak lazım geldiyse yapmaktan çıkarmaktan geri kalmadı. Kazan’da dört beş adam tarafından gazete neşrine izin O vakitler Rusya’da sansür var idi. Ve İslam kitaplarına mahsus sansür de ta Petersburg’da idi; o zaman bir risale neşretmek için Petersburg’a müracaata mecbur edilir ve aylarla yıllarla elendikten sonra kitabın en güzel yerleri kırmızı mürekkeble çizilerek bütün kıymet-i edebiyye ve fenniyyesi bozulmuş olduğu halde ruhsat verilirdi. Rus hükumet-i müstebiddesinin medeniyet aleyhindeki bu hareketi her ne kadar haksız olsa da ve ahalimizin kalbini ne kadar ceriha-dar etse de; o hükumet-i müstebidde kuk-ı medeniyyemizi muhafaza için çekişmeye kuvvetimiz olmadığından tabii sükut etmeye ve fırsat beklemeğe mecbur Gazeteler neşrine ruhsat verilmemekle kitaplar için büyük maniler çıkarılmakla beraber biz yine me’yus olmayarak ellerimizden kalemlerimizi bırakmadık. Hükumetin ta’kıb ettiği siyaset hakkında sükut etmeye mecbur olduğumuzdan bütün kuvvetimizi kendi ahvalimizi tenkide çevirdik. Bu sayede on on iki sene zarfında birçok eserler vücud buldu fikirler oldukça parladı ve yükseldi. Bu teali-i efkar sayesinde hayat-ı medeniyye ve siyasiyye hakkında yeni fikirler doğmaya intişar etmeye ve şu fikirlerin etrafında ufak ufak fırkalar toplanmaya başladı. Tatar milletinin istikbali hakkında yalnız mekteplerde medreselerde değil çayhanelerde mağazalarda bile muhakemeler edilmeye başladı. Düşünceler genişledi. Muhakemenin dairesi büyüdü. Mes’eleler çoğaldı. Kurun-ı vusta fikriyle dolan kafalar ahvalimizin ıslahı tarikını maziden özlemeye ve mes’elenin hallini maziden beklemeye başladılar. Bunların fikrince iktisadi ve siyasi hukuktan mahrumiyyetimizin sebebi eski hal-i ataleti bırakıp fat etmeyerek mektepler medreseleri ıslaha kalkışmak imiş. Bunun için bunlar ahaliye nasihatlerde bulunarak eski bırakılan yollara avdet ettirmeğe çalıştılar. Tarih ise maziye doğru hareket edemediğinden tabii bu sözler tesirsiz kaldı. Efkar-ı münevvere erbabı ahvalimizin fenalığının sebeblerini ahalimizin cehaleti ve mektep medreselerimizin azlığı edebiyatımızın fakirliği olduğunu söyleyerek komşu akvamdan Bu iki fırka arasında münazaa uzadı. Ahalimiz de bu iki fırkaya ayrıldı. Müsademe genişledi. “Eskilerle yeniler münazaası” bütün Tatar hayatını doldurdu. Yenilerin eskilere galebe çalmağa başladığı sıralarda idi. Rus-Japon muharebesi ve Rusya İhtilali zuhur etti bu mes’eleyi halletti. Eskiler mağlub oldular. Yeniler büyük bir fırka olarak meydana atıldılar. Vaziyetler değişti. Evvela hücum edenler şimdi kendilerini muhafazaya mecbur kaldılar. Bütün hayatımız sarsıldı. Birçok mes’eleler ortaya konarak kat’i surette cevaplar sorulmaya başladı. Hilafet-i İslamiyye siyadet-i diniyye ve saltanat-ı dünyeviyyedir hükumat-ı mütemeddinenin efdali ve menasıb-ı diniyyenin ecellidir adl ü takva ile müesses ve kavanin-i diniyye ü zevabıt-ı şer’iyye ile mukayyeddir; halife şerayi’-i rıftır hal-i sulhte nasın amiri ve hal-i harpte kumandanıdır. Halife ikamesi bil-icma’ ümmet üzerine vacibdir. Ancak bazı havaric ile ehl-i i’tizalden “el-Asam” tegallübden ihtirazen “ümmet din-i kavime ittiba ederek kitap ve sünnet ile amel ederse halife ikamesi vacib olmaz” demişlerdir. Halife ahkam-ı şer’iyyeyi tenfiz ve ikame ve din-i mübini himaye ve mesalih-i ibadı tedbir ve düşman ile muharebe etmek gibi vezaif-i mukaddese ile muvazzaf olduğundan halifede evvela ilim ve kifayet ve selamet-i havas bulunmak şarttır. Cahil tenfiz-i ahkama kadir olamaz aciz din-i mübini himaye edemez. Cihaddan korkar ahkam-ı şer’iyyeyi muattal kılar ve mesalih-i ibadı yüz üstü bırakır. Tenfiz-i ahkama kadir olmayan ve din-i mübini himaye etmeyen ve lede’l-icab muharebeden korkan ve ahkam-ı şer’iyyenin ta’tiline ve mesalih-i ibadın yüz üstü bırakılmasına sebeb olan cahil ve aciz siyadet-i diniyye ve saltanat-ı dünyeviyeye asla ehil olamaz. Saniyen: nazm-ı celili mucebince bi’l-umum ahkamda adalet şart olduğundan mansıb-ı celil-i dini olan bit olur. Zalim halife olamaz. Zalim lisan-ı şeriatte mel’undur Cenab-ı Hak hükumet-i zalimeye asla nusret etmez Maide /. hükumet-i zalime pay-dar olmaz kahr-ı ilahiye müstahak olur. Marrü’l-beyan ilm ü adl ve kifayet ve selamet-i havas şartlarında ümmet asla ihtilaf etmemiştir. Bu şurut-ı erbaa müttefekun aleyhdir. Yalnız Kureşi olmak şartı muhtelefün fihdir. olmak def’-i tenazu’ için şart kılınmış idi. Kureyş’in akvam-ı saire üzerine izz ü şerefi var idi. Kureyşiler nası asa-yı asabiyyet-i galibe ile sevk ü idareye kadir idiler. Eğer Kureşi’den ma-adasında emr-i hilafet takarrür etmiş olsa idi Kureşilerin muhalefeti der-kar idi. Bu cihetle cemaat-i İslamiyye tefrikaya duçar ve asa-yı müslimin münşak olacak idi. Bu nazm-ı celiline muhalif idi. Sonraları Kureyş’te asabiyyet-i galibe kalmadı. Ümmeti himaye için asabiyyet-i galibe sahibi olmak Kureşi olmağa mahsus değildir. Bundan dolayı bu şarta lüzum yoktur. İrtihal-i Nebi’yi müteakıb beyne’l-ashab halife intihabında üç rey hasıl olmuş idi. Birinci re’ye göre: Siyaset-i dünya ve hiraset-i dine kadir olan zat halife intihab olunmağa salih idi. Bu re’y ekser ensar-ı kiramın muhtarı idi. Bunların namzedi “Sa’d bin Ubade” kabul etmişlerdir. Bu re’y hadis-i şerifine muvafık idi. olan zatın Kureşi olması şart idi. Bu re’y ekser muhacirin-i kiramın muhtarı idi. Bunların namzedi “Ebubekir esSıddik” Şura /. Buhari kelimesi yerine ile. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Eylül Üçüncü Cild - Aded: mişlerdir. Bu re’ye ka’il olanlar hadis-i şerifiyle Üçüncü re’ye göre: Hilafette karabet ehak idi. Bu re’y ekser Beni Haşim ile onlara tabi olanların muhtarı idi. Bunların namzedi “Ali bin Ebi Talib” idi. Bu re’ye kail olanlar hadis-i şerifiyle ihticac ediyorlar idi. İmam Müslim’in rivayeti üzere Hazret-i Ali bin Ebi Talib Hazret-i Ebubekir es-Sıddik’a demiş idi. Amme-i Şia re’y-i salisi kabul etmişlerdir. Bu üç namzetten Ebubekir es-Sıddik ekseriyeti ihraz ederek de’den maada kaffe-i nas birinci halife-i müslimine biat ettiler. Ümmet tarafından halife ikame etmede dört suret vardır: Suret-i ula: Şura-yı amme ile intihab tarikidir ki umur ve mesalih-i ümmeti hall u fasl u akd eden zevatın intihabıyla hilafet mün’akid olur. Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ali’nin hilafetleri gibi. Ehl-i hall u akd “meclis-i umumi-i millet” azasıdır. Nitekim vak’a-i hal’ münasebetiyle taraf-ı şer’-i enverden verilen fetvada tasrih olunmuştur. Fetvalara şer-i müevvel ıtlak olunur. Ehl-i hall u akdin kaffesinin biat etmesi şart değildir. Belki “veli’l-ekseri hükmü’l-küll” kaide-i fıkhiyesince ekseriyet kafidir. Şeyhayn hazeratına bile biat etmeyen var idi. Sa’d bin Ubade ölünceye kadar ne Ebubekir’e ve ne Ömer’e biat etmemiş idi. Hazret-i Ali’ye de bazı ashab biat etmemişler Suret-i saniye: Şura-yı hassa ile intihab tarikıdır ki halife-i sabıkın ihtiyar ettiği bir kısm-ı mahsusun intihabıyla hilafet mün’akid olur. Hazret-i Osman’ın hilafeti gibi. Halife-i sabık Ömerü’l-Faruk’un intihab ettiği ashab-ı sitte-i şuradan Osman ile Ali ekseriyyeti ihraz etmişler idi. Müverrih-i şehir olunan Abdurrahman bin Avf Ebubekir namzedden birini tercih için ehl-i hall u akde müracaat etti. Bu kere Hazret-i Zinnureyn ekseriyeti ihraz ettiğinden Abdurrahman bin Avf emr-i hilafeti Hazret-i Osman’a tevdi etti. Suret-i salise: Vesayet veya velayet-i ahd tarikidir ki halife-i sabıkın şerait-i hilafeti haiz olanlardan birini veliahd ta’yin edip ümmetin mazhar-ı kabulü olmasıyla hilafet mün’akid olur. Hazret-i Ömer’in hilafeti gibi. Halife-i sabık Ebubekir es-Sıddik Hazret-i Ömer’i veliahd ta’yin ettiği zaman bazı ashab veliahdın fazz u galiz olduğu der-miyan etmişler ise de Hazret-i Halife onları ikna etmiş ve intihab ettiği veliahdı ümmet tarafından mazhar-ı kabul olmuş idi. Asr-ı evvelde hilafet-i celile-i İslamiyye ancak suver-i selase-i mezkureden biriyle mün’akid olur idi. Halife icma-i ümmetle makam-ı hilafeti ihraz eder idi. Suret-i rabi’a: Tagallüb tarikıdır. Şöyle ki: Müslimin için bir imam bulunmayıp beynlerinde ihtilaf cari olur ve içlerinEbu Davud Buhari Müslim den hiçbirine razı olmazlar ise dirayet ve asabiyyeti ile siyaset-i ümmete kadir olacağını aklı kesen bir zatın hilafeti taleb etmesi caiz olur. Artık tav’an ve kerhen nas ona itaat eder ve ahval sükunet bulur ve nidasına icabet olunursa böyle bir zatın hilafeti sahih olur. Bu tarike “hakk-ı seyf tarikı” de denir. Hakk-ı seyf tariki asr-ı evvelden sonra bizzarure ulema-i ümmet tarafından kabul olunmuştur. Hulefa-i Raşidin zamanında hilafet irsi değil idi. Halife bila-hasr u ta’yin ümmet tarafından bi’l-istişare intihab olunur lafeti tamamıyla ümmete tevdi ederek oğlu sıbtü’n-nebi Hazret-i Hasan hakkında demiş Muaviye ahd-i nübüvvetin uzaklaştığını nazar-ı itibara alarak beyne’l-müslimin bir fitne zuhurundan korktuğundan hal-i hayatında ehil ve müstehak gördüğü oğlu Yezid’i veliahd ta’yin etmiş idi. Kerbela faciasıyla surre feciasına ve muhasara-i Ka’be hailesine bakılınca Muaviye korktuğuna uğramış ise de yine hilafetin Beni Ümeyye hanedanında Abdülaziz Hulefa-i Raşidin tarikıne ittiba etmeyi kasd ederek meşahir-i tabiinden ve fukaha-i seb’adan Kasım bin Muhammed bin Ebibekr es-Sıddik’ı veliahd ta’yin etmek istemiş dı. İrtihalinden sonra Emeviler yine tarik-i Muaviye’ye rücu’ ettiler. Al-i Abbas da tarik-i Muaviye’yi iltizam ettiler. Ancak el-Me’mun bin Haruni’r-Reşid Ömer bin Abdilaziz gibi Hulefa-i Raşidin tarikıne ittiba etmeği kasd ederek Al-i Ali’den Ali er-Rıza bin Musa el-Kazım’ı veliahd ta’yin etmiş idi. Bu hal Beni Abbas’a pek güç gelerek Bağdat’ta Me’mun’un biatini nakz ile amcası İbrahim ibnü’l-Mehdi’ye biat ettiler. Bu sırada Me’mun Horasan’da ikamet ediyor idi. Bağdat’taki ahval Me’mun’un sem’ine vasıl oldu. Artık Horasan’da Rıza vefat etti. Me’mun Bağdat’a bila-mukavemet dahil oldu. Ve biraz sonra şiar-ı Aleviyyin olan yeşilleri çıkarıp şiar-ı Abbasiyyin olan siyahları giydi. Me’mun’dan sonra hiçbir kimse diğer hanedandan veliahd ta’yini mes’elesini ortaya koymadı. Al-i Osman da Al-i Abbas’a ittiba ettiler. Böylece hilafet irsi olarak kaldı. Hilafet-i İslamiyye saltanat-ı diniyye ve dünyeviyye olduğu halde ilcaat-ı asriyye ile bazen saltanat-ı dünyeviyyeden sır kalmış idi. Hulefa-i Raşidin zamanında hilafet saltanat-ı diniyye ve dünyeviyyeyi cami’ idi. Emeviler zamanında da hükumet hilafetten ayrılmamış idi. Yalnız Mervan zamanında ve oğlu Abdülmelik bin Mervan’ın bidayet-i ahdinde hükumet-i nü’z-Zübeyr esbak ve efdal olması itibariyle halife tanındığından Mervan ile Abdülmelik’e halife namı verilmemiş idi. Size ne emrederiz ne de istediğinizi yapmanızı yasaklarız. Karar etmiştir. Irak’taki Abbasiyye Devleti bidayette hilafet ve hükumeti cem’ etmiş idi. Bilahare hükumet Al-i Büveyh ile Al-i Selçuk’a intikal etti. Beni Abbas’a da yalnız saltanat-ı diniyye kaldı. Al-i Selçuk’un Bağdat’tan kalkması üzerine be-tekrar Abbasiler saltanat-ı dünyeviyyeye sahib olmuşlar ise de bu da çok sürmedi. tarihinde Cengiz’in hafidi Hulagu’nun tiğ-i gadriyle hilafet-i Abbasiyye münkarız oldu. Üç sene hilafet-i den hilafet-i Abbasiyye teessüs etti. Fakat Mısır Abbasileri’nde hükümet yok idi. Hükümet Memalik-i Bahriyye ve Memalik-i Çerakise elinde idi. tarihinde hilafet-i İslamiyye Beni Abbas’tan Beni Os-man’a intikal etti. Beni Osman hilafet ve hükumeti cem’ etmişlerdi. Al-i Osman’ın birinci halifesi bulunan Sultan Selim hilafet-i İslamiyyeyi dest-i kifayetine aldığı zaman kendisine karşı duracak bir hükümdar yok idi. Dirayet ve asabiyyeti ümmeti himayeye baliğan ma-belağ kafi idi. Saniyen: Hatime-i hulefa-i Abbasiyye olan Mütevekkil Alellah Selim-i Evvel’in kifayetini takdir ederek hilafeti vasiyyet etti. Bu vasiyyet ve terk-i hilafet ehl-i hall ü akd tarafından kabul edildi. Ulema-i Ezher ile ulema-i Rum’dan mürekkeb bir meclis-i umumi Sultan Selim’i halife intihab ederek seyf-i şehameti teslim ettiler. İşte cülusu müteakıb icra edilen taklid-i seyf ayini bundan neş’et etmiştir. Salisen: Sultan Selim kıble-gah-ı mü’minin olan Haremeyn-i Muhteremeyn’i himaye etti. Çerakise’nin “Malikü’lHaremeyn” ünvanına bedel teeddüben “Hadimü’l-Haremeyn” ünvanıyla iktifa etti. İla yevmina haza Haremeyn selatin-i Osmaniyye tarafından himaye edilmiştir. Yalnız karn-ı aşirde yedi sene kadar Zeydiye imamları tarafından ve karn-ı ahirde yine yedi sene kadar Vehhabiler tarafından zabtedildiğinden o zamanlar Haremeyn-i Muhteremeyn himaye edilememiştir. Rabian: Sultan Selim Han emanet-i mübarekeyi hıfzetti. El-hasıl safder-i devran Sultan Selim Han hakk-ı seyf ve vesayet ve himaye-i Haremeyn ve muhafaza-i emanat-ı mübareke din intihabıyla makam-ı celil-i hilafeti ihraz etti. El-yevm padişahımız Sultan Mehmed Han-ı Hamis Hazretleri milletimizin fetva-yı şer’i ehl-i hall u akd olduğu sabit olan” meclis-i umumi-i millet” tarafından bi’l-intihab kürsi-i hilafete iclas edilmekle bi’l-umum müslümanların halifesi ve bi’l-umum Osmanlılar’ın padişahıdır. Tavaif-i müluk-i İslamiyye’ye gelince onlara yalnız emir melik sultan hükümdar padişah denir. Fakat halife ıtlak olunmaz. Halife bir olur. Emir sultan melik hükümdar padişah müteaddid olabilir. Rusül-i kiramdan hali hiçbir fetret geçmedi ki o fetretten sonra gelen resuller kendi kavimlerine seni tebşir etmesinler. Her fetret ki onda senin zikir ve yadın feramuş edildi onu müteakıb ba’s olunan rusül-i fiham tarafından senin bi’setin risalet-i bahiren mecd ü şerefin kendi kavimlerine tebşir olunur ve bu suretle na’t ü vasfın dem-be-dem tecdid edilir ratının bu tavsif ve tebşirleri de ya Habiballah! Senin kemal-i şeref ve rif’atine başkaca delil-i vazıhdır. faildir. Fetret: Bir resulün vefamahzufa müteallık olarak laftakdirindedir. Zaruret-i vezn burada sinin sükunuyla kıraat olunur. Fetret mefhuta’yin tef’il babından mazi ve tahtında müstetir mukaddem mef’ul ve zamirin mercii dır. Burada enbiya ile murad rusül-i A’sar ve dühur seninle tebahi eder. Ve ma-ba’dinde daha ali meratib bulunan mertebe-i aliyye seninle ulüvv ü rif’ at bulur. Bir halde durmayıp peyderpey terakkı etmekte o lan medaric-i samiyye seninle i’tila eder. Ya Habiballah! Sen daha alem-i aslab ve erhamda iken devr-i Adem’den bu alem-i şühudda zuhuruna kadar güzar etmiş olan a’sar ile zuhurundan bi’setine ve ondan alem-i cemale intikaline ve ahd-i sahabeden şimdiye dek geçmiş ve bundan böyle dahi ahirü’z-zamana kadar geçecek olan a’sardan her birinde gerek aba ve ecdadın zımnındaki vücudun ve gerek senin bizzat vücudun cihetiyle ve gerek kemalat-ı nebeviyyenden ğundan her asır ve zaman bu meziyet-i mahsusası ile diğer a’sar ve ezman üzerine iftihar eyler ve senin her asırda makablinden bala ve ma-ba’di ondan erfa’ ve a’la meratibin olup bu meratib ila ma-la-nihaye tezayüd ve i’tila eder. hadis-i şerifinin şerh ve izahında Kutb-i Rabbani Ebu’l-Hasan eş-Şazeli kuddise sırrahu Hazretleri şöyle demiştir: “Bu gayn: Gayn-ı envardır gayn-ı ağyar değildir. Çünkü zat-ı risalet-meab Efendimiz meratib-i aliyyede daimü’t-terakkı olduğundan kalb-i şerifleri üzerine envar-ı ulum ve maarif tevali ettikçe bulunduğu mertebeden daha ali mertebeye irtika edip makablindeki mertebenin ondan dun olduğunu müşahede buyurmalarıyla tevazuen Müslim ve kemalinin tezayüdünü taleben o mertebe-i duna telebbüs ve mukarenetinden naşi Cenab-ı Hakk’a istiğfar eder idi.” Fetha ile örtmek ve kaplamak ma’nasınadır. Hadis-i şerifin ma’na-yı zahiri itibariyle meali: Resul-i Ekrem Efendimizin kalb-i enverleri müdam istiğrak üzere iken hasbe’l-beşeriyye ahyanen umur-ı deyniyye ile iştigal buyurulmasından kinaye olarak mestur kalmasına mebni Cenab-ı Hakk’a istiğfar ettiklerini müş’irdir. Zat-ı nübüvvet-penah Efendimizin biri birine faik bulunan meratib-i aliyye ile tereffü’ ve i’tila ettiği zihne mütebadir zat-ı risalet-penah Efendimizle ulüvv ü rif’at bulunduğunu beyan etmesi çünkü zat-ı nübüvvetleri alem-i emirde hiçbir mahluk için müyesser olmayan ekmel-i kemal üzere halk edilmiş ve mahza meratib-i aliyye-i Hazret-i Ahmed-i Muhtar rakkı olarak gelmiş olduğundan meratib-i aliyye zat-ı Muhammedi Ahmedi meratib-i aliyye ile teşerrüf eylemediği içindir. fi’l-i muzari ve masdarı o l fail ve asrın cem’idir. Asr ulüvv ma’nasına oa’lanın müennesi ve takdirinde olarak nun fa’ilidir. cümle-i isŞeriatin dünyaya müteallık ahkam-ı asliyyesinden birisi de kuvvet hazırlamaktır. Bu da esteizü billah ayetinden müstenbattır. “Kudretiniz yettiği kadar a’da için a’daya karşı kuvvet hazırlayın!” Bu ayette a’daya karşı kudretimiz yettiği kadar i’dad-ı kuvvetle emrolunuyoruz. Bilirsiniz ki emirler vücub içindir. Şu halde bu ayet-i celile mantukunca düşmana kuvvet hazırlamak bütün müslümanlara farzdır. Kuvvet zamana göre değişir. Her zamanda aynı kuvvet olmaz. Çünkü bu alem alem-i terakkıdir; daima terakkı daima tahavvül etmektedir. Böyle tahavvül hasıl oldukça lazım gelen kuvvetler de terakkı eder. Asr-ı Nebi’de kuvvet: Ok yay kılıç feres idi nihayet en büyük kuvvet de gürz idi. Hele fil de olursa artık en mükemmel kuvvet de hazırlanmış olurdu. Çünkü o zaman herkesin Sonra bunlar değişe değişe terakkı ede ede şu hale gelEnfal /. di. Bugün kuvvet: Top tüfek Krup topları dumansız barutlar mükemmel mavzerler… Topların da envaı var: Maksim topları sahra topları cebel topları seri ateşli toplar… Sonra zırhlılar şimendiferler ki bunlar da pek mühim kuvvetlerdir. Zira bunlar olmasa asker bir yere sevk olunamaz. Yaya gidilirse bir aylık iki aylık memleketler var; oralardan asker getirinceye kadar hariçten düşman memleketi istila eder. Demek ki bugün bizim a’damızda hasımlarımızda ne gibi kuvvetler varsa aynı kuvvetlerin bizde de bulunması lazımdır. O kuvvetleri i’dad etmemiz farzdır vacib-i mutlaktır. Vacib-i mutlakın mukaddimesi de vacib olduğundan şu kuvvetleri ihzar için ne kadar mukaddimat varsa onları da Bu kuvvetleri ihzar için ne gibi vesait lazım? Düşünelim. Evvel be-evvel maarif… Maarifsiz bunlar meydana gelemez. Çünkü cahil bir kavim hiçbir kuvvet i’dad edemez. Öyle den ibaret ise onları tahsil şer’an farzdır vacibdir. Şu kadar ki bütün ümmete vacib değildir farz-ı kifayedir. leyhi olan vesaili tahsil etmelidir. Bu behemehal lazımdır. Bunun için öteden beri mektepler açılmış bilhassa Merkez-i hilafette birçok mektepler küşad edilmiş idi. Maksad guya bu kuvvetleri istihzara vesile olmak idi. Halbuki olmadı. Milletin terakkısini hükumet arzu etmiyordu çünkü biliyordu ki millet terakkı ve teali ederse Avrupa devletlerinin takip ettiği usulü bunlar da takip ederler. O usul ise usul-i meşverettir. Meşveret gelince istibdad hükmünü yürütemez bit-tabi’ gider. İstibdad gidince bütün o debdebe ve darata da hatime çekilir. Namuslu hamiyyetli zatlar mes’ud; zalim menfaat-perest alçaklar da menkub olur. Hükumet bunu düşündü. İşine gelmediği için milletin memleketin terakkısine çalışmadı. Geriletmek ne kadar mümkünse onu ifada kusur etmedi. Avrupalılar “bunların mektepleri yok” demesinler diye yalandan mektepler açtı ki aslı yoktu. Avrupaya karşı bir nümayişten ibaretti. Dahilen hiç iş yok. Zaten bizim işimiz gücümüz guya Avrupa’yı aldatmak ve bu suretle biraz daha müstebidane yaşamak idi. Halbuki aldatamazdık. Bereket versin rekabet vardı da o sayede şimdiye kadar bakı kalabildik. Hükumet zannediyor Mekteb-i Hukuk Mekteb-i Mülkiye Harbiye vesaire gibi birçok mekatib-i aliyemiz ve her yerde idadiyye rüşdiyye ibtidaiyye mekteplerimiz mevcut. Milel-i mütemeddinede ne varsa bizde de o var. Şu halde biz milel-i mütemeddine idadına dahil olduk. Binaenaleyh işimiz yolunda. Dahilde ne yaparsak yaparız… Halbuki Avrupa bilirdi ki bunlar hep yalandı. Hep göz boyamadan ibarettir. Filvaki bunlar göz boyamadan ibaret tihzara vesile olacak ma’lumata malik olmak idi. Mektepler açılalı yetmiş sene olmuş ulum ve maariften hiçbir netice hasıl olmamış. Yalnız mahdud bir surette biraz tenvir-i efkara hizmet edebilmiş. Yoksa maddeten hiçbir netice yok. Ulumun gayesi birtakım sanayi istihsalidir. Yani iktisab edilen ma’lumatı sanayie tatbik etmektir. Halbuki bizde henüz hiçbir fen hiçbir sanata tatbik edilemedi. Edilseydi elbette bizim de mamulat-ı dahiliyyemiz biraz terakkı eder idi. Halbuki terakkı şöyle dursun mamulat-ı dahiliyyemizden hiçbir şeyimiz yok gibidir. Nitekim bir gazete bir resim yapmıştı ma’mulat-ı dahiliyyemizi gösteriyordu: Bir küp yapmış içine de bir çıplak adam sokmuş. Demek istiyor ki mamulat-ı dahiliyyemiz bundan ibaret. Başka hiçbir şey yok. Yetmiş seneden beri guya maarif başlamış fakat maksad-ı asli hala hasıl olmamış… Bunun sebebi… Çünkü ciddi değil. Yalan aslı yok. Fakat bundan sonra öyle olmayacak. Ulum ve maarif tahsil olunacak sonra onlar sanayie tatbik edilecektir. Çünkü öyle yapmazsak baş edemeyiz. Kazandığımız parayı Avrupa’ya verelim; alat u edevat me’kulat melbusat alalım… Bu olmaz. Buna para yetişmez. Memleket fakir olur parasız kalır. Yaşamak kabil olmaz. Ama bunları kendimiz yaparsak o vakit yaşayabiliriz. Demek ki ulum ve maarif olamayınca kuvvet ve hatta esbab-ı maişet de olamaz. Halbuki bunları istihsal vaciptir. Binaenaleyh tahsil-i ulum tahsil-i maarif de vaciptir. bih etmemeli. Takbih değil bütün ahaliyi mektepler küşadına teşvik eylemeli. Cehilden -mazarrattan başka- hiçbir şey hasıl olmuyor bizim çektiğimiz felaketler hakaretler hep cehil yüzündendir. Şu zamanda a’daya karşı ihzarı lazım olan kuvvetlerden biri de ve belki birincisi de paradır. Nitekim Napolyo’nun “Muharebe için üç şey lazımdır: “Birinci para ikinci para üçüncü yine para” dediği meşhurdur ki pek doğrudur. Çünkü parasız muharebe değil yaşamak bile imkan haricindedir. Para ma-bihi’l-hayattır bais-i necattır. Binaenaleyh para kazanmak sahib-i servet olmak da vaciptir farzdır. Çünkü en büyük kuvvet para ve servettir. Servet ne ile olur? Şüphe yok ki yine maarif ile. Demek ki maarif olmayınca servet olmaz. Hakıkaten de olmaz. Çünkü işte toprak var kuvve-i inbatiyye var yer altında maadin la yüad vela yuhsa… Şimdi bu topraktan istifadenin yollarını bilemezsek ne fayda? Nuh zamanından kalma bir saban yine devr-i Adem’den yadigar bir düven. Şimdi insaf ederek söylemeli bunlarla Avrupa’ya karşı rekabet olur mu? Düşünmeli: En münbit arazi bizde olduğu halde zahireye olan yoruz. Daima Avrupa’nın unlarına arz-ı ihtiyac ediyoruz. Eğer Odessa’dan un gelmese aç kalacağız. Bunun sebebi?... Bir kere fenn-i ziraatten bi-haberiz. Sonra vesait-i nakliyemiz yok. Binaenaleyh kendimizi idare edecek kadar mahsül çıkaramayız. Vaktiyle bu memleketler dünyanın anbarı idi. Sonraları ma’lumatsızlık yüzünden cehil yüzünden bu hallere geldi. Yazık değil mi? Sonra bizdeki maadin hakıkaten hiçbir memlekette yok. Bazı ecanib geliyor bir imtiyaz alıyor. Orada işletiyor madenleri alıp Avrupa’ya götürüyor. Milyonlar kazanır. Bize de ufak bir resm veriyor. Sebebi? Çünkü işletmesini bilmiyoruz. Ona dair ilmimiz marifetimiz yok. Şimdi ilim ve marifetimiz olsa o milyonlar burada kalsa daha iyi olmaz mıydı? Necm-i emel-pira mısın? Ecrama baksam hey’etin; Bir alem-i hülya mısın? Ezhara baksam nükhetin; Gönlümdeki sevda mısın? Arz u semada cilve-ger Cennette bir rüya mısın? Raz-ı güzin-i hilkatin. Gökler mealindir senin; Bir şule-i tabendesin Yerler zılalindir senin; Vech-i felekte handesin Arz u semanın hüsnü hep; İster zemin ister sema Bir başka halindir senin. Her nerde olsan bendesin! Çeşmindeki hüsn-i nihan Dillerdeki meknuz olur Bir levne etmiş iktiran; Şebler içinde ruz olur. Kim reşk ile taklid eder Geh maye-i aram-ı can Baktım o rengi asuman. Geh ye’s-i saman-suz olur. Ey maye-i can u tenim Çeşminde halet başkadır Yerler iken yurdum benim Te’sir ü kuvvet başkadır Sevda-yı çeşminle senin Kanun-ı hilkat mutarrid Oldu semalar meskenim. Amma bu fıtrat başkadır. Vadide çağlar cuyibar; Sensin enis-i gurbetim Sahrada ağlar ruzigar; Ruhum hayatım lezzetim Sevda-yı çeşminden midir Senden ibarettir benim Böyle anasır tarumar? Dünyaya meylim rağbetim. Sen olmasan dünya nedir? Bir camid-i serdi-nüma Bu kubbe-i mina nedir? Bir vahşet-i samt-intima Derya nedir sahra nedir? Bir tude-i hak-i siyeh Bu saha-i gabra nedir? Bir zulmet-i bi-intiha. Sen alemin vicdanısın Senden bu derya bi-karar; Hissin de son imkanısın! Senden bu vadi neşve-bar; Fıtratta hüsn-i mutlaksın Senden şafakta haverin Piraye-i ünvanısın. Ruyunda meyl-i ihmirar. Senden bu sisler jaleler Senden semenler laleler; Senden bu suz-ı sineler Senden bu ah u naleler... Şayan-ı dikkattir ki altı yüz bu kadar seneden beri mevcudiyet-i milliyyesini bütün cihana karşı müdafaa eden Osmanlıların tarih-i siyaseti devir devir fasıl fasıl rengin hamaset sahifeleriyle piraye-dar iken tarih-i edebiyatında o gözleri kamaştıran ve zihinleri durduran mazi-i mefahirden sönük bir lem’a naçiz bir hatıra olsun yok! Şarka garba hakim olduğumuz edvar-ı şevketimizde bile lisanımız istiklalini temin edebilmek şöyle dursun bir mevcudiyyet lakin kayd-ı taklidden azade bir mevcudiyet gösterememiş. Evet biz daima mukallid hem fena mukallid olmuşuz. O zamanlar bütün ulum bütün fünun şarkta olduğu Acem lisanlarını hakkıyla öğrenirler bu lisanlarda yazılmış bütün asarı okurlarmış. Her kavim için kendisinden meziyetli gördüğü diğer bir kavmi taklid etmek pek tabiidir. Osmanlılar bu hususta bir kin garbın şi’r-i kadimi ki garbın edebiyyat-ı hakıkıyye mesleğine tamamıyla muvafıktır eski şairlerimizin nazar-ı iltifatını bile celb edememiş. Ma’lumdur ki “Cahiliyye” namı verilen o devr-i kadimde eş’ar-ı Arap elvah-ı tabiat tasvirlerinden alem-i bedavet sergüzeştlerinden hamaset şecaat menkıbelerinden ibaret olup hikmete nadiren tercüman olur. Halbuki lisan-ı mübini Kuran Arab’ın cihan-ı edebinde gayet azim bir inkılap husule getirdiği için zuhur-ı İslam’dan sonra yetişen şairler seleflerinin mesleğini kafi görmeyerek hikmetle hamaseti karıştırmış lisan-ı bülend-i şi’r ile i’laya başlamışlar. Ma’atteessüf biz bunları da beğenmemişiz. Daha sonraları Endülüs’ün o feyizli toprağında yetişen şairler hissiyyat-ı garam ve şevki musavver gayet rakik gayet nezih şiirler meydana getirmişler. Fakat nedense bizim şairlerimiz o yolda hissi eserleri de iyi bulmamışlar. Onlar ancak İran şairlerini mukteda ittihaz etmişler. Şurası ağrebdir ki edebiyatlarının en zengin olduğu devirlerde Arap’ı taklide özenmeyen eslafımız sonraları yani Arap edebiyatı İran edebiyatının seyyie-i temasıyla mazmunculuk vadisine girdiği tabir-i sahihi ile münkarız olduğu bir zamanda kalkarak Arapları taklid etmişler. Evet edebiyat nüktecilik mazmunculuk vadisine döküldüğü gibi mahvolmuş demektir. sayılan divanlarımızı birer birer nazar-ı tedkıkden geçirsek bulabileceğimiz hakıki hamasi hikemi ahlaki hissi şiirler bir müntehabat mecmuası meydana getirebilir mi? Harabat’ı okuyan bir Osmanlı edibi için sıkılmamak müteessir olmamak kabil midir? Ziya Paşa merhumun Arap’tan Acem’den bulduğu bedayiin yanında bizim Osmanlı şairlerinin sözleri ne kadar sönük durur! nebbi’nin Ebu Temmam’ın Buhturi’nin İbn Farız’ın Ebü’l-Beka Salih’in Zü’l-Vezareteyn’nin Tihami’nin İbn Züreyk’in karşısına çıkaracak hangi şairimiz var? Gazeliyyatımızın hali ma’lum kasaidimiz ya birtakım küçük ekabire dalkavukluk etmekten ya fahriyye ünvanı altında kendi menafiini dinletmekten ibaret. Vakıa Araplar da hem kendilerini hem de başkalarını medhetmemiş değiller. Lakin öyle medihalara canlar feda!.. Onlar memduhlarını bizim gibi insanın haricine çıkarmamışlar. İnsan-ı kamil nasıl olmak lazım gelirse o surette göstermişler. Fahriyyeleri ğüs gerdiklerini tasvir eder. Mütenebbi’nin kasideleri insana ahlak dersi verir. En hissiz yüreklerde maaliye meyl uyandırır. En yüreksiz mahluklara hayatı istihkar edecek kadar celadet bahş eder. dan da mesela Senai gibi ilahi bir şair dururken Enveri’nin yalanlarını meşk ittihaz eylemişiz. Sadilerin meslek-i hikmetini hiç taklide heves etmemişiz. En muktedir şairlerimiz birtakım muammacı sembolistleri üstad tanımış. Hele edebiyatın ahlak ile münasebeti olmak lazım geleceğini bir hey’et-i ictimaiyyeyi tehzib edecek en başlı vasıta olacağını hatırımıza bile getirmemişiz. Avamın ağıza almaktan mazmunlarla cinaslarla telleyip pullayıp asar-ı edebiyye namı altında büyük büyük mahafilde inşad etmekten hiç çekinmemiştir. Hülasa bizim böyle taklid yolunda meydana getirdiğimiz asar-ı edebiyyemiz insanı ya miskin yapar ya ahlaksız. müşsek bugün de Garp edebiyatından öylece mutazarrır oluyoruz. Bir iki edib-i güzinimizin asarı istisna edilirse Garbın bedayi-i edebi namına aldığımız şeyler hiç işimize yarayacak mahiyyette değildir. Biz bugün hey’et-i ictimaiyyemizin gözünü açacak hissiyyatını yükseltecek hamiyyetini galeyana getirecek ahlakını tehzib edecek hülasa bize her ma’nasıyla ders-i edeb verecek bir edebiyata muhtacız… Fransa meşahir-i muharririninden Voltaire hukuk-ı beşeriyyeyi kendisinde temsil eylemek i’tiyadında bulunan Papalığa karşı adavetine binaen yazmış olduğu yazılarda enbiya-i kirama dahi isnadatta bulunur ve nevakıs-ı gunagunu zevat-ı mukaddeselerine isnaddan tehaşi eylemez idi. Nebiyy-i Efham Efendimiz hazretleri hakkında bir guna hakkında dahi asl ü hakıkati olmayan bazı şeyler yazacağını yine bu yazılarının birinde söylemiş ve bilahare suret-i cereyan-ı mes’ele ile asla münasebeti olmayan namındaki küçük bir eserini neşr eylemiştir ki bazı mekatib-i hususiyyesinde bunu sırf Papanın kendi hakkındaki vermiş olduğu hükm-i tel’ini ref’ için yazmış olduğunu söylemiştir. Voltaire Papaya karşı olan seyyiesini diğer bir seyyie ile lub olarak Peygamberimizin nam-ı celilini kemal-i hürmetle yad edip zat-ı mübareklerini takdis ve buna mecbur olduğunu da alenen itiraf eylemiştir. Bu eser bizce haiz-i ehemmiyyet değilse de mesel-i Arabisince söylenmiş bir söz olduğundan reddi elzem ve hususiyle birkaç defalar Paris’te sahne-i temaşaya konulmak teşebbüsatında bulunmuş olmağla bu lüzum daha ziyade ehem olmuştur. A’da-i din tarafından vukua gelen hücumlara bir sedd-i sedid-i makamat olan ve beyza-i beyza-i İslamiyye’yi sıyanet müslimin Şeyh Muhammed Abduh rahmetullahi teala hazretlerinin bu bapta tahrir buyurmuş oldukları risale-i müfideyi görünce artık müsterih olmuş idiysem de Avrupalılar ile vukua gelen temasımızdan dolayı bu hakıkatin bizce de bilinmesi zamanı geldiğinden risale-i mezkureyi asıl ittihaz ederek Voltaire’in mezkur eserinde mevzu olan “Zeyd ve Zeyneb” mes’elesini izah ile pek naçiz bir hizmet emelindeyim. Ve mina’llahi’t-tevfik. Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh: Ashab-ı kiram içerisinde sarahaten Kur’an-ı Kerim’de yalnız Hazret-i Zeyd radıyallahu anh’in ism-i şerifi zikrolunmuştur. Kendileri kabile-i Tay’dan olup dayı-zadeleri olan Beni Sa’l nezdinde sakin olmakta iken bir kabile muharebesinde esir edilip Arabistan’ın kadimen en büyük dad ü sited mahalli olan Suk-ı Ukaz’a getirilmişti ki bu vakit henüz sekiz yaşını Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Hadice radiyallahu anha birader-zadesi olan Hakim bin Hüzzam’a nesl-i nesil-i Arab’dan olmak üzere bir köle iştira etmesini tavsiye eylemiş ve mumaileyh dahi Suk-ı Ukaz’da Cenab-ı Zeyd radıyallahu anh’i görüp halası namına almış idi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hazret-i Hadice radiyallahu anha validemizi tezevvüc buyurdukları vakit Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh’i beyt-i sema-peyvest-i müşarün ileyhada görüp istihsan buyurmalarıyla istihab eylemişler ve Hazret-i Hadice radiyallahu anha dahi vela-i atakanın kendisine ait kalmasını şart etmişler ise de şart-ı vakı’dan Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem iba buyurmalarıyla bila-şart Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh’i Efendimize hibeten i’ta eylemişlerdir. lam-ı hane-zad-ı Peygamberi olmuştur. Ammü’n-nebi sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Talib’in develeriyle Şam’a esna-yı seferinde kendi yerlerinden geçerken Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh ile kendi amcası arasında şu yolda bir muhavere cereyan eylemiştir: Söylenen söylendi ister doğru ister yalan olsun” anlamındadır. – Ey çocuk! Sen kimsin? – Mekkeliyim. – Yerli misin? – Hayır. – Köle misin hür mü? – Köle. – Kimin kölesisin? – Muhammed bin Abdillah bin Abdilmuttalib’in. – Arab mısın? – Evet. – Hangi kabiledensin? – Kelb kabilesinden. – Hangi Kelb Kabilesinden? – Beni Abdud’dan. – Kimin oğlusun? – Harise bin Şerahil’in. – Nerede esir oldun? – Dayılarımda. – Dayıların kim? – Beni Sa’l. – Validenin ismi? – Sa’di. Bunun üzerine kendi birader-zadesi olduğunda asla şüphesi kalmayan amcası pederini dahi çağırmış ve bu dahi def’aten oğlunu tanımakla efendisinin kendisine ne suretle muamele ettiğini istifsar ve mekarim-i ahlak-ı nebeviyyeyi Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh’den istihbar etmeleriyle azadı reme’ye bi’l-vürud huzur-ı nebevide pederi gayet ta’zimkarane olarak oğlunun ıtkını taleb etmiş ve fidye dahi verebileceğini söylemiş ise de Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh’i tahyir edeceğini ve eğer kendisi isterse bila-fidye azad buyuracağını beyan ve bunun üzerine Zeyd radiyallahu anh huzura da’vet olunur: – Ya Zeyd! Bunları biliyor musun? – Evet. Pederim amcam biraderlerimdir. – İşte bunlar bildiklerindir. Eğer ister isen bunlar ile git ve eğer beni istersen ben de bildiğin adamım. Kelam-ı Nebevisi ityan olunmağla Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh: – Ya Rasulallah sallallahu aleyhi ve sellem benim pederim ve amcam sensin ben sana asla bir kimseyi tercih etmem suretiyle mukabelede bulunup ibraz-ı sıdk u rıza ve casının: – Köleliği mi ihtiyar ediyorsun yollu ta’riz ve ta’yiblerine asla atf-ı ehemmiyyet eylemeyip Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den bir an bile ayrılmayacağını söylemesiyle Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bunların huzurunda zat-ı mübareklerine tevarüs etmek üzere Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh’i ıtk u azad buyurmuş ve onlar dahi müsterihen avdet eylemişlerdir. Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh’in hin-i gıyabında pederi şu yolda tahazzün ve tahannün eyler imiş: Tercümesi: Sükkan-ı Sema ve Yerdekilerin Göktekilerle Atiyen Muhabere ve Muvasala İhtimali Sıratımüstakım’in elli birinci nüshasında münderic ziri Üsküblü Hafız Ferid imzalı makalede sure-i Şura’daki ayet-i kerimesinin fıkra-i ulası keşfiyyat-ı ahire vechile küre-i arz gibi bazı ecram-ı semaviyyenin hayvanat sema ile ehl-i arz arasında dünyada atiyyen bir vasıta-i muvasalat veya muhabere keşfedileceği ve bu vasıta ile zemin ü asuman sükkanının hakıkaten veya hükmen ictima edecekleri sarahati muhtevi olduğu beyanıyla ecille-i müfessirinden Beyzavi hazretlerinin bu babdaki tevcihatı redd ü cerh olunmaktadır. Mütalaat-ı mesrude mucib-i kanaat görülemediğinden teşrih-i mes’eleye medar olmak üzere izahat-i atiyyenin i’tasına müsaraat olunur: Mahluka mahsus ilmin sebeb-i adileri üçtür. Birinci: Havass-ı selime. İkinci: Haber-i sadık. Üçüncü: Akıldır. Halli sadedinde bulunduğumuz mes’ele mahsusattan olmadığı cihetle sebeb-i evvel ile keşfi mümkün değildir. Sebeb-i salis de his bedahet tecrübe gibi vesailden istimdad eder. Mele-i alaya taalluk eden mebhas ise bu turukdan hiçbirinin cevelan-gahı değildir. Evet! Akıl ru-yı zeminde mevcud enŞura /. va’i hayvanın asumanda da tahakkukunu istib’ad ederek tecviz eder. Bu cevaz Hak Sübhanehu ve Te’alanın kavl-i şerifi müşir olduğu gibi. Allah celle celalühu hazretlerinin şümul-i ilmi ve ihata-i kudretine nazaran ecram-ı süfliyyede ibda olunan hayvanatın ecram-ı ulviyyede mevcudiyetini akıl müstehil addetmeyip imkanına kail olur ise de hayvanat-ı mez-burenin bil-fiil semavatta mebsusiyyetine hakim olamayacağı celidir. Bahsimiz ise vukuda olup imkanda değildir. İmkana bakılırsa mütekellimun umur-ı mütemasile ahkamda teşarük ettikleri ecilden bu aleme mümasil alem-i aharın vücudunu tecviz ettiler. kelam-ı mecidinde cevaz-ı mezkura işaret vardır. Şu halde bu alemden başka on sekiz bin alemin sübutunu tecviz eden aklın ecram-ı ulviyyede tesvig ettiği hayvanat efrad-ı mukaddereden olup efrad-ı muhakkakadan değildir. Binaen-ala-zalik keşf-i mes’ele için sebeb-i saniden başkasına gidilemez. Sebeb-i sani ise haber-i sadıktır. O da iki nevi’ olup birinci nevi’ bulunan haber-i mütevatirde muhbiriyye mümkün velev tecrübe ve hads tarikleri ile müşahed olması şart kılındığına nazaran “ma nahnü fih”imiz olan mes’elenin salifen madığı cihetle halli haber-i sadıkın birinci nevi’ ile de müteyesser olmayıp hall-i mes’ele için haber-i sadıkın ikinci nevi taayyün etmiştir. O da mucize ile müeyyed Resulullah’ın haberidir. Tirmizi’de mastur hadis-i şerifi ve daha ahbar-ı ahad ise de mecmu’u hadd-i şöhrete baliğ olan sair ehadis-i şerife ve ve kavl-i celilleri gibi ayat-ı kerime ise ecram-ı ulviyyede mebsus melaike olduğunu tasrih etmekte-dir. Gerçi sure-i Şura’da ayet-i kerimesinin zahiri ru-yı zemin gibi asumanda hayvanın mebsus olduğunu iham ediyor ise de karain-i şer’iyye-i meşruha ayet-i mezburedeki lafzı ma’na-yı lugavisinden sarf etmiştir. Zira “hakıkat hissen ya aklen müteazzir yahud adeten ya şer’an mehcur olur ise ma’na-yı mecaziye sayruret olunur” diye ilm-i usul-i fıkıhta masturdur. Bu sebeptendir ki ayet-i mezkure tefsirinde Beyzavi hazretleri birinci tevcihinde lafzının ma’na-yı vaz’isi “zeminde meşy eden hayvan” iken ber-vech-i salif ehadis-i nebeviyye ve ayat-ı Kur’aniyye’den mütehassıl karine-i şer’iyye ile burada ma’na-yı hakıkı-i mezbur mehcur olmağla müsebbibin ismini sebebe ıtlak kabilinden ma’na-yı mecazisi olan “hayy” ma’nasına sayruret edip lafz-ı dabbeyi Nahl /. Yasin /. Tirmizi Gafir /. Hakka /. Zümer /. Şura /. “hayy” ile tefsir etmiştir. Sure-i Nur’da ayet-i celilesinde dabbe lafzı ma’na-yı lugavisi üzere müsta’mel olmaktan “ma nahnü fih”imiz olan ayet-i mezkurede de ma’na-yı hakıkısi üzere ibka olunması lazım gelmeyeceği evzahdır. Zira ayat-ı Kur’aniyye nakl-i lügat için inzal olunmayıp belki beyan-ı ahkam için tenzil olunmuştur. Sahib-i makalenin zannettiği gibi müşarün ileyh Beyzavi zamanında ilm-i hey’et nazariyyesince ecram-ı ulviyyenin hay-vanat ile meskun olmadığı karine-i mania addedilmemiştir. Belki ber-vech-i bala remz olunduğu gibi karine-i şer’iyye karine-i mania itibar edilmiştir. Nasıl nazariyyat-ı hey’iyye karine-i mania addedilebilir ki nazariyat-ı mezkure akıl ile müktesebdir. Halbuki bu mes’elede aklın hüküm-ferma olmayacağı atfen işaret olunmuştur. tinin şartı hissen ya aklen ya adeten ya şer’en ma’na-yı hakıkıyi ne-i maniayı bir nemat-ı meşruh-i hissiyye akliyye adiyye şer’iyyeye taksim ve tevsi’ etmişler iken hayfa ki sahib-i makale feyfa-yi fasih-i karinede kendini bir hufre-i dayyıkaya Beyzavi hazretlerinin birinci tevcihini teşrih ve te’yide gelince: Hayat debibe sebeb olup bu alaka ile mecaz-ı mürsel-i teba’i tarikiyle debib ismi hayata dabbe ismi “hayy” ma’nasına ıtlak olunup “hayy”dan lafz-ı dabbe ile tabir olunmuştur. Hayat “kuvve-i his ve hareke-i iradiyye ve kuvve-i tagziyyeyi muktezi kuvveden ibarettir” kavlini ihtiyar eden İbni Sina ve etbaına göre debibe sebeb-i baid olursa da işbu mezheb müşarün ileyh Beyzavi tarafından Tavali’ü’l-Envar ’ında mecruh olduğu gibi Telhisü’l-Muhassal’da İmam Razi tarafından ve Mevakıf’da Kadi Adud canibinden redd ü cerh edilmiştir. Müşarün ileyhim hazeratı muhtarlarınca hayat nefs kuv-ve-i his ve hareke-i iradiyye ve kuvve-i tagziyyeden ğildir. Maa-haza İbni Sina mezhebi müsellem olsa bile müsebbib olan debib ismini sebeb-i baid olan hayata ıtlakın adem-i sıhhati müsellem değildir. Zira ıtlak-ı mezburda sebebin karib olması şart kılınmamıştır. Binaen-ala- zalik sahib-i makalenin bu makamda sebebiyyet müsebbibiyyet alakası epeyce bahs götürür demesi varid değildir. Dabbe hayy ma’nasına haml olununca ru-yı zemindeki hayvanata ve asumanda bulunan melaikeye şamil olup sair ehadis-i nebeviyye ve ayat-ı Kur’aniyye gibi işbu ayet-i kerimeden de ecram-ı ulviyyede mevcut melaike olduğu münfehim olmağla dela’il-i şer’iyye beyninde kat’a şaibe-i tenafi tevehhüm olunmayıp canib-i İlahi’den Resul-i Zişan’ına vahy-i celi veya vahy-i hafi tarikleriyle bildirildiği münceli olur. Meal-i ayet-i mezbure: Ecram-ı ulviyye ve süfliyye-i mahluka ve her ikisinde Hak Sübhanehu ve Te’ala hazretNur /. lerinin inşa ve ibda buyurduğu bütün ashab-ı hayat sanayii acibeyi ve bedayi-i garibeyi muntavi ve muhtevi olmaları sebebiyle sani-i kadir-i hakim olan Allah Teala’nın vücud ve vahdet ve kudret ve hikmetine delalet eden ayat-ı satıa ve berahin-i katıasındandır demekten ibarettir. Allahu a’lem. Gelelim ayet-i mezkurenin fıkra-i ahiresi bulunan kavl-i şerifi zikrolunan ayat-ı afakiyye ve enfüsiyyeyi ta’akkul ve tefekkür etmeyip inadında musırrin olan münkirin ve müşrikin haklarında Allah Te’ala’dan tehdid-i azim ve va’id-i elimi ve ayat-ı mezkure ile mu’teberin olan ehl-i iman ve erbab-ı ikan için tebşir-i vefir ve Zira her ne kadar cümle-i münife-i mezkure zahirinden sükkan-ı sema ile sükkan-ı arz arasında atiyyen bir vasıta-i muvasalet veya muhabere keşfedileceği ve bu vasıta ile zemin ve asuman sükkanının hakıkaten veya hükmen ictima edecekleri tevehhüm olunuyor ise de vech-i mezkur üzere muhal olan şeylerin hark-ı adet tarikiyle vukuu dünyada enbiyaya ve evliyaya mahsustur. Umum-ı nasda mutasavver değildir. Bu suretle cümle-i mezkureyi zahir ma’nasından sarf eder karine-i adiyye bulunduğu gibi zamir-i ukala ile buyurulup buyurulmaması bu cem’den murad sükkan-ı zemin ve asumanı dünyada cem’ olmayıp mutlaka cezaya müstahhıkkin olan ukalayı haşr u hesab u ceza için cem’ olduğuna delalet eder. kadir-i mutlak olan Hak Teala hazretleri meşiyyet-i seniyyesi taalluk edeceği vakitte arz ve semada ibda ve ibraz buyurduğu hayır ve şer amelleri mukabelesinde sevab ve ikab ile mükafat ve mücazat etmek için neş’et-i uhrada cem’ etmeğe kadirdir” demekten ibarettir. Allahu a’lem. Ayet-i mezkurede müşarün ileyh Beyzavi’nin ikinci tevcihini tahlil ve teşyid ber-vech-i zir bast ü beyan olunur: Dabbe lafzı ma’na-yı hakıkısi üzere ibka olunarak lafzında ya taglib veya mecaz-ı akli irtikab olunmuştur. Zira sema ile arza raci’ zamir-i tesniyyesini zahiri üzere ibkadan sarf eden karine ya salifü’z-zikr sükkan-ı semavat melaike olduğuna delalet eden delail-i şer’iyye yahud sure-i Bakara’da maba’dinde ayet-i kerimesinin fıkra-i ahiresinde yalnız arza raci’ müfred müennes zamiri ityan buyurulmasıdır. Taglibin beyanı: Dabbe her ne kadar zeminde mevcud olup asumanda mevcud değil ise de sure-i Enbiya’da kavl-i celili mantukunca aslı hilkatleri yekdiğerine mültezik şey’-i vahid iken ahiren beynleri sani’ ve fatır olan Yezdan’ın yed-i kudreti ile fetk ü Şura / Bakara /. Enbiya /. fasl olunmağla şey’eyn-i mütecavireyn olan sema ile arzdan birine muhtas dabbeyi her ikisine nisbet sahih olur. Zira şey’eyn-i mütecavireyn şey’-i vahid hükmünde olmağla birine mahsus bir madde veya hali mecmuuna nisbet caiz olur. Bu ecilden hayvan kendinde mebsus olmayan semaya dabbeyi cümle mevcuttur demek sadık olur. Ve bu taglib ism-i küllü cüz’üne ıtlak kabilinden mecaz-ı mürsel olup nüktesi ru-yı zeminde mevcud hayvanın tahakkukunda arzın medhali olduğu gibi semanın da medhali olduğuna işarettir. Zira ru-yı zeminde bulunan mevcudata arz üm sema eb derecesinde olup süflü ulüvve rabt eden Hallak-ı cihan hazretleri bu ikisinin mücavereti sebeb-i adisiyle mevcudat-ı süfliyyeyi peyda edip bu minval üzere sünnet-i kadimesi cari olmuştur. Lü’lü ve mercanın ancak bahr-i milhden huruc ettiği meşhud iken kavl-i şerifinde zamir-i tesniyyesinin bir tevcihe göre bahr-i milh ve bahr-i azbdan ibaret ma-kablindeki “el-bahreyn”e rücuu taglib-i mezkur kabilindendir. Zira bu iki derya mütecavireyn olup şey’-i vahid hükmünde oldularsa lü’lü ve mercan her ikisinden huruc eder denilmek saig olur. Nitekim lü’lü ve mercan bahr-i malihden huruc eder denilir. Mezbur deryanın cemi’ cevanibinden huruc etmiş iken mesela sen fülan beldeden huruc ettim dersin halbuki sen belde-i mezburun mahallelerinden bir mahallesinden belki hanelerinden bir hanesinden huruc etmiş idin. Mecaz-ı aklinin beyanı: Bir şeyin ma-hüve lehi mezkurun cüz’ü ise de mezkurun küllüne nisbet caiz olur. Mesela Beni Temim’de şair Mecid yahud Bahadır yiğit vardır denilir. Halbuki zikrolunan şair yahud bahadır onların kabailinin bir kabilesindedir. Misal-i mezkurda Beni Temim’den bir kabilede şair yahud Bahadır vardır denilecek iken Beni Temim’de şair ya Bahadır vardır denilmek bir şeyi ma-hüve lehi olan cüz’e isnad edilecek iken ma-hüve lehin gayrı külle nahnü fih”imizde dabbe yalnız arzda mebsus iken arz ve semada mebsusdur denilmek ber-minval-i mebsut mecaz-ı akli olur nüktesi taglibde beyan edildiği gibidir. Gerek taglib gerek mecaz-ı akli ulum-ı Arabiyyede müsellem kavaid-i Arabiyyedendir. Kavaid-i Arabiyye ise lügat-ı Arab’a tabidir. Lügat-ı Arab’a itibardan kat-ı nazarla nefsinde sabit ulum-ı hakıkiyyeden değildir. Fakat lügat-ı Arab tavassutuyla kavaid-i Arabiyyenin nefsinde sübutu vardır. Bu ecilden lügat-ı Arab’a mutabakatıyla sıdk adem-i mutabakatıyla kizb ile muttasıf olur. Şimdiye kadar bast olunan takrirat-ı acizaneden müşarün taglib veya mecaz-ı akliye tevafuk ettiği ve bunların lügat-ı Arab’a muvafık olduğu tahakkuk etmekle sahib-i makalenin teveh-hümat-ı vahibeye kapılarak tevcih-i sani-i mezkuru kaziyye-i akla mugayirdir diye redd ü nakzı kanun-ı münazara ve adab-dan hurucdur. Makale-i acizanede ibtidasından intihasına kadar serd olunan fıkarattan Kur’an-ı Hakim’in keşfiyyat-ı sadıkayı münRahman /. tavi olup keşfiyyat-ı kazibeyi muhtevi olmadığı müstefad olur. Kırgızlar Kazaklar: Çin Kırgızları iki vilayete tabidir: - Marrü’z-zikr Abak Giray kabaili Altay vilayetine tabi olup umum kabailin reisi zadegandan “töre” tabir ettikleri evlad-ı Cengiz Han’dan “Çingiskhan” Sultan’dır. Töre mansıbı bu zata tevarüsen gelmiştir. Bu zatın levazımını Çin me’murları “küng” ta’bir ederler. “Vis körül” demektir. Bu zatın babaları vasıtasıyla pederinden kalmış rütbesi mansıbı Çin İmparatoru tarafından verilmiş kızıl kören vişne rengi taş olup ol taş Çin kalpağı üzerine koyulup bir de tavus kuyruğundan bir tüy ile tezyin edilmiştir. Bu zat bu kalpağı giydiği vakit vilayetin valisi bu zata secde ederek ta’zim kılmaktadır. Çin me’murları: – Biz bu zata secde etmiyoruz belki biz onun başındaki şanı büyük taşa secde ederiz derler. Çin me’murları Kırgızlar hususunda olan emirleri o zat vasıtasıyla icra ediyorlar. Kırgızlara doğrudan doğruya karışmıyorlar. - İkinci vilayet: Tarbugatay Vilayeti olup o vilayete tabi Kırgızlar Altay Vilayeti Kırgızlarından pek çoktur. O vilayet Kırgızlarının umum-ı reisi dahi evlad-ı Cengiz’den “Mamir Bek” töre sultandır. Evlad-ı Cengiz Han’ı “Sultan” namıyla yad etmek o tarafta çoktan adet olmuştur. Tarbugatay Vilayeti Kırgızları’na müşarün ileyh “Mamir Bek” töre reislik etmektedir. Ve maa-haza Kırgızlar kendileri arasında tanılmış kabile reislerinin nüfuzu daha ziyadedir. Evlad-ı Cengiz’den olan reisler nüfuzlarını kabile reisleri vasıtasıyla Kırgızların adedi tahminen bir milyona baliğ olmaktadır. Hazırda Kazak namını taşıyan umum Kırgızların nüfusu altı milyon hesap edilmekte olup Çin tebeasında olanlardan başkası Rusya taht-ı hükumetindedirler. Hazırda Rusya ve Çin hükumetleri bunlardan asker almıyorlar. Yalnız bunlar hükumete vergi teklifatıyla mükelleftirler. Bunların usul-i taayyüşü hayvan beslemek olup besledikleri hayvanlar da koyun sığır inek at deve hayvanlarıdır. Zengin Kırgızlarda koyun çok olduğu gibi at da pek çok oluyor. Bir iki bin ata malik olan Kırgızlar nadir değildir. La-kin Kırgızların atı ufak yapıda olup büyük atlar nadir bulunmamaktadır. Kırgız atları katırdan biraz büyüktür. Kırgız atı binmek için pek elverişlidir Kırgız atının ekseri yüz verset yürüdüğü halde yorulmaz. Kış esnasında tahte’s-sıfr - derece soğuklarda sahralarda geçinir ayağıyla kar altından yiyecek çıkarır. Kırgızlar hayvan beslemekle beraber ziraatle de meşgul oluyorlar. Ekseriya onlar hububattan “darı” dedikleri şeyi yetiştirirler. Darı onların başlıca gıdalarıdır. Bundan onlar sütle mahlut yemek yapıyorlar. Bu yemeğin adına “köce” ta’bir ederler. Onların başlıca gıdası et süt darı köcesidir. Yemeklerinde başka tekellüfat yoktur. Bazen çay için “bavırsak” dedikleri şey yapsalar da bunu yalnız misafir geldiği vakit yapıyorlar. Bu ise buğday ununu hamur yaparak kesip ufaklayarak yağ içinde kaynatıp pişirmekten ibarettir. Kırgızlar arasında çay isti’mali de pek meydan almıştır. Kırgızlar çaya şol kadar alışmışlardır ki çay içmediği sabah Kırgız’ın başı ağırır. Süt nev’inden olan yemekleri: Katık yoğurt kurut peynir biye kısrağın büyüğü sütü yani “kımız”dır. Bahar iptidasında Kırgızlar dünyayı unuturlar. Kımızdan tenavül ettikten sonra Kırgız’da kaygı kalmaz. Kırgızlar mükeyyifattan enfiyeyi pek çok isti’mal ederler. Enfiyeye “nasıbay” tabir ederler. Türk kavminde olan dil-şadlık Kırgız’da fevkalade ziyadedir. Kırgız nadir mükedder oluyor. O her vakit kendi kısmetine razı. Aç olsun tok olsun sahrada salim ve saf havada hür yürümekle müftehirdirler. Kırgızlar bedaveti terke hala razı değildirler. Maa-haza bir iki seneden beri Ruslar Kırgızlar arazisine Rus muhaciri getirip muhacir karyeleri tesis etmeğe başlamışlardır. Kırgızlar Rusya tebealığını muharebesiz kabul eyledikleri vakit onların arazisi Kırgızların mülkü tanılmak ta’limat-ı diniyye için Rusya hükumeti Kırgızistan’a muktedir İslam ulemaları göndermek onlardan soldat asker almamak örf ve adetlerine dokunmamak gibi şartlarla Rus tebealığını kabul eylemişlerdi. Lakin Ruslar o vaadleri o taahhüdleri çoktan unutmuşlardır. Bir nice senelerden beri Kırgızlar arasına mahsus misyonerler tayin edildi Kırgızları Ruslaştırmağa çalışıyorlar. Kırgızlar içine girip talim ile meşgul olmak Tatarlara yasak olmuştu. Duma kanun-ı esasisi i’lan edildikten sonra gerçi bu hususlar biraz iyileşti ise de Kırgızlar arazisinin müsaderesi hala devam ediyor. Bu hususta Kırgızlar hükumete müracaat ettiler. Protesto ettiler ama hiç kar etmedi. Hükumet kanun mucebince Kırgız yerleri miri olup fakat Kırgızlara muvakkat faidelenmek için verilmiş olup hazine kendine arazi lüzum gördükte almaya ve istediği kimseye vermeye haklıdır diyerek müsaderesinde devam ediyor. Bu sebebden naşi birçok yerde Rusya Kırgızlarının hali gayet endişelidir. Bu vakte kadar medeniyyetin lüzumunu bedavetin zamanımızla münasebetsizliğini Kırgızlara anlatmak mümkün olmadı. Bazıları medeniyyetin lüzumunu bilip karye tesisiyle ziraate girişmek teşebbüsünde bulunsalar da bunlar ekall-i kalil olduğundan hala bedaveti medeniyyete tercih ile sahra-nişin yaşamaktan vazgeçmek istemiyorlar. Eskiden mu’tad olmayan bir maişetin mesafe-i vasiada deveran eden büyük bir kavme kabul ettirilmesi çok müşkül mes’eledir. Hala hükumet Kırgızlara her nüfus ve zükura disatina bir disatina murabba’-ı zira’ mesahadır yer vermeye ve ol yerde usul-i medeniyye ile çalışmak şartıyla muvafakat gösteriyor. Ama Kırgızlar hala bu halin ehemmiyyetini düşünmek derlerse vakit gelirse iş işten geçer. Kırgız sahralarının münbit yerlerini Rus muhacirleri alır. Kırgızlar ise gayr-ı münbit susuz mahallere çekilmeğe mecbur olacaklar o halde tabii hayvanlar eksilecek Kırgızlar fakr u zarurete duçar olacaklar. Bu ise Kırgızlar için hayat ve memat mes’elesidir. Madem ki hükumet verdiği vadinde durmuyor madem ki o hükumet yaptığı mukavelesini bozuyor; bu takdirde Kırgızlar münbit yerleri kendileri iştigal ederek karyeleri bina edip medeniyete başlamalıdırlar. Öz maişetleri için pek yabani olmayan ziraatle meşgul olmalıdırlar. Eğer Kırgızlar münbit yerlerini kendileri zabtederek karyeler bina edip ziraate giriştiklerini hükumet ve Rus muhacirleri görürlerse o vakit muhaceret mes’elesi de yavaş yavaş kendi kendine hallolunacaktır. Çünkü Kırgızistan gerçi pek vasi’ ise de üçte ikisi susuz gayr-ı münbit sahra ve çöl kumdan ibarettir. Eğer beş milyon insan birden medeniyete başlarsa Kırgızistan’da medeni yaşamak için müstaid münbit arazi kifayet edemeyecektir. Bu takdirde hicret mes’elesi de kendi kendiliğinden halledilecektir. Fi’l-hakıka Rusya hükumetinin bu teklifi Kırgızları medeni yaşatmak için yapılmış bir tedbir olmayıp Kırgızların tabiatini pek iyi bildiğinden Kırgız arazisini müsadere yolundaki hareketin mes’uliyyetini Kırgızların kendilerine yüklenmek fikrinden naşidir. Rusya idaresinin idare-i meşrutaya değiştirilmesi ve bütün Rusya ahalisinin kanun-ı medenileri olan hürriyet-i şahsiyye hürriyet-i ictima ve hürriyet-i matbuatın hiçbir vechile sıkıştırılmaması hakkındaki senesinde ’nci Teşrinisani “manifest”i hatt-ı çari bütün Tatarların ahval-i siyasiyyelerini değiştirmiş ve onlara da Rusya’nın köleleri değil Rusya’nın diğer ahalisiyle haklarında müsavi olduğunu bildirmiş Bu manifest her ne kadar tatbik edilmemişse de hürriyet-i şahsiyye i’lan edildiği günde bütün Rusya’nın sokakları bu manifestin büyük tesiri olduğu inkar olunamaz. Bütün Rusya ahalisi gibi biz de “hukuk kuvvetle mahfuzdur” “hukuk verilmez alınır” kaidelerini hatırdan çıkardığımızdan şu hukuklarımızı muhafaza için büyük büyük kuvvetler tesisine lüzum olduğunu ve büyük kuvvetlere istinad edemezsek Rusya’nın istibdadcılarına mağlub olarak bütün hukukumuzu gaib edeceğimizi düşünmemiş idik ve düşünenlerimiz olduysa bile bu fikri umum-ı ahaliye kabul ettirememiş idik. Daha doğrusu Rusya’nın bütün iktisadi ictimai hayatı karmakarışık gittiği vakitte bunları düşünmeğe vakit bulamamış ve istibdadcıların memleketten firar ettikleri vakit bunların bir daha hükumet başına geçeceklerini hatıra bile getirmemiştik bütün Rusya’da ihtilalin galebe çalması ve bu ihtilalcilerin iktisadi ve ictimai milli mes’eleler hakkında fikirlerinin gayet geniş olması da hukuk-ı milliyyeleri muhafaza edileceği hakkında bütün ahalimize büyük bir kanaat vermiş idi. Bunun için i’lan-ı hürriyet “manifest”in bağışladığı hukuklar sayesinde biz kendi hareketimizi derinletmeğe başladık ve bu vakte kadar hukuk-ı medeniyyenin ne olduğunu bilmeyen ahalimize fikrimizi anlatmağa başladık. Rusya ihtilalinin sebebleri Türkiye ihtilalinin sebeplerinden başka olduğu gibi Rusya ihtilalinin aldığı renk gittiği yol da bambaşkadır. Türkiye’de asker idare-i meşrutiyyeti birtakım cühelanın tasallutundan muhafaza için kılıçlar toplar susiyle zabıtan ve bütün me’murların tagallübünden kendi hukuklarını muhafaza için ahali kılıç tüfek bomba kullanmağa mecbur olmuş ve iki sene devam eden şu hukuk nizaından ahali ile me’murlar ve asker arasında pek çok kanlı vakalar olmuş idi. Bundan başka bu nizalar istibdadcılar ile ihtilalcilerin kavgaları yalnız bir fikir bir meslek nizaı olmayıp menfaat kavgası idi. Rusya’nın en çok ahalisi ziraatçi olduğu için tabii yer mes’elesi bu memleketin hayat mes’elesidir. Rusya’nın doksan milyonlu ziraat ahalisinin arazisi yüz otuz bin zadegan sınıfının arazisinden eksik olduğundan tabii bu haksızlık ne tarik ile olursa olsun halledilmeli ve ziraatçi ahaliye yer verilmeli idi. Lakin zadegan sınıfının menfaatini muhafaza eden hükumet bu mes’elede zadeganın gönlünü kırmamak mişti bunun sayesinde pek kesir olan ziraatçi Rusya köylüsünü larına ağrar mes’elelerine yol açmış idi. Bizim Tatarlar da kendilerine hayat-ı iktisadilerinde muhitleri olan Ruslara tabi olduğundan tabii bizim ziraatçi ahalimiz bizim de arazi sahibi zadeganlarımızla ziraatçi ahalimizi “menfaat” ayrı ayrı iki fırkaya iki mesleğe ayırması tabii Bundan başka ahalimizin amele kısmı mağazalar hademeleri ticarethaneler katipleri kendilerinin arkadaşları olan Rus ameleleriyle beraber hareket etmeleri ve onların gittiği yol ile maaşlarının çoğalmasına gayret etmeleri de tabii idi. Bunun için bu vakte kadar kendisinin hukuk-ı milliyesini muhafazada beraber çalışan ahalimiz ile zenginlerimiz menfaat nizaında burjuvazi ashab-ı emval kısmı ile amele kısmına ayrılmaya mecbur idi. Şu esbab-ı mucibeden dolayı efkar-ı umumiyyemizin tercümanı olan matbuatımız da iki kısma ayrılması tabii değil mi idi? Böyle olacağı şüphesiz ve pek tabii idi. Yukarıda söylediğim gibi bizim Rusya Tatarlarının gazete ceride neşretmesine ruhsat vermezlerdi. Koca bir milletin yalnız Kırım’da neşredilen bir Tercüman gazetesi vardıysa da Volga Nehri Tatarları umumiyyetle Kırım şivesini anlamadığından ahalimizin en az bir kısmı bu gazeteyi okuyabilir med Ağa Şahtahtinski tarafından daha bir gazete neşredilmeye başlamışsa da bu gazetenin de lisanı Azeri Türk şivesinde olduğundan bu da tabii bizim ahalimiz arasında taammüm edememiş idi. Bunun için i’lan-ı hürriyetten sonra bizim en birinci düşüncemiz tabii Kazan şivesinde gazete neşrine başlamak idi. Lakin yukarıda söylediğim sebeplerlerden dolayı erbab-ı kalemimiz de iki mesleğe iki fikre ayrıldığından bir gazete tarafında toplanmaları mümkün değil idi. Bundan başka eskiler de hürriyet-i matbuattan istifade ederek kendilerinin eskiliklerini neşretmeğe çalışacaklar ve kendilerine mahsus gazete yapacaklardı. Tabii olarak birkaç gazete meydana gelecek ve birkaç meslek takip edilecek ve gazeteler arasında meslek nizaları meydan alacaktı. Bizim Rusya Tatarları kendilerinin ahval-i ruhiyeleriyle Osmanlı Türklerinden hususen İstanbul ahalisinden bambaşkadır. Biz hepimiz de idyal ideal yani gaye-i hayal ile yaşıyor ve idyal dairesine toplanıyoruz. Takip ettiğimiz idyal bile kalsak mesleğimizi muhafaza ediyoruz. Biz de Osmanlı Türkleri gibi elbise değiştirircesine meslek değiştirmek hiç yoktur. Osmanlı Türklerinde taammüm eden mesleksizlik bizde yoktur. Bundan başka biz her şey hakkında açık ma’lum fikirler beslemeği seviyoruz. Ve dumanlı anlaşılmaz sözleri ibareleri sevmediğimiz gibi bütün hayat mes’eleleri hakkında da açık fikirli olmayanları sevmiyoruz. Biz bir kitap hakkında bir tenkıd yazsak bir adetimiz hakkında bir söz söylesek bir fikr-i felsefi hakkında konuşsak… Hep açık sarih konuşmayı tercih ediyoruz. Bir fikir hakkında bir kitap hakkında biz sizin gibi hiç ma’nayı haiz olmayan cümleler uydurmayı ve sonradan “güzel çok güzel” medihleriyle bu ma’nasız cümleleri medh ü sena eylemeği hiç kabul etmiyoruz. Bizim dimağımızda gayet büyük bir tahlil kuvvesi olduğundan biz her fikri tahlile başlıyoruz. Ve tahlilden sonra büyük tenkitlere girişiyoruz. Bütün gazetelerimiz bütün edebiyatımız benim davalarımın büyük delilleridir. Sizin otuz kırk sene devam eden edebiyatınız gayet az bir istisna ile Madam Katrini Madam Vazel Mari Mösyö Jorj’un muhabbetleri fecayileri ile uğraşarak milli edebiyatınıza aid utanacak derecede az kitaplar meydana getirdiğiniz halde ve bu kitapların da çoğunu on on beş sene sonra eğer Osmanlı Türkleri fikren şimdiki hallerinden geçebilirlerse peynir ve zeytin devşirmekden başka bir şeye yaramadığı halde biz on on iki sene zarfında kıymet-i edebiyyesi ve kıymet-i milliyyesi cihetinden servet-i milliyye namına kesb-i istihkak eden edebiyat meydana getirdik. Bu ciddiyetimiz mesleğe olan bu büyük muhabbetimiz tabii gazetelere de tesir edecek idi. Bunun mutlaka bir meslek mürevvic-i efkarı diye tanıyorduk. Her gazetenin ma’lum ve muayyen bir meslek gazetesi olması ve şu gazetenin kendisini kabul ettiği meslek-i felsefiden ayrılmaması Osmanlılardaki gibi patenteli patentesiz her hafiyye tabii gazete neşrine başlamayacak ve başlasa bile hiç parasız kalacak karı idi. Gazete idareleri ma’lum bir parti kulübü idi. Gazete muharrirleri ma’lum partiler fedaileri idi. Bunun için bu gazetelerin gidişleri ile tanışmak için Rusya Tatarları arasındaki fırkalarla tanışmaya lüzum görüyorum. Azerbaycan Türkleriyle Farslar beyninde kadimi bir münaferet vardır. Farslar Türklere kaba ahmak gibi ünvanlar vererek ehemmiyet vermezken hanedan-ı hükumet bil-akis Azerbaycan vilayetinin bu bir buçuk milyon çalışkan gayur uzvunu sabur mütehammil mütevazı unsurunu daima elde tutmak için birçok hilelere müracaat eder. Türkler eskiden beri hanedan-ı hükumete muhib ve şaha sadık tanındığından İran şahları bu bir avuç halkı İran’ın sair on bir vilayetine tercih eder ve bunları hoşnud bırakmak Azerbaycan’ın merkezi olan Tebriz’de geçirmeğe kadar huluslarda bulunurlardı. Tebriz hududa yakın olmak hasebiyle İran’ın ekser vilayetlerinden ticaretçe daha işlek ve birçok noktadan haiz-i ehemmiyyet addolunur. ken buna en ziyade Azerbaycan kıt’ası ma’ruz olurdu ve biçare Azerbaycanlılardan senede yüz binlercesi terk-i dar u diyara mecbur olurlardı. Otuz seneden beridir ki Azerbaycanlıların Hindistan Rusya ve memalik-i Osmaniyyeye olan hicretleri hayretefza bir surette tezayüd ediyor. Ve mezalimin altında bi-tab kalan zavallı köylüler akın akın komşu hükumetlere muhacerete mecbur oluyorlardı. Yalnız Azerbaycan’ın hedef olduğu mezalim şundan anlaşılır ki İstanbul’da beş bin İranlı tasavvur olunursa umumiyyetle Azerbaycanlı olup sair on bir vilayetten belki elli kişi bulmak mümkün değildir. niyyeden ziyade revabıt-ı mezhebiyye olduğundan ve İran’da mezheb dolapları pek ziyade revac bulduğundan her gün bir türedi zuhur eylese bir yeni mezheb icad eder ve İranlıların beyninde nifak ve adavetin tezayüdüne sebeb olurdu. Ben ilim Şu mezheb dolapları hükumetin işine pek ziyade yaradığından bundan istifade ile münevverü’l-efkar ve hukuku talebe muktedir İranlıları Babilikle itham ederek idama muvaffak olur ve bu mezahib-i muhtelife bir vatan evladını yekdiğerinden tenfire sebeb olurdu. Molla belaları mezheb davaları İran’ı öyle bir hale getirmişti ki değil bir Fars’ın Türk’e belki bir şehrin iki muhtelif mahallelisi yekdiğerine ayrı birer unsur gibi yekdiğerinden nefret eder ve daim mücadeleye müheyya bulunurlardı. Ruhanilerin ve hükumet takımının menafiini muhafaza eden bit-tabi’ cehalet olduğundan ahaliyi cahil bırakmak için şayan-ı hayret garibeler tasavvur olunmaz hilelerle halk okumaktan bucaklarda can verircesine şiddetlere ma’ruz bulunurlardı. Avamı iğfal için molla kıyafetliler “çok okuyanların ileride vadi-i dalalete sapacaklarını ve ne’uzu billah Babi olacaklarını ve her kim evladını çok okutursa ettiği bir fenalıktan dolayı indallah mes’ul ve muateb tutulacağını” ve saireyi söyler biçare ahaliyi zavallı köylüyü soymak için dini vasıta-i şeytanet ederek Babiliği nefret ettiği şeyi gözüne sokarlardı. hayale gelmeyen aksa-yı şark muharebesi açılmış ve Rusya’nın tepelenmesi ile herc ü merc-i dahilisi İran’da meşrutiyet talebine sebep olmuş idi. Rusya hükumetinin duçar olduğu bu zaaftan İranlıların lumdur ki İran şahları daima Rusya hükumetinin taht-ı hi’mayesinde yaşamış ve öteden beri adeta onların mahmisi addolunuyorlardı. dıkça veliahd olamaz ve bu mes’ele şahları Rus hükumetine pek çok rabıtalarla rabt ederdi. Hatta şah-ı mahlu Muhammed Ali veliahd olmaya salahiyyetdar değilken veliahd olması mahza Rusya hükumetinin tasvip ve icbarı sayesindedir. Yetmiş seksen sene akdem İran’da İngiltere politikası Rusya politikasına galib iken-Kafkasya’nın Ruslara teslimiyle neticelenen-Rusya ve İran muharebesinde İran’ı himaye edeceğini İngiltere hükumeti vaad etmişken sözünde durmaması elesinin zuhuruyla büsbütün mahvolmuş ve yerine bir Rus politikası kaim olmuştu. gide öyle bir hale gelmiş idi ki balada arz olunduğu vechile veliahdler tasdik olunduktan başka İran sadr-ı a’zamları dahi birer Rus me’muru addolunurcasına himaye olunurlardı. Rusya dahili ihtilalini fırsat addeden İran gençleri i’lan-ı meşrutiyyet ederken İngiltere dahi kaybettiği nüfuzunu kazanmak Meşrutiyetin ruhaniyyunun sa’y ü gayret ve hubb-i hürriyetleri sayesinde alındığına zahib olanlar varsa da bu bir fikr-i batıldan başka bir şey değildir. tahrib için -hükumetle birleşerek- binlerce şeytan-pesendane fikirler ihdas eden ruhaniyyunun meşrutiyet talebine kıyamı pek garib olurdu bu kıyam asıl hürriyet-perverlerin eser-i zeka ve mahareti idi. Bir taraftan milletin bunların mezaliminden bıkarak müheyya-yı kumet arasına nifak sokması bunları işe karıştırmış ve iş işten geçtikten sonra bunların rücuu muhal hükmünü almış Hürriyyet i’lan olunurken ruhaniyyundan pek çoğu meydana atılmış ve bu uğurda feda-yı cana müheyya bulunduklarını Bu cidden meşrutiyyet-perver olduklarından neş’et etmeyip belki bu yeni modayı tervicle diğer hem-mesleklerine takaddüm etmek daiyesinden neş’et ediyordu. duklarından bunlarda müctehidler vardır. Kaçarların İran’ı istilasında bunların mezaliminden kaçan müctehidler Necef’te kuşe-güzin-i uzlet olmuşken yine halka-i tedrislerinde yüz binlerce talebe mevcuttur. Bir talibe senelerce tahsil ettikten zeka ve dirayet fazl u mum ulema tarafından teslim olunduktan sonra müctehid kam-ı diniyyelerini bunların ictihad ve re’yleri üzerine icra eder ve bunlar umumiyetle ahali tarafından mukteda-bih tanılır. rın halka-i tedrisinde yetişir. Ve bunlar tarafından ruhsatname alarak İran’ın etrafına dağılır ve icra-yı vazife eder. Necef’te bulunan müctehidlerindir. Bazen bunlar miyanında cidden erbab-ı fazl ü kemalden ahval-i zamana vakıf nadirü’l-emsal zevatın yetişmesi dahi vakidir. Muazzez ve muhterem kardeşler dusunun refik-i has ve lazım-ı gayr-ı müfarıkı olan Osmanlı donanmasının şan-ı millet ihtiyac-ı memlekete layık derece-i tekemmüle isalini arzu etmeyen hiçbir Osmanlı tasavvur olunamaz. Tarih-i millimizin sahaif-i şan u iclalini tezyin eden nice hadisat-ı ulviyye vardır ki bunların hep Osmanlı ordusuyla hem-dest-i vifak olarak hareketi neticesi istihsal olunmuştur. Cadu-yı istibdadın meşrutiyyetimize bi-rahmane bir surette kasdettiği dem-i felakette bile irae-i satvete mecbur olan fedakar ordumuza en buhranlı zamanda dest-i refakat ve muavenetini uzatan muhterem donanmamızın her halde saha-i terakkı ve tekamülde hatve-endaz-ı teali olmasına çalışmak istikbal-i vatan namına temenni ve intizar olunacak en birinci fariza olsa gerektir. Hele bahri bir devlet olması lazım gelen memleketimiz için kuvve-i bahriyyenin lüzum ve ehemmiyyeti hakkında uzun söze ne hacet? Bugün siyasiyyat alemini tedvir eden düvel-i muazzama içinde en nafiz kuvvetin hangisinde olduğu ma’lum. Şevket-i berrisiyle bi-hakkın iftihar etmesi lazım gelen Almanya’nın bile muhafaza-i mevki edebilmesi için donanmasının takviyyesi esbabına nasıl bir tehalükle şitaban olduğunu nazar-ı siyasiyyesi icabınca ülkesine enzar-ı ihtirasat merkuz kalmış olan biçare memleketimizin istinad-gah-ı kavimi donanması olmasın? Hayfa ki kuvve-i bahriyyemizin hal-i hazırı ümidimizin ye’se inkılabını mucib olacak derece-i tedennide bulunduğu gün eldeki donanma ile vatanın müftekır bulunduğu himaye ma’atteessüf asla kabil değildir. Uzak sahillerde hatta yakın körfezlerde mevcudiyet-i milliyyemizi temin eden kuvvetin muvazene-i siyaset-i alemden başka bir kuvvet olduğu [olmadığı] kabil-i inkar mıdır? Bu muvazenenin bekamızın te’yidine ila-ebed kafil olacağından bizi kim temin edebilir? Fakat azim-perver olan bir millete böyle endişeler fütur vermekten ziyade terakkı etmek için taziyane-i teşvik olmalıdır. Eminiz ki istibdadı yıkan yirminci asr-ı medeniyyette kansız ne-i fazilet olan münevverü’l-efkar vatan evladları bu derde de derman bulacaklardır. Zira kuvve-i bahriyyenin tezyid ve maliyyemizin zafiyeti hasebiyle bir temenni-i muhalden ibarettir. Şu halde yine iane-i milliyye ile bu ümniyenin husulüne çalışmaklığı duş-ı hamiyyete almasını iktiza ediyor. Böyle bir emr-i hayra tevessülü ilk evvel teklif etmek suretiyle kardeşlerimize borçlu olduğumuz teşekkürat-ı samimaneyi takdim ettikten sonra tezyid-i kuva-yı bahriyye hakkında kulübümüzce tezekkür edilip daha muvafık addettiğimiz mütalaatın enzar ve ara-yı umumiyyeye vaz’ına karar verdik. Mütalaatımız fi Ağustos tarihli Yanya Askeri Kulübü’nün matbu kararnamesindeki tekliften pek farklı olmayıp yapılacak ianenin yüzde hesabıyla maaşat üzerine tarh u tevzii esasına müsteniddir. Ancak bu ianenin ihtiyari olmakla beraber şekl-i resmiyyete idhaliyle tekaüdiyye misillü mahiyye maaş tevzi olundukça herkesten kat’ u tevkıf olunması ciheti müreccahan tasavvur ve kabul edilmiştir. Ma’lum olduğu üzere ihtiyari terk olunan ianeler ekseriya akım kalıp derece-i tesiri ilk zamanlara münhasır kaldığı görülmüştür. Arzumuz yapılan fedakarlığın semere-dar olduğunu görebilmektir. Vakı’a i’ane ihtiyari olursa da böyle hayat-ı siyasimiz ve istikbal-i millimize aid olan mesa’il-i ciddiyyede fedakarlığın pek ciddi ve muzaaf olması iktiza eder. Mesela: Her zabit ve her me’mur maaşından yüzde bir kuruşunu i’ane-i bahriyye namıyla hazine-i devlete terk etse ve bunun birkaç seneye münhasır ve mahdud bir zaman için kat’ u tevkıfine muvafakat gösterse ve şu suret umum ordular zabitanınca ve bütün me’murin-i devletçe kabul edilse iane vermiş olan ashab-ı hamiyyete asla bar olmaksızın maksad ve mukaddese pek büyük menfaat temin etmiş olurlar. Şu tarz ianenin en mühim faidesi dahi hükumetçe peyderpey cem’ olunacak bu paranın yekunu bir kat’iyyet-i riyaziyye suretinde tahkık ettirilerek ona göre sipariş icrasına kemal-i emniyyetle karar verilebileceği kaziyyesidir. Bu usul zabitan kardeşlerimizce kabul edildikten sonra me’murin-i mülkiyyenin de ufak bir tergıb ile bu emr-i hayre iştirak edecekleri umur-ı tabi’yyeden olup daha sonra ahalinin de bu himmete teşriki eshel-i umurdan olacağı bedihidir. Herhalde olduğumuz bu fedakarlık hadd-i zatında pek değersiz göründüğü halde neticesi itibariyle hakıkaten pek mühim olduğundan bu hususta tereddüd gösterecek ihvanımızdan hiçbir ferdin mevcud olduğunu tasavvur edemeyiz. İşte teklif ve kararımız bundan ibaret olup umum kulüblerce muvafakat hasıl olursa Siroz ümera ve zabitanı maaşlarının yüzde birini iane-i bahriyye için hazine-i devlete terk etmek üzere Teşrin-i evvel evasıtında kulüb-i askeri vasıtasıyla Harbiye Nezareti’ne arz ederek müracaat ve istirhamatta bulunacaktır. Ve Siroz’da bulunan me’murin-i Mülkiyye vesaireyi de maaşlarından şu suretle yüzde bir miktar iane-i bahriyye namıyla terk edeceklerine dair vilayet ve sadarete müracaat etmek için teşvik ve tergıb edecektir. Diğer taraftan redif zabitanı beray-ı muayene karaya çıktıkça zabitan ve me’murinin mekte olduklarından ve kuvve-i bahriyyenin derece-i lüzumundan bahisle ahalinin de kendi rızalarıyla tahsilat icra edildikçe maarif hissesi gibi bir mikdar-ı münasib akçenin leri için teşvikat ve tahrikatta bulunacağız. El-hasıl bu emr-i hayre bütün Osmanlıların iştirak etmelerine zabitanın delalet etmelerini daha müfid ve musib gördük. Bilumum kulüblerce muvafakat hasıl olursa me’murin-i hükumetin ve ahali-i mahalliyyenin şimdiden tergıb ve teşvikiyle beraber yüzde kaç terk etmeğe karar verildiğinin emr-i iş’arını ve kaç sene için devam edeceğinin ve bu babdaki mütalaalarının mufassalan sür’at-i mümkine ile der-miyanını hissiyyat-ı kalbiyyemizin kabulü istirhamına terdifen arz u istirham eyleriz hamiyyet-perver kardeşler. fi Ağustos TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ekim Üçüncü Cild - Aded: Alem-i vücuda senden bir kerim zuhur etti ki o kerim abası kürema olan diğer bir kerimden zuhura gelmiştir. Sen alem-i hestide öyle bir kerim olarak zuhur ettin ki peder ve maderin kerim ve ecdad ve ceddatın kerimdir. Ebeveyn-i muhteremeyn hazeratının ehl-i nar olmadıkları bu beytin müfadından dahi celiyyen nümayandır. zuhur etti ma’nasına fi’l-i mazi kavliyle bu alem lafzında tecridiyyedir ve bu beyitte sanai’-i fa’il ve ikinci evvelki kerimin ve cümle-i ismiyyesi ikinci kerimin sıfatlarıdır. Ve deki zamir Neseb-i tab-nak-i Muhammedi bir neseb-i celildir ki tecelli ettiği mehasin ve kemalata atf-ı nigah edince guya Cevza o nesebin meratib-i aliyyesine efrad-ı ma’ali-nihadına kendi yıldızlarını gerdanlık etmiş sanırsın. mübteda-i mahzufun haberidir. Ve tenvini ta’zim takdirindedir. Neseb: Müteferrikan-ı kasinin lafzının sıfatıdır. a’lanın müennesi olan ulyanın cem’i ve nin birinci mef’ulüdür. da sebebiyyedir. Ve ye mütealliktir. Hanın zamm ve kesriyle hilyenin taklidden nin ikinci mef’ulüdür. zamiri alaya racidir. nez-i hafıd üzerine mansub olarak takdirindedir. Ve zamir cevzaya racidir. lafzı fihamra vezninde buruc-ı felekiyyeden bir Ne güzel ol kılade-i siyadet ve iftihar ki sen onda nazir-i na-yab bir dürr-i masum ve mahfuzsun. siga-i medh ve mukaddem haberdir. Aynın kesriyle gerdanlık ma’nasınadır ve mu’ahhar mübtedadır. Sin’in siyadet ve fa’nın fethiyle iftihar ma’nalamübteda haber mübtedadan hal haberin sıfatıdır. Bu cümle in sıfatı veya ondan a’samın müennesidir ve burada onunla masun ve mah- Ve senin afitab gibi alemi izae eden tal’atın dahi ne güzeldir ki ondan leyle-i garra aydınladı. Nur-ı tal’atın zuhur etmekle o leyle-i garra o leyle-i celilü’l-kadr müstağrak-ı envar-ı ma’nevi oldu. vech ma’nasınadır ve üzerine ma’tuftur. lafzı kelimesine ve de harf-i cer ya mahyanın sıfatıdır. ef’al ona müte’alliktir. fa’il ve onun sıfatı ve fi’l maa fa ile nın sıfat ba’de’s-sıfatıdır lafzını burada mecazen celilü’l-kadr Fransa Hariciyye nazırlarından Hanotaux’nun vaktiyle müslümanlar hakkında yazarak Paris’te çıkan Le Journal gazetesiyle neşrettiği bir makalesi el-Mü’eyyed tarafından o zaman Arapçaya tercüme edilmiş. Merhum Şeyh Muhammed Abduh akşam sabah Kahire’den vapurla Aynu Şems’teki evine gider gelirken gazeteleri gözden geçirmek i’tiyadında olduğundan Hanotaux’nun makalesini okumuş müteessir olmuş. Evine gelir gelmez reddiyyesini yazmaya başlayarak birinci makalesini akşam yemeğini müte’akib bitirmiş ertesi günü çıkan el-Mü’eyyed ’e yetiştirmiş. Biz evvela Hanotaux’nun makalesini olduğu gibi yazacağız. Merhumun makalesini sonraya bırakacağız. Çünkü Hanotaux’nun ne söylemiş olduğu bilinmezse tabii üstadın söylediği sözler hangi itirazlara cevaptır ne dereceye kadar doğrudur anlaşılamaz. Şunu da söylemeliyiz ki aslını bulmak pek zor olacağı yoruz. Biz bugün İslam ve mes’ele-i İslamiyye karşısında bulunuyoruz. Asya evladı olan müslümanlar Bizans medeniyetin bekayasını hamil bulundukları halde Afrika kıtasının şimalini yetişilmez bir süratle geçerek Avrupa’ya dayandılar. Lakin burada bir medeniyyet buldular ki aslı Asya’ya müntehi idi; daha doğrusu Bizans medeniyyetine münasebeti beraberlerinde götürmekte oldukları bekayadan daha ziyade idi ki o medeniyyet de medeniyyet-i Ariyye-i Nasraniyye idi. Bunun sırlardan beri ikamet ettikleri Afrika’ya dönmeye mecbur oldular. Bununla beraber hilalin iki ucu muttasıl ilerleyerek bir taraftan İstanbul’a diğer taraftan mağrib-i aksadaki Fas’a kadar dayanıyordu. Afrika’nın mülk-i İslam’a makar olan bu parçasında Fransa hükumeti karşı çıktı. Validesi tarafından İspanya’ya nisbeti olan Saint Lui Dokuzuncu Lui Mısır’da Tunus’ta ateş kanalı alevledi. Sonra on dördüncü Lui Afrika’daki ahali-i polyon da aynı mesleği ta’kıb etti. Nihayet Fransızlar on dokuzuncu asırda arzularına muvaffak oldular ki Cezair yetmiş Tunus da yirmi seneden beri ellerinde bulunuyor. Bugün kuvvetlerimizin taliaları ta sahra-yı kebirin kum yığınlarına kadar vasıl oluyor ki bir taraftan bizim bu ilerlememiz diğer taraftan onların gafleti hakıkaten müdhiştir. Çünkü onlar yavaş yavaş çölün içine çekildikçe zannediyorlardı ki gayet emin bir mevkide bulunuyorlar. Halbuki Avrupalılar kendilerini dört taraftan ihata etmişlerdi. Senegal tarafından gelen kabail yerlilere Avrupalıların o havaliyi zabt ederek oradan Bakil Bamakva Sigo Sigoro’ya doğru ilerlediklerini diğer taraflardan da Tanyagara’ya Şat Gölü’ne kadar vardıklarını hatta o mukaddes Timbuktu şehrinin de senelerden beri ellerine geçtiğini haber veriyordu. Sonra Afrika-yı vustayı bir baştan öbür başa kadar dolaşan kendi adamları da bu haberleri te’kid ettikten başka Sanga ve Tagavendere cihetlerine de tanzim-i bilad için nehirleri geçen üç renkli bayrak hamillerinin ayak bastığını vapurlarının da Kongo Şari nehirlerini yardığını söylüyorlardı. Bu sözleri işiten yerliler evlerinin eşiğinde oturarak “Kadermiş ne yapalım” demekten başka bir şey yapmıyorlardı. Bugün Fransa her yerde İslam ile temasta daha doğrusu İslam’ın ta göbeğinde bulunuyor. Çünkü müslümanlardan birçok arazi almış birçok kabaili satvetine münkad etmiş de karşılarına eski reisleri makamına kaim olarak çıkmıştır. Bugün müslümanların şuunu üzerine tasarruf eyliyor vergilerini cibayet ediyor gençlerini hizmet-i askeriyyeye alarak harb ve darbde kullanıyor. Kartacalılar Romalılar Araplar gibi hükumat-ı sabıka ve akvam-ı münkarızanın bırakmış olduğu asar-ı medeniyyete yegane varis Afrika’nın ortasında tesis olunan bu hükumet-i vasiadır. Nüfusunun adedi kırk milyona baliğ olan nefsinden başka rehber mürşid tanımayan hükumeti dest-i tasarrufuna almak için birbiriyle uğraşan saltanat aileleriyle riyaseti veraset tarikıyle ihraza çalışan rüesa gailelerinden büsbütün masun olan bir cemaat adetçe kendisine müsavi olmaya çalışan diğer bir cemaatin zimam-ı idaresini eline almıştır ki o da bu vasi’ arazide bu mechul kıtaatta yayılmış olan ve bizim muhterem tanıdığımız akaid ve adattan başka birtakım akaid ve adata bağlı olan cemaat-i İslamiyyedir. Berikiler samiyyü’l-asl olup ariyyü’l-asl olan bu cemaat-i cumhuriyye-i nasraniyye ona şimdi medeniyyetin ruhunu getiriyor. Müslümanlar yalnız içimizde olduğu zaman değil hariçte bulunduğu takdirde de bizimle temasta bulunmaktadır: hep müslümanlarla temastayız. Müslümanlar Asya’da mevcut ve günden güne mütezayiddirler. Hatta Beyt-i Makdis de onların elindedir. Mehd-i insaniyyet olan bu kıtada bayrakları temevvüc ediyor. Adetleri bu arz-ı kadimin kıtaatında milyonlarla sayılıyor. Bunlardan bir şube de Çin taraflarına giderek öyle müdhiş bir surette intişar etti ki bazılarının kavlince mevcud yirmi milyon müslüman yüz milyona baliğ oldu. Bu da pek istiğrab olunacak bir şey değildir. Zira dünya üzerinde hiçbir yer yoktur ki Müslümanlık oraya girsin de yandan ziyade inhimak gösterdiği yegane din Müslümanlık’tır. Bakarsınız ki Afrika içindeki murabıtlar beyaz libaslara bürünerek çırçıplak dolaşan putperestlere kavaid-i hayatı mebadi-i süluku öğretiyorlar. Afrika’da böyle olduğu gibi Asya’da da ırk-ı asfar arasında Müslümanlık intişar edip duruyor. Sonra bu din Avrupa’da yani İstanbul’da öyle bir surette yerleşmiştir ki o sayede şark denizlerine hakim olan garb hükumetlerini iki fırkaya ayıran bu dinin öyle müstahkem bir mevkiden kökünü kazımağa akvam-ı nasraniyye bir türlü muvaffak olamamıştır. Yıldız Köşkü’nde hocalar dervişler görürsünüz ki suf libaslara bürünmüş başlarına koca koca sarıklar sarmış oldukları halde düvel-i ecnebiyye sefirlerinin yanı başındaki sandalyelere kurulurlar. Onlar bu vaziyetleriyle adeta bin bir gece hikayesindeki eşhası hatıra getirirler. Oturdukları yerden hiç kımıldanmayarak yalnız ellerindeki tesbih tanelerini çekerler ve bu suretle arz-ı matlab nöbetini beklerler. man varsa hepsi namaz vakti gelince abdest alır yahut toprakla teyemmüm eder yüzünü Kabe’ye doğru çevirir. Bu hususta geniş esvab giyenler İstanbulin ile gezenler başlarında fes yahut sarık bulunduranlar kuşaklarında bıçak yatağan taşıyanlar Berlin’de fünun Paris’te ulum öğrenenler arasında asla fark yoktur. Hepsi de yüzlerini aynı makama doğru çevirir. O müşterek kıble de sahra ile muhat olan arz-ı mukaddestir. Muhammed’in yaşadığı arz Muhammed’in cism-i mübarekini ihtiva eden topraktır. O arza herkes kemal-i huzu ile girebilir. Aba-i müslimin bu arzdan geldiği için ebna-yı müslimin de hac denilen bir hareket-i daime ile oraya Beytü’l-Haram’a gitmektedir. Müslümanların kaffesi bu makam-ı mukaddese doğru kemal-i iştiyak ile atf-ı nazar ederler. Günün birinde oraya gitmek emelinden başka hiçbir lezzet-i hayat bilmezler fariza-i haccı eda etmeden ölürlerse telehhüf içinde dünyaya veda ederler. El-hasıl küre üzerindeki müslümanların kaffesini cem’ eden rabıta birdir ki onunla tedbir-i umur ederler. Onunla fikirlerini aynı gayete çevirirler. O rabıta kuvve-i mıknatısiyyenin müncezib olduğu kutba benzer. Bir kere de Kabe’ye Beyt-i Haram’a ma-i mukaddesin kaynadığı zemzem kuyusuna Hacer-i Esved’e dünyanın göbeği dedikleri rikkete [rükne?] yaklaşıp da dünyanın öbür ucundan şedd-i rahl ederek geldikleri maksadı istihsal ettiler mi artık kalblerindeki hamiyet-i diniyye büsbütün ateşlenir: Saf saf olup eda-yı salata tehalük ederler. İmam önlerine geçerek “Bismillah” deyip başlar başlamaz sükun u sükut yüz binlerce musallinin üzerine kanatlarını gerer. Huzu’ ve huşu’ bütün kulubu dodurur ve sonra hepsi birden bir sesle “Allahu Ekber” der daha sonra alınlar “Allahu Ekber” deyip yere kapanır. Hem “Allahu Ekber” sadası ma’na-yı ibadeti temsil edecek bir savt-ı haşi’le yükselir. Üçüncü akıdenin levazımı: Bu alem-i faniye kesb-i fezail ve kemalat ederek- daha ali bir aleme uruc ve irtihal için geldiği ve bir hayat-ı sermedi ve naim-i ebediye ancak o alem-i lahutta nail olabileceği kimin kalbinde yer tutarsa bu akıdenin gösterdiği yola uyarak aklını ahlakını ulum-ı hakka ve maarif-i aliyye ile tenvir ve tasfiye eder. Zira cehlin tevlid edeceği nakais vusul-i maksada hail ve mani olacağından korkar korkar da zatına mevdu olan kuva-yı bedeniyye ve melekat-ı akliyyesini ma-halaka lehinde ile asar-ı hasenesini ibraza sarf-ı himmet eder. Kemalat-ı müktesebesi yavaş yavaş zuhur ve incilaya kuvveden hayyiz-i fi’le irtikaya başlar. Bila-fütur melekat-ı nefsiyyesini ikmale i’dada sa’y eder. Kesb-i mala mübaşeret ederse tarik-i hıyanete salik olmaz. Hiyel ve ekazibden i’raz ve ebvab-ı irtikabdan ihtiraz meşruada arar. Müktesebat-ı maliyyesini layıkı gördüğü yerlere münasibi vechile ve lüzumu kadar sarf ve infak eder. Menafi’-i umumiyye ve mesalih-i şahsiyye hiçbirini unutmaz ve geri bırakmaz. Çünkü bir darü’l-cezanın vücudunu mu’teriftir. lan medeniyyet-i sabiteye doğru gitmeğe insanı irşad eden bu akıdedir. Sırat-ı müstakim ma’delet üzerinde seyr ü hareket kukunu gözetmek esasına müstenid bulunan hey’et-i ictimaiyyenin devam-ı intizamı bu akıdenin vücuduna mütevakkıfdır. Bu i’tikad beyne’l-ibad tevsik-i revabıtın yegane zeriasıdır. Zira tevsik-i revabıt -bu akıdenin ahkamı mucebincehudud-ı muamelatı tecavüz etmemekte adlin kuvvetine kemal-i sıdk u huzu ile müraata vabestedir. Bu i’tikad rahmet-i ezeliyyeden bir nefhadır ki kulub-ı adl ü muhabbetin semeresidir. Adl ü muhabbet de sahibini haziz-i şerr ü şekadan tahlis ile medeniyyet-i kamile kürsüsü üzerine ref’ eden bu akıdenin gars u telkih eylediği ahlak-ı hamide şecere-i tayyibesinin şükufeleri gibidir. Müşkil bir iş değil. Bir sınıf halk tahayyül buyurunuz ki bu akıdeden mahrum bulunsun kizb ü şikaka hiyel ü nifaka masdar olmaz mı? Gadr ü ihtiyali hırs u cidali gasb-ı emvali helal addetmez mi? Fıkdan-ı irfan ile ma’yub amayı cehl ile ma’lul olan bir halktan ne ümid edilir? Bahsimizin evvelinde zikri sebkat eden hısal-i selaseyi üç haslet vardır ki tarih-i kıdemi gayr-ı mahdud ve fakat nüfus-ı beşere dinin tab’ u nakş etmiş olduğu muhakkaktır. Birinci haslet hayadır. Haya calib-i levm ü tevbih her şeyi irtikabdan nefsin infial ve teessürü demektir. Nüfusun şenayiden istinkafı ve bu suretle cem’iyyet-i beşeriyyenin muhafaza-i intizamı hususunda bu hasletin te’siratı hakka ki yüzlerce kavanin ve binlerce kuva-yı zabıtadan daha ziyadedir. Zira nefs-i şerir-i beşer bir kere hicabı hayayı yırtarak fezahet ve dena’et vartasına sukut eder ve kendisinden sadır olan a’mal ve akvalde mübabalatsızlıkta bulunursa artık onu icra-yı mefasid ile nizam-ı ictima’iyi ihlalden hangi ceza men edebilir? Meşhur Solon bu noktayı mülahaza ederek her bir fi’l-i kabiha ve hatta bir defaki yalana bile katil cezasını ta’yin gibi bir ifrat-perestlikte bulunmuştur. Şime-i haya şeref-i nefsi istilzam eder. Şeref-i nefs bil-umum muamelatın medarı sıhhat-i ukulün mihekkidir. Silsile-i intizam ona merbuttur. Uhud ve ukudu himaye eden odur. İnsanların kavlinde ve fiilinde sebatını zamin olan re’sü’l-meali odur. Haya iba gayret hepsi bir şeydir. İsimlerdeki ihtilaf – nefsin bir şeyden nefreti veya bir emr-i hayra meyl ü muhabbeti gibi – maani ve asar-ı haya itibaratıyladır. ulum ve maariften istifazaya şeref ve fazilette tekemmül ve tealiye şevket ve azameti takviye ve tevkıre mevadd-ı gınayı teksire tevcih eder. Hangi bir milletteki gayret ve iba şiyem-i mübeccelesi mefkud ola o millet terakkıden mahrumdur. Esbab-ı refah ve mevadd-ı umran mevcud olsalar dahi yine tekasül ve adem-i hiş gibi ef’al-i keriheden adem-i ictinabı hasebiyle zillet ve meskenet darabatı altında hatm-i enfas-ı hayat eder giderler. Muaşeret ve mukarenet hususunda ahad-ı ümmet arasındaki revabıt-ı ülfet hep meleke-i hayaya müntehidir. Zira revabıt-ı ülfet hıfz-ı hukuk ve ma’rifet-i hudud ile te’yid edilir ki bu da o meleke-i kerimenin vücuduna tabidir. Haya bir sıfattır ki sahibini adab-ı müstahsene ile tezyin ve şehevat-ı behimiyyeden tenfir eder. Harekat ve sekenata ve cemi’-i a’male bir ruh-ı i’tidal bahşeyler. Feyz-i haya bir hulk-ı feriddir ki insanı erbab-ı irfanın eserine mümaşata tergıb ve nevakıs ve meayibden tahzir ve cehl ü gabaveti zillet ve hakareti kabulden terhib eyler. Sıdk u emanet dahi bu hulk-ı azimden tevellüd etmiş olmak hasebiyle aralarında şedid bir mukarenet vardır. Muallimlerin mürebbilerin alet-i te’dibi de bu haslettir. Mekarim-i ahlaka da’vet ve fezail-i suveriyye ve ma’neviyyenin neşr ü ta’mimine hizmet edenler nasihatlerinde onu leri tahrik ve müteharrikleri teskin ederler. Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh’in kabiledaşlarından be ra-yı hac gelenlerden tanıdığı bazı kesana bilirim ki ailem benim gıyabımdan dolayı müteessirdirler deyip şu: Tercüme: şiirini göndermiş ve bunun üzerine peder ve amca ve biraderleri gelip Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh’i görmüş oldukları dahi rivayet olunmaktadır. Kendileri ekabir-i ashabdan olduğu gibi sufiyye nezdinde dahi büyük bir ehemmiyetleri vardır. Zeyneb bintü’l-Cahş el-Esediyyedirler ki valideleri ceddü’n-Nebi s.a. Abdülmuttalib’in kerimesi “Ümeyme” olmakla zat-ı risalet aleyhi ekmelü’t-tahiyyet Efendimiz hazretlerinin hala-zadeleri olmaktadırlar. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe radiyallahu anha’den mervi olduğu üzere kendilerine ümmehat-ı mü’minin arasında hüsn-i menziletçe ancak sahibetü’t-tercüme muadil olurlar idi. Yine Hazret-i Aişe radiyallahu anha’den rivayet olunduğuna göre müşarün ileyhadan daha mütedeyyin ve daha takı ve saduk hiçbir kadın görülmemiştir. Bir gün Nebiyy-i zi-şan Efendimiz Hazretleri Hazret-i Ömer’e radiyallahu anh Cenab-ı Zeyneb’i radiyallahu anha “evvahe” sıfat-ı mübarekesiyle tavsif ve bir adamın “Ya Resulullah evvahe nedir” suretiyle istifsarı üzerine bu kelimeyi Peygamberimiz s.a. mütehaşşi’ ve mutazarrı’ ile tefsir ve tarif buyurmuşlardır ki Kur’an-ı Kerim’de dahi enbiya-yı kiram ve ale’l-husus Ebu’l-enbiya İbrahim aleyhi’s-selamın kadr-i ber-terleri kıbel-i Rabbani’den bu kelime ile tavsif ve i’la buyurulmuştur. Müşarün ileyhanın asıl isimleri “Berre” olup “Zeyneb” buyurmuşlardır. Ümmehat-ı mü’minine hitaben “Bana en evvel kavuşacak olanınız yed’i en uzun olanınızdır” suretiyle vuku’ bulan ahbar-ı Peygamberi s.a. en evvel hak-i pak-i risalet-penahiye kendileri ru-say-ı iltihak olmalarıyla yed-i tulası tasadduk ve birek-i zat-ı mübarekelerine ait kaldığını da isbat eylemişlerdir. mü’minin için ifraz olunan parayı Cenab-ı Ömer radiyallahu anh Cenab-ı Zeyneb’e radiyallahu anha dahi göndermiş ve müşarün ileyha dahi bunun cümlesini tasadduk eylemiş ve “Ya Allah bundan sonra bana ata-yı Ömeri vasıl olmasın” diye dua buyurmuş ve fi’l-hakıka bundan sonra yirminci sal-i hicride irtihal-i dar-ı fena eyleyip ata-i ilahiye nail ve seza ve Cennetü’l-Bakı’de ebed-nişin-i beka olmuşlardır. dileri olmuştur veya sene hem-ser-i Peygamberi olmak şerefine nail olmuşlardır. Ümmü’l-Hakem ve Ümm-i Eymen künyeleri idi. Namazlarını Hazret-i Ömer radiyallahu anh kıldırmışlar Konferans Muhterem bir hey’et huzuruna çıkıp da onlara ifa etmekte oldukları mukaddes vazife vazife-i tedris hakkında söz söylemek bir aciz için büyük cür’ettir… Bunu düşündükçe sıkılıyorum… Hususen cür’etim derin bir ihtisas eseri değil sade bir ihlas eseridir. Bundan başka da kemteriniz kalabalık içinde söz söylemeye alışık değilim. Ale’l-husus ki kendilerine söylemekle müşerref olduğum zevat kuru kalabalık değildir senelerdir kürsi-i tedrisi tezyin etmiş zevat-ı muhteremedir. Ale’l-husus ki söyleyeceğim sözler kuru söz değildir ilme ve tedrise dair sözlerdir. Bir cihetten de deruhte ettiğim müşkil işten kendim sıkıldığım kadar muhterem muhataplarımı sıkmakla beraber müfid bir şey yapamamaktan endişe-nakim. Bu da ayrıca bir bar-ı hatırdır. Bu ağırlıklara mukabil – hamd olsun – medar-ı tahaffüf olacak kuvvetten mahrum değilim. Çünkü güzel lisanımıza öteden beri aşıkım. Türkçemize Türkçemizin tevessü’ ve intişarına küçük yaştan beri alakadarlık hissederim. Lisanımızın terakkisi mevzu-i bahs olan yerlerde aczi unuturum… Dağları yüklenmeğe kendimde kuvvet bulurum. kında bir iki musahabe ve tezekkür yapmak üzere maariften vuku’ bulan teklifi bila-tereddüd kabul ettim… Kendi kendime dedim ki muhterem muallimlere bir şey öğretemesem de bu emr-i mebrurda kendilerine ufak bir muavenet arz edebilmem mümkündür. İşte böyle düşündüm.. Bu düşünce şey bir konferans değil naçiz bir musahabedir. Zannederim ki sözümle değilse bile özümle ihlasımı hulus-i niyyetimi arz edebildim hüsn-i niyyetimin hüsn-i telakkı göreceğine saf bir ümidle ümidvarım. Cür’etimin uluvv-i niyyetime bağışlanacağına pak bir itminan ile mutmainnim. girişiyorum. Mekatib-i Rüşdiyye programlarında “lisan-ı Osmani” “kavaid-i lisan-ı Osmani” veya sadece “kavaid” diye gösterilen bir şey var.. Bu nedir? Bundan maksad bizzat lisan mıdır? Lügatiyle fülanıyla bütün Türkçe midir? Yoksa bunun yalnız bir ciheti midir? Biliyoruz ki bundan maksad bir cihettir. Türkçe’nin lügatlerini birbirine rabt ve terkib etmektir. Onu bir saat gibi işletmektir. Onun nasıl işlediğini anlamaktır. Fakat bu terkip işinin yanında terkipte kullanılacak kerestenin de yeri vardır. Zaten bu iki şeyi birbirinden ayırmak müşkil. Çünkü lügat ve kavaid birbirine mürtebit. Fakat bu derste kavaid doğrudan doğruya maksud olarak nazarda tutulur. Burada hatıra gelir ki Mekatib-i Rüşdiyye müdavimleri Türkçe’yi zaten tekellüm etmektedirler. Bunlar bunu kaç kere kırdıkları bir oyuncak kadar tanırlar. Gerek lügat denilen müfredatı bilmek itibariyle gerek bunları kavaide göre rabt u terkib ile işletmek ve tasarruf etmek itibariyle Türkçe ile Türkçe’nin hatta ince nükteleriyle oynamayı pek iyi bilirler. Bu hal karşısında bunlara yabancı bir lisan öğretir gibi bunu yeniden temrin ve tedris etmek abes olmaz mı? Vakıa bunlar lügatlere de sahipler… Bunların mekanizmasına de bigane değiller.. Bunu az çok iyi işleyen bir saat gibi işletirler. Fakat bu işte bu işletmede epeyce hatalar vardır. Bundan başka da bunların söylemekte gösterdikleri kuvvet ve meleke yüzdedir. Temrin ve tedris ile o hatalar kalkar o kuvvet o meleke daha sağlamlaşır. Hususen söylemek kuvvetine yazmak kuvveti ilave edilir. Çocuğun söylemekte yazmakta tabiat-i maslahat sevkiyle kazandığı kuvvet artırılıp meleke haline getirilir. Bunun için dünyanın her tarafında etfale söyledikleri lisan kavaidinin tedris edilmesi usulü henüz mer’idir. Çocuk gördüğü şeyleri derin görüp göstermeğe alıştırılsa çocuğun etrafındakiler sözü yanlışsız ve düzgün söyleyebilse kavaidi ders suretinde temrin etmeğe ihtiyaç azaldıkça azalır idi. Belki de bu ihtiyaç kalkıp istikbale karşı ihzar edilmeleri bize vacib olan çocuklarımızın kıymetli vakitleri kabiliyyetleri daha mühim daha faydalı şeylerde kullanılır idi. Fakat bugün bu bir hayal halindedir. Biz bu hakıkati daima göz önünde tutarsak bu gayeye adım adım takarrüb edebiliriz. Şu bahsi daha iyi tenvir ve tavzih için tabiattan muktebes güzel bir misal var… Mini mini çocukları lisanı söylemesi limden ders almış? Hangi kitabı okumuş? Üç yaşında dört beş yaşında minicik bir mahluk… Eşyayı isimleriyle tesmiye ediyor… İsimlere vasıflar koşuyor.. Bunları birbirine ta’kıb zincirliyor işletiyor.. Hülasa lisanı tıkır tıkır söylüyor. Beri tarafta senelerdir mektepde kitaptan yabancı bir lisan öğrenmeğe çabalamış kocaman bir adam sonradan öğrendiği lisanda lerin muvaffakıyyeti acaba ilham eseri midir? Bunlara bunu kuşlara yuva yapmasını öğreten sevk-i tabii mi öğretiyor? Öyle olsa mesela Türk çocuğunun Arapça da söyleyivermesi lazım gelirdi. Biliyoruz ki bu çocukcağız ana kucağından başka mektep görmemiştir. Ya ana kucağı mektep midir? Şüphe yok ki tabiatin şu geniş meydanı bütün mekteptir. Bizi muhit olan şeylerden ders almayı bilsek belki de hiç başka kitaba başka muallime muhtac olmayacağız. Çocuğun muhiti dikkatle tahlil edilecek olsa bunun için en iyi usul-i tedris çıkar. Öyle bir usul ki onda her şey tabii her şey su gibi akıyor… Sına’i zoraki bir şey yok. Biz de kavaid tedrisinde bu misali taklid etmeliyiz… Tabiate ve tabiatin ilcaatına sevkıyatına tabi olmalıyız. Buna muvafık ve mütekarib olan şeyleri kabul ve tervic etmeliyiz. Buna uymayan şeyleri terk ve def’ etmeliyiz. Mekteplerdeki tedrisatta acaba tabiati taklid ve tabiatin ki etmiyoruz. Hem pek çok cihetten. İşte pek çok hilaf-ı tabiat şeyler var… Fakat alışmışız… Farkında olmuyoruz. Tütün Afyon bile yiyorlar. En şayan-ı esef olan bir noktadır ki kusuru yapan biz iken biçare etfal-i ma’sume bunun mağduru oluyor. Lisan ve kavaidi kolaylıkla tahsile mani olan engelleri ne kadar atar isek tabiate temessükle işi ne kadar sadeleştirir Mekteplerde iltizam olunan hallerin külfetlerin işi ne kadar güçleştirdiğini iyice anlamak için mes’elenin safhalarını şöyle bir gözden geçirmek münasib olur. Bu derdler cümlece ma’lum ve mu’teriftir.. Bir kere lisan tabiatinden çıkarılmış müz’ic ve müfsid engellere kaptırılmış.. Sonra da etfal için mugaddi ve hazmı asan asarımız yok… Kavaid namına yazılan kitaplarımız hale ve etfale muvafık değil.. Bunların hepsinden beter olarak da usul-i tedrisimiz gayet fena. Lisan tabiatten çıkarılmış müz’ice ve müfsid engellere kaptırılmış dedik. Çünkü ma’lumumuz ki söylenilen lisan ile yazılan lisan arasında büyük açıklık var. Lügatler bizim değil.. Bunların telaffuzu bizim değil.. Bunları işleten kaideler bizim değil.. Yazı bizim değil.. Ana kucağından mektep sıralarına düşen sene sene sınıf sınıf ilerleyen çocuk zaman geçtikçe bu kayıtlardan daha ziyade sıkılıyor.. Bu yükün altında daha ziyade eziliyor. Zavallı çocuk… Bakıyor ki yer gök her şey değişmiş… Yerin adı arz olmuş zemin olmuş… Güneş demiyorlar… Şems diyorlar hurşid diyorlar mihr diyorlar afitab diyorlar… Ay demiyorlar kamer diyorlar mah diyorlar. At diye tanıdığı hayvana on on beş ad takmışlar… Feres esb rahş semend reh-var şeb-diz yek-ran tevsen sütur kümeyt edhem diyorlar. Deniz diye bildiği şey bahr derya yemm lücce kulzüm muhit ve daha birçok şey olmuş. Bir şeye yalnız bir isim kafi iken böyle birçok körlük bir sarmazlık gelmeğe başlıyor. Zavallı çocuk… Bunları alıştığı tabiat edindiği gibi telaffuz da edemiyor. Mesela “derya”yı “serçe” gibi yahud “karga” gibi söylemek kabil mi? Halbuki kendisi iki meftuh heceli kelimeleri ancak “serçe” gibi “karga” gibi telaffuza alışıktır… Bunu değiştirmek kendisince alıştığı ahengin hilafıdır. Zavallı çocuk kendi bildiğini okuyamayacak. “Hava” diye bildiği kelimeyi “heva” telaffuz edecek “şarab” diye bildiği kelimeyi “şerab” okuyacak. “Lokma” diye öğrendiği kelimeyi “lukme” diye yutacak. Artık “tahta” “hafta” “hasta” “yağma” diyemeyecek. “Zavallı”yı bile “zevallı” gibi inceltecek. Zavallı çocuk… Görüyor ki Türkçeliğini anlamaya başladığı birçok kelimeler de bu bid’atçiliğe kurban edilmiş.. “Para” Türkçe “yara” Türkçe “kara” Türkçe “ara” Türkçe.. Bunları pek iyi anlıyor. Bunları niçin “çare” gibi “pare” “kare” “are” diye telaffuz edildiğini anlayamıyor. Bunu anlamak “Paresiz kaldım efendim paresiz” pa-ra yahud: “Duş olup bir taze yare Cane açtım taze yare” ya-ra yahud: “Kare gözlüm kare bahtımdır sebeb” ka-ra yahud: diyor. Kaldı çeşm-i hun-feşanım fark-ı ağ u kareden diyen de var ya ne ise. Çocuk bir az karihalı olup da bunlara karşı mesela meşhur bir türkünün “Yemenim turalıdır Sevdiğim buralıdır Geçme kapımın önünden Yüreğim yaralıdır” kıtasını okuyacak olsa “tura” “yara” yanlıştır diye reddolunur. Belki de bu cür’eti hilaf-ı edeb addolunur. Böyle bayağı bir türkü ile istişhad mı olunur? Ba-husus “Geçme kapımın önünden” edebe muvafık olur mu? Ama “Duş olup bir taze yare” edebiyata muvafık! Lisanımızın vaktiyle yapılan ve devam edilegelen hatayı yüzümüze vururcasına kendi kendine Türkçeleştirdiği “çamaşır” gibi “mintan” gibi “cep” gibi “ceviz” gibi “çerçeve” gibi “sokak” gibi “sandık” gibi “rakı” gibi “kalıp” gibi “turfanda” gibi “çapraz” gibi kelimeler bunlarca hep galattır yanlıştır kabadır… Bunlar “çamaşır mintan…ilh” değil “cameşuy” “nim-ten” “ceyb” “cevz” “çarçube” “zukuk” “sanduka” “arak” “kalib” “terfende” “çep ü rast”tır. Hatta bunlardan bazılarının gözleri o kadar dumanlanmış ki kabil olsa bütün Türkçe kelimeleri Arapça’ya Farisi’ye “pür-hassa”dır… Bunlarca “maydanoz” “mi’de-nüvaz”dır.. “Molya” “mülukiyye”dir. Yine bunlara göre “seğirtmek” aslında “seyr etmek” imiş… “Kızmak” Arapça’nın “gayz”ına bir “mak” takılarak yapılmış.. “Aksırmak” da aslen “atsırmak” muş.. Daha neler neler! Ne ise sadede gelelim. Zavallı çocuk.. “Deniz”in yanında “bahr”i de “derya”yı da öğrenecek bundan sonra da bu lügatlerin hepisini bu Arabi bu Farisi bu Türkçe veya Türkçe hükmünde diye ayıracak. Bunu yapamayan çocuk sıfırdan aşağı bir kıymeti haizdir. Hep böyle düşünürüz. Haydi bakalım oğlum mini mini çocuklar için hazırlanan mini mini “bahari”ye okutulan şu manzumeyi oku kelimatını tefrik tahlil et: “Yeksan nazarımda sayf u serma; Enduh ise ism-i bi-müsemma Şuride-i neşve-i şebabım.. Olmazsa da bağ-ı nüzhet-efza Fikrim yetişir bana tarab-za Müstağni-i nağme-i rebabım.” Zavallı çocuk neye uğradığını bilemez.. Bu işkenceye neden layık görüldüğünü anlayamaz. Sıratımüstakim’in otuz birinci otuz ikinci ve otuz üçüncü nüshalarında fuzala-yı asırdan Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretlerinin istifham-ı inkari ile “Bab-ı İctihad Mesdud mudur” ünvanlı makalat-ı nihriraneleri hakkındaki mütala’at-ı acizanemi sual ve cevab tarzında bir yere işaret etmiş ve şu kadar ki haylulet-i mevani ile tebyiz ve irsaline muvaffak olamamış idim. Fakat makalat-ı mezbure mezayasını idrak etmeyen ve hafayasına ıttıla’ı bulunmayan ve hatta ibarat-ı fukahayı layıkıyla rabt u fehme kadir olmayan bazı kimseleri yenin şu aralık takdimini muvafık gördüm. Vema tevfikı illa billahi’l-aliyyi’l-azim. S Zamanın müctehidden hali kalması caiz midir? C Cumhur-ı fukaha kavillerine göre caizdir. Ekser Hanabile ve gayrılarından bazıları cumhur-ı fukahaya muhalefetle zamanın müctehidden mahrumiyetini müstahil addetmişlerdir. S Cumhur-ı fukahanın matlublarına akli ve nakli delilleri var mıdır? C Evet vardır. Delil-i aklileri zamanın müctehidden hali kalmasının mümteni’ li-zatihi olmamasıdır. Zira hadd-i zatında zamanın müctehidden hali kalması vukuunu farz ve takdir etmekten asla muhal lazım gelmez. İmdi zamanın müctehidden hulüvvü mümteni olsaydı imtinaını iktiza eder emr-i haricden dolayı mümteni’ olurdu. Halbuki aslolan hulüvv-i mezkurun istihalesini mucib bir emr-i haricin bulunmamasıdır. Delil-i naklileri Sahihayn ve Tirmizi ve İbni Mace ’de mezkur hadis-i hikmet-amizidir. S Muhalifinin bu delillere bir diyecekleri var mıdır? C Cumhur-ı fukahanın delil-i aklilerine şu vechile itiraz ediyorlar. Eğer bir zamanın müctehidden mahrumiyyeti farz olunsa o zaman bir zaman-ı fetret sayılmak ve o halde şeriat-i celile münkariz ve teklif-i ilahi zail ve hüccetullah sakıt olmak lazım gelir. Yani zamanın müctehidden hali kalması mümteni li-zatihi değil ise de mümteni li-gayrihidir demek S Bu itiraza cumhur-ı fukaha tarafından ne vechile cevab verilir? C Zikrolunan mahazir-i müterettibe hemen lazım gelirdi. Sabıkan irtihal-i dar-ı beka eden eslaf-ı müctehidinin bize vedia kıldıkları kütüb-i fıkhiyye-i mu’tebereleri münderis olsaydı ve ümmet-i Muhammed’in müşarün ileyhim hazeratını kütüb-i mu’temede-i mevdualarından menkul mesa’il-i ameliyyede taklid etmeleri caiz olmasaydı. Lakin kütüb-i fıkhiyye-i müdevveneleri münderis olmayıp taklid-i mezkurun cevazı kütüb-i usuliyye ve füru’iyyede musarrah bulunduğuna nazaran bir zamanın müctehidden hali kaldığı takdirde hiçbir mahzur lazım gelmez. S Muhalifinin matlublarına delilleri neden ibarettir? hadis-i şerifi ila yevmi’l-kıyame hiçbir zamanın müctehidden hali kalması caiz olmadığına delalet eder. Ve Hak Subhanehu ve Teala Hazretlerinin kat’i bir farz-ı kifaye olduğuna delalet etmiş iken bir zamanda bütün ümmet-i Muhammed’in ictihadı terk etmeleri ism ü batıl üzerine ittifaklarını müstelzim olur. Binaen-ala-zalik bir zamanın müctehidden mahrum olması caiz değildir. KeTevbe /. zalik eğer bir zamanın müctehidden hali kalması caiz olsa Kitap ve sünnete ittiba ve mezamin-i şerifesiyle i’tibar-ı vücubuna dal olan gibi nusus-ı şer’iyyenin mukteza-yı umumu bulunan hükmün bazı asar-ı eşhasa tahsisi lazım gelir. S İşbu delillere cumhur-ı fukaha tarafından ne vechile cevap verilir? C Ama hadis-i şerifi bir zamanın müctehidden adem-i hulüvvüne delalet eder; hali kalmasının adem-i cevazına delalet etmez. Muhalifinin matlubları sanidir evvel değildir. Hadis-i mezkurun saniye delaleti teslim olunsa bile cumhur-i müctehidinin matlublarını isbat için getirdikleri salifü’z-zikr hadis-i şerif işbu hadisden matluba delalet cihetinden azherdir. Zira hadis-i cumhurda alimi sarih olarak nefy vardır. Alim müctehitten eamm olmağla eammı nefy; ehas olan müctehidinin nefyini müstelzim olur. Ama muhalifin hadisinde hak üzere zuhur i’tikad-ı hakka delalet ediyor ise de ilm ü ictihada delalet etmez. İlm ü ictihada delaleti teslim olunsa bile tarihleri mechul iki hadis yekdiğeri ile tearuz edip tevfikleri kabil olmadığı surette her lil-i aklileri muarızdan salim kalır. Ama ayet-i kerimesi ictihadın cemi-i ezmanda farz-ı kifaye olduğuna delalet etmez. Belki mümkün ve makdur olduğu vakitte farz-ı kifaye olduğuna delalet eder. Zira ayet-i mezkure hükmü cemi’-i a’sara amm ise de ayet-i kerimesi umumunu tahsis eder. Tamamen şera’it-i ictihadı cami’ ulemanın irtihal-i dar-ı beka ettikleri farz olundukta ğı cihetle terkinden ümmet-i Muhammed’in ism ü butlan üzere den hali kaldığı caiz olduğu takdirde ayat-ı selase-i mezkure ve emsalinin mukteza-yı umumu bulunan hükmü bazı a’sara ve eşhasa tahsisin lüzumu müsellem olsa butlanı müsellem değildir. Zira tahsis-i mezkur re’y ü kıyas veya haber-i vahid ile olduğu takdirde hemen batıl olur. Lakin tahsis-i mezkur kema fi’s-sabık ayat-ı kat’iyyeden kavl-i celili ile olduğundan kat’an batıl addolunmaz. S İlm-i mantıkta mübeyyen mahsurat-ı erbaadan cumhur-ı fukaha ve muhalifin müdde’aları hangi kaziyyeye raci’dir? C Cumhur-ı fukahanın davası mucibe-i cüz’iyyedir ki bazı a’sarın müctehidden hali kalması caizdir. Ve muhalifinin davası salibe-i külliyyedir ki hiçbir zaman ve asrın müctehidden hali kalması caiz değildir. S Beyanat-ı mebsutamızdan icab-ı cüz’inin sıdkı tebeyyün etmekle selb-i küllinin kizbi sabit olmuş ise de kurun-ı erbaadan sonra a’sar-ı ahirede bab-ı ictihadın insidadı davası henüz tezahür etmemiştir. Çünkü delail-i müteazıde ile A’raf /. Ali İmran /. Haşr /. Bakara /. karin-i sübut olan dava-yı cumhur a’sar-ı ahirenin müctehidden hali kalması imkan-ı has ile mümkün demekten ibarettir. Dava-yı insidad ise a’sar-ı ahirenin müctehidden hali kalmasının vuk u u demekten ibarettir. Dava-yı ulanın sübutundan dava-yı saniyenin sübutu lazım gelmediği cihetle dava-yı saniyyeyi isbat eder edille-i erbaadan bir delil var mıdır? C Sahihayn’da hadis-i şerifi ile İbn Ebi Şeybe ve Taberani rivayetinde karn-ı rabii isbatı havi hadis-i şerifi hayriyyet-i derecat-ı mütefavite üzere cins-i kurun-ı erbaada olup cins-i kurun-ı ahirede kizb ve emanetde hıyanet ve nakz-ı uhud ve hubb-i dünya ve hubb-i cah vesaire gibi adalette kadiha halat-ı redie bulunduğunu inba etmekle den başka bir de kabulünün şartı olup o da adalet olduğunu tasrih ettiklerine nazaran a’sar-ı ahirede sıhhat-i ictihadın şeraitini cami’ mezahib-i erbaadan birine tabi’ olmayan bir alim-i muktedir farz olunsa ictihadı ancak kendi nefsi hakkında ma’mulün bih olup sair ümmet-i Muhammed hakkında şayan-ı vüsuk ve itimad olamaz. İşte a’sar-ı ahirede bab-ı nazar ve istidlal tarikinden kimse eimme-i erbaanın makamlarına vasıl olamazlar ve bu vusulü eimme-i erbaadan sonra Muhammed İbn Cerir-i Taberi’den başka kimse iddia etmemiştir. Fakıh-i müşarün ileyhin iddiası ise asrının fukahası tarafından teslim olunmayarak reddedilmiştir. Eimme-i erbaadan başka ictihad-ı mutlak dava eden fakıhlerin kaffesinin muradı imamının kavaidinden hariç olmayan maiyyetinde İbn Kasım ile Asbağ gibi. Ebi Hanife maiyyetinde de Müzeni ile Rebi’ gibi. Çünkü eimme-i erbaadan sonra ahkam-ı fıkhiyyeye mübaderet edip Kitap ve Sünnet’ten istihrac bizim bildiğimiz şeylerde ebeden kimsenin kuvveti tahtında değildir. Bir kimse bu makamı iddia eder ise biz ona eimme-i erbaadan hiçbirine şimdiye kadar istihracı sebkat etmeyen bir şeyi bizim için istihrac et diye teklif eder lak’ın ifaza ve kudret-i şamilesine nazaran bir kimsenin eimme-i erbaa makamına vusulü aklen mümkün ise de lakin adeten muhal gibidir. Haklarında hayriyyet ve adaletlerini beyan eder delil-i mahsus bulunan Muhammedü’l-Mehdi hazretleri ile Isa bin Meryem aleyhisselamın hükm-i mezkurdan müstesna bulunduğu erbabı nezdinde ma’lumdur. Zira müşarün ileyhimanın her birerleri müctehid-i mutlak olacakları netice-i tetebbuatımızdandır. Buhari Taberani kelimesi metinde sehven yazılmıştır. S Bab-ı ictihad ber-minval-i meşruh mesdud olunca müctehidin zamanlarından sonra zuhur eden havadis-i mütenevviaya müteallik ahkam; şeriatten haric kalmak lazım gelir. Bu ise şer’-i şerifin ihtiyacat-ı mütehaddiseye adem-i kifayesini iham eder denilirse. C Bize eslafımızın vedia kıldığı mesail-i fer’iyye ve kavaid-i usuliyye ahiren zuhur eden havadis ahkamını beyana kafi ve kafildir. Şu kadar var ki ahkam-ı mezkureyi ilm-i fıkıhta mümarese-i kamilesi olan zevat-ı kiram eslaf-ı müctehidinin akval-i mazbutalarından ibare veya işare veya delalet tarikıyle fehm ü istihrac edecekleri vareste-i beyan olduğuna mebni hiçbir hadisenin hükmü şeriat-ı Muhammediyyeden haric kalmak lazım gelmez. Binaenaleyh hadis-i şerifi mantukunca hususen şerr-i kurun olan asrımızda ictihad ve kıyas babını fethe hacet yoktur. Ez-cümle fazıl-ı müşarün ileyhin Sıratımüstakım’in otuz ikinci nüshasında münderic makalesi evahirinde “Sallanan dişin tesbiti için altın veya gümüş teller ile bağlanması caiz olduğu halde çürüyen bir dişi doldurmak veya kaplatmak mecburiyetini hissedenler Fetvahane’ye müracaatla bir cevap alamıyorlar… Maa-haza bunun cevazı da hatırlara gelmektedir” diye kütüb-i fıkhiyyede yok gibi gösterdiği mes’ele-i saniyede adem-i cevaz fukahanın dişler aralarına veya çürük diş arasına hulul eden taam ma-tahtına suyun vusulüne mani olur derecede salabetli olduğu yakınen ma’lum olur ise guslün sıhhatine mani olduğunu kavl-i esah ile terşih ederek beyanlarından delalet tarikiyle müstefad olmuş maa’l-farıkdır. Ve yine fazıl-ı müşarün ileyh hazretleri makale-i mezbure nihayetlerinde “En güzide fukahamız da’vet edilerek ictima edecek olurlar ise hem Mecelle’yi tevsian şerh hem lüzum görülen daha ne kadar mesail var ise bittedkık aradan kaldırırlar. Bütün müsaedat-ı şer’iyyeyi bulup ortaya koyarlar” buyuruyor zannederim ki bu kelam kalem-i nasıhdan sehvdir. Zira Hak Subhanehu Teala hazretleri Kur’an-ı Kerim’inde buyurmuş ve dar-ı hurmeti nass-ı Kur’ani ile mansus iken bunlara müsaadat-ı şer’iyye talebine kıyam etmek fazl u kemali afaka intişar eden fazıl-ı müşarün ileyh hazretlerinden gayet müsteb’addir. Ve Sıratımüstakım’in otuzuncu nüshasında fazıl-ı müşarun yetine binaen fonografın şahidin-i adilin mesabesinde belki onlardan akva olduğunu iddia ederek hakim için beyyine-i adilenin medar-ı hükm olduğu gibi buna kıyasen fonografın dahi medar-ı hükm olduğunu tasrih ediyoruz. Halbuki fonograf alat-ı lehvden olduğu cihetle edille-i şer’iyyeden Kitap ve Sünnet ile ahad-ı ehl-i İslam için isti’Buhari /. mali memnu iken; fazıl-ı müşarün ileyhin kıyas-ı mezkuru havass-ı müsliminden olan hükkam-ı şer’-i envere fonograf tap Sünnet ve icma-i ümmetten bir nass bulunmayan maddelerde cari ve mu’teber olmağla fazıl-ı müşarün ileyhin marrü’z-zikr kıyası edille-i şer’iyyeden Kitab ve Sünnet’e muhalif bulunduğu cihetle merduddur. Kaide-i mezkure fukaha-i maddelerde cari olduğu cihetle umumu üzere mer’i değildir. Fukaha-i kiram efendilerimiz; Kitab Sünnet ve icma-i ümmetten yediye münhasırdır dediler. Birinci beyyine-i adile ikinci ikrar üçüncü yeminden nükul dördüncü yemin beşinci kasame altıncı tevliyyetinden sonra tahaddüs eden ilm-i kadi yedinci karine-i katıadır. Fonograf bu yedi içinde ma’dud değil iken şehadet-i şühuda kıyasen medar-ı hükm kılmakta tır. Şayet ahir zamanda fonografın şahidliği nazar-ı şari’de caiz olsaydı evvelin ve ahirinin ahbarını Efendimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve selleme bildiren Allamu’lGuyub ahir zamanda fonografın tahaddüs edip şahidin makamında tutulacağını beyan buyurur idi. Metbu-i muazzamımız Efendimiz dahi ümmet ve ashabına beyan buyururlar bevi’de icma-i ümmette kıyas-ı fukahada beyan olunmamıştır. O halde fonografın şehadeti batıldır. numaralı Sabah gazetesinde “Mekatib-i Aliyye Muallimlerinin Tensikatı” ünvanlı derc edilmiş makaleyi okuyup cidden memnun oldum. Çünkü her gün cerideleri elime aldığım vakit ilk aradığım şey muallimler ve dersler tensikatı ratımı merciine takdimle beraber ehl-i irfanın ve bilhassa Darülfünun müdir-i evvel ve sanilerinin nazar-ı muşikafanelerine yukarıdaki tensikin tev’emi olan ikinci bir tensiki de arza cesaret ediyorum; Darülfünun İlahiyyat şubesi müntesibininden olduğumdan en ziyade hedef-i nazarım olan da diniyye şubesidir. Muallimlere tensikat yapılmış. Çok güzel olmuş. Yapılması lazım olan bir şey idi. Zannımca bundan daha elzem olan derslerde de tensikat icrasıdır. Derslerde de tensikat yapılacak mı? Yahud eski hamam eski tas dedikleri gibi gene geçen senedeki tarzda tefsir okurken Kadi’den beş satır okunup da fi-nefsihi pek mahdud olan bir saat zarfında onun tahlilat-ı sarfiyye ve nahviyyesiyle fıkıh okunurken ibtidai mekteplerinde tahsil olunan aksam disin tercümesiyle ve ala haze’l-kıyas ömür geçirilecek mi? Şimdi en ziyade zihnimi işgal eden mes’ele bundan ibarettir. Zann-ı acizaneme nazaran tefsir ve hadis okunurken yalnız tercümeleriyle iktifa olunmayıp bunların maani-i lügaviyye ve şer’iyyeleri talebeye bi’t-tafsil anlatıldıkdan sonra en mühim olan cihet-i felsefiyyeleri ve müştemil oldukları hikemiyyat-ı na-mütenahiyyenin velev bir kısmı olsun izah edilmeli ki fıkıhtan ibadat mu’amelat ve ukubat babları felsefeleriyle beraber tedris olunmalı. Ta ki her an Avrupa misyonerleri tarafından hedef-i taarruz olan din-i mukaddesimizi himaye ve onların tecavüzatını bi-hakkın müdafaaya ve asırlardan beri unsur-ı İslam beyninde yerleşmiş birtakım maya muktedir feylesoflar ile gavamız-ı fıkhiyyeye vakıf bihakkın kadi ve müfti denilecek zevat-ı kiram yetiştirilebilsin. Bir de tedrisat lisan-ı Arabi üzere olmalı. Ve bununla beraber Farisi lisanı bir tarz-ı müfid üzere talim edilip Arabi ve Farisi tekellüme muktedir talebeler yetiştirilmeli ki kesb ettikleri feyz-i maarif pek mahdud bir muhite münhasır kalmayıp bil-akis bir taraftan Ceziretü’l-Arab diğer taraftan Maveraünnehr’e kadar gidip neşr-i maarif ile i’la-yi kelimetullaha bi-hakkın ifa-yı hizmet etsinler. Hatta İngilizce veya Fransızca lisanı da tedris olunmalı ki bundan sonra Avrupa’ya gönderilecek talebelerimiz beyninde ulum-ı diniyye müntesiblerinden de üç beş efendi bulunsun da onlar da bir dereceye kadar fünun-ı garbiyyeye kesb-i vukuf ederek bu millete bihakkın hizmet etsinler. Denilmesin ki bir hoca için Avrupa’ya gitmek neye lazım? Elbette lazımdır. Çünkü hocalarımızın en büyük vazifelerinden biri de ahaliye vaaz söylemek ve onları alat-ı cedide-i sınaiyye ve ziraiyyenin isti’maline ve bilahare memleketimizde müteaddid fabrikalar ve darü’s-sınaalar te’sisine tergıb ve teşvik etmek değil mi? İşte bu vazifeyi hakkıyla eda edebilmek için vaiz-i muhterem hoca efendinin velev bir dereceye kadar olsun fünun-ı mezkureden behre-dar olması elbette lazımdır zannederim. Bununla beraber ahali üzerinde na-kabil-i inkar büyük bir nüfuz ve tesirleri olan talebe-i sefi konferanslar da ilave olunmalı. Bunlar yapılmadan yalnız muallimlerin tensikatıyla iktifa olunursa kabilinden olup faide-i matlube istihsal edilemez. Ta’dad ettiğim mevaddın bir an evvel husule gelmesi benimle beraber sınıf arkadaşlardan ekseri de arzu ettiklerini muhterem müdirlerimizin ve yegane rehberlerimiz olan bilumum muallimin-i kiram hazeratının nazar-ı tedkıklerine kemal-i Altın kında tahta kılıç.” maında azadan Mr. Dillon Rusya zindanlarında bulunan politika mahkumlarına karşı reva görülen su-i muamelenin nazar-ı dikkati celb edip etmediğini ve bu muamelattan dolayı İngiltere hükumeti tarafından protesto edilip edilmeyeceğini Hariciye Nazırı’ndan sual etmiş ve bunun üzerine atideki muhavere cereyan eylemiştir: Nazır – Avrupa devletlerinin umur-ı dahiliyesine müteallik suallere umur-ı mezkure muahedat-ı mün’akide ile ta’yin edilmiş olan hukuka müstenid bulundukça cevap veremem. Mister Rice – Rusya’da mahbusine böyle bir muamele edildiğine dair ma’lumat-ı sahiha var mıdır? Nazır – Hayır efendim bu babda ma’lumat-ı mevsuka yoktur. Mister McNeil - Nazır-ı muhterem Prens Kropotkin tarafından bu mes’eleye dair vuku’ bulan beyanata ve Rus mahbusinine karşı icra edilen mezalim hakkında memleketimiz ahalisinin ne gibi bir his perverde eylediğine vakıf mıdırlar? Nazır Bey bu suallere hiç cevap vermemiştir. Mister Dillon Fransız İspanya ve İngiltere konsolosları tarafından üsera-yı harbiyyeye karşı muamele-i gaddaranede bulunduğundan dolayı Fas Emiri Mulay Abdülhafiz’e müşterek bir protesto tebliğ olunup olunmadığını ve eğer tebliğ olunmuş ise bir devlet-i ecnebiyyenin umur-ı dahiliyyesine bu müdahalenin nasıl mazur görülebileceğini sual etmiştir. Nazır – Tanca’daki İngiliz konsolosu Merakeş ile muahedeleri bulunan düvel-i saire konsoloslarıyla birlikte Mulay Hafiz’e müşterek bir nota tebliğ ederek üseraya karşı işkence vuku’ bulmaması hakkında te’minat istemiş ve te’minat-ı matlube i’ta olunmuştur. Zanna kalırsa Fas ahvali memalik-i saireye kabil-i kıyas değildir. Devletlerin Merakeş hakkında müdahalesi ma’zeretten müstağnidir. Mister Dillon – İngiltere hükumeti Merakeş gibi müstakil ve dost bir hükumet-i ecnebiyyenin umur-ı dahiliyyesine müdahele etmeyi cümle-i veza’ifinden addettiği halde acaba Rusya’nın umur-ı dahiliyyesine neden müdahele edemiyor. Nazır - Rusya ve Fas ahvali yekdiğerine kabil-i kıyas değildir. Mister McNeil – Acaba Fas zayıf ve Rusya kuvvetlidir de onun için mi? Mister Dillon – Nazır-ı muhterem neşrolunan tafsilatın mevsukiyetine celb-i nazar-ı dikkat buyurmuşlar mı? Rusya hapishanelerinde cereyan eden mezalim Merakeş’te vuku’ bulanlar kadar müdhiştir. Nazır – Ben Merakeş mahbusinine karşı icra kılınan işkencelerin Avrupa memalikinde icra kılındığını katiyyen reddederim. Mister Ponter – İspanya zindanlarındaki mahkumine karşı mezalim icra kılındığından dolayı İspanya hükumetine de tebligat icra kılınacak mıdır? Nazır – Avrupa devletlerinin umur-ı dahiliyyesine müteallik suallere cevap veremem. Mister Ponter – Acaba İngiltere ile İspanya tahtlarını işgal eden hükümdarlar arasında mevcut münasebat-ı sıhriyyetkarane hasebiyle İspanya’ya tebligat icra olunmayacak mı? Nazır – Eğer bu gibi suallere cevap vermek lazım gelse düvel-i saireden hiç böyle [biriyle?] münasebat-ı dostanede bulunmak mümkün olmaz. Alkışlar Muhavere burada hitam bulmuştur. Kırgızlar Kazaklar: Kırgız yerlerini müsaderede Kırgızların mütezarrır olduğu zahir bir şeydir. Ama bu müsadereden hükumetin müstefid olup olmadığını da bir mülahaza edelim. Bundan evvelki makalelerimde Kırgızların hayvan beslemekle vakit geçirdiklerini yazmış idim. Rusya memleketinde mütemekkin beş milyon Kırgızlar Asya sahralarının kabil-i gızlar bu sahralarda mahallin kabiliyyeti nisbetinde hayvan yetiştirmekle meşguldürler. Sahra deniliyorsa da sahranın hali pek muhteliftir. Sahranın bazı yeri koyun yetiştirmek için kabiliyyetli olur da orada deve at yetişmez. Ve bazı mahalde at yetişir de koyun deve yetişmez. Bazı mahalli de ziraate salih olur ve hayvan da beslenir. Kırgızların usul-i maişeti için bu gibi yerlerin cümlesine ihtiyaç vardır. Kırgızların beslediği hayvanattan memleket dahiline pek çok koyun öküz at alarak Rusya’nın dahili vilayetleri ihtiyacı de pek çok öküz ve at celb edilmektedir. Bundan maada Kırgızistan’a karib beldeler vasıtasıyla Kırgız sahralarından külliyyetli koyun öküz celb edilerek kışın soğuk vakitlerinde kesilip soğukta dondurulup şimendöferle Rusya içerisine gönderilmektedir. Bu keyfiyyetten ne kadar hayvan kesildiğini bilmek için Orenburg Semipalatinski Petropavloski gibi ahali-i İslamiyyesi çok şehirlerin kasabhanelerine iyice dikkat lazımdır. Mesela: Semipalatinski’de her kış koyun öküz Petropavloski’de koyun öküz Orenburg’da’den ziyade koyun öküz kesildiğini göstermek kafidir. Bu surette kesilmiş hayvanların etleri Rusya memleketinin taşrasına gönderildiği gibi payitaht olan “Moskova Petersburg” şehirlerine de gönderilip payitaht ahalisinin ihtiyacına sarf edilmektedir. Bundan maada Kırgızların yetiştirdiği hayvanatın derisi Rusya içerisinde işlenip asker ve ahaliye ayakkapları yapılıyor. Rusya gibi soğuk iklimlerde yaşayan büyük bir hükumetin milyonlarca askeri için lazım olan kürk hep Kırgızların beslediği koyun derisidir. Ayaklarına giydikleri Bundan maada Kırgız koyunlarının yünü Rusya askeri yetle yün nev’inden olup bunun imali için lazım olan yün ekseriyetle Kırgızistan’dan celb edilmektedir. Bundan naşidir ki Kırgızistanla mücavir şehirlerde büyük fabrika sahipleri senelerden beri yün iştirası için acenteler bulundurup rekabetle yün iştira ediyorlar. Eğer Kırgız yünlerine gız içlerine kadar sokulmazlardı. Bundan maada Kırgızların ihracatından deve yünü keçi pamuğu tiftik at derisi keçi derisi Rusyanın iktisadi cihetinde pek büyük tesiri olur. Bu nevi malların müşterisi memalik-i hariciyye tüccarlarıdır. Avrupa fabrikalarının acenteleri olan Yahudiler Rusya’nın Kırgızistan’a karib şehirlerinde mezkur malları rekabetle iştira ediyorlar. Bu sebebden Rusya dahiline Avrupa parası geliyor servet-i umumiyye tezayüd ediyor. Bu nevi ticaretin yekunu yüzlerce milyonlardan ziyade olarak külli bir meblağa baliğ olduğundan Rusya memleketi için pek müfid servet-i umumiyyenin ziyadeleşmesi için pek hadim bir menba-i servettir. Hükumet-i hazıra bu hali mülahazaya almalı idi. Ve bu servet-i umumiyyeye hadim menabi-i servetin halini iyileştirmek hiç mülahazaya almadı almak da istemiyordu. Kırgız yerlerini müsadere ederek oralara muhacirler iskan edilse tabii muhacirlere ziraate elverişli yerler verilecektir. Bunun için elbette vadiler nehirler sahilleri alınacaktır. Ve o yerlere muhacir karyeleri te’sis edilecektir. Kırgızlar ise o yerlerden göçüp susuz çöllere çekilmeye mecbur olacaktır. Tabii o halde Kırgızlarda hayvanlar eksilecek Kırgızlar fakr u zarurete duçar olacaklar. O takdirde bu vakte kadar memlekete fa’ideli olan memleketin servet-i umumiyyesine hadim umur-ı maişeti harab kisb ü karı berbad olarak memlekete ve hükumete fa’idesiz insanlar olacaklardır. Bu hicret hususunda yalnız Kırgızlar değil hatta muhacirler de zarardan başka hiçbir şey kazanamayacaklardır. Sebebi ise Kırgız sahrasının ziraate salih yerleri azdır. Rus muhacirlerinin de yalnız ziraatle yaşamaları için bu arazinin mahsulatı kifayet etmeyecektir. Demek ki bu hicret sebebinden muhacirler de fakr u zarurete duçar olacaklardır. Zira ki Rus mucikleri köylüler ziraatle beraber kumluklarda susuz çöllerde hayvan beslemeyi bilmezler. Bu gibi ta’ayyüşe onlar alışmamışlardır. Hükumetin bu muhaceret mes’elesini çıkarması zadegan sınıfının arazisini himaye fikriyledir. Çünkü Rusya içerisinde köylülerde araziye ihtiyac gayet büyük ve şiddetlidir. Rusya gibi vasi’ araziye malik bir memlekette Rusya’nın köylüsü kadar yersiz arazisiz halk başka memlekette azdır zannederim. Köylülerin yersizliği ile beraber zadeganda yer arazi gayet çoktur. Rusya’da milyonlarla desatine yere malik zadegan pek çoktur. Yersiz köylüler ziraat için lazım olan yeri zadeganlardan icare ile alıyorlar. Zadeganlar ise icare ücretini pek yüksek tuttuklarından köylüler mahsulatın büyük bir mikdarını zadegana vermeğe mecburdurlar. Tabii her sene mahsulat iyi olmaz. Mahsulat olmayan senelerde köylüler zadegana medyun kalıyorlar. Umur-ı ma’işet bu gibi müessif hallere bağlı olduğundan köylüler zadeganlara esir olarak geçinirler. Bu halden canları sıkılmış köylüler Rusya’da Kanun-ı Esasi i’lanından sonra zadeganları yağmaya başladılar. Pek çok zadeganların çiftliklerini tahrib emlaklerini garet binalarını bir adamın bu kadar araziye malik olması muvafık-ı insaf değildir arazi çalışanların olmalı. İcare parasıyla ömrünü sefahatta geçiren zadeganın olmamalı mutlaka köylüleri arazi sahibi etmelisiniz diye davaya kalkıştılar.. Hatta arazi sahipleri olan zadegandan birçoklarını katleylediler. Bu yolda fesad pek büyüdü. Yer mes’elesi pek büyük ehemmiyyet kesb etti. Hükumet bu hususa dikkate mecbur oldu. Akıbet hükumet köylülerin teklifini nazar-ı itibara almaya karar verip onları teskin etmek fikriyle meydana muhaceret mes’elesini çıkardı. Kırgızistan’ın medeniyyete gayr-ı salih kumluk sahralarını datmak tedbirini kullandı ve dedi ki: – Hükumet sizin bu hususta olan ihtiyacınızı hissediyor. Sizin faideniz için sizin halinizi ıslah için çalışıyor. Sibirya tarafından Semipalatinski Akmolinski vilayetleri sahralarında gayet münbit ve hali arazi çoktur. Araziye ihtiyacı olanları hükumet oraya kendi hesabına naklederek yerleştirmeğe ve orada ziraat esbabını evler binasını ve sair levazım-ı maişeti tedarik için her aileye hazine hesabına yüz yetmiş ruble verilecektir. Böyle i’lan eyledi. Lakin Sibirya taraflarına hicret edecekler ralarına hicret niyyetinde olanlar bir az sabretmek lüzumunu da ilave eyledi. Çünkü Kırgızistan’a hicret edecek muhacirlere karyeler te’sis edilecek mahaller tayini için mahsus komisyon gönderildiğini i’lan eylemiş idi. Vakı’a komisyon iki seneden beri bu yolda gayet ciddiyyetle çalışıyor. Kırgızların kabil-i iskan olan yerlerinde karyeler te’sisine gayret ediyor. O yerlerde olan Kırgızların kışlık hanelerini tahrib ediyor. Bu suretle pek çok yerlerde karye te’sisine mahsus orunyerlar hazırlanmıştır. Ama bu orunların cümlesi de Kırgızların kışlık vatanları olup Kırgızlar tard edildiği vakit hayvanları telef olacaktır. Yukarıda söylediğim vechile bu yerlerde muhacirler de rahat geçinemeyeceklerinden bu muhaceret mes’elesi ile hükumet iki sınıf ahalinin maişetini hayatını berbad edecektir. Hükumetin bu tedbiri bir bina yapmak için bir şehri harab etmek gibi olup Arapların dedikleri gibi olacaktır. Demek ki zadeganın bir az vakit geniş nefes alabilmesi için Rus köylüleri ile Kırgız ahalisi kurban edilmiş olur. Ama hükumetin bu tedbiri ile arazi mes’elesi halledilemez. Hazırda bir az sükunet görülürse de bu mes’ele ileride yakın bir zamanda gayet dehşetli bir surette meydana çıkacaktır. Rusya’nın silah altında hizmet-i askeriyyede olanları hep yersiz köylü oğulları olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Askerlerde ise Bir saray yaptı ama Mısır’ı harab etti” anlamında Arap atasözü. yersizlik sıkıntısı haddini aştığı ma’lumdur. Bu mes’ele öyle muhaceretle hallolunacak mes’elelerden değildir. Ahaliyi memnun edecek hak ve adldir. – – Yalnız Osmanlıları değil belki bütün millet-i İslamiyyeyi dilhun eden Mart Vak’a-i ihtilaliyyesinin kalbimde husule getirdiği me’yusiyyet artık beni de kan ağlatarak merkez-i yanan bütün ümidlerimi mahvederek “Eyvah istikbalimiz nasıl olacak?” diye büyük hayret ve tereddüdlere düşürmüştü. Artık bu anda üç yüz altmış milyon millet-i İslamiyyenin mercii olan Darü’l-Hilafe dimağımda sahipleri etrafa dağılan perişan bir ev gibi suret-pezir olmuş her tarafından ateşler salınıyor; intac edeceği haller de hatırıma geldikçe kalbim parça parça oluyordu. Dersaadet’ten müfarekatımın ferdası idi o da sade Rusların İstanbul ahvalini kemal-i tehalükle Rus çocuğunun elindeki telgrafları fazlaca satmak için var kuvvetiyle: “Kostantinopol’den son telgraf! Bugün elli bin adam katlolunmuş” diyerek mütemadiyen bağırması kalbime ok gibi batmakta asabımı gittikçe zaifleştirmekte idi. Bir haftadan beri buhran-ı azim geçiren kalbim artık bu anda Hamid’in kanlı parmakları arasından sıyrılıp çıkarak tayerana yüz tutan meşrutiyyet-i Osmaniyye’ye elveda diyordu. Odessa’dan müfarekatımın üçüncü günü idi refakatimde olan bir Rus mühendisi hareket ordusunun Yıldız Sarayı’nı muhasara ettiğini Hamid’in yakında hal’ olunacağını genç Türklerin bu husustaki maharetlerini takdirkarane bir lisan ile yazan Koretski Vistenk gazetesini okuyordu. Artık burada olan İslamların memnuniyetini meşrutiyete bi-hakkın susamış Rusların gıbtalarının ne derecede idüğünü yazmağa lüzum var mı? Şimendöfer şarka doğru ilerliyordu daha doğrusu kuş gibi uçuyordu. Bende olan memnuniyyet de bu tezayüd-i süratle mebsuten mütenasib idi. Zira istasyonlarda aldığım gazeteler telgraflar kahraman milletin pek büyük muvaffakıyetlere mazhar olmakta bulunduklarını hatta bütün millet-i limi ile ortadan süpürüp attıklarını tebşir ediyordu. Karşımdaki mavi gözlü sarı renkli Ruslar serpuş-ı Osmani’yi gördüğü vakit bir nazar-ı istikrah ile bakan bu simalar artık bu anda karşımda meşrutiyyet-i Osmaniyye’den genç Türklerin faaliyyetinden kemal-i nezaketle takdirkarane bir lisan ile dem vurmaları benim için ayrıca bir memnuniyeti ve ayrıca bir iftiharı mucib olmuştu. Zavallılar! Terbiye cihetince kendilerinin Osmanlılardan pek geride olduklarını Osmanlı meşrutiyeti gibi metin bir meşrutiyete malik olmak muhafaza edebilmek için kendilerinin daha pek çok fedakaran-ı vatanı kurban etmek icab edeceğini kemal-i teessürle anlatıyorlardı. Ben de bu taraftan memalik-i Osmaniyye’de meşrutiyetin bu derece metin olarak birleşmesine meşrutiyet demek olduğunu anlatmakta kusur etmiyordum. Bununla beraber vatandaşlarımın söylediği sözlerini de nokta-be-nokta tasdik etmekten kendimi alamıyordum. Zira şu koca Rusya memleketinin rub’unu teşkil eden Rusya İslamları karşımda canlı cenaze gibi sallanmakta cehalet mikropları bütün cesedlerini ihata ederek yemekte bir hatifin “İşte bu nice senelerden beri iğfalata kapıldığınızın cezası!” sadası da kulağımı çınlatmakta idi. Refikim Rus mühendisinden Rusya İslamlarının ticaret aleminde ne gibi bir mevkide idüklerini sordum. Cevaben: Her sene Nijniy Novgorod’da büyük büyük İslam müessesatının şirazeleri bozularak iflas ederek fevc fevc avdetlerini söyledi. Bunu bir teessürle dinleyerek mes’eleyi köylüler tarafına çevirdim İslam köylülerinin ahvalinden sordum. Zaten sormaya bir vesile de vardı. Çünkü şimendöfer hattından yakın bir mesafede olan İslam köyünün sal-hurde minaresi bir tarafa meyletmiş mescidi gözükmekte köyün üzerinde hüküm-ferma olan fakr u zaruretin emareleri açıktan açığa belli olmakta idi. O esnada bir Rus köylüsü söze atılarak: “Bizim Ural etrafında öyle bir İslam köylüleri var ki daha mevsim-i şitada bütün arazisini Ruslara icareye vererek parasını yiyorlar. İş vakti geldikte kendi yerlerinde gündelikle amele sıfatıyla çalışıyorlar” dedi. Rusya’da müfarekatımdan avdetime kadar hiçbir tagayyürat ve tebeddülat olmadığını kemal-i teessüfle dinledikten sonra refikim Rus mühendisinden babalarının yaptığı hatiatın cezasını nice asırlardan beri çeken bu evlad-ı Türk’ün alem-i siyasette ne mevkide idüklerini sordum. Refikim bu sualime karşı hafif bir tebessüm ile: “Ticaret ve ziraatçe ne mevkide olduklarını anladınız. Zaten siyaset de bu iki şeye bağlıdır. Bir milletin ticaret ve ziraati ilerledikçe siyaseti de o nisbette ilerler. Buna İngilizleri pek büyük bir misal olarak gösterebilirim. Bundan maada Rusya’yı bir idare-i meşruta yalnız on tane mebusları olduğunu nazar-ı i’tibara alırsak siyaset aleminde ne mevkide oldukları kendi kendiliğinden belli olur zannederim” dedi. Ben: Madem ki bu millet-i mahkume Rusya’da yaşıyor her bir acılarına iştirak ediyor asker veriyor vergi veriyor acaba buna mukabil hükumete bunları adedleriyle mütenasib bir halde millet meclisine iştirak ettirmek gibi bir şey lazım gelmez mi? Aks-i halde bu zavallıların hukuklarını kim muhafaza edecek? Tambuk vilayetinde yaşayan bir Rus Mavera-i Hazar’da yaşayan bir İslam’ın haline muttali değil ki Duma’da onun hukukunu muhafaza ve onun faydesine çalışmak gibi vazife-i vatan-perverisini ifada bulunsun! Demek bu zavallıların hukuku büsbütün ayak altına alınmış dedim. Refikim bu sualime karşı omuzlarını kaldırarak bir eser-i istiğrab göstermekle iktifa etti. Evet bu zavallı İslamların hukuku bütün bütüne ayak altına alınmış idi. Koca Sibirya koca Maveraünnehr Türkistan ahali-i müslimesi İkinci Duma’nın koğulmasıyla külliyyen hakk-ı intihabdan mahrum edilmişlerdi. Demek o andan dükleri zulümlerden dolayı ettikleri ah u figanları vahşiyane muameleler arasında boğulup kalmaya mahkum demek bunlar yirminci asr-ı medeniyyetten haric tutularak adaletten mahrum demek hükumet bu mu’amelesiyle bunları nefs-i Rusya’dan ayırıyor. Neden? Çünkü bunlar daha kendi hukuklarını kendileri muhafaza eder derecede değiller. güzelce tedkik ederek Birinci ve İkinci Duma’da mebuslarımızın meşrutacılara iştirak ederek hükumetten İslamlara aid eski hesaplarını sorduklarını gözden geçirir ve Rus hükumetinin bu muamelesi pek de İslamların kendi hukuklarını muhafaza eder derecede olmadıkları ma’nasını veremeyiz. Bunun bütün esbabı belki Türk ve İslam bulunmaklığımızdır. Türkistan mebusları arasında Rusca güzel bilmeyen işe karışmayanları vardı. Fakat bu o havalinin külliyyen hakk-ı Eğer böyle bir şey varsa Rus köylülerinin de hakk-ı intihabdan mahrum tutulması icab eder zira pek çoğunu biliyorum ki zavallıların kafası ne meşrutayı anlar ve ne de vazifeyi tanır. Misal olarak birini zikredeyim: Bu sene Orenburg vilayeti mebusanından Vladimir cenabları Çelyabinsk şehrine teşrif buyurmuşlar. Bazı heves-karan-ı siyaset de bu muhterem mebuslarının teşriflerinden bi’l-istifade Duma hakkında lince Vladimir cenabları da’vet mucebince kıymetdar vücuduyla meclisi zinet-saz eder. Vladimir cenabları meclisin istizahına ma’ruz kaldığı vakit yerinden kendine mahsus vakar kuyni zayinmayus Efendiler! Ben siyaset ile uğraşmıyorum” diyerek yerine oturmuş. Petersburg’da münteşir Savrinhani Maveraünnehr’le Kırgızistan’ın yirminci asra layık bir hal-i medeniyyet ve mükemmeliyyette olduğunu iddia edecek değiliz. Pençe-i cehalette ezile ezile şimdiki halde umumiyyet herkesten evvel itiraf ediyoruz. Fakat bununla beraber elli bine bir tanecik olsun sağı solu ayıran mebus çıkarabileceklerini de inkar edemeyiz. Maveraünnehirliler cahilmiş… Hukuklarını muhafaza eder derecede değillermiş… Acaba bunda kim kabahatli? Bir millet bir devletin himayesine girmesiyle millet-i mahkume vergi ile mükellef olduğu gibi şu vergiye mukabil olarak devlet-i hakime de şu milletin hayatını muhafaza ile mükelleftir. Maveraünnehirlilerin Rusların istilasına ma’ruz kalarak himayesine girdikleri şimdi elli sene oluyor. Acaba elli seneden beri Rus hükumeti bunların hayatlarını muhafaza uğrunda ne gibi fedakarlıklarda bulundu? Yaptığı fedakarlıklar hep meydanda! O da ecdadımızın bıraktıkları medreseleri evlad-ı milletin terbiye-gahı ve daha doğrusu milletin ma-bihi’l-hayatı olan o darü’l-irfanları harab ederek evkafını gasbetmesidir. Semerkand vilayetinin nısfından ziyadesi medrese vakıfları iken şimdi bu yerler hep hükumetin gasb-ı mütehakkimanesine geçmiş vakıflar bir defa elden gidince tabii medreseler de harab olur. Medreseler harab olunca millet de harab olur. Hükumet bir taraftan vakıf yerleri gasbediyor diğer taraftan Semerkand Taşkend şehrinin her sokağına birer meyhane açıp nice asırlardan beri İslamiyet’in kavanin-i medeniyyesi altında yaşayan ahali-i müslimeyi şu meyhaneler Haydi bunları hep Rusların eski vahşetine hamledelim devr-i istibdadda yapılan keyfi bir idareden dolayı hal-i hazırda bir mes’uliyyet tahtına almayalım fakat şimdi hakk-ı intihabdan mahrum edileli üç sene oluyor. Acaba üç sene zarfında bunları istikbalde kendi hukuklarını muhafaza eder dereceye ifrağ için ne gibi teşebbüsatta bulundular? Hiç. Meydanda hükumetin yaptığı bir şey varsa yerlerini cebren kahren Tambun Harkun Ruslarına vererek kendilerini geçinmeyecek bir hale ifrağ etmesidir. Şu son günlerde Türkistan’da teşekkül eden muhacirin komisyonunun İslamların hatta suladıkları nice meşakkatlere katlanarak hazırladıkları yerleri Rus muhacirinine gasben alıp vermek gibi yaptıkları vahşiyane muameleleri göz önümüzde. Bunlar daha pek cüz’i olan zulümlerdendir. İnşaallah sırası gelir tafsilen yazarız. Zavallılar! Kanun bilmiyorlar Rusça bilmiyorlar. Bu gidişle gidilse ileride de bilmeyecekler. Çünkü küşad edilen hükumet mektepleri hep misyonerlik maksadıyla küşad ediliyor. Bunu gören ahali kabil değil oraya girsin de istifadede bulunsun. Defaatle dediğimiz vechile Türkiye’de bir hristiyanın burnu kanasa sanki hamiyyet-i vicdanın timsal-i mücessemi olarak milyonlarca İslam taht-ı himayesinde zulmünden inlediği vakit bu hamiyyet-i vicdan kisvelerini nereye bırakıyor? Doğrusu Rus hükumetinin bu gibi muameleleri karşısında bulunduğumuz esnada şairin: kavlini tahattur etmemek kabil değil. Evet “el-hükmü limen galebe.” Ma’ariften bi-behre olmakla beraber perakende bir halde yaşayan ittihad ve ittifakın kıymetini takdir edemeyen bir millet ne kadar büyük olursa olsun fakat mütegalliblerin zulmüne boyun eğmeye mahkumdur binaenaleyh necat ancak ittihadda ittifakta! Kurye Doryan gazetesinin muhabir-i mahsusu yazıyor: Şeyhime Hüküm galip olanındır” anlamında Arap atasözü. Girid müslümanlarının bulundukları hal-i mü’essifi bundan evvelki mektubumda izah eylemiş idim. Bugün de kendimi Girid hristiyanlarının kurban-ı taassubu olan İslamlar hakkında irtikab edilen mezalim ve i’tisafı tasvir etmek vazifesiyle mükellef addediyorum. Şehr-i halin on birinci günü Hüseyin Ağa tarlasına gittiği esnada yolda Giridliler tarafından damın vücudunu parçalamak hususunda maharet nokta-i nazarından yekdiğerine izhar-ı rekabet eylemişlerdir. Diğer bir İslam dahi yiyecek tedariki için köye gittiği esnada ayn-ı vech ile katlolunacak idi ise de bazı mu’teberanın tavassutu yediği şiddetli dayaktan dolayı hayatı tehlikede bulunuyor. dinde vuku’ bulan şikayat ve müsted’iyat semeresiz kalıyor. Zira hiç kimse İslamların hayatına ehemmiyyet vermiyor. Geçen hafta İslamları katleden caniler serbestçe sokaklarda gezerek kahramanlıklarını bila-perva vatandaşlarına hikaye etmektedirler. Atina Temyiz Mahkemesi’nin Girid mahkemelerinden gelen davaları reddettiğine da’ir neşredilen havadisi Girid matbuatı istihza-amiz bir surette tekzib eylemektedir. Bu mes’ele hakkında konsoloslar tarafından vuku’ bulan bi’l-cümle teşebbüsat ancak Girid memurin-i hükumetine dostane nasihatlerden ibaret olup me’murin ise bu nasihatleri asla dinlememektedir. Girid pulları üzerindeki Yunanistan kelimesinin hazfı hakkındaki havadis de doğru değildir. El-hasıl el-yevm Girid’deki İslamlar hayatlarından emin değillerdir. Beray-ı tahsil Avrupa’ya i’zam olunan talebenin serpuş-ı milliyi muhafazada itina ve adab-ı şer’iyyeye tamamiyle riayet etmeleri lüzumunun taht-ı temine alınması temenniyyatına dair idare-hanemize hamiyyetli karilerimiz tarafından varakalar gönderilmekte ve işaret olunan mevzu’da calib-i dikkat makaleler neşri arzu edilmektedir. Varaka sahiplerine mukteza-yı hamiyyet-i Osmaniyye ve gayret-i İslamiyye olan iş’arat ve temenniyyat-ı vakıalarından dolayı teşekkür eder ve şu kadar ki hükumet-i seniyyece evvel ve ahir buraları nazara alınıp talebenin adab-ı milliyye ile mütehallik olarak istikamet ve iffet dairesinde tahsile devam Avrupalılarla hüsn-i muaşeret ve amizişe ihtimam etmelerini da’imi surette taht-ı murakabede bulundurmak üzere Kastamonu meb’us-ı muhteremi Yusuf Kemal Bey Efendi memur edilmiş ve mir-i muma-ileyhin derkar olan hamiyyet ve sıdk-ı taviyyeti icabınca talebeden gerek tahsilde tekasülleri ve gerek ahlak ve adab-ı milliyyemize münafi hareketleri müşahede olanlar hakkında iğmaz-ı ayn cihetine gidilmeyeceği meczum-ı kavi bulunmuş olmasından dolayı bu babda suret-i müstakillede makale tahririne lüzum görmeyerek yalnız temenniyyat-ı mezkureyi mir-i muma-ileyhin nazar-ı dikkatlerine arz eyleriz. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ekim Üçüncü Cild - Aded: Sen ey cihan-ı muvahhid ki mah-ı gufranı Mücahedeyle geçirdin Huda rızası için; Nasib-i pakini al durma han-ı kudretten Helal olur sana Hakk’ın na’im ü lütfu bugün. Odur tevakku’umuz bargah-ı Mevla’dan: Ki ıyd-i fıtrı sa’id eylesin cihana bütün; Semadan arza nigah eyledikçe aynı hilal Umum-ı alem-i İslam’ı mübtehic görsün. Tanışmak sevişmek İslamiyet’in evamir-i celilesindendir. Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri ehadis-i nebeviyyelerinden birinde buyuruyorlar ki: “Siz iman etmedikçe cennete girmezsiniz; yekdiğerinize muhabbet etmedikçe iman etmiş olmazsınız. Agah olunuz! Ben sizi bir şeye delalet edeyim. Siz onu işlerseniz birbirinize muhabbet edersiniz: Birbirinize selam veriniz.” Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruyor: “Üç şey vardır ki din kardeşinin senin hakkındaki muhabbetini diğin zaman selam ver; onlardan biri senin bulunduğun meclise geldiği zaman kendisi için yer aç; onu sevdiği isimlerle yad et.” Selamı evvel veren kimsenin indellah mertebesi ali olduğu da ehadis-i sahiha ile sabittir. meli; selam hususunda bu dostum bu düşmanım dememeli la-alet-ta’yin herkese selam vermeli. Selam beyne’n-nas fıkdan-ı te’arüften mütevellid vahşeti izale ve devam- ı ünsü te’min eder kuluba meveddet tohumu eker. Musafaha da böyledir. İhvanımızdan birine tesadüf ettiğimiz zaman elini tutmak yani iki kalbin ma’nevi cereyanlarını seyyale-i mıknatisiyyelerini maddi bir nakıl bir vasıta ile yekdiğerine isal etmek hikmeten maslahaten pek mühim pek şayan-ı dikkat ve ri’ayet bir keyfiyettir. Hatta bu hal tabiat-i beşeriyyede mevcuttur. Nitekim birbirini seven iki kimse mülakı olduğu zaman guya o temas muhabbet-i cariyyenin mütemmimi lerini tutarlar bu suretle muhabbetlerine germi verirler kaynaşırlar. Hadis-i Nebevi ile sabit olduğu vechile tahiyyet musafaha yuruyorlar ki: “Yolda birbirine tesadüf eden iki müslim musafaha ederlerse ayrılmadan evvel Cenab-ı Hak her na-yı musafahada refikine karşı eser-i ibtisam göstermek de emir buyuruluyor. Gerek selam gerek musafaha hakkında pek çok hadis rivayet edilmiştir ki bu ehadis-i Nebeviyye’nin kaffesi beyne’l-İslam husul ve istikrar-ı muhabbet hikmetine müsteniddir. Hülasa müsliminin yekdiğeriyle tanışması kaynaşması şer’an pek mültezemdir. Bundan maksad da uhuvvet-i İslamiyye’nin tezelzülden masuniyyetini te’min için yegane çare yegane vasıta olan ittihad kelime-i mübeccelesinin tazammun ettiği mana-yı saadet-intimadır. Yalnız selam ve musafaha mı ya? İslamiyet’in mahza bu hikmet-i ictima’iyyeye binaen bize emreylediği daha pek çok şeyler vardır ki cümlesinin ta’dadına bu makale mütehammil değildir. Bunların kaffesi hep bir maksada yani te’yid-i kurb-i suri bu’d-i ma’nevi demek değildir. Nifaktan riyadan ari saf nezih muhabbet demektir ki mutlaka görüşmekle tanışmakla hasıl olur. Eğer biz bugün husul-i ittihad nokta-i nazarından İslamiyet’in bize emrettiği hususata bi-hakkın ri’ayet edecek olur isek alem-i İslamiyet’i teşkil eden efrad yekdiğerinin liebeveyn kardeşi gibi olur. Beyne’l-İslam bu ittihad ve ittifak hasıl olduktan sonra hakıkati kendi kendine tecelli eder. Halbuki zamanımızda biganeye değil aşinaya bile selam vermemeyi büyüklüğün levazımından addeden pek çok kimseler görülüyor ki bu hal cidden teessüfe şayandır. Bu mukaddimeyi ityandan maksad amme-i müsliminin yekdiğeriyle birleşmesi taht-ı vücubda olduğunu beyandan birleşmeli kaynaşmalı birbirinin halini sormalı seviyye-i maddiyye ve ma’neviyyesini anlamalı. Mihver-i beka-yı milliyet budur. Sureta uyanık gibi gezen ahval-i aleme adem-i vukufu itibariyle sa’ir fi’l-menamdan farkı olmayan biçaregan-ı ümmeti müstağrak oldukları gaflet uykusundan irşadat-ı hakimane ile uyandırmalı; onların rüya zannettikleri dünyanın zanları gibi olmadığını hakıkat-i kat’iyye suretinde mulde cay-ı sükun arayan dimağları bu vasıta ile tenbih etmeli. O dağdağadan kaçmak o cereyandan teba’üd etmek varta-i helak ve izmihlale takarrübden başka bir şey olmadığını reddine inkarına mecal kalmayacağı dela’il-i mukni’a ve müsbite ile anlatmalı. Bunların kaffesi tanışmak bilişmek kaynaşmakla olur. ret-i vazıhada bildiriyor. Beş vakitte cemaatle eda-yı salata tergıb her sene bir mev’id-i telakı-i mukaddeste ictima’a da’vet ediyor ki bunların emr-i me’aşa ta’alluk eden hüküm ve esbab-ı hafiyyesi tedkık ve tetebbu’ edilse neticesi ittihada varır. Evet! Çar aktar-ı cihandan o mahall-i mukaddese gidiyoruz ifa-yı fariza-i hac ediyoruz. Bu farizanın me’ada ta’alluk eden ecri fazl-ı ilahiye kalmış bir şeydir; bizim daire-i olan feva’idinden müstefid olabilir miyiz; ne gezer! Arafat’ta Mekke’de Medine’de birbirimizin sade yüzüne bön bön bakıyoruz. Beyne’l-hüccac şu’un-ı alem-i İslam’a ait bir fikir bile te’ati edilmiyor. Bir Hind hacısıyla bir Türk hacısı beyninde te’ati edilen tuhfe-i uhuvvet yalnız bir merhabadan desiniz? demeye üşeniyor; yahud lüzum görmüyor. Hey’et-i vahide-i milliyyeden başka bir şey olmayan bu akvam-ı muhtelife yekdiğerine bigane birtakım ahzab-ı müteferrika halinde dağılıp yerlerine gidiyor. Hani ya İslam’ın vakt-i mu’ayyeninde nokta-i vahidede ictima’ından maksud olan fa’ide-i siyasiyye fa’ide-i milliyye nerede kaldı? Biz bu farzı fevt eder burada da yekdiğerimizle bilişmez kaynaşmaz nın ise hiç fa’idesi yok zannederim. Bugün alem-i İslam yekdiğerinden bi-haber… Bu halin devamı düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürüyor; intizar ettikleri neticenin husulünü anen-fe-anen tesri’ ediyor. Alem-i İslam’ın öyle garibeleri öyle acibeleri var ki insan bunları işittikçe hem ağlıyor hem gülüyor! Fakat gülmesi ferah nişanesi değil te’essür-i asabi neticesidir. Geçende fikr-i münevver niyeti halis bir zat bilad-ı İslamiyye’den birinin en büyük ricalinden biriyle mülakı olmuş. Esna-yı musahabette: Memleketinizin nüfus-ı mevcudesi ne kadardır? Sual etmiş muhatabından “la ya’lemü’l-gaybe illallah” mazmununa karib bir cevap almış. Sa’il bu cevaptan me’yus olmayıp tekrar fünun-ı cedideden terakkiyat-ı medeniyyeden ne haber? Müdafaa-i nefs ü din için yeni tarzda silahlarınız var mı? demiş muhatabından “Emir Timur zamanında böyle bid’atler yok idi” cevab-ı veciziyle mukabele görmüş. Bunun üzerine fütur getirmeyerek mekteplerinizi gayr-ı iradi olarak sağına soluna sallandıktan sonra istiğfar ve isti’azeden başka bir şeye bir cevaba lüzum görmemiş. Küstahlığı bu derecelere vardıran sa’il-i gafil de nasılsa aklını başına toplayıp muhatabının kendi hakkındaki nazarını değiştiren hatta kalbinde İslamiyet’ten şüpheye benzer şeyler uyandıran bu gibi manasız sualleri terk ile zemin-i musahabeyi değiştirmiş! zündeki İslamların birbiriyle tanışmaları kaynaşmaları yekdiğerlerini ahval-i alemden haberdar tarik-i savaba delalet etmeleri sayesinde çare bulunabilir. Bugün dünyada en ziyade muhtac-ı ikaz olan bir millet varsa o da İslamlardır. Biz birbirimizi ancak kaynaşmak bilişmek sayesinde ikaz edebiliriz. İslam’a pişva-yı medeniyyet olacak yine İslam’dır. Avrupa sekenesinin medeniyette en geri kalanı akvam-ı he yoktur. Şu halde bu vazife bize terettüb eder. Mevki-i coğrafimiz iktizasınca medeniyet-i garbiyyeyi aktar-ı şarkiyyeye isal edecek biziz. Bulunduğumuz hal ve mevki bize o vazifeyi tahmil ediyor. Bu vazifenin ifasında kusur edersek pek büyük mesuliyet altında kalırız. Halbuki şimdiye kadar bu maksadın husulünü te’min edecek bir tedbire tevessül edilmemiş. Elimizde cihet-i cami’a-i de dünyanın her tarafında bizim için sadr-ı kabul ve i’zaz amade iken ne aktar-ı ba’ide-i İslamiyyeyi şu’un-ı medeniyet-i garbiyyeden haberdar etmişiz ne de onların ahvali hakkında doğru ma’lumat hasıl edebilmişiz. Alem-i İslam hakkında derme çatma bir iki şey biliyor isek onları kendilerine yahud bin türlü hakarete tahammül bin türlü tehlikeye ilkayı nefs ederek cerad-ı münteşir gibi aktar-ı İslamiyye’ye yayılan Cizvit Papazları’nın semere-i sa’y ü gayretleri olan ve bit-tabi’ kizbe agraza ta’assuba müstenid bulunan rivayat-ı müzevverelerinden istinbat etmişiz. Bizim için bundan büyük ayıp olamaz. Himmetsizliğin bu derecesi bilmem ama güç af olunur. Ne hacet! Hind’e Çin’e Buhara’ya İran’a Turan’a Afrika’nın mahall-i muhtelifesine kadar yürüyelim. lan el-yevm bizim için azim olduğu kadar elim bir ga’ile teşkil eden bu hıtta ahalisiyle bu kadar senelerden beri tanışamamışız kaynaşamamışız. Ne onlar bizi anlamış ne de biz onları. Senelerden beri zalam-ı mübhemiyyet içinde bir Yemen mes’elesidir gidiyor. Bunun için ne kanlar döküldü ne canlar telef edildi! Hala da ediliyor. Ucu ortası bulunamadı gitti. Vukufuna itimadınız olan bir adamdan Yemen mes’elesinin hülasasını sual ediniz. En beyyin en bedihi bir mes’ele imiş gibi derhal bir fezleke şeklinde tasvir-i mes’ele eder Yemen hakkında size birçok ma’lumat verir ki zat-ı mes’ele ile bu tasvir arasındaki mesafenin tayinine fersahlar kafi değil! lunmamak neticesidir. Artık bilad-ı sa’ire-i İslamiyyenin irşad ve istirşadını düşünmeli. Alem-i İslam’a arız olan da’ü’l-udal-i tedenninin yegane devası beyne’l-İslam teksir-i münasebattır. Daima bunu düşünmeli daima buna çalışmalıyız. Bizim için maksad-ı yegane alem-i İslam’ı teşkil eden akvam-ı muhtelife arasında husul-i ittihaddan bunları tarik-ı savaba irşaddan ibaret olmalı. Halbuki beyne’l-İslam husul-i ittihaddan bahsolunsa mahazir-i siyasiyye şeklinde türlü türlü havatır-ı müz’ice müfekkiremize istila cesaretimizi kesr ediyor azmimize ha’il oluyor. Devr-i sabıkta hilafet mes’elesinden mütevellid bir vehm-i müz’ic hasebiyle böyle bir şeyden bahsetmek kendi eliyle mezarını kazmak demek idi. Şimdi o mahzur mündefi’ oldu. Serbest serbest düşünebiliyoruz. Mes’eleyi mecra-yı mantıkisinden inhiraf ettirmeksizin diyebiliriz ki bugün din-i mübinin bütün İslamlardan istediği bir şey varsa o da yeryüzündeki akvam-ı muhtelife-i İslamiyye’nin yekdiğeriyle tanışıp kaynaşmalarıdır. Bu maksadın te’min-i husulüne çalışmak bizim için farz-ı ayındır. Kurb ve buudda mevki-i coğrafiye mahazir-i melhuzeye bakmaksızın bütün akvam-ı İslamiyye’yi yekdiğerine tanıtmak onlar hakkında ma’lumat-ı vazıha ve mükemmele istihsal etmek el-hasıl ittihadı te’min eylemek neye mütevakkıf ise recek ahval-i mü’ellimedendir. bir kere yer[in]den oynarsa kürre-i arzı sarsar. Bu kuvayı tahkim bu kuvvetten istifade için dolaşmalıyız. Bizim alem-i İslam’da göreceğimiz kabul Cizvitlerin gördüğü kabule benzemez. Elimizde bir anahtar var ki bize bütün kapıları açar. İki sözle te’arüf ve i’tilaf hasıl olur. Bin yıldan beri aşina imişiz gibi hubb u muvalat asarı görülür. İş o külfeti ihtiyar etmekte o zahmete katlanmakta. Vakayi’-i cariyye İslam beyninde husul-i ittihad ve te’arüfün vücubunu te’yid lisan-ı hal ile bu vecibenin ifası lüzumunu te’kid ediyor. Alem-i İslam’ın müfekkiresine müstevli olan atalet ve betalet örümcekleri ancak bu suretle izale olunabilir. Avrupa’nın göbeğinde mütemekkin olan biz Osmanlılar hala muhtaç olduğumuz terakkıden binlerce fersah ba’id halde dem-güzar olan akvam-ı İslamiyye için böyle bir saadet temennisine kalkışmak muhal ile uğraşmak kabilinden olmaz mı? Evet bu bir itiraz bu temenniye karşı en kestirme bir cevaptır. Fakat bir cevap ma’kul ve makbul değildir. Zira bu cevabın isabetini kabul etmek atiye ait en mu’azzez bir ümidi en mukaddes bir emeli mezara koyup üzerini türab-ı nisyan ile örtmek demektir. Eğer biz bu fikre hadim olacak terakkı-i alem-i İslam fikri atıp ezhan-ı halkı işgal etmeyelim. Yok bizde cidden böyle bir fikir varsa şimdiden muktezasını yapalım. Biz Osmanlılar madem ki terakkıyat-ı medeniyyeyi daha yakından görüyoruz madem ki milel-i müterakkıyenin eser-i temeddünlerine iktifadan başka bir çare-i necat ve selamet olmadığını şüpheden tereddüdden ari olarak biliyoruz medeniyette bizden geri kalan akvam-ı İslamiyye ile tanışmak kaynaşmak bu hakıkati onlara anlatmak bizim uhde-i hamiyyetimize terettüb eden bir vazife-i mukaddese bir fariza-i mübecceledir. Bu hususta rehavete mağlub olur dereceye kadar mes’ul oluruz. Maksadın te’azzür-i husulüne ka’il olmak hatadır. Büyük teşebbüslerden ürkmemeliyiz; atiden nevmid olmamalıyız. Japonlar gözümüzün önünde. Asya’nın müntehasında sakin olan bu zeki kavmin azmine azm-i tekamül-cuyanesine ne ebhar-ı muhite ne de mesafat-ı ba’ide hail olmadı. Onlar dürbin-i akl ü irfanlarıyla Avrupa’nın bütün me’asir-i umran ve terakkısini gördüler. Az zaman içinde memleketlerini Avrupa’ya gıbta-ferma olacak bir derece-i terakkıye getirdiler. İş azimde sebatta. Azm ü sebatın hüsn-i niyetin önünde ha’il mutasavver değildir. Eğer onlar da kendi halleriyle Avrupa’nın halini mukayese ettikleri zaman mağlub-ı ye’s ü fütur olaydılar bugün Çinlilerin derekesinde kalırlar idi. Vakı’a maksad mühim husulü müşkildir. Fakat yine me’yus olmayalım. Alem-i İslam ile tanışalım bilişelim eski kütüklere yeni filizler aşılayalım bir gün olur ki semeresi iktitaf edilir. Ve illa kütükler kesilir yakılır! Feyz-i envar-ı tal’atinle tab-dar olan o leyle-i garra ya Nebiyyallah senin leyle-i veladetindir ki o günde din için ve ehl-i din için azim sürur ve iftihar husule geldi. Resul-i Ekrem sallallahu te’ala aleyhi ve sellem Efendimiz gece mi yoksa gündüz mü gehvare-i zib-i şühud oldu. Bunda ihtilaf olundu. Nazım hazretlerinin sözünden evvelki suret nümayan oluyorsa da racih olan ikincisidir ve fakat ba’de’l-fecr dünyaya gelmişlerdir. üst beyitteki burada veladet manasına ma’a bumanasına fi’l-i tam fa’il ona ma’tuf fi’le de zarfiyyet için olarak fa’ile müte’alsevinç ve iftihar dir vasılı iftihardır huruf-ı rahveden ve huruf-ı Ve o gece hatiflerin: Eyyühe’n-nas! Hayru’l-vera Muhammed Mustafa aleyhi efdalü’t-tehaya Hazretleri muhakkak dünyaya geldi ve rahmet-i alemiyan olan zat-ı mübareklerinin şeref-i kudumü ile bütün mahlukat için ferah ve sürur tahakkuk eyledi diye tebşiratı tevali etti. tevali ve tetabu’ etti ma’nasıfa’il ve tuba vezninde olarak müjde ma’nasıhatifin cem’idir. Hatif: Savtı işitilip şahsı görültefsiriyyedir medlulü lisasuretinde tercüme olunur. tahkık içindir. mazi-i mechul na’ib-i fa’il. evvelki cümle üzerisabit oldu manasına fi’l-i mazi. Esma-i hüsfa’il ve ferah ve sürur manasınadır. Leyle-i veladet-i Muhammediyye’de zuhura gelen umur-ı acibeden biri de budur ki o gece eyvan-ı Kisra yıkılmağa başladı. Ya Resulallah eğer bu senden bir alamet olmaya nur-ı celil-i tevhidin iklim-i küfürde işrak eyleyeceğine azim bir nişane idi. Eyvan-ı Kisra’nın rasanet-i fevkaladesine nazaran hiç me’mul değil iken leyle-i veladet-i Nebeviyyeye müsadif bir gece duvarları birdenbire yarıldı eyvanın on dört şeh-nişini yere sukut edip hak ile yeksan oldu ve yine o gece bilad-ı Fars’ın bazı su menbaları kurudu Save şehrinin cesim gölündeki sular dahi çekilerek na-bedid oldu nice yıllardan beri la-yenkati’ iş’al edilmekte olan ateş-gedeler söndü muvbidan dahi o gece birtakım serkeş develerin Arap atlarını sürerek ve bu hal üzere Dicle’yi geçerek bilad-ı Fars’a yayıldıklarına da’ir bir rüya görüp bunu ol vaktin kisrası bulunan Nuşirevan’a söyledi. Nuşirevan bu kadar vakayi’in hep birden bir zamanda ser-zede-i zuhur olmasından ve bahusus muvbidanın gördüğü rüyadan pek endişe ederek sebep ve hikmetini sordu. Muvbidan Arabistan cihetinden zuhur etmiş bir hadise olacaktır dedi. Nuşirevan Arabistan hakimi Nu’man bin Münzir’e bir name yazıp diyar-ı Arap’taki danişverandan birini istedi o da Şam’da kahin-i meşhur Satih’in yeğeni Abdülmesih’i gönderdi. Nuşirevan vekayi’-i mezkurenin sebebini Abdülmesih’ten sordukta bunu dayısı Satih’in bileceği cevabı vermesiyle dayısının nezdine gidip ondan sual-i keyfiyyet ederek alacağı ma’lumatı kendisine bildirmesini Abdülmesih’e emretti. Abdülmesih Şam’a gidip Satih’e cereyan-ı hali hikaye ile sebep ve hikmetini ahir zaman peygamberinin doğduğuna ve eyvan-ı Kisra’dan on dört şehnişinin sukutu Sasaniyan sülalesinden daha on dört hükümdar ferman-ferma-yı mülk-i Acem olduktan sonra saltanatlarının ahar ellere intikal edeceğine işarettir dedi. Ve Abdülmesih aldığı bu cevabı gelip Nuşirevan’a söyledi. Filhakıka Satih’in verdiği haber doğru çıktı çünkü ekasire-i Acem bunun üzerine çok sürmeyip telef olduktan sonra nihayet Hazret-i Osman radıyalllahu anhın zaman-ı hilafetinde ahir-i müluk-i Sasaniyan olan Yezdicerd dahi firar ile Horasan cihetlerinde fevt olduğundan hicret-i seniyye-i nebeviyyenin otuz birinci senesinde nesl-i Sasaniyan münkatı’ oldu mülk-i Fars yed-i İslam’a geçti. İşte bu beyt vakayi’e işaret etmiştir. tefa’ül babından yıkılmaya fa’il Arapça’da hemzenin kafın kesri ve elifin kasrıyla edatı ile dan münişan ve alamet lafzı kelimesinin fi’il ve nın cevabıdır yıkılmaya başda harf-i ta’rif ahd-i harici için Bir mislini getirmiş olsaydı kilk-i kudret Beytü’l-kasid olurdun manzume-i cihanda; Mısra’ısın ki sun’un berceste ta ezelden Ferdiyyetinle kaldın divan-ı kün fe-kanda. Tanin’in bu hafta gelen nüshalarında Avusturyalı papazların şimali Arnavutluk’taki tesvilat ve iğfalatını okurken Victor Berard’ın La Turqui et l’Hellenisme Contemporain nam eserini tahattur ettim; Luid Kumpanyası vapurlarından biriyle Adriyatik Denizi’ndeki ilk Osmanlı iskelesine adım atan bu seyyah bu şark mes’elesi meraklısı birinci faslı “İtalya Entrikası” diye başlayan kitabında cebin ve sefil hükumet-i sabıkanın – zir-i zemine geçen – tarz-ı cereyanıyla rahiplerin mesa’i ve muvaffakıyyatını Arnavutları Arnavutluğu Makedonya’yı an’anesiyle anlatıyor ve kendi hesabınca neticeler çıkarıyordu. İnkılab-ı mes’udumuzla bugün korkulu rüya derekesine inen o hikayeler yakınlara kadar şu koskoca hey’et-i Osmaniyyemizin nasıl korkunç uçurumlar karşısında bulunduğunu düşünerek insanın tüyleri ürpermemek ve bu hakaretlere bu felaketlere hep biz kendi kendimize sebebiyet verdiğimizi düşündükçe ne kadar mahdud bir nazara malik ve ne kadar atıl bir hayat sürüklemekte olduğumuza müte’essif olmamak kabil değil… Evet! Tanin’in yazdığı vechile Avusturya papazları yalnız Avusturya değil İtalya Fransa papazları ve ta’bir-i umumisiyle Katoliklik naşirleri ve yalnız bunlar da değil İngiltere ve Amerika hey’at-ı ruhbaniyyesine mensup Protestan misyonerler yalnız Arnavutluk’da değil Kürdistan’da Ceziretü’l-Arab’da Anadolu’da Afrika’da aynı suret ve aynı maksadla uğraşıyor ve günden güne kökleştikçe kökleşiyorlar. Avrupa ve Amerika’da yüz bulamayan bu “naşir”ler vatanımızda rine geçirdikleri evlad-ı vatandan hissiyyat-ı necibe-i dindarane veya vatan-perveraneyi izale için neler icad ve isnad etmek lazımsa maa-ziyadetin ve kemal-i sühuletle tatbik ediyor ve belki kısmen muvaffak da oluyorlar. Hey’at-ı ruhbaniyye zir-i idaresinde bulunan ve hiçbir fahs ü murakabeye tabi olmayan mekatipten her hangisinin hedef-i maksudu “terbiye-i Hristiyaniyye” yani adavet-i İslamiyye esasına müstenid olmadığını ve mesela bizim en büyük tanıdığımız ve hatırat-ı cihan-girane ve adilanesiyle bihakkın müftehir olduğumuz Kılıçarslanlar Salahaddinler ve hala sayelerinde yaşadığımız Fatih Yavuz Kanuni gibi cihanlar değer sultanlarımız ve ebediyyen yaşayan bu büyük adamların silah arkadaşı olan ecdadımız genç fikirlere bu vatanın evladı olan şakirdana birer vahşi; diye tavsif edilmediğini acaba kim iddia edebilir. Hükumetin birtakım kuyud-ı siyasiyye ile mürtebit olduğu ve zaten hep bildiğimiz bu mektepler mes’elesini burada teşrihten ise maksud-ı aslimize takarrüb için düşünelim ki: Her kavim her cema’at kendi muhitine kendi nokta-i nazarına kendi menfaat-i ictimaiyyesine göre tabii ve muhık olan bu teşebbüslerde bulunuyor yayılmak çoğalmak “development” nema bulmak için – fıtratın sevk-i tabiisine tebe’an ilerliyor arıyor kuvve-i tedafü’iyyesi uyanmamış yer arıyor ve aradığını vatanımızda buluyor ve dal budak salıyor. İşte mes’elenin ruhu akıp gelen bu kuvvete nasıl karşı duracağız? Muhitimiz haricindeki hey’at-ı beşeriyyenin bizim üzerimizde aks-i tesir yapan şu neşv ü nema-yı tabiisine nasıl müdafaa edeceğiz? Top tüfek cebr ü şiddet bu mesaile girmez.. Ya? Aynıyla mukabele aynıyla müdafaa! İzale-i cehl için bila-ifate-i vakt ıslah ve te’sis-i mekatib ve medaris! Fakat taklid olmasın. İhtiyacat-ı hakıkiyye-i tabiiyye-i ictimaiyyemizle mebsuten mütenasib ve “terbiye-i İslamiyye” yani şera’it-i asliyye-i medeniyye esaslarına müstenid olsun. Bu ihtiyac-ı mübremi hayat-ı ictima’imizin rükn-i mutlakı olan bu mes’eleyi yalnız Maarif Nezareti değil millet ulema-yı millet olanca ehemmiyet olanca ciddiyetiyle düşünmelilerdir; nasıl ki misyonerler kendi ihtiyacat-ı ictima’iyyelerini düşünüyorlar. İtalyalı Avusturyalı Fransalı Amerikalı bir papazın Afrika’nın en hücra bir vahacığında senelerce türlü meşakile göğüs gererek çalıştığını göz önüne getirip dar gidip uğraşmayalım. Fakat kendi vatanımızda ilerlemek üzere bulunan inhitatlara dini ictima’i inhitatlara mukabele müdafaa edecek bu yaralara merhem bulacak olan ulema ve fuzala-yı kiramın nazar-ı dikkatini celb edelim.. Mesela bir Katolik misyoneri Timbuktu Kongo içerlerine yahud Mısır Ada’ya Humus’a gitmeden Mısır’da yahud Trablusgarb’da yahud ona mu’adil bir yerde bir iki üç sene kalıyor gideceği mahal hakkında ameli ma’lumat ediniyor lisanını adatını öğrenmeye uğraşıyor yerlilerle temasta bulunmaya vesileler arıyor taze hurma dallarından müteşekkil şemsiyyeler altında mavi boncuklar ve mümasili şeyler satan yerlilerle alış veriş eden bi’l-iltizam saatlerce onlarla vakit-güzar olan misyonerler görülmemiş işitilmemiş şeyler midir? Bu derece-i tekamüle varan “hiss-i inbisat” fi’l-hakıka çalışmaları nisbetinde fa’ide vermiyor ve bil-akis -ale’l-husus Afrika’da- İslamiyet bir feyz-i tam ile ilerliyor. Buna onlar şaşıyor fakat biz ibret almalıyız… Umumiyetle ama olan mektep hocaları üzeri hurma dallarıyla örtülü havasız ziyasız yerlerde zavallı çocuklara guya bir şeyler öğretiyorlar; iki üç tahta parçası oyularak kabartılan iki üç ayet-i kerime mektebin sermaye-i ilmi ve biçare çocukların yegane kitab-ı kıra’atidir. Yemen Hicaz Trablusgarb vilayetlerinde ale’l-umum suret ve derece-i tahsil bu minval üzere olduğu gibi Suriye vilayetinde de emsaline ekseriyetle tesadüf olunabilir. Ticareti ahalisinin zeka ve terakkı-perverliği ile şöhretşi’ar olan Beyrut’un Maarif Nezareti’ne mensub henüz bir serapa Katolik ve Protestan misyonerlerine medyundur… Biz bu acı hakıkati itiraf etmedikçe ati-i münevverimizi sağlam esaslar üzerine kuramayacağımıza kani’ olmalıyız. Beyrut’ta biri Protestanlara diğeri Katoliklere mensub olan iki büyük darü’l-fünun binlerce şakirdin evlad-ı vatanın darü’t-tahsilidir. Buna mukabil Maarif Nezareti’nin yalnız bir tek mekteb-i i’dadisi vardır ki onun da bir menba’ı tek ibtida’i mektebi bile yoktur; yirmi sene evveli küşad olunan mekteb-i i’dadinin şimdiye kadar ancak yüz altmış efendiye şehadet-name verebildiğini söylersem Beyrut seviyye-i Şu te’ehhür-i muhavvife nisbetle misyonerlerin pek esaslı ve pek ciddi surette tezayüd eden mesa’isi inbisat-ı hiss-i tabiisi dolayısıyladır ki: Henüz deva’ir-i resmiyye-i hükumete bile adam akıllı giremeyen Türkçe’ye bedel Fransızca ve kısmen bütün bütün teba’üd etmemek için hayli su götürmeye müsta’id ve mutlaka mesa’i-i ciddiyye taraftarının düşünüp bildiği evrak-ı havadisin külle yevmin neşredegeldiği vechile sebeb-i aslisi cehalet ve ilacı ilm ü ma’rifet olan bu hallerin önünü almaya elbette vükela-yı millet ve devlet Osmanlılık ve hükumet nokta-i nazarından çare-cu olduklarından bu hikayeleri uzatmayarak hakıkat-i maddeyi yalnız din nokta-i nazarından tahlil edersek görülür ki: Ulema-yı kiram-ı din-i İslam ki enbiya varisleridir mübahasemizin mevzuu olmayan edvar-ı tekamüliyyeyi geçirdikten ve artık Bağdat Şam Kurtuba ve Gırnata darü’l-fünunları feyz-i sabıkın samit birer şahid-i şikeste-emeli haline girdikten ve makam-ı mukaddes-i Hilafet Osmanlılar padişahına intikalden bir asır mukaddeminden bir asır mu’ahharına kadar yeniden tenemmüv ve tekamüle başlayan feza’il-i ilmiyye ve metanet-i ahlakıyyeleriyle ebedi şöhretler kazanan şeriat hadimleri adalet medeniyet doktorları ortadan kalkıp da beşikteki çocuklar bunların paye ve elkabına varis olduktan ve hep bildiğimiz tan sonra ilm ü fazlına Fatihlerin Yavuzların boyun eğdiği ulemaya bedel dünyayı bulunduğu memleketten ve ilmi okuduğu bir iki alet kitabından ve vazifesini vakitcağızını hoşça geçirmekten ibaret zannedenler türeye türeye biz haric muhitimizde olup bitenleri değil gözümüz önündeki fecayi’i bile göremez işitemez olmuşuz… Tanin’in Ramazan tarihli nüshasında ser-güzeşt-i garibanesini bildirdiği bedbaht “Gülistane”yi bir faci’a-nüvis bütün ruhuyla bütün rikkatiyle tasvire himmet eylese henüz içinden sıyrılmaya uğraştığımız muzlim ve iğrenç mazinin dinimize ahlakımıza cem’iyet-i medeniyyemize açtığı rahnelerden birini bi-hakkın nazar-ı ibretimize vurmuş olurdu. Şu mesrudatım kimsenin mu’tekadat ve hissiyyat-ı vicdaniyyesine haşa ta’riz demek olmayıp gaye-i emelim birkaç asırdan beri mutarrid ve muntazam hatvelerle tekamül-i tabiiye medeniyet-i hakıkiyyeye doğru yükselen dimağ-ı beşer mutlaka dimağ-ı İslam olmak lazım iken biz bil-akis musab olduğumuz cehalet ve onun tev’em hemşireleri Allah dağlardan büyük fakat gizli denizlerden daha geniş fakat hafi arslanlardan fillerden kavi fakat ruhi ma’nevi bir kuvvet halk eylemiş! Dünyayı ma-fihayı ta ma’neviyyatımıza ta a’mak-ı ruhumuza varıncaya kadar hepsini o kuvvetin nüfuz-ı sahiranesi tahtına vaz’ etmiş; o kuvvet dağları deler denizleri geçer bütün beni beşerin hatta hayvanatın ruhlarına karışır; evamirini ilka nüfuzunu icra eyler alem muti’ kainat münkad. Sünnetullah böyledir. Bu kuvvet cesaretle karşısına çıkan bütün maniler bütün hailler ile pençeleşir çarpışır. Akıbet muvaffakıyet mutlaka bu kuvvete ait kalır. Her halde kazanır. Kainat bu kuvvete karşı mukabelede bulunmaz. Hayvanat da böyle… Fakat zavallı insanlar mağrur olurlar: Zayıf kuvvetlerine güvenerek müdafaaya girişirler; çalışırlar çabalarlar tab ü tüvandan mahrum kalırlar. Yine neticede mağlub düşerler; hezimet-i külliyyeye duçar olurlar. Kaza-i ilahi böyledir. Bu kuvvet ruhtur. Bu kuvvet ma’nadır. Alemde gördüğümüz bütün harekat kainatta hissettiğimiz bütün faaliyet bu kuvvetin ma’nevi ruhi kumandalarıyla ika’ edilir. Cenab-ı Allah bunu halk etmeye idi alemde bir atalet kainatta betalet ve sükunet-i mutlaka hüküm-ferma olurdu: Bir kuş uçmaz; bir sinek kımıldamazdı. Gözler fikirler dikildiği yerde insanlar hayvanlar bulunduğu halde sabit kalırlardı. Bu babda söylenen daha söylenebilecek sözlerin hülasası ruhu olmak üzere: “İhtiyaç bütün kainatın bil-umum ridir” diyebiliriz. İhtiyaç insanlar için daima en doğru en kestirme yolu ira’e eder. İnsanları daima evvelce iş başa gelmeden tehlikenin önünde de imdada yetişerek kurtarır. Küçük yaştakiler için yahud ani bir tehlikeye ma’ruz büyükler için sevk-i tabii ve ilham ne ise beni beşerin ahval-i hayatiyye ve ictima’iyyelerinde de ihtiyaç odur; aynı vazifeyi ifa eder: Hayatlarında ma’işetlerinde rehberlik muallimlik ettiği gibi mevcudiyet-i ma’neviyyeleri ilimleri ruhları fikirleri için de pek çok irşadatta bulunur. Burada ihtiyacın mahiyetinden hakıkatinden umum evsafından kainata karşı olan bütün te’siratından bahsedecek değiliz orası maksaddan hariçtir. Biz şimdilik ihtiyacın ancak İslamiyet’e mevzumuza daha yakın bir ta’birle ulum-i den bir nebzecik bahsetmek bu suretle asıl maksad için bir mukaddime i’dad etmek istiyoruz. Bir vakitler bütün Ceziretü’l-Arap’ta müdhiş bir bedavet muzlim bir cehalet hüküm sürüyordu. Bu hal bütün şiddetiyle devam etmekte iken Hazret-i Peygamber ba’s olunarak den mücahededen sonra kavm-i Arap fevc fevc din-i mübin-i liyordu. Az bir zaman zarfında yüz binlerce azayı havi büyük bir cem’iyet-i fazıla teşkil etti. Az zaman evvel bedevi müşrik olan bu kavim artık kendilerinde bir hal-i ictima’i olduğunu binaenaleyh yekdiğerlerine karşı hukuk ve veza’ifleri olduğunu hissetmeye bütün bunlarla beraber saadet-i ebediyyeye de iman etmeye başladılar. Bir taraftan saadet-i dünyeviyye ve ihtiyac-ı ictima’ilerinin diğer taraftan da saadet-i uhreviyye ve ihtiyac-ı ma’nevilerinin ıslah ve te’mini cihetini hissediyor ahval ve ef’allerinin de ona göre tanzimi lazım olduğuna inanıyorlardı. İşte bunlar böyle mutlak mu’azzam münevver bir saadet ta’kıbine koyulmuşlardı. Fakat bazen oluyordu ki aralarından biri birkaçı siyaset yahud ma’işet ilcasıyla huzur-ı Nebevi’de bulunamazdı. İşte böyle bir sırada hükm-i şer’isini bilmediği işitmediği bir hal vaki’ olduğu surette artık kendisi ictihad eder: Mes’eleyi zann-ı galibi vechile halleylerdi. meydana gelmişti. Zira ashab-ı güzin hazeratı ibadet niyetiyle hissettikleri ef’al ve ahvallerini ahkam-ı şer’iyyenin gösterdiği vechile icra etmek lazım olduğunu yakınen biliyorlardı. Halbuki evsaf-ı şer’isini bilmedikleri fakat dince yahud hayat ve ma’işetçe icrasını zaruri gördükleri bir fi’ili terk edivermek hal ve mevkie ihtiyaca muvafık olmayacağından o hususta ictihad ederek hükm-i şer’isini galebe-i zan tarikıyla bulmak lüzumunu hissederlerdi. Filhakıka ashab-ı kiram ictihad hakkında bir mesağ-ı Nebevi olmadığını anladıkları yahud tarik-i ictihadı bilemedikleri surette şüphesiz ictihada cesaret-yab olamazlardı. Hazret-i Peygamber’e ve dine karşı olan ihtiramları müslimiyyetleri pek yerinde pek ali idi. Lakin Fahr-i Kainat Efendimiz Hazretleri ashab-ı kirama zımnen sarahaten bu yolda ictihad etmelerine müsaade buyurmuşlardır. Hakim için ictihad ca’iz olduğunu isabet ederse iki sevaba hata ederse hüsn-i niyetle çalışmasından dolayı bir sevaba na’il olacağını tebliğ eylemişlerdi. Bir zaman Fahr-i Kainat Efendimiz Hazret-i Mu’az’ı sefaretle Yemen’e gönderiyorlardı. Esna-yı azimetinde Hazreti Peygamber: – Ya Mu’az! Orada iken muhakeme olunmak için sana müracaat olunursa ne yaparsın; kaza için neyi düstur ittihaz edersin? – Kitabullah’ı… – Kitabullah’ta bulamazsan…? – Sünnet-i Resulullah’ı… – Sünnet’te de bulamazsan…? – Kendi re’yimle ictihad ederim.. dimiz pek ziyade memnun kalmış; Mu’az’ın sadrını okşayarak: buyurmuşlardı. Bir zaman Hazret-i Ömer fariza ile beraber nafile namazı da kılmak isteyen bir zata: “İşte ümem-i salife de böyle işler ile helak olup gitmişlerdi!..” demesi üzerine Hazret-i Peygamber de: te’yidiyle Ömer radiyallahu anhın re’yini tasvib buyurmuşlardı. Hazret-i Ali Yemen’de olduğu esnada nezdine üç zat gelmişti. Bir çocuk hakkında muhasame yani hepsi de onun kendi oğlu olduğunu iddia ediyorlardı: Ali radiyallahu anh da kur’a ile çocuğu yerine teslim ederek o adamdan çocuğun diyetinin sülüsanını alıp öteki iki adama birer sülüs vererek davayı halletmişti. Hazret-i Ali’nin bu muhakemesi Peygamber Efendimiz tarafından işitilince zat-ı nebevilerinde pek büyük meserret pek büyük bir memnuniyyet görülmüştü. Ashab-ı kiramdan iki zat esna-yı seferde abdest alacak su bulamadıklarından namazlarını teyemmüm ile kılmış fakat biraz sonra henüz vakit içinde iken suya tesadüf etmişlerdi. Bunlardan biri su ile abdest alarak namazını iade eylemiş; diğeri ise iadeye bir türlü lüzum görmemişti. Bu vak’a Fahr-i Kainat Efendimize ihbar edildiği zaman her ikisini tasvib eylemişlerdi: Birinciye: “Sen iki kat ecre na’il olmuşsun”. binaenaleyh namazın sahihdir” buyurmuşlardı. re ictihad eyler; bazen ictihadlarını huzur-ı risalet-penaha arz ederlerdi ki isabet ettikleri takdirde ol Hazret de sevinir ve sevindirirdi. Ashab-ı kiram hazeratı gerek sevk-i ihtiyaçla gerek ol hazretin müsaade ve teşvikatıyla hiss-i ictihada na’il oldukları gibi bunun icrası için lazım olan isti’dadı dahi ta’limat-ı nebeviyyeden istifaza ediniyorlardı. Zira bazen Fahr-i Kainat Efendimiz Hazretleri tebliğ buyurdukları ahkam-ı celilenin ilel ve evsaf-ı mü’essiresi ile edillesini beyan eder; ve bazı ahkam-ı şer’iyyeyi dahi neza’iriyle esbab-ı hafiyyesiyle emsilesiyle izah buyuruyorlardı. Bir defa Hazret-i Ömer: “Aman ya Resulallah büyük bir fenalık yaptım: Oruçlu olduğum halde kadınımı takbil eyledim?...” demesi üzerine ol Hazret: – Oruçlu iken mazmazada bir beis tasavvur ediyor musun? – Hayır… – O halde takbilde bir beis yoktur; orucunda devam eyle.” buyurarak alel-ade şürbün mukaddimesi olan ağıza su almakla mukaddime-i mukarenet olan takbili tanzir eylemiş; hükümce takbili Hazret-i Ömer’in hükm-i şer’isini bildiği mazmazaya ilhak etmişti. nazire irca’ı ca’iz ve inde’ş-şer’ nazirin hükümce dahi müsavi olduğu ameli bir surette münfehim oluyordu. Ashabdan biri: “Ya Resulallah pederim İslam’ı kabul etti. Şimdi üzerine hac farzdır. Fakat ihtiyarlığından şedd-i rahle muktedir bir halde değildir. Kendisi için ben ifa-yı hac edersem ca’iz olur mu?” demesi üzerine Fahr-i Kainat Efendimiz: – Sen onun büyük oğlu musun? – Evet… – Farz edelim pederinin üzerinde deyni olup da sen onu te’diye edersen ca’iz olur mu? – Şüphesiz… – O halde hac da ca’iz olur. duğu gibi aslı bir suret-i ameliyyede ira’e olunuyordu. Hazret-i Peygamber Efendimiz nebizin pak olması hakkında: ] buyurarak pak ve temiz hurmadan çıkarılmış olduğundan hurma nebizinin de pak olması lazım geleceğini beyan etmiş; şive-i lisanı bilen herkese anlayacağı bir tarzda nokta-i ta’lili ira’e eylemişti. Fahr-i Kainat Efendimiz’den taze hurmanın kuru hurma mukabilinde satılması ca’iz olup olmadığından sual edildikte: – “Taze hurma kurutuldukta vezni eksilir mi?” diye menat-ı hükm olan noktaya ima suretiyle istizah-ı madde ederek – “Evet eksiliyor” cevabını alınca o bey’in ca’iz olmadığını beyan buyurmuşlardı. Seyyid-i Kainat Efendimiz hazretleri: “Cenab-ı Allah ve Resul-i Huda sizi merkep eti yemekten nehyeyler” dedikten sonra bu nehyin sebebini beyan zımnında: “Zira merkep eti pis oluyor” buyurmuşlardı. Nebiyy-i muhterem Efendimiz hazretlerine ammü’nNebi Hamza radiyallahu anhın kızı ile izdivac teklif olundukta: “O benim için helal olmaz” diye teklif olunan izdivacın hükm-i şer’isini beyan ettikten sonra illetü’l-hükm olan noktayı da: “Zira o benim rıda’an biraderimin kızıdır” suretinde Kütüb-i ehadiste usul-i fıkh mecmualarında siyer kitaplarında ta’lilatı menat-ı hükmü kıyası havi daha pek çok ehadis-i şerifeye tesadüf olunmaktadır. İşte bu yolda şerefvarid olan ehadis-i Nebeviyye böyle bir zeminde vaki’ olan ta’limat-ı celile ashab-ı kiram hazeratı için tarik-i ictihadda pek büyük bir rehberlik vazifesini ifa ediyordu. Bir taraftan sine-i ihtiramlarında hıfzettikleri ehadis-i şerife ve ahkam-ı münifeden; diğer taraftan ise mişkat-ı nübüvvetten mütemadiyyen istifaza etmekte bulundukları nur-ı rüsuh buluyordu. Şu mukaddes isti’dad Cenab-ı Allah’ın bahş buyurduğu kabiliyyet-i fıtriyyelerine göre inkişaf etmekle sine-i mübarekelerinde tedricen “meleke-i ictihad” tecelli ediyordu. O bahtiyar müslümanlar bir taraftan şu mukaddes nurun ziyası diğer taraftan büyük muallimlerinin irşadı ile zihnen teşkil ettikleri mukaddemat-ı hafiyyenin neticesine destres oldukça ne kadar sevinirlerdi. Hele ol Hazret tarafından musib oldukları tebşir olunursa bu şeref onların pak kalblerinde daha metin daha ciddi bir azm ü ikdam uyandırırdı. ta’limat ve teşvikatı ile Bedir Uhud gazilerinin Mekke Hayber fatihlerinin kalben cehalete karşı i’lan ettikleri harbin neticesinde cehalet mağlub edilerek “bab-ı ictihad feth” olunmuştu. Hem zannetmeyiniz ki hariçte bulunan ve aynı rabıta-i fikriyye ile birbirlerine merbut olan müslümanlar bizim memleketimizdeki dindaşlarına karşı yabancıdır; aralarında hiçbir münasebet yoktur. Zira hristiyanların hakim olduğu memleketler hakıkatte “darü’l-İslam” olmayıp “dar-ı harb” olmakla beraber imanında sabit olan her müslümanın nazarında ebediyyen mu’azzezdir muvakkardır. Parmaklıkları öyle içine duhul imkanını selb edecek kadar sık sağlam olmayan bir demir kafesin derununa yavruları hapsolunmuş bir dişi arslan o kafesin etrafında nasıl dolaşırsa gazab infi’al hisleri de bu müslümanların kalbini öylece tavaf eder durur. Köylerimizde kasabalarımızda fakır birtakım dervişler görürsünüz ki dillerinde salat ve selamdan başka bir şey yok; bundan başka bir şeyle meşgul değil: İşte çadır çadır köy köy dolaşarak kutubların meşayih-i İslam içindeki velilerin menkıbelerini rivayet eden bu ta’ife ne tarafa giderse gitsin hangi cihete teveccüh ederse etsin müslümanların kalbine bize karşı kin garaz ekmekten başka bir vazife ile muvazzaf değildir. Alem-i İslam na-mütenahi birtakım ta’ifelere tarıklere münkasemdir ki bunların içinde bizim birçok tebeamız da dahildir. Lakin bunların merkezleri zaviyeleri ekseriya bizim daire-i nüfuzumuzun dahilindeki arazide değildir. İşin gayeti bu ta’ifeler bu mezhebler üzerinde icra-yı nüfuz eden güruh durmaksızın dinlenmeksizin Afrika’daki müsta’merelerimizi bir baştan öbür başa dolaşıyorlar. Gittikleri yerde fevkalade hüsn-i kabuller ikramlar atalar görüyorlar. Hatta bir fakır bile misafirine bir koyundan aşağısını kesmiyor. Sadakalar evet yalnız Cezair ahalisinin bu uğurda verdiği para her sene sekiz milyon franga baliğ oluyor ki cidden müdhiş bir yekundur. Zira bizim Cezair ahalisinden aldığımız vergi bu mikdarın iki katını tecavüz etmez. Vakı’a bu ta’ifelerin arasında sulha sükuna mail olanlar da yok değildir ki hükumetimizin gerek Cezair’de gerek Tunus’taki ricaliyle bu adamların münasebeti son derece de arasındaki rabıtaya fütur arız olması Afrika müslümanlarına çe bir pay düşmesidir. Lakin diğer tarafta öyle ta’ifeler var ki asabiyyetin gayesini bulmuşlar müslümandan başkası hakkında ibraz-ı şiddet medeniyet-i hazıraya karşı alabildiğine nefret esas-ı asabiyyetlerini teşkil ediyor. Cezair’deki emlakimize bitişik nevahiden pek uzak olmayan bir mevkide Şeyh Senusi mühim bir mezheb tesis etti ki birçok ensarı a’vanı var. Şeyhin makarrı Cağbub şehridir. Evladı sonradan Kufre’ye hicret etti. Kava’id-i diniyyeye gayet sıkı bir surette ri’ayet bu mezhebin icabatındandır. Hatta mahza Hristiyan devletlerle münasebatta bulunduğu arasında hiçbir alaka teessüs etmemişti. Lakin tabiatlerindeki bu şiddet biraz azaldı da sonraları Devlet-i Aliyye ile münasebet peyda ettiler. Maamafih bu tahavvül Afrika-yı cenubideki me’murlarımızın harekat-ı müfidesini hükümsüz bırakacak birtakım tuzaklar kurmalarına da mani olmadı. Bir de iş yalnız Afrika-yı vustaya münhasır değildir. Zira İstanbul’un içinde Şam’da Arabistan’da Merakeş’te gizli bir cemaat gizli bir müşavere var ki bizi uzaktan kuşatmakta olmakla beraber yavaş yavaş yakından da sıkmaktadır. Hatta biraz gafil bulunacak olursak mahvımıza yürümesinden de korkulur. Son zamanlarda görüyorduk ki Cezair’deki yerli tebeamız ağızdan aldıkları gizli birtakım emirlere ittiba ediyorlardı. Bunlar o evamir mucebince vatanlarını bırakarak asayiş bulacaklarını ümid ettikleri Asya-yı suğraya gitmek için cem’iyetler tertib edeceklerdi. Yukarıdan beri söylenen sözlerden anlaşılacaktır ki her taraftan muhat oldukları nekbet sebebiyle makhur düşen lakin himmetleri mantıkı olmayan bu kavmin efkarında hala muhataralı tohumlar mevcuttur. Evet vakıa içlerinde böyle bir hareketi idare edecek reisleri yok; lakin bütün müslümanları cem’ eden rabıta-i uhuvvet böyle bir riyaseti kafildir. Binaenaleyh bizim müslümanlarla münasebatımızda hem mes’ele-i İslamiyyeyi hem mes’ele-i diniyyeyi; hem mesail-i dahiliyyeyi hem mesa’il-i hariciyyeyi birbirine merbut buluruz ki bundan dolayı işin içinden çıkmak gayet müşkildir. Her dinin mesail-i esasiyyesi kaderle mağfiretle hesapla üç kelimedir ki insan hakıkati anlamaktaki su’ubeti cezmeder. Bununla beraber tefehhümü ne kadar zor olursa olsun bunlar behemehal vukuf hasıl etmek lazım gelen umurdandır. Din insana Huda’ya vusul için tutacağı tarıki gösteren bir vesiledir; yahud ta’bir-i diğerle mahlukun huzur-ı Halık’ta tevakkufuna vasıtadır. Burası takarrür ettikten sonra artık acaba Halık mı kudret-i mutlakasıyla mahlukuna bir ye-i ilahiyyeye kat’iyyen haricine çıkamayacak surette münkad oluyor? Yoksa insan muktezasınca hareket edeceği bir meyen bir ihtiyar-ı müstakille mi malik olunuyor? Kezalik mahluk-ı ilahi olan insanın nefsinde bir irade-i mutlakası zatında bir tasarruf-ı mutlakı var mıdır yoksa hayır ve şer bütün a’mali mevcud kainatın kudret-i Rabbaniyyesine mi raci’dir? Bakınız muallim-i hakim şakirdlerini nasıl terbiye ve ta’lim ediyor diyor ki: Haya etmez misin refikin seni geçti sen geri kaldın. Bu haslet olmasa tevbihin tekdirin tesiri görülmez söz fa’ide vermezdi. Şu izahatımızdan anlaşıldı ki sıfat-ı haya iyiliklerin masdarı ve büyüklüklerin de menşe’idir; mi’rac-ı terakkıdir. Feyz-i hayadan mahrum birtakım eclaf tasavvur edelim. Onlarda cehr-i fevahiş i’lan-ı menahi inhimak-i müstekrehat teşhir-i melahiden başka ne görmek ihtimali vardır. Onların şena’atini tasvir için nefislerinin şehevat-ı behimiyyeye memluk ve ef’al ü iradelerinin de sıfat-ı hayvaniyye tesiratına müsahhar olacağını düşünmek yeter. Pek vazıh ve aşikardır ki nev’-i insanın bekası mu’amelat ve mu’avazat ile ka’imdir. Bunların ruhu ise ancak emanettir. Müte’amilin arasında haslet-i emanet fasid olursa kaffe-i ahvale halel tari olarak nizam-ı temeddün muhtel ve bu sebeple hayat-ı beşer fenaya müncer olur. Bu da pek zahirdir ki cemi’-i ümemin refah ve rahatı ve gerek cumhuriyye bir hükumetin vücuduna mütevakkıftır. Hükumet her ne şekilde olursa olsun umur-ı ammenin hüsn-i idaresi emr-i ehemminde her biri birer başka vazife Asker hudud-ı memleketi ecanibin tecavüzüne müsa’id noktaları bekler. Zabıta me’murları dahil-i biladda hetk-i ırz katl ü garet ve daha bu gibi habasetlere cür’et eden süfehayı ahz u girift Kudat-ı şer’ ve hükkam-ı kavanin fasl-ı husumat ve hall-i münazaat ile bast-ı ma’delet ederler. Mal me’murları sunuf-ı tebea ve re’ayadan mükellefat-ı mukadderelerini kanun-ı mahsusuna tevfikan tahsil ve hakıkatte milletin sandığı olup anahtarları ellerine emanet edilmiş olan hazine-i memlekette hıfz ve me’murin-i aidesi ma’rifetiyle mektep medrese yol köprü hastane gibi mesalih-i ammeye müte’allik umur-ı nafi’aya ve şu’un-ı hükumette müstahdem bil-cümle me’murinin maaşat ve mu’ayyenatına – hikmet-i iktisadı gözeterek – sarf ederler. Ber-vech-i ma’ruz tabakat-ı idarede müstahdem me’murin-i hükumet ahkam-ı celile-i emanete mutabık hareket etmezlerse veza’if-i mevdu’alarını fa’ide-bahş olacak surette eşhasın emanetine noksan gelirse bina-i hükumet sukut ederek ahali beyninde emn ü istirahat münselib ve hukuk-ı ruk-ı ticaret kapanır. Fakr ihtiyaç kapıları açılır. Hazine-i millet boşanır. Devlet ve millet için artık çare-i necat kalmaz. Hain bir hükumet eliyle idare edilen milletin şüyu’-i fesad diğer bir ecnebi hükumetin satvetine esir ve mağlub olarak mahv u inkırazdan daha şedid i’tisaflara daha şeni’ istihfaflara ma’ruz kalacağı bi-iştibahtır. Kat’iyyen ma’lumdur ki bir kavmin diğer bir kavim üzerine besinde bulunan tabaka-i aliyye erbabının ittihad ve imtizacına merbut olup bu imtizac ise cihet-i cami’a-i emanet Hakıkat tezahür etti. Nev’-i beşerin habl-i verid-i bekası hükumetlerin üssü’l-esas-ı istikrarı emn ü istirahatın vesile-i hu ve hem de cesedi emanet olduğu anlaşılmış oldu. diniz. O milletin ihanetler hıyanetler mezelletler musibetler hasıl edersiniz. yatiyye ve mühimmat-ı medeniyyesi için nihayet yoktur. şühuda anlamayarak atılmış bir mahluktur. İbtida-yı neş’etinde bulunuyor ve guya hayatın mihen ü meşakkıyla uğraşmak için büyüyordu. Gerçi insan dediğimiz şu cism-i na-tüvanın görecek işitecek duyacak anlayacak kuva ve havass-ı dimagiyyesi varsa da yine bu kuva ve meşa’iriyle en adi bir hacetini sedde en hafif bir mazarratını redde tek başına muktedir değildir. Mesaibin müstetir ve menafiin meknuz olduğu mevkii keşf ü tahkık için beni nev’inin havas ve meşa’irinden Bir şahıs def’-i ihtiyaç ve tedbir-i maişet hususatında şahs-ı aharin müstahzarat-ı akliyye ve mücerrebat-ı fikriyyesinden Demek oldu ki nev’-i beşerin kuvvet-i ma’nevisi istifadedir. Müstahzarat-ı akliyyeden istifade ise istihbar tarikiyle mümkün olabilir. Binaenaleyh haberin sıdka mukterin bulunması şarttır. Zira bir haber nefsü’l-emre muvafık ve vaki’-i hale mutabık olmadığı takdirde müstahbiri ızrar ve ifna eder. Evet yalancı uzağı yakın yakını uzak nafi’i muzır muzırrı nafi’ suretinde gösterir. Gidersin bitmez. Yaparsın olmaz. Öyle ise haslet-i sıdk beka-yı şahsi ve devam-ı nev’inin rükn-i aslisidir. Sıdksız ne bir hane halkı arasında te’sis-i ülfet ve ne de bir memleket sekenesi beyninde bast-ı uhuvvet mümkün değildir. Şime-i sıdktan hali farz olunan ahali arasında yalancılığın ların o ahaliyi ne can-hıraş akıbetlere isal edeceğini takdir Konferans Lügatler bizim değil telaffuz bizim değil.. Hatta bizim lisanın mazisi hayatı da münker. Peki lügatlerimiz Arab’dan Acem’den gelmiş olsun peki “deniz”in bir adı da “bahr” lik bizim “kıyı”nın yanında “sahil”i de “kenar”ı da kabul edelim. Bari bunları bizim diye kullanabilecek miyiz? Bunları bizim değil. “Deniz kıyısı” gibi “bahr sahili” “derya kenarı” da kaba.. “Sahil-i bahr” “kenar-ı derya” diyeceğiz… Yine boyun eğeceğiz ki güneşin adı “afitab”dır yangının adı “harik”tir. Fakat bu kadarla iş bitmez.. Ta’birler parlak ve yüksek olmak için “afitab-ı cihan-tab” diyeceğiz “harik-ı hanuman-suz” diyeceğiz. Niçin? Çünkü “güneş” kabadır. “Yangın” kabadır. Ya bu “afitab”lar “harik”ler olmasa idi biz daima kaba ta’birler kaba ifadeler arasında kupkuru basbayağı bir halde mi kalacak idik? Dünyanın Türkçe’den başka lisanlarında böyle mi olmuş? Bunlar hiç mesmu’ olmayan çiğ dedikodulardır. Bize müstebidane emrederler. “Ay” demeyeceksiniz “mah” diyeceksiniz “meh” diyeceksiniz “meh-i tenha-rev-i sema-peyma” diyeceksiniz. “Deniz kıyısı” demeyeceksiniz “sahil-i bahr” diyeceksiniz. “Leb-i derya” diyeceksiniz. “Ne biterse leb-i deryada biter” diyeceksiniz parlak manaların kaba Türkçe ile ifadesi kabil olmadığını teslim edeceksiniz bunlardan birisi “meh-i tenharev-i sema-peyma” sözünün Türkçede ifadesi kabil olamayacağını se bunda hiçbir letafet olamaz imiş. “Üç mah” demek “üç ay” demekten fasih imiş? Çocuk “deniz” diyemeyecek “bahr” diyecek “bahrler” diyecek yerlerde “bahirler” diyebilecek mi? Hayır “bihar” diyecek “ebhar” diyecek “buhur” diyecek. Ey sonra! “Hakim”ler diyecek yerde “hükema” diyecek “tabib”de “etibba” diyecek “mariz”de “marza” diyecek “marzi” yazacak “kerim”de “kiram” diyecek… Ey sonra? Sonrası yok… Sonu bulunmaz bir derd. Lisanımıza bu yanlış ictihadı tatbik edenlerin i’tisafı pek büyüktür. Bu kadar i’tisaf belki devr-i Hamidi’de hürriyet sevdalarına yapılmamıştır. Düşünelim ki mesela bir Nergisi çıkıp: “Her zaman ki hame-i hammame-i mevzun-terane-i dilkeş-avaz-ı ma’rifet-perdaz saha-i mülessa-yı saha’if-i bedayi’-nüma-yı firuze hame bi’l-güşa-yı pervaz ve muhrik haci hakıkat ü mecaz ola” demiş Bilmem ki doğru okuyabildik mi? bunu Türkçe diye yutturduktan başka beğendirmiş hatta bazılarını imrendirmiştir. Bugün elimizde bir kıra’at kitabı gibi bulunması arzu edilen Telemak Tercümesi’nde mütercim Kamil bize – kendisi de kaleminin tumturakı içinde– boğularak: Yarın “enamil-i gül-gune-nüma-yı şafak ebvab-ı mutalla-yı Şarkı açıp kiysuvan-ı envar-efşan-ı hurşid ru-yı deryayı ayine-nümadan bedid ve piş-gah-ı şah-rahdan nücum-ı zahire sahire-i semaya ser-cünban-ı teb’id olunca.” demiyor mu? Türkçenin tasfiyesi hilafını iltizam edenlerin canlarına değsin. Amin! Zavallı çocuk.. Bu gayr-ı tabii parıltılar arasında bırakılacak olursa az zamanda kamaşır kör olur. Demirle karışık teneke yükletilmiş kağşak yük arabaları gibi çat çat çatlayan bu gibi ibareleri kafalarına dolduran çocuklarda artık selamet-i zihin kalır mı? Lügatler ve ka’ideler bizim değil… Peki yazı ve yazılış bizim mi? Yine hayır. Yazı Araplardan alınmış. O yazı ki onu Arap da başkalarından almış… Bir zaman birbirine karışacak surette noktasız kullanılmış.. birbirine karışarak okunmuş…Bakmışlar ki olmuyor… Nokta koymuşlar…Yine olmamış… Nihayet hareke koymuşlar. Bunu Acemler alıp bazı noktaları üçlemişler. Biz diyecek mühim bir tasarruf yapamamışız… Bundan başka harfler içinden birazını biz de ayırmışız… Arapçaya maksur bırakmışız. Birinin “Ta ve ha ve zal ve sad ey nur-ı ayn Dahı dad ve ta ve za ve harf-i ayn” diye Farisi’de mevcud olmadığını anlattığı harflerin sad’dan ta’dan ma’adasını Türkçe kelimelerde kullanmamışız… Kaşki sad’ı da ta’yı da kullanmaya idik. Bunu iyi etmişiz. Ama beri tarafta sıkıntı daha büyümüş... Çünkü evvel emirde kelimeleri Arabi Farisi Türkçe diye ayıracağız da bunları kullanıp kullanmayacağımızı ona uyduracağız. Zavallı çocuk faydasız yerlerde ne sıkıntılara katlanacak! Mesela Farisi kelimesinin aslı olduğunu da bilecek. Mesela mı yoksa mı sualine karşı kendine hiç lazım olmayan baş ağrıları içinde yuvarlanıp gidecek. Yazı bizim değil… Peki yazılış bizim mi? Hayır o da bizim değil. Şu bildiğimiz yazıyı hatta Latin vesaire hurufu gibi bundan başka yazıları muvakkaten unutup da kendi aklımızdan bir yazı isteyecek olsak ne buluruz? Pek iyi anlıyoruz ki yazı ağzımızdan çıkan sesleri gösterir işaretlerden ibaret bir şey olacak. Ağzımızdan çıkan sesler birleştikçe kelimeler meydana gelir. Ağzımızda mesela “b” “f” gibi bazı seslerin yeri var. Bunları orada yapıyoruz. Bunlar için birer işaret kabul edelim. Peki öyle yaptık. Fakat bu sesleri “be” “fe” diye meydana çıkarmak için hareke lazım. “be”ye “fe”ye harf diyoruz. Bunları meydana çıkaracak işaretlere de lüzum var. Bunlara hareke diyeceğimize harf diyelim. Peki bunu da yaptık. Hareke ta’biriyle daha iyi anladığımız bu harfler acaba kaç tane? Herhalde üçten ziyade… Çünkü biz esasen üç hareke biliriz: Üstün esre ötre. Bunlar ince ve kalın olmak kık veya dağık makbuz mebsut olur ötre iki neviden dört neviye çıkar. Şu hesapca harekelik işi görecek sekiz harf olmalı. Bunların uzun veya kısa olmaya da kabiliyyeti var. Şuna da dikkat edelim ki “b” gibi “f” gibi harflerin ağızda yerleri var. Bunlar orada sessiz bir halde yatıyor. Bunları dışarı atmak için sese ihtiyaç var. İşte o ihtiyacı da harekelik gibi diş gibi dil gibi altları yok… Bunlar boğazdan tabii ses halinde geliyor. E a i ki ışık üzüm ördek uzun odun gibi hep tabii sesler.. Asıl bunlar ses... “b” gibi “f” gibi sesler hakıkat-i halde ses değil. Bunlar için ta’birimiz yok da çaresiz ses diyoruz. Şu hale nazaran ağızdan çıkan sesleri göstermek yazısında bu lüzum az çok hissedilmiş iki nevi işaret yani harf kabul olunmuş. Diyelim ki biz de öyle yaptık. Şimdi iki nevi harfimiz var. Bunun bir nevi ağızda belli yeri olan hususi harfler diğer nevi boğazdan gelen sesleri gösteren umumi harfler umumi harfler tasavvuta yarar hususi harfler telaffuza yarar. Tasavvuta yarayan harflere “sa’it” ve telaffuza yarayan harflere “samit” dedik. Tam ve sarih telaffuz bunların birleşmesiyle vuku’a geliyor. Şimdi nazariyemizi tatbik edelim. Ağzımızdan çıkan “baş” kelimesini işaretlerimizle resmedeceğiz yani yazacağız. Bunda iki hususi harf var: “b ş”… Bunlar samit. Bunları bir sesle dışarıya atacağız. O ses ise daha umumi bir harf olan “a” sesidir. Bu ise sa’it. Şu da ma’lumumuz ki ağızdan bir defada atılan harfler kaç tane olursa olsun hecedir. Şu halde “baş” kelimesinde bir hece var… “Başak” kelimesinde iki hece var. Buna bakınca her heceyi okutmak yazının en sağlam esasını en ince hikmetini görebiliriz. En tabii en ziyade fenne muvafık olan yazı da bu ihtiyaca uyan yazıdır. Bugün mevcud elifbalardan bazıları bu ihtiyaca daha yaklaşmış… Bazıları çok uzaklarda. Bizim yazı tam fenni yazı olacak halde değil. Bir kere sa’it yerine olarak dört harf koymuşuz… Bunlara harf-i imla demişiz. Harf-i imladan ma’ada harflerin adı yok. Bir kere de samitleri sa’itleri iyi ayırmamışız. Bugün hem samit hem sa’it… keza hem samit hem sa’it.. Asker başıbozuk kıyafetinde olan yerde inzibat kalır mı? Sonra da sa’itler karışık olmakla beraber eksik. İtiraf etmeliyiz ki yazımız Yazılış bizim değil dedik. Hakıkaten yazılış da bizim değil. okuyamazsınız. Okurum diye atılan mugalata etmiş olur. Çünkü bunu üç türlü okumak mümkün… Çünkü her hecenin üç sa’ite ihtimali var… Kaf’ın Arabiliği Farisiliği işi bir daha çatallandırır.. Üç ihtimal altı olur. Evet üstüne altına bakarak bunu altı türlü okuruz. Hem de lisanımızda bu altı suretin manaları da vardır. Bu kelime başa mukarin ise “kel”dir. Bir emir yerinde ise “gel”dir. Bunu mesela “kel başa çimşir tarak” ve “gel buraya” suretinde görünce iki türlü okuruz. Kelime cüz’ün yanında “küll” bülbülün yanında “gül”dür böylece “ kil” ve “ gil” de olur. Harfler çoğalınca ihtimal çoğalır. Mesela bir sıraya dizilmiş üç harfi sa’it olmayınca la-ekall yirmi beş türlü okumak kabildir. Mesela kelimeleri hep üçer harf. Harfleri kaldırıp da bunların yerine birer noktadan üç nokta koysalar da haydi bunların harekesini bulunuz da okuyunuz deseler ne kadar garib bir teklif olur. Halbuki biz bu teklifi mekteplerde lisan ve kava’id dersine gelen çocuklarımıza her gün tatbik ediyoruz. Çocuk işte / ma’na kelimesini yazacak… Fakat haddi mi? yazsa yanlıştır / ma’ni yazacak. / fetva / da’va / tuba / Musa / Isa / suğra / kübra kelimelerini hep ya ile yazacak… Elif’le yazarsa yanlış. Niçin efendim? Niçin mi? Bunun beş veya on beş sebebi var… Evvela bu ya’lara “elif-i maksure” derler… Bunlar yazarken ya’dır okurken elif’dir. Bunlar mü’enneslik alametidir. Mü’ennes! Al bir derd daha.. Müzekker mü’ennes mü’ennes-i hakıkı mü’ennes-i sema’i mü’ennes-i lafzi mü’ennes-i ma’nevi…Okuma canıma değdi. Bunlar kör gibi öğrenilecek. Sebepleri de sayılıp dökülmek için ezber edilecek. Hiçbir işe yaramayan bu tafsilat yerine çocuk belki de hikmetin kimyanın işe yarar birçok sırlarını ka’idelerini karın doyurur birçok inceliklerini faydalarını öğrenirdi. Zavallı çocuk… Arabi Farisi kelimelerin imlalarını hiyeroglif gibi resim olarak öğrenmeye mecbur tutulduktan başka Türkçe kelimeleri onlara benzetmeye de me’murdur. / gümrükü yazacak. / buçuku yazacak. / kapı ile / kuyuyu gibi bir şekilde yazacak.. Aradaki fark altındaki noktanın üç veya iki olmasından ğil… Onları işleten kaidelere sahip değil.. Yazımız eğreti… Yazışımız gülünç. Ta bu hale tenzil olunan zavallı lisanımız acaba su’-i kasdla öldürülmeye layık bir lisan mı idi? Ne münasebet! Ecnebi elsine müdekkiklerinden lisanımıza aşık olanlar var. Edib-i mu’azzamın dediği gibi lisanımız bi’lkuvve haiz olduğu mezaya itibariyle dünyanın birinci lisanlarından olmaya namzettir. Kuvvedeki mezayayı meydana çıkarmak lisanımızı bil-fi’il birinci lisanlar sırasına getirmek bize ait bir vazife idi. Bunu yapamamışız. Lisanımızın katili ve kahiri olmuşuz. Lisanımız işlenmedikten başka yabani otlara boğdurulmuş… Tamamen kuruyacağı hale gelmiş. Bereket versin ki çocuklar kadınlar bizim şu avam dediğimiz muhterem Türkler bu ihanete iştirak etmemiş lisanlarına sadık kalmış Türkçe bu sayede mahv olmaktan kurtulmuş. Diyorduk ki lisanımız asar itibariyle de fakır. Etfal raate başlayan çocuk ne okuyacak? Aşık Garib Kan Kalesi gibi şeyler mi? Yoksa Cezmi ve Rübab-ı Şikeste gibi şeyler mi? Bugün çocuklara Aşık Garib okutulmaz Cezmi okutulamaz. Gülistan gibi La Fontaine masalları gibi bir tane bile kitabımız yok. Arap ve Acem mukallidi ediblerimiz şa’irlerimiz hep Türkçeyi istihkarla gelip gitmişler. Ona ibtida’i ihtiyaçlarına muvafık eserler hediye edememişler. Hediyelerinden geçtik onu Arabi’nin Farisi’nin tagallübleri tasallutları altında ezmişler sıkmışlar yıkmışlar öldürmeğe kasdetmişler. Bugün lisanımızda çocuklara kıraat kitabı olarak okutulacak asar yok. Bizde temeyyüz-i Farisi ile altmış bin beyit yazan Firdevsi gibi lisana hizmet edip de –onun dediği gibi– bi-hakkın fahr edecek bir sahip daha yetişmemiş. Eski iki üdebamız hep hep boğmaca öksürüğüne tutulmuş. Kıraat kitabı olmak üzere son zamanlarda yetiştirilen tek tük eserler na-kafi. Bunlar mugaddi de değil hazma kabil de değil. Ziya Paşa gibi takallübe ve taklibe “Akşam olur güneş batar şimdi buradan Garib garib kaval çalar çoban ovadan” gibi az bir şey bile meydana koyamamış. “Sum u basal çü nergis ü lale küşade leb Mahbus-i genc-i mahfaza-i teng-nad-ı tıyb” gibi yenilemez yense hazmedilemez şeyler yazmış. Mesela elimizde bir Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa var. Bundaki ağır mevzularla çocukların uzlaşabilmesi müstahildir. Derece üzerine çocuklar kıraat için tertib ve intihab edilmiş İktitaf da Arabi ve Farsi lügat-ı Arabiyye ile dizilmiş sekiz on satırlı seksen yüz kelimeli cümleler var. Öyle olmasa bile mesela birinci kısımdaki “Muhavere-i Hikemiyye”de “Mülahazat-ı Mütenevvi’a”da görünen “Ne ile iştigal etmelidir? İktisab-ı danişe verzişle” ve “Danişi ne maksadla iktisab etmelidir? Fakr-ı vahim olan fakr-ı cehaletten halas olmak maksadıyla” ve “Hakayık-ı eşyayı iyi bilmek için tefasilini bilmek lazımdır. Madem ki tefasil-i hakayık-ı eşya gayr-ı mütenahidir vukuf ve ma’lumatımız daima sathi ve gayr-ı mükemmel bulunmak zaruridir.” gibi sözlerden çocuk ne anlar? Bu kabil bilhassa kıraat için tertip edilmiş kitaplardaki garibeler insanı hem güldürür ve hem ağlatır. Bunlardan birinin “Cümel-i Hikemiyye” ser-nameli parçasında “Kadınları pişva ittihaz eden kimse kadınlardan kadındır. Yani merd değildir.” ve “Zelzeleler sizi tuttuğu vakit yani bela ve musibete uğradığınız vakit feryad ve figanınız size fayda vermez.” ve “Mal ve meta’ın ikrazında arz ve namusun hetki vardır.” denilmiş. Biz bunların birinde çocukların anlayacağı beğeneceği bir hikmet göremiyoruz. Çocuk bunların hangisini anlasa “bana ne?” demez? Evet çocuğum bunların hiçbiri senin için değildir! “Çocuğuma ne okutayım?” yahud “Evimde ailece okunacak kitap isterim” diyen babaya aile reisine karşı tıkanıp kalmak pek çokların başına gelmiş bir şeydir. Evet işte bir baba bir aile reisi bizden kıraat kitabı istiyor. Ne diyeceğiz? Kemteriniz bir defa bunların birine Kitapçı Arakel Efendi’nin Ta’lim-i Kıra’at’lerini tavsiyede muztar kaldım. Fil-hakıka onlardan iyisi de yok. Fakat fakat… Bakılsa bizde herkes edip.. Herkes şair… Edebiyattan anlamayan şiirden çakmayan kimse yok. Edebiyatı bu kadar feyizli üdebası bu kadar bol olan bir lisanda La Fontaine Masalları gibi sade hikmetli eserler olmalı değil mi idi? Bunu lisanımıza nakle çalışanlar olmuş… Fakat birisi bile zerre kadar muvaffak olmamış. Eserin aslı etfal için o kadar me’nus ve mahbub olan o gıda-yı irfan nerede? Bunun tercümelerinden olarak ortaya konulan “Sal-hurde fakir bir hattab Bin meşakkatle kestiği hatabı Yüklenip sırtına misal-i devab Nakl için de çekerdi bin ta’abı” gibi garib ve müsteskal şeyler nerede? Velev Üstad-ı Ekrem’in mahsul-i himmeti olsun bu manzume etfale yükletilebilir mi? Ben vaktiyle bunu okumuş ezber etmiş isem de bugün oğluma teklif ve tavsiye edebilir miyim? Teklif edemem çünkü günah olur. Tavsiye edemem çünkü hüsn-i kabul görmez. Birkaç senedir kendini gösteren Türk şiirleri ise henüz Saded haricine çıkıyor gibi olduk ise de maksad derdlerimizin derecesini anlamaktır. Eslafı veya zamanımız üdebasını mıza gıda teşkil edecek asar bulamadıkça bundan şikayetle üdeba-yı kiramın bu ihtiyaca karşı sarf-ı himmet etmelerini kemal-i safvetle söyledim. Beni kimse ayıblamasın. Guya ki çocuklara tercüman veya vekil-i dava olmuşum… Onların hukuku namına söz söyledim. Haklı olan acı söyler. Atalar sözünde dendiği gibi acıkan ne yemez acıyan ne demez? Hele lisanımızın feyz-i fıtrisine bin şükür ki eski Türkler dedelerimiz bize kaba sözler içinde ince hikmetli meseller bırakmışlar. Bunların bıraktıkları meseller bizim için en saf nümunelerdir en temiz eserlerdir. Bunları taklid ile yazacağımız sade kıraat kitapları elbette çocuklarımıza gıda teşkil edecektir. Haydi iktidarı hamiyeti olanlara sala! “Baba himmet! Oğul hizmet!” gibi nümuneler hazır. Hem de bunların biri asaletini safvetini gaib etmemiştir. Bunlarda denize daima “deniz” denilmiştir… Ata daima “at” denilmiştir. Bunlarda denize “bahr” denmemiştir… Ata “feres” denmemiştir. Deniz yanında kuyu kazılmaz.. At alan Üsküdar’ı geçti. Kıraat kitabımız yok. Acaba kava’id kitabımız var mı? Vakıa Mikyasü’l-Lisan Kıstasü’l-Beyan ismindeki kitaptan Cevdet Paşa’nın Kava’id-i Osmaniyye’sinden beri bir hayli kavaid yazılmış. Yazık ki bunlar bir kere etfalin ihtiyacına elverişsiz bir kere de lisanının haline tabiatine muvafık değil. Bir kere etfalin ihtiyacına elverişsiz… Bunun ta başına ekseriyyetle bir ta’rif yazılmış.. Mesela: “Sırf bir lisanı doğru söyleyip yazmak fennidir” yahud daha tumturuklıca: “Sarf-ı Osmani Osmanlı lisanını doğru söyleyip yazmak larını bildiren bir fendir” gibi bir şey. Çocuk bunu ya papağan gibi ezber edecek ya ki ezber etmeden böyle ise bana ne deyip geçecek. Bunu ezber etse de etmese de netice hep birdir. Muallim talebesine kavaidin bu işe yaradığını fi’ilen ta’rif koymaktan ne çıkar! Bazı kitaplarda bu ta’rif taassubu pek ziyadedir. Her şey mutlaka ta’rif edilmiştir. Mesela harf nedir? İşte kitap bunu da ta’rif ediyor: “Harf bir keyfiyet-i mahsusa ile ağzın mahrec-i muayyeninden çıkan savttır.” Bunu aynen kabul etmediğine nazaran beğenmediği anlaşılan birine göre ise harf savta arız olan bir keyfiyet imiş ki hıffet ve sıklette kendine mümasil olan savt-ı ahardan o keyfiyet vasıtasıyla kesb-i temeyyüz eder imiş. Çocuk bundan ne anlayacak? Ta’rif ilim için mi müte’allim için mi? İlim için ise çocuk kitabına neye girmiş? Neye ezber ettiriliyor? Müteallim için ise çocuk bunu ne yapsın? Kitabı yazan bunu düşünmeye mecbur değildir. O ister ki bildiğini okusun… O bildiğini okusun da. Okuyanlar kendisi için ne okursa okusun ehemmiyeti yoktur. Kitabın sonuna kadar yer yer ta’rifler görünür. “Kelime” şudur “isim” şudur “fiil” veyahud “fer’-i fi’l” şudur diye bir silsile uzar gider. Kitabın muhteviyatı ise hep bu ta’rif usulüne yatıştırılmış. Mesela harf muttasıl olur münfasıl olur… Hafife ve sakıle olur.. Şöyle olur böyle olur diye hap veya lop suretinde hazır peşin şeyler. Çocuk bunu işin içine hiç de girmeden üstünden görüp geçecek. Hani devr-i sabıkta durup dururken bir adamı bala ricalinden ula evveli veya sanisi ashabından saniyesi var falanı var diye takdim ederlerdi de Allah ömürler versin teşerrüf ettik hak-paya yüzler süreriz gibi soğuk gülünç bir teşrifattır bir şakşakadır gitmez miydi? her şey peşin peşin taksim ve teslim ediliverecek. Çocukların kitapla uzlaşamadığı hemen her derste her bahiste görünür kitap kendilerinin samim-i ruhlarına hitab edemiyor ves-selam. Kavaid kitaplarımız lisanımızın haline tabiatine göre de değil… Azıcık da bunu anlayalım. Lisanımız her cihetce sade her cihetce terazi gibi saat gibi muntazam ve fevka’lade Mesela kelimenin ahirindeki kaf harekelendiğinde gayn olurmuş… Fakat -“ok” “ak” gibi- bir heceli kelimelerle -“revnak” “tevfik” “istatistik” gibi- halis Türkçe olmayan kelimeler müstesna imiş. Halbuki iş böyle değildir. Fil-hakıka Türkçede kelimeler birbirine bağlanırken kullanılırken son harfe hareke geldiği olur hareke gelmekle kelime değişmez. Mesela sonundaki kaf gayn olmaz. Şu var ki birden ziyade heceli halis Türkçe kelimelerde – nedense– bir hususiyet meydan almış… Bunların sonlarındaki kaflar biraz gayn gibi telaffuz edilmek adet olmuş. Bunların gayn ile yazılması pek zaruri bir şey değil idi çünkü mesela “kuruş” kelimesini gayn ile yazarız biraz kaf gibi telaffuz ederiz. Bugün Suriye Arapları kaf harflerini hemen yutuyorlar buna bakıp da yazıda kafları atmalı mı? Bunun Fransızca’dan da misilli var: Mesela ahirdeki “um” heceleri “om” telaffuz edilir. Mesela ahirdeki “s”ler vasl halinde “z” sadası verir. Mesela “seconde” kelimesindeki “c” harfi “g” imiş gibi okunur. Böyle diye harfler değiştirilmez. Fakat biz bir kere bu sekameti yapmışız bu kafları gayn yazmayı adet etmişiz. Bari bu sakatlığı bu müstesna hali kaide şekline koymayalım. Hayır ahirdeki kaflar harekelenince gayn olmaz işte ak ok gibi bir heceli kelimelerle revnak tevfik istatistik gibi halis Türkçe olmayan kelimelerin kafları hep yerinde kalır. Şu kadar var ki bir heceden ziyade heceli Türkçe kelimelerin ahirlerindeki kaflar müstesna. Bunun ne faydası var? Bunda şu fayda var ki müstesna bir hali müstesna olarak gösterilmiş oluyor. Fuzuli olarak müstesnaya kaide ve kaideye müstesna denmiş olmuyor. sanın gidişi bu sakatlardan silkineceğini ümid ettirecek haldedir. Çünkü bugün “bırakır” gibi bazı kelimelerin kafla telaffuzu kafla tahriri daha zarif görünür. Kaf harekelendiğinde gayın olmayınca ta harekelenince dal olmak “c” harekelenince “ç” olmak kaf-ı Arabi harekelenince kaf-ı Farsi olmak gibi şeyler de ya bütün bütün kalkar… Ya müstesna diye gösterilir. Müstesnayı kaide kaideyi müstesna diye kabul etmek hatadır. Bütün müstesna gördüğümüz bu hal kim bilir nasıl bir münasebetsizlikten meydana gelmiştir. Lisanımızın hemen de bir cihetinde öyle kaideden firar kaideye isyan hali yok iken bizim dirayetsizliğimiz yüzünden bazı yerinde kırık çıkık incinik gibi arızalar zuhur etmiştir. Mesela zamirlerin mef’ulün-ileyh halleri bu cümledendir. Niçin veya sahih şekilleri bırakılıp da bozuk şekilleri revac bulmuştur? Bu sırf bizim kusurumuzla olmuştur. Lisanımızın anasında mef’ulün-ileyh edatı “a” yerinde “ge” ve “ga” imiş. Mesela “İstanbul’a” yerinde “İstanbul’ga” denirmiş. Böylece “ben”in bu hali “benge” “benga” imiş… Derken nun uçup meydana bir sağır kaf çıkmış şekli oluvermiş. Arkadaşları da böyle. Türkçenin fi’illerindeki nizam bir lisanda görülmemiş bir nizamdır. Fi’illerdeki “asl-ı mana” “zaman” ve “şahıs” unsurları kavaid-namelerde hiç de iyi gösterilmemiştir. Mesela “gel” fi’ilini alalım. Bunda bir asl-ı mana “kelime” var. Bunun unsuru fi’ilin başında bulunur. Bundan sonra zaman unsuru mesela “di” var bu da asl-ı mana unsurundan sonra gelir. Bundan sonra en sonra da şahıs unsuru mesela “m” gelir” “gel-di-m” gibi. Bu hemen her fi’ilde böyle… Müteaddilik mechullük mutavi’lik müşariklik menfilik gibi halleri unsurları da hep böyle muntazam ve tensike kabil. Bu nizam bu insicam kitapta güzelce gösterilmeli değil mi? Sonra fi’illerin sigaları… Mazi-i şühudileri mazi-i nakli muzari’ hal müstakbel iltizami vücubi şarti emir az çok bozularak eksik artık olarak yazılıyor. Pek çok kava’id-namelerde emir sigası emr-i ga’ib emr-i hazır hatta nehy-i ga’ib nehy-i hazır diye dağıtılmıştır. Filibe’de bir müddetten beri din-i İslam aleyhinde neşrolunan Güneş gazetesinin nüsah-ı ahiresinde sıyamın farz olmadığına ve salatın bi-faide idüğüne dair vuku’ bulan neşriyatından Filibe ahali-i İslamiyyesi galeyana gelerek geçen Cuma-ertesi günü akşamı teravih namazından sonra cami’-i kebirde bir ictima’-i umumi akd eylemişlerdir. Bu ictima’da Ahmed Ragıb Bey tarafından müessir bir nutuk irad olunarak ve İslamiyet’in ulviyetinden ve neşriyat-ı vakı’anın din-i mübin-i İslam hakkında bir guna tesir mübeşşer olanların hatta edyan-ı saireye salik olan ulema ve hükema-yı garbın bile mazhar-ı takdiri olduğundan Bulgaristan ve be-tahsis Filibe ahali-i İslamiyyesinin müsellem olan salabet-i diniyye ve metanet-i ahlakiyyesi cihetiyle böyle bir hezeyan-nameyi eline alıp okumaya tenezzül edecek bir ferdin vücudunu tasavvur eylemediğinden bahisle Bulgaristan’da sakin altı yüz bin ehl-i İslam’ın diyanetlerine ve kanaat-i vicdaniyyelerine aleni bir taarruz ve hakarette bulunan mezkur gazetenin men’-i intişarı zımnında Bulgaristan hükumeti nezdinde hemen müştereken teşebbüsat-ı lazımede bulunmaları ihtar olunmuştur. Bunun üzerine bu babda icrası lazım gelen teşebbüsatın suret-i ifası müzakere olunmuştur. Bulgar rical-i hükumetinin ahali-i İslamiyyenin diyanetine alenen taarruz ve hakarette bulunan Güneş gazetesi gibi bir hezeyan-namenin ta’til-i neşriyyatı hakkında bil-umum ahali-i müslime tarafından vaki’ olan müracaatı is’af hususunda tereddüd göstermeyeceğinden eminiz. Beyne’l-anasır şikak ve nifakı mucib olacak ve mazideki acıklı hatıraları yada getirecek neşriyattan – muhık olsa bile – mütehaşi bulunuyor ve vatan-ı azizin selametini bu noktada görerek te’aruz eden iki mefsedetten ehaffını bil-irtikab a’zamının çaresine bakıyoruz. Min tarafi’l-lah mümtehen olduğunuz şu mesa’ibe karşı memleketin bu sıralarda her şeyden ziyade muhtac bulunduğu sükun ve sükuneti te’minen sabr u tahammül göstermenizi hamiyet ve gayret-i İslamiyyenizden ümid ve intizar eder ve mufassal ve suzişli telgraf-namenizi derc etmemek hususunda ihtiyar eylediğimiz mü’ellim vazifenin bizim için dahi ne derecelerde takat-suz bulunduğunu takdir edeceğinizi ümid eyleriz. Maamafih telgraf-namenizin bir sureti Dahiliyye Nezareti’ne takdim edilmiştir. Icabat-ı ma’deletin tamami-i ğundan mağduriyete meydan verilmeyeceği ümidindeyiz. Selanik’ten “İslamiyete Doğru” ser-levhalı ve Tekfur Dağı’ndan lisan hakkında makaleler gönderen zevata: – Makalat-ı aliyyeleri maat-teessüf her nasılsa zayi’ olduğundan birer suretlerinin gönderilmesi rica olunur. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ekim Üçüncü Cild - Aded: Lüzumu kadar itina edildiği halde matbaamızın değişmesi yüzünden Sıratımüstakım’in geçen haftaki nüshasında bir hayli Gerek muharrirlerimizin gerek karilerimizin afvını niyaz ederek bundan sonraki nüshaların yeni matbaamızda kendilerini memnun edecek surette basılacağını arz eyleriz. Devr-i Ashabda İctihad: Şefiu’l-ümem Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri irtihal buyurdular. Artık din-i celil tamamen tebliğ olunmuş; bütün füruatıyla ashab-ı kiram hazeratının uhde-i emanetlerine vedia kılınmıştı. Din-i mübinin düsturu olan ilm-i fıkıh dahi cüz’iyyat mesail halinde bir bahr-ı bi-payan olan talimat-ı Nebeviyye arasında müteferrik bir halde kalmış; hepsi birden sudur-ı ashabda mahfuz bulunmuştu. Fakat bu bir vedia idi. Cenab-ı Allah tarafından Resul’ü vasıtasıyla kendilerine emanet edilmişti. Binaenaleyh bundan ancak ihtiyaç miktarı istifade ettikten sonra zerresini kaybetmeden ahlafa teslim eylemek icab ediyordu. Bununla beraber bu ahkam-ı celilenin kıyamete kadar bekası matlub-ı ilahi idi. Cüz’iyyat mesail halinde kaldığı surette muhafazası müte’azzir ihtiyaca göre müracaatı müşkil olduğundan şu ahkam-ı celile-i fıkhiyyenin Kavaid ve usule rabtı Mesailin tasnifi Ebvabın ve fusulün vaz’ u tedvini lazım geliyordu. İşte bu pek büyük bir vazife-i dini müctehidin ve fukaha-i ashabın için de bütün mesailerini bezl buyurmaları icab eden geniş bir saha-i ilmi idi. Ashab-ı kiram ve Hulefa-i Raşidin devrinde tevali-i fütuhat etti. Liva-yı İslamiyyet’in zir-i himayesine akvam-ı muhtelife milel-i müteşettite iltica eyledi. Gazavat fütuhat tevessü’-i memalik hep ber-devamdı. Fakat memalik tevessü’ ettikçe nur-ı İslamiyyet küre-i arzın uzak köşelerine kadar eşi’a-nisar olunca düstur-ı İslamiyyet olan ilm-i celil-i fıkhın ehemmiyyeti ona olan ihtiyaç da o nisbette mütezayid bulunuyordu. Ortalıkta hükm-i şer’isini bilmek lazım gelen muhtelif hadiseler tekevvün ettiği gibi etraf ve eknafdan emsali nev’i sebk etmemiş garib istiftalar vürud ediyordu. İşte bunların hepsine hem ma’kul hem de bir delil-i şer’iye müstenid cevaplar bulmak kopmuş silsile-i hayatı şan-ı İslamiyyet’e muvafık bir tarzda rabt etmek lazım geliyordu. İşte İslamiyet’in ruhu mesabesinde olan bu hizmet-i mukaddeseyi ifa etmek İslamiyet’in mesalih ve menafi’ hakkında kasır olmadığını yar u ağyara karşı meydana koymak müctehidin-i ashabın ehemm-i vezaifindendi. Hulefa-yı Raşidin hazeratı müşkil bir mes’ele tahaddüs ettiği veyahud cevabı gayr-ı ma’lum bir istifta vürud eylediği vakit hemen fukaha-yı ashabı da’vet eder; istişare buyururlardı. Hele Hazret-i Ömer istişare babında en ileri gelenlerden Zaten İslamiyet’te bir hadise bir mes’elenin hükm-i şer’isi nassen ma’lum olmadığı surette istişareye böyle hallolunmazsa dandır. Din-i mübinde bir mes’elenin halli için başka bir tarik mutasavver değildir. bununla yeni bir hüküm meydana getirilmez. Belki bu suretle müsteşarların indinde bir nas mevcud olup olmadığı tahkık olunur; ictihad için yol açılır. İşte şu yol ile taharri-i ahkam için teveccüh edilir. Nasıl ki Şari’ teala buyuruyor. “Ehl-i zikir” ehl-i nas yani nususa vakıf olanlar yahud nusus üzerinde tetebbuat icrasıyla meşgul olanlar diyerek tefsir olunabilir. ayet-i kerimesi dahi tefsir-i mezkuru te’yid ediyor. Anlaşılıyor ki bir hadisenin hükm-i şer’isini bilmek için münhasıran bir yol bir iz mevcuttur ki kapısı istişare ile açılıp Şureyh hazretlerine yazdığı mektupta: buyurmuşlardı. Ömer radiyallahu anh hadd-i şürb hakkında ulema-yı ashab ile istişare eylemiş diğer bir vakitte dahi cedd ü ihvenin aralarında olan nisbet-i irsiyyeye dair bir tetebbuatta bulunmak için bir müzakere-i ilmiyye akd buyurmuşlardı. Osman radiyallahu anh dahi cedd ü ehin aralarında olan münasebet-i irsiyye hakkında evvelen Zeyd bin Sabit saniyen Ali radiyallahu anhümanın tetebbu’at-ı ilmiyyelerine müracaat buyurmuşlardı. Hu-lefa-i Raşidin devrinde bazı mesa’il-i fıkhiyyenin tedkıki zımnında mecalis-i ilmiyye tertip buyurulması fukaha-yı ashab miyyede bir mes’ele-i müşkilenin halline yardım edebilecek bir söz söylemek az bir şeref değildir. Hatta Asr-ı Saadet’te Hazret-i Ömer oğlu Abdullah’ın irad buyurulan bir sual-i Nebevi için zihnen sahih bir cevap bulduğu halde izhara cesaret-yab olamadığını istihbar edince: buyurmuşlardı. tatlı ne kadar zevk-aver bir hisle mütehassis ise mechulat duyar. Bu his insan için tabii fıtri bir histir. İşte ictihad şu Nahl /. Ahzab /. Hatib Bağdadi Buhari mechulat ile olan mücadeledir. Bilmek de bu galebeden ibarettir. salini edillesini asarını araştırır. Fikirden fikire intikal eyler; zihninde alaylar geçirir. Zihninde mevcut kalıplara sokuşturur. Çalışır çabalar nihayet bir kalıba uydurur. Fikrinde tevakkuf hasıl olur. İşte bu ilimdir. Netice-i ictihaddır. Fakat bu devreye gelinceye değin zihin yorulmuş olur. Binaenaleyh tevakkuf vukua geldiği gibi istirahate dalar. İşte ruh zihnin şu tevakkufundan lezzet-yab olur. Tetebbuat-ı ilmiyye her türlü zahmetlerine meşakkatlerine rağmen pek ziyade zevk-aver bir iştir. Hele zihnin fikrin tevakkuf edebileceği bir noktaya vusul yani kanaat-i vicdaniyye husulü hele isabet ruhun en ziyade sevdiği bir halet-i ma’neviyyedir. sizin nikah olunup zevci vefat eden kadının mihrinden mirasından sual olunmuştu. Fakat Abdullah Hazretleri bu hususta bir eser hatırlayamıyordu. Düşünmek üzere mühlet istedi. Bir ay sonra bi’l-ictihad cevap verdi. Cevabın kaza-yı Resulullah’a muvafık olduğu Ma’kıl bin Yesar hazretleri tarafından şehadet edilince o kadar sevindiler ki şeref-i İslam dikleri görülmemişti. Ashab-ı güzin hazeratı gerek arz ettiğimiz vechile muhtelif suretlerde tecelli eden ihtiyacatın ilcasıyla gerek tetebbuat-ı baiyyetle ictihadlarında devam buyurdular. İşte böyle sırf müctehedat-ı ashabdan olmak üzere birçok mesail-i fıkhiyye ve ilmiyye meydana geldi. mualla-yı hilafete gelmesi bir ictihad-ı mahsus üzerine vukua gelmişti. Cem’-i Kur’an mes’elesi dahi bi’l-ictihad hallolunmuştu. Masahif-i şerifenin tevhidine dahi bi’l-ictihad karar verilmişti. Zaman-ı Sıddikı’de maaşın müsavat üzere tevzii zaman-ı Farukı’de ashab-ı maaş tasnif edilerek ona göre tesviyesi Ümmehat-ı evladın meydan-ı ticaretten çektirilmesi dahi Ömer ve Ali radiyallahu anhümanın re’y-i rezin-i sa’ibaneleriyle vukua gelmişti. Ölüm yatağında olan zevc ile halveti şer’an sahih olan kadının mirasa istihkakı bi’l-ictihad isbat edilmişti. Bey’-i taam maddesinde şart-ı mansus olan kabz bi’l-ictihad bütün eşyanın bey’inde itibar edilmişti. Feraizde avle müracaat ederek noksan-ı arızı bütün ashab-ı feraizin hisselerine tevzi etmek maddesi dahi bi’l-ictihad kabul olunmuştu. “Zevc ve ebeveyn” mes’elesinde zevc için nısf üm Diyet hususunda edrasın esabia ilhakı “külale”nin tefsiri…. hep irtihal-i Nebevi’den sonra vukua gelen müctehedat-ı ashab cümlesindendir. Kainat Efendimizin irtihal buyurmasıyla tekrar seddolunmamıştı. Belki bil-akis daha ziyade kesb-i kuvvet etmişti. Zira bab-ı ictihad de böyle bir günler için fetholunmuştu. Müşkil bir mes’ele zuhurunda garib bir fetva vürudunda artık ol Hazret’e müracaat etmek mümkün olmuyordu. Peygamber vefat etmişti. Fakat iki esas-ı metin olmak üzere Kitap Sünnet bırakmış lüzumu takririnde müracaat etmek üzere usul-i hammediyye’nin devamı te’min edilmiş üzeri de ayet-i celilesiyle hatm buyurulmuştu. neşr ü ta’mimi vacib olduğunu başka bir nokta-i nazarla dahi vetin husulü o memlekette asayişin vücuduna mütevakkıftır. Zira asayiş olursa rahat olur. Rahat olursa herkes işinde gücünde bulunur esbab-ı maişetini suhuletle tedarik eder sa’y ü gayreti nisbetinde sahib-i servet olur. Turuk-ı ticaret bütün efrada küşade bulunur ama asayiş olmazsa hiçbir şey olmaz; hatta ibadet bile edilemez. Halbuki bizde tamamıyla asayiş maatteessüf hiçbir vakit takarrür etmemiştir. Garibdir ki ahalimiz de bu hakıkati hala anlayamamıştır. Çünkü biz asayiş ne olduğunu bilmemişiz ve bilmiyoruz. Zannederiz ki vardır. Asayiş ne olduğu bilinmek sın. Düşününüz ihtilal-i dahiliden kurtulduğumuz var mı? Dahili eşkıyadan hali bir senemiz geçti mi? Ben şu yaşa geldim hiçbir sene görmedim ki ihtilal-i dahiliden eşkıya beliyyesinden hali kalalım. Hem bu hal yalnız müslim ile gayrimüslim arasında değil ahali-i İslamiyye arasında da böyledir. İşte Yemen mes’elesi meydanda. On seneden beri telef olan askerin miktarı yüz binlere baliğ olmuş. Düşünülürse bunun sebebini yine cehil buluruz. Gerek Rumeli’de gerek Anadolu’da gerek Arabistan’da el-hasıl şu memalik-i Osmaniyyenin her tarafında vukua gelen görürsünüz ki cehilden naşidir. Demek oluyor ki en büyük bela en büyük afet cehil lazım gelir. “İlm”i şiddetle iltizam etmeyince bu memleket felaketten halas olmayacak. Maide /. Bundan sonra hükumet buna çalışacak elinden geldiği kadar neşr-i maarife bezl-i himmet edecektir. Ahali de kıymetini bilmeli ki hükumet azminde muvaffak olsun. Ahali hükumetin sa’yini semeresiz bırakırsa yine muvaffakıyet hasıl olmaz. Anadolu’da acib ve garib fikirler vardır: Mektep açılsın çocuklar okuma yazma öğrensin denildi mi; yani usul-i cedid üzere terbiye edilsin denildi mi ahali bunu başka türlü telakki eder buna başka türlü ma’na verir: – Ha… Çocuklarımızı dinsiz yapacaklar… Guya hükumetin maksadı bu imiş. Bir kere düşünmüyor ki hükumet neden ahaliyi dinsizliğe sevk etsin; bunun sebebi ne? Bir hükumet-i İslamiyye kendi tebeasını tebea-i müslimesini neden dinsiz etmeye çalışsın? Hükumet bundan ne istifade edecek? Şüphe yok ki hiçbir şey istifade etmemekle beraber kendi kendisini mahvedecek. Şu halde teşvik etmesi hatta icbar etmesi acaba ahalinin menfaati için mi yoksa mazarratı için midir? Tabii görülüyor ki duçar olduğu meskenetten fakr u mezelletten kurtarmak tebeasına elbette rehberlik edecek çünkü ahali kendi kendisine bir şey yapamaz. Şimdiye kadar hükumet bu vazifesini yapmadı. Fakat bundan sonra yapacak. Lakin ahali de takdir etmeli. Hiç olmazsa komşularımıza hıristiyan vatandaşlarımıza bakmalı nasıl çalışıyorlar. Mektebe gitmekle insan dinsiz olmaz belki mektebe gitmez de taassupta devam ederse o vakit her şey olur. Kuvvet elimizden gider. Çünkü kuvvete karşı zaaf ilme karşı cehil katiyyen mukavemet edemez. Bunun için ahali gözünü açmalı komşularımız vatandaşlarımız nasıl çalışıyorlar maarif için nasıl can feda ediyorlar görmeli ibret almalı. Ahali daima maarif istemeli hatta hükumet kendi yapmazsa ahali cem’iyetler teşkil etmeli. Elhamdü-lillah ahali hürdür. Çalışmak yolları açıktır. Türlü türlü mektepler için ziraatin terakkısi için sanayiin terakkısi öğretmeli. Başka türlü olmaz. Beş on kişi yüz kişi bir yere gelirse bir şey yapabilir. Şimdiye kadar bu mümkün değildi üç kişi bir yere gelemezdi. Fakat bugün bütün mevani zail olmuştur. Ahali serbest serbest cem’iyetler teşkil edebilir. Elverir ki ahaliye anlatmalı onları bu gibi mesaiye sevk etmeli. – Ey ama bu dünyaya bu kadar ehemmiyet verilir mi?.. Evet verilir. Çünkü verilmezse mahvoluruz. Ba-husus bu asır asr-ı terakkıdir. Katiyyen ihmal etmemeli zaten dünya olmazsa ahiret de hiç olmaz. Zira dünya ahiretten mukaddemdir. Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor. Bu bir ta’lim-i ilahidir. Bizim ne yolda dua edeceğimizi öğretiyor. Yani “Bana böyle dua edin” buyuruyor. Bakara /. – Adam… Bugün rızkım var yarın Allah kerim… Bunlar saçma şeylerdir. Böyle şeyler olmaz. Çünkü bu gibi fikirler hayatı daha doğrusu İslamiyet’i mahva sebep olur. Onun için hem dünya hem ahiret için çalışacağız. Fakat evvela dünyayı. Dünyada zillet ve meskenetle hiçbir şey olmaz. Bir hadis-i şerifte: buyurulur ki “Fakr küfre yakın bir şeydir” demektir. Filvaki fakr u mezellet insana maazallahAllah’ı da inkar ettirir. Çünkü aciz kalınca akla her şey gelir hele ibadetin asla zevki olmaz. Hülasa evvela dünyayı imar lazım. Zira dünya ma’mur olmazsa ahiret de olmaz. Çünkü bir kere gönül ferah olmaz. Gönül ferah olmayınca hiçbir ibadetin de zevki olmaz. Bir de dünya ma’mur olmazsa memleket batar. O vakit ne din kalır ne namus ne iman. Demek oluyor ki dünyaya çalışmak farzdır. Şüphe mi var ya? Öyle olmasaydı Allah “Evvela benden dünyayı isteyin” diye ferman buyurmazdı. Yalnız ezan okunduğu vakit alış verişi bırakacağız camiye gidip namaz kılacağız. Çıkınca yine alış verişe başlayacağız. buyuruluyor. Meali: Namaz bitince iş başlarınıza dağılınız. Rızık taleb edin. Alış veriş edin. Uğraşın çalışın… demektir. vermeyin dünyanın ne hükmü var?” gibi i’tikadların fikirlerin nereden geldiğini bilmiyorum. Bunlar hep Kur’an’a muhalif şeylerdir. Hatta fıkıhta öğrendiniz ki bir kimse Ramazanda müddet-i sefer bir yere gitse yani üç günlük mesafeye niyet ederek evinden çıksa orucu bozar… Halbuki oruç ahiret içindir. Oraya gitmek ise dünya içindir. İşte görülüyor ki bu mes’elede de dünya takdim olunuyor. – Varsın oruçlu gitsin ne olacak? Ba-husus şimendüferle vapurla giderse… A’la vapurlar mükemmel şimendüferler ne eziyet olacak? Yaya yürüyecek değil ki… Hayır ne ile isterse gitsin. Hayvanla şimendüferle vapurla otomobil ile balonla… Ne ile olursa olsun yine bozmak caizdir. Sebebi? Çünkü ne kadar olsa bir seferdir. Oruç olursa hasta olur. Hasta olursa iş yapamaz. İş yapamayınca maişeti muhtel olur. Maişet muhtel olunca ahiret de muhtel olur. Demek ki evvela dünya? Evet. Evvela dünya? Zira dünya ahiretin mevkufun aleyhidir. Bir şeyin mevkufun aleyhi olmayınca o da olmaz. Asayişin ve dolayısıyla ilim ve ma’rifetin lüzumunu bir de şöyle isbat edelim! Bir memlekette asayiş olmayınca anasır arasında ittifak bulunmaz. İttihat bulunmayınca ticaret de ziraat de servet de olmaz. Şu halde bir memlekette ki mayınca hiçbir şey olmaz. Suyuti Cum’a /. lekette ahali beyninde zuhura gelen husumetin zail olması neye mütevakkıftır? Şüphe yok ki yine ilim. Kuvvet için herhangi bir mukaddimeyi alsa yine ilme varıyor. İlme istinad eyliyor. ahaliyi bu meskenetten kurtarmak için ilimden ma’rifetten başka çare yok. – Biz ne yapalım?.. Bizim yapacağımız teşviktir. Bu hakayıkı dilimizin döndüğü kadar anlatacağız: İşte arkadaşlar mes’ele böyledir. Öyle birtakım taassub-ı cahilaneden vazgeçin. Hemen ahaliyi maarife teşvik ve tergıb edin. Onlara deyiniz ki: Madem hisse-i maarif veriyorsunuz; bu paraları köyünüzde sarf ettiriniz. Bu verdiğiniz paralar ile mektep açtırıp çocuklarınızı okutturunuz. Gezdiğiniz yerlerde işte böyle teşvikatta bulunmanızı tekrar ihtar ederim arkadaşlar! Bu gece dersleri Şehzade İttihat ve Terakkı Kulübü’nde veriliyor. Haftada iki gece İttihat ve Terakkı Cem’iyeti’nin ve İstanbul’un hemen bütün medreselerinden talebeler ve müderrisler bu meclislere bu derslere devam ediyorlar. Beş altı aydan beri devam eden bu derslerden talebe pek çok kü orada her şeyden siyasetten dahili ve harici ahval-i hazıramızdan bahsediliyor talebenin fikirlerinin açılmasına gayret olunuyor. Talebe istediğini sorar üstad-ı muhterem hiçbir suali cevapsız bırakmaz. En ziyade ve hemen umumiyetle mesa’il-i hazıra-i ictimaiyye ilmiyye ve siyasiyye mevzu-i bahs oluyor. Hazret-i Üstad kendisine mahsus açık sade latif ifadesiyle mes’eleyi kemal-i vuzuhla tenvir eder. Talebe o kadar memnun oluyor ki ders saat ikide başladığı halde daha yarımdan yer tutmak için koşuyorlar. meşrutiyyetin ebedi birer kahraman müdafii kesilen bu yeni yetişme talebe bu parlak fikirli telamiz-i irfan Ramazan münasebetiyle etrafa gönderilir. İnşaallah vazifelerini hüsn-i ifaya muvaffak olurlar; müslümanları uyandırarak ilm ü ma’rifete sa’y u faaliyete teşvik ederler harekete getirirler de hem üstadlarını hem de bütün milleti memnun ederler ve atiyen ümmetin en mümtaz sınıfı olurlar ve bu sayede şeref-i kadimlerini ihraza muvaffak olurlar. Allah muvaffak bi’lhayr eylesin. Sonra vacib olan kuvvetin ihzarı için lazım gelen esbabın biri de herkesin vazifesini bilip onunla iştigal etmesidir. Eğer öyle olmazsa vacib olan kuvvet elde edilemez. Maatteessüf bizde bu hakıkat takdir olunmamıştır. Bizim ahalimiz ne gibi vazife ile mükelleftir onu bilmezler. Bütün vezaif karışmış. Halbuki milel-i mütemeddinede böyle şey yok. Herkes vazifesini bilir. Başka şeye kulak vermez. Zaten öyle olmak lazımdır. Şimdi bizim ahaliye bakınız görürsünüz ki kahveye oturmuşlar hep vazifeleri haricinde laklakıyatta bulunuyorlar. Bakıyorsunuz bir hamal oturmuş yanıbaşındaki hamala siyasiyattan bahseder. Hamalın işi yük taşımak iken vükelanın erkan-ı hükumetin icraatını tenkid ediyor. Sonra talebe-i ulum bir yere toplanmış onlar da öyle hükumetin icraatını tenkid ederler. Halbuki vazifesi o değil. Onun vazifesi taallüm tederrüs. Halbuki talebe her nerede Çünkü vazifesi o. İtirazlar münazaralar mübahaseler her nerede olursa olsun yapılmalı. Fakat maatteessüf böyle olmuyor. Gerek hocalar gerek talebeler hepsi siyasi kesilir. Her yerde kahvede medresede hep siyasiyattan bahseder. Vakıa siyasiyat merak olunmaz bir şey değil. Fakat bunu bütün bütün kendimize iş güç edersek bütün evkatımızı bununla Yalnız medaristeki talebe değil. Mekatibteki talebe de böyle. Hatta mektebin içinde bile bir mübahase-i siyasiyyedir gidiyor. Başka nizaları yok: O fena yok bu fena. Sonra imtihan zamanında muallimleri ta’kıb ederler: – Aman bana numara ver derler! – A çocuk vazifeni bilip de vaktiyle çalışsan a… Fakat ne çare ki bu hal umumi bir hastalık. Hiç kimse vazifesini bilmiyor. Alışmamış. Onun için öteden beri böyle gitmiş. Tarih de bunu gösterir. Mesela: Talebe kalkmış haydi Şeyhülislam Kapısı’na Bab-ı Ali’ye. Vakıa o zamanlarda hükumet öyle isterdi ona layıktı; çünkü hükumet berbat bir halde idi. Fakat bugün buna lüzum var mı? Halbuki şimdi de öyle. Çok yazık. vazifesinde kusur ederse mebusan onları kovarlar. Binaenaleyh ahaliden hiçbir sınıfın vükelayı muahazeye hakkı yoktur. Çünkü mebuslara o hakkı verdik. Eğer vükela yani kuvve-i icraiyye bir fenalık ederse mebuslar toplanırlar hepsini kovarlar. “İtimadımız yoktur” deyince patır patır düşerler. Onun haricinde bütün millet bir yere gelse ehemmiyyeti yok. İşte meşrutiyyet-i idare böyledir. Millet onları dört sene azil de edemez. Bütün umur-ı siyasiyyeden ancak onlar mes’uldür. Şu halde bugün hiçbir sınıfın kuvve-i icraiyyeyi gerek hey’et-i umumiyyesini ve gerek bazısını katiyyen ve katıbeten tenkide lüzum yoktur. O vazifeyi yapacak vükela-yı millettir. Sonra biz orada kalmayız mehakimden de bahsederiz. Haydi evvelden bahsederdik rüşvet alırlar haksızlık ederler; filhakıka o vakit muahazeye müstehaktılar. Fakat şimdi ona da hacet kalmamıştır. Çünkü bugün bütün umur-ı adliyyeye nezaret edecek bir reis var: Adliye Nazırı. Eğer bir fenalık olursa bizim mebusan -Allah kıyamete kadar daim etsin- derhal nazırı çağırırlar: – Senin maiyyetin şöyle yaparmış derler. Eğer yaptığı hakıkaten sabit olursa ve nazırın da bunda bir medhali bir teseyyübü olursa o nazıra: – Haydi defol git derler. Yok o adamın yaptığından nazırın ma’lumatı yok ise nazır tahkikat icra eder derhal cezasını verir. Demek oluyor ki hiçbir mahkemeyi muahazeye ahalinin hakkı kalmamıştır. Madem parlamento var madem bütün ümmetin umuru onlara teslim edilmiştir; artık gerek dahili gerek harici işlere bakacak onlardır. Biz vazifemize bakalım. Böyle olursa terakkı olur. Talebeden bir zat: – İyi ama hoca efendi dedi kanun ahaliye ictima hakkını veriyor; mesela ahali siyasi cem’iyetler teşkil edemeyecek mi? Beğenmediği işler hakkında müzakere edemeyecek mi? Ahali bir yerde ictima ederek miting yapamayacak mı? – Evet cem’iyetler teşkil edebilecek fakat bunlar niçindir? Faidesi nedir?... Cem’iyetler teşekkül eder. Siyasi cem’iyetler de olur. Fakat bizde siyasi cem’iyetler müteaddid olamaz ve olmamalıdır. Zira olursa hükumet dağılır. İş göremez. Aciz kalır. Yani hükumetin kuvveti teferruk eder. Edince mahvolur. Unsuru vahid olan bir memlekette siyasi cem’iyetler olur. Mesela bilfarz yalnız müslüman olsak bu müslümanlar da yalnız Türk olsa başka hiçbir millet yok hepsi Türk… Şimdi bu Türkler arasında siyasi fırkalar olabilir. Nafidir. Çünkü hepsinin maksadı mülkün terakkısi. Yalnız mülkün terakkı ve tealisi esbabını istihsal hususunda efkar müteşettit olabilir. Bir fırka bir nevi esbab diğeri başka esbab mülahaza edebilir. İkisinin de maksadı memleketin terakki ve tealisidir. Bu olabilir; böyle millet-i vahide olursa fakat milel-i muhtelifeden mürekkeb olan bir memlekette unsur namına cem’iyetler teşkili muzırdır. Mesela bir Rum cem’iyyet-i siyasiyyesi ona karşı Ermeni cem’iyet-i siyasiyyesi Bulgar cem’iyet-i siyasiyyesi ona karşı Türk yahud Arap siyasi cemiyetleri sonra Girid veya Arnavud cem’iyyet-i siyasiyyeleri… sine Rumlar Rumların Araplar Arapların Bulgarlar Bulgarların Ermeniler de Ermenilerin terakkisine çalışır. Birbirlerini hasım tanırlar. Böyle bir memlekette nasıl terakki hasıl olur? Hissiyyat-ı mütehalife erbabı arasında böyle cem’iyetler teşekkül edince memleket dağılır. Hükumet olmaz. Yine tekrar ederim millet-i vahide olursa Fransa gibi olmaz. Bakınız mesela İngiltere böyledir. Vakıa onun zir-i idaresinde de la-yuad milletler var. Fakat hukuk-ı siyasiyye vermez. “İngiltere” deyince milyondur Şimdi bu milyondan ibaret İngilizler arasında iki üç fırka olabilir. Çünkü hiçbir İngiliz memleketin mahvını arzu etmez. Hepsinin gaye-i maksad ve mesaisi birdir: Mülkün terakkisi. Onun için orada siyasi fırkaların teaddüdünden memleket mutazarrır olmaz bil-akis faide olur. Fakat bizim gibi birçok milletlerden mürekkeb bir memlekette iş bunun aksinedir. Şimdi şu halde fırak-ı siyasiyyenin burada teşekkülü gayet müşkildir. Vakıa Ittihat ve Terakki Cem’iyeti kendi programında fırak-ı siyasiyyenin teşekkülüne müsaade etmiştir. Fakat bunun ne derece muzır olduğu sonradan pek güzel anlaşılmıştır. Evet var ama tatbik mes’elesine gelince dehşet. Ahali birbirini kıracak. Harb-i dahili zuhur edecek. Anasır-ı muhtelife arasında zaten husumet var. Hepsine ayrı ayrı bir kuvvet verince birbirlerini öldürürler. Miting mes’elesine gelince: Bu olabilir. Fakat yapılacak miting ahval-i fevkaladeye münhasır olarak memleketin menafiine ait olmalıdır. Yoksa memleketin mazarratına ait mitingler olamaz. Zaten hiçbir yerde böyle mitingler yaptırmazlar. Mesela “Rumlara karşı boykotaj yapalım madem bize böyle yaparlarmış biz de şöyle yapalım” diye miting yapmak olur mu? Bit-tabi’ olmaz. Zira ta’kıb ettiğimiz ittihat-ı anasır fikrine külliyyen mugayirdir. Asayişi muhafaza için ittihat lazım. Hele biz pek muhtacız. ba tevessül edelim ki anasır arasında nifak zail olsun? İşte yine görülür ki çaresi maariftir. Başka hiçbir çare yok mektepleri teksir etmeli bütün evlad-ı vatan okusun vatanın menafi’-i hakıkiyyesini millet anlasın. hafaza için kuvvet i’dadına mecburuz bu kuvvetin mevkufun-aleyhi ne varsa bunları istihzar vacibtir. Ve herhangisini tutsak maarife dayanır. Demek ki bütün saadet bütün selamet “maarif” kelimesinin içindedir. Bütün milletlerin terakkısi ve tealisi maarif sayesinde meydana gelmiştir. Bir iki asır evvel bu terakkı yoktu. Çünkü bu maarif yoktu. Nasıl ki bu maarif intişara başladı o zamandan itibaren terakki de başladı. Bütün dünyayı hayrette bırakan bu terakkiyatın sebebi maariftir. Bunu bilmeliyiz de ahali beynindeki o fikr-i batılı hayran kalır. Ben eminim ki bugün mükemmel heyet bilen adamın imanıyla hey’et bilmeyen adamın imanı bir olamaz. Hakayık-ı eşyaya vakıf olanla taş topraktan başka bir şey bilmeyen adam arasında dünyalar kadar fark var. Bu böyledir. Yoksa ilim neden insanı dinsiz yapsın? Bu fikir adeta bizim din-i mübinimizi tezyiftir. Zira dinimizin ilm ü maarifle Evet çocuklar mektepte dinsiz de olur. Fakat bunu ilim yapmaz. Ahlaksız muallimler yaparlar. İlim hadd-i zatında elbette nafidir. Hakayık-ı eşyaya vukuf peyda ettikçe Cenab-ı Hakk’a karşı inkıyad da o nisbette artar. İrfan ma’rifetullah odur. İrfansız iman irfanlı imana muadil olmaz. Bilenle bilmeyen müsavi olur mu?.. sefenin bir türlü kestirip atamadığı ihtilafat-ı diniyye ve felsefiyye hep bu dairede toplanıyor. Bununla beraber bu gayete vusul için ihtiyar olunan taharriler mübahaseler yeni bir şey değildir. Pek eski hükema da bu mes’eleyi hal için uğraşmışlar lakin onlar da muvaffak olamamışlar onlar da müteah-hirinden fazla bir iş görememişler. A’sar-ı salifeden bu ana kadar geçen zaman zarfında anlaşılan şeylerin gayesi şu oluyor ki: Bu nokta-i mühimmeye ait olan akaid-i beşeriyyeyi aralarında taksim etmiş iki mezheb var: Evvelkisi bir taraftan uluhiyyete na-mütenahi bir azamet na-mütenahi bir ulüv veriyor; diğer taraftan insanı haziz-i za’fa dereke-i hiçiye indiriyor. daki iman ve ihtiyar ile işleyeceği hasenat-ı a’mal sayesinde zat-ı ilahiyyeye takarrüb hakkını veriyor. Şimdi birinci mezhebe i’tikadın netice-i tabiiyyesi insanı şuun-ı hayatiyyesinden gaflete teşvik etmekten kalbine ye’s ü fütur ilka eylemekten olanca azmini himmetini bitirmekten dan-ı celadete saha-i sa’y u amele sevk eder mücadele-i hayat için mehaliki iktiham kuvveti verir. Her iki tarafa misal olmak üzere Budilerle eski Yunanileri gösterebiliriz Budiler tecerrüdle emreden bir dine saliktirler ki insanın ve bütün kainatın zat-ı uluhiyyette fani olması o dinin usul-i esasiyyesindendir. Eski Yunanlılar ise evsaf-ı maddiyyesi itibarıyla ilahı insana teşbih eden bir dine tabidirler ki bu din kendilerine çalışmakla yaşamakla emreder. Zira bunlar insanın yahud kahramanın hasenat ve hayrat sayesinde ilahlar sınıfına yükselmesi mümkün olacağı itikadındadırlar. Aradan beş yüz sene geçtikten sonra alem-i kadimin enkazı üzerinde biri lahuti diğeri nasuti iki din zahir oldu. zaltmak şartıyla- temsil etmektedir. Birincisi doğrudan doğruya Arilerin asarına varis olan diyanet-i Mesihiyyedir ki Samilerin mezhebinden müştak ve ondan bir şube olmakla beraber katiyyen o mezheble alakası kalmamıştır. İşte zat-ı uluhiyyete takrib suretiyle insanın mertebesini i’la etmek bu dinin hasais-i mümtazesinden iken ikinci din yani Müslümanlık mezheb-i samiyyenin tesiriyle şaibe-dar olduğu için bir surette yükseklere çıkarır. Bu iki muhtelif meyil her iki dinin asl-ı uluhiyyet hakkındaki esasında tamamıyla meydana çıkar. Nasraniyyet bu hususta teslise kail olur. Yani ilah-ı eb ilah-ı ibni vücuda g[et]irmiş ikisi arasında Ruhu’l-Kuds vasıta olmuştur. Binaenaleyh Hazret-i Isa hem ilah hem beşerdir. İnsanların irtikab ettiği günahları afv ettirmek için kendini feda edecek bir müslüman suret-i katiyyede reddeder “La ilahe illallah” diyerek vahdaniyyet-i ilahiyye hakkındaki akıdesine olanca kuvvetiyle sarılır. Bununla beraber hıristiyanların bu i’tikadları daha sade daha yüksek i’timada daha şayandır; çünkü abd ile Halık arasında vesait-i ittisal mevcut olduğu için onları takarrüb-i müslümanları hiç değişmeyen cazibe kanunu iktizasınca fezada sukuta mahkum ecsama çevirir ki kurtulmak için namaz kılmaktan dua etmekten bütün amalin penahı olan Allah’ın vahdaniyyetine sığınmaktan başka çareleri yoktur. Zaten İslam kelimesinin ma’nası da irade-i ilahiyyeye karşı suret-i mutlakada inkıyad etmekten ibarettir. Biz her iki dini tabir-i digerle her iki medeniyyeti karşı karşıya gelmiş hatta menşe’leri itibarıyla bazı noktalarda birleşmiş görüyoruz. Çünkü ikisi de usul-i Yunaniyye ve Samiyye’den birtakım adab almıştır. Binaenaleyh birçok cihetlerde birleşiyorlar. Bununla beraber kudret-i ilahiyye ile hürriyyet-i beşeriyye bahsine gelince iki din arasındaki mesafe cidden açılıyor. re’y edenleri ihtilafa düşüren mes’ele mübayenetlerle bu mukarenetlerdir. İçimizden birtakımı tedkikatını hıristiyanlık en müt-hiş en şedid bir düşman buluyor. Mösyö Kimon Emraz-ı İslam namındaki eserinde diyor ki: “Diyanet-i Muhammediyye insanlar arasında intişar etmiş bir cüzzam illetidir ki müdhiş bir tarzda tahribatını icra etmektedir. Evet bu bir korkunç hastalıktır umumi bir felçtir. Öyle bir cünundur ki insanı meskenete atalete sevk eder ve bu iki halden ancak kan dökmek için uyandırır. Müdemmen ayyaşlar cür’etli mücrimler yetiştirir. Muhammed’in Mekke!’deki mezarı da müslümanların kafalarına cünun tevzi eden bir elektrik sütunundan başka bir şey değildir. Bu din müslümanları sara sinir nöbetlerine benzer birtakım harekata icbar eder; akıldan eser bırakmaz; Allah lafzını namütenahi bir surette tekrar ettirir; sonunda tabiat hükmüne geçen birtakım adata alıştırır: Hınzır etini; şarabı musıkıyi kerih görmek gibi...” Bu sınıftaki muharrirler müslümanların bir sürü yırtıcı hayvan olduğuna bunların beşte birini mahvedip geri kalanını ağır işlerde kullanmak Kabe’yi Muhammed’in mezarını yıkmak lazım geleceğine hükmediyorlar… Vakıa mes’elenin en basit bir tarz-ı halli. Cins-i beşerin salahı da bunu ki milyon kadar müslüman var; sonra bu “mecnun”ların canlarını dinlerini müdafaa maksadıyla kıyam etmeleri de muhtemel. Bu re’ye muarız bulunanlar da Müslümanlığın bizim dinimize bizim medeniyyetimize rabıta-i uhuvvetle merbut bir din bir medeniyyet olduğuna zahib oluyorlar; hatta diyanet-i sinden daha yüksek buluyorlar. Mösyö L’evasiyon Müslümanlığın tehzib edilmiş diyanet-i Mesihiyye olduğunu itiraf ettikten sonra gaib olan dinlerini aramakta olan Fransızlara dönüp aradıklarını bulmak Kezalik birtakımları da İslam’a karşı tebcil ve ihtiram vacib olduğuna kilise müverrihlerinden bir kardinalin şu sözlerini sened ittihaz ediyor: “Müslümanlık Afrika’daki akvam hıristiyanlık mertebesine geçilir. Binaenaleyh müslümanlara karşı yalnız müsamahakar davranmayarak İslam’ı camilerine medrese-lerine nafaka tayin etmek dairesinin tevessüüne çalışmak suretiyle tahkim etmeliyiz; onu Fransa medeniyyetinin taliası gibi kullanmalıyız; fütuhatımıza yardımı olacak alet ittihaz eylemeliyiz.” lemet-perverane derecatıyla beraber bu iki reyden ibarettir. Lakin her ne kadar bunlar birbirinden ayrı iseler de yine kısmen birleşerek aynı hayyizi işgal ediyorlar. Çok defalar da bizim müsta’meratımızdaki memurlarımızdan vekillerimizden her birinin şu iki meslek arasında şaşırarak müslümanlara karşı sırf kendi hissiyyatına kendi temayülatına nazaran bir hatt-ı hareket tayin ettiği görülüyor. Bu adeta iki mütenakız kutba benziyor ki birinde müsamahada ifrata varanlar diğerinde de mutaassıblar bulunuyor; hiç ortası görülmüyor. liyyete çıkan bu temayülat-ı ma’kuseden başka bir şey değildir ki hala hükumetimiz hususiyle Afrika’da sabit kat’i bir siyaset ta’kıb edemeyerek şüpheler tereddüdler içinde bugün yaptığını yarın bozmak yarın bozduğunu öbür gün yapmak suretiyle vakit geçiriyor. Bu fenalık yavaş yavaş zair biladıyla dört beş milyona baliğ olan yerli sekenesine yesinde bir o kadar daha artacak olan ahalisine de sirayet ediyor. Binaenaleyh cidden mühim olan bu mes’elenin halli için kat’i bir meslek ittihazı lazımdır; yoksa yalnız muntazam bepten ben mes’eleyi ara-yı umumiyyeye arz etmeyi bununla beraber bir netice-i fi’liyyeye vusul için akla hakıkate en ziyade mutabık gelen bir vesileyi bildirmeyi daha sonra da mes’elenin mevzuuna son derecede merbutiyyeti olan bir şeyi irad etmeyi münasib gördüm. – – Cenab-ı Hak ve Resulü mü’mininin umur-ı diniyyelerine ait bir emri kaza ve irade buyurduğu vakit artık o işte onların rey ve ihtiyarları kalmaz – yani kaza-yı Sübhani ve emri asi olanlar dalal-i mübin ve gavayet-i ziyade-terin ile gümgeşte ve gümrah oldular. “Bu birinci ayet-i kerime Peygamberimiz s.a. Zeyneb radiyallahu anha’i Zeyd radiyallahu anh’e taleb buyurdukları vakit müşarün-ileyhanın ve biraderi Abdullah bin Cahş’ın vuku’ bulan ibaları üzerine nazil olmuş idi ki bu ayetin nüzulüyle emr-i ilahiye gerden-dade-i inkıyad olup mutavaat eylemişler idi. Bunun üzerine Peygamberimiz s.a. Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh tarafından müşarünileyhaya elli aded dirhem bir namaz örtüsü lihaf dir-i izar elli müdd taam otuz sa’ hurma irsal buyurmuşlar idi”. Ecille-i ulema-i Malikiyye’den Kadi Iyaz r.h.’ın Kitabü’ş-Şifa fi ta’rifi Hukuki’l-Mustafa nam eser-i mübarekinde mastur olan Ali bin Hüseyn radiyallahu anh’den muhakkıkın-i müfessirinin nakletmiş oldukları - Cenab-ı Hakk’ın Zeyneb radiyallahu anh’i Nebiyy-i zi-şanımıza tezvic buyuracaklarını vahy buyurmuş - olmaları rivayet-i sahihasını bi’ttakdim deriz ki: Erbab-ı vukuf nezdinde hafi olmadığı vech üzere zaman-ı cahiliyyette ed’iya - evladlıklar - ailelere iltisak ve ensaba lar idi. Yani hürmet-i neseb kendi haklarında cereyan ettiği gibi varis dahi olurlar idi!... Cenab-ı Hakim-i Mutlak neseb-i sarihi izhar ve ibda ve esas-ı sahihi te’sis ve icra ile bu adet-i redie-i cahiliyyeyi ref’ ü imha buyurmak irade kılmakla sure-i celile-i mezkurenin baştan dördüncü ayet-i kerimesinde : Ve Cenab-ı Hak sizin evladlıklarınızı öz oğullarınız kılmadı – Bu sizin a’yan ve hakayıkı olmayan yani nefsü’lemre mutabık bulunmayan hevai laflarınız ve yalnız – ağızlarınızla olan sözlerinizdir ve Cenab-ı Hak – ancak hakıkat-i kat’iyyesi olan – hak ve vakı’ı söyler ve güm-geşteganı – o sebil-i hemvare ihda ve isal eyler. – bu emr-i ilahinin nüzulüne kadar Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh bünüvvet-i Muhammediyye Nitekim bunu göstermektedir. – Ahzab /-. Ahzab /. Ahzab /. Bu –yani pederleriyle çağırmak– ind-i ilahi aksat ve a’deldir. Eğer onların pederlerini bilmezseniz onlar sizin din kardeşleriniz ve mevalinizdir –yani ey kardeşim ve ey efendim diye çağırınız.– Nehyden evvel ve sonra hataen veya men kılınan niyeti kasdı olmayarak bir adamın diğer bir zatın çocuğuna oğlum demesinde –günah yoktur– velakin – zaman-ı cahiliyyetteki adet-i sakımeye tebean yani etvar ve mişvarını istihsan ettiği bir çocuğa kendine ilhak ve ilsak maksadıyla –amden– oğlum demek günahtır. Ve Cenab-ı Hak muhtilere afv ile muamele buyurmakla – Gafur ve Rahim – oldu. Nass-ı mes’elenin birinci ayet-i kerimesindeki itab-ı hafi-i dullah bin Cahş’ın inkıyad eylemiş oldukları zikrolunmuş idi ki bu hareket-i vakıa vahy-i ilahi olan emr-i risalet-penahiye muhalefet olmakla hatadan hali değil idi. Maa-mafih sırf bu emr-i ilahinin infazı için vukua gelen ve belki de bu irade-i sübhaniyyenin –ref’-i tebenni ile neseb-i sahihi vaz’– levazımından olarak husul bulmayan hüsn-i maişetten dolayı Cenab-ı Zeyd radiyallahü anh daima atebe-i ulya-yı risalete arz-ı şikayat eyler idi ki bunun için nass-ı mes’elenin ikinci ayet-i kerimesinde: Ve Cenab-ı Hakk’ın ecellü’n-niam olan din-i İslam’ı nasib ve müyesser buyurmasıyla in’am eylediği – ve senin dahi kendisini ıtk u azad ve hakkında muhabbetini müzdad kılmanla – in’am eylediğine – zevcesiyle su-i muaşeretinden şikayet ettiği vakit – zevceni imsak et – yani taht-ı zevciyyetinde ha aile-i Peygamberiden olmak ve zevci ise bir köle bulunmak hasebiyle ona kibr ü nahvet isnad veya kendisini ıtlak hususunda – dediğin vakti der-hatır et. – Şifa’dan nakletmiş olduğumuz vech üzere Cenab-ı Zeyd radiyallahu anh’in Hazret-i Zeyneb radiyallahu anhai tatlikınden sonra kendilerinin zat-ı pak-i risalet-penahiye tezvic buyurulacağı taraf-ı ilahiden Peygamberimize s.a. vahy ve ilham buyurulmuş olmasıyla – ve Cenab-ı Hakk’ın nın Peygamberimize s.a. tezvici – ihfa ve ızmar edersin ve nasın kıl ü kallerinden – yani evladlıklarının zevce-i mutallakalarını almak adet-i cahiliyyesine muhalif olmasıyla seni ta’yiblerinden – haşyet edersin. Halbuki: Cenab-ı Hak haşyetine evla ve ehaktır. Hikmet-i baliğa-i sübhaniyye muktezası olarak Cenab-ı Hak enbiya-yı kiram hazeratının zahir ve batınlarının tesavisini Abdullah bin Ebi Serh’in taraf-ı Peygamberi’den s.a. katli irade buyurulup Hazret-i Osman radiyallahu anhnın vuku’ bulan istişfaıyla mazhar-ı afv kılındığı vakit Hazret-i Ömer radiyallahu anh aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretlerine “Onu katletmekliğim için işaret buyuracak mısınız diye gözüm gözünüzde idi” demiş ve Peygamber s.a. dahi “Enbiya vemz ü remz – işmar – etmezler onların zahir ve batınları bir olur” buyurmuşlardır. Bundan dolayıdır ki taraf-ı Rabbani’den müşarün-ileyhanın kendilerine tezvic buyurulacağı i’lam ve ilham buyurulduğu halde buyurmaları cümle-i mübarekesinin nüzulüne sebeb olmuştur. Konferans Halbuki emr-i fi’li de bir sigadır. Bunun mütekellimi bile eksiktir. Emir de sair fiiller gibi müsbet olur menfi olur. Sair fiillere mugayir olarak bunun ga’ibi muhatabı müsbeti menfisi başka siga sayılamaz. Bunda inşailik de medar-ı i’tizar değildir. Bunlar hep çocuk için şaşırtmacadır. Daha hayli şeyler var. Bir iki sene içinde çıkan Osmanlı lisanı ile Türkçe sarf ve nahiv eserlerinden başka kitapların hepsinde de “dır” rabıtası ber-mutad “edat-ı haber” diye yad edilmekte cümleler “fi’liyye” “ismiyye” diye tabiatinden çıkarılmaktadır. Söz çok ise de “El-arifü yekfihu’l-işare” deyip bu kadarla kalalım. Yılan masalı kadar uzayan şu hikayeyi daha uzatmayalım. Bundan ziyadesine halimiz vaktimiz yoktur. Cevdet Paşa’dan beri kavaid-name yazan müelliflerden bazıları kavaid diye öyle acib şeyler der-miyan etmişlerdir ki Nasreddin Efendi’nin leyleği kuşa benzetmek için gagasını ayaklarını kesmesi bunların gösterdikleri ma’rifetler yanında ehven kalır. Bu kadar yokluk ve kargaşalık içinde hangi muallim hangi usul-i tedrise tevessül edip muvaffak olabilir? Usul-i tedrisimiz hep kitabı hışır hışır ezber ettirmekten ibaret değil mi? Muallimliğimiz hep bu kuru ve öldürücü işe eli sopalı yasakçılık etmek değil mi? Vakıa memlekette Darü’l-Muallimin’in açılması Mekteb-i Tıbbiyye’nin açılması kadar mühimdir. Vakıa mekteplerde memleketin evladına karşı hakıkı baba himmetiyle hakıkı ana şefkatiyle çalışan muallimin-i muhtereme yok değildir. Fakat teessüfle itiraf edelim ki muallimin arasında pek çok da beyinsiz lafazan şarlatan vardır… Bunların şakirdan ellerindeki kitapları beğenmemek münhasıran ve rastgele mesela falanın kitabını beğenmek suretiyle başlayan çiğlikleri hoppalıkları hamiyyetli gözlere kanlar ağlatır. Küçük mekteplerde büyük hayalli muallimler görülmüştür ki kendi zu’mlarınca yeni ve muvafık bir kavaid-name te’lifine kalkışıp mesela “müstağni-i arz u Ahzab /. Ahzab /. Arife işaret yeter!” demektir. mürekkeb olup…” suretinde bir divanelik silsilesi tutturarak zavallı çocuklarımızı baş döndüren diktelerle notlarla sersem ve belki asam ve ebkem etmişlerdir. Yanşaklık uzadıkça uzadı… Artık söyleyecek vaktimiz de kalmadı dinleyecek halimiz de kalmadı. Yazık ki henüz usule dair nasıl hereket edeceğimize dair bir şeyler söyleyemedik. Fakat silkinmek de bir iştir… İyi işler iyi hazırlıkla başlar… Şunu da ihtar edeyim ki bir saattir baş ağrıttık… Söylediğimiz sözler sathi bakanlara saded haricinde kuru dedikodu görünür. Fakat işin hakıkati öyle değildir. Bendeniz bunları rastgele tehekkümen tehevvüren söylemedim. Evvelden düşünerek tasavvur ve tasmim ile söyledim. Hatta fikrimce bu kadar uzun hikaye kafi bile değildir. Vakit olsa da günlerce söyleşsek… Vatan evladını güzel lisanımızı kurtarmağa çalışsak. Hülasa bendeniz bu uzun k l ü kale şiddetle lüzum hissettiğim için bu kadar baş ağrıttım. Derman ye işrete afyona mübtela olan düşkünleri evvela bunlardan vazgeçirmeli. Çünkü bunlara tutulup sersemlenen adam hakıkı gıda ile barışamaz… Ona iştiha hissetmez. İşte eski dertleştik.. Hasbihal ettik. Mekteplerimizde ne yapıyoruz çocuklarımızı nasıl eziyoruz bunu oldukça anladık. Gelecek haftaki musahabede usule dair de anlaşır tedrisatı nasıl yürüteceğimizi anlarız. Bundan sonra bu konferansın bakıyyesi ve daha sonra “lisan-ı Farisi tedrisatı hakkında konferans”ın zabtı neşrolunacaktır. Sükkan-ı Sema Sıratımüstakım’in elli birinci nüshasında bir makale-i yektada ayet-i kerimesinin birinci fıkrasında alem-i eflakin meskun bulunduğu ve ikinci fıkrasında sükkan-ı mezkure-i semaviyye ile sükkan-ı arzın cem’ ve ihtilatı –muhakkaku’lvuku’ olan– meşiyyet-i ilahiyyenin an-ı zuhuruna menut bulunduğu aklen naklen ve zevkan izah ve tefsir edilmişti. Zaten hal-i hazırdaki terakkiyyat-ı fenniyye ecramın meskun bulunduğunu ve onlar ile muhabere ve ihtilat etmek kuvve-i karibeye geldiğini ve bu da vesait-i mevcudenin biraz daha terakkısiyle tecelli ve inkişaf edeceğini adeta bedahet derecesine isal etmiş olduğu halde ulema-yı kiramımız tarafından gerek tetebbuan ve gerek istihracen böyle bir mes’ele-i mühimme hakkında şimdiye kadar bahsolunmadığından hayli teessür edilmişti ise de nass-ı katı’ ile keşfiyyat-ı mezkure izah ve tenvir edilince benim gibi birçok müslimin memnun olmuştu. Zira Avrupalıların maddeten semadaki devabb-ı mebsusenin eşkal ve suverini belki de asar ve muhtereatını sükkan-ı arza arz etmelerine bir şey kalmadığı ve muhsi’s-sagire ve’l-kebire olan Hazret-i Kur’an’da buna Şura /. dair sarahat-i tamme mevcud bulunduğu halde şakk-ı şefe etmemek ne derece badi-i hicab ve hacalet bir keyfiyyet olacaktı. Bu ve bunun gibi mülahazat neticesi olarak tevellüd eden neş’e-i sürur leyali-i müstakbelenin zulmetine değil nuraniyyetine emeli i’la etti. Ve ba’dema inşaallah ulemayı kiramımız ve fukaha-yı fihamımız meknuzat-ı bi-nihaye-i Kur’aniyyeden daha ali ve daha ciddi dürr ü mercan istinbat ve tafsil ve yirminci asrın terakkiyyat-ı hayret-bahşası ile mü-tenasib izah ve tahlil buyuracakları ümidi afak-ı mu’alla-yı Fakat muvakkat bir zaman için ehemmiyyetsiz bir bulut di. Kasaba-i mezkurede Yunus-zade Ahmed Vehbi Efendi tarafından ve Sırat’ın elli altıncı adedinde mastur olan itiraz okundu. Maa’t-teessüf serdedilen edille ve berahin hiçbir zaman edille ve berahin olmadıktan başka adab ve kavanin-i münazaranın daire-i şümulünden hariçtir. Çünkü aklen –tevatürden daha kat’i olan– keşfen ve naklen sabit olan bir madde üzerine muma-ileyhin itirazı pek vahi ve kıymetten bütün bütün aridir. Biz hal-i hazırdaki ulema-yı kiramımız tarafından kaffe-i hakaik-i mühimme-i fenniyye ve akliyyenin ayat-ı Kur’aniyyeye ve ehadis-i Nebeviyyeye müdellelen tatbik ve izah olunmasını temenni eder ve bu edille ile bütün edyana karşı miyyun… ilh. saliklerini redd ü ikna ve her türlü taarruz ve hücumlarını müdafaa ederek ulviyyet-i İslamiyyenin ve hakkaniyyet-i di-niyyenin tasdik ve i’la ettirilmesini niyaz eyleriz. Şüphesiz bu şeref ulema-yı a’lama has ve memluktur. hadis-i mefharet-i takdisi ecell-i ulema-yı kümmeline ait ve vadi-i ısrarda puyan olanlar bu hükümden sakıttır. Afvlarına mağruren muma-ileyh Vehbi Efendi’ye arz ederim ki evvela ilm-i hey’et ile ilm-i tabakatın bu babta ma’kulat nazariyyat ve istidlalatı meskuniyyet-i ecramı bedahet derecesine çıkarmıştır ki sebeb-i aklinin bu babta istinad edebildiği yegane ulum bunlardır. Saniyen en mühim merakiz-i medeniyyenin rasad-hanelerinin keşfiyyat-ı mevsukası hükm-i tevatürü belegan mabelag Nakle gelince fıkra-i ayetin hükmü hüküm ayeti kadar sarih ve vazıhdır. Bina-en-aleyh melaike-i kirama delalet eden ayat-ı müstakille-i Kur’aniyyeyi der-miyan etmek bi-sud ve bi-lüzum bulunduğundan muma-ileyhe sorarım ki: Melaikenin bulunduğu yerlerde devabb-ı mebsuse olmamak mı lazım gelir? Eğer lazım gelir ise kürre-i arz hakkında bu husustaki ahbar-ı sahihayı inkar mı edelim; değilse kürre-i arzdaki devabbı teami mi edelim? Fahreddin Razi Şura /. Bakara /. Sure-i Bakara’daki ayet-i celilesini ne için te’vil etmeyerek olduğu gibi kabul ediyor? Halbuki bu iki ayetin elfaz ve maani-i şerifesi hemen bir gibidir. Yoksa devabb-ı arziyyeyi çiğnemek güç mü geldi? Tefasir-i Kur’aniyye’den ne için yalnız Kadi Beyzavi merhumun tefsiri nazar-ı dikkate alınıyor? Sair tefasir-i şerife muteber değil mi? Mesela Ruhu’l-Beyan tefsiri bu zulmeti oldukça tenvir ediyor. Vehbi Efendi’nin dediği gibi hiçbir vakit on sekiz bin aleme hasr ü tahdidi caiz olamayan avalim-i na-mütenahiyye-i nakıse gelir mi zu’m edildi. İtikad-ı fakıraneme göre bil-akis zaten hayret-bahşa-yı ukul olan kudret-i sübhaniyyeyi enzarda daha ziyade i’la ve isbat eyler: Kudüslü Sıratımüstakım’in elli altıncı nüshasında Yunus-zade Ahmed Vehbi Efendi tarafından elli birinci nüshasındaki makale-i aciziye müdafaaten yazılan sözleri okudum. Acizleri gerçi makale-i mezkurede ulema-i a’lam ve hey’at-şinasan-ı ümmet taraflarından küşad olunacak bab-ı münazaraya intizar edeceğimi yazmış idi isem de müdafaa-i mezkure kanun-ı münazara ve adabından hariç olduğu gibi makale-i acizinin dekayıkına kesb-i ıttıla’ edilememiş olduğunu gösterdiği cihetle red ve mübahaseye mahal olmadığından sükut ederek kari’in-i kiramın muhakemelerine havale etmeği münasib bulmuştum. Ahiren bazı kimselere sükut ile mukabele fikr ü zanlarına olan iğtirar ve itimadlarını tezyid edeceği mülahazası acizlerini mezkur imza sahibine hitaben ve mukabeleten birkaç söz yazmağa ve makalesinde göstermek istediği “feyfa-yı fesih kara’ini” bir parça daraltmaya sevk etti. Hazret! Esbab-ı ilmin üç olduğunu biz de okuduk hatta okuttuk. Birincisi ki havass-ı selimedir ecram-ı semaviyyenin bazılarının meskun olduğunu delail ve asarıyla ihsas ettiriyor. Terakkiyyat-ı hazıra-i hey’iyyeyi ta’kıb edememek dolayısıyla bu meskuniyyetin his buyurulmaması erbabı taraflarından mahsus olmamalarını iktiza ettirmez. Binaenaleyh esbab-ı ilimden olan hiss-i selim ile bu husus ma’lumdur. lagatiyle bu hususu işaret değil; tasrih buyuruyor. Esta’izü billah ayet-i celilesine tekrar atf-ı nazar buyurunuz! Zamir-i tesniye semevat ve arza racidir; burada kelimesi mecaz olamaz. Zira ma’na-yı hakıkıden sarif bir karine yoktur. Karine-i sarife olmak üzere yazılan ayat-ı celile semanın melaike ile meskun bulunduğuna delalet eRabbim diyor; lakin hayvanat ile gayr-ı meskun olduğuna hüküm buyurmuyor ki dabbenin hakıkatten sarf olunmasına bir karine teşkil etsin. Ayat-ı mezkure ecramın melaike ile bu ayet-i celilede hayvanat ile meskun olduklarına delalet ediyor. Bu ikisinin cem’inde ne mahzur var? Yoksa melaike ile hayvanatın bir kürede ictimaını gayr-ı ma’kul mü görüyorsunuz? Eğer semada melaikenin vücuduna delalet eder ayat-ı Kur’aniyye ve ehadis-i Nebeviyye ile orada hayvanatın bulunmadığına hükmetmek ve mevcudiyyetini gösteren ayeti te’vil etmek icab ediyorsa melaikenin arzda mevcudiyetini gösteren ehadis-i şerife delaletiyle arzın da hayvanat ile meskun olmadığını iddia etmemiz icab eder. Nasıl? Gözümüze giren bu kadar hayvanatı inkar edebilecek miyiz? Elbette hayır. Öyle ise bir kere de melek ile hayvan ictima edebilir. Birinin vücudu ötekinin ademine delalet etmez. Bu halde “dabbe” lafzını ma’na-yı hakıkısinden sarif olarak bulmak en-ala-zalik esbab-ı ilimden olan haber-i sadıkın ikinci kısmıyla da bu husus bize ma’lum oluyor. Birinci kısmı olan haber-i mütevatiri “kizbe ittifakları mümkün olmayan bir kavmin haberidir” diye tarif ettiklerine ve itirafınız vechile bunda muhberun-bihin imkanıyla velev tecrübe ve hads tariklerinden biri ile müşahid olması şart kılındığına nazaran ma-nahnü fihimiz olan meskuniyyet-i ecram bununla da pek açık bir surette tahakkuk eder. Aktar-ı alemdeki ilm-i hey’et mütehassıslarının bu hususu müttefikan haber vermelerini ve husus-ı mezkurun aklen mümkün ve bi-tariki’l-hads müşahed olmasını tevatür için gayr-ı kafi mi buluyorsunuz? İlm-i mantıkta hadsiyyatın misali değil midir? Bu mazmunu her akıl kendiliğinden idrak edemez. Ancak ilm-i hey’etçe sabit olmuştur. Demek ki hey’etçe isbat olunan mesailde hads caridir. Ma-nahnü fihimize neden cari olamıyor? Hadsiyyatta herkesin müttefik olması şart değildir. İlm-i mantıkta musarrah olan fikir ile hadsin farkını burada zikretmeğe lüzum görmem. “El-arifü yekfihu’l-işare.” Paris Londra Berlin hey’et mütehassıslarının meskuniyyet-i ecramı müttefikan hed olmasını düşünürseniz haber-i sadıkın tevatür kısmını da burada bulmuş olacaksınız. Bu babda dahi zat-ı alilerine halisane bir tavsiye etmek hatına kasr buyurmamanızdır. Beyzavi’ye olan hüsn-i zann-ı alileri sizi ma’ani-i Kur’aniyyeyi tahdid etmeğe sevk etmesin. Zira bununla ruhaniyyet-i müşarün-ileyhi hoşnud etmiş olmazsınız. Esbab-ı ilmin üçüncüsü ki akıldır bu dahi ecramın meskun olmasını istib’ad etmez. Zira akıl ki nazar-ı sahihdir; ecramın kürre-i arz gibi fezada bir şems etrafında devrettiğini ve arzda cari olan leyl ü nehar ile mevasim-i erba’a onlarda dahi yalnız uzunluk ve kısalık cihetiyle tehalüf ederek taAyın parlaklığı güneşten kaynaklanır.” Arife işaret yeter!” mamıyla icra-yı ahkam eylediğini anlayınca kabiliyyet-i hayatiyye ve uzviyyelerine göre bir nevi devabb ile meskun olmaları cihetini düşünür. Eğer akıl bunu düşünemez ve istib’ad eder fikrinde ısrar buyuracaksanız o vakit size tavsiye olunan ilm-i hey’et mütehassıslarıyla musahabeye tenezzül buyurmanızdır. Göreceksiniz ki sizin de aklınız reddetmeyecektir. O zaman tevcih-i Beyzavi’yi sıyaneten tefasir-i şerife-i saireye kat’iyyen müracaata lüzum görmeyerek ayat-ı celilede mecaz-ı mürseli ya taglib veya mecaz-ı akliyi aramaya tatvil-i makal için taglib ile mecaz-ı akli mebhaslarını ayrıca yazmaya lüzum görmeyeceksiniz. Sure-i Bakara’daki ayet-i kerimesi se-manın gayr-ı meskun olduğuna delil ve sure-i Şura’daki ayet-i celilesi zamir-i tesniyesinin zahirinden sarfına karine addediliyor. Halbuki sure-i Bakara’daki ayet arzda her nevi hayvanatın bess ve neşredildiğinin vahdaniyyet-i ilahiyye ve kudret-i fatıraya delalet eder ayat-ı Rabbaniyyeden olduğunu ifham buyuruyor. Semada mebsus değildir ma’nası ayet-i celilenin sarahatinde yoktur ki sure-i Şura’daki ayetin zamir-i tesniyesindeki taglib veya mecaz-ı akliye karine olabilsin. Zeminde hayvanatın bulunması asumanda bulunmamasına karine olamaz. Sure-i Şura’daki ayetin sarahati karinesiyle sure-i Bakara’daki zamiri de diye semavat ve arza irca edilse de iki ayet-i celilenin mazmunları bir olsa o zaman yekdiğere isma-i meram edemeyecek kadar aramız açılacaktır. Binaenaleyh ayet-i celilenin fıkra-i ulasına dair fazla söz söylemeğe lüzum görmem. Fıkra-i ahiresine gelince o babdaki tevcih-i alileri münker değildir. Ancak fıkra-i ulasındaki ma’na-yı hakıkı kabul edildikten sonra ki karine sarife olmadığından kabulü zaruridir acizlerinin nazar-ı hayret ve istıtla’ıma inkişaf ve tecelli eden dakıka dahi calib-i nazar-ı dikkattir. Ve minallahi’t-tevfik. Akıbeti tehlikeden başka bir şey olmayıp binaenaleyh hatırı sayılır bir şey varsa o da bir memleket içinde yaşayan milletler arasında deveran eden münaza’a-i milliyyedir. Bir millet-i hakimenin hissiyyat-ı vataniyye ve milliyyesi ne kadar büyük olursa olsun bu hissiyyatın memleketin saadetine hizmet edebilmesi bir şeye tevakkuf eder ki o da milleti mahkumenin haysiyyetini kesr eder derecede müfritane olmamasıdır. Milliyyeti ortaya atıp daima münaza’a-i milliyyenin arkasından gidilecek olursa vay o memleketin haline!.. Zira münaza’a-i milliyye öyle müdhiş bir şeydir ki bundan dolayı bütün dünya ateş-zar haline girerek izmihlal göz önünde mücessem bir halde gözükürken gene insan bu ateşin medeniyyetin hakıkı düşmanı münaza’a-i milliyyedir. deki eski münazaaları nehb u garetleri süpürüp atarak yerine uhuvveti yerleştirdi. Mesela: Zaman-ı cahiliyyette “Evs” sinin mahv ü münderis olmasına o havalinin harabe-zara dönmesine sebebiyyet verir dereceye gelmişken İslamiyet dediğimiz kuvve-i ma’neviyye aralarındaki münafereti birden bire mahvederek uhuvveti kıyamete kadar ref olunmayacak metin bir surette yerleştirdi. Dün bir Evs bir Hazrec’i adüvv-i hakıkı tanırken ferdası medeniyyet-i İslamiyye sayesinde hakıkı dostu meydan-ı muharebede yekdiğerinin vücudlarını muhafaza için yekdiğerine siper olduğu halde görülmüşlerdir. Zaten me-malik-i İslamiyyenin pek az zaman zarfında böyle tekamüle ermesi de gerek İslam gerek Hıristiyan olsun vatandaşlar beyninde uhuvvetin son derece hüküm-ferma olmasından idi. Ortalıkta böyle olmayı amir bir şey görülüyor idi ki o da millet-i hakimenin rehberi olan din-i mübin-i İslam’dır. Binaenaleyh muhtelif milletlerden teşekkül eden memleketlerde umum ahalinin rehberi addolunan matbuata terettüb eden vazife de taassubat-ı milliyyelerinde pek ileri gitmeyerek daima vatandaşlar arasında uhuvveti sadakati mümkün olduğu kadar yerleştirmeye çalışmaktır. İşte memleketin saadetini düşünenler de bunlardır. Ama kendine milliyyet-perver süsünü vererek vatana hizmet namına memleket dahilindeki milletleri birbirine düşürecek birtakım asılsız esassız haberler neşretmek daha doğrusu bir gazetecinin şanına yakışmayacak yalanlar irtikab etmek vatana hizmet değil belki cinayettir. Daha doğrusu bir mecnunun eline ateş parçası vererek barut mahzenine salıvermesine benzer. Belki de bundan daha tehlikeli bir şeydir. Zira bu mecnunun iras edeceği yangın maddi olur ondan nasılsa halas olmak mümkün; lakin bir gazetecinin milletler arasına nifak tohumları saçıp hissiyyat-ı milliyyelerine dokunmaktan husule gelen yangından halas olmak ise imkan haricinde bir şeydir. Bu vakit vatan mahvolur; belki bütün dünya tehlikede kalır. Zira muhtelif memlekette yaşayan milletler yekdiğerine zencir gibi bağlı olup zencirin hemen bir tarafı sallanıvermesi diğer tarafın da harekete gelmesini tevlid eder. Binaenaleyh milliyyete taalluk eden şeylerle ahaliyi galeyana getirmek dünyanın her köşesini ateşe vermek demektir. o da Rus matbuatı arasında en muteber ve en çok münteşir ve hükumetin naşir-i efkarı olan Novoye Vremya gazetesidir. Novoye Vremya nice senelerden beri nifak-cuyane bir meslek ta’kıb ederek alem-i İslamiyyete ale’l-husus vatandaşları olan Rusya İslamlarına hücum ediyor. Mümkün mertebe bunları Ruslara kerih göstermeye çalışıyor. Acaba bundan maksadı nedir? Böyle bir meslek ta’kıb etmeye kendinde ne gibi mecburiyetler hissetmiştir? Elbette bu hareketini Hıristiyanlık nokta-i nazarından diyemeyiz. Zira ehl-i salib muharebesinin bir daha tekerrürü her iki tarafa pek pahalıya mal olacağını Novoye Vremya muharriri Mösyö Menşikof gibi bir alim ve nihrir değil adi bir adam bile takdir eder. Eğer maksadı yalnız Rusya’da sakin hıristiyanlar ile İslamları bir birine tutuşturup İslamları ezmek şimdiki halde duçar oldukları za’fiyetten daha fena bir hale düşürmek ve bu sayede Rusya’da Hıristiyanlığın daha vasi’ bir tarik ile lerinde pek aldanıyorlar zira bu geçirdiğimiz asırda azıcık olsun millet-i İslamiyye arasında husule gelen intibah bu yangını yalnız Rusya dahilinde bırakmayacak belki üç yüz milyon İslam ile bu kadar milyonlar hıristiyana ta’mim ettirecek. Şu Novoye Vremya’nın numarasında “Tatar Agitatörleri” serlevhası altındaki makaleyi bir defa gözden geçirelim. Bu makalenin ne kadar nifak-cuyane ve ne kadar fitne-amiz ve ne kadar kişnef oyunları hazırlığı olduğunu okuyan her erbab-ı vicdanın teslim edeceği şüpheden varestedir. Novoye Vremya bu makalesinde Rusya İslamlarını İslamiyet’e misyonerlik eder derecesine çıkarıp taassubat-ı Hıristiyaniyye larını tahrik ettirdikten sonra erbab-ı siyasetin de guya nazar-ı dikkatini celb maksadıyla Rusya İslamlarının bu misyonerliklerine aftanomya muhtariyet hazırlığı rengini veriyor. Diyor ki: “Kazan Ufa Samara taraflarında İslamiyet’i kabul eden İnarodislerin Rus’dan gayrı millet mikdarı günden güne çoğalıyor. Zannolunmasın bunlar eski Hıristiyanlığı kabul eden Tatarlardır belki bunlar Çuvaş Mokşi gibi başka kavimlerdir. Garibi de şurasıdır ki verilmiş arizaların meali hep birdir. Bundan anlaşıldığına göre Tatarlar arasında bir hazırlık var. O da o havalide olan İnarodisleri İslam livası altına idhal ederek Türkistan Hanlığını teşkil etmek.” Novoye Vremya bununla iktifa etmiyor mes’eleyi daha vasi bir mecraya sokarak kendi evham-ı mu’tadesine kapılarak genç Türklerle Rusya İslamları arasında hafi bir münasebet bulunduğuna zahib oluyor. Muhtariyyet alındığı takdirde Türkiye pek büyük yardımlarda bulunacak imiş zaten Türklerin bütün amali Türkistan Hanlığı’nı teşkil etmek hatta efkar-ı umumiyye bile bu merkezdeymiş ki Abdülhamid’in hal’i asıl buna yani Türkistan Hanlığı’nı teşkiline çalışmadığı içinmiş ! Novoye Vremya daha bununla bırakmıyor diyor ki: Sultan Mehmed Han-ı Hamis Hazretleri’nin kılıç alayında şu Türkistan Hanlığı’nı fiiliyyete çıkarmaya çalışmak için kendinden yemin almışlar hatta hilafeti bile buna muallak Rus efkar-ı umumiyyesini Türkiye aleyhine çevirmek sapan imişler var ki artık insan naklen yazmasına bile utanıyor. Galiba Novoye Vremya kendisi de bunların ne kadar saçma sapan olduklarını anlayarak kendinden söylemeye utanmış olmalı ki bunları hep Rusya İslamları ağzından söylüyor. Guya Rusya İslamları arasında böyle hikayeler cereyan ediyormuş… Lakin hal-i hazırda Rusya İslamlarının arasından cereyan eden hikayelerin cedid kadimden başka bir şey olmayacağı hallerine muttali olan herkesin ma’lumudur. Novoye Vremya bu makalesinde o kadar galeyana gelmiş ki artık ta’rif etmek kabil değil. Maa-mafih bu galeyanın neden neş’et ettiğini anlamakta da güçlük çekmeyiz: Bu sene Duma’da hürriyet-i diniyye mes’elesi bakılıp emsali na-mesbuk gürültülere duçar oldu mebusan-ı kiram o derece asabileşmişlerdi ki az kaldı işler yumruğa müncer olacaktı. Ne ise her fırtınanın akabinde şemsin zuhuru bedihi olduğundan bu gürültülerin akabinde de hakıkat hakkaniyyet zuhur ederek ekseriyyet-i ara ile hürriyyet-i diniyye mes’elesi kabul olundu. Demek bundan sonra din hususunda herkes serbest hak ve batılı kemal-i hürriyyet-i vicdaniyye haklıdır. Halbuki Duma’nın gayr-ı me’mul bir surette verdiği şu karar ve tasdiki hükumetin nice asırlardan beri ittihaz ettiği misyonerlik mesleğine büsbütün muhalif idi. Zannedersem kari’in-i kiram bu sözümü anlamakta güçlük çekerler. Zira eminim ki misyoner deyince misyonerliğin ma’na-yı hakıkısi olan: Bir adamı kemal-i hürriyyet-i vicdaniyyesi üzerine bırakıp bir yola da’vet etmek kabul edinceye kadar kavi kavi deliller getirmek gibi bir şey hatırlarına gelecek. Fakat kemal-i teessüfle arz ederim ki Rusya’daki misyonerlik böyle olmadı! Evvelleri müdhiş İvan’ın kılıcı dolandırıcılık hırsızlık birtakım saf-dilanı külliyyetli paralar va’d ile ve diğer taraftan Hıristiyanlık’tan başka dine girmek yolunu kapatmak ile yapılıyordu. Bir vakitler Rusya’da misyoner kumpanyası adeta çocuk hırsızı çetesi şekline girmişti. Kırgızlarda çocuk kaybetmek bir kizü nöbetli hasta gibi telakkı olunup darü’l-eytam gibi yerlerde Moğol kıyafetli şapkalı mini mini çocukların adedi de günden güne çoğalmakta Şimdi Duma’da hürriyet-i diniyyenin tasdik olunması bu çetenin pek büyük ümidlerini kesrediyordu. Binaenaleyh bunlar cümlesinden olan “hükumet-i müstebiddenin aşçısı” Novoye Vremya’nın telaşını mucib oldu. Artık misyonerlikten beklediği ümidleri büsbütün kesilerek Tatarların Yatıp kalganca katıp kal darb-ı meselince İslamlara hücum ederek saf-dil cahil avam-ı nası dimağları kabul edecek birtakım asılsız esassız isnadlar ile iğfal ediyor. Daha doğrusunu söylemek icab ederse kişnef manevrasını bir daha icra ettirmek cak? Gene Rusya hükumeti değil mi? Yoksa Rusya İslamlarını birtakım mezelletlere duçar olmuş Yahudiler gibi mi zannediyor? Eğer Mösyö Menşikof böyle bir fikirde ise pek aldanıyor. Zira emin olmalı ki bu defa karşılarında her yerde makhur zulm-dide zelil bir avuç Yahudileri görmeyecekler; belki kalbleri hissiyyat-ı İslamiyye ile dolu şehadetin kıymetini takdir eden zelilane yaşamaktan ise cesurane ölmeği tercih eden otuz altı milyon bir cemm-i gafiri daha doğrusu şanlı şanlı tarihlere malik evlad-ı Türk’ü göreceklerdir. Taht-ı himayelerine gireli hükumetin bu zavallıları cehalet altında ezdiğini terakkılerine refah ve saadetlerine çalışmak mahvederek istikbalde başına gelecek her bir ihtimalattan yakasını kurtarmaya enva’-i desais ile çalıştığından bunlar ancak bir canlı cenazeden ibaret olarak kaldıklarını kesrine uğraştığı halde muvaffak olamadığı hissiyyat-ı İslamiyyenin bunlarda fevkal-had olduğunu nazar-ı itibara almak dine taarruz başladı. Kalkınız cihad farzdır” sadaları bütün Sibirya Estipa Maveraünnehr taraflarında tanin-endaz olarak İslamlar tarafından umumiyyetle bir kıyamın vukuunu bir emr-i tabii diyerek kabul etmeli ve bunun Rusya’nın şimdiki haline nazaran inkırazın mukaddimesi diyerek telakki etmeli. Binaenaleyh Novoye Vremya’ya samimane olarak tavsiye ederiz ki elindeki ateşi saçarken nereye zelce tahkık ve tetkık ederek saçsın. Dediğim gibi Novoye Vremya nice senelerden beri efkar-ı umumiyyeyi aleyhimize çevirmeye çalışıyor. Buna mukabil sıra olmak üzere bir iki satır tekzib. Madem ki isnadatı kamilen yalan efkar-ı umumiyyeyi zehirlemekten başka bir şey değil; acaba o halde matbuatımız ne için bu yalanları susmakla yahud bir iki satır tekzib ile geçiriyorlar? Yoksa yürüttüğü fikirleri pek tıflane hem de oldukça gülünç olduğuna binaen ehemmiyyet vermeyerek acı acı gülmek ile mi geçiriyorlar? Elbette matbuatımızdan böyle olacağını beklemeyiz. Zira vaktinde ehemmiyet verilmemiş küçük bir şey gitgide ne kadar pahalıya mal olacağı bedihidir. Novoye Vremya’nın isnadatı hal-i hazırımıza nisbeten ne kadar gülünç olursa olsun “Adam sende bu saçma sapan şeylere kim inanır” diyerek sükut ile geçirmek aynı hatadır. Zira Rus vatandaşlarımız arasında ahvalimize muttali olanından olmayanı çoktur. Binaenaleyh Novoye Vremya’nın bu gibi isnadatından ümid ettiği tesirat hemen de hükmünü icra ederek Ruslarla bizim aramızda husule gelen anlaşılmamazlıktan dolayı hazırlanmış pagrom yağma-gerlik vücuda gelecektir. Bundan iki sene mukaddem muhterem Vakit gazetesi Novoye Vremya’nın iftiralarından birini tekzib münasebetiyle bulanık sudan av avlamak meslek-i sakimini ittihaz eden bazı menfaat-perest gazetecilerin hücumuna siper olmak dan bahsetmişti. Fakat bunun ehemmiyetini takdir ederek teşebbüs eden olmadı. Başka mühim işlerimiz gibi bu da gazete sütunlarında bir kere görünmek ile iş bitti gibi bırakıldı. Artık bundan bahseden bile olmadı. Lakin Novoye Vremya’nın iftiraları bundan sonra da tekerrür edecek olursa artık böyle bir gazetenin lüzumu inkar olunmayacak bir raddeye geldi demektir. Binaenaleyh bir an evvel otuz altı milyon İslamın tercümanı olmak üzere Rus lisanında bir gazete neşrederek No voye Vremya ve hem-palarının ne maksadla bu gibi iftiralarda bulunduğunu aleme bildirelim. Bunu kendimize siper halas edelim. Şimdilik Novoye Vremya’ya kısaca diyeceğimiz şu ki: Rusyalı İslam milliyyet-perverleri zannettiği kadar hayal-perest olmayıp halihazırda muhtariyyete layık bir halde olmadıklarını pek güzel anlıyorlar ve buna daha asırların mürur edeceği fikrindedirler. Şimdilik son derece sabırsızlıkla bekledikleri bütün vücudlarıyla çalıştıkları ve en ziyade meşgul oldukları şeyler de mektep medreselerimizin millet yavruları dinlerini milliyyetlerini yazılarını öğrenip çıkar dereceye ifrağ olunup Rus vatandaşlarımızla güzelce geçinmekten ibarettir. Hele şu cedid kadim nizaları bir an evvel aramızdan kalksın da mektep medreselerimiz hakıkaten bir medeniyyet ocağı olsun. Bundan başka maksadımız yoktur. Rusya ufacık bir kısmını istisna edersek babalarımızın üzerinde asırlarca icra-yı nüfuz ve hükmederek mes’udane yaşayan icabında kanlarını sel üzerine akıtarak müdafaasında bulunan bir yerdir. Bu mukaddes vatanımızın mes’udiyyetine çalışmak vazifesi en evvel bize terettüb ediyor Binaenaleyh bazı bir müfteris canavarların amal-i mel’unanesine baziçe olarak bu mukaddes vatanın topraklarını al kanlara boyamaktan da gene evvel istikrah eden biz olacağız. Binaenaleyh Novoye Vremya’nın böyle bir yağma-gerlik hazırlığına hiçbir vakit razı olamayız. Bütün vücudumuzla protesto ederiz! Bu ünvan altında hoşa gidecek bazı şeyler okuyacağız diye zannetmeyiniz. Bil-akis acı hem de pek acı hakıkatleri okumaya hazırlanınız. Buhara ahalisi kabul-i İslam şerefi ile müşerref oldukları dar geçen yedi asır zarfında ulum ve fünuna pek büyük hizmetler etmişler; Muhammed bin İsmail Ebu Nasr Farabi Şeyh Reis Ömer Nesefi ve Ali Pezdevi gibi yalnız İslamiyyetin değil bütün alem-i insaniyyetin ma-bihi’l-iftiharı olan daha pek çok zevat-ı kiram onlardan yetişmiş: “Ümmü’l-elsine” ünvanını ihraz eden Arap lisanının kavaid ve edebiyyatına Arapların kendilerinden daha ziyade hizmet etmişler… Usul ve füru’-i İslamiyyenin cem’ ve te’lifine keza bütün rupa lisanlarına tercüme olunup rehber-i selamet ittihaz edilen felsefe-i ictimaiyye ve ahlakiyyeye dair eserlerin bir kısm-ı mühimmi olanların himmetleriyle vücuda gelmiş… Hatta tıp ve nücum fenlerinde de muasır oldukları kavimlerden çok ileriye gitmişlerdir ki: Ruy-i zeminde ilk rasad-hane meşhur Emir Timur’un hafidi Mirza Uluğ Bey tarafından Semerkand şehrinde bina edilmiş olması bu davamıza bir bürhan-ı celidir. Hal böyle iken sekizinci asr-ı hicri nihayetlerinde bu eslaf-ı kiramın bed-halefleri mantık kelam ve cedel fenleriyle tevaggul etmişler ve bu fenlerde münazaa ve mücadeleleri o kadar çoğaltmışlar ki himmetlerini sırf şu nizalara dair cildlerle yazılar yazmaya hasrettiklerinden selefleri tarafından hazırlanarak ellerine tevdi’ olunmuş başka fünun ile iştigal edip bi’t-tab’ muhtac olan tekamülüne hizmet etmek değil ulum-ı diniyyemizin esas ve menbai olan tefsir ve hadis fenleriyle de iştigale bile vakit bulamamışlar. muktezasınca mürur-ı zaman ile bu niza’lar ta’dad ettiğimiz kelam ve mantık fenlerine münhasır kalmayıp emraz-ı sariyye gibi başkalarına da sirayet ve tevsi-i daire etmiş o derecede ki sırf bir lisanın kavaidi olmak üzere yazılan sarf nahv maani beyan kitapları keza füruat-ı şer’iyyeden mesail-i kesire-i fıkhiyyeyi müştemil fıkıh kitapları üzerine birçok şerrah ve muhaşşiler tarafından şerh ve haşiye şerhü’ş-şerh ve haşiyetü’l-havaşiler yazılıp bu bi-faide belki muzır ve mudil cidallere zemin ittihaz edilmiş ve bu kavaid ve fıkıh babında yazılmış birçok asar-ı müfide böyle bir su-i isti’malin neticesi olarak bir talibin zihnini karıştırıp ömrünü tazyi etmekten başka bir işe yaramayacak bir şekle ifrağ olunmuştur ki aşağıda kariin-i kiramın enzar-ı dakıkalarına arz edeceğim cedvel-i dürus bunu daha açık bir tarzda irae edecektir. Buhara Hanlığı’nın makarr-ı hükumeti olan Buhara beldesinde üç yüz mekteb-i ibtidai ve iki yüz mikdarında da medaris-i cesime mevcuttur. Orada derecat-ı tahsil bizim bildiğimiz gibi ibtidai rüşdi idadi ve ali kısımlarına münkasem olmayıp yalnız iki kısım üzere münkasemdir: İbtidai ali; yahud ta’bir-i digerle mektep medrese!.. Mekteplerde müddet-i tahsil hesab-ı vusta ile yedi senedir. Bu yedi sene zarfında bir çocuğun mekteb-i mezkurda tahsil edecek şeyleri: Farisi okuyup yazmak ulum-ı diniyye namına taharet salat zekat ve savmın ahkamını mücmelen beyan eden “Çehar Kitab” nam Farisi bir risale ve bir de ahlak na-mına çocuğun tashih-i ahlakından ziyade ifsadına hizmet eden ekser kasidelerinin mazmunu aşk ve muhabbet bahislerinden ibaret olan “Divan-ı Hafız”. Bundan maada ne tecvid ne hesab ne de coğrafya hatta en ziyade hissiyyat-ı milliyyelerini terbiyeye hadim olan şanları tarihleri mektepte okunmak değil bunların namlarını bilen mektep hocalarına bile nadiren tesadüf olunmaktadır. sonra tahsil için müracaat olunacak yerler medreselerdir. Medreselerde ise müddet-i tahsil on dokuz seneden ibaret olup okunacak şeyler ber-vech-i atidir: Birinci sene: Evvel-i ilm Bedan ikinci sene: Muazzi Zincani üçüncü sene: Kafiye dördüncü sene: Molla Cami’den Merfuat bahsi beşinci sene: Mecrurat altıncı sene: Mansubat. Yedinci sene: Mebniyyat sekizinci sene: Evvelinden cu sene: Akaidden hamd bahsi on birinci sene: Ve ba’de fa’lem cümlesi on ikinci sene: Semva cümlesi on üçüncü sene: Hakayıku’l-eşya’-i sabite on dördüncü sene: TehzibKötülük den tekrar hamd bahsi on beşinci sene: İlmin ta’rif ve taksimi on altıncı sene: Hikmetü’l-ayn’dan “el-Hikmetü İstikmalü’n-nefs” cümlesi on yedinci sene: el-Vücudu Bedihi cümlesi on sekizinci sene: Molla Celal’den “Ya men veffekna” cümlesi on dokuzuncu sene: hadis-i şerifi sonra da Sahihü’l-Buhari’nin evvelinden hadisi ile Tefsir-i Kadi’nin ahirinden muavvizeteyn tefsiri okunup ahz-i icazet ve müderris olduktan sonra ayn-ı cümleleri tedris. Molla Cami ile beraber okunan haşiyeler: Abdülgafur Abdülhakim Şemsiyye ile Şerh Mir Seyyid Abdülhakim Kul Ahmed Mevlevi İsamüddin Mevlevi Ahmed Akayidle Şerh-i Hayali Mevlevi Hasan Mevlevi Ahmed Mevlevi Abdülhakim za Zahid Kadi Mevlevi Cemal Mevlevi Celal Han Molla Ahund Şeyh Ahund Kilan Hikmetü’l-ayn ile Şerh Mir Seyyid Mevlevi Hasan Mirza Can Ahund Kilan Ahund Şeyh Mevlevi Abdülhakim Şirvani Molla Celal ile Şerh Hankahi Tetimme Tekmile Mevlevi Şerif-i Kadim Mevlevi Şerif-i Cedid Ahund Şeyh Gelenbevi’den ibarettir. Bunlar yakınen tahattur edebildiklerim olup derhatır edemediğim haşiyeleri daha vardır. Bir sene zarafında müddet-i tahsil ancak altı aydan ibaret olup her senede ta’dad ettiğim kitapların metinlerinden yalnız bir cümle okunup kalan vakitler ise saydığım safsataları okumak ile geçirilmektedir. müktesebat-ı ilmiyyesi daha doğrusu bu nam altında topladığı safsatalar yukarıda arz ettiğim şeylerden ibarettir. Bunlarla din ve millete mi? Fen ve san’ata mı? Vatan ve memlekete mi? Hizmet edebilecek… Burasının tayin ve takdirini kari’in-i kiram hazeratına terk ediyorum. Bu resmi derslerle iştigal etmeyip kendi menfaat ve mazarratını tefrik ederek hususi surette çalışan bir efendinin de tahsil edebilecek şeyleri: Ulum-ı Arabiyye’den sarf nahiv aruz ve belagat ulum-ı diniyyeden de usulü’l-fıkıh fıkıh ve bir nebze tefsir ve hadis ile fera’iz fenlerinden ibaret olup fünun-ı tabi’iyye ve riyaziyye namına katiyyen hiçbir şey yoktur. En ziyade şayan-ı teessüf olan ciheti de yukarıda saydığım safsatalar her biri bir daru’l-fünun olmaya bi-hakkın seza-var olan cesim ve muntazam medreselerde tedris olunup ve bunları tedris eden müderrislere de dört yüz kuruştan başlayıp altmış bin kuruşa kadar senevi ücret-i tedrisiyye verilmesidir ki bu mebaliğ-i cesime vaktiyle kar-ı hayra sarf için vakfolunan evkaftan tediye edilmektedir. Buhara arazisinin sülüsanıyla beraber Buhara’da mevcut bilcümle dükkanlar ve saraylar vaktiyle sahip ve banileri tara-fından mekatib ve medaris menfaatine vakfedilmiş olduğundan ufacık Buhara’nın evkafı kocaman Türkiye evkafına emsal teşkil etmektedir. Ebu Davud Buhari lere malik olan ve pek çok efazıl yetiştiren vaktiyle ma’den-i Buhara’nın hal-i hazırı şundan ibarettir. Sırasıyla Buhara’da ma’lumat-ı mufassala verecek isem de bir kavmin maarifi o kavmin mir’atı demek olduğundan kariin-i kiramın şimdiden bir hükm-i icmali vereceklerinden eminim. Bu arz ettiğim hakıkati okuyup da bu zavallı din kardeşlerimizin ahvaline teessüf etmeyecek hiçbir hamiyyetli müslim tasavvur edemem. Lakin iş yalnız teessüf olunmakla bitmez çaresine bakılmalı. Uzakta ve yakında olan ihvan-ı din bu fenalığın izalesine çalışmalıdırlar. Dünyada önü alınmayacak velev kökleştikten sonra olsa da erbab-ı hamiyyetin himmet ve gayretiyle kal’ u kam’ olunmayacak hiçbir fenalık yoktur. O halde iş yalnız esbab-ı muhikkaya teşebbüs etmekte kalıyor. Bu da Türkiye ulema ve fuzalasının himmet ve gayretleriyle Buhara efazılından Müfti Muhammed Razık Müfti İkram ve Müfti Dos[t] Muhammed gibi zevat-ı muhteremenin çeşm-i ibret-binlerini biraz küşad edip usul-i ta’lim ü tedrisi ıslah etmek kar-ı hayrına sarf-ı himmet ü gayret eylemeleri sayesinde az bir zaman içinde husul-pezir olacak bir şeydir. Bura ulema ve fuzalasının duş-ı hamiyyetlerine isabet eden vazife-i insaniyye oranın şeyhülislamına ve re’si karda bulunan müftilerine mektuplar göndermek tarikiyle usul-i ta’lim ü terbiyyeyi ıslah etmenin lüzumunu onlara tefhim eylemekten ibarettir. Böyle bir emr-i hayra teşebbüs olunduğu takdirde Buhara talebesinin hemen kaffesinin: diyerek küşad olunan bu aguş-ı şefkate ilticaya şitaban olacaklarından eminim. Minna’t-tevessül ve minallahi’t-tevfik. Aslan inine kurt girince sabır biter güvercin yuvasına karga yuva Gayret bizden yardım Allah’tandır” TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ekim Üçüncü Cild - Aded: Şu mesrudatım kimsenin mu’tekadat ve hissiyyat-ı vicdaniyyesine haşa ta’riz demek olmayıp gaye-i emelim birkaç asırdan beri muttarid ve muntazam hatvelerle tekamül-i tabiiyye medeniyet-i hakıkiyyeye doğru yükselen dimağ-ı beşer mutlaka dimağ-ı İslam olmak lazım iken biz bilakis musab olduğumuz cehalet ve onun tev’em hemşireleri yüzünden lahi teala emraz-ı mühlike-i ictimaiyye emrazına müşabih halet-i ruhiyyeye isti’dad-ı tam peyda ettiğimizi tekrar eylemektir. Ya bunlardan mes’ul kimdir? Ey ulema-yı kiram ey fuzela-yı kiram siz yalnız siz mes’ulsünüz!.. Uzaklara gitmeyerek şu Suriye’yi düşününüz. Dürzi İsmaili Mütevali Nusayri ve daha bilmem ne isimlerle yad olunan yüz binlerce müslümanın her türlü tahsil ve terbiye-i diniyyeden mahrum olduklarını düşünerek müteessir olunuz. Menşe araştırılacak olsa ya ihtilaf-ı tarihiden ya suret-i telakkıden ya yanlış tefsir ve ictihaddan yahud ki sırf maddi yani siyasi hırs ve emelden ibaret bulunan bu teşettüt tedricen büyüye büyüye ve ıslahı çaresi ihmal oluna oluna ve ifrit-i siyah-ı cehl –devr-i Hamidi hafiyyesi gibi– çoğala çoğala zavallı müslümanlar her unsurdan ziyade müslümandan mütevahhiş; Ahmed Mehmed Hasan Hüseyin Ali Veli tesmiye olunan bu felek-zedeler her şeyden ziyade Müslümanlık’tan bi-haber kalmışlar.. banesidir ki akvamın inkişafat-ı ictimaiyye ve ruhiyyesini tedkık ile mütevaggil olan ulema-yı garbı bi-hakkın şaşırtıyor ve teşebbüssüzlüğümüz icabat-ı diniyyemizden olduğu ve hatta “muvahhid” dahi olmadığımızı zannettiriyoruz. Müdekkık-ı şehir Spencer bile müslümanların efal-i hariciyyesini ta’lil ediyor ediyor da bize hakıkı monoteist monotheiste diyemiyor.. Ve daha ileri gidenler bizi “abede-i emvat” farz etmek istiyor.. Cihan-ı medeniyyete nisbetle kıymet-i ma’neviyyemiz bu derecelere düştüğü gibi bir yandan da şu teehhürden ümid ve cesaret alan katolik ve protestan misyonerleri –yukarıda bir nebze bahs edildiği vechile– günden güne kuvvetlerini arttırıyorlar. Mesela şu göz önündeki Cebel-i Lübnan’a bakarsak dört yüz bini mütecaviz olan nüfus-ı umumisinin yüz yirmi bin adedi ve belki daha ziyadesi müslim Dürzi Mütevali Sünni ilh.. olduklarını görürüz. Sonra bu nüfustan la-ale’t-ta’yin birinin beş on yaşlarındaki mektebe giden çocuğuyla mesela: – Oğlum adın ne? – Mehmet. – Babanın adı? – Hasanü’l-Horani. – Sizin köyde medrese mektep var mı? – Var. – Neresinde? – Kilisede. – Ne okuyorsun? – Kitab-ı Mukaddes.. – … – … diye konuşsak esbab-ı hakıkiyye-i inhitatat kendiliğinden tecessüm eder. Rivayet olunduğuna göre Lübnan’ın Kisrevan kazasında yakın denebilecek zamanlara kadar yalnız yetmiş hıristiyan ailesi bulunup küsuru kamilen müslim iken bugün bilakis bazı kura ve nevahide Haretü’l-Cami’ ve emsali gibi İslam’ın bulunduğuna delalet edecek asar mevcud olduğu halde bir tek İslam ailesi kalmamış.. Ve yine bu kaza dahilinde ulema ve fuzelasıyla meşhur bazı yerler varmış ki elhaletü hazihi te’lifatı eyadi-i istifadede dolaştığı halde müellifin maskat-ı re’si olduğunu beyan ettiği yerde ve hatta civarında İslam’dan eser kalmamış.. Cehl ve taassubun timsal-i müsellahı olan ehl-i salib akınlarına mücahidin ordularıyla birlikte müdafaada bulundukları muhtemel olan beylerin emir mirlerin bugün bazı ahfadına kemal-i teessüfle müsadif oluyoruz ki aile isimlerini mirlik lakabını muhafaza ettikleri halde katolik kilisesine katolik mezhebine mensub.. Biz bu hakayık-ı ictimaiyyeyi Endülüs ve Kıpçak hükümat-ı munkariza-i İslamiyyesine yahud bugün bir tek müslümanı kalmayan o üç asır mukaddem eyalat-ı Osmaniyyeden biri ve camileri kale ve kışlalarıyla meşhur olan Macaristan’a ve mesela Macaristan’ın Ofen Fonfkirhan İstolveisemburg Kanije gibi şehir ve kasabalarına paşalıklarına müteallik tarih kitaplarında okusak bunu muhitin te’sir-i tabiisi telakkı ederek teessürümüzü saklardık. Hatta henüz yüzüncü senesini ikmal etmeyen Yunan Sırb Romanya kıyamları zamanındaki mesela Mora Belgrad Eflak Boğdan eyaletleri müslümanlarının bugünkü halet-i ictimaiyyesini ve hatta Bosna ve Hersek’te Bulgaristan’da Tesalya’daki müslümanların otuz beş sene mukaddemki kuvvet servet kesretleriyle bugünkü hallerini tetebbu’ eylesek ve hatta on beş sene evvelki Girid ile bugünkü Girid müslümanlarını düşünsek mübareze-i hayattaki muhafaza-i mevcudiyyet için edinilmesi şart olan metanet ve basiretteki zaafımızı ve mukabil kuvvetin kuvve-i mühlikenin ne kadar muntazam ve tedrici de edegeldiğini görür anlar ve kabahati yana yakıla maziye ve ta’bir-i umumisiyle icabat-ı siyasiyyeye verebiliriz.. Fakat ey ma’şer-i İslam! Üç yüz seneden beri akıp gelen ve bizim için mesaibden senenin Temmuz’unda şanlı milletimizin cesur oğulları nihayet vererek açtıkları rah-ı felah ü necatı siz ey ma’şer-i caksınız. Bu ancak teşebbüs faaliyyet gayretle daima ileriye atılmak için ruhda bir kuvvet hiss-i inbisat uyandırmakla kabildir bizde bu his pek tabiidir artıyor; hem dinimiz hem ecdadımız bunu emr ediyor. Hicretin birinci ikinci üçüncü beşinci onuncu asırlarını düşününüz. ya ve Portekiz’i hatta kısmen Fransa’yı İslamiyet nuruyla hında semavata uçuşan zafer sadalarıyla dünyayı titreten dindaşlarımız ecdadımız değil miydi? Bu şan u şeref azm ü sebat ile cehd ü gayret ile istihkar-ı hayat ile sa’y u cesaretle şeriat ve kanuna itaat ile olduysa bütün bu kuva-yı ma’neviyyenin yegane müvellidi de ilm ü ahlak idi. Metanet-i ahlakıyyesi fezail-i ma’neviyyesi olmayan hey’et-i ictimaiyye mutlaka mahkum-i mevttir. Nitekim muhiti içinde şeklinde yazılmıştır. yaşamak barınmak korunmak ilmini bilmeyen hey’et-i ictimaiyye mutlaka –yavaş yavaş– yutulur. Alem-i İslam’ın cihanları dolduran velvele-i inbisatı kendiliğinden olmadı: Hep sa’y u amel ile; hep kuvve-i müfekkirenin dimağın ruha ruhun cisme cismin muhite tesiri ve bu tesirin aksi tesiriyle doğdu; büyüdü büyüdü büyüdü.. Yalnız karalarda değil bu kuvve-i inbisatiyye denizlerde de hükmünü icra etti gitti gitti Madagas adasını ve daha ötesini buldu Madagas-ı berr Madagas toprağı tesmiye etti. Bugün bizi onu Madagaskar adası diye tanıyoruz. Madagaskar’a den Kufeliler imiş vaktiyle yarım milyona yakın ahalisi vekayi-i tarihiyyesi ulema ve fuzelasıyla be-nam olan ve bugün belki ufacık bir köy kadar mevcudiyyet sahibi olmayan Kufe’ye gidip sorsak küre-i arzda Madagas-ı berr olduğunu Madagaskar adası bulunduğunu bilen bir şahsa tesadüf edebilir miyiz.. Karalarda gemiler yürüterek Bizans fesad-ı ahlakına nihayet veren sultan-ı bülendimiz Fatih Karadeniz eteklerine doğru açtığı bir seferinde fazilet ve celadetle yoğrulan mevcudiyetinin ruh ve dimağının sevk-i ulvisiyle daima ileriye daima hedefe vusul için çektiği zahmetleri toza toprağa bulanan abasını libadesini açık ve pak alnından akan terleri görüp istiğrab eden karargahta teşrif-i hümayunu bekleyen bir prensese: – Valide siz padişahlığı gazayı gazilik nimetini kolay mı zannediyorsunuz. Ben böyle yorulup terlemezsem vazifemi nasıl ödemiş olurum ve ne yüzle huzur-ı Rabb-i izzete çıkarım diyeli daha çok olmadı. Yavuz Sultan Selim’in Acem ve Mısır seferlerini bilmeyen an’anesiyle bilmeyen mi var? – Siz isterseniz geri dönün ben tek başıma giderim gibi söyleten terbiye-i fikriyye kendiliğinden olmadı. Mısır seferinin başa çıkarılabilmesindeki güçlüğü tehlikeyi anlatmak isteyen sadrazamın daha sözünü bitirmeden çadırını başına geçirten azamet-i ruh kendiliğinden olmadı. KÜFELİ ÇOCUKLAR Arkalarında kendileri gibi üç tanesini içine alacak kadar koca koca küfeler olduğu halde Balık Pazarı’nın ta’yin-i mahiyyetinde en mahir kimyagerleri aciz en dakık tahlilat-ı kimyeviyyeyi akım bırakan halita-i şeb-reng-i seyyalinde kulaç atan sefil çocukları görmeyen bilmeyen yoktur zannederim. Çektikleri metaib-i ruz-merrenin tesir-i takat-suzundan dolayı mütemadiyen mesamat-ı cildiyyelerinden sızan terlerle o terlerin üstüne konan tozlardan topraklardan müteşekkil nim-yabis bir kütle-i müteaffineden başka sırtlarında libas namına bir şey olmayan zavallılar! Senelerden beri su yüzü görmediği cihetle sunuf-ı evsahın bir meşher-i müstekrehi halini alan; kirli soluk uçuk çehreleriyle enzar-ı merhamet önünde bir levha-i siyah-ı mezellet teşkil eden bu biçareler! En dayanıklı ayakkabılarını bıçak gibi kesen İstanbul sokaklarının sert taşları ser-tiz granitleri üzerinde yalın ayak geze geze tabanları tehaccür etmiş çelimsiz bacakları diz kapaklarına kadar çamurlarla derz edilmiş bu sefil mahluklar! Dükkanların önündeki müşterilerin etrafını saran siyah kirli keskin tırnaklarla mücehhez mini mini elleriyle gah müşterinin kolunu gah eteğini çekerek ye’s-i muhıktan mütevellid bir eda-yı tecellüd-i tıflane yahud nida-yı tehalük-i müsterhimane ile “Efendi götürelim” sözünü tekrar eden o girdab-ı mezellet şinaverleri! hirane bir savlet-i rekabetle birbirinin üzerine atılan boğazına sarılan bunun neticesi olarak ikisi üçü tokat çamurlara yuvarlanan müşteriyi aldığına alacağına pişman eden o ma’reke-i maişetin küçücük erleri acaba niçin merciinin nazar-ı dikkatini celb etmiyor? Bunlar da kelimenin bütün ma’nasıyla insan lafzın bütün kuvvetiyle merhamete şayan değil midir? Asayiş-i beldenin düşman-ı yeganesi olan hayat-ı serseriyaneye nihayet vermek için esaslı tedbirler ittihaz Serseri Nizamnameleri tertip edildi; birtakım serseriler mehma-emken yola getirildi. Bu tedabir-i ciddiyyenin de hakıkaten pek çok faidesi görüldü. İstanbul’da evvelki kadar cinayetler ika edilmiyor evvelki kadar sirkatler vuku’ bulmuyor. Bunlar hep hükumet-i meşrutamızın musib ma’kul birtakım tedbirleri tatbik ve icrada gösterdiği himmet isti’cal neticesidir ki cidden mucib-i teşekkür olmak lazım gelir. Fakat hangi fenalık olursa olsun kökü toprakta bırakılırsa daima filizlenir; yalnız dalını budağını kesmekle mündefi’ olmaz. Bilakis kuvvet bulur. O fenalıktan kurtulmak için onu daima kökünden esasından kal’ etmeli. Suyun bulanık gelmemesi için mecrası tathir olunur. Lakin menbaından bulanık gelirse mecrasını tathirden ne faide hasıl olur? Evet! Memleketin muhafaza-i inzibatı için birçok anasır-ı muzırranın mehma-emken mazarratlarına nihayet verildi; birçok serseriler teb’id edildi. Fakat az zaman içinde bunların bıraktığı boşlukları dolduracak bunlara şerrü’l-halef olacak anasır-ı namiyyenin ıslah-ı ahvali nazar-ı itibara alınmazsa bu silsile-i afat-ı zi-hayatın şerlerinden memleket nasıl tahlis olunabilir? Küfeci çocuklar gibi tabakat-ı sefile mahsulatının değil hatta tabakat-ı vusta ve aliye evladının bile talim ve terbiyelerine serseri alayı bir serseri fırkası teşkil edecekleri bedihiyyat-ı evveliyyeden iken aile değil mezbeleden yetişen insanlığa ait en ehemmiyyetsiz takayyüdat-ı maddiyye ve ma’neviyyeden zerre kadar nasibleri olmayan bununla beraber yine daire-i insaniyyetten hariç bulunmayan bu zavallı çocukların bilahare serseri olmaları gayet tabii değil midir? Serseri katil hırsız olduklarından dolayı bunları muahezeye kimin hakkı olabilir? Çünkü serserilik tab’-ı behiminin en evvel neşv ü nema bulan semerat-ı muzırrasındandır! Bugün talim ve terbiyelerine itina edilen ebeveynlerine ağırlıklarınca altına mal olan birtakım çocuklar bazı sevaikın tesiriyle ahyar sırasına geçmekte müşkilata düçar olurlarsa talim ve terbiyeden cedelgah-ı maişette kendilerine rehber olabilecek en basit en umumi irşadat-ı müşfikaneden dimağlarında hiçbir eser hiçbir iz bulunmayan daha beş altı yaşında iken baba bucağından ana kucağından sokaklara atılan bu fakir bu biçare bu zavallı çocuklar biraz büyüdükten sonra serseri olmaz da ne olur? Henüz neşv ü nema çağında olan gunagun sefaletlerin mezelletlerin te’sirat-ı muhribesiyle zaten za’f-ı külli halinde bulunan o küçük bünyelerin o aciz kalblerin havaleli küfeler altında iki kat gittiğini gören sonra kendisinin onlara nisbetle müstağrak-ı menaim demek olan o yaştaki evladının halini gözünün önüne getiren bir adamın yüreği bu manzara-i müellimeden sızlamamak mümkün müdür? Evet! Bütün evlad babalarının bütün hassas kalplerin duygusu bu merkezdedir. Küfeli çocukların hali memleketin atisi nokta-i nazarından ne kadar muzır ise hiss-i merhamet hiss-i insaniyyet nokta-i nazarından da o kadar müessirdir. O çocuklar ki bugün memleketin mes’udiyyete ait bir ha-linden zerre kadar müstefid değil iken yarın kavanin-i memleketin bütün ahkamına tabi tekalif-i devletin kaffesini ifaya mecbur tutulacak onlardan asker kesbleri nisbetinde vergi vesaire alınacak hükumet bunların ıslah-ı ahvalini kendisi için bir vazife suretinde telakki etmezse yarın bunlara bir vazife-i ictimaiyye bir vazife-i medeniyye tahmiline kendisinde nasıl hak görecek? Madem ki o hakkı görecektir vazifesini de görmesi lazım gelir. Hükumet altı yaşından itibaren başlayan bu sefalet-i müdhişeye cidden merhamet etmeli onların da insan bütün kate alarak bir tedbir-i musib ittihaz etmeli. Çünkü bir tek adam bir tek adamdır; onun ziyaı cem’iyet için bir ziyadır. Birçok müessirat-ı elimenin tesiriyle zaten nüfusumuz tenakus eylemekte olduğundan bizim için efrad-ı milletten bir ferdi himaye etmek herhangi bir suretle olursa olsun cem’iyete nafi’ bir hal getirmek ati-i vatan için mühim bir istifadedir. Ne kadar fakir ne kadar hakır olursa olsun efrad-ı cem’iyetten bir ferdin hayatını istihkara mevcudiyetini istihfafa hakkımız yoktur. Bir insan sarfiyatı hususunda semahatli davranacak kadar çok nüfusa malik değiliz. Teavün ve tenasur-ı umumi olmalı; bütün efrad-ı milleti o daireye almalı; küfeci çocuklar olsun başkaları olsun hep bu vatanın evladı hep bu cem’iyetin efradıdır. Bir cem’iyet her şeyi zenginlerin hesabına düşünür fukara-yı milleti nazar-ı itibara almazsa cidden şayan-ı teessüftür. Zenginler gibi fukara da cem’iyete hadim fukara da cem’iyete lazımdır. Cem’iyet onları da düşünmeli onları da hallerine göre menaim-i basita-i hayattan müstefid etmeli. Bu zavallı çocukların bu hayat-ı serseriyane namzedlerinin atiyen melhuz olan mazarratlarına nihayet vermek için hükumet bunların hayatlarını müsaade-i imkan derecesinde tanzim kendilerine insanlığın hayatın mebadi-i zaruriyyesini zaruriyyat-ı evveliyesini ta’lim etmeli; bunları birer mektebe birer yere yerleştirmeli; cidden aciz hakıkaten şayan-ı himaye olan bu mahlukat-ı zaifenin ellerinden tutarak cidal-i maişet namına yuvarlandıkları o müdhiş sefalet girdaplarından çıkarmalı. Bu hale karşı la-kayd bulunmak günah olduğu kadar çirkindir. Bugün Avrupa’da teşkil olunan himaye-i hayvanat cem’iyetlerinin hayvanat hakkında gösterdikleri eser-i şefkat ve merhametin bunlar insan olmak haysiyetiyle elbette daha ziyadesine müstehak olmaları lazım gelirken mevcudiyetlerine hayatlarına hayvanların mevcudiyeti hayvanların hayatı kadar atf-ı ehemmiyyet edilmezse ağır bir mes’uliyet-i ma’neviyye altında kalınmış olur. Şu hal-i pür- melale bir çare-i acil bulunması hakkındaki temennimizin insaniyet namına izhar olunan temenniyat cümlesinden olduğu kayd-ı irtiyabdan beri bulunduğundan mercinin onu nazar-ı itibara alacağı sefil ve sergerdan olan bu zavallıların bir dereceye kadar olsun ıslah-ı hallerine himmet edeceği kaviyyen me’muldür. Sen ey gönülleri tedhiş eden sada-yı vega! Sen ey sükun-ı temeddünde bum-i istihza! Sen ey dumanları afak-ı cenge yükselmiş Sema-güzin mütekasif enin-i pür-naliş! Sen ey gırivi bunaltan simah-ı edvarı Gunude tarih-i dehrin figan-ı bidarı! Bugün sesinde ne hissi bir aşinalık var Sürur-ı millete nağmen ne tatlı musikar. Ruud-i kahr u felaketti eski avazın Bugün safa verir aheng-i tesliyet-sazın. Ufuk ki aksini atiye eyliyor temdid Vurur bu hal ile maziye darbe-i tehdid. Afrika’daki hükumetimizin teşkili tamam olduğu sırada devlete şöyle bir teklifte bulunmuştum ki onu halen tekrar eder dururum: İslam ve müslümanlarla olan münasebatımıza dair erbab-ı ilm ü siyaset tarafından suret-i aleniyyede beyan-ı re’y ve mütalaa olunsun da gerek hakimlerin gerek mahkumların ittihaz edeceği hatt-ı hareket layıkıyla anlaşılsın. Vatandaşlarımızdan müsta’mere te’sisi arzusunda bulunan adam Cezair’e yahud Tunus’a yahud Senegal’e giderek orada bir Arapla yahud daha doğrusu bir müslümanla münasebet peyda etmeye mecbur olur. Çünkü ziraat etmek ne onu kullanacak hacat-ı maişetini yine onun vesatetiyle te’min edecek. Halbuki bu kadar münasebete bu kadar komşuluğa rağmen ikisinin de birbirini tanımamakta olduğu görülür. Hele ahali ile me’mur hakim kadi zabit arasında yahud münazaatı ber-taraf edecek umur-ı halkı rü’yet eyleyecek kanunlarımızı tenfize çalışacak diğer zevat beynindeki münasebata gelince iki tarafın cehl-i mütekabili daha büyük mikyasta olduğu için neticesi de o nisbette vahim oluyor artık aradaki vasıta müsta’merat nezareti yahud hükumet-i merkeziyyemizin ricali olursa o zaman bu tanışmamanın zararı bir o kadar daha ziyadeleşir. Çünkü adedi on bire baliğ olan o rical arasında iki kişi yoktur ki idaresi uhde-i kifayetlerine tevdi olunan bu kadar vasi’ bu kadar uzak memalikin haritasına bir nazar-ı im’an atf etmiş olsun. Bununla beraber biz bu mes’uliyeti üzerimize aldığımız bu nüfuzu ihraz eylediğimiz zaman onu nasıl isti’mal etmemiz lazım geleceğini uzun uzadıya düşünmek mes’eleyi her cihetinden tedkik eylemek işe yakından vukufu olanlara sormak görenlerin anlayanların meşhudatından ma’lumatından sebatımızın esaslarını mebadisini mutazammın siyasi muhtasar bir metin yazmak üzerimize vacib idi. Gerek nazariyat muallimin gibi mühendisin gibi sırf ameli zevattan mürekkeb bir cemm-i gafir öteden beri müslümanlarla münasebette bulunarak tarz-ı hayat ve maişetlerini usul-i sa’y u amellerini mevzu-i bahs etmektedir. Lakin bizzat müslümanlardan aldığımız haberler bizim hiç bilmediğimiz birtakım hakayıkı meydana çıkarıyor. Çünkü bunlar sorulursa cevap veriyorlar. Cevap verdikleri zaman da bize birçok şeyler öğretiyorlar. En vazıh mesaile varıncaya kadar her mes’ele hakkında birçok mübahaseler münakaşalar cereyan ettiği halde gayet gamız gayet karışık olan bu mevzu hakkında kimse düşünmek bile istemiyor. Acaba neden bize nur-ı hakıkati bir meslek-i müstakıme salik olmak isteyenlere o nurun şuaını rehber eyleyemiyoruz? Eğer böyle yapmış olsak tahkikatımız taharriyyatımız tamam olunca hakıkat-i hali natık bir eser meydana getiririz de me’murlarımızın müsta’meratımızda bulunan adamlarımızın medreselerdeki talebenin ellerinde gezecek o eser vasıtasıyla ortadaki yanlış fikirler taammüm etmiş hurafeler artık külliyyen mahv olur önümüzdeki akabeler kalkar hem böyle bir eser-i müsta’mere sahibi olan Fransızlar için sabit bir kanun mevkiine kaim olur da hükumet o kanun muktezasınca hareket ederek mühim semereler iktitaf eder. Zannetmem ki bu mesailin netaicinde şüphe edecek kimse bulunsun. Şu fasla hatime vermezden evvel birkaç söz söylemek daha istiyorum ki maksada en doğru yoldan vusul için o sözleri elzem addediyorum. Yukarıda alem-i İslam’da siyaset duğunu ima etmiş idim. Müslümanlar imanlarına kavi bir surette merbutturlar. Şu kadar var ki camia-i siyasiyye cihetinden medeniyye yahud vataniyye dedikleri şey de pek farık değildir. Çünkü onların indinde vatan İslam’dan ibarettir. Müslümanların itikadınca saltanat uluhiyyetten istimdad etmekte olduğu için sultan olacak zatın ancak kendi akidelerine tabi bulunması şarttır. Bu ana kadar müslümanların kafasına bundan başka bir fikir girememiştir. İşte kulub-i müsliminde epeyce kökleşen bu fikir hıristiyan hükumetlere tabi olan bilad-ı İslamiyye’deki hakimlerle mahkumlar arasındaki anlaşamamazlığa sebep olmaktadır. Lakin bütün bu hakayıka rağmen o memleketlerden birinde bir inkılab-ı azim husule geldi ki o da hiçbir gürültü hiçbir karışıklık tahaddüs etmeksizin nüfuz-ı dininin nüfuz-ı siyasiden ayrılmasıdır. İşte bu memleket Tunus’tur. Oraya bir himaye vaz’ olundu ki müeddası fetihten evvelki nizamatı mer’i tanımak kavanin ve adat-ı mahalliyyeyi muhafaza etmek idi. Biz bu hususta o kadar ileri gittik ki yavaş yavaş rindeki mahirane murakabemiz sayesinde memleketin bütün şuununa müdahale etmeye ahalinin haberi olmaksızın bütün zimam-ı umuru elimize almaya muvaffak olabildik. Bu inkılab sür’atle mülayemetle tamam oldu. Halk bundan kat’iyyen müteessir olmadı hissiyyat-ı umumiyye teheyyüc etmedi. Zira mescitler eskisi gibi hıristiyanlara karşı mesdud bırakıldı; emlak-i mevkufe kema fis-sabık muhassas olduğu cihetlere münhasır tutuldu; zimam-ı umur kadıların eline terk olundu; kavanin-i mahalliyyeden hiçbiri ahalinin rızası ve tasdiki olmaksızın değiştirilmedi. O kavaninde tagyir yahud tebdil gibi tadilat icrası da kısm-ı azamı Tunuslulardan müteşekkil bir hey’et-i muvazzafeye tevdi olundu. El-hasıl bu inkılab-ı azim hiçbir taraftan bir sızıltı çıkmaksızın husule gelerek Tunus’ta bir hükumet-i medeniyyenin esasları dine hiç dokunulmamak şartıyla iyice yerleşti; ahali arasında kezalik din-i Muhammedi asla müteessir olmamak şartıyla Avrupa efkarı meydan almağa başladı. Fransa nüfuzu yerli nüfuzuyla gayet samimi bir surette birleşti. Bugün öyle bir belde-i İslamiyye var ki yekdiğerine gayet sağlam bir surette merbut bulunan sair müslüman memleketleriyle onun arasındaki rabıta fütura mahkum daha doğrusu külliyen münkatı’dır. Bugün öyle bir kıt’a-i İslamiyye var ki yavaş yavaş hem Mekke’den hem de Asya’daki mazisinden kurtulmak üzeredir. O beldede o kıt’ada zuhur eden nesl-i cedid adatı ahlakı her şeyi yenileştiriyor. İşte numune-i imtisal ittihaz edeceğimiz sair bilad-ı İslamiyyeyi de kendisine benzeteceğimiz bu memleket Tunus’tur. Tunus eskiden beri birçok rekabetlere mücadelelere saha-i zuhur olmuştu. Vaktiyle Kartacalıların Romalıların Bizansların Arapların Sen-Lui’nin Şarlken’in hakim olduğu bu memleket şimdi sulh ve müsalemetin aramgahı bulunuyor. Bu memlekette iki diyanet daha doğrusu iki medeniyyet var ki birbirine son derecede kaynamış aralarındaki münasebet müşabehet iyice teeyyüd etmiş binaenaleyh sinelerden kin ve husumet kalkmış da her iki taraf yüreklere hayat ve taravet serpen bu sema-yı saf altındaki müsmir araziden hakkıyla intifaa çalışıyor. Kim bilir Tunus’un birçok yerlerinde görülen medeniyyat-ı kadime enkazının büsbütün türab-ı mensiyyete eylemesi belki de bizi istikbal içindir... Hamiş – Hanotaux’un sözleri burada bitiyor. İnşaallah gelecek hafta merhum Şeyh Muhammed Abduh’un cevapnamesini tercümeye başlayacağız. Kemal-i im’an ile ta’kıb eylemelerini muhterem kari’lerimizden rica ederim. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe radiyallahu anha “Eğer Resulullah bir vahy-i ilahi ve bir ayet-i sübhaniyi ketm ü muşlardır. – İşte biz emr-i ilahimizi iblağ ve ahkam-ı Rabbaniyyemizi yı vatr kıldığı vakit tebenni eylemiş oldukları evlatlıklarının mutallakalarını evlatlıkları onlardan kaza-yı vatr eyledikleri vakit tezevvüc hususunda mü’minine harc ve eza olmamak kul – ve hayyiz-ara-yı husul – oldu. Müsellemat-ı umurdandır ki: Rıbka-i taklidden tehallüs ancak himmet-i aliyye ashabına ru-nüma-yı teyessür olup avam-ı nasın ülfet ve adet ve örf ve cehaletlerinde devam ve istimrarları tabii ve i’tiyadat-ı kadimelerinin terki kendilerine müşkil-ter olduğu gayr-ı mahfidir. Binaberin ahlakiyyunun üssü’l-esas olarak kabul eylemiş oldukları –mürebbinin bil-fiil numune-i imtisal olması lüzumu– kaziyyesi pek bedihi ve bu fi’l-i mürebbiye tebe’iyyetin insanlarda cibilli olduğu bir emr-i celidir. Buna binaen hace-i alem aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretleri Hudeybiye vak’asında emr-i nebevi vuku’ bulduğu halde başlarını tıraş eylememekte devam eden ashabına re’s-i mübareklerini halk ile bir numune-i imtisal ibraz buyurmalarıyla bilcümle ashab-ı kiram derhal zat-ı mübareklerine Cahiliyyet-i cühelanın adet-i elife ve kaide-i me’lufeleri hilafına olan tezevvüc-i zevce-i mübtena hususunda –ki ashab-ı kiram dahi bu adet ile me’luf idiler– dahi zat-ı pak-i risalet aleyh-i ekmelü’t-tahiyyet Efendimiz hazretleri’nin üsve ve kıdve olmaları hikmet-i beliğa-i Rabbaniyyeye mutabık ve “ Ey ümmet-i Muhammed sa Resulullah’ta sizin için üsve-i hasene ve kıdve-i müstahsene vardır” yani Resulullah hüsn-i ittisa’ ve tamam-ı ma’naya muvafıktır. Haccetülveda’da dahi bu hikmet-i ahlakiyyeye binaen hurmet-i ribayı beyan ve en evvel zat-i kudsiyyet-penahilerine akrabü’n-nas olan cenab-ı Abbas’ın ribasını vaz’ ve tenzil ile me’luf oldukları muamelenin terkini bu suretle teshil ve vücub-i terkini i’lam ve izan buyurmuşlar idi. Eğer bazı muğfilin ve muhdisin ve onlardan bil-istifade erbab-ı zeyg ve dalalin dedikleri gibi Zeyd’in radıyallahu anh müşarunileyhayı sebeb-i tatlikı Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin kalb-i saadetlerine hüsn-i Zeyneb’in radıyallahu anha tesir etmiş olması olsaydı doğrudan doğruya bu hal nehy-i ilahisine muhalefet ve hased ve mücavezet olur idi ki bu nehy-i ilahi ile hassaten Zat-ı Pak-i Risalet ve bilumum mü’minin zehre-i hayat-ı faniyye-i dünyaya medd-i nazardan menhi ve memnudurlar. Bundan maada eğer Nebiyy-i athar ve Resul-i mutahhar Efendimiz hazretleri müşarün-ileyhayı tezevvüc arzu buyurmuş olsaydılar kaffe-i hısal-i zemimeden tathir ve ta’sim olunmuş ve fezail-i melekiyyenin en ali ve mukaddes mazharı olmuş olan kalb-i akdes ve enverlerine şehvet ve behimiyyetin galebesiyle zaman-ı nezaret-i civanisinde kölesine bizzat tezvic ettiği bir kadını alel-ekser tezevvücden sonra kızlıktaki taravet zail olduğu halde beğenip kölesinin tatlikınden sonra almış olmaları asla kabul edilemeyeceği gibi müşarün-ileyhanın Resulullahdan sallallahü aleyhi ve sellem tesettür etmemekte olmalarıyla ne mertebe sahibe-i hüsn oldukları dahi nezd-i saadette kablet-tezvic mahfi olmadığından bu yolda da bir itiraz varid olamaz. Akraba ve taallukatın ve hususiyle beraber büyüyenlerin yekdiğerlerini arzu etmemekte oldukları dahi her gün görülen ahvaldendir. Bunun dahi sebebi adem-i ihticab ve tecanübdür. Nitekim: Avrupa kadınları muhadderat-ı İslamiyyeden daha ziynetli oldukları halde enzar-ı umuma ma’ruz olduklarından o kadar calib-i nazar ve rağbet değildirler. Konferans Ahzab /. Bu defa daha senli benli görüşeceğiz çünkü geçen musahabede oldukça tanıştık. Artık görenek suretinde bizi sıkagelen soğuk tekellüflere gösterişlere satışlara hiç de Geçen musahabede anladık ki lisanımız tabiatın ve kendi tabiatının haricinde bir akıntıya kaptırılmış. Lisana hizmetle mükellef olan söz ve kalem sahipleri bilerek bilmeyerek bu yanlış akıntıya kürek çekegelip güzel lisanımızı bataklara akıtmışlar safvetinden kuvvetinden düşürmüşler. Bu akıntının lığı görememiş kimse selin önüne durup yolunu çevirmeye himmet edememiş. Tükçe’nin uğradığı bu felaket bir taraftan Türklüğe de tesir ederek biz Türkler dünyanın sair milletleri arasında gerilerde yerlerde kalmışız. Büyüklerimizin çaresini göremediği bu derdin devasını çocuklarımızdan bekleyecek onları buna karşı koyacak kuvvette yetiştirecek yerde onları da kendimiz gibi etmeye çalışıp duruyoruz. Fakat artık zaman bu ağırlığı çekemeyecek istikbalimiz demek olan çocuklarımızı bizim hatalarla bulaşık keyfimize kurban etmeyecek. Artık memleketin çocuklarını kayaların altlarında kalan fidanları ezdiği gibi ezemeyeceğiz. O yeni beliren zekaları tozlar topraklar altında söndürüp harap edemeyeceğiz. Hayır efendim çocukların zekaları hafızaları bizim oyuncağımız yaz boz tahtamız değildir. Biz daha müsmir daha emin usuller bulup tatbik etmeliyiz. Bilmem ki bu şikayetler biraz taşkın mıdır? Fakat memleketin hizmet için yetiştirip ortaya koyduğu hizmete ihzar edilmelerini bize tevdi ettiği taze kuvvetleri böyle yok yerlere heder etmek de günahtır. Rüşdiyelerden birine müdavim bir çocuk tanıyorum. Zeki ve çalışkan denilebilecek bir çocuk.. Ma-haza bu sene “lisan-ı Osmani” ile diğer iki dersten ikişer numara almış sınıfta kalmış. Çocuğu şöyle bir yoklama ettim. Türkçeyi söylüyor yazıyor tahlil ediyor. İmtihanda ne sorulduğunu öğrenmek istedim. Çocuk haklı bir iğbirarla haber verdi.. “müstecabü’d-da’ve” “ala kile’t-takdireyn” ne olur? diye iki şey sormuşlar. Bunları bilememiş. Sonra “müstecabü’d-da’ve” de aksam-ı seb’adan ne var? demişler. Hepsi bu. İmtihan varakasını aldığında “lisan-ı Osmani”’den fında kalacak. İhtimal bundan naşi mektepten vakitsiz alınacak. Şu işi yapan mümeyyiz efendiye Cenab-ı Hak ameline göre ceza vermeyecek mi? Bu küçük bir şey.. Fakat bu küçük vakanın zımnında memleketin istikbali ihtimal mühim bir zeka mühim bir kuvvet kaybetti. Sözde “Eti senin kemiği benim” vasiyeti bugün hükümsüz. Halbuki zavallı babaya kemik de kalmıyor. Anladık.. Anladık.. Bu yorucu öldürücü usulleri yolsuzlukları bir gün evvel terk etmeye hazırız. İşe nereden nasıl başlayacağız? Görünüyor ki hal lisanıyla bunu söylüyorsunuz. Oh! Artık gerisi kolaydır.. İş çürük dişi çıkartmak için metanetle dişçinin sandalyesine oturmaktadır. Diyecek kalmadı.. Derdimizi anladık.. Derman arıyoruz. Peki ne yapacağız? Yapacağımız pek sade.. Küçücük çocuklara ana lisanını kolaycacık öğreten tabiatı yapabildiğimiz kadar taklid edeceğiz. Daima bu noktayı gözeteceğiz. Tabiatta sınai kitap var mı? Yok. O halde biz de kitabı atıp kavaidi lisanın kendi sinesinden çıkaracağız. Acaba kitabı bütün bütün atabilecek miyiz? Me’mul ki bariyle bu noktada biraz irkilip düşünürüz.. Kitabı bütün bütün atar isek belki şaşarız. Çünkü muallimlikçe henüz kemalde değiliz. Kendimizi toplayınca bütün kavaidi sıraya koyup temhid ediverecek halde değiliz. Hem de iş daha durulup pürüzden kurtuluncaya kadar kavaid okuyan çocukları ve onların imtihanlarda uğrayacakları sıkıntıları düşünmek tapla alakamızı büsbütün kesivermek uyamaz. Kitabı büsbütün atmayacağız! Onu ancak bir fihris gibi bir program gibi bir muhtıra gibi kullanacağız. Fakat şunu zihinlere koyacağız ki kitaba yazılan şeyler tabiattan çıkarılmıştır. Kavaidi kitaptan arayacağımıza asıl doğduğu yerden lisandan arayacağız. Kitaba yazılan şeyler başkaların ağzıyla çiğnenmiş lokmalardır. Dişi olan bunu ağzına koyar mı? Ben yiyeceğimi kendim çiğnemeliyim. Hülasa muallim talebesine bu cesareti bu itminanı vermeli. Herkes kendine göre ne bilmeli.. Kitaba itimada bedel nefsine itimada alışmalı. Kitabı bahis sırasını gösterir bir defter gibi kullanacağız diyoruz. Bunu nasıl yapacağız? Kitaplarda ekseriyyetle ta’rif ve taksim her şeyden evvel. Biz ta’rifi büsbütün geçeceğiz. Kavaid denilen şeyle biraz uğraşınca mütealliminin zekaca görecek.. Ne işe yaradığını az olsun anlayacak.. Belki bunu kendi fehmine kendi takdirine göre ta’rif de edebilecek. Amma bu ta’rif her kaydından bir incelik çıkacak surette alimane değil imiş. Ne zararı var? Biz onların ta’rifinden kavaid-i dekayıkı öğrenecek değiliz.. Onlar da rüşdiyede iken kavaid müellifi olacak değiller. Ezbere ta’rif okutmaktan hoşlananlar var ise onlar bu meraklarını eğlendirmek için evlerinde papağan beslesinler! Bıraksınlar da çocuklarımız natıkasına sahib olsun! Onlar içinde ne müdekkık ne müteammik müellifler çıkacağını bize istikbal gösterecek. Hem de kaniim ki biz ölmeden onları göreceğiz!.. Ta’rifi atladık. Talebemiz arasında arif olanları kendi hesaplarına ta’rif yapabilecek. Taksim hakkında ne yapacağız? Müsaade buyurunuz da bahsin bundan sonrasında biraz daha teklifsiz biraz daha ser-baz olalım! Kendimizi mektepte etfal arasında farz edelim. İçimizden kimse A biz çocuk muyuz? demesin. Bahsi çocuklara mübtedilere söyler gibi sadelik tabiilik içinde yürütelim. Ta ki üstümüzde bir ağırlık kalmasın. Kelimenin taksimi... Kitaplar müellifler ihtilaf üzere... Kelime dokuzdur yedidir beştir üçtür diye bir şeydir gidiyor. Buna bakınca insanın diyeceği gelir. Bendeniz kendi mülahazamca derim ki kelimenin üçe taksimi daha sadedir. Üçe taksimi tercih edelim.. Kelime üçtür; lara peşin olarak söyleyecek değiliz. Belki kelimeyi cins cins ayırmağa çalışırken bu neticeyi bulmak bizce maksud olacak. Kabil olsa da taksim kavaidin ta nihayetlerine kalsa.. Fakat biz bunu yapacak halden henüz çok uzağız. Haydi bahsi tatbik edelim.. İşte talebeden orta halli birisine hitab ediyorum: – Ahmed Efendi üzümü sever misin? Elbette sevecek. – Öyle ise kalk tahtaya yaz: Üzümü severim. Ahmed böylece yazdı.. Yine soruyorum. – Karpuzu da sever misin! – Evet efendim karpuzu da severim. – Öyle ise onu da yaz. Ahmed Efendi onu da yazdı. Yine Ahmed Efendi’ye diyorum.. – Daha başka sevdiğin şeyleri de yaz. Ahmed Efendi “Üzümü severim” “Karpuzu da severim” sözlerinin altına yazdı.. “Kitabı severim” “Dersi severim” “Mektebi severim” “Arkadaşlarımı severim” Ahmed Efendi ihtimal riyakarlığa dökülecek.. “Mektebi severim”den sonra “Hocayı severim” filan diye muallimi gevşetmeye şişirmeye yol açacak. Ahmed Efendi yerine otursun tahtaya pervasızlardan Fazıl Efendi kalksın. Talebeye karşı güler.. Derim ki: – Ahmed Efendi üzümün karpuzun yanında kitabı dersi mektebi arkadaşlarını da severmiş. Pekala Ahmed Efendi bunların hepsinden faidelensin. Acaba Fazıl Efendi de böyle mi düşünür? Haydi Fazıl Efendi sen de yaz bakalım. Fazıl Efendi kalkar yazar: “Kitabı sevmem” “Mektebi sevmem” – Ey... Fazıl Efendi yetişir. Kitabı niçin sevmediğini mektebi niçin sevmediğini biliriz. Evet beni bağlayan serbest düşünmekten alıkoyan kitabı ben de sevmem. Kezalik beni de fikrimi de hapseden cevelana bırakmayan mektebi ben de sevmem. Bunların niçini dursun. Şu yukarıdan aşağıya yazdığımız sözlerde ne görüyoruz? Onu arayalım. “ Araştırıcıları kendi hali üzerine bırak! Çünki onlar kıyamete kaYine müsaadenizle etfale hitab ediyoruz. Bir kere sıra ile yazdığımız şeyler ne? Söz... Söz ne? Kelam... Kelam ne? Canım meramımızı düşündüğümüz şeyleri anlatmak için kullanılan bir vasıta. Kelam bütün ve yekpare bir şey mi? Yoksa parçalanabilir bir şey mi? Parçalanabilir bir şey. Biliriz bunun büyük parçalarına “kelime” derler. Demek sıra ile yazdığımız şu sözler hep kelam.. Bunların büyük parçaları hep kelime. Peki buradaki kelimeler hep bir cinsten mi? Yani bunların her birisi diğerinin yerine konabilir mi? Görüyoruz ki “üzüm” kelimesi yerine başka kelimeler de kondu: Üzüm karpuz kitap ders mektep arkadaşlar. Demek bu kelimler hep bir cinsten acaba bu kelimeler nedir ne cins kelimedir? “Üzüm” kelimesi üzüm denilen şeyin kendisi midir? Bu kelime de üzüm gibi beyaz siyah olabilir mi üzüm gibi yenebilir mi? Üzüm kelimesi bir sözdür üzüm denilen şeyin ismidir. “Karpuz” kelimesi nedir? O da bir isimdir. “Kitap” “ders” “mektep” “arkadaşlar” bunlar da hep birer isim. Bunların kendileri yani bu isimlerin müsemmaları ne? Birer şey birer mevcut. Şu halde isim nedir? Bir kelimedir. Ne işe yarar? Bir şey göstermeğe yarar. Şu dökük neticeyi toplarsak “İsim bir şeyi göstermeğe yarayan kelimedir”. “İsim bir şeyi gösteren kelimedir” diyebiliriz. Bakınız istemezken bir ta’rif meydana getirmiş olduk. görünür mü? Üzüm göze görünür. El ile tutulur yenilir.. Tatlıdır. Acaba “tat” denilen şey nedir? O da göze görünür mü? Göze görünmez onu gözümüzle göremeyiz. Fakat zihnimiz pekala anlar ki o da mevcut bir şeydir. Mesela “can” da böyle değil midir? “Uyku” da böyle değil midir? “Üzüm” de isimdir “can” da isimdir “uyku” da isimdir. Şu var ki üzüm gözle görülür diğerleri zihinle bilinir. İsmin gösterdiği şey göze görünsün görünmesin biz bildiğimizden şaşmayız.. Göze görünen hatıra gelen zihinle bilinen şeyleri gösteren kelimeler hep isimdir. Bu şeyler göze görünür yahud göze görünmez de zihin ile bilinir cansız olur canlı olur. Biz yine yazdığımız misallere dönelim. Bu misallerde görülen züm” kelimesi “üzümü” şekline girdi. Kelimeye takılan bu küçük muvakkat ayak nedir? Bir “ü” bir harf. Peki bu ne? Madem ki bu da meram anlatmak için gelmiş bir vasıta.. Meram anlatmanın bir cihetine yarıyor.. Demek bu da bir kelime. Fakat bu isim gibi başlı başına değil.. Bunun ma’nası öteki gibi yalnızca göz önüne alınamıyor. Bu her vakit böyle bir harfcikten ibaret mi? “Hocayı severim” dersek bu iki harf oluyor. Peki bu “yi” nedir? Bu da bir kelime. “Karpuzu da severim” misalimizde ise “u” dan başka bir de “da” var. Bu “da” ne? Bu da kelimeden bir cins.. “yi” gibi bir cins kelime. Fakat bunlar başlı başına bir şey göstermiyor.. Başlı başına söylenebilecek halde de değiller. Bunların hizmeti aletlik derecesinde kalıyor. Onun için bu cins kelimeye alet veya parça diyecek yerde “edat” demişler. Sonra “severim” “sevmem” kelimeleri... Bunlar ne cins kelime? Bunlar da isim mi? Vakıa bunlarda da bir şey göstermek bir şey anlatmak hali var. O şey ne? “Sevme” denilen şey.. Üzümdeki “tat” gibi gözle görünmez bir şey. Fakat bunların içinde bunlardan başka da bir şeyler var. Neler var? Bunu bir “dün” ilavesiyle “dün severim” haline koyabilir miyiz? Öyle yapsak sözde bir sakatlık hasıl olur. O halde ki bunu çocukların en az zekisi de anlar. Yok efendim “dün severim” diyemezsin! Çünkü “severim” de bir zaman var. O zaman ya şimdiki zaman ya şimdiden sonra gelecek zaman.. “Dün” ise geçmiş zamanı gösterir bir kelime. Aynı bir şeyde bu iki muhalif zaman birleşemez. Arap “dün belli olur” demiş ama “dün”ü bildiği için böyle demiş. Aşikar ki bu hal “sevelim” kelimesinde de var.. “Sevdim” dersek bunda geçmiş zaman var.. “Seviyorum” dersek şimdiki zaman var. Şu hale göre bu cins kelimenin hepsinde de hepsinin zımnında da zaman var.. Bu kelime isimden başka bir cins. Fark bu kadar mı? Bunun “sen severim” haline koyabilir miyiz? Hayır. Çünkü bu cins kelimenin içinde zamandan başka bir şey daha var o da “ben” “sen” “o”dan ibaret bir şey bir şahıs. “Severim”deki şahıs “ben”dir. Bu söz “ben severim” demektir. “Ben” başka. “Sen” başkadır. Bunun yahud “ben seversin” demek de sakat olur. Demek ki bu cins kelimede bir şey göstermekten başka bir de zaman ve şahsı göstermek hali var. Bu cins kelime isimden pek başka bir cins. Buna da bir hareket bir işleklik gösterdiği için “fiil” demişler. Dikkat edildiğinde görülür ki asıl kelime isim ve fiildir edat sade miyancıdır. Asıl kereste isim ve fiil ile meydana gelir. Edat mahiyeti ve vazifesi icabıyla isme ve fiile gah kendi akrabası gibi yapışıyor kaynaşıyor.. Gah hizmetkarı gibi muvakkat hizmetle kalıyor ayaklık ediyor. Kavaid dersine gelen dikkatli bir çocuk bir saatçi gibi bunları güzel güzel söker ve takar. Yazdığım misalleri hep böyle sökerim parça parça ederim... “Doğramacı tahtacı testere ile keser keserle yontar” “Kuru dedikodu” “Dost ile ye iç alışveriş etme” gibi yanıltıcı sözler bulup “keser” isim mi yoksa fiil mi? “Dedikodu” fiil değil mi? “ye” edat mı? gibi sorarım. Aldığım cevapları “niçin?” “niçin?”lerle kuvvetlendiririm. Bu bahis üzerinde icab ederse birkaç ders kalırım. Tedris halkasındaki etfalin birinde tereddüd kalmayıncaya kadar bu usulü işletirim. Bu usulü kolayca işletmek için misalleri sade tutmalı cümleler kısa ve az müteferriatlı olmalı. İsimler mümkün mertebe gözümüz önünde olan şeylerden olmalı. Göz önündeki şeyleri anlamak daha kolaydır. Daha tabiidir. Bunları anlatmak da elbette kolay ve tabii olur. Kavaid dersinde gözetilecek şeylerden biri de etfali söze söz söylemeğe alıştırmaktır. Etfal söze nasıl alışır? Pek sade.. Birtakım şeyler görür.. Onları anlatmak ister. Gördüğü şeyler kendince ne kadar vazıh olursa sözü de o kadar vazıh olur. Çocuğu eşyayı iyi görmeye iyi anlamaya sevk etmeli. Çocuğa bunu adet ettirmeli. Yoksa görmediği hissetmediği şey üzerine çocuğu söyletmek yazdırmak nafiledir. Etfali görmeye göstermeye tahrik eden usul şüphesiz en kolay en faydalı bir usuldür. Çocuktan sormalı... Geçen arabanın atları siyah mı kır mı? Bunu görmüş buna dikkat etmiş ise iyi cevap verir. İçinde kaç kişi var? Kadın mı erkek mi? Yaşlı mı genç mi? Araba temiz mi pis mi? Yeni mi eski mi? Çocuk bunları görmüş anlamış ise verdiği cevap söyleyeceği söz tabii olur hakıkı olur vazıh olur yanlışsız olur. Ma’lumdur ki kelam esasen dahili ve harici olmak üzere cihetine “lafız” deriz. Ma’na ciheti yufka ise lafız ciheti yufka olur. Düşünülmeden sathi surette söylenen söz sathi olur. Eşyayı iyi tanımalıyız ki iyi ifade edelim. Bu noktada sözü uzatacak olsak çok uzar. Şunu unutmamalıyız ki çocuğun bu işteki kabiliyetini işletmek meleke haline koymak tevsi’ etmek muallimin vazifesidir. Bu iki cihetin yani ma’na ile lafzın anlama ile anlatmanın birlikte terakki ettirilmesi pek tabii bir şey iken biz çokluk tabii hareket edemediğimizden bunu yapamıyoruz.. Bir ciheti mühmel bırakıp bir ciheti işletiyoruz. O halde ki eşyaya vukufça pek kof iken derin sözler söyleyeceğini zu’m eden katipler edipler yetiştiriyoruz. Bunlar suyu bilmezler fakat su üzerine sudan sözlerle makale yazıp sahifeler doldururlar. Muhte-rem Tabip Besim Ömer Paşa’nın dediği gibi bunlar içinde gözyaşından edibane bahsedip bunun nasıl husule geldiğini bilmeyenler ve aşk ve alakayı tedkıkle kalbin tesiratını yazıp kalb ile dimağı birbirine karıştıranlar ve kalbini mide yerinde gösterenler bulunur. Çocuklara “bahar” nedir? “çiçek” nedir? “buğday” nedir? “harman” nedir? diye soracak olsak ne cevap alırız? Baharı bilmeyen bahar hakkında ne söyleyebilir? Çocuğun dikkati nazarı çiçek üzerine celb edilmiş ise.. Çocuk çiçeğin ağaçlarda otlarda tohumdan ve yemişten evvel çıkan renkli kokulu nazik nazenin yapraklardan ibaret olduğunu görmüş anlamış ise.. Hiç şüphesiz çiçek kadar latif sözler bulur söyler. Bu iki cihetin muallimleri ayrı ve birbirinden haberdar olmalı. Fakat bu her vakit ve ba-husus bizim mekteplerde pek müyesser değil. Muallimler bu noktaları hatırda tutup tedristeki cereyanı buna göre idare etseler çok iyi yaparlar. Kelimenin taksimini evvel-be-evvel öğrenmek lazım ise onu öğrendik.. Kelimenin nevi üçtür: İsim fiil edat. En evvel limler harften de bahsetmeden geçemiyorlar. Haydi teberrüken birkaç söz de onun üzerine söyleyelim. Harf nedir? ta’rif etmeyeceğiz. Birinci musahabede hani bir faraziye yapmıştık.. Bize kendi aklımızla bir elif-ba icat ediniz deseler ne yapabileceğimizi mülahaza etmiş idik. İşte o mülahazayı çocukların idraklerinin yetiştiği kadar öteye beriye çekeriz. Harfler neye yarıyor? Heceler ne ile gösteriliyor? Her heceye bir sait lazım mı? Niçin lazım? “Üzüm” kelimesinin ilk hecesiyle “öküz” kelimesinin ilk hecesi arasında fark var mı? “Üzüm” kelimesindeki ile “odun” kelimesindeki bir mi? Harfler yazılırken şeklen değişir mi? Türkçe’de hangi harfleri kullanırız? “El-yevm” “fi’l-hal” “bi’t-tab’” gibi kelimelerdeki el/ harfleri nedir? ki/ ce/ gibi kelimelerdeki he/ nasıl okunacak? Hace/ ve hiş/ kelimelerindeki vavlar ne olacak? Bunlar bela ama başka çare yok. En ziyade sait ve samit harfler üzerine fikir vermeli düşündürmeli huruf-ı şefe huruf-ı zelaka huruf-ı itbak huruf-ı halk huruf-ı mehmuse huruf-ı mechure gibi lüzumsuz ma’lumat-füruşluklara gülüp geçmeli. Bunlardan sonra yine isme geliriz. Talebeye etrafımızdaki sayısız eşyanın isimlerini sorarım.. Bunları sıraya korum. Birbirine mütenasib olanları ayırırım. Müteradif denilen lügatleri yan yana dizip farklarını gösteririm. Gösteririm değil bunları o suretle kullanırım ki talebe farkları kendi bulur. Şu şeyin ismi nedir? Ona benzeyen neler var? Bir şeyin iki midir? Yoksa bunların bir farkı var mıdır? “Taze” “körpe” “genç” lügatleri hep bir ma’nada mıdır? Lisanda her şeyi anlatacak kelime var mı? Yeniden meydana çıkan şeylere nasıl isim koymalı? Mesela “velosiped” diye acib bir şey yapmışlar. Bunu ilk gördüğümüzde ismini bilemeyiz. Bu yeni şey yok idi ki ismi olsun.. Ne yaparız? Tabiatıyla buna bir ları buna isim vermek istemiş. Bakmışlar tekerlekleri var tekerlekleri üzerinde yürür bir şey.. Şu hale göre bu bir araba.. Fakat beygiri yok.. İşte bir şeytanlık var. Araba kelimesine şu ikinci mülahazadan bir mütemmim bir muzafunileyh koşup “şeytan arabası” demişler. Bazılarca bu isim pek bayağıdır. Onlar bunun adı ne? deyip “velosiped” kelimesini alıvermişler. Bir lisanda her şeyi gösterecek lügat var mıdır? Yoktur. Lisan ne kadar geniş olursa olsun bu olamaz. Elbetteki yeni şeyler çıkacak yeni isimler konacak veya alınacak. Bu çaresiz böyledir. Mesela meşrutiyetin zuhurundan beri birçok yeni işler yeni haller meydan aldı. “Reaksiyon” “reaksiyoner” suretinde çıkan lügatler nihayet “irtica” “mürteci” diye kararını buldu. Boykot olmasa “boykot” “boykotaj” sözleri lisanımıza giremezdi. Yeni şeyler meydana çıkınca yeni lügatler meydan alacak.. Bu pek tabii bir şeydir. Bir lisanda her şeyi gösterecek lügat olamaz. Bu sebebe bazen iki üç şeyin bir ismi oluyor. Bakılsa olmamalı.. Ama çaresiz. Mesela “çay” iki ma’nalı.. Çay içtim çaydan geçtim. Mesela “koca” iki ma’nalı.. Karı koca kocakarı. Mesela “yüz” üç ma’nalı.. Yüz kişi yüz göz suya düşdünse yüz... Velhasıl çocuklara eşyayı tanıtıp tanıtıp isimlerini buldururum. Bulunan isimleri muhtelif cihetlerden tedkık ettiririm. larlarsa.. O zaman tabii bir taksim meydana çıkar. Belki bunlara ne denileceğini de sorarlar. İşte o zaman ta’birlerini güç olmaz yenilen bir şeyin ismini öğrenmek gibi olur.. Tadı olan şeyin adı da öğrenilir. Bir mefhum için her vakit mutlaka bir tek kelime mi olmalı? Bu olamaz. Fakat bunu gökten taş düşer gibi ortaya atmam. Nazarı calib bir cihet bulup işe oradan başlarım. Mesela “at sineği”nden yahud “sivri sinek”ten bahs için vesile bulurum. Bunlara sadece “sinek” derim. Çocuk bunu “sinek” yapıştı.. İri arı gibi soğuk kayış gibi bir şey.. Meğerse süvarinin atından kurtulmuş da gelmiş. Yakaladım... Çocuk bunu derhal tashih ettirir. Çünkü bilir ki sineğin bu türlüsünün adı “at sineği”dir. Sivri sineğin ettiği izacları hikaye ederim yahud sivri sineği gözle gösteririm. Adına sadece “sinek” derim. Çocuk elbette tashih eder. İnsan mahluku başkasının hatasını tashih etmeyi pek sever. Çocuk anlatır ki “at sineği” veya “sivri sinek” yerinde sadece “sinek” denemez. Çünkü bunlar başka başka birer haşeredir. Çocuk bu tashih işinde yalnız da kalmaz. Arkadaşları da kendisini te’yid eder. Şunun üzerine anlaşılır ki bir mefhum mez. Bir şeyin ismi iki üç ve hatta daha ziyade kelimeden yapılabilir. İşte “Marmara” bir denizin ismi. Fakat “Ak Deniz”in ber gösterdiği şey yine bir. Böylece “Şap Denizi” “Bahr-i Muhit-i Hindi” iki üç kelimedir. Bir şey için birden ziyade kelimeye neden muhtaç oluyoruz? Göstereceğimiz şeyi bir kelime ile göstermek mümkün olmadığından. Bu ne demek? Bu o demek ki anlatacağımız şeyin bir kelime ile anlatılması mümkün değil.. Yani kısaca hazırca bir ismi yok. Çaresiz iki üç kelime harc ediyoruz. Fakat anlattığımız yine bir şeydir. Bazen bir mefhumu anlatmak için böylece birkaç kelime birleşir. Amma anlatılan hep bir şeydir. Vakıa böyle mürekkeb rinde bir hakkı bir münasebeti vardır. Mesela “at sineği” “sivri sinek” “Şap Denizi” “Ak Deniz” ta’birlerinde bunları teşkil eden parçaların her birindeki ma’na ve münasebeti bulmak mümkündür. Fakat bir kere bir şeye birkaç kelime ayrı ayrı münasebeti aranmıyor.. O münasebetler unutulup gidiyor. Hatta bazen o kelimeler birbirine kaynaşıp bir kelime oluyor. İşte “onbaşı” “yelkovan” “sütlaç” “bulamaç” böyle olmuştur. “Onbaşı” “on” ile “baş”tan “yelkovan” “yel” ile “kovan”dan “sütlaç” “sütlü” ile “aş”dan “bulamaç” “bulama” ile “aş”dan mürekkebdir. Bir kelime ile anlatılamayan ma’naların birden ziyade kelimatla anlatılması usulü yalnız bayağı isimlerde değil.. Ma’na gösteren isimler nevinden olan mastarlar da ve bunun da cari. Me-sela “almak” “bulmak” “gitmek” gibi umumi ma’na ifade eden kelimelere isim vasf ve zarf ve harf-i cer gibi bazı kelimeler ilavesiyle “hava almak” “soğuk almak” “akıl almak” “geri almak” “yukarı almak” “ele almak” “elden almak” “ayak altına almak” ve “yol bulmak” “faide bulmak” “yolunu bulmak” “ettiğini bulmak” “muvafık bulmak” “ma’kul bulmak” “sokakta bulmak” “iyi gitmek” “ağır gitmek” “ileri gitmek” “beraber gitmek” “öte gitmek” “at başı beraber gitmek” gibi hususi ma’na ifade eden birçok mürekkeb ta’birler meydana gelir. Böylece bir kelime ile ifade edilemeyen hususi ma’nalar iki ve ziyade kelime ile ifade edilebilir. Hele bu usul ile Türkçe mastarlara Arabi ve Farisi mastarlar ve isim ve sıfatlar koşularak te’min edilen genişlik ve kolaylık lisanımıza vergi bir meziyyettir. Vüs’ati cümlece müsellem olan Arapçada ekseriyyetle her iş ve her hads için ayrı bir madde ayrı bir lügat var. Türkçe müracaata mecburuz. Böylece “olmak” “etmek” “buyurmak” gibi ma’naları pek amm ve pek şamil olan kelimelerle “baliğ olmak” “mümeyyiz olmak” “meşgul olmak” “mahv olmak” “güzeran olmak” “revan olmak” “ru-gerdan olmak” ve “kerem etmek” “ikram etmek” “ta’lim etmek” “taallüm etmek” “i’lam etmek” “istilam etmek” “füruht etmek” “cüst ü cu etmek” ve “inayet buyurmak” “ferman buyurmak” gibi binlerce ta’bir ibda edilerek binlerce tasarruf yapılarak Türkçe’de pek çok ma’naların ifadesine çare bulunuyor. Fakat bunu lüzum ve ihtiyaç olunca yaparız. Yoksa yok yere ta’bire zarafet veriyoruz diye mesela “almak” ma’nasını “ahz etmek” suretinde koyup “hava ahz etmek” dersek gülünç oluruz. bahase ve münakaşa edilemeyen her ne zaman bahsi açılsa mebahis-i i’tikadiyyeyi Bükreş Darü’l-fünunu Fizyoloji muallimi Mösyö Pavlescu en son nazariyat ve tatbikat-ı fenniyye dairesinde ve bilhassa fünun-ı hayatiyye esasları üzerine calib-i nazar-ı dikkat bir surette mevki’-i bahs ü münazaraya çekmiş olduğundan bunu tercüme ve tevsi’ tarikiyle Pavlescu diyor ki: İlm-i hayat demek olan biyolojiden ve bunun şube-i esasiyyesi bulunan fizyolojiden şöyle bir su-al sorabiliriz: Esbab-ı hayat nedir? Ta’bir-i diğerle bir mahluk-ı zi-hayat husule getiren sebep nedir? Bu mes’ele pek eski zamanlardan beri beşeriyyeti işgal etmiş ve pek etraflı bir surette halline çalışılmıştır. Böyle bir mes’eleye cevap verebilmek ve bu cevap kat’i ve gayr-ı kabil-i itiraz olabilmek için usul ve fünun-ı tecrübiyye kavaidini ta’kib ederek ma’lumdan mechule müsebbebattan esbaba intikal edeceğiz. Usul-i tecrübiyye üç esasa ibtina eder. - Müşahede – Esbabı aranılan hadise ve mevcudu tedkik etmek. - Faraziye – Mukayese ve teşbih tarikıyle tefekkür ederek - Tahkık – Faraziyeyi bit-tecrübe delail ile isbat eylemektir. Binaenaleyh biz de hayat ve mevcudat-ı zevi’l-hayatı tarafgirlik şaibesinden beri olarak mükemmel surette müşahede altına alacağız ve hayatın evsaf-ı esasiyye ve mümeyyizesini meydan-ı hakıkate koyduktan sonra evsaf-ı hayatiyyeye ma’kul bir sebep keşf edebilmek için tarik-ı teşbih sonra bu sebebi bittecrübe tahakkuk ettireceğiz. Müşahede-i fenniyye bize gösteriyor ki mevcudat-ı zevi’l-hayat ecsam-ı camidede tesadüf olunamayan birçok evsaf-ı esasiyyeye maliktirler. Bütün mevcudat-ı zevi’l-hayatta mevcud ve müşterek bu evsaf-ı hayatiyye şunlardır: . Bir vücud bir şekil bir taazzuv bir tekamül bir tenasül velhasıl bir ta’bir ile söylenmek istenirse bir mebhasü’leşkal-i hususiyye. . Ala’im-i tegaddi ve nesebiyye yani hususi bir fizyoloji. . Vücud: Bütün ecsam-ı tabiiyyede olduğu gibi mahlukat-ı zevi’l-hayat dahi “madde ve kuvvet”ten mürekkeb bir vücuda maliktir. Kimya-yı tahlili gösteriyor ki ecsam-ı hayatiyye birçok anasırdan müşekkel olup bunların en mühimi karbon azot müvellidü’l-ma müvellidü’l-humuza kükürt ve fosfordur. Anasır-ı mezkure nisebat-ı muayyenede mümtezic olup hemen bütün mevcudat-ı hayatiyyede müttehidü’t-terkib olan bir madde-i muhtelite yani “protoplazma” teşkil ederler. Protoplazma ancak mevcudat-ı zevi’l-hayatta bulunup vücudlarının kısm-ı esasisini teşkil ederek bir sıfat-ı mümeyyizelerini arz eder. Bir mermer parçası tek başına bir heykel yapamadığı gibi bir kısım protoplazma da bir mevcud-i zi-hayat teşkil etmez. Protoplazma yaşayabilmek için bir şekil almak lazım gelir ki bu da “hücre”dir. Hücre mevcudat-ı zevi’l-hayata ait bir unsur-ı şekliyye olup cümlesinin vücudları ya bir hücreden “vahidü’l-hücre” veya birçok hücerattan teşekkül etmiştir “kesirü’l-hücre”. Şekl-i hücrevi ancak zevi’l-hayata mahsus bir alamet-i mümeyyize olup ecsam-ı sairede görülemez. . Taazzuv: Taazzuv vahidü’l-hücre ve kesirü’l-hücre olanlarda ayrı ayrı mütalaa edilmelidir. Vahidü’l-hücrelerin vücudlarını teşkil eden hücre oldukça muhtelit bir taazzuva maliktir. Onu teşkil eden protoplazma mütecanis değildir. Hücrenin tekessüründe ve alaim-i hayatiyye tegaddiyye ve nesebiyyenin icrasında vezaif-i hususiyyeye malik müteaddid a’zaya teferruk eder. Bu a’zanın en mühimi “nüve” olup bir meyvenin çekirdeği gibi hücrenin ortasını işgal eder. Bütün hücreler bir nüveye maliktir. Nüvesiz hücre olamaz ve bunun müstesnası da yoktur. Bir hücre birisi nüveyi havi diğeri nüvesiz olmak üzere tevlid eder. Nüvesiz olan parça telef olur. Nüve hücrenin tegaddisine ve duçar olduğu sakatlıkların ta’mirine hizmet eder. Fakat bundan ziyade nüve hücrenin tekessürü hususunda gayet mühim bir rol ifa eder. Hücre daha inkısam etmeden evvel “karyokinez” denilen gayet muğlak ve muhtelit safahat irae eder. Bilhassa protoplazma ise hücrenin ef’al-i nesebiyyesinin “intıba teamül” icrasına hizmet eder. Ağdiyenin hazmına lazım birtakım diastazlar ifraz etmek ve ağdiye-i ihtiyatiyyeyi iddihar eylemek havassını haizdir. Protoplazma ve nüveden başka bazı hüceratta “sentrozom” “vakuol” “lösit” ilh. gibi a’za dahi bulunur birinciler hücrenin Mahlukat-ı kesirü’l-hüceratta taazzuv fevkalade bir ihtilata düçar olur. Filhakika bunların vücudunu teşkil eden hücerat-ı müterakimeden her biri vahidü’l-hüceratta söylediğimiz taazzuv-i esasiyi muhafaza ederler. Fakat bazıları birbirlerinden tehallüf edip hey’et-i umumiyyenin ihtiyacatı nisbetinde bir sanat bir vazife-i hususiyye deruhde ederler ki ona mukabil protoplazmaları diastazlar hemoglobin mevadd-ı mütekallise gibi şeyler imal ederler. Aynı işi gören hücerat-ı muhtelife birleşerek nesicler teşkil ederler gudevvi adali azmi asabi munzami. Bu nesicler de birleşerek gayet muhtelit bir bünyenin aza ve echizesini husule getirirler. ceratın bir vazifesini ifa ederler ki hey’et-i mecmuası bir şahıs husule getirir. Mesela hayvanat-ı aliyye ve insanda şu hususu ele alalım: - Bazı a’za ve echize şahsın vücudunu teşkil eden ol kadar muhtelif hüceratın kaffesine bir muhit-i gıdai-i muvafık ve bir terkib-i sabit tedarik ederler. Bu echize şunlardır: a- Cihaz-ı hazmidir ki muhit-i hariciden aldığı mevadd-ı gıdaiyyeyi muhit-i dahiliye “kan” idhale elverişli bir hale koyar. Enbube-i hazmiyyenin teferruatından olan cihaz-ı gudevvi mevadd-ı mezkureyi hücerat-ı muhtelifenin tagdiyesine hizmet edebilecek surette ıslah eder. b- Cihaz-ı teneffüsidir ki hüceratın muhtac olduğu müvellidü’l-humuzayı kana i’ta ve ihtirakat-ı hayatiyyenin neticesi olan hamız-ı karbonu tard eder. c- Cihaz-ı deveranidir ki muhit-i dahili-i muvafıkı kanı mahlukun her bir hücresine tevzi eder. d- Cihaz-ı bevlidir ki ihtirakat-ı hayatiyyeden mütehassıl olup kanda teraküm etmesi hüceratın ef’al-i tegaddisini ihlal eden fazalat-ı azotiyyeyi harice def eder. - Bazı a’za ve echize dahi şahsı muhit-i harici ile münasebette bulundurmağa ve tehlikeye düştüğü vakit ona vesait-i müdafaayı ihzara hizmet eder. Kesirü’l-hüceratın alaim-i nesebiyyesi şunlardır: a- Cihaz-ı beşerevi ve edemi ve bunun teferruatı ve a’za-i havasın aksam-ı muhitiyyesidir ki bilhassa muhit-i haricide bulunan kudretin eşkal-i muhtelifesi intibaatını ahz eder. b- Cihaz-ı asabidir ki ihtilat-ı neseciyyesi adeta tasavvurun fevkindedir intibaat-ı muhitiyyenin neticesi olan seyyali asabiyi nakle hizmet eder. c- Cihaz-ı muharrikdir ki adali ve azmidir. İntıbaatın tesirine bir aksülamel icra eder. - Bazı aza ve echize dahi nev’inin devamı maksadıyla tekessürüne me’murdurlar. Böylece cihaz-ı tenasüli hücerat-ı cinsiyye “beyza huveynat-ı meneviyye” hasıl ve ilkahı teshil ve ruşeym ve nevzadın ihtiyacat-ı evveliyyesini tedarik ederler. Mahlukatın ekserinde ruşeym tegaddi ve neşv ü nemasına lazım olan mevaddı validenin uzviyyetinden alınmış nat-ı aliyyenin bazısında plasenta “meşime” namıyla bir uzv-i mahsus vardır ki bu uzuv doğrudan doğruya validenin kanından mevadd-ı gıdaiyyeyi alıp ruşeymin vücuduna idhal eder. Doğduktan sonra da muhit-i hariciden gıdasını almağa gayr-ı muktedir olan nevzad için validenin memeleri bütün anasır-ı madeniyye ve uzviyyeyi havi mükemmel bir gıda olan ve yavrunun sinniyle ihtiyacatına göre terkibi değişen süt imal eder. Hülasa zevi’l-hayatın uzviyyeti derece-i nihayede muhtelit bir sıra ef’alden ibaret olup neticesi azanın teşekkülü ve bunların ala’im-i hayatiyye-i hücreviyye veya şahsiyyesinin tetabuku tabir-i aharla şahsın yaşaması ve nev’inin devamıdır. Zevi’l-hayatın uzviyyeti pek zahir ve nümayan bir sıfat-ı gailiyyet irae ediyor. Dikkat buyurulsun ki kesirü’l-hüceratta uzviyyet ruşeymin hüceratını tehallüfe düçar ediyor. Ve ne zamandan sonra işleyecek uzuvlar teşkil eyliyor. Bunu anlatmak için binlerce misaller var ise de birkaçını zikr edelim: Kebed ve pankreası gibi guddat-ı hazmiyyenin hücreleri hayat-ı ruşeymiyyenin daha ilk günlerinden itibaren birbirinden tehallüf ediyor ki bunlar tevellüdden bir müddet sonra ifa-yı vazifeye başlayacaklardır. Gözdeki tabaka-i korniyye ve cism-i billurinin hüceratı ruşeymin esna-i teşekkülünde şeffaf oluyorlar ki tevellüdden sonra tabaka-i şebekiyye üzerine düşecek olan şuaat-ı ziyaiyyeyi geçirsinler. Ancak büluğ zamanında işleyecek olan aza-yı tenasül devr-i ceninin bidayetinde teşekkül ediyor. Bir hamli müteakıb ifa-yı vazife edecek olan memelerin hüceratı tevellüdden evvel tehallüf ve teferruka başlıyor. İşte bazı aza ve hücerata ait getirdiğimiz misaller bila-istisna zevi’l-hayatın bütün hücerat ve uzuvlarına tatbik olunabilir. Denildiği gibi daima vazife azayı yapmaz. Aza vazifeye göre yapılır. Bir vazife veya fiilin şey intac etmez. Şuraya da dikkat buyurulsun ki şayan-ı hayret bir muğlakiyet bu taazzuv mahlukun haberi olmaksızın kendisi bilmeksizin kat-i tamme ve bir mükemmeliyyetle icra olunan ef’al-i taazzuviyyeden ne validenin ne de yavrunun ma’lumatı yoktur. Madem ki ef’al-i taazzuviyye gayr-ı idraki ve ihtiyaridir şüphesizdir ki maksad dahi onu icra eden mahlukun mechulüdür yani bu ef’ali niçin yapıyor bilemez. Bu havass-ı esasiyye ve gaiyye ve gayr-ı ihtiyarisiyle bu suret-i taazzuv mevcudat-ı zevi’l-hayattan başka hiçbir yerde görülemez ve bunların en mühim evsafı mümeyyizesinden olur. Bundan asırlarca mukaddem teessüs eden din-i Muhammedi’nin ahkam-ı celilesi asr-ı hazır-ı medeniyyetin en son keşfiyyat-ı fenniyye ve hakayık-ı felsefiyyesine en karib bir su-rette veyahud tamamiyle tetabuk etmektedir. Bu surette ehemmiyetli bir imtiyaz-ı dini kesb eden İslamiyet’in tedkık ve tahliliyle ta a’makından çıkarılacak hakıkatler saadet-i beşeriyyenin bütün safahatıyla te’mininden başka hiçbir şey ifade edemez. Aynı zamanda hey’et-i ictimaiyyenin zirve-i tekemmüle doğru atacağı parlak hatvelere İslamiyyetin ne derin suhuletler Velhasıl İslamiyet her ma’nasıyla beşeriyyetin refah ve saadetini kafildir. Fakat maatteessüf hukema-yı garbın kısm-ı küllisi İslamiyyet’in derin inceliklerine infaz-ı nazar edemediklerinden veya etmek istemediklerindendir ki kendi netice-i muhakemelerini ef-kar bir noktada ittihad edemiyor. Efkarın bu suretle adem-i ma-yı İslam medhaldardır. Hukema-yı garb –ruhiyyun sınıfı istisna edildiği haldetedkıkatlarını yalnız maddiyata hasr ile i’tikadat-ı diniyyelerini maddiyata istinad ettirmek istiyorlar. Yani onlar her ma’nasıyla birer Physicien’dirler. Bunun için de şeriat-ı Muhammediyye’nin esası ma’neviyat mıyorlar. Bu ihtimal fikirlerine göre doğru olabilir. Fakat umumiyet nokta-i nazarından tedkık edilecek olursa kendi havsala-i akliyyelerinin isti’ab edemediği ulviyatı kabul etmeyip bu adem-i kabul esbabını da kendi muhakemat-ı akliyyelerinde aramayarak sırf o ulviyata atf etmek hodbinlikten başka hiçbir şeye delalet edemez. Hususiyle bilcümle mevcudat-ı tabiiyyenin tabi’ bulunduğu kanun-ı tekamül icabınca hal-i hazırda kabul edilemeyen bir noktanın istikbalde –fikr-i beşerin daha ziyade tevessü’ü veya o noktayı kat’ileştirecek diğer bir hakıkatin keşfi hasebiyle– şayan-ı kabul görüleceğini derpiş-i mütalaa etmeyerek bir hükm-i kat’i vermek de tabii doğru olamaz. Maziye irca’-ı nazar edilse bundan senelerce ve hatta asırlarca evvel mechul kalan veya hakıkatten mütebaid görünen birçok noktalar ancak bugün saha-i tezahüre çıkabilmiş veya hakıkat olduğu kesb-i kat’iyyet edebilmiştir. Yukarıda hukema-yı garbın İslamiyet hakkındaki bazı yanlış düşüncelerini beyan eder iken ruhiyyun sınıfını istisna etmiştik. Bu pek aşikardır. Çünkü o sınıf-ı hukema meslekleri dır. Velhasıl netice itibariyle denilebilir ki hukema-yı garbın bir vazife şu yanlış düşünceleri izale etmekti bu da ancak mümkün mertebe maddiyatla ma’neviyatı mezcedebilmemizle mümkün olabilecekti. Fakat maalesef biz bu iştigalle pek az yorulabilmişizdir. Vakıa müteneffizan-ı diniyyemizden bir kısmı şu hakıkati keşf ile maddiyatla da tevaggul etmişlerse bu iştigal şahıslarına ait kalmış ve onları ta’kib eden ensal-i mütevaliyye kendilerinden uzaklaştıkça o nisbette bu hakıkat unutulmağa başlamış veya hep kavliyatta kalıp saha-i fiiliyyata çıkamamıştır. Şu hakıkate gayr-ı vakıf hocalarımız neşriyat-ı diniyyede en güzel bir vasıta olarak ma’neviyatı ileri sürmüşler ve efkar-ı umumiyyeyi öyle bir hale getirmişler ki herkeste maddiyatla ma’neviyatı mezcetmenin küfür olduğu fikr-i taassubu hasıl olmuş. Her ne kadar efkar-ı umumiyyede hasıl olan şu yanlış zanniyatta en ziyade icra-yı tesir eden cehalet ise de eğer hocalarımız şu fikr-i taassubu ileriye sürmeyeydiler bugün efkar-ı umumiyye öyle bir maraz-ı diniye düçar olmayacağı gibi ihtimal neşriyat-ı diniyyemizden de daha parlak neticeler beklemeye haklı olabilecektik. Aynı zamanda yine o fikr-i taassup ileriye sürülmeyeydi bugün mesleklerinde haiz-i ekseriyyet bir kısım hocalarımızın zihinlerinde “İslamiyet itiraz götürmez. Allah’ın işine karışılmaz” nazariye-i amiyanesi temerküz etmez ve edemez ve diğer cihetten de bunlara kolay pek kolay pek kudsi rabıtalarla kesb-i irtibat eden biçare avamın ma’lumat-ı diniyyesi bir parça yükselmiş bulunabilirdi. Alel-husus şurada arz edeceğim diğer bir maraz-ı dini pek şayan-ı ehemmiyyettir. Yukarıda pek ufak bir mikyasta arz ettiğim hakaik-i diniyyeyi fehm ü idrak eden bir kısm-ı kalilin çoğu da –ki ekseriya maatteessüf şübbanımızı teşkil ediyor– “Taine” veya “Ernest Renan” gibi hukema-yı garbın asarını –velev ki ciddi bir surette olsun– tedkık ve tetebbu ile hukema-yı garbın müsteşhedat-ı diniyyesine derin bir samimiyyetle kesb-i irtibat etmekten diğer cihetten de bütün ahkam-ı diniyyeyi ihtimal o hukema-yı garbın bile vakıf olamadığı en hafi incelikleriyle cami’ olan Kur’an-ı Kerim ile ondan müstahrec bazı mühim kütüb-i diniyyeye hiçbir nazar-ı tedkik uzatmayarak bir soğukluk göstermektedirler. Rica ederim söyleyiniz. Bu bizim için pek acı bir hakıkat değil midir? Biz o münevver dimağlardan tabii böyle bir mantıksız meslekler isteyemeyiz. Netice-i makal olmak üzere demek isterim ki hayat-ı diniyyede muvaffakiyyet bizce mühim bir mes’eledir. Bu da ancak maddiyyatla ma’neviyatı mecz ve şu memzuc ma’lumatla mücehhez dimağlarla ahkam ve hususat-ı diniyyeyi tedkık etmekle mümkün olabilecektir. Ve bu bizim niyyemizden parlak tecelliler intizar edebiliriz. “Buhara Emiri Abdülehad Han Kafkasya’da kain “Jiliznavodski” kasabasında kendine mahsus yeni bir saray yaptırmış. Bu saray fevkalade tezyin edilmiş o kadar ki bazı kapılarının halkaları altından imiş. Maamafih kendisi Kırım’da oturduğundan bu saray hali duruyor.” Şimdiki halde memalik-i İslamiyyenin en harab bir yeri varsa o da Buhara memleketidir. Ahali mikdarı yalnız zekatçıların takdiri ile ta’yin olunan vergiden artık tahammül edemeyecek bir halde. Maarif ancak nahiv mantık kelam fenlerine dair kitapların dibacelerini teşrih eden birtakım faydasız haşiyelerden ibaret olduğundan cehalet vahşet din namıyla taassub-ı Mecusi son derece hüküm-ferma. Müftüler böyle bir tahsil ile yetişen efendiler olduğundan “Babü’l-fetva” bir fetva kapısı değil de sanki bir hurafat ocağı. Bunların saadetini düşünecek hükümdarları Cihangir-i A’zam Abdülehad Han hazretleri ise zavallı çırçıplak fukaranın alın terleri ile kazandıkları paraları milyonlarca sarf ederek ecnebi bir memlekette kapıları altın halkalardan mamül saraylar yaptırıyor. Fa’tebiru!... “Bu sene Türkistan’dan Rusya’ya meyvenin fevkalade geçen senelere kıyas kabil olmayacak bir miktarda gönderileceği şimdiden tahmin ediliyor. Meyve başlıca Taşkent şehrinden gönderiliyor. Geçen sene Taşkent-Orenburg demiryolu eşya nakli şubesi tarafından pek çok yolsuzluklar yapıldığından bu sene böyle yolsuzlukların bir daha tekerrür etmemesi Bugüne kadar Türkistan’dan Avrupa’ya Rusya’ya gönderilen meyvenin hesabı pud. Asya-yı Rusi ile Sibirya’ya gönderilen ise pud fonttur. Bu meyvelerin İslamların taht-ı tasarruflarında olan yerlerde yetiştiği müstağni-anil-beyandır. Fakat şurasına merak ediyoruz ki acaba bu meyvelikler şimdiki halde İslamların kendi ellerinde midir? Yoksa Türkistan Muhacirin Komisyonu tarafından Rus muhacirlerine na-meşru bir surette gasben alınıp verilmiş yerler cümlesinden midir? Böyle ise acaba Rus Hükumeti taht-ı himayesinde olan İslamları bu kadar azim bir yekun teşkil eden menafi’-i meşrualarından mahrum etmek için kendinde ne gibi bir hak buluyor? “Türkistan’da kain Yarkend Sancağı’nda Hahollara yer ayrılıp verilmeye başlandı. Şimdi ailelik bir köy husule gelmiştir. Hahollar Avrupa-yı Rusi’nin cenub ve garb taraflarında sakin nim-medeni bir Rus kabilesidir. Bunların yerleri işsiz güçsüz sefahet alemine dalmış memleketin başına bela kesilmiş Grandüklerin Bayarların ashab-ı emlak elindedir. Bir Grandük yüz binlerce disatine araziye malik iken bu tarafta yüzlerce Hahol köylülerine arazi kadem hesabıyla isabet ediyor. Filhakika da buralarda köylüler yeri kadem hesabıyla taksim ediyorlar. Tabii bu gibi haksızlıklara insan dayanamaz; bir vakit gelir taşar ortalığı da alt üst eder. Vakıa son zamanlarda bu zavallılar pek haklı olan avaz-ı şikayetlerini yükseltmeye Grandüklerin çiftliklerine hücuma başladılar ihrak ettiler ele geçenleri astılar kestiler ve bilahare hükumeti bir tedbir itti-haz etmeye mecbur ettiler. Bu tedbir ne olacak? Tabii Hahollar ne kadar isyan ettilerse de köylerini topa tutmak olmaz ya? Hükumet bunu kasd etse bile elinden gelemezdi. Çünkü Hahollar Rus milleti bunları te’dib etmek efkar-ı umumiyyenin galeyanını mucib olacak idi. Grandüklerin de hatırlarını kırmak olamaz. Ne yapmalı? İşte bu vakit babalarından kalma geniş geniş yerlere malik millet-i İslamiyye göze ilişti. Tabii bunlara yapılan haksızlıklar zulümler için kimsenin canı acımayacak binaenaleyh efkar-ı umumiyyenin galeyana gelmek korkusu yok kalblerine saplanacak hançerin iras ettiği alam ne kadar acı olsa da zavallı İslamlar ah u figanlarını çıkaramayacaklar çıkardıkları takdirde bile kimse tarafından işitilmeyecek. Nitekim de öyle oldu. Rus Hükumeti bunları taht-ı himayesine aldığı vakit her ne kadar dinlerine yerlerine dokunmayacağını şart etmiş ve bu şartlar musalehanamede sarahaten zikr edilmiş ise de “el-hükmü li-men galebe” hükmünü bil-fiil icra ederek Sibirya İştip Maveraünnehir taraflarında sakin İslamların mülk-i meşruları olan yerler yüz binlerce Hahol aileleri dolduruldu. Geçen Mayısta yalnız Sibirya’ya Çelyabinsk İstasyonundan bir ay zarfında geçen muhacir Haholların miktarı bin idi. Başkaları buna kıyas olunabilir. İşte bunlar İslamlar yeğdir. Biz cehil ve adavette böyle rasih-kadem kaldıkça atılacak her hatve-i terakkı için li-garazin bir mania-i diniyye tevehhüm ve ihdasına çalıştıkça zavallı ümmet-i merhumeye daha neler çektirmeyeceğiz. Medarisin bir an evvel ıslah ve derslerin tehzibi çarelerine bakmalı. Kadimci cedidci gibi tefrikalara nihayet vermeli. Ulema da birbirlerini bi-gayr-ı hakkın tekfir ve idlal gibi şeriat-i celilemizce katıbeten memHüküm galip gelenindir.” nu’ olan menhiyatı bırakarak şu ümmetin saadetini te’min edecek esbabı i’dada bakmalı. “Muharrir Efendi! Şu mektuplarımızı gazetenize dercetmenizi istirham ederiz: Biz Kazanlı İslam talebesi i’lan-ı meşrutiyyetten bi’l-istifade sene Muharrem’de kendimize mahsus olmak üzere bir cem’iyyet-i ilmiyyenin te’sisine muvaffak olduk. Cem’iyetimizin kararıyla intihab olunan beş altı tane Harem-i Nebevi müderrislerinden usul ve tertip dairesinde nahiv aruz edebiyyat-ı Arabiyye fıkıh hadis tefsir derslerini okumaya başlamıştık. Bu sene fi Receb müderrisin-i kiram ve bazı mücavirin hazeratı huzurunda mezkur fenlerden imtihan hazırun-ı kiram bundan pek memnun oldular. Bugüne kadar usul ve tertip dairesinde ders okumak okunduğu derslerden yetimizin birinci semeresi oldu. Atide inşaallah programlarımız daha mükemmelleşecektir. Erbab-ı himmet vatandaşlarımız cem’iyetimize ellerinden geldiği kadar muavenette bulunsalar himmetleri tam yerinde sarf olunacağı şüpheden varestedir cem’iyetimizin nizamnamesini bu mektupla beraber gönderiyoruz.” Vakit: Medine gibi diyar-ı baidede olan aziz vatandaş talebemizin bir yere toplanıp böyle cem’iyet tesis ettiklerini tebrik ve muvaffakiyetle neticelenmesini arzu ederiz. Ellerinden gelen zevat-ı muhteremeye de maddi ve ma’nevi muavenetlerde bulunmalarını tavsiye ederiz. Yalnız İslamiyet muhabbetiyle ve istikbalde din-i mübine hizmet garazıyla ihtiyar-ı gurbet eden Kazanlı İslam kardeşlerimizi tebrik ve şu mebrur teşebbüslerini takdir eder ve emr-i tedrisi deruhde eden zevat-ı aliyyeye de samimi teşekkürlerimizi arza müsaraat eyleriz. Fakat şurada taht-ı tesirinde kaldığımız bir mülahazayı ityandan kendimizi alamıyoruz. Görülüyor ki biçare Kazanlı İslam kardeşlerimiz şedaid-i sab bulundukları halde bütün bu müşkilatı iktiham ederek tahsilini faide-bahş bir tarz ve usule ifrağ etmeğe çalışıyorlar. Acaba biz ne yapıyoruz? Talebe-i ulumumuz halen bir eser-i hayat gösteremiyor. Emr-i tedris halen tarz-ı sakimini muhafaza ediyor. Kazanlı İslam kardeşlerimizin şu teşebbüslerinden mütehassıl sevinç esnasında talebemizin hal-i ataletini düşünerek telh-kam oluyoruz. Hadim-i din olmak üzere yetişmeye çalışan ve bina-berin mühim ve gayet mes’uliyetli bir vazifeyi deruhde etmiş sayılan talebemizin dinin istikbaline karşı gösterdikleri şu asar-ı la-kaydiye karşı acıyor mahzun oluyor teessüf ediyoruz. Artık iyice bilmeliyiz ki İslamiyet’in tedir. Talebemiz ne derece tenevvür eder ise dinimizin ulviyeti dahi o nisbette anlaşılacaktır. Yok yine biz bu aziz vakitlerimizi haşiye sahifelerini çevirmek bi-lüzum münakaşat ile dem-güzar olmak suretleriyle imate eder ve camilerimizde din-i İslam’ın ulviyetini ve hayat-ı ictima’iyyeye suret-i hizmetini teşrihe bedel İsrailiyat ile tagliz-i ezhana çalışır isek dinsizliğin taammüm etmekte olmasından dolayı bess-i şekvaya hakkımız olmayacağı gibi mes’uliyet-i ma’neviyyeyi tahammülden dahi azade kalamayacağız. Evvela kendimizi Talebe-i ulum şu suretle uhdelerine terettüb eden vazifenin ehemmiyetini tamamıyla takdir eder ve usul-i ta’lim ve tahsili faide-bahş bir surete ifrağ eyle[r] ise o zaman medeniyet nikabı altında hayat-ı ictimai-i millimizi tehdid etmekte olan ahlaksızlıkları esasından kal’ ve kam’a muvaffak olur. Mekarim-i ahlakı itmam maksadıyla ba’s buyurulan Nebiyy-i Zişan’ın bi-hakkın varisleri olduğu o zaman anlaşılır. Bu gaye-i mes’udeyi bütün mevcudiyetimizle temenni ederiz. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Kasım Üçüncü Cild - Aded: Mösyö Hanotaux’nun eski bahsini ikmal için irad etmiş olduğu nutkun Paris’te münteşir Le Journal gazetesinden nakledilen tercümesini şimdi ceridenizde okudum. Hanotaux’nun evvelki mütalaatıyla ona tetimme olarak söylediği şeyler mensup olduğu hükumetin şuunu hakkındaki hırsından gayretinden huruş ediyor. Hanotaux kavmini gerek taht-ı hükumetlerinde gerek civarlarındaki müslümanlar sul vaz’ ederken basiretli davranmağa da’vet ediyor. Hanotaux’nun ları hıristiyanlardan ayıran müslümanların hükumet-i İslamiyye’yi Fransız nüfuzuna tercih etmelerine badi olan emrin mahiyetini tabiatini tedkık ile kabil olurmuş. Binaenaleyh eğer müslümanların efkarına Fransa muhadenetini telkih etmek kabil olur kulub-i İslamiyyede yerleşmiş amal ile Fransız nüfuzuna karşı ale’l-amya münkad olmak hissini bir yere getirmek kolaylaşır müslümanın kalbindeki akıde ile kendi tabakasındaki bir Fransız’dan sudur edecek bütün evamire hükumeti için müslümanlara yer yüzünde hakk-ı hayat bahşetmek doğru olurmuş; yoksa hükumetin uhdesine düşen vazife müslümanlara hücum ederek ya dünyadan vücudlarını kaldırmaktan yahud başka bir kıt’aya nefyetmekten ibaret Şu mütalaat Mösyö Hanotaux’yu müslümanların usul-i diniyyelerini tedkıke o usul ile gerek Nasraniyet gerek nutkunda saydığı diğer birçok edyan arasındaki müşabeheti tahkıke sevk etmiş de nihayet mutekıdlerinin kulubundaki asarına nazaran şu iki dinden birinin diğeri üzerindeki rüchanına hükmettirmiştir. Hanotaux’nun böyle bir bahse girerek müslümanlara hücum ettirmek için Fransızların kalbindeki niran-ı adaveti tahrik etmesine vaktiyle ma’hud muharebatı uyandıran rahibin yerine bugün kendi geçmek istemesine gelince bu öyle bir mes’eledir ki biz onun te’min edeceği faydayı Hanotaux’nun kendisine mensup olduğu devletin mevkii hakkındaki telakkısine; hasisa-i merhamet ve insaniyyetten olan nasibine bırakırız da yalnız Fransız lisanını öğrenen Fransız adab-ı muaşeretini medar-ı mübahat addeden Fransız medeniyeti anılınca şevke gelen bazı müslüman gençlerimizin nazar-ı dikkatini celb ile iktifa eyleriz. Hatta eğer Mösyö Hanotaux usul-i dinden olan bir asla taarruz etmiş olmasaydı ismini bile zikr için kalemimi oynatmazdım da sözlerine olan nazarım ümmetlerin ahvalini ricalinin ef’alini tedkık eden bir adamın yahud anlamak için okuyan hükmetmek için anlayan Binaenaleyh kailin hatasını savabını intikada lüzum görmeyen bir müverrihin nazarı gibi sırf ibret almaktan ibaret kalırdı. Lakin böyle bir asla taarruz etmesi bana şimdi bu satırları yazdırıyor. Hanotaux’nun sözlerine bakan ilk nazarda görür ki bu zat akaidde mukallid olduğu gibi tarihte de mukalliddir; birçok suretlerden mürekkeb bir halita-i mübheme-i ma’lumatı zihnine doldurmuş sonra kalemini o halitaya musallat etmiş de müslümanları tanımayan Fransızları tedhiş için rastgele etrafa dağıtıyor. Mösyö Hanotaux medeniyyet-i Ariyye daki farka bunlardan birisinin diğerine yani medeniyyet-i Ariyye’nin hasmı olan medeniyyet-i Samiyye’ye galebesine dair daha bunlara benzer birçok şeyler söylüyor. Medeniyyet-i Ariyye’nin mehd-i zuhuru terbiyet-gahı olan Hind evvelden olduğu gibi bugün de –Mösyö Hanotaux’nun takdir etdiği– putpereslik halindedir. Lakin bu medeniyyetin ehli kendi akıdelerine temessük edenleri dünya durdukça birleşmeleri kabil olmayacak birtakım aksama ayırmıştır. Bunlar içinde öyle tabakalar vardır ki aklen hilkaten kabiliyyeten aşağı bir mertebede bulunmakla mahkumdurlar. Bunlar için kainatın devamı müddetince ma-fevkındeki tabakaya yükselmek kabil değildir. Hem bu safil tabaka ekseriyeti teşkil eder. Kezalik öyle tabakalar vardır ki efradı necaset cinsinden addolunduğu için diğer tabakattaki eşhas bunlara temas edemez. Alemin fani olduğu insan için böyle bir alemde şuun-ı maişet kaydına düşmek layık olamayacağı Acaba Brahma dinine temessük edenler bu hali medeniyyet-i Samiyye’den mi aldılar? Halbuki bilad-ı Hind’in coğrafyasına biraz vukufu olanların ma’lumu olacağı vechile mede-niyyet-i Samiyye onları ancak son zamanlarda tanıyabilmiş ancak pek azının kalbinde yer edebilmiştir. Sonra acaba Mösyö Hanotaux zanneder mi ki Avrupalıların vasıl olduğu medeniyet oraya şarktaki bilad-ı Ariyye’den aktar-ı garbiyyeye hicret eden ilk muhacirlerle beraber gitmiştir? Acaba sine-i tarihi kabartan bu kadar büyük işleri Mösyö Hanotaux tahattur etmiyor mu? Acaba Ari olan Avrupa’nın nasıl bir dereke-i hiçide olduğu; ilmin medeniyetin bu kıt’aya ancak akvam-ı Samiyye ile ihtilattan sonra geldiği aklına gelmiyor mu? Halbuki Mösyö Hanotaux’nun zu’munca sonradan gelen Avrupalıların esatizesi olan eski Yunanlıların tarihini bilenler bu hakıkate pekala vakıftırlar. Müslümanlar Avrupa’nın etrafını fethe başladıkları bir zamanda bu kıt’adaki medeniyet-i Ariyye ne mahiyyetteydi? Acaba bu medeniyyet kan dökmekten din ile ilim ibadetle amel arasında muharebeler açmaktan mı ibaretti? Evet! İs-lam’ın zuhurunda garplılarca ma’ruf olan medeniyyet sırf bu idi. Müslümanların Avrupa’ya götürdükleri ulum oraya kadar sürükleyip de kabul ettiremedikleri medeniyet neydi? Evet götürdükleri şeyler hep Acemlerle sair Asya sekene-i Ariyye’sinin sanayii ehl-i Faris’in Mısırlıların Romalıların Yunanlıların ulumu idi. Hem müslümanlar bu ulumu buldukları gibi alıp götürmediler; belki o devirdeki rüesa-yı garbın eliyle üzerine yığılan levs-i hurafattan kamilen tathir ettiler de pak dırahşan bir surette zalam-ı cehalet içinde kalarak nereye gittiğini bilmeyen gafil garplıların gözlerini kamaştıracak bir tarzda getirdiler. Ben MösyöHanotaux’nun icmaline karşı yine öyle mücmel bir surette cevap vereceğim. Zira vak’anın müfredatı ne kavmince mechuldür ne de içlerindeki erbab-ı insafın birçoğu bunu itiraftan geri durabilir. Medeniyyet-i hazıraya karşı garplıların kalbinde bir şevk uyandıran ilk şerare ziyası Endülüs afakından dırahşan olan o şu’le-i cevvale idi ki din-i Mesihi ricali bu nur-ı irfanı söndürmek için asırlarca uğraştılar da bir türlü muvaffak olamadılar. Avrupalıların bugün o saha-i ma’rifette biçtikleri mahsul hep ilmi hürriyyeti medeniyyet-i hazırayı memleketlerine uğratmamak için rical-i nasraniyyet tarafından akıtılan eslaf-ı masumelerinin kanlarıyla sulanmış bir arzın feyzidir. Mösyö Hanotaux’nun sözlerini gören kari’ müslümanlar tarafından getirilerek medeniyet-i Ariyye ile çarpıştırılan medeniyet-i Samiyye’nin ma’nasını ta’yin hususunda hayrette kalır. Galiba Fransız milleti gibi saika-i zekasıyla ezkiyaya münkad olan bir millet arasında Hanotaux’nun siyaset-i hariciyye umurunda muvaffakiyet gösterememesi kendisinin hakaik-ı tarihiyyeye nüfuz edemeyerek yalnız elfaz-ı tarihiyye mi bilen bir adam için mensup olduğu kavmi akvam-ı mücavereye tefevvuk-yab olacak bir yola getirmek o kadar müşkil değildir. Müşkil bir şey varsa o da bugün böyle bir adamı bulmaktır. Sahaif-i tarihe bakanların gözleri cebhe-i ezmanda tasallub edip kalmış olan hun-ı masuminin in’ikasından humret den bu dinin Nasraniyet’in ehli tarafından medeniyet-i Samiyye erbabına mukavemet etmek o medeniyetin ziyasını söndürmek için dökülmüştür. Eğer yalnız zaman-ı hükümde mevcut olan erbabının ahvaline bakarak edyan hakkında hüküm vermek sahih olsaydı din-i Mesihi ile medeniyet-i hazıra arasında hiçbir münasebet olmadığına hükmetmek bizim için caiz olurdu. Çünkü sından hiçbirini fevt etmiyoruz. İncil hıristiyanlara dünyadan rabıtayı kesmekle emrediyor; gömleği alınan bir adamı hırkasını da vermekle mükellef tutuyor; sağ yanağına tokat vurulana sol yanağını da çevirmesini tavsiye ediyor; bütün hıristiyanların bütün mevcudiyetleriyle “eb”de fani olmaları lazım geleceğini söylüyor; bir zenginin alem-i melekuta girmesinden bir devenin iğne deliğine sığması daha kolay olduğunu hikaye ediyor. Daha bunlardan başka alem-i bakı sükkanına iltihaka kesb-i liyakat için insanları bu alem-i faniden inkıtaa da’vet eden bir Resul-i Rabbani’ye şayan ne kadar melekuti vesaya varsa hepsini bezlediyor. Acaba İncil’in tavsiye etmiş olduğu vechile Allah’ın hakkını Allah’a kayserin hakkını kaysere vermek hiç Hanotaux cenablarının hayalinden geçti mi? Acaba diyanet-i Mesihiyye ile akd-i muahat etmiş olan medeniyyet-i Ariyye’de bunun bir misalini gördü mü? Meşhudat hiç böyle bir vak’a geçmediğini bize gösterip duruyor. Zira bu medeniyet nüfuz ve saltanat medeniyetinden sim ü zer medeniyetinden zib ü ihtişam medeniyetinden mekr ü nifak medeniyetinden başka bir şey değil. Bu medeniyete hakim olan kuvvet ise bir kavmin nezdinde altın diğerinin indinde liradır ki işin içinde İncil-i şerifin zerre kadar dahli yoktur. Mesihilerin kendi dinlerinden olmayan padişahlarına karşı husumet etmemeleri için Hazret-i İsa kaysere ait olan şeyi kaysere terk eylemelerini tavsiye etmiş iken bugün hal öyle ber-aks olmuş ki: Hıristiyanlar müluk şöyle dursun zir-i tabiiyyetlerinde bulunan akvamın bile başka dinden olmasına bir türlü tahammül edemiyorlar! Evet vakıa bugün de İncil’in evamirini yerine getiren bir kavim bulunuyor. Bu kavim Amerikalı bir cemaattir ki memleketlerini servetlerini bırakarak Kudüs-i Şerif’e gelmişler de Mesih’in nüzulüne muntazır oluyorlar. Cenab-ı Mesih meşhur minareye hubut eder etmez herkesten evvel istikbal teşkil eden efrad kalblerinin safiyyeti ruhlarının hırs u tamadan nezaheti itibariyle kütüb-i mukaddese tilavetinden başka her türlü amelden münkatı’ olmak mertebesini bulmuşlardır. Eğer diyanet-i İslamiyye’nin hücum ettiği medeniyyet-i Ariyye bu ise o muhacimin hüccetlerine delillerine herkesten evvel ben beyan-ı teslim ü kanaat ederim. Akvam-ı Samiyye arasında Fenikeliler var ki san’atta ticarette hatta kıraat ve kitabette Avrupalıların üstadı bunlardır. Kezalik Samiler içinde Aramiler de bulunuyor ki Romalılar za-manında büyük bir medeniyete sahip olan bu kavmin fazlını garplılar da inkar edemezler. Zaten silm-i insaniyette bit-tedric yükselen akvam indinde mebadi-i sınaat birdir. Bir kavmin diğer kavme nisbetle arz edeceği tehallüf ancak hacat-ı maişetin icabat-ı şuunun tabayi’-i ekalimin kendilerinde husule getireceği hususiyattır. Ümmetler öteden beri yekdiğerinden iktibas-ı medeniyyet ederler. Hacat-ı hayatiyyesinden birini te’min yahud şuun-ı medeniyyesinden birini istikmal için her kavim diğerinden bir san’at yahud bir ma’rifet alabilir ki bu hususta Ari ile Sami arasında kat’iyyen fark yoktur. Nitekim vaktiyle garb-ı Ari şark-ı Sami’den bugün izmihlal halindeki şarkın istiklal içinde bulunan garpten almakta olduğu şeylerden daha çok şeyler almıştır. O halde hazret-i muharririn medeniyet lafzından dinden başka bir ma’na kast etmediği anlaşılıyor. Zaten din-i Sami’den murad tevhid din-i Ari’den maksad da mukabili olduğu kelamında tasrih edilmiş idi. Şimdi ben bu vezir-i şehire mektep çocuklarının bile ma’lumu olan bir hakıkat-i bedihiyye takrir edeceğim ki o da şudur: Din-i tevhid din-i Sami değildir belki ancak din-i desi tarafından bunlara nisbeti olan Hazret-i İsa sonra onun raplara Fenikelilere Aramiler’e el-hasıl Kitab-ı Mukaddes’te disince ma’lum olacağı üzere- bunlar bütün putperesttiler Müşebbihe’dendiler; bu hususta amcazadeleri yahud düşmanları olan Arilere asla muhalif değildiler. Sonra Hanotaux teşbih ve tecsimin akıde-i tevhide tafdili bahsine dalıyor da felsefe ve ulum-i ictima’iyyedeki ıttıla’-ı vasi’anın sevkıyle bunun için birçok esbab ve ilel dermiyan ediyor ki onlara karşı da söyleyeceğimiz sözler var. Zaten inşaallah yarınki makalemiz buna dair olacaktır. Kalemi elimden bırakmazdan evvel böyle bir vezir hakkındaki ta’zimleri müslümanların Allah’a karşı olan tenzihlerinden pek de aşağı olmayan zevata şurasını söylemeliyim: Eğer ben Hanotaux’yu ma’lumat-ı tarihiyyede racil göstermiş isem; bir kere hakıkaten racildir ki kavmi içinden birçoğu kendisinin bu halini bilir; bir de cihan-ı ilimde ilimden başka emir ve vezir yoktur. Geçende Lamartine’in Méditations Poétiques’ini beraber okurken “Cenab-ı Hak” ünvanlı manzumeye hayran olmuş: Kuvvetini muhafaza şartıyla tercümesi kabil olsa… demiş idiniz. O zaman bu sözünüze karşı bir şey söylemedim. Fakat sizden ayrıldıktan sonra tecrübe-i kalem kabilinden olarak tercümesine başladım. Böyle bir şey vücuda geldi. Bilmem nasıl oldu? Mevzuun ulviyyeti üslubu ma’zur gösterir zannederim. CENAB-I HAK Evet! Ruhum bu selasil ve kuyudu üzerinden atmakla vayemend-i safa oluyor: Beşeriyete has olan bar-ı meşakk u mihenden fariğ havass u meşairimi bu alem-i eşbahta tarik olduğum halde alem-i ervaha i’tila bu alem-i mahsusatı zir-i pa-yı istihkara alıp saha-i imkanda istediğim gibi pervaz eylerim. Ruhum mahbes-i vesi’inde sıkılıyor. Bana öyle bir yer lazım ki asla hududu afakı olmasın. Umman-ı bi-keran bir katre gözyaşını nasıl mahvederse na-mütenahi de benim endişe-i mevhumumu zatında fani etmekte fikr ü endişem ebediyyetlere hakim olarak zamanı feza-yı bi-payanı tay fenaya takarrüb saha-i vücud-ı mutlakta seyran Cenab-ı Hakk’ın havsala-i idrake sığmayan zat-ı uluhiyetini müsaade-i imkan derecesinde idrak ü Fakat hissettiğim halatı tasvir etmek istediğim anda bütün elfaz u kelimat bi-tabane mücahedat içinde karin-i izmihlal oluyor! Ruhum söylüyorum zannediyor! Ta’ab-zede lisanım; zılal-i endişe-i bi-mealim olan birtakım esvat-ı bima’na Cenab-ı Hak ervah için iki muhtelif beyan halk etmiştir. Bunlardan biri savt-ı melfuz halinde havaya karışır; bu gurbet-geh-i nasuttaki ihtiyacatımıza kifayet-saz olur; fanilerin bir karar üzere olmayan şuun-ı mukadderatına göre her iklimde tebeddül eder; yahud mürur-ı zaman ile vadi-i terk ü nisyanda kaybolup gider! Bakı ali umumi na-mütenahi olan lisan-ı digere gelince o bütün zekaların lisan-ı hem-zadıdır. Cevv-i havaya aks ü intişar eden savt-ı meyyit değildir. Kulub ile mesmu’ bir kelime-i zi-hayattır söylenir işitilir ruh ile ancak o lisan üzere söyleşilir. Bu lisan-ı mahsus te’sir tenvir eder alam u ekdar-ı kalbiyyeyi tefhim için bu lisanın ah u eninden şiddet ü savletten başka tercüman-ı ateşin-beyanı yoktur. İşte bu lisan lisan-ı münacat-ı enam olan lisan-ı semavidir ki onu yeryüzünde ancak aşk-ı hakıkı anlar. Pervaz etmek istediğim bika’-i safiyyede ruhuma müstevli olan şevk-i vecd-amiz bu lisanı bana tebyin ü telkın eder. Bu leyle-i zulmada benim yegane meş’alim o vecd-i şevk-engiz olup bana bu alemin hakıkatini akıldan daha vazıh surette bildirir. Delil-i rahım odur. Öyle ise gel onu sana terfık edeyim! Gel! Onun ecniha-i ateşininde hayret ü heyemana müstağrak ol! Artık alem nazarımızdan nihan oluyor kayd-ı zamandan azad oluyoruz feza-yı la-tenahiye geçiyoruz. İşte meratib-i ezeliyye-i hüviyyet itibariyle muvacehe-i hakıkatteyiz! Tulu’ ü ufulü olmayan o kevkeb-i cihan-ara zatını yine zat-ı ilahisi takdis ü tenzih eden Hazret-i Mevla’dır. Mevcud-ı hakıkı ancak O’dur. Kainat O’ndan iktibas-ı feyz ü cud eder. Fezayı na-mütenahi tecelli-gah-ı vücudu ezeliyyet mikyas-ı şuun-ı na-mahdududur; ruz-ı ruşen taalluk-ı nazar-ı ilahisinden nişan vech-i ezelisi mir’at-i hestide nümayandır. Kainat kudretiyle kaim her şey O’nun feyziyle daimdir. Emvac-ı ezel-peyma-yı hadisat menba’-ı nefad-ı na-pezir-i kudretinden cuşan olan bir nehr-i seyyal gibi umman-ı vücuda akmakta tekrar mebde-i küll olan zat-ı uluhiyyetine rücu’ etmektedir. Kendisi gibi na-mütenahi olan asar-ı kudreti de Sani’-i ezelilerine hamd ü sena o Sani’-i ezelinin nefehat-ı kudsiyyesi de saha-i tekvini sunuf-ı mahlukat ile imla etmektedir. Mebde ü mead-ı kainat olan zat-ı uluhiyyetinin meşiyyeti ayn-ı icad vücudu mahz-ı ibda’dır. Şu hale göre meşiyyet-i ulviyyesi kanun-ı bedi-i ilahisi demektir. Fakat zulmetten füturdan beri olan o meşiyyet-i ulviyye ayn-ı intizam u kudret ayn-ı adalet ü hikmettir. Kabil-i vücud olan her şey üzerinde meşiyyeti caridir. Hazine-i la-tüfna-yı cudundan zeka aşk kuvvet cemal şebab gibi füyuz-ı ilahiyyesine mazhar olan insan alet-tedric vasıl-ı kurb-ı Rahman olur. Zat-ı uluhiyyeti adem hükmünde olan nev’-i beşeri bu suretle mevahib-i samedaniyyesine müstağrak ederek derekat-ı süfliyye-i vücuddan kemalat-ı zatiyyesinin mazhar-ı tammı olacak birtakım nüfus-ı zekiyye halk eder. Terbiyyet-pezir-i dest-i kudreti olan bu ibad-ı sıdk-i’tiyadı de halıklarıyla kendi aralarındaki mesafe-i bipayanı takdir fıtrat-ı zekiyyeleri iktizasınca alemlerden gani merci’-i ezeli ve ebedi olan Hazret-i uluhiyyete teveccüh ve rücu’ ederler. linde sacid olduğu kainatın aklı vücudundan haberdar adaletin sefaletin ümid ü intizar Hazret-i Mesih’in yeryüzünde havarıkını izhar eylediği Zat-ı Bari O’dur. O ma’budün bi’l-hak insanların kendi eliyle yapılan sade-dil ecdadımız tarafından lerze-i haşyetle tapılan ma’budlardan olmayıp vahid ü ehad adil ü samed olan Hudayı azze ve celdir. Arz onun asar-ı kudretini görür sema ism-i mübarekini bilir. Bahtiyar o kimsedir ki zat-ı uluhiyyetini tasdık eder mes’ud u kamkar odur ki ona sıdk u ihlas ile ibadet eyler. Evet bahtiyar o kimsedir ki cihan zat-ı samedanisinde gafil yahud mütegafil iken zulmet-i leyal içinde füruzan olan mesabih-i’alanın eşi’a-i hüda-nümasıyla ancak iman ve i’tikad ile girilebilen harim-i ceberutuna reh-yab-ı i’tila olup aşk-ı ilahi şükr ü sena-yı na-mütenahisinin te’sir-i takat-suzuyla bitmiş kendisinden geçmiş olduğu halde micmere-i takdis ü temcidinde ruhunu suzan eyler! Ancak bi-tab bi-mecal olan ruhumuzun alem-i balaya zat-ı ilahisinden ahz etmesi lazımdır. Alem-i balaya ateşin cenahlarla pervaz edilir; ruhun ateşin cenahları da: Kasd-ı Ah niçin ben nev’-i beşerin henüz dest-i icad-ı kudretten çıktığı zaman ve ismet itibariyle Hazret-i uluhiyyetine daha yakın onunla mükaleme şerefine nail olduğu devirlerde dünyaya gelmedim? Niçin şems-i cihan-aranın tulu-i evvelininde bu dünyayı görmedim? Niçin Beni Adem’in firaş-ı vücudda O zaman insanlara her şey zat-ı uluhiyyetinden bahsetmekte O zaman bütün dünya senin azamet-i ulviyyenle teneffüs eder yed-i ibda’ından çıkan alem-i tabiat de sani-i zişanının nam-ı bülendini her tarafa neşr ü isal eyler meknun-ı teakub-ı edvar olan o nam-ı bülend –insanlara karşı– asar-ı sun’-ı kudretinde daha beyyin bir surette şa’şaa-pirayı zuhur olurdu. O zaman insanlar ancak sana rücu ancak senden istimdad istigase ederlerdi; sen de onların nida-yı Birçok zaman onları hitab-ı izzetine mazhariyyetle terbiyet-pezir yed-i kudretinle tarik-ı müstakıme delalet murad ettin. “Sinhar” “Mamberi” vadilerinde meşcere-i “Horeb” [Tur-ı Sina] yani Hazret-i Kelim’in İbranilere ahkam-ı ilahiyyeni tebliğ ettiği muazzam tepede kaç kere rida-yı kibriya ve azametinle tecelli-nüma-yı zuhur oldun! Evlad-ı Yakub kırk sene kadar han-ı ihsanından nevaleçin oldu. Onların gunude-i hab-ı gaflet olan kalblerini rüsul-i kiramınla bidar gözleri önünde harikalar izhar eder idin. Ne vakit seni unutsalar sema-yı mecd-i uluhiyyetinden nüzul eden melekler onların vadi-i dalalde puyan olan kalblerine zat-ı pakini tahattur ettirirdi. Fakat o hatırat-ı safa-meşhun menbaından uzaklaşan bir nehr-i seyyal gibi bize doğru cereyan ettikçe safvet-i asliyyesini kaybetmiş yelda-yı amik-i ezman o kevkeb-i sal-dide-i hatıratın envar-ı şa’şaa-nisarını alet-tedric karin-i inhisaf eylemiştir. Sen hitab-ı izzetine nihayet verdin. Gaflet ve nisyan teakub-ı ezmanda o nam-ı azamet-ittisamın sahife-i mükevvenatta müntekış olan asar-ı tecelliyyatını göstermemeye başladılar. Tevali-i a’sar ile çehre-i dil-ara-yı iman soldu. İnsanlarla senin arana şüphe ve tereddüd hail oldu. Ey Halık-ı Zi-şan! Bu alem artık senin azamet ve kibriyanı takdir edemeyecek kadar mağlub-ı heremdir. Nam-ı pakini asar-ı kudretini hatıra-i mukaddeseni sahife-i kalbinden silip vadi-i dalale düştü. Tekrar o feyze mazhar olmak için nehr-i mevc-a-mevc-i eyyamı maziye doğru kat’ etmek lazım gelir. Ey alem-i şuun! Ey kubbe-i azamet-nümun! Dide-i gaflet sizi beyhude temaşa efsus ki ma’budu görmeyip yalnız ma’bede karşı güneşlere beyhude bakıyor. Onların ledünniyatına vukuf-ı müteazzir olan seyr ü hareketlerini beyhude ta’kib ediyor. Artık onları idare eden kudret ü kuvveti tanımıyor. Zira daimi ezeli harikalar -ülfetten dolayı- harikalıktan çıkıyor. O şümus-ı feza-peyma bundan evvel nasıl parladıysa bundan sonra da yine öylece parlayacaktır. Kim bilir onların mebde-i seyr ü hareketleri ne zamandır? Haziz-i hake feyz ü bereket veren şu fanus-ı semavi acaba ilk defa olarak ne zaman doğdu? Bizim ecdadımız da onun seyr-i evvelinini görmemişlerdir. Çünkü eyyam-ı ezeliyyenin yevm-i evvelini yoktur. Kudret-i Rabbaniyyen bu tahavvülat-ı azime-i şuun içinde akl u vicdana mevcudiyyet-i ilahiyyeni gösteriyor. Fakat gören kim? Nev’-i beşerin maye-i mübahati olan saltanat-ı faniyye baziçe-gah-ı kudretinde elden ele geçiyor. Lakin ibret alan kim? Gözümüz asar-ı kudret ü azametinle ülfet ettiğinden ona karşı la-kayd bulunmak gibi bir i’tiyad-ı sakıme mübtela olmuş asırlardan beri görülegelen bu menazır eskimiş gaflete dalmış! Ey Halık-ı Zi-şan! Sen bizi ikaz bu alemi emrinle başka bir surete tahvil kelimat-ı kudsiyyeni adem hükmünde olan nev’-i beşere isma’ bu alemin heyulasından bir alem-i diger başka menazıra vadi-i tereddüde puyan olan ukul-i kasıramız başka havarıka muhtaç. Artık kulub-i kasiyemize hiç te’siri olmayan şu semavatın intizam-ı meşhudunu tagyir alude-i zulmet-i dalal olan gözlerimizi bir şems-i nevin-i digerle tenvir et. Azamet-i ilahiyyene nisbeten la-şey hükmünde olan bu kasr-ı kühen-sali tahrib tecelliyat-ı zatiyyenle bizi imanına mecbur et. Saha-i semada seyreden güneşin kainata şems-i ma’nevinin ziya-yı münkesifi tedricen alem-i fikr ü canı tenvirden kalacak. O fanus-ı semavinin sadme-i kahr-ı le-i zulma-yı ebediye müstağrak edecek. Ya Rab sen de o zaman bu alem-i faniyi tahrib edeceksin. Savaik-ı kahr u celalinle zir ü zeber olan bu saray-i hestinin bakıyye-i enkazı da saha-i ceberutundan aks-endaz-ı dehşet olan “Var olan ancak benim! Masiva için imkan-ı beka yoktur. Beni beşer imanına nihayet verdi. Onun mevcudiyetine de nihayet verildi” hitab-ı azamet-meabına ilelebed ma’kes olacaktır. Aslındaki nezahet-i fevkalhayali ne kadar mümkün ise o kadar muhafaza etmek şartıyla böyle semavi bir neşideyi lisan-ı irfanımıza nakle himmet ettiklerinden dolayı Ferid Bey kardeşimize teşekkürler ederiz. Şarkın garbın bedayi’-i irfan u edebiyle kütübhane-i millimizi nasibe-dar-ı kemal etmek isteyen erbab-ı kalemimiz Ferid Bey’in meslek-i taharrisini takib ederlerse bizim fakır edebiyatımızı iğna edecek böyle pek çok cevahir-i ma’rifet bulurlar. Kaybedecek vaktimiz yoktur. Aramalı bulmalı yazmalıyız. Ve o gece Fürs’ün nice sallerden beri ikad ü perestiş etmekte oldukları bütün ateş-gedelerdeki ateş söndüğünden ehl-i narda kürbet ü bela hasıl oldu. ma’nasınadır. fail ve terkibine muateş-gede demektir.’de vav haliyedir ve mudemektir ve zamir beyt-i nara muahhar yı ma’nasına alıp bu deki vav Gam ve gussaya denir.’de taliliyyedir : ha’nın zammıyla ateşin koru sönmeyeha’nın zammıyla ateş bi’l-külun ma’nasında isti’mal olunduğu anlaşılıyor ve mübteda üzerine ma’tuf. Mihnet ve musibete denir. Yine o gece zuhura gelen garaib - i umurdandır ki Fürs’ün bazı pınarları yere battı kuruyup bir katre suyu bile kalmadı acaba onların ateş - gedelerindeki ateşler[i] mi bu yere batan pınarları itfa etti? Hayır! O ateşleri zuhuruyla her batılın muzmahil olduğu sırr - ı vücud - ı Muhammedi itfa eyledi . sıfat ile muhassas mübteda ve pınar ma’nasına olan yere battı ma’nasına mazi fi’l-i tam. itfanın mef’ulün bihi ve lam’ı lam-ı takviyyetBu bir veladettir ki bundan ehl-i küfrün taliinde kendileri üzerine vebal ve veba oldu. Veladet-i Muhammediyye hasebiyle ehl-i küfrün necm-i taliinden kendilerine azim vehamet ü mihnet hulul eylediğine dair kehene tarafından ahkam mübteda-i mahzufa haber. fi’l-i tam ve habere lafzı ve terkibi takdirindedir. harfi kelimesine mütealliktir. Kehene ve müneccimunun alemde hadis olacak umuru fa’ildir ve vebale müteallik ve zamir ehl-i vebal üzerine ma’tuftur. Her ikisinin tenvini Veladet-i Muhammediyye hasebiyle Amine’ye ol fazilet kutlu olsun ki o fazilet ile Havva dahi müşerref oldu. Cenab-ı Amine’ye Hazret-i Ahmed-i Muhtar’ı bila-vasıta alem-i şühuda ibraz eylediğinden bu şeref-i celil ona mübarek olsun ki ümmü’l-beşerden valide-i müşarün-ileyhaya kadar ümmehat-ı mükerremat bu dürr-i meknunu alem-i aslaba yab-ı fahr ü ibtihac oldular. lafzı takdirinde olarak mübarek olsun bab-ı salisden emr-i gaib de harf-i cer sebebiyye ve zamir Resul-i Ekrem’e fi’l-i muzmerin mef’ulü ve lam’ı lam-ı takviyyettir. şeref ve rif’at ma’nasına olarak fi’l-i muzmerin fa’ili. ’ tef’il de zamir fiile raci’ na’ib-i fa’il. Din-i mübin-i İslam her bid’at-i seyyieyi red ile terk ile emrederken İslamiyyet’te birçok bid’at-i seyyie mevcut olduğunu kimse inkar edemez. En büyük bid’at ise hutbelerimizin bugünkü halidir. Sıratımüstakım risalesi birçok defalar hutbelerimizden bahseylediği halde maatteessüf serd ettiği mütalaat hiçbir taraftan nazar-ı i’tibara alınmamıştır. Halbuki hutbe bir nutk-ı dinidir din-i İslam ise bütün ulum ve fünundan bahseder. Böyle iken acaba şimdiki hutbelerimizden istifade olunuyor mu? Taganniden başka bir şey var mı? Hatta garibdir ki o silsile-i nagamat içinde az çok mevzu’ hadisler de kulağa çarpıyor! Geçen Cum’a günü İstanbul’un büyük camilerinden birinde hatib efendi kafiyeyi kaf harfiyle getirmek için minberden diyerek indi. İşte bu husus için ulema-yı zevi’l-ihtiramdan mukni’ bir cevaba muntazırım. Zira isbat ba’den-nefy bu ayet-i kerimede lazım-ı gayr-ı müfarıktır. İmdi maksad-ı acizanem şudur ki artık bu eski hutbeler ile bu taganniyi terk edelim: Dini ictimai siyasi hutbeler tanzim Acizlerinin iki seneden beri Arpacılar Camii’nde okuduğum hutbelerin müstemi’ine hakkıyla te’siri görülmüştür. Hatta bu hafta okunan hutbe birçok erbab-ı fazl u kemal tarafından mazhar-ı takdir oldu ve yazılması rica edildi. Ancak kesret-i meşagilime binaen aynı hutbeyi birçok zevata yazamayacağımdan risalenize gönderiyorum. İnşaallah bundan böyle her hafta okunacak hutbelerin suretini takdim ederim. Ve’s-selamü aleyküm. Ali Şeyhü’l-Arab yat ki sütur-ı siyah-gisu-yı seher-tar-ı perişanidir; her murg-ı kalb onun üftade-i dam-ı hüsnüdür. Edebiyat tabiatin mehasin-i menazırı gibidir: Onda herkes kendi fikrine ait bir meal-i aşina kendi kalbine müessir bir lisan-ı na-bigane bulur. Semadan güneşten kamerden yıldızlardan çiçeklerden nur u nükhet şeklinde intişar eden meal-i feza-nurdan herkes müstefid ve mütelezziz bir kari’dir. O halde herkes edebiyattan da bir şey anlamak lazım gelir. Çünkü hiçbir üstad-ı mütekamil-i edeb yoktur ki tabiat kadar muktedir tabiat kadar çire-desti-i icada malik olsun. Zahirat-ı encüm şems ü kamer asuman u afak tabiatin edebiyat-ı zevi’l-eşkalidir. Tabiat bazan ressam bazan şair olan bir vücud-ı na-mer’idir. Tabiatte hem artistlik hem şairlik kemaliyle tecelli etmiştir. Demek ki tabiat en muktedir bir şair-i evvel en şair bir ressam-ı kainat-nüvistir. Onun müessir şiiri ise bir hüsn-i vazıh bir cemal-i ayandır ki onun hutut-ı nasıyye-i melahatini – bir kitab-ı basitin elfaz-ı sademeali gibi – herkes okur yahud hiç olmazsa heceler. Tabiatin eş’ar-ı sad-hezar şekli herkes tarafından anlaşılınca mayan- bir şairin eseri anlaşılmamak neden icab etsin? Vakıa kamerin bir küre-i münevvere-i buruc-ara olduğunu herkes bilmez; vakıa şiirin de kendine has bir mahiyet-i aliyyesi bir sanat-ı mümtazesi vardır ki onu herkes anlamaz; fakat ayda güneşte hatta birer küre-pare-i serair olan yıldızlarda yine zıll-i siyah-ı ibham yoktur. Binaenaleyh şiirin de nur-ı kainat-muhitinde sevad-ı kesif-i mübhemiyyet yoktur yok olmak lazım gelir. Bir meal-i şi’rin derece-i ibhamı fırtınalı bir hava-yı meys merin bulut altından derece-i in’ikasını geçmemeli. Bir mezarın toprağında bir naş-ı madumun zıll-i mevcudiyyeti nihan u mübhem nasıl lerzende ve mer’i ise mübhem olan şiirlerin de mübhemiyet-i meali sevad-ı elfaz içinde nihayet bu dereceyi aşmamalı. Renkler parlak olmayacaktır düsturunu kabul edelim; evet elvan-ı beyan o mertebe ayan olmasın diyelim; fakat şüphe ve itiraz edilmemeli ki elvan-ı beyan da ancak bir kavs-i kuzahın zerrat-ı her-dem-mütelevvinindeki rengarengi-i nim-ayanı andıracak kadar mübhem olmalı. Eğer anlaşılmayacak şeyler söylemek şiir söylemiş olmaksa kavimlerin Darülfünun-ı edebini darü’ş-şifa-yı cinnetin bir fakültesi addetmek neden doğru olmasın! Anlaşılmayan şiirler –ta’bir caizse– şiir olmayan şiirler ve mübhemat-nüvis şairler –ta’bir azade-i i’tiraz ise– şair olmayan şairlerdir. Kendisi huzur-ı rahmet-i Mevla’ya intikal edince asarı nazar-ı merhamet-i üdebaya arz-ı iftikar eden merhum ve mağfur Naci Efendi’nin kendisi gibi merhum ve mağfur olan eserlerindeki vuzuh ve sadegi davamızın delil-i butlanı olamaz. Naci Efendi elfaz-ı sade ile efkar-ı sade yazmış bir muharrir-i şair-nümadır. Huzur-ı mezarına ve yekun-ı asarına bir Fatiha ithaf etmek milletin borcudur. Naci Efendi’nin ve peyrevan-ı fehm-efkar u ateş-zebanının ki acizleri şiirlerinden ziyade girye-averdi yazdıkları her şiir-manzume-mersiyet ve mahiyetin her kelimesi bundan otuz sene evvelki na-tüvan yahud nev-tüvan bir edebiyatın bazuvan-ı şübban-ı mensubinine geçirilmiş ma’nevi bir zincirin bugün paslanmış siyeh-nümun-ı zeval halkalarıdır. Asar-ı Abdülhak Hamid’in ızlal-ı ibhama karin ve belki de garik olması iddiası ancak bir iddia olduğundan şiir mübhem olmalıdır gibi bir iddia-yı digere delil olamaz. Hamid Bey’in asarı mübhem değil efkarı mualladır. Ulviyeti herkes tamamıyla anlayamayacağı için Hamid’i de herkes anlayamıyor. Bizim müfekkire-i nasut-menziletimize lahutlardan burclardan şahikalardan kopup düşen hitabat-ı aliyye bit-tabi’ mübhem gelir. Dehanın karşısında zeka aciz ve racildir. Engin denizlerin emvac-ı şevahık tareyanını payansız sahillerin leb-i zemzeme-dar vüs’atinden ayırıp da hıyaz-ı hadayikın daire-i dil-teng-i rakidine nasıl isal ve idhal edebiliriz? Hamid’in ibham-ı muazzamını bugün müsin birkaç çocuğun taklid etmeğe çalışması o kebg-i hıraman-ı şi’rin zagasa bir musallid-i mudhiki olmak değil midir? Bir de anlamak isterim ki bugün te’sis yarın tevsi’ edilmek edebiliriz? Osmanlıların kullandıkları siyah mürekkebler hala edebiyatın siyeh-tali’liğine ma’kes olmuş gibi ağlayarak mı cereyan etsin? Artık bize bir duşize-i nihal-endam ve gül-cemalin tarif-i hüsn ü anı gerekmez. Bir devr-i inkılab –kanlar cerihalar hiras felaketlerle dolu– bir kitab-ı zi-hayat bir bina-yı pür-vekayi’dir ki onu kılıçlar yazar ve yapar lakin o hayat-ara kitabın o vekayimeşhun binanın ölüme nisyana karşı sıyanet-karı kalemler olur. Açık söyleyeyim inkılabı kılıçlar te’sis ederse kalemler tedvir eder. Müessis-i devr-i inkılab olan kılıçlar gubar-alud niyam-ı ihtifalarından çıkalı epeyce oldu; fakat idame ve hokka-i siyeh-da’ire-i tereddüdlerinden kıyam-nümun-ı huruc olmalıdır. Vakıa Namık Kemal’in muazzam oğlu Ali Ekrem son asr-ı edebimizin müebbed evladı Mehmed Akif kalb-i şa’iriyyetlerinin indifaat-ı bürkaniyye gibi ateşin olan sadırat-ı hamasetiyle şu devr-i hürriyyetin ihtiyacat-ı edebiyyesine mübeccel bir rükn-i hadim meşkur bir kafil-i tatmin oldular. Fakat bu la-yemut erleri şebab-ı hazır ta’kib ve taklid etmemeli mi idi? Birtakım cinayat-ı nefsaniyye ve faciat-ı ahlakıyyenin biar musavvirleri rezalet-şiar sitayiş-hanları olan bazı eslafımız kafi. Artık mecra ve mansabı germayeler olan o çirk ü levs deryalarında ellerindeki haşeb-pare-i aklama istinad ederek bir de muasırlarımız ahlafımız şinaverlik etmesinler ki cinayettir! Emin olmalı ki vatanın müncemid ve mücessem bir sabah-ı amal olan kara toprağına bayrağımızdan düşen her saye-i al en güzel çehrelerin tenevvü’at-ı humretinden güzeldir. Terakkıyat-ı medeniyyeyi bu tabakaya beni beşeri istila eden cehaletten tahlis edip bu alem-i idrake sevk eden fıtraten şakı halk olunmuş bir çocuğu bir kuvvet-i harikulade emraziyyeden tahlis eden bir fakiri ilim sayesinde zengin eden bir devletin diğer devletle muharebesinde galebe çaldıran bir dinin sebeb-i intişarı olan mektep değil midir? Bugün düvel-i muazzamadan addolunan Japonya bundan kırk elli sene evvel ne halde idi? Bundan dört sene evvel Rus ve Japon seferinde Japonların galib geleceğini kim ümid ediyordu? İşte Japonlarda maarifin intişarı Rusları mağlub etti. Din-i Mesihi’nin şimdiye kadar fevkalade intişarı Avrupa’da mevcut olan mübeşşir mektepleri sayesindedir. Bir millette ki mektepler yoktur o milletin mahviyyeti derece-i vücubiyyete vasıl olmuş demektir. A’sar-ı ahirede din-i İslam’ın terakkı etmemesine birinci sebep mekatib-i tebşiriyyenin mefkudiyetinden ileri gelmiştir. Mihr-i münir-i İslamiyyet’in asuman-ı şarktan lem’a-paşı ulviyyet olduğu zamanlarda idi ki tarih-i alemde hakıkaten pek büyük bir devir açılmış idi: Mihver-i hakıkısinden inhiraf etmiş olan eski mezhebler ta temelinden sarsıldı; asırlardan beri bir rehavet içinde imrar-ı ömr etmekte bulunan bir kavm-i zeka-perverde büyük bir faaliyet görüldü; nurani bir din parlak bir medeniyet evvela şark ufuklarını ondan sonra Afrika’nın cihat-ı şimaliyyesini sonra da Avrupa’nın münteha-yı garb-ı cenubisini tenvir eyledi. Evvelleri medeniyetten kemalattan mahrum olan Araplar İslamiyet’le teşerrüf ettikten sonra öyle parlak muvaffakiyetler öyle şanlı muzafferiyyetler kazandılar ki Yunanilerin İranilerin Romalıların asırlarca çalışıp çabalayıp da meydana getiremedikleri mazhariyyetlere pek seri bir surette nail oldular. Velhasıl ehl-i İslam ile münasebette bulunan bütün akvamın pek az bir müddet içinde medeniyyet-i İslamiyyeyi kabul eyledikleri meşhud oluyor. Fakat bunlar din-i İslam’ın mahiyetini anlamaksızın kabul etmediler. O zamanlarda cihat-ı muhtelifeye sevk olunan İslam mübeşşirleri din-i İslam’ın hakıkatini mahiyetini adab-ı İslamiyyeyi anlattıktan sonra der-akab şeriat-i garra-yı Muhammediyyeyi tasdik ve din-i di mevcut bulunan İslam meydana geldi. Bu kadar muvaffakiyyetlerin cümlesi birinci derecede din-i İslam’ın ne ma’kul ne ali ne vasi’ bir din-i sahih olduğunu gösterir ve ikinci derecede İslamların kelam-ı hikmet encamına ne kadar itaat edip çalıştıklarını alim olup Hazret-i Peygamber’in şefkatini merhametini kazanmaya bütün zihinleriyle bütün kuvvetleri ile cehd ettiklerini ve muvaffak olduklarını gösterir. Fakat a’sar-ı ahirede o ehadis-i şerifelere tamamiyle riayet edilmeyip yalnız medreselerde mescidlerde “fıkh-ı” şerif ve tecvid okumakla “kolayca” alim olmayı düşünmeye başlamışlardı. Halbuki Hazret-i Peygamber’in hadis-i şerifini tefsir edecek olursak şerifi tefsir edelim: Ebu Davud Beyhaki “İlim Çin’de bile olsa taleb ediniz” buyuruyorlar tabiidir ki: Arabistan’ın çöllerinden kalkıp Çin’e gidip tahsil-i ilm edecek olan adamın coğrafya bilmesi ve Çinlilerin kimler olduklarını ve hangi din ile mütedeyyin olduklarını mazilerini öğrenmeğe tarih muavenet edecek… O halde coğrafya ve tarih öğrenmemizi Hazret-i Peygamber yalnız şu hadis-i şerifte emrediyor. Bu hadis-i şerife mümasil nice hadis-i şerifler sadır olmuştur ki bizi hal-i hazırda mevcut olan ulum ve fünunu öğrenmemize mecbur ediyor. Bu ulum ve fünunu öğrenmek ise yalnız mekteplere mütevakkıftır. Bundan dört beş asır evvellerine irca’-ı nazar edecek olursak İslamların dünyayı teshir etmiş olduklarını müşahede edeceğimiz bedihidir. İşte bu muvaffakiyyetlerin hepsi kat şimdi görüyoruz ki müslümanların kolu kırılmış kanları fasid olmuş. Nereye baksak nerede bulunsak hayatı zehirleyecek ahval etrafımızı ihata etmiş sabrolunmaz sabrına hiçbir gönül razı olmaz bir haldeyiz. Bu hal iradeyi salib bir mertebeye vardığı için insan bi-ihtiyar söyleniyor. Ne derlerse desinler mü’min bildiği şeyi söylemeğe memurdur. Bir taraftan da bu vazife-i diniyye bizi icbar ediyor. İnsan bu vazifeyi ifa etmezse dinden çıkar çünkü iman kalbinde yer bulamaz. Din-i İslam’ın en büyük maksadı ise insan için saadet-i maddiyye ve ma’neviyyenin veya ta’bir-i aharle saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyenin medarı mükafat ve mücazatın en büyük istinad-gahı olan irade ve ihtiyarı te’min etmek ve binaenaleyh irade ve ihtiyarın menşe ve müvellidi olan vicdanı hür bırakmaktır. Bu hikmete mebnidir ki da’vet-i dine cebr ü ikrah değil tebliğ esas kılınmıştır o halde memalik-i İslamiyyenin cihat-ı muhtelifesinde müteaddid mübeşşir mektepleri küşad olunsa ve neş’et eden mübeşşirleri Japonya’ya Çin’e Sudan’a ve daha sair memalike sevk olunsa da onlara din-i İslam’ın mahiyetini hakıkatini alimane bir surette anlatsalar ve onlara tarik-ı Hakk’ı gösterseler bu yolda yine alem-i İslamiyyet eski satvet ve muzafferiyyetini elde etse ne ala olur. yok damarları uyuşmuş hamaset-i diniyyeleri onları tahrik edemiyor eğer teşebbüs de mevcut olsa ecdadımızın lanetlerine müstahak olmaz bil-akis onların tebcillerini kazanırız ki bu en büyük bir saadet-i uhrevidir. Mektepsiz ilim tahsil olunmaz ve ilimsiz de tebşir gayr-ı kabildir. O halde neşr-i İslam teşebbüsü yalnız mübeşşir mekteplerine münhasır kalmış olduğu bedihidir. Memalik-i duğu gibi bir de mübeşşir mektebi tesis olunsa ne olur? İslamiyyet’in gittikçe tedenni etmekte bulunduğunu kimseler görmüyor mu? Nerede o ulema? Nerede o meşayıh-ı kiram? Onlar hiç bu mes’ele-i mühimmeyi mevzu-i bahs etmiyorlar mı? Hayır çünkü onlar İslamlardan para çekmekle meşgul bulunuyorlar! Maziden müstakbelden şevahide lüzum yok hal-i hazırda camilerimizdeki ulemaların isimde ulema hakıkatte cahil vaazları: Softalara para veriniz çünkü onlar mukaddestir muazzezdir. Veyahud birtakım hurafat-ı maziyyeyi zavallı cahillere anlatmaktan başka bir faideleri görülüyor mu? Eğer mübeşşir mektepleri bulunmuş olaydı bu rezaletlere meydan verilmezdi. Onlara hurafat-ı maziyyeden yahud para çekmekten bahsedeceklerine Hazret-i Peygamber’in mufassal tarihini felsefe-i diniyye tarih-i İslam adab-ı İslam ve bunlara mümasil perdelerini kaldırırlar o hab-ı gafletten uyandırırlardı. Mübeşşir mekteplerinin daha nice fevaidi var. Bu halat-ı müteessireye müteessif olmamak kabil midir? Ey ihvan-ı din! Cenab-ı Hak bizi dinimizi vatanımızı muhafaza etmek için bir haris olarak halk etmiştir. Bu vazifeyi su-i meyelim ihmal bizi girdab-ı sefalet ve harabiyyete sevk eder. Bu yolda para vermekten hiçbir vakit çekinmeyelim; çünkü bunlar teşebbüs ve para sayesinde kuvveden fiile getirilebilir. Bir haris vazifesini su-i isti’mal etmemek için canını tehlikeye koymaya daima müheyyadır. İşte biz de canımızın fedasıyla bu kemalata bu muvaffakiyyetlere vasıl olunacağını bilerek hiç tereddüd göstermeyelim. Çalışalım dünyada çalışmak ve teşebbüs sayesinde her emele muvaffak olunur. Vakt-i hazırda Merkez-i Hilafet’te memalik-i İslamiyye’nin zengin şehirlerinden addolunan Mısır’da Hindistan’da birer mübeşşir mektebi tesis olunsa ona da razı oluruz. Biz şimdi zaman-ı İslam’da bir teşebbüs bir çalışmak eseri bulmak istiyoruz şimdilik bu da kafidir. Eğer yine eski halimizde eski tenbelliğimizde devam edecek olursak İslamiyet’in hiçbir vakitte intişarı görülmeyecektir. Çalışmak para sarf etmek teşebbüsten başka din-i İslam’a necat ve necah yoktur. Hakıkatin perde-i kitman altında kalmayacağına eminiz fakat hakıkatin izharı çalışmak ile hasıl olur. Bakı vesselamü ala menittebaal-hüda. Japonya’ya Çin’e Sudan’a gitmeden evvel kendi memleketimizde bulunan din kardeşlerimizi uyandırsak hakayık-ı asliyye-i diniyyeyi onlara anlatabilsek bizim için bu da büyük bir muvaffakıyettir. Çünkü buradaki müslümanların ahvali gittikçe öyle garib bir şekil alıyor ki teessüf etmemek ağlamamak mümkün değildir. Biz şimdi zaman-ı hürriyyette de bu teessüf-nümun hallere la-kayd kalacak olursak bir müddet sonra mehalik-i melhuza bir seyl-i huruşan gibi mevcudiyetimizi kapladığı zaman ellerimiz böğrümüzde kalırsa hayret ve taaccüb etmemeliyiz. Bugün İslamların inhitat-ı hazırını dine haml ediyorlar. Halbuki bir zamanlar şark ve garpta temevvüc eden liva-yı Muhammedi’yi taşıyan sineler her türlü müessir-i bedia-i medeniyyeyi vücuda getiren dimağlar hep bu din-i celilin hak-perest salikleri idi. Sonraları müslümanlar tefrikalara düşerek habl-i metin-i ilahiye i’tisamdan uzaklaşarak bu hallere giriftar oldular. Yoksa din-i mübinimiz bize daima vahdeti daima en ileride bulunmayı emrediyor. Biz hiç kimseye muhtac olmayacağız bütün akvam bizden iktibas-ı medeniyyet edecek; bütün ulum ve fünunun bütün terakkıyat-ı medeniyyenin merkez ve menbaı İslamlar memalik-i şimdi ise o şerefe mazhariyet şöyle dursun o fünunun o terakkıyat-ı medeniyyenin düşmanı olmuşuz. Dinimiz mi tebeddüle uğramış yoksa eski müslümanlar mı dini anlamamış? Ne garib haldir bunları görüyor hissediyor söylüyoruz da yine beş kişinin baş başa vererek bil-fiil çalışmaya başladıklarını görmek nasib olmuyor. Geçenlerde böyle bir mektep tesisine olan ihtiyacı bazı zevata arz ettik de aldığımız cevaplardan bedbinlikte pek haklı ve ma’zur olduğumuza kesb-i kanaat eyledik. Nedir bu hal? Müslümanların kanı mı kurumuş? Kalpleri mi tahaccür etmiş? Yoksa dinimizi de düşünmeyi ecnebilerden mi bekleyeceğiz? Yazıktır. Bu halin devamı mümkün değildir. Birkaç asır zarfında ru-yi arzda yüz iki yüz milyon eksilen müslümanlar hala bu inhitatı hissetmeyerek kemal-i faaliyyet ve ciddiyyetle bil-fiil çalışmaya yoluyla medeni kimselere mahsus bir intizam ile çalışmaya başlamazlarsa sonra kabahati hiç kimsede bulmasınlar. Artık damarlarında hun-ı İslamiyyet cevelan eden erbab-ı hamiyyet bu ihtiyacı his ile gayret ve faaliyyete gelerek bu husustaki fedakarlığının kıymetini takdir eylemeli ve hemen işe başlamalıdırlar. Tevfik Cenab-ı Hak’tandır. Zevi’l-hayatın mekan itibariyle morfolojisini bundan evvelki makalemizde mütalaa ettik. Bir de zaman yani şahıs ve nev’inin devamı itibariyle tedkık edeceğiz. Müşahedat-ı fenniyye bize gösteriyor ki bütün zevi’l-hayat bidayette bir tek hücreden teşekkül etmiştir. Bu hücre-i sirü’l-hücre olacağına göre tehallüf eder. Vahidü’l-hüceratta tevellüdden itibaren hücre neşv ü nemaya başlar. Bir zaman-ı muayyene vasıl olunca iki zevi’l-hayat teşkil etmek üzere bi-zatihi iki parçaya ayrılır. Bundan sonra eski hücre eski şahıstan hiçbir eser kalmaz yerine iki şahs-ı cedid kaim olur. Bunlar da evvelki gibi ala’im-i tegaddi ve nesebiyye izhar eder bunlardan her birisi büyür inkısam eder. Ve iki şahs-ı cedid hasıl eder. İşte bu silsile-i teşekkülat böylece devam eder gider. Şundan anlaşılıyor ki vahidü’l-hüceratın tekamülü iki devri havidir. Birincisi kable’t-tevlid yani neşv ü nema devridir ki mahluku ikinci devre yani devr-i tevlid ve tenasüle hazırlar. Weismann tek hücreli zevi’l-hayatın bakı ve gayr-ı fani olduğunu iddia ediyorsa da bunlar da arızi olarak telef olabilirler. Yani bunlarda mevt-i tabii yoktur. Hatta ileride bahsedeceğimiz vechile bu hal kesirü’l-hücerat için bile bir dereceye kadar aynıdır. Kesirü’l-hüceratta hücre-i ibtida’iyye yani “beyza” yine aynı nevi’den tahassül eden bir hücre-i digerle yani “huveyn-i menevi” ile karıştıktan sonra bir “beyza-i mülekkaha”. Bu da neşv ü nema bularak iki hücre-i digere inkısam eder fakat bunlar vahidü’l-hüceratta vukua gelen halata mugayir olarak iki zevi’l-hayat-ı cedid iki şahıs teşkil etmek üzere birbirinden ayrılmazlar birlikte müctemi’ olarak neşv ü nema bulur ve her biri iki hücreye ayrılırlar. İşte bu inkısam pek çok defa tekerrür ede ede birçok hüceratın tekessürünü za ve ensac-ı muhtelife teşkil etmek üzere tehallüfe duçar olurlar. Bu aza ve ensacın hey’et-i mecmuası da kesirü’l-hücre olan şahsın vücudunu teşkil eder. sab edildiğine göre vücud-ı beşer elli trilyon hücreden teşekkül etmiştir nev’in bakı olduğu müddetçe her insan için aynı olan bir plan mucebince bir nizam ve siyak-ı mükemmel üzere tevazzu ederler. İnsan için olan bu hal kesirü’l-hücerat olan zevi’l-hayatın kaffesi için aynıdır. Hele şurası ol kadar şayan-ı dikkattir ki bu plan şahs-ı kesirü’l-hücrenin bütün taazzuvu bütün vezaifi ve bütün kabiliyyetiyle beyza-i mülek kahada bi’l-kuvve mevcuttur. Muhtelif zevi’l-hayatın beyza-i mülekkahası şekil ve terkib-i kimyevice birbirinin aynıdır. tir. Fakat birincisi insan ikincisi bir köpek çıkarır. Beyzanın şekil ve terkib-i kimyevisini tanımak kifayet etmez menşeini bilmek lazımdır. Zira menşe; yumurtanın hücresine adeta mühr-i mahsusunu basıyor. Beyza-i mülekkahayı tasavvur edenler için hayrete düşmemek mümkün olamaz. Protoplazmanın bu kütle-i hurde-biniyyesi “zi-hayat” denilen insan köpek kuş balık böcek nebat eser-i nefisi vücuda getiren bir san’atkardır. Bu asar-ı nefisenin yanında bedayi’-i beşeriyye çocuk oyuncağı mesabesinde kalır. Kesirü’lhüceratın tekamülü üç devri havidir: Kable’t-tenasül olan devirdir ki bu esnada “zi-hayat” hüceratını teksir ederek neşv ü nema bulur ve tenasüle hazırlanır. Bu tekessür-i hücerat vahidü’l-hücrelerde olduğu gibi na-mütenahi değildir. Aza ve echize neşv ü nemalarının bir derecesine gelince “kühulet” hüceratın tekessürü ve şahsın neşv ü neması münkatı’ olur. Devr-i tenasüldür ki bu maksad için ayrılmış olan hüceratın hücerat-ı tenasüliyye veya cinsiyye yardımıyla şahsın tekessürü vukua gelir. Ba’det-tenasül olan devirdir ki bunun devam ettiği esnada şahsın vücudunu teşkil eden hücerat –ki vazifeleri hücerat-ı nesliyyeye bir muhit-i muvafık hazırlamak idi– faydasız bir hale gelerek er veya geç bir hal-i inhitata tegaddi ve faaliyeti tedricen tenakusa velhasıl ihtiyarlığa duçar olur ki neticesi “mevt”tir. Binaenaleyh kesirü’l-hücrelerin vücudlarını teşkil eden milyarlarca hücrelerden yalnız; yekdiğerine tesadüf edebilip de birbirine karışan hücerat-ı nesliyye büyeyz ve huveyn-i menevi mevtten kurtulurlar ve bir zat-ı cedidin teşekkülüne bais olurlar. “Mevt” tekamülün tevakkuf-ı kat’isidir. Bu da evsaf-ı hayatiyyenin yani taazzuv tenasül tegaddi ve ef’al-i nesebiyyenin inkıtaıyla anlaşılır. Laşe şerait-i muhitiyye-i muvafıka konulsa da alaim-i hayatiyye görülmez. Bu suretle mevt bazı mahlukatta görülen “hayat-ı hafi”den tefrik olunur. Fi’l-hakika öldükten sonra vücud-ı zi-hayat saha-i tabiiyye-i camideye dahil olur ve ecsam-ı camide gibi “kuvvet ve madde” kanunlarına tabi olarak artık hayatı tavsif eden hatem-i gaiyyeyi haiz olamaz. Ecsam-ı zi-hayat fanidir mevte mahkumdur. Mevt vahidü’l-hüceratta arızidir. Halbuki kesirü’l-hücrelerin tekamülünün ni-hayet-i tabiiyyesidir. Hülasa- Her bir zi-hayat bir devr-i tekamüle maliktir ki bu; kendi ecdadının tekamülünün tekerrüründen ibarettir ve başlıca safhaları neşv ü nema ve tekessürdür. Vahidü’l-hüceratın tekamülü iki zatın teşekkülüne müncer olur. Kesirü’l-hücrelerin tekamülü de aynı bir veya ziyade eşhas-ı cedidenin teşekkülü maksadı üzerine ise de bu mevt ile hatime-pezir olur. Binaenaleyh tekamülde bir maksad bir illet-i gaiyye vardır ki o da “tenasül”dür. Bütün ef’al-i hayatiyye hemen bunun icrasına hizmet ediyor. Ve hakıkaten şahs-ı zi-hayat tevlid ve tenasülden yani nev’inin gaib oluyor. Calib-i nazar-ı dikkattir ki bu tekamül bu taazzuv gayr-ı idrakidir ve bunun icrasından matlub olan maksad da şahs-ı zi-hayatın mechulüdür. Bi’l-kuvve veya bi’l-fiil tenasüle müncer olan tekamül yalnız mevcudat-ı zevi’l-hayatta müşahede olunur. Ve bunların en mühim evsaf-ı mümeyyizesinden birini teşkil eder. Konferans meyi üçe taksim edip bir kısmına “isim” deyince “sıfa” gibi “zamir” gibi “ism-i işaret” gibi bazan ayrı sayılan neviler de Evet isim bir şey gösterir. Fakat bu gösteriş ve bu şey hep bir değildir. Mesela “taş” deriz. Bu bir isimdir bir şey gösterir. Fakat bu şey bizce belli bir şey değildir. “Taş” deyince gözümüzün önüne muayyen bir taş gelmez. O halde bu kelime neyi gösterir? Yerden çıkarılıp binaya fülan yarayan bir maddeyi gösterir. Kelime umumiyet üzere bir cins gösterdiği için her taşa “taş” denir. Kezalik “deniz” deriz. Bu kelime bütün denizlere amm olarak “deniz” denen büyük suları gösterir. Fakat hangi deniz? Belli değil. Bütün denizlere “deniz” denir. Demek “taş” ve “deniz” kelimeleri büyük bir cinse ammdır. Bu sebeble belli olmayan bir şey gösteren bir şey gösteren bir isimdir. O şey nedir? Belli bir denizdir. “Marmara” deyince Marmara şekliyle hududuyla gözümüzün önünde taayyün eder. “İstanbul” ve “Ahmed” denilince de böyle olur. Demek ki ismin bu nev’i bir ferde has olup o ferdi belli olarak gösterir. Böyle belli bir şey gösteren isme “ism-i has” ve “alem” deniyor. müsemması parmakla gösterilse maksad yine hasıl olur. “Şu ağaç” “bu kitap” “o çocuk” gibi sözlerdeki “ağaç” “kitap” “çocuk” birer ism-i cinstir. Bunların üstlerindeki “bu” “şu” “o” nedir? Bunlar işaret yerini tutan birer kelimedir. Bir şey ettiği şeyleri belli hale getirerek gösteren bu üç kelimeye “ism-i işaret” deniyor. lerde bu belli olmamak hali pek ziyadedir. Mesela “hayli müşkil” “kime anlatmalı” sözlerindeki “hayli” ve “kim” kelimeleri.. lıyor. “Hayli” ne demek? Kaç endaz kaç okka kaç gün kaç yıl? “Kim” ne demek? Erkek mi kadın mı çocuk mu akıl mı mecnun mu sahih mi malül mü alim mi cahil mi Türk mü Frenk mi zengin mi fakir mi? Hiç belli değil.. Vakıa bu mübhemlik bütün ism-i cinslerde var. Bunu böyle ayırmak fazla.. Fakat bazı kavaid-namelerde bu da bir nevi sayılmıştır. Böyle belli etmeyerek bir şey gösteren kelimelere “ism-i mübhem” diyecek yerde “mübhemat” diyorlar. ken isim yerini tutan “ben” “sen” “o” kelimeleri sair isimler gibi her şeyi göstermez. Yalnız şahsı ve zatı yani mütekellimi muhatabı gaibi gösterir. Böyle şahsı ve zatı gösteren kelimelere “ism-i şahıs” yerinde “zamir” deniyor. yük” “küçük” gibi bazı kelimeler doğrudan doğruya ana bir şey göstermez. Belki doğrudan doğruya gösterilen ana şeyin keyfiyetini şöyle böyle oluşunu gösterir. Böyle bir ana ismin keyfiyetini gösteren kelimeye “ism-i keyfiyyet” yerinde “sıfat” deniyor. Eski kavaidcilerin hatırını gözeterek yürüttüğümüz şu hurdecilikte ismi altıya ayırmış olduk.. İsm-i cins ism-i has “İsm-i cins” ile “ism-i has” hep isimdir. Binaenaleyh “isim” denince ikisi de dahil olur. “İsm-i mübhem” dediğimiz mübhematı ayrıca mevzubahis etmek fazla bir şey.. Çünkü mübhemlik hali bütün ism-i cinslerde bulunan bir hal. “Şu” “bu” “o” ise keyfiyet gösteren sıfatlardan ibaret. “Bir” “iki” “üç” gibi ana sayı isimleri kah mevsufuyla beraber bulunup sıfat olur.. Kah da mevsufu makamına kaim olup sına hacet kalmaz. Şu halde “zamir” denilen “ism-i şahs” ile “sıfat” denilen “ism-i keyfiyyet” asıl “ism”in yanında başlıca nevi olarak kalır. Şu hale bakınca ismi “asıl isim” “zamir” “sıfat” diye üçe ayırmalı. Fi’l-hakika ism-i cins ism-i has sıfattır. İsm-i şahs ise zamirdir. En çok ahkam asıl isimdedir. Bundan sonra isme mukabil gelecek şey sıfattır. Zamir daha hususi bir isimdir daha hususi ahkama tabidir. Bundan bahsetmek mutlaka lazım ise ismi tarassut edelim. Ne buluruz? Bu ya kendi halindedir ya bir fiilin te’sirine uğramıştır ya başka bir isme bağlanmıştır. Şu hesapça ahval-i lik hali.. Bir fiilin te’sirine tutulması yani mef’uliyet hali.. Diğer bir isme bağlanması yani izafet hali. İşte ismin halleri esasen üç. Ama mef’ul olmak; mef’ulün bih mef’ulün ileyh mef’ulün fih mef’ulün anh olmak suretiyle dört ve izafet hali de muzaf olmak muzafun ileyh olmak suretiyle iki sayılırsa mücerredlik haliyle beraber bunlar yedi olur. Bazı kavaidciler bunu sanki mühim bir şey imiş gibi teşrifata kor muallimler de bununla zavallı talebesini ezdiği kadar ezer. Tensik ede ede yani beyhude yer tutanlarını kadro haricine çıkara çıkara üçe indirdiğimiz isim nevi’lerini bu ahval-i isim boyunduruğuna koşacak mıyız? Asıl isimler buna kemaliyle boyun eğer. Sıfatlar isimleriyle yani mevsuf halindeki metbularıyla beraber ise bunlara bir şey dokunmaz... Yok isim yerine gelmiş iseler ismin yükleneceği yükü onlar yüklenir. Zamirlere gelince onlar biraz hususi. Bunu uzun uzun teşrifata boğmaya buna cedveller tahsis etmeğe hacet var mı? Bu cedvelleri kavaid ile meşgul olan çocuklar kendileri bulmalı. Hatta muallim bunun şeklini bile çocuğun dirayetine bırakmalı kitaplardaki hazırlıklar kestaneyi soyup hatta ağızda çiğneyip çocukların ağızlarına koymak gibi bir şey oluyor. Bu musahabede asıl maksada dair söyleşip tedrisatı nasıl yürüteceğimizi anlayacak idik. Geçen musahabede açılamayan cihetleri biraz daha açalım derken yine hududu atlayıp ölçüyü kaybettik. Tekrar tahattur edelim ki söylenen şeyler zevaid olsa bile fevaidli zevaiddir. Bir de bunların çoğu kendimiz içindir çocuklar için değildir. Artık bundan sonrası Ne yapmıştık? Kelimeyi üçe taksim edenlere uyup kelime üçtür; isim fiil edat demiştik şimdi ne yapacağız? Bunları sıra ile gözden geçireceğiz. Şu halde isme bir daha dönüp bakmak münasib olur. Biliriz ki isim bir şey gösteren kelimedir. Gösterilen şey ve gösteriş itibariyle isim türlü türlü olur. Evet başlıca üç nevi’ bulduk: Asıl isim zamir sıfat. Bunlar hep bir cins şey olduğundan birbiri yerinde bulunurlar. Mesela isim sıfat gibi kullanılır “eşek gibi ahmak” diyecek yerde “eşek” denilir.. “Eşek” esasen isim iken sıfat yerini tutar. Kezalik sıfat isim gibi kullanılır “deli adam” diyecek yerde “deli” denilir.. “Deli” esasen sıfat iken isim yerini tutar. Zamir zaten isimdir di” denilir. Azıcık dikkatle anlarız ki isimler ya anasından doğduğu gibi kalmıştır ya ufacık bir takıntı alarak basitlikten çıkmıştır ya ki bütün bir kelime ile birleşerek mürekkeb olmuştur. Bu da işin tabiatının icabıdır. Çünkü lisanda her şeyi gösterecek ayrı ayrı lügat bulmak güçtür. Bir kelime ile bir şeyin esası olan ma’na gösterilse de o esas ma’naya taalluku olan şeyler gösterilemez o kelimeye bir takım ilaveler icrasıyla ona münasebet alan ma’nalar da gösterilmek çaresiz olur. Mesela “süt” “yağ” lügatlarıyla “süt” ve “yağ” ma’naları gösterilir. Fakat “sütlük” “sütçü” “yağlı” “yağsız” “yağımsı” “yağhane” gibi buna münasebeti olan ma’nalar çaresiz asıl lügatlere birer parça ilavesiyle gösterilir. Bazan böyle bir edat ilavesi de kafi gelmez “koyun sütü” “süt çorbası” “ak süt” “yağlı süt” gibi mürekkeb ta’birlere ihtiyaç görülür. Böylece ana isimlere ufak parçalar veya bütün kelimeler Lisanda kolay ve kullanışlı bir genişlik hasıl olur. Bu mülahazayı toplarsak diyebiliriz ki isim ya basit olur ya olmaz. Basit olmayan isim ya edatla birleşmiş bulunur ya hasıl olur: Basit isim edatla birleşmiş isim isim ve sıfatla birleşmiş isim. tafsile muhtaçtır. Fakat bu tafsilata girişmek bizim işimiz değildir. Yalnız şunu söylemeden geçmek olmaz ki bu üç suretin üçünde de çocuklara gösterilecek mühim noktalar vardır... Evvelen basit isimler ya tamam tamam basittir bir müştakkun minh ile alışverişten tamamen aridir. Yahud ki bir müştakkun minh ile alakalı veya biraz şüphelidir. Mesela “süt” kelimesi tamamen basittir kendinde müştak olmak gibi bir hal yoktur. “Yakı” ve “yangın” kelimeleri ise “yakmak” ve “yanmak” asıllarından müştaktır ve bu itibarla tam basit değildir. Saniyen edatla birleşmiş isimlerdeki edatlar “lik lık cı lı sız cik cık ceğiz cağız ce msı” gibi birer ayak halinde alınarak başka isimlere takılır bunlarla binlerce onbinlerce yeni isimler teşkil olunur. Salisen isim ve sıfatla birleşmiş isimler iki ismin veya bir sıfatla bir ismin birleşmesinden hasıl olduğuna göre esasen lan şey nedir? Şüphesiz ihtiyaçtır. Basit bir kelime işi anlatamayınca ona ekler konulup arkadaşlar koşulup ma’nadaki eksiklik tetmim edilir. Bu ekler bu arkadaşlar ne olursa olsun hep mütemmimdir. Mesela “süt” deriz. Süt anlaşılır buna diyecek yok. Fakat “sütlük” “sütçü” ma’naları süte müteallik şeylerse de bunlar yalnız “süt” kelimesiyle anlaşılamaz. Kezalik “koyun sütü” terkibinin anlattığı şey yine “süt”tür. Fakat kelimeye “koyun” kelimesi koşulmazsa “keçi sütü” “deve sütü” “kısrak sütü” “eşek sütü” “inek sütü” “insan sütü” anlaşılmak ihtimali olur. Bu ihtimal kaldırılmak kelime bir iken iki olmak üç olmak dört ve beş olmak çaresiz olur. Eğer böyle olmasa her ayrı ma’na için ayrı ve müstakil lügat icab eder. “Etçi” ve “et satıcı” diyecek yerde “kasap” dediğimiz gibi her şeyde böyle müstakil lügat bulmağa mecbur olaydık ne kadar sıkılacaktık? Ana isimlere bir şeyler ilavesiyle yeni yeni isimler teşkil etmek sınai ve fevkalade bir şeydir. Bu tasarruf bir nevi’ Bu tasarruf bir imal değildir adeten bir isti’maldir. Bunun duğu gibi kelimeye yapışmaz mal olmaz. Mesela “koyunlar” deriz bununla koyunun birden ziyade olduğunu anlatırız. halinde kalır. Kezalik “sütü içerim” ve “sütçüyü çağır” deriz. Bunlarda “ü” ve “yü” kelimeye pek muvakkat bir surette takılır. “Sütçüyü” misalinde “çü” ile yeni bir kelime i’mal edilmiştir “yü” ile bu kelime isti’mal edilmiştir. İ’mal mahsulü olan “sütlük” “sütçü” “sütlü” “sütsüz” gibi tasarruflar lisanın malı gibi lügatnameye girer “süt” “süte” “sütte” “sütten” “sütün” gibi tasarruflar ancak ihtiyaç oldukça muvakkaten kendini gösterir. Birinci tasarruf lügat işi ikinci tasarruf sarf işidir. İkinci tasarruf kava’idnamelerimizde “ahval-i Dikkat edilmek ve hatırda tutulmak lazımdır ki bu tasarruf bazan bir cihetten i’mal bir cihetten isti’mal olur yani “ca” “msı” edatlarını ta’kıb “çocukcağız” “çocukça” “çocukumsu” deriz. Bu ne tamam birinci tasarruf nevinden ne de tamam ikinci tasarruf nevinden olur belki ikisi ortası bir şey olur. Burada yazıdan bahsedilecek değil.. Fakat sırası geldi.. dişimiz buna doğrudur. Zamanımızda “kapu” ve hatta “kabu” gibi yazışlar eski görünüyor. Herkes bunu “kapı” yazmaya meyyaldir. Fiillerin ana ma’nalarını gösteren parçalar da şüphesiz isim gibidir isim gibi telaffuza göre yazılmalıdır. “Yürü” “buyur” gibi asılların “yüri” “biyür” yazılması müsteskaldır. Edatlara gelince iş başka.. Edatlar tabidir. Edatlar kendinden evvel gelen kelimeye yapışacak veya muvakkaten takılacak. Onun için edatlar yalnız bir şekilde yazılır. Mesela “südlik” ve “südci” telaffuzda “sütlük” ve “sütçü” iken “lik” ve “ci” bozulmaz. Kezalik fi’l-i mazi edatı olan “di” ve “miş” parçaları “doğdu” ve “doğmuş” gibi kelimelerde “du” ve “muş” telaffuz olunurken yazıda “di” ve “miş” kalır. Yazımızda esaslı ve kafi ta’dilat yapılmadıkça bunun böyle kalması çaresiz ve faydalıdır. Bu esasa nazaran “li” edatından bozulmuş olan “lu”yu kaldırmak ve “lik” gibi kefli edatlarda kefin yerine göre kaf olmasına tahammül etmek lazım gelir. Zamirler için i’mal hali yok gibi.. Çünkü zamirler gayet hususi isimlerdir. Onlar da yalnız “benlik” “bence” “senli benli” gibi bir iki şey var. İsti’mal halinde ise yalnız mef’ulün münasebe söylenildi idi. “Ben” zamiri “bene” olacak iken “benge” suretinden dönerek “bana” olmuş “sana” da böyle. Fakat “ona” tuhaftır.. Zannolunur ki bu Farisinin “an”ından “an ki” gibi bir şey yapılarak ondan atlatılmış. Her ne Matbuat bir milletin müddei-umumisidir; hukuk-ı beşeriyyeti mütegalliblerden alır sahibine iade eder. Matbuat bir milletin rehberidir; tarik-ı müstakım üzerinde yürür metbu’larını refah ve saadete isal eder. Matbuat hukuk-ı beşeriyyenin yegane muhafızıdır; süngüden daha sivri kalemi ile hainlerin üzerine yürür kalbine saplar. Binaenaleyh ortalıkta sivri kalemle yazılmış matbuat dururken hukuk-ı beşeriyye her türlü taarruzdan masundur. Matbuat bir cismin birbirinden ayrılmış uzuvlarını kütle-i vahide haline getirir. Mağrib’de yaşayan bir kardeş Maşrık’ta yaşayan bir kardeşini ancak matbuat vasıtasıyla bulabilir. Binaen-ala-zalik menafi’-i şahsiyyelerini ancak milleti mahv memleketi harab ortalığı alt üst etmekle te’min edebilen erkan-ı istibdad kendi icra’at-ı mel’anet-karanelerini yalnız matbuatın ağzını kapamak ile muvaffak oluyorlardı. Bunlar yalnız bununla iktifa etmediler kanlı ellerini daha uzağa temdid ederek ceraid-i ecnebiyyenin harabe-zara dönen bu zavallı Memalik-i Osmaniyye’ye duhulüne mümanaat gösterdiler. Zannolunmasın bu alçakların yaptıkları bu rezaletler man İngiliz ceridelerine hasrolundu. Hayır daha ibtidai bir halde olan Rusya İslam matbuatını da gözlerinden geçirerek Memalik-i Şahane’ye duhulünü men’ hususunu bir irade-i seniyye-i hazret-i hilafet-penahilerine iktiran ettirdiler. Burada pek tabii olarak bir sual varid oluyor: Madem ki Rusya İslamları matbuatı daha hal-i ibtidaide Osmanlılar onlardan ne ilmen istifade edecek ne de fikren. Acaba o halde bunların duhulüne mümanaat göstermenin hikmeti ne olsa gerek? ce Fizan’a sürülen mağdurin-i istibdadın buna pek tabii olarak bir cevap vereceğini biliyoruz ki o da devr-i istibdadda yapılan şeyler bir hikmete mebni değil ki bunda da bir hikmet arayalım.... Yek nazarda bu pek doğrudur. Fakat bizler şimdilik bunu pek sathi bir mülahaza ile geçiremeyiz bir parça esbabını Rusya İslamları matbuatının Memalik-i Osmaniyye’de yük fevaid istihsal ederdi. Ez-cümle Rusya İslamlarının haline muttali olup ne kadar fena bir halde idare olunduklarını gördükleri vakit Osmanlı kat açılarak bunlara bir meyil hasıl olacaktı. Bu hissiyyat bir gün feveran ederek bütün efkar-ı umumiyyenin galeyanını mucib olacaktı. Bu ise ne erkan-ı istibdadın işine gelirdi ve ne de Rus hükumetinin... Binaenaleyh Kırım’da münteşir Tercüman Orenburg’ta münteşir Vakit gazeteleri vasi’ bir mikyasta Memalik-i Mahruse’de intişara başlar başlamaz bir hususunda tebligat icra olunmuştu. Rus Hükumeti de bunu canına minnet bularak çarçabuk kabul ediverdi. Beyoğlu’nda Rus matbuatı tevzi olunurken bu tarafta İslam matbuatı cayır cayır ateşlerde yanıyordu. Cenab-ı Hakk’ın fazl u inayetine binlerce hamd olsun ki artık o devri atlattık şimdi ise Rusya’nın herhangi bir köşesinde tediğimiz kadar onlar hakkında fikrimizi der-miyan etmeye hürriyyetin bütün ma’nasıyla hürüz. Bu Memalik-i Mahruse’de bir Osmanlı matbuat vasıtasıyla Osmanlıların ahvalini dünyanın herhangi bir köşesinde intişar eden ceraid-i İslamiyyeyi eline alarak İslamların ahvalini ta’kıb etmeye icabında fikrini der-miyan ederek hukuklarını müdafaa etmeye haklıdır. Düvel-i metbualarından gördükleri bazı haksızlıkları alem-i medeniyyete vaz’ ederek koca millet-i İslamiyyenin nazar-ı dikkatini celb etmeye çalışmak borcudur. İşte buna mebni bu günlerde posta kutusundan aldığımız Kazan’da münteşir Beyanü’l-Hak gazetesi sütunlarında görülen Rus Maarif Nezareti’nin Rusya İslamlarının maarifi hakkındaki beyanatını derc ederek Rus Hükumeti’nin İslamlar hakkında ne gibi bir fikir beslediğini ve onların terakkıyyatına ne miktarda çalıştıklarını alem-i medeniyyete göstermek arzusunda bulunuyoruz. Rus Maarif Nezareti’nin beyanatı Kazan’da münteşir Kamskarovajski gazetesinde neşrolunup yine Kazan’da intişar eden Beyanü’l-Hak refikimiz tercüme ediyor. Kamskarovajski gazetesi Maarif Nezaret’inin beyanatını ber-vech-i ati neşrediyor: “Müslümanlar ta’limlerini umumlaştırmak derecesine vasıl olmadıklarından bunlara ta’lim-i umumiyi kabul ettirmek daha on sene geçmeden mümkün olamaz. Bunları ta’lim-i umumi tahtına almak faideli bir neticeyi var. İhtimal bu vakit Zemsteva’ya Daire-i Ziraiyye pek fena bir göz ile bakarlar. Binaenaleyh bunların mekteb medreselerine para tahsis etmek fikrinden pek uzağız. Zaten bu hususta Zemstevalar ile bir fikirdeyiz –Zemsteva Daire-i Ziraiyyeye para vermek tarafdarı değildir–. Filhakika bir tanesi olsun bile yazı bilmeyen bu millet arasına on sene geçmeden ta’lim-i umumiyi tatbik etmek mümkün olmayan bir şeydir. Eğer İslamların böyle cehalette kalmalarının sebebi kendilerinin maarife rağbetleri olmayıp Binaenaleyh mektebe girmek istemediklerinden ileri geldiği nazar-ı itibara alınırsa onlar hakkındaki fikrin ne kadar doğru olduğu anlaşılır. Tatarlar mektebe girmesini istemiyorlar; Madem ki istemiyorlar o halde bizlerde de zorla girdirecek kuvvet yoktur. Binaenaleyh sinn-i tahsile hemen vasıl olmuş Tatar çocuklarının hepsini mektebe sokmak mes’elesi bir emr-i müstacel değildir. Te’hir etmek mümkün ve lazımdır. Hülasa: Ta’lim-i umumi hususunda hıristiyanlar ile İslamları müsavi derecede tutmamalı.” Bu beyanat hakkında Beyanü’l-Hak refikimiz kendi mütalaatını der-miyan ediyor. Mütalaatının arasında şayan-ı tenkid noktaları vardır. İnşaallah gelecek numarada beyan ederiz. Şimdilik Maarif Nezareti’nin beyanatını tedkık edelim; Maarif Nezareti’nin bu beyanatı arasında anlamadığımız birtakım mühmelat ve anlayarak tenkid edecek bazı noktalar vardır. Burada ilk evvel göze çarpan: “Müslümanlar ta’limlerini umumlaştırmak derecesine vasıl olmadıklarından bunlara ta’lim-i umumiyi kabul ettirmek daha on seneden evvel mümkün olamaz” ibaresidir. Doğrusu bundan maksadı ne olduğunu an-lamadık; ta’limlerini umumlaştırmak derecesine vasıl olmamışlar diyor. Acaba bir milletin arasına neşr-i maarif o milletin bir dereceye vasıl olmasına vabeste midir? Doğrusu bugüne kadar böyle bir şey görmedik. Zannımızca bir çocuk sekiz yaşını itmam eder etmez kesb-i ma’lumat istidadını haizdir. Mektebe gider istediği kadar istifade edebilir. emr-i tabiidir. Kimse inkar edemez. Fakat bazı vakitler oluyor ki bazı şeyler kendi hal-i tabiisinden çıkıyor da diğer bir şeyin taht-ı tesirinde kalıyor. Yoksa acaba Rusya’da ta’lim-i umuminin icrası bir şeyin taht-ı tesirinde midir? Maarif Nezareti bunun icrasını na-ma’lum bir dereceye talik ediyor... Beyanü’l-Hak refikimizin yazdıklarına bakarsak bu muamma biraz izah olunuyor. Refikimiz diyor ki: “ sene Mart tarihinde ‘Hıristiyandan başka milletleri ta’lim etmenin yolları’ namında beyanname neşrolunmuştu bu beyannamenin ’üncü sahifesinde ‘Hıristiyandan başka milletleri okutmaktan maksad onları Ruslaştırmaktır’ demişti ve ’inci sahifesinde ‘Binaenaleyh Tatarları Ruslaştırmak ancak aralarına Rus lisanını sokmak ile mümkündür’ demişti.” Rus Hükumeti bu beyannamenin hükmünü lağv eder gibi bir hareket göstermediğinden hatta senesi Mart tarihinde neşredilen nizamname bu beyannamenin hükmünü bir daha takviye ettiğinden Rus Hükumetinin İslamları okutmaktan maksadı ancak Ruslaştırmak idüğünü Maarif Nezareti’nin ta’lim-i umumi mes’elesinin icrasına ta’lik ettiği derecede İslamların Ruslaşmaya müstaid bir hale gelmesinden ibaret olduğu bu zikrolunan beyannamelerden pek açık bir surette anlaşılıyor. İslamlar şimdilik Ruslaşmaktan pek uzak olduklarından Maarif Nezareti ta’lim-i umumiyi on sene daha te’hir etmeyi muvafık buluyor. Demek on sene zarfında İslamları ezecekler ve çiğneyerek yutabilecek bir hale ifrağ edecekler de sonra da ta’lim-i umumiyi tatbik ederek bütün bütüne yutacaklar. Tabii buna afiyet ola yahud hazmı kolay gele diyemeyiz. Diyeceğimiz bir şey var mı pek ağır gelir demek gibi bir nevi’ nasihattir. Meşrutiyyet-i idarenin teessüs ve takarrüründen sonra devair-i merkeziyyede ru-nüma olan teceddüd ve faaliyet cümlesinden olmak üzere Meclis-i Mesalih-i Talebe’ce de bazı mukarrerat-ı mühimme icrasına teşebbüs edilmiş ve bir hayli asar-ı nafi’a vücuda getirilmiştir. Medaris-i ilmiyyenin ki-i fi’le vaz’ edilmiş ve ez-cümle hal-i ibtidaide bulunan talebe için izaa-i evkattan başka hiçbir faydayı müfid olmadığı bit-tecrübe sabit olan şüruh ve havaşinin bi-ibaratiha kıraatinden sarf-ı nazarla yalnız iktiza ettikçe temhid-i kaide zımnında meallerinden bahsolunması karar-gir olarak emr-i tahsil sırf mütuna ve mütun menzilesinde olan şüruha hasr ile müddet-i tahsil tenkıs edilmiştir. Emr-i tedrisin suret-i cereyanı da nazardan kaçırılmayarak müderrisin-i kiramın vakit ve zamanıyla derslerine devam eylemeleri taht-ı teftişte bulundurulacağı gibi her bir müderris bir defter tutup derse mübaşeretten beş dakika evvel talebesini yoklama ederek gelmeyenlerin isimlerine şerh verip haklarında muamele-i mukteziyye ifa olunmak üzere müfettişler vasıtasıyla Meclis-i Mesalih’e ihbar-ı keyfiyyete mecbur tutulmuştur. Mutad olan ikindi dersleri de bu merkezde cereyan edecektir. Talebe-i ulum efendilerin ileride ber-tafsil beyan edileceği vechile müktesebat-ı ilmiyyelerini daha ihatalı daha vasi’ bir mikyasta bulundurmak maksadıyla dürus-ı kadimelerine Kur’an-ı Kerim Tecvid Coğrafya Hesap Hendese Tarih Hikmet-i tabiiyye İnşa Belagat Usul-i Tercüme ve Mükaleme gibi bazı ulum-ı diniyye ve fünun-ı riyaziyye ilave olunmuş ve ileride her cihete teşmil edilmek üzere şimdilik bu husus için yalnız Dersaadet’te sekiz mevki intihab edilmiştir. Fünun-ı mezkureyi fahri olarak okutmak için ulemadan çok zevat-ı muhtereme şimdiden ta’yin olunmuşlardır. Talebe-i ulum efendiler gerek dürus-i mürettebe-i kadimeden gerek bu kere ilave olunan fünun-ı mütenevviadan her sene imtihan edilerek müktesebat-ı ilmiyyeleri sınıflarıyla mütenasib görülmeyenler sınıflarında ibka edilecektir. Sarf ve mebadi-i nahv okutanlar la-ekal bir saat ve nahvin münteha derecesinde bulunanlar bir saat bir çeyrek ve mantık ve akaid ve daha yukarı dersler bir buçuk saat takrir olunacak ve eyyam-ı ta’tiliyyeye muhassas dersler de alel-umum bir saat sürecektir ve talebe-i uluma mütun-ı mühimme-i ma’lume ezber ettirilecektir. Bu vechile senede dokuz mah tahsil mecburiyyetinde bulundurulacak olan talebe-i ulumun feragat-i balleri için emr-i iaşeleri de der-piş-i nazar ve mütalaa edilerek imarat-ı mevcudenin ıslahı ve gallat-ı vakfiyyenin hüsn-i cibayetiyle talebe-i ulumun ikdarına meşrut olan nukud-ı mevkufe vesairenin eyadi-i kitmandan ve su-i isti’malden kurtularak bihakkın ma-vudıa lehine sarfı zımnında erbab-ı vukuftan mürekkeb bir komisyon teşkili lüzumuna da teşebbüs edilmiştir. muavenet ve tervicde bulunan her biri erbab-ı fazl u kemalden olan Meclis-i Mesalih he’yet-i muhteremesine beyan-ı teşekkür ve-cibeden addolunur. Rusya: Aktobada Turgay vilayeti Taşkend-Orenburg hattı üzerinde usul-i kadim tarafdaranı kendi imamlarıyla Cem’iyyet-i Hayriyye ser-katibi Sabit Alokef Efendi’yi “bunlar ihtilalcilerdir. Ahaliyi iğva ederek Genç Türklerle ittihada teşvik ediyorlar” diyerek jandarmaya jurnal etmişler. Jandarma da muma-ileyhima efendilerin evlerine kadar giderek taharriyyat etmiş. Aktoba imamı alim fikirli mektep idaresi hususunda hizmeti sebkat etmiş bir efendi olup Sabit Alokef Efendi de muma-ileyh imam efendiye milletin terakkısi uğrunda hizmet etmek için hem-rah olmaya layık mutedil fikirli bir zattır. Vakit Millet-i İslamiyye arasında böyle çirkin şeylerin halen ber-devam olmasına cidden teessüf ederiz. Din-i Mübin-i Ahmedi’de nemime en mezmum bir haslet olarak muharremattandır. Burada ise yalnız haramı irtikab ile kalmayarak terakkı-i İslamiyyet’e karşı bir cinayet de ika’ olunmuştur. Menafi’-i hakıkıyye-i milliyeyi derk etmeyen bu kabil eşhas-i leimeye sad hezar nefrin.. Rusyalı din kardeşlerimizden alageldiğimiz ma’lumata göre daima bu kabil ef’al-i kabihaya kadimci namı altında türeyen ve din ve imanını Rusya’nın müstebid memurlarına semen-i bahs mukabilinde satmak zillet ve denaetini irtikab eyleyen eşhas-ı leime taraflarından mücaseret olunmaktadır. Terakkıyat-ı milliyyeyi te’min için geceyi gündüze katarak ve her türlü meşakk u mehaliki göze alarak çalışan bir avuç mücahidi himaye edeceklerine hasis bir heves-i nefsaniyi tatmin için suret-i haktan görünerek ve bu kabil münafıkların yegane silahı ve alet-i idlal ü fi’e-i kalileden tebrid ederek bunlara müzahir olacak kimse bırakmadıktan sonra Rusya hükumetine müracaatla din kardeşlerini ihbar dena’etinde bulunuyorlar. Ekmeğine yağ sürülen hükumet-i müstebidde de terakkıyat-ı milliyyeyi bütün müslümanları pençe-i istisalinde mahv u ifna ettiği sıralarda kadimciler koca din hamileri ! enva’-ı fısk u fücuru kinmiyorlar. Fakat bugün teessüf ettiğimiz cihet buraları değildir. Asar-ı inkırazın tamamiyle meşhud olduğu şu sırada bile kadimcilerin halen tebdil-i meslek etmiş olmamalarıdır. Ne ise diyerek bari bundan sonra hal ve mevkiin vehametini bi’t-takdir ümmet-i merhumeyi milel ü akvam-ı saireye karşı pek zelil gösteren şu fecayie bir nihayet verseler... “Din ve maişet” refikimizin hassaten bu mühim mes’eleye nazar-ı dikkatlerini da’vet ederiz. Allah geçmişi affetmiştir” anlamındaki ibare Maide /. ayete TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Kasım Üçüncü Cild - Aded: Mösyö Hanotaux dinin ümmehat-ı mesailinden iki mes’eleye kader ile tevhide taarruz ediyor; birinci mes’eledeki bulunarak nihayet iki fırkaya ayrıldığını evvelki fırkayı abdin ef’alinde kat’iyen ihtiyarı yoktur dest-i kudrette baziçedir diyenler teşkil ettiğini ikinci fırka ise Halık mahlukuna bir ihtiyar bir irade vermiştir ki o ihtiyar üzerinde bildiği gibi tasarruf eder; binaenaleyh hayır şer ne kazanırsa kendisine racidir itikadında bulunduğunu karıştırdıktan sonra birinci fikir insanı haziz-i meskenete düşürür ikincisi ise evc-i kemale çıkarır diyor. Daha sonra evvelki mezhebe misal olarak mevcudatın vücud-ı ezelide fani olduğuna kail olan Budileri teşbih eden eski Yunanileri gösteriyor; birinci mezhebin saliklerini bütün terakkıyat-ı insaniyyeden alıkoyduğunu ikincisinin söylüyor. Doğrusu bu sözlerdeki haltın habtın bir misli daha görülmemiştir. Daha sonra Mösyö Hanotaux diyanet-i Nasraniyye ve hebi yani nasın kader mes’elesi hakkındaki iki muhtelif akıdesini temsil etmektedir. Evvelkisi “Nasraniyet” bir din-i ilahidir ki Arilerin bıraktığı hakaika varis olmuştur; ikincisi “İslamiyet” bir din-i beşeridir ki Samirilerin metrukatını almıştır. Birincisi insanı kurb-i ilahiye isal eder; halbuki ikincisi derekat-ı hayvaniyyetin en safi[li]ne indirir. Zaten her iki dinin temayülü onların istinad etmekte olduğu asılda gayet vazıh bir surette zahir olur. İşte birinci dinin aslı “İlah-ı eb” “İlah-ı ibn”i vücuda getirmiş “İlah-ı ibn” “İlah-ı beşer” olmuş; bu iki ilah Ruhu’l-Kuds vasıtasıyla ittisal etmiş. İkinci dinin aslı ise ilahı beşeriyyetten külliyen tenzih etmek bu takdisi Halık ile insan arasında bütün nisbetlerin münkatı’ olacağı bir hadde kadar vardırmaktır. Mösyö Hanotaux bu cevherleri saçtıktan sonra iki dini birbirine halt etmek bunları aynı usule irca aralarında münasebet müşabehet akd eylemek gibi hiç neticesi olmayacak bir yığın söz daha söylüyor. Acaba şu nutkun havi olduğu perişan fikirlerin hezeyan sözlerin emsaline hiçbir muharririn hiçbir sahib-i nazarın eserinde tesadüf kabil midir? Ben bu hususta verilecek hükmü ümmetlerin mezahibine ve mezahib hakkındaki efkarına biraz vukufu olanlara bırakacağım. Kader hakkındaki münakaşat gerek teşbihe gerek tenzihe kail olan milletlerin hiçbirine has değildir. Zaten teşbihin yahud tenzihin bu hususta katiyyen dahli yoktur; çünkü bu münakaşatın kaffesi ilm-i ilahinin her şeyi muhit olması kudret-i ilahiyyenin her mümküne şümulü bulunması itikadından neşet etmiştir. Nitekim kader mes’elesinde bizzat Nasraniler arasında bile ihtilaf hadis olmuştur; halbuki Nasraniler Mösyö Hanotaux’ya göre Müşebbihe’dendirler. Hem bu ihtilaf bu niza onların arasında kable’l-İslam başlayarak zamanımıza kadar devam etmiştir. Ümid ederiz ki Hanotaux Saint Thomas’nın etbaıyla Dominikenler’in kezalik Loyola’ya tarafdar olanların mezhebine muttali olmuştur. İşte evvelkiler Cebriyye’den let-i Mesihiyye arasında her iki mezhebe salik olan fırkalar mevcuttur. Binaenaleyh bu mezheb Hanotaux’nun zu’mu gibi bir mezheb-i Sami değildir; belki usul ve füruu Ariler arasında zuhur ve intişar etmiştir de sonra başkalarına oradan Hiç sen kadere i’timad ile işi gücü bırakıp arka üstü yatan bir Yahudi işittin mi? Kürek çekerek ta Britanya adalarına giden Fenikelilerin hazine-i gayba intizar ile hab-ı nuşin-i hayale daldığını duydun mu? Lakin biz bunu manastırlarda rahiblerde çok gördük; sa’y ü ameli terk ederek halkın duş-i mesaisine bar olarak yaşayan bu orduların halini çok işittik. Evet bunlar o hale gelmişti ki artık ellerinden bizar olan Avrupa başını kurtarmak için seyf-i sarime müracaat etmişti. Yunanlılar arasında iştihar eden baht ü tesadüf mezhebi felsefenin mebadisini okuyan çocuklara varıncaya kadar herkesin ma’lumudur. Felsefe kitaplarının iptali için uğraştığı bu mezheb mevcudatın sevk-i tesadüfle vücuda geldiğini binaenaleyh bir mümkünün vücud bulmak için sebebe her işi Halık’a isnad etmekten ziyade cebriliğe saik değil midir? Acaba böyle bir mezheb akvam-ı Ariyyeyi menazil-i rif’at ve kemale i’la edebilir mi? cebrin fikrini tarzındaki kavlini reddetmekte; kesbi ihtiyarı altmış dört kadar ayetle isbat eylemektedir. Bir nazar-ı basirete karşı buna muhalif görünen ayat-ı kerimenin kaffesi kavanin-i kevn namıyla ma’ruf olan sünen-i ayet-i kerimesiyle diğer ayet-i celilede olduğu gibi. Her akıl abdin ef’alinde muhtar olması mes’elesiyle ümmetlerin ahlak ve tabayii üzerindeki kudret-i ilahiyye arasında mevcud olan fark-ı celiyi derhal görür. Abdin ef’alindeki kası inkar etmez. Lakin ümmetlerin tabayi’ ve secaya hususundaki birinin ihtiyarı olamaz. Cenab-ı Hak zemin ve asumanı zemin ve asuman arasındaki avalimi nasıl yaratmış ise onu da öylece yaratmıştır. Cenab-ı Peygamber’in akvali ef’ali hep bu hakıkati te’yid etmiştir. İşte o Resul-i Muhterem öyle yorulmaz bir sai öyle fütur bilmez bir mücahid öyle şeb-zinde-dar bir müctehid Acaba kendisinin “Bana nusret va’d-i kat’isinde bulunan Allah benim uğraşmama hacet bırakmaz; i’la-yı dini zamin olan Mevla benim çalışmama lüzum göstermez” diyerek vazife-i da’veti itmam ve ikmal için kadere arz-ı teslim ile iktifa ederek balin-i istirahata yaslandığına dair o Nebi-i Muazzam’dan bir haber menkul müdür? Hayır böyle bir hal şöyle dursun min-tarafillah mazhar olduğu o sadık vaadler kendisinin sa’y ü mücahededeki şevkini bir o kadar daha müzdad eder siyanet-i Huda o meb’us-i hakimin hazm ü Ashab-ı güzini onun mesleğini tuttular sonradan gelen selef-i salih de ashabın eserine tebaiyyet ettiler. Halbuki bunlar ilm-i ilahinin ihatasına kudret-i ilahinin şümulüne En’am /. Hud /. kendilerine bahşolunan iki kuvvetin akıl ve ihtiyarın kadrini takdir hususunda insanların a’lemi idiler. Sa’y ü mücahedede cidd ü kesbde pişva-yı enam idiler; bir halde ki neşr-i Hanotaux’nun kendisinin gerek emsalinin canını sıkıyor! yahud medeniyyet-i İslamiyye budur ki dünyanın mehcur bir köşesindeki bedevilerden ibaret olup ni’met-i medeniyyet namına zevk-i ilm ü san’at namına hiçbir şey bilmeyen bir avuç kavmi varmış oldukları gayete kadar isal etmiş onları arş-ı saltanat ve izzete i’la eylemiştir. Sonra bu bedevi kavim o sayede öyle bir rikkat-i vicdana öyle bir safa-yı akla mazhar olmuştur ki bütün akvam-ı saireye karşı telattufta bulunmuş o akvamın mechulü olan birçok hakayıkı birçok maarifi keşf ederek bi’set-i nebeviden birkaç asır sonra Avrupalıların nazar-ı hayreti önüne atmıştır. Lakin yazıklar olsun ki müslümanlar arasında rüus-i şeyatin gibi birtakım habis kafalar peyda oldu Arilerin levsiyyatından yüklenip getirebildikleri asar ile bu hak-i paki telvis etti. Bugün meydandaki hasar hep onun bakiyyesidir. Roma’dan Acemistan’dan libas-ı İslam’a bürünmüş bir sürü mevali bilad-ı İslam’a sokularak yüklenip getirdikleri şikak u nifakı etrafa saçtılar; akaidde cedel bid’atini dine soktular kader mes’ele-i gamızasına dalmaktan men etmekte olan evamir-i ilahiyyeye vesaya-yı nebeviyyeye muhalefette bulundular; dışı parlak sözlerle müzevver cümlelerle müslümanları aldatarak bugünkü tefrikayı meydana getirdiler. Halbuki Cenab-ı Hak Peygamber’ine buyuruyor. Vakıa müslümanlar arasında Cebriyye ismiyle ma’ruf bir taife zuhur etti ise de hakkın aklın dinin önünde duramayacak kadar zayıf olduğu için az zaman sonra münkarız oldu hatta Saint Thoma etbaının hıristiyanlar arasındaki bekası kadar bile payidar olamadı. Müslümanlar cebr ile ihtiyar arasında mutavassıt bir mezhebe salik oldular ki bu mezheb sa’y ü amel mezhebi sıdk-ı iman mezhebidir. Hıristiyanlardan “Bosoya” gibi sahib-i nazar olanlarla bunlara ittiba eden cumhur-ı a’zam bile son zamanlarda müslümanların bu mezhebine iktida ettiler. Maamafih şurasını inkar edemem ki zaman sair milletlere yaptığı gibi müslümanlara da abus bir çehre göstererek biçareleri birkaç asırdan beri mutasavvife taifesinden birtakım erbab-ı fesada mübtela etti. Bu müfsid herifler beyne’l-İslam birtakım evham neşr ettiler ki usul-i din ile arasında katiyyen münasebet yoktur. Bu evham akaid-i sahihadan olduğu için değil lakin din-i sahihin asarıyla galebe çalınmadığı surette cahillerin zihnini büsbütün çelecek akılleri ise tereddüde düşürecek birtakım vesavisden ibaret bulunduğu için efkar-ı müslimine musallat oldu. Artık usul-i din hakkındaki cehlin taammümünden naşi müslümanlar arasında atalet de taammüm etti ki bu hususta yüksek tabakada bulunanların ber-mutad büyük yardımı oldu. En’am /. muz felaketler de Arilerin hasenatı cümlesindendir! Çünkü bu bize İran’dan Hind’den geldi ve oradaki akaid-i evveliyyeyi de birlikte getirdi. Gerek Hanotaux gerek kendi seviyesindeki sathi-nazarları ği o habis dervişler yahud o sersemlerdir ki hergün Cezair’in Tunus’un etrafında dolaşıp dururlar. Bugün aktar-ı İslam’dan hiçbiri yoktur ki dini maişete zikrullahı ticarete alet Lakin eğer müslümanlar hakıkat-i dine rücu’ etmiş olsa sürerler servetlerini çoğaltırlar Fransa’ya karşı ellerinden gelen kuvveti hazırlarlar teşebbüslerinin müsmir olması için kaderin imdadına i’timad ederler hiçbir zaman ölümden kurtuluş olmadığını bilerek savletlerinde kayd-ı hayatı hatırlarına bile getirmezlerdi; sonra içlerinde erbab-ı azm paye-i sal edeceği mevkii istirdad ederlerdi; o zaman Hanotaux’nun nazarındaki cünunları akla hezeyanları hikmete münkalib olurdu. Hanotaux’nun indel-müslimin kader mes’elesi hakkındaki re’y-i sahifine taalluk eden sözlerimiz bundan ibarettir. Tenzih ve teşbihe gelince kariine melal vermeden korktuğumuz ğiz. Nazım hazretleri beyt-i sabıkta Cenab-ı Amine’nin viladet-i Muhammediyye hususunca haiz olduğu şerefin rüchanına ediyor ve şöyle diyor: O kimdir ki Havva’ya Hazret-i Ahmed-i Muhtar’ı hamil veya onunla loğusa olmuştur diye ferah ve sürur verir olsun. Hazret-i Nebiyy-i Muhtar’ı haml ü vaz’ etmek şerefi Cenab-ı Amine’ye mukadder olmuş ve kendisi bu müjdeler ile şad ve mesrur edilmiş olduğu halde ümmü’l-beşere bu şeref mukadder olmuş mu ve bu yolda kendisine bir tebşir vuku’ bulmuş mu? takdirindedir.’da müfesirredir. ikinmef’ulün-bih ve gayr-ı münsarif ve ma’nasına sıfat-ı tafdilden menkul isimdir. loğusa deO günde Amine binti Vehb Cenab-ı Ahmed-i Muhtar’ı vaz’-ı ilad etmesi sebebiyle Havva dahi dahil olduğu halde bil-cümle nisvan-ı alemin nail olmadıkları fahr ü şerefe nail oldu ve evvelce Meryemü’l-Azra’nın hamil kalmış olduğu nev-zaddan bil-icma efdalini kavmine getirdi. Viladet-i Muhammediyye cihetinden Cenab-ı Amine’nin Hazret-i Havva üzerine efdaliyyeti birincinin üzerine alelıtlak efdaliyyetini iktiza etmez ve binaenaleyh kelam-ı nazım Havva’nın Amine’den efdal olduğuna dair icmaa münafi düşmez. yukarıda viladet ma’nasına olarak mürur eden mevnail olduğu ma’nasına mazi. da sebebiyye ve zamir Nebiyy-i Mükerrreme rafail ve mevsuf-ı mukadderin sıfatı olarak takdirindedir. Cenab-ı Amine’nin pederi cihetinden ma-ba’dindeki yı beyandır ve fahhar: Fanın fethiyle fahr ve şeref demektir. cümlesi mef’ulün-bih cümlesi üzerine ma’tuftur. mef’ulün-bih. Kavm: Zükura mahsus harf-i cer tadiyye içindir. kavli takdirindedir. Burada mevlud edatı nadiren zevil-ukulde istakdirindedir. fail ve Merbekarete ve hamra vezninde bekar kıza denir. Hazret-i Meryem’e azra denmesi tezevHazret-i Amine nevzadı vaz’ eylediği zaman o nevzadı melaike teşmit etti ona hayır ve selamet ile dua eyledi ve Şeffa radiyallahu anha hazretleri bize sözüyle şifa verdi ol babtaki kavl ü rivayetiyle bizi mesrur ve dil-şad kıldı. Müşarun-ileyha Şeffa hazretleri dedi ki Hazret-i Amine Resul-i Ekrem Efendimiz’i doğurduğu zaman benim elime gelmiş idi. Ol zaman o mevlud-i muhterem istihlal eylemesi ref’-i savt etmesi üzerine bir kailin –ki melek olacaktır– diye hayır dua eylediğini işittim ve bana o vakit şark ve garbın ma-beyni aydınlanıp hatta Rum’un kasırlarını gördüm. Sonra onu sarıp sarmalayarak yatırdım. Bu aralık beni bir zulmet ve havf bürüyerek tüylerim ürper di o zaman bu mevlud-i mübarek gözümden nihan edilmesiyle bir kailin “onu nereye götürdün” sualine cevaben bir diğerinin “meşrıka” diye cevap verdiğini duydum bu söz hiç hatırımdan çıkmaz bunun için Cenab-ı Hak onu peygamber olarak ba’s buyurdukta İslamiyet cihetinden na sın evvelinde bulundum. şin’in fethi ve fa’nın teşdidiyle aşere-i mübeşşereden Abdurrahman bin Avf radiyallahu anh hazretlerinin validesinin ismidir. Bazıları dediler ki Şeffa müşarun-ileyhanın lakabıdır ismi Leyla’dır. Bazıları da: Müşarun-ileyhanın şin’in kesri ve fanın tahfifi ile de zabt edilmiştir vezne naza ran burada evvelki zabt taayyün eder. ile arasında kable’l-alemiyye ma’na-yı aslisi itibariyle cinas-ı iştikak var. Cinas-ı iştikak: Maddede ve asl-ı ma’nada müşterek olan elfazın beyni cem’ edilmeğe denir. Teşmit’ten mazi ve zamir-i mansub Resul-i Ekrem’e diye mukabele olunması karinesiyle mecazen akfail ve meden müştak vezninde’dir badehu vezninde oldu ve bundan sonra dahi hemzenin harekesi lam’a vezninde oldu. vezni üzere cemi’lendirmeksuretinde cemi’lendirenlere nazar ederek o den müştaktır demecümlesinde zarfiyyet içinşifadan mazi. Şifa: Deva ve afiyet demekda harf-i cer sıla içindir ve zamir fail. Kazan’da neşrolunan Kazanski Telgraf gazetesinin Eylül Sene tarihli nüshasında “Salib’in Hilal’e galebe edeceği zaman artık hulul etti” ünvanıyla mezkur gazetenin güya Viyana muhabiri tarafından irsal olunan mufassal ve gayet bed-hahane bir mektup mündericdir. Nasıl bir fikir ve maksada mebni yazıldığı vehle-i ulada nazara çarpan bütün alem-i İslam ve bilhassa Osmanlılar hakkında son dereceye kadar bed-binane efkar ile mali olan bu mektubun tarz-ı tahriri pek kaba pek çirkindir. Sahib-i mektubun nezahet-i kalemiyye ile asla münasebeti olmadığı ği mektubunun daha ilk satırlarında görülen elfaz ve ta’birattan müsteban olmaktadır. Bu vadide onunla müsabakaya çıkmak haysiyyet-i kalemiyyeyi pay-mal etmek demek olduğundan tabii herkesin karı değildir. Butlanı beyyin olan safsatalara revac vermek için böyle vadilere sapmak aciz kalemlerin en kavi istinadgahlarını teşkil eder çok defa görülen ahvaldendir ki bazı kimseler sekameti kendi şehadet-i vicdaniyyeleriyle sabit olan birtakım efkar-ı batıleyi kabul ettirmek için daima maglatadan istiane eylerler; onunla te’min-i muvaffakıyyet edemezlerse muhatablarını tehevvüre mağlub ederek akıl ve mantık dairesinden çıkarmak bunun neticesi olarak cevaptan aciz bırakmak suretle münakaşanın şiraze-i intizamı bozulur. Tecavüze ma’ruz olan kimse de tabii şiddet-i teessür ve demez. Hasmı da güya kendisini bu suretle iskat ve ilzam ettim diye müteselli olur. Biz bunu bildiğimiz için sahib-i mektubun o ümidini boşa çıkaracağız. Tecavüzat-ı vakıasına karşı iltizam-ı sükut rasında hakıkat gaib olup gitmesin mes’elenin asıl ruhlu noktaları anlaşılsın. Hoş.. Viyana muhbirinin mektubu bu zahmeti ihtiyara da değmez idi ya! Fakat mektubun zahiren kuvvetli gibi görünen ve bazı kimselerin ezhanını taglit etmesi melhuz olan fıkaratını cevapsız bırakmamaya karar verdik ve bunlara karşı birkaç söz söylemeyi muvafık bulduk. Evvela şurası kat’iyyen bilinmeli ki bir milletin iyiliğini elbette o milleti mucib-i şevk u gayreti olacak sözlerle terakkıye tergib ederler. İstemeyenler de bütün ef’al ve harekatını haklı haksız tenkıd ve muahaze ile şevkıni kesr eylerler salik olduğu tarik-i terakkıde bu vechile devamına mani olmak şuh ettiği derhal anlaşılan bu gibi sözlere asla havale-i sem’-i mez. Çünkü bir yolcu yolda giderken etraftan gelen her sese kulak kabartacak cevap verecek olursa bir saatte kat’ edeceği mesafeyi bir ayda kat’ edemez. münderic fıkarattan bazılarını aynen nakl ediyoruz: Viyana muhabiri mektubunun ilk satırlarında “Millet-i hükm-i Kur’an mahv edildi” diyor. Hakan-ı mahlu’un tarafdarlığı maskesiyle meydan-ı münakaşaya çıkan muhabir efendinin bundan maksadı ne olabileceği hakkında birçok ihtimalat vardır. Bunların hepsi yazılacak olsa uzun gider. Ancak bütün dünya ile Viyana muhabiri efendi de bilir ki hakan-ı sabık otuz üç sene kadar bir müddet makam-ı Hilafet’i işgal etmişti fakat millet-i İslamiyyenin “pek kıymetdar” halifesi değildi. Zulmü istibdadı tahammül derecesini fersah fersah geçen bir padişahı bütün millet-i İslamiyyenin kıymetdar bir halifesi suretinde göstermek muhabir efendiden başka kimsenin hatırından geçmemiş olsa gerek! Padişah-ı sabıkın zulüm ve istibdadıdır ki kendisini layık olmadığı dereceden layık olduğu derekeye indirdi. Bir padişah-ı zalimin zulmüne nihayet vermekle Kur’an-ı azimü’şşanın bet tasavvur edildiğine bir türlü akıl erdiremedik. Hakan-ı sabık fetva-yı şer’-i şerif ile hal’ edildiğinden Kur’an-ı Kerim’in hükmü ihlal değil belki icra edildi. Bir de muhabir efendi acaba bu sözleri söyleyecek kadar ahkam-ı Kur’aniyyeye nereden kesb-i vukuf etmiş? “Beşyüz seneden beri yeniçeriler halifelerini birkaç defa hal’ etmişlerse de Kur’an’la sabit olan kuvvetlerini almamışlar desi meşrutiyete tahvil olunmasıyla Kur’an’ın kuvveti zail oldu. Binaenaleyh Türkiye’nin müstakil olan vücudu da kayboldu.” Safsata vadisinde akıl ve mantıktan ancak bu kadar istifade olunabilir. Mantık mantık olalı böyle bir kıyas-ı fasidin tertibine hadim olmamıştır zannederiz. Bir kere şu “müstebid kuvvet” sözünü ele alalım; bunun ma’nası iktidar-ı mutlak iktidar-ı keyfi demek olacak. Muhabir efendi bilmeli ki İslamiyyet dünyada kimseye o iktidarı vermemiştir. Gerek halife-i müsliminin gerek efrad-ı nasın harekat ve sekenatı akli şer’i birçok kuyud ile mukayyeddir. vazifesini ta’yin için te’sis edildi. Başka bir şey için değil. Artık bununla Türkiye’nin istiklali mahv mı olur yoksa kuvvet mi bulur? Bilemeyiz. Yok yok.. O istiklal muhabir efendinin du; daha da bulacak! “Genç Türkler Türkiye’sinin yakında parça parça olması şüphesizdir.” Bu fikir yeni Türkiye gibi yeni değil eski Türkiye kadar eskidir. İşte bütün Türkler de buna meydan vermemek için çalışıyorlar. Meşrutiyet bunun için tesis edildi. Muhabir efendi gibi baykuşların sada-yı meş’umu ancak bu suretle kesilebildi. Eğer istibdad devam etmiş olaydı çoktan iş olup bitmiş muhabirin sözü yerini bulmuş idi. Bereket versin ki devamına meydan verilmedi. ramete halbuki muhabir efendinin kerametle münasebeti olmadığından kehanete muhtaçtır. Ancak kendisinin böyle bir hüner ve ma’rifeti olup olmadığı bizce kat’iyyen mechuldür. “Müslümanların hukuk-ı namus ve faziletlerinin aynı olan şeriatleri Napolyon kavaniniyle mübadele edildi.” Müslümanların şeriati hiçbir kanun ile mübadele edilmedi ve edilmez. Viyana muhabiri Napolyon kanununun tedvininde şeriat-i İslamiyyeden ne kadar istifade edildiğini bileydi böyle cahilane bir söz söylemez idi. “İslam’dan başka insanları bir şeye saymamış kibar bir Türk şimdi memalik-i Osmaniyyenin müsaviyü’l-hukuk hıristiyanlarından farkı olmayan bir beyi oldu. Gazi kahhar bir sultan şimdi kendi kuluyla bir dereceye tenzil edildi. Bir hıristiyanı hukukta kendisiyle müsavi tutmak doğrusu şeci’ ali İslam için zillettir.” Avamın gayret-i cahilanesini tahrik için ancak böyle adi bayağı fikirler lazımdır. Eğer hakıkat muhabirin dediği gibi olaydı memalik-i Osmaniyyedeki anasır-ı hıristiyaniyye altı yüz bu kadar seneden beri ne milletlerini ne de mevcudiyetlerini muhafaza edemezlerdi. Devlet onları insan hem de bütün ma’nasıyla insan olmak üzere tanımış onların hukukunu muhafaza etmiş; onlar da o sayede terakkı temeddün etmişler sahib-i yesar ü servet olmuşlar; milletlerini lisanlarını dinlerini muhafaza etmişler.. Sultan şimdi kendi kuluyla bir dereceye tenzil edildi sözüne gelince; cevaptan müstağni bir deli lakırdısından başka bir şey değildir. Eğer te’sis-i meşrutiyyetle hükümdaran mevkilerinden tenezzül ediyorlarsa bunu yalnız bir hükümdara tahsis etmeyip bütün hükümdarana teşmil etmeli. Halbuki bugün dünyanın her yerinde meşrutiyet meşrutiyet hükümdar hükümdar ahali ahalidir. Meşrutiyet onların mevkilerini bir kat daha tahkim eder. “Bir Hıristiyanı kendisiyle müsavi tutmak.. Doğrusu şeci’ ve ali İslam için zillettir.” Viyana muhabiri mektubunun daha ilk satırlarında “Bedevi Moğol evladı” diye tahkır ettiği İslam’ı burada şeci’ ali sıfatlarıyla tavsif ediyor. Çünkü fikr-i batılını tervic için burada böyle bir ustalığa müracaat lazım gelir. Evet İslam hıristiyan hukuk-ı medeniyece bugün nazar-ı kanunda müsavidir. Bunun böyle olması nasıl oluyor da İslam için mucib-i zillet oluyor bilemeyiz. Muhabir Efendi bilmeli ki Osmanlılar anasır-ı muhtelife beynine ilka-yı tohm-ı nifak için tertib edilmiş olan bu gibi efkar-ı müzevverenin mahiyetini takdir edemeyecek kadar aciz sade-dil değildir. Onları bu kadar aciz ve saf-derun zannetmek kendi idraksizliğine şayan-ı hande-i istihfaf bir delil göstermek demektir. “Türkiye müslümanları meşrutiyeti kabul etmekle padişahlığa malik bir millet sırasından çıkıp din-i Muhammedi’deki bizim Osmanlılardan olacak Türkiye hıristiyanları meşrutiyetin verdiği hukuktan bil-istifade iktisadi siyasi cihetince alçak Moğol Türklerinin nüfuzlarından kendilerini tamamen tahlis edecekleri şüphesizdir.” Viyana muhabiri yukarıda şeci’ ali sıfatlarıyla tavsif ettiği Türkleri burada yine ağza alınmaz birtakım elfaz-ı müstehcene eden bu tenakuz kendisinin akıldan mahrum en adi kavaid-i mantıkıyyeye bigane bir ahmak bir garaz-kar olduğunu sarahaten gösteriyor. Şiraze-i i’tidal ve intizamı bozulmuş böyle bir dimağ-ı fasid ve müzebzebden çıkan ve hezeyan-ı mahmum kabilinden olan efkar-ı sakımeye karşı verilecek en kestirme cevap beyan ettiğimiz gibi bu yavelerden bazı kimselerin yanlış fikirlere zahib olmaları ihtimaline mebni israf-ı kelam kabilinden olarak bir kere cevap vermeye başladığımızdan muhabirin şu safsatasını da cevapsız bırakmayı muvafık görmedik. Eğer muharrir-i bi-idrakin dediği gibi Osmanlılar te’sis-i meşrutiyyetle padişaha malik olan bir millet sırasından çıkarılırsa bu itiraz yalnız onlar hakkında varid olamaz. Meşrutiyyetle dünyada muharrir-i mektuptan başka hiçbir ferdin müfekkiresinden böyle bir fikr-i sakım sadır olmadığı gibi sadır olmak ihtimali de yoktur. Onun bu hezeyanına “el-cünunu fünun”dan başka bir cevab-ı muvafık bulamadık. Anasır-ı Hıristiyaniyyenin kendilerini Osmanlı idaresinden mıza göre bütün anasırın gaye-i mesaisi tevhid-i menafi’ cihetine masruftur. Bidayet-i emirde bazı su-i tefehhümat bu gibi mülahazata meydan vermek istidadını gösterdiyse de; şimdi onlar birer birer mündefi’ olmakta anasır-ı muhtelife-i Osmaniyye elbirliğiyle vatanın tealisine terakkısine çalışmaktadır. bu nifak saye-i celil-i meşrutiyette mübeddel-i vifak ve ittifak oldu inşaallah daha da olacak. Bütün anasır menafi’-i hususiyyelerini menafi’-i umumiyye-i vatana hizmetle te’min ve tevsik edecek. Te’sis-i meşrutiyyeti iftirak-ı anasıra sebep göstermek bedhahlığın garazkarlığın son derecesinden öte olsa gerek. Mesela meşrutiyet tesis edilmemiş olaydı muharrir efendi re-i müstebidde altında makhur ve müdemmer olduklarını den o bile mündefi’ oldu artık oradan bir çıban başı koparmak enzar-ı avamda başka bir mahiyet başka bir şekil ve suret vermek anasır-ı muhtelife beynine bu vecihle ilka-yı nifak u şikak etmek için İslamların izzet-i nefislerine dokunacak uruk-ı hamiyyetlerini tahrik edecek fikirler bulmalı. O fikirlerle zihinlerini gıcıklamalı.. İşte Kazanlı dostumuz da o vadiye süluk ediyor. Fakat Osmanlıları bu kadar açık tuzaklara ayak basacak kadar sade-dil kıyas etmek yukarıda söylediğimiz gibi kendi hamakatine bürhan göstermektir. Muharririn dest-gah-ı endişesinde cehl taassup garazkarlık vesaire gibi tar u pud-ı rezaille mensuc olan bu makale-i mufassala redd ü cerhe gayr-ı şayan birtakım türrehat ü hezeyandan ibarettir. Bunu nokta be nokta redd ü cerh etmek kabil idi. Fakat biz Viyana muhabirinin efkar-ı müzevveresinin daire-i sirayetini tevsi’ etmek istemediğimizden bu ciheti ihtiyar etmedik. Yalnız ehemmiyetli gibi görünen birkaç noktasına bu vechile cevap i’tasını münasib gördük. Bu bile lüzumundan fazla oldu. Sıratımüstakım’in mebahis-i Delilik de bir sanattır.” Hamd üstüne hamdolsun!” nafiaya münhasır olan kıymetdar sahifelerini böyle malaya’niyat Söze nihayet vermeden evvel memalik-i sairedeki ahalii da şudur: Onlar bu gibi mebahisde daima kavilden evvel kailini nazar-ı i’tibara almalı kailinin mahiyeti taayyün ettikten sonra kavlinin hakıkati derhal tebeyyün eder. Düşman düşmana mevlid okumaz derler. Bizi sevmeyenlerin daima bize karşı bu yolda idare-i lisan ma’neviyyatımızı bu suretle kesr edecekleri bedihidir. Onun için onların ne kendilerine ne de söyledikleri söze asla ehemmiyyet vermeyip tarik-i terakkıde Diyorlar ki: Bina-yı ictimainin temeli adalettir. Hey’et-i letin tezelzüle uğratılmasının en kavi sebep teşkil ettiğini lisan-ı tarih bağırıyor. Bir zamanlar liva-yı adalet ve emniyyetinin saye-i la’lin-i huzuruna milletlerin şitab ettiği Osmanlılık; son bir iki asrın ihmal ve terahisi ve hususiyle otuz üç senenin zulm ü teaddisi ile meshuf-ı adalet kalmış ve ancak bu yüzden şahrah-ı terakkınin ilk merhalesinde tevakkuf etmiştir. Diyorlar ki: Biz Osmanlılar anasır-ı muhtelifeyi kütle-i vahide haline getirerek hakimiyyet-i dahiliyyemizi te’min etmek ve mukeddema ferman-ı atıfetimiz iken şimdi hüccet-i makhuriyyetimiz olan mahut imtiyazat-ı ecnebiyyeyi kaldırarak ecdadın ordularında krallarını istihdam ettiği ecnebilere ahfadın esir olmağa tahammül edemeyeceklerini la tanıtmak için az zaman içinde her tarafta temin-i adalete şiddetle muhtacız. Tabiidir ki adalet kuva-yı selase-i hükumet miyanında en ziyade doğrudan doğruya alakadar olmak hasebiyle kuvve-i adliyyede tecelli etmek lazım gelir. Ve memurin-i adliyyenin menşei Mekteb-i Hukuk olmak itibaryle vatanın her tarafında açılmış olan zulüm kanunsuzluk yaralarına iksir-i adalet yetiştirecekler bugün o mektep sıralarında bulunan efendilerdir. Muhterem arkadaşlarım! Satırlarımı buraya kadar takib eden nazarlarınızda bir adem-i hoşnudi emaresi başladığını görür gibi oluyorum. Çünkü mülahazam kısm-ı ekserinizin fikrine mülayim gelmeyecek. Lakin hakıkati adaleti müdafaa rimi bir hakim-i adil bitaraflığıyla okuyunuz: Ben düşünüyorum ki memleketimizin icabatı vesaitimizin mefkudiyeti yüzünden esasen lazım olduğu kadar iyi talebe yetiştiremeyen Mekteb-i Hukuk eğer doktorasız mezuniyet rüusu vermeyi adet edinirse iksir-i adaleti tevzie memur eller pek becereksiz ve acemi olacaklardır. Çünkü Mekteb-i Hukuk’ta dört sene zarfında tahsil olunan dersler talebenin ezhanında; ayniyle bir şehrin her kısmını muhtelif zamanlarda ayrı ayrı görmüş fakat hey’et-i umumiyyesini ihata edememiş bir seyyah ma’lumatı ihzar eder. Halbuki doktora bu yekdiğerinin mütemmimi olan dersleri bir arada cem’ ve ihataya sebep olmakla adeta bir memleketin aksam-ı muhtelifesini gördükten sonra hey’et-i umumiyyesini de bilen bir adam vukuf-ı kamili te’min eder. Zaten nasıl ki alel-ade imtihanlar talebeyi sa’ye mecbur etmek hasebiyle faide-mend ise dört senenin müntehasındaki müselsel imtihanların da elbette nafi’ olacağı gayr-ı kabil-i inkar hakayık-ı basitedendir. Şu halde doktora esası itibariyle masunü’l-itirazdır. Ancak doktoranın şekli memleketimizde bihakkın kabiliyet-i tatbiki ve külfetine göre nimet te’min edip etmediği münakaşaya değer itirazlar teşkil edebilir. Bununla beraber bir şeyin şekil ve suret-i icrasına karşı olan itirazat muhık olsa bile o şeyin hükümden sukutuna kifayet etmez. Çünkü asıl fer’e tabi olamaz. Filhakika doktora suret-i icrası tatbik değildir. Çünkü ilave edilen dersler teferruatı değişen ve değişmek üzere bulunan kanunlar mevcud ve tetebbu’at-ı hususiyye icrasına medar olacak vesait mefkuddur. Lakin kavaid-i asliyye değişemeyeceğinden yine tekrar ederim ki oldukça ma’kul ve müsait şerait dairesinde doktora yapabilmek elzemdir. Hepimizin birçok tanıdıklarımız vardır. İtiraf ederiz ki doktora ile me’zun olanlar – tabii müstesnaları vareste – suret-i umumiyyede doktorasız çıkanlara müreccahtırlar. Buna şüphe etmemelidir. Zaten doktorasız çıkmak hal-i arızi aleyh olamaz. Yarın vatanın muhtelif köşelerine dağılarak adalet bekleyen halka tevzi’-i hukuka çalışırken hukuku layıkıyla ihata edememekten mütevellid acz; vicdan-ı hamiyyetimizde bir ukde-i nedamet düğümlemeyecek mi? Bugün istikbalini gençlerden bekleyen millet sahte bir cila-yı ma’lumat ile hayat-ı ictimaiyyeye karışmış adamlardan ne fayda görür? Fikrimizi yakın zamanda memur olmak yahud da mektebi oluruna bağlayıp bitirmiş bulunmak gibi emeller menfaatler Muazzez refiklerim! Amık bir halisiyyet ile söylenen ve hepinizin daha iyi düşünebileceğiniz müsellem bulunan şu hakayıkı bitaraf bir fikir ile telakki ediniz. Artık “doktora isteyenin karga tulumba edileceği” gibi letaif-i tıflaneyi terk ederek merci’-i resmisinin kemal-i inkıyad tabi’ bir şekl-i müsaid ve ma’kule ifrağ edeceği doktora imtihanlarına bütün vicdanımızla intizar etmeliyiz. Bütün mevcudat-ı zevi’l-hayat ve ta’bir-i umumi ile bütün hücerat hayat gösterebilmek için eşkal ve nisebat-ı muayyenede “madde ve kuvvet”i havi bir muhit-i hariciye ihtiyacı vardır. Bu muhit su müvellidü’l-humuza ve bir miktar mevadd-ı ma’deniyye ve uzviyye “albuminoid müvellidü’l-ma-i karboniyye şahm” ve mikdar-ı kafi hararet ziya ve tazyiki cami’ olmalıdır. Bu şeraitin kaffesini cami’ olmayan bir muhite bir zi-hayat konuluyorsa orada yaşayamaz telef olur. Bazen böyle bir yerde hayatın devam ettiği görülürse de zahiri olmayıp “hayat-ı hafi” halinde bulunur. Mesela suyun mefkud olduğu müddetçe bir buğday tanesi senelerce atıl bir halde kalır; hayatını ancak kendine lazım olan rutubete tesadüf ettiği zaman izhar eder ta’dad ettiğimiz bütün şeraiti haiz bir muhite bir zi-hayat konulursa şayan-ı dikkat bir sıra ef’al husule gelir ki buna “alaim-i hayatiyye” denilir. Alaim-i hayatiyye başlıca iki mecmuada toplanabilir: . Alaim-i tegaddi . Alaim-i nesebi Alaim-i tegaddi: Mevcudat-ı zevi’l-hayat muhit-i hariciden mevadd-ı gıdaiyye ahz ü istiare eder. Şayet bu mevad sulb iseler onu mayi haline ve kabil-i imtisas ve hulul bir hale kalb ederler hazm. Bu tagayyürat bilhassa bu maksad mıyla icra olunur. Bir şahs-ı zi-hayat ne kadar mevad ile tegaddi edebilirse ol kadar da diyastaz ifrazına muktedirdir. Mevad-ı gıdaiyye hazmolunup kabil-i imtisas bir hale geldikten sonra dahil-i vücud olur imtisas. Ve bir amel ve ıslaha duçar olarak kısmen protoplazmaya kısmen de şahs-ı zi-hayata has ve lazım olan mevadd-ı uzviyyeye “albuminoid müvellidü’l-ma-i karboniyye şahm”a tahavvül eder temessül. Mevadd-ı uzviyye-i mezkure hücerata iddihar olunarak agdiye-i ihtiyatiyyeyi teşkil eder. Bu ihtiyat-ı uzvi tıpkı ecsam-ı müşta’ileye benzer kolayca tahallül ederler. Ve bu tahallülden husule gelen mahsulat hamız-ı karbon su bevle.. hareket ve hararet şeklinde “kudret-i energie”i hal-i serbestiye bırakırlar mezad-ı temsil. Aynı zamanda hamız-ı karbon su bevle güç tahallül eder ecsam olduklarından uzviyyete yaramayacağı cihetle tard u ifrağ olunur ifrağat. Alaim-i hayatiyye-i tegaddi denilen bu muhtelif ef’al yani hazm imtisas temessül mezad-ı temessül-i ifrağat esasen “kuvvet ve madde”nin tahavvülünden başka bir şey değildir. Bu tahavvül alem-i gayr-ı uzvide hadisat-ı muhtelife teşkil eden tahavvülatın aynı ise de yalnız alaim-i hayatiyye-i tegaddide bir illet-i faile ve hatta bir illet-i gaiyye mevcuddur halbuki diğerinde bu hal yoktur. Mesela hamız-ı karbonun teşekkülü bir hadise olup bunun rait-i havaiyye ve harariyyede yekdiğerinin karşısında bulunmasıdır. Alem-i gayr-ı uzvide bu hadise bila-maksad icra olunup illet-i failesi tesadüftür. Yani bittesadüf karbonun şerait-i muayyenede müvellidü’l-humuzaya rast gelmesidir. Fakat mevcudat-ı zevi’l-hayatta hamız-ı karbonun teşekkülü bambaşka bir vasıf ve hal irae eder. Burada karbon ve müvellidü’l-humuzanın yekdiğerini bulması tesadüfi değildir. Zevi’l-hayat bir taraftan vücudlarına mevadd-ı karboniyye diğer taraftan müvellidü’l-humuza idhal ederler. Şöyle ki her ikisi ittihad etsinler. Bu ittihad da bir maksad üzerine yatiyye-i nesebiyye” icrasına lazım olan kuvveti hal-i serbestiye bırakmaktır. Esasen bila-istisna bütün alaim-i tegaddi pek zahir bir hassa-i gaiyye ibraz eder ve yekdiğerini bir nizam-ı mu’ayyenede teakub ve tevali eyler. Şöyle ki hazmdan maksad mevadd-ı gı-daiyyeyi kabil-i imtisas bir hale koymak; imtisasdan maksad protoplazmanın ve ihtiyat-ı uzviyyenin teşekkülüne ta’bir-i aharla temessüle hizmet etmek; ve temessüle mukabil mezadd-ı temessül husule gelmek yani ihtiyat-ı uzvinin kuvve-i meknuzesini hal-i serbestiye koymak ve nihayet fi’l-i ifrağ ile bu ef’al bir maksad-ı umumiye hizmet ediyor ki o da şahsın yaşaması nev’in devamıdır. Dikkat buyurulsun ki hadisat-ı tegaddi gayr-ı idrakidir yani şahsın ilm ü haberi olmaksızın icra olunur. Ve şüphesizdir ki o şahıs bunu icra ve maksud olan gayeyi de bilmez. Hülasa uzviyyeti alem-i gayr-ı uzviden cereyan eden hadisattan tefrik eden alaim-i tegaddinin en başlıca sıfat-ı esa-siyye ve mümeyyizesi bir gayeye hizmeti bir maksada tetabukudur. Alaim-i nesebiyye: Mevcudat-ı zevi’l-hayat muhit-i haricinin kuvasından müteessir olur. Bu te’sir mahlukun aksam-ı muhitiyyesinde husule gelir ki buna “intiba” denir. Bu alel-ade “hareket” şeklinde nümayan olur. Ve buna da “teamül” denir. Teamülü teşkil eden kudret vücudun sathına te’sir eden kudretten daha şedid olur ve evvelki ikincinin tahavvülünden başka bir şey değildir. İntiba’ın tesiriyle şahs-ı zi-hayat ihtiyat-ı uzvisinden bir kısmını tahlil eder. Bu tahallülden husule gelen mahsulat tekrar beynlerinde ve müvellidü’l-humuza ile birleşerek hamız-ı karbon ve su teşkil edip teamül gibi istifade olunan kuvveti hal-i serbestiye bırakır. Harekat-ı teamüliyye veya mün’akise daima bir maksada tevafuk eder. Ya agdiye tedarikine veya ef’al-i tenasüliyye Bazı ef’al-i mün’akise de vardır ki şerait-i muhitiyye-i hariciyyenin gayr-ı muvafık bir surette tebeddül etmesiyle husule gelir ve mahlukun bu suretle icra ettiği harekatta gayr-ı muvafık olan muhitten çıkarak şerait-i münasibeyi cami’ mahalle girmek ve hayatı muhafaza etmek için müdafaa maksadına mebnidir. Vahidü’l-hüceratta hadisat-ı nesebiyye gayet basit ise de kesirü’l-hüceratta fevkalade muğlak ve muhtelit ve bunun icrasına mahsus hüceyrat-ı muhtelife mevcuddur. İbtida vahidü’l-hüceratı badehu kesirü’lhüceratı mütalaa edelim: Vahidü’l-hüceratta intiba’ ve tesir-i muhiti onların vücudunu teşkil eden kitle-i protoplazmaiyyede bir fi’l-i mün’akis uyandırır ki daima bir maksada tevafuk eden bir hareketle nümayan olur ve umumiyyetle bu hareket “taksi Taxis” namıyla yad olunur. İşte size birkaç misal: “Tan” denilen madde ile tegaddi eden plazmodlardan birisinin civarına biraz madde-i mezkureden konulursa daima o cihete doğru harekete başlar. Bu misillü ef’al-i tagaddiyye bu plazmod uçları otuz derece-i hararette suya daldırılmış şerit şeklinde bir sünger kağıdı üzerine konulursa plazmod sabit kalır. Fakat kağıdın uçlarından biri alınıp da yedi derece-i hararette bulunan suya konulursa plazmodun evvelki uca doğru tebdil-i mekan ettiği görülür. Eğer otuz derece-i hararette bulunan uçların birisi elli derece-i hararete konulursa yine plazmodun aksi tarafa hareket ettiği görülür. Velhasıl hayatını tehlikeye koyan pek soğuk veya pek sıcaktan kaçar ve muvafık bir mahal arar. Nim muzlim bir mahalde bu plazmod tegaddi ettiği “tan”ın sathına çıktığı halde şuaat-ı ziyaiyye tahtında “tan”ın içine gömülür. Hararet ve ziyadan husule gelen bu hallere termotaxis ve phototaxis denilir ki muhitin şerait-i gayr-ı muvafıkasına karşı şahsi müdafaa Hüveynat-ı meneviyyenin aynı nev’inden olup da telkih edilmemiş olan büyeyzata doğru hareketleri ef’al-i tenasüliyye Hülasa vahidü’l-hüceratta hadisat-ı nesebiyye bir hassa-i gaiyye ile calib-i nazar-ı dikkattir ve daima üç maksad üzerine icra olunur: Tegaddi tenasül tedafü’dür. Kesirü’l-hücerat-ı aliyyede “cümle-i asabiyyesi olmayan süfliyyelerde hadisat-ı nesebiyye vahidü’l-hüceratınkine büyük müşabehet arz eder” ve insanda alaim-i nesebiyyenin ye asabiyye nöron ve elyaf-ı adaliyye” mevcud olduğundan hadisat-ı nesebiyye pek ziyade karışıktır. Bu hadisatın anasır-ı müşekkelesi olan intiba ve teamül bazı defa “idraki” olur yani his ve idrak edilir bazıları da gayr-ı idraki olur. Binaenaleyh bunları ayrı ayrı mütalaa etmek icab eder. Konferans Zamir dursun.. Zamiri bırakınca asıl isim ile sıfat yan yana kalır. Kavaid-namelerimizde de bunlar yan yanadır.. Fakat şu var ki sıfatın semai ve kıyasi olacağından bahs ederler de semai ve kıyasi olmak demek basit olmak ve edatla birleşmiş olmak demektir. Bu hal ise yalnız sıfatta bulunmaz.. Sıfatta da bulunur isimde de bulunur. Nasıl ki “kara” sıfatı basit ve “benekli” sıfatı edatla birleşmiştir.. Öylece “kömür” ismi basit ve “kömürlük” ve “karalık” isimleri edatla birleşmiştir. Bu cihet böyle olduğu gibi sıfatlar çok kere tavsif ettikleri isimlerin “mevsufların” yerine kalıp ayniyle isim gibi iş yapar ve işe yarar. “Kömürcü” “iyiler” “akıllılar” “akı karasıyla karışık” “yumurtanın sarısı” gibi şeylerdeki sıfatlar tamamen isim işi görmektedir. Kavaid-namelerimizde ve kavaidcilerimizde şu tuhaflık da var ki bunlarca “pelid kömürü” “iri kömür” “kömür satıcı” gibi iki isimden veya bir sıfatla bir isimden yapılan ta’birler mürekkebdir.. Fakat “kömürlük” “kömürcü” “kömürlü” “kömürümsü” “karalık” gibi bir isim veya bir sıfat tıksız bir iştir. Çünkü “kömür satıcı” ve “kömürcü” ta’birleri bir kıymette olmasa da bunda birinin mürekkeb ve birinin gayr-ı mürekkeb ve basit olmasına akıl yatmaz. Şu dağınık mülahazaları toplayalım.. Madem ki asıl de de mevcuddur.. Bunların ikisini birlikte mütalaa etmek daha münasib olur. Filhakika kendi aklımıza göre düşünürsek buluruz ki bize esasen isim ve sıfat lazım.. Çünkü eşya rıyla anlayacağız. İşte dershane salon kapı pencere perde bahçe… Bunlar geniş veya dar olur büyük veya küçük olur açık veya kapalı olur yeni veya eski olur muntazam veya gayr-ı muntazam olur. Umumi düşünüyoruz ya! Bize lazım isimleri ve sıfatları ya hazırlanmış buluruz ya hazırlanmış bulmayız da kendimiz hazırlarız. Mesela “kömür” ismi hazırdır bunun için yorulmayız. “Kara” sıfatı yine hazırdır bunun için de yorulmayız. Fakat “kömürlük” ve “karalık” ve “kömürcü” ve “kömürümsü” diyeceğimiz vakit bunları biz yaparız.. “Kömürlük” mü diyeceğiz “kömürluk” mu diyeceğiz bunu biz biliriz. “Pelid kömürü” ve “kömür tozu” ve “kömür satıcı” ve “iri kömür” diyeceğimiz vakit bunları böyle birbiriyle bağdaştırmak yorgunluğu bize yüklenir.. “Pelid kömürü” mü diyeceğiz “pelidin kömürü” mü diyeceğiz ve keza “kömür satıcı” mı diyeceğiz yoksa “kömür satıcısı” mı diyeceğiz bunları yakıştırmak bizim işimizdir. Bu didiklemeden bulduğumuz netice şudur: İsim ve sıfat ya basittir yani anasından nasıl doğmuş ve nasıl yapılmış hizmet yolunda biraz daha ayaklanmıştır. Ya başka isim ve sıfatla birleşmiştir. Yani beklenen bütün hizmetleri yapacak kadar büyümüş ve kamilleşmiştir. Nitekim “kömür” ve “kara” birinci haldedir.. “Karalık” ve “kömürcü” ve “kömürümsü” “kömür satıcı” ve “iri kömür” üçüncü haldedir. Bu üç halin ayrı ayrı ta’birleri ıstılahları olmak lazım gelir. Bunu bulamadığımız la birleşmiş isim isim ve sıfatla birleşmiş isim diye üç suret kabul ediyoruz ve bu defa isim ta’birini daha geniş bir ma’nada tutup isim demekle isim ve sıfat anlıyoruz. halde kalıp bir şey göstermesi var bir kere de edat alıp birden ziyade şey göstermesi var.. Kendi halinde kalıp bir şey gösteren kelime “müfred”dir edat alıp birden ziyade şey gösteren kelime “cemi’” veya “mecmu’”dur. Müfredlik asıl olan tabii bir haldir cemi’lik asıl olmayan sınai bir haldir. Müfred kelimeler bir “ler” ilavesiyle cemi’ olur. İşte hiç güçlük yok. Yalnız başka isim ve sıfatla birleşmiş kelimelere “ler” ayağı kelimeye sonradan takılacak yerde birleşmeden evvel yapışır. “Kömürler” “kömürlükler” “kömürcüler” “taş kömürleri” “kömürcünün kömürleri” “kömürcülerin kömürleri” gibi. Kavaid-namelerimizin hemen hepsinde isim ve sıfatın mefhumları istediğimiz derecede açması tahdid ve tayin edip derleyip toplaması için mütemmimler alarak başka isim ve sıfatlarla birleşmesi “terkib-i izafi” ve “terkib-i tavsifi” diye gerek olmayan cihetinden incelenmektedir. Bunları demincek söylediğimiz kadarıyla geçiverirsek korkarız ta’yibe ve muahazeye uğrarız. Bunlar için birkaç söz daha söyleyelim… Ma’lumdur ki lügatler basit halde kaldıkça büyük iş göremez.. Edatlardan ibaret ayaklar da büyük işlere istediğimiz kadar hizmet edemez. Şu halde bütün ve başlı başına ma’nası olan kelimeleri birbirine koşmak ve arkadaş etmek çaresiz olur. Mesela “kitap cildi” “kitabın cildi” veya “yeni kitap” diyeceğiz sadece “kitap” dersek bu ma’nalar anlaşılmaz.. Başka cild başka kitap bilfarz defter cildi veya eski cild anlaşılabilir. Halbuki maksadımız kitap cildi veya yeni kitap.. Eldeki edatlardan biriyle bu işi görmek ise mümkün değil.. Bu halde kelimeleri birleştirip bir kelimeyle görülemeyen Yine ma’lumdur ki mefhumlar külli şeylerdir.. Bunlarda kendi kendine tahdid ve ta’yin bulunmaz. Mesela “cild” denilir.. Bununla cildin ne cildi veya nasıl cild olduğu anlaşılamaz. Kezalik “ağaç” denilir. Bununla ağacın ne ağacı ve nasıl ağaç olduğu anlaşılamaz. Anlaşılan bu ma’nalar hep külli ve mübhem şeylerdir.. Bunların cüz’i ve muayyen olması cildi” “kitabın cildi” “Ahmed’in kitabının cildi” “Ahmed’in eski kitabının yeni cildi” “Ahmed’in şu gördüğün eski kitabının yeni cildi” ve “çatal ağaç” “bahçedeki çatal ağaç” “bizim bahçedeki çatal ağaç” “bizim bahçedeki şu çatal ağaç” denilerek derece derece ibham kaldırılıp mefhumda tahdid ve ta’yin hasıl edilir. Kelimelerin birleştirilmesinde ve çoğaltılmasındaki faideyi gösteren bu nokta çocuklara hissettirilmeye çalışılsa pek tavsifi” denildiğini gereği gibi anlar. Yoksa iş daha karanlıkta veya şuna “ter-kib” derler terkib iki veya on ikidir demekten bir şey çıkmaz. Hele isme isim koşmaktan ibaret olan bir sade işi “izafet” diye büyütüp büyütüp anlaşılmaz bir sır suretine koymak ve bunu “lamiyye” “beyaniyye” “teşbihiyye” diye dağıtıp dağıtıp kavaid okuyan çocukcağızları şaşkına döndürmek günahtır. “İzafet-i lamiyye” ta’birinin Türkçe için ma’nası bile yoktur: Arapça’da “gulamu Zeyd”in sözü “gulamun li-Zeydin” diye izah edildiğinden ye hacet var mı? Yine tekrar edelim ki terkib-i izafide de terkib-i tavsifide de esas bir kelime ile anlatılamayan ma’nayı daha ziyade kelime ile anlatmaktır. İşte mesela “cild” ve “ağaç”.. Bunların ma’nası gayet geniş.. “Kitap cildi” dersek ma’nasının hududu biraz darlaşır.. Hiç olmazsa cildin kitap cildi olduğu anlaşılır. “Kitabın cildi” dersek hudud biraz daha darlaşıp kitabın hangi kitap olduğu da belli olur. Bu faide nereden? Terkibe gelen “ın” edatından. Hani ziyade harf ziyade ma’naya delalet eder demezler mi? İşte misali. “Ahmed’in kitabının cildi” dersek hudud bir kat daha darlaşır.. Artık hangi kitap? Kimin kitabı? diye tereddüde mahal kalmaz. Kezalik “çatal ağaç” dersek yine ma’nanın hududu darlaşıp çatal olmayan ağaçlar dışarıya çıkar. “Bahçedeki çatal ağaç” dersek hudud daha darlaşarak bahçeden hariçteki ağaçlar da hariç kalıp ma’nası tayin raddesine yaklaşır. bacası az sözü çoğaltmak sanatı demek olan “terkib” işinde kelime ne kadar çoğalırsa çoğalsın ma’nanın temeli yine bir kelimedir.. Ötekiler mütemmimdir. “Ahmed’in şu gördüğün eski kitabının yeni cildi” ve “bizim bahçedeki şu çatal ağaç” gibi sözlerde ma’nanın esası “cild” ve “ağaç” kelimelerindedir. Gerek terkib-i izafide gerek terkib-i tavsifide mütemmim kelimeler esas kelimelere takaddüm eder. Yani esas kelimelerin eksik cihetlerini tamamlayan oyuntular bir ağacın dalları budakları gibi en evvel görünüp bu oyuntuları sürükleyen esaslar ağacın kökü ve gövdesi gibi alta ve sonraya kalır. Türkçede bu bir bozulmaz kaidedir. İşte bu kaide icabıyla terkib-i izafide muzafun-ileyh muzaftan ve terkib-i tavsifide sıfat mevsuftan evvel gelir.. “Kitabın cildi” ve “çatal ağaç” denilir. Türkçeden maada lisanlarda mesela ucundan kenarından tanıdığımız Arabi’de Farisi’de Fransızca’da iş bunun tersinedir. Bu niçin böyle? Bilmeyiz. Türkçenin tabiatı böyle istemiş.. Bin tepeyi bir dere keser dedikleri gibi bir şey olmuş. Mef’ulün fiile takaddümü de bu kaideye muvafıktır. Terkibi teşkil eden kelimeler ziyade çoğaldığı vakit de kaide yine budur.. Birden ziyade olan muzafun-ileyhler tabii sıralarıyla kendi muzaflarının üstüne çıktığı gibi birden ziyade sıfatlar da böylece sıra tutarak mevsufa en çok merbut olan sıfat ona en yakın bir yerde kalır. Bu zincirlemeye uygun olarak muzafun-ileyhler kendi muzafları üstüne çıkarılıp “çocuğun kitabının cildi” denilir.. Kezalik sıfatlar manaca mevsufa yakınlıklıklarına göre birbiri üzerine çıkarılıp “kitapları koltuğunda mektebe giden şu gördüğümüz aklı başında hamarat ‘çocuğun’ hiç beğen[me]diğimiz yaprakları dökük gösterişsiz eski ‘kitabının’ gayet itina ve maharetle yapılmış sevimli metin yeni cildi” denilir. Bahis uyku getirecek kadar uzadı.. Gözleri fal taşı gibi açmak için istitrad değil bir latife yapacağım.. Muziplik amma pek sıralı! İçimizde kimse zannetmez ki kavaid okumamış tahsil görmemiş ümmi bir köylü lisanın inceliğini hissetsin. O inceliğe göre yanlışsız söz söylesin… Fakat benim bunun hilafına delilim var. Hem de kulakla işitilmiş bir delil.. İşte hikayesi: Bir zaman tesadüfle bir yere gidiyorum. Gittiğim yerde Anadolu’dan yeni gelmiş kavaid okumamış okuması yok bir köylü nefer görüyorum. Nefer bir işi anlatarak “köşe başını dönünce onbaşıyı gördüm” diyor. Köşe başını dönünce onbaşıyı görmüş. Bakılsa “köşebaşı” da “onbaşı” da birer terkib-i izafi. Söz yanlış mı? Hayır. Söz doğru ve selikaya uygun. O halde niçin “köşebaşını” yerinde “köşebaşıyı” diyemiyoruz? Niçin “onbaşıyı” yerinde “onbaşını” diyemiyoruz? Niçin asker “köşebaşıyı dönünce onbaşını gördüm” demiyor; niçin mef’uliyyet edatı bu terkiblerin birinde “nı” oluyor da diğerinde “yı” oluyor? Haydi sala! Muallim efendiler ümmi köylünün hiç de zihin yormadan söyleyiverdiği sözdeki şu nazlı sırrı kafa patlatarak halletsinler.. Hayır hayır ben bir şey söylemeyeceğim.. Eminim ki kimse de işi söküp doğru bir cevap veremeyecek.. Bunu lütuf buyurduğunuzda sonra hallediniz. Burada maarif nezareti bir kehanet-füruşluk ediyor. Diyor ki: “Bunlara ta’lim-i umumiyi kabul ettirmek daha on seneden evvel mümkün olamaz”. Acaba on seneden sonra mümkün olacağını diğer bir fıkrada söylediğimiz gibi on seneden sonra yutulmaya kabil bir hale geleceklerini nereden anlamış? Eğer İslamlar arasında teessüs eden misyoner mekteplerine hüsn-i zanda bulunarak sanki onlar bir iş görüyor günden güne İslamları Ruslaşmaya yaklaştırıyor zu’munda ise pek aldanıyor. Emin olmalı ki İslamiyet Türklüğün lazım-ı gayr-ı müfarıkıdır. Bir Türk çocuğu dünyaya doğduğu vakit nasıl ki Türk olarak yaşamak ve Türk olarak ölmek için doğuyorsa ğuyor. Gerçi misyonerler para kuvvetiyle bir iki serserinin tanassuruna muvaffak olsalar da bunun Hıristiyanlığı serserinin elinde para bitene kadardır. Herifin elinde parası bitince hemen Hıristiyanlığı terk ederek yine eski mezhebine avdet ediyor. Yahud daha fazlaca para kapmak hülyasına düşüyor. Zaten bunun böyle olduğu birkaç defa görüldü. Fakat hükumet yine aldırmıyor eski meslek-i sakıminde devam ediyor. Lakin hakıkat-i hali anlamaya da çoktan vakit gelmişti. Zaten müdhiş İvan’ın kerhen Hıristiyan yaptığı evlad-ı Türkün bugünlerde kendilerinin değil babalarının da değil hatta ecdad-ı ecdad-ı ecdadının İslam olmak hasebiyle hürriyet-i diniyyenin i’lanından bilistifade fevc fevc İslam’a avdetleri anlayanlara büyük bir ders-i ibrettir. Demek İslamiyet bir kalbe hakkıyla yerleşirse kendinin değil hatta evladının evladının evladının kalbinden çıkması kabil değildir. Binaenaleyh nice asırdan beri hıristiyan buyruğunda tut[ul]an kardeşlerimizi hakıkı Hıristiyan yapamadığı halde İslamiyet’ten bir lahza ayrılmayan bizleri nasıl Ruslaştırabilir? Doğrusu bunun için yorulan zihinlere milyonlarca sarf olunan altınlara cidden acırız. Maamafih Rusların bu kadar da hayal-perest olduklarını hiçbir vakit istemeyiz. İnsan hayaline ne kadar kapılırsa işinde o kadar intizam kaybolur. İşinde intizam ne kadar kaybolursa gavaile de o nisbette ma’ruz kalır. Binaenaleyh Maarif Nezareti eğer memleketinin saadetini düşünerekten bu ta’lim-i umumiyi tatbik etmek isterse evvel-be-evvel tatlı hayallerinden vazgeçmesi lazım gelir. Bu hayalat örümcek yuvası gibi kurulduktan sonra istisnaya da mahal kalmaz ta’lim-i umumi bütün Rusya’da tatbik olunup umum millet bir saadet içerisinde kalır. Daire-i ziraiyyeye fena göz ile bakmak mes’elesine gelince: Daire-i ziraiyye köylülerin kendi paralarıyla husule gelerek kendilerine muavenet için yapılmış bir dairedir. Acaba gözle bakar mı? Acaba bunu hangi bir akıl tasavvur eder? Eğer Maarif Nezareti’nin korktuğu şey bu ise çaresini bulmak pek kolaydır. Maa-mafih Maarif Nezareti’nin telaşına da hak veririz. Vakıa bazı köylerde daire-i ziraiyyeye fena göz ile bakmak hatta bunun şeriate muhalif olduğuna dair bizim yirminci asrın fetva kapıcıları tarafından çarçabuk fetvalar da verilmişti. Fakat bunun böyle olması daire-i ziraiyyenin künhüne muttali’ olmadıklarından ve daha doğrusu ahali-i müslime hükumetin her yaptığı işe bed-binane bakmalarından ileri gelir. Hakları da var ya! İnkar edilemez. Zira hükumet ahali-i müslime arasına ne gibi bir şey yaparsa mutlaka o yaptığı şeyden birinci maksadı Ruslaştırmak oluyor. zağı diye anladılar. Binaenaleyh ahali daire-i ziraiyyenin neden mak korkusu mündefi’ oluyor. Onun için bu ta’lim-i umumiyi se pek çürük bir sebeptir. Maarif Nezareti’nin Rusya İslamlarına bir tanesi bile yazı bilmeyen millet demesi lüzumundan fazla bir mübalağadır. Zaten ne kadar mekteplere ve medreselere malik oldukları meydandadır. yok demesi de sırf iftira ve mahz-ı kizbdir. Acaba şu tahsil-i maarif için değil mi idi: Üçer ay deve üzerinde yürüyerek Buhara Semerkand şehirlerine gitmeleri acaba bugün de mahza şu tahsil-i maarif için Mısır’da Arabistan’da İstanbul hanlarında binlerce talebe-i İslam’ın yuvarlandığını kim inkar eder. Rus mektebine girmeye rağbetleri yoksa onun sebebini başka bir şey diyebilmeli ki o da yukarıda zikrettiğimiz misyoner korkusudur. Rus mektepleri misyonerlerin icra-yı nüfuzundan kurtulursa emin olmalı ki Ruslar kendileri Rusya’da ulema-yı İslam’ın çoğuna ibret ve numune olmağa sezavar olan güzel bir hareket Bakü şehrinde ulemayı Geçen ıyd-i fıtır münasebetiyle Bakü’de sakin dahili Rusya İslamlarının birinci mahalle hatibi Molla Ataullah Efendi Seyfeddinof cenabları hakıkaten ulema-yı İslam lisanına yakışan ciddi samimi hararetli bir mantıkıyyet ile söylediği mev’ize-i müessire-i hakimanesiyle umum hazırunu feyz-yab-ı irfan eyledi. Filhakıka cenab-ı müşarun-ileyhin cemaate hitaben irad ettiği mev’ize-i ilmiyye-i metinesi bir hutbe-i beliga idi. Müşarun-ileyhin gayet etraflı ve mufassal olarak söylediği müessir ve hararetli maharetli nutk-ı beliği muhtasaran atideki üç noktadan mürekkeb faideli mazmunlardan ibaret Evvelen: Müşarun-ileyh Cenab-ı Hakk’ın cemi’-i kainatı bir kaide-i tekamül üzere halk ettiğini gösterip insanların da bu kaideye göre hareket etmeleri farz olduğunu isbat için ta mebde-i tarihimiz olan hilkat-i Adem’den beri geçip giden peygamberlerin ümmetlerine ta’lim edilen şeriat ve ahkamın birbirlerine olan tefavütünü alet-tafsil tedkık edip insanların oldukça bir keyfiyet-i tedriciyye ile hal-i vahşetten çıktıkları gibi me’mur ve mükellef oldukları vazife ve hükümlerin de yavaş yavaş artırılmakla alet-teali tekamül ede ede nihayet ahkam-ı İslam’ın ayet-i kerimesiyle gaye-i kemale eriştiğini beyan eyledi. Böyle bir zaman-ı medidde yavaş yavaş tekemmül ederek kemalin intihasını bulmuş olan bir kanun-ı hikmet-nümun-ı kudsinin ism-i müsemması Kur’an olmakla beraber bu kanun-ı mukaddesin ta’limine de ayet-i celilesiyle başladığını insanların emrine imtisalen kaide-i tekamül ile münasib bir surette hareket etmeleri ve millet-i mükemmele olabilmeleri ancak okumakla mümkün olduğunu izah ile; kendini Kur’an’a tabi’ bilenlere okumak terbiye almak tahsil-i ilm etmek farz olduğunu beliğ bir lisan ile teşrih eyledi. Maide /. Alak /. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız.” Fahreddin Razi Saniyen: “Kur’an-ı Kerim’de mezkur ayet-i kerimesi mukteza-yı alisince her mü’min-i billah olan efrad-ı ümmet birbirleriyle kardeşçesine muhabbetle uhuvvetle gibi olması lazım geldiği halde biz şimdiki müslümanlar birbirimize karşı yılan tabiatli zehirli bir düşman kesilip vatanımızı milletimizi yıkmakta olan harekat-ı iman-füruşanemizle özümüzü nice hakıkı müslüman addedebiliriz? Hayır hayır… Biz böyle birbirimizi batırmak hased ve garez ateşleri içinde mahv etmek için yaptığımız harekat-ı na-kesanemizle İslamiyyetten uzak uzak mesafelerde kaldık…” diyerek hazırunu derin teessürlere müstağrak eyledi. Salisen: “Biz İslamlar cehalet ve gaflet ile kalblerimiz paslanmış birbirimize olan adavet ve muhasamet perdeleriyle gözlerimiz kaplanmış olduğundan özümüzü hodbinane her-kesten ayırmakta ve Allah’ın salih bendeleri olduğumuzu ayet-i kerimesi mucebince salih olmak için küre-i arza varis ve malik olmak lazımdır biz İslamlar ise bugün neye malikiz?.. Evet söyleyiniz neye? Biz müslümanlar vatanlarımızı mahv ü berbad edip hufre-i esarette boğulduktan münkarız olduktan sonra kendimizi nasıl salih kullardan sayabiliriz? Heyhat sümme heyhat!.. Yere malik ve varis olmak için salahiyyetli kabiliyyetli olmak lazımdır; ki bu salahiyyete bi-hakkın malik olan milletler bütün küre-i arzı ellerine geçirmekle bizleri bir sürü hayvan gibi pençe-i esarete mıhlayıp varis bil-arz oldular! Biz İslamlar cehalet ve adavetimizle bütün diyar-ı İslam’ı berbad ettik. Bugün asar-ı medeniyyeden bir kaşığa malik olmayıp mahv ü na-bud olmaktayız. Binaenaleyh biz salihun değiliz. Ehl-i isyanız ehl-i tuğyan ve ehl-i hüsranız!” Deyip kalbleri parçalayan ateşli sözleriyle samiini ra’şedar edip şu cümlelerle hutbesini tamam etti: “İmdi ey müslüman kardeşler! Özümüze farz olan uhuvveti anlayıp ittifak ve ittihada gelip birbirimizi kardeş bilelim.. Ortalıktan nifak ve şikakı husumet ve adaveti ber-taraf edip umumen bir habl-i hidayete bağlanarak ulum ve maarife medeniyet ve terakkıyata kademran olmakla hakıkı müslüman zümresine dahil olalım.. Ve illa bütün şuun ve harekatımız böyle giderse bizim Rusya’da otuz milyondan ziyade İslam ahalisi vardır. Bir kaç senelerden beri bunlar harekete gelerek ekser yerlerde Hucurat /. Enbiya /. zengin olanlar mal ve servetleriyle alim ve münevverü’l-efkar olanlar ilim ve fikirleri lisan ve kalemleriyle kemal-i ciddiyyetle millet-i İslamiyyemizin teali ve terakkısine can u dilden fedakarane hizmet ediyorlar. Mektep medreselerimiz de himmetli zengin zatlarımızdan bazıları elli altmış bin ve bazıları da yüz bin ruble miktarında külliyyetli meblağlar sarf edip mektep ve medreseler bina ediyorlar; hem de maaşlarını te’minle beraber muktedir muallim ve müderrisler nasb edip talebelerimizi iknaa çalışıyorlar. Amma üç yüz beş yüz rubleden bin rubleye kadar sarf-ı himmet buyuran zenginlerimiz pek çoktur. Demek bugünlerde şehirlerde ve köylerde olsun rical ve lim ve terbiye olunmaktadırlar. Usul-i cedide ile ta’lim ve tedrisi inkar eden ve caiz görmeyen alimlerimiz varsa da bugünden maal-memnuniyye bu usulü kabul etmektedirler. Diyorum ki: Kazan Üstürhan Ufa Orenburg Troyski Perm Osa Yakaterinburg gibi şehirlerde hem bu şehirlerin ekser köylerinde kezalik Sibirya etrafında- Petropavl Omsky Tomsky Irkutsky Simipolat Zaisan gibi şehirlerderical ve inasa mahsus güzel mektep ve medreseler küşad olunup ta’lim ve tedrisat epeyce terakkı etmektedir. Bu şehirlerde olan mektep ve medreselerin ahvalinden buradaki din kardeşlerimizi haberdar etmeyi bir vazife addediyorum. Çünkü hamiyyetli İslam arkadaşlarımızla aramızdaki münasebet-i diniyye ve milliyyenin ziyadeleşmesi ve kuvvetlenmesi için yekdiğerimizin ahval ve şu’un-i hayatiyyelerinden mümkün mertebe haberdar olmamız lazımdır. hakıkat-i aliyyesini hiçbir zaman nazar-ı dikkatten dur tutmamalıyız. Biz madem ki kardeşiz neye birbirimizi tanımıyoruz? Neden birbirimizin ahvaline terakkıyatına efkarına vakıf değiliz? Artık tanışmak zamanı geldi. Bütün dünyadaki müslümanların ahval ve harekatını ta’kib etmeliyiz. Herkes bu hususta kendini vazifedar addeylemeli ma’lumatını meşhudatını ortaya koymalıdır ki “alem-i İslam” mechulat içinde mahv olup gitmesin. Bunun için bir müddetten beri Sıratımüstakım’de hassaten tefrik olunan “Alem-i İslam” kısm-ı mahsusuna ben de ma’lumat ve meşhudatı kaydetmeye kendimi mecbur addettim. Herkes bu vazifenin ehemmiyyetini takdir ederse inşaallah az zaman zarfında tamamıyla tanışır anlaşırız da hep birlikte İslam’ın tealisine çalışırız. Ben şimdilik bu makalemde Rusya’da olan me-i şer’iyye-i ruhaniyyesi ve ağniyalarının himmeti ve alimlerinin gayret ve ciddiyyeti ve umum ahalisinin ittifak ve Hucurat /. almış bir şehirde Ak İdil Byelaya nehri kenarında ve yirmi bine karib nüfus-ı İslamiyyeyi havi yetmiş binden ziyade nüfuslu Ufa şehrinde olan mektep ve medreselerin ahvalinden tafsilat vereceğim. Bu şehirde beş tane cami olup her camiin “ulum-ı diniyyeyi mükemmel surette tekmil eden” fazıl ve münevverü’l-efkar Bu imamlar mahalle hizmetlerini ifa etmekle beraber her Cum’a günü salat-ı Cumadan mukaddem bir saat ahaliye va’z söylerler ve millet-i İslamiyyenin tealisine hizmet etmeye tergib ve teşvik ederler. Her suretle beynelmüslimin nurlar. Daha doğrusu yalnız bu hizmetler ile de kanaat etmeyip bundan maada camilerin civarındaki mektep ve medreseleri dileri de tedriste bulunurlar. Bu camiler civarında olan mektep ve medreseler hep ma’lumat-ı i’dadiyye ve ihzariyye içindir. Zira bu mektep ve medreselerden maada “Medrese-i Aliyye-i Diniyye” namında daha büyük bir medreseleri vardır ki o i’dadi rüşdi idadi hep dahildir mekteplerinde tahsil edenler bil-imtihan Medrese-i Aliyye-i Diniyye’ye kaydolunurlar ve orada tahsillerini Orada Semerkand ve Taşkend tarafından gelen talebeler de vardır. Bu Medrese-i Aliyye-i Diniyye Dersaadet’teki Darü’lmuallimin binası şeklinde olarak üç dört sene zarfında hıfz-ı sıhhate muvafık tarzda elli bin ruble masraf ile yapılan üç katlı gayet muntazam bir binadır. Bu medreseyi bina eden zatların başlıcası Ufa şehrinde tüccar-ı mu’teberandan ve efkar-ı münevvere ashabından Sadreddin Neziri Efendi hazretleridir ve sonra da Selim Giray Canturiye ve Sofiya Bike Canturina cenablarıdır. Bunlar başlıca müteşebbislerden olup başkaları da kendi hal ve sermayesi nisbetinde az çok bir miktar muavenetten geri durmamışlardır. Amma bu büyük işin vücuda gelmesine müstesna olarak fedakarane çalışan fevkalade himmet ve faaliyet gösteren ve hala baş müdiri olan ve senevi binlerce ruble masarif eden zat da muhterem Sadreddin Neziri Efendi cenablarıdır. Cenab-ı Hak celle ve ala hazretleri bu zatların ömr-i azizlerine bereket verip emsallerini çoğaltsın. Bu Medrese-i Aliyye-i Diniyye’de tedris ve ta’lim buyuran zevat-ı muhteremeden bazıları Mısır ve Beyrut’ta ikmal-i tahsil edip ulum-i diniyye ve edebiyyat-ı Arabiyyede kesb-i Bahaeddin Hatemullah Fazıli Efendi hazretleridir. Ve bazıları da İstanbul’da ikmal-i tahsil etmişlerdir. Onların da birisi Abdullah Şinasi Efendi cenablarıdır. Bu muallim ve müderrislerin aylık ve maaşları bin kuruş ve bazılarının da bin üç yüz kuruştur ki ekseri Sadreddin Neziri Efendi cenabları tarafından ita olunur. Bu Medrese-i Aliyye-i Diniyye’nin tertibatı ve ders programları Rusya içerisinde olan mektep ve medreselerin cümlesinden faik olduğu gibi maksad-ı aslileri de zamaneye muvafık mütedeyyin alim ve müderrisler yetiştirip Rusya içerisinde olan İslam kardeşlerimizin terakkıyat-ı medeniyye ve milliyyesine ve terakkıyat-ı diniyye ve ahlakiyyesine ciddiyet ve faaliyetle hizmet etmektir. Talebenin samiinden maadası hep leylidirler. Yemek içmek uyumak ve kalkmakları hep muayyen bir vakittedir. Kezalik namaz kılmak için ayrıca büyük bir salonları vardır ki namaz vakti gelince cümle talebeler birden cemaatle namaz kılarlar. Kazan’da münteşir refik-i muhteremimiz Beyanü’l-Hak gazetesi muharrirlerinden olup “devr-i alem” seyahatinde bulunan müslüman seyyah-ı şehiri Abdürreşid İbrahim Efendi hazretleri atideki mektubu Pekin’den yazıyor: “Sala” Türklerinden İsmail Efendi ile olan mülakatımda bundan evvel yazmıştım. Şimdi de ikinci bir mülakatımı arz edeceğim. ma’lumatlı bir zat olduğu sözlerinden anlaşılır. Ben bundan mukaddem Müfti Abdurrahman ve Ahund Nur Muhammed Efendiler vesair birçok zevat ile mesail-i diniyye hususunda müdavele-i efkar etmekte idiysem de bazı mühim mes’elelerde onların Arabiyyatı noksan idi. İsmail Efendi vasıtasıyla kemal-i suhuletle en mühim mes’eleler hakkında teati-i efkar edebildik. İsmail Efendi dahi Çin ulemasının lisan-ı Arabi’yi bu kadar ihmal etmelerine ziyadesiyle teessüf ediyor Müfti Abdurrahman Efendi hazretleri de bu hale giryan oluyor idi. Şimdi elhamdülillah bu hususu ariz ve amik müzareke ederek bil-istişare Müfti Abdurrahman Efendi cenablarının mektep ve medresesinde usul-i ta’limin bir kaide-i muttarideye vaz’ olunmasına karar verildi: Ez-cümle talebeye mütun hıfz ettirmek Arabi ebyat ve eş’ar ezberletmek bundan maada talebeyi kendi aralarında Arapça mükaleme ve mükatebeye teşvik etmek gibi tedbirler kabul olundu. Kaide-i tecvide muvafık Kur’an ta’limi dahi iltizam olundu. Lede’l-icab tekrar Dersaadet’ten muallim celb olunmasına karar verildi. Bundan maada birçok tedabir-i mühimmenin Şimdi kendi aralarında kavaid-i tecvide muvafık Kur’an okur zevat Abdurrahman Efendi mahdumu İsmail Efendi ve Abdullah Efendi ve diğer İsmail Efendi’dir. Bunlar ilm-i kıraate güzel itina etmektedirler. Ulum-i Arabiyye deceğini deruhde etti. Bununla beraber Çin mekatib-i i’dadiyyesini hazıra yani ilm-i hesab coğrafya filan ta’lim etmek üzere tayin olundular. Bi-tevfikıhi Teala Müfti Abdurrahman Efendi’nin himmeti sayesinde “Pekin”de esaslı güzel bir mektep teşkil olunmuştur desek caizdir. Maa-mafih bütün Çin ülkesinde bulunan yetmiş seksen milyon müslümana bir mektep pek azdır. Değil bütün Çin ülkesine yalnız “Pekin”e bile kifayet etmiyor. Bir de Çin müslümanları hiç Çin haricine çıkmamışlar. Bunun için umur-ı hariciyyeden zerre kadar haberleri yok. Bütün dünyayı kendilerinden ibaret zannederler. Kendi yaşayışlarından başka hayat bilmiyorlar; tasavvur edemiyorlar. Vakıa isti’dad-ı fıtrileri var fakat isti’dad-ı melekileri yok. Bu sebepten ifade-i meram müşkil oluyor. Bunlar dünyada ancak iki nev’ yaşayış var zannederler: Biri Çini Mecusi diğeri Çini müslim. Bunun üçüncüsü bulunmak Mecusilere karşı nazarı den ibaret. Mecusinin mülkünde olan her şey haram cüz’i fitne vuku’ bulsa kıtal vacib; Mecusi hanesinden su bile içmek caiz değil. Mecusilerin müslümanlar hakkındaki nazarına gelince; hınzir müslümana haram her müslüman hınzirdan korkuyor bir parça lahm-i hınzir görmek bile müslümana cehennem; nasıl olsa da hınzir ile canlarını almalı diyorlar. Şimdi şu sıralarda iki vak’a oldu; biri ben burada iken diğeri de az mukaddem. Mecusilerin kalabalık olduğu mahalde bulunan bir müslüman aşçıya her gün bir zabit devam ediyormuş. Çünkü müslüman aşçılarından Mecusiler yemek yiyorlar. Birgün zabit elinde hınzir eti olduğu halde gelir. Fakat aşçı bir yere gitmiş bulunur yalnız zevcesi orada imiş. Zabit kadına: – Bunu pişir! der. Kadın da: – Olmaz biz hınzır eti pişirmeyiz biz müslümanız der. – Sen yiyecek değilsin. Sen yalnız pişir ben yiyeceğim. – Hayır mümkün değil… Öyle kadınla zabit çekişmekte iken aşçı gelir. Herif bu hali görünce zabite der ki: – Nedir bu gürültü? Biz hınzır eti pişirmeyiz dedik bitti. Beğenmezsen hesabını kes çekil git. Yemek için bir daha buraya gelme. Zabit: – İlla pişireceksiniz diye ısrar eder. Derken aralarında kavga başlar. Zabit hınzır eti ile aşçının başına vurur. Müslüman aşçı da Müfti Abdurrahman Efendi hazretlerine haber verir. O gün de bit-tesadüf Cuma. Müfti Abdurrahman Efendi iki adam gönderir vakayı tahkık Tevbe /. ettirir aşçının haklı olduğu anlaşılır. Bunun üzerine Müfti hazretleri i’lan eyler ki: “Bütün müslümanlar hazır olsun. Yarın sabah saat dokuzda Mecusilerden intikam almaya çıkacağız. Mecusilerle mukatele edeceğiz.” Diğer taraftan polis nazırına da haber gönderir: “Yarın saat dokuzda biz filan yerde filan mahallenin Mecusilerinden Polis nazırı vakayı tahkık eder aşçıyı haklı bulup merciine ihbar eder. Bir müddet sonra polis nazırı bir hayli memurin-i zabıta ile Müfti Abdurrahman Efendi Medresesi’ne gelirler; zabiti de kolları bağlı askeri elbisesi çıkarılmış olduğu halde getirirler. Müfti Abdurrahman Efendi’den i’tizar ederek her ne ceza tertib olunursa hemen icra edeceklerini söylerler. Müfti Abdurrahman Efendi ibtida katiyyen intikam almak fikrinde olduğunu söyler. Çünkü mahalle halkı Mecusiler de zabite yardım etmişler. Fakat sonra “halife-i müslimin tarafından müslümanları himaye için gelen adam var Ali Rıza’nın ayağına kapanır. An-ha min-ha saat on ikiye kadar müzakere cereyan ederek nihayet sulhe karar verirler. Sulh-name: Aşçı o mahallede üç sene icare vermeyecek Pekin dahilinde hiçbir müslüman aleyhine hareket olunmayacak zabitin cürmü birinci defa olduğundan afv olunacak mahalle Mecusileri Çin adeti üzere i’tizar tarziye alameti olan kaideye riayeten uzun ve kırmızı bir asa elde tutarak gelecekler. mil mesafede kain bir karyede vukua gelmiş: Gayrimüslim olan köy ahalisinden birkaç adam bir hınzır alıp müslüman karyesine gelirler bir müslüman hanesine hınzır ile beraber girerler derken kavga kıyamet kopar. Hemen Müfti Abdurrahman Efendi’ye haberci yaştafit gelir. Efrenci Ağustos’ta Müfti Abdurrahman Efendi gece yarısı etbaı ile birlikte atlara binerek süratle mahall-i vak’aya yetişirler. Her taraftan müslümanlar karınca gibi karyeyi kuşatırlar. telefata meydan vermeden işi sulha bağlarlar. Mecusiler tekrar kırmızı asayı alarak diz çöküp i’tizara gelirler… fakları şayan-ı tahsindir. Küre-i arzın hiçbir tarafındaki müslümanlarda bu ittifak yoktur. Bu haslet yalnız Çin müslümanlarına mahsustur. Bundan dolayı Müfti Abdurrahman Efendi cenabları ne kadar tahsin ve sitayiş olunsa azdır. Hele bu son vakada elli üç saat ayakta durmuş avdetinde gözleri kıpkırmızı olmuş hala da öyledir. Bu vak’aların tafsilatını Sala İsmail Efendi vasıtasıyla anladım. Eğer bu gibi vak’alarda sulh olmasa bütün iş muharebeye dönermiş. Kaç defalar Çin dahilinde müslümanlarla Mecusiler arasında fitne zuhur etmişse ibtidası mutlaka şöyle ehemmiyyetsiz bir şeyden başlarmış. Cüz’i bir vak’a olur olmaz müslümanlar hemen harb alameti olan kırmızı bayrağı çekerler. Bunun için umum Mecusiler müslümanlardan korkuyorlar. Bununla beraber hükumet de müteaddid defalar bütün memurlara tenbih etmiş: “Müslümanlara asla taarruz etmeyiniz!” demiş… Bu cihetle Çin müslümanlarına bir söz söylemek mümkün değildir. Lakin… Ah lakin umumi cehalete gelince o pek fenadır pek acınacak bir haldedir. Vakıa cehalet umum müslümanları kaplamıştır; fakat bilhassa Çin’de cehalet pek ziyade ve pek dehşetlidir. Afganistan ordusunun bir kat daha tanzim ve tensikı zımnında muallim sıfatıyla lüzumu miktar zıbat-ı askeriyye kılınmıştır. Şarkıyye Cem’iyyeti reis-i sanisi Emir Ali el-Hüseyni hazretleri tarafından Şeyhü’l-islam Sahib Molla Beyefendi hazretlerine gönderilen mektubun tercümesidir: Efendim Hazretleri Osmanlı lisanına adem-i vukufumdan dolayı zat-ı fazilet-meabınıza selam-ı ihtiram-karanemi İngiliz lisanıyla takdime zılanelerinin vatanperver ve muktedir rüfekanızla birlikte şu anda meşgul olduğunuz azim ve nafi’ işi –ki Türkiye’nin ıslahından ve Osmanlı İmparatorluğu’nun iade-i şeref ve i’tibarından mühim vazifede muvaffakıyyet-i kamileye mazhariyyetinizi ve Türk İmparatorluğu’nun saadet-i hale nailiyetini temenni eylerim. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Kasım Üçüncü Cild - Aded: “Muhterem a’yan ve meb’usan “Ahd-i saltanatımın devr-i mes’ud-i meşrutiyyette ibtida etmesinden ve cülusumun ilk senesinde meşrutiyyet-i meşruamızın mümessili olan Meclis-i Umumi’nin ikinci devre-i dan dolayı Cenab-ı Hakk’a bi-hadd ü payan hamd ü senalar eder ve a’za-yı meclise beyan-ı hoş-amedi eylerim. Meşrutiyet ve meşveret şer’-i şerifin ve akl u naklin emrettiği bir tarik-ı necat ve selamettir. Hayat-ı ictimaiyye ve siyasiyyemiz bu tarikte devam ile hasıl olur. Kanun-i Esasi’mizin muhafazası ve kavaid-i meşrutiyyetimizin te’yid ve tatbikı nuhbe-i amalim olmakla avn-i inayet-i Bari’ye ve imdad-ı ruhaniyyet-i Cenab-ı Peygamberi’ye istinaden buna bütün mevcudiyyetimle ve bütün tebeamla çalışacağım. Bursa ile İzmit’e seyahatimde tebeamla doğrudan doğruya temasta bulunmuş ve umum evlad-ı vatanda uhuvvet-i Osmaniyye fikrinin kesb-i kuvvet ettiğini oralarda dahi görmüş olmaktan pek ziyade memnunum. Hak ve vazifede müsavatı te’min eden Kanun-i Esasi’nin ahkam-ı sarihasıyla meşrutiyyetin netayic-i tabiiyyesinden olarak hizmet-i fi’liyye-i askeriyyenin bila-istisna ta’mimi miknet-i devletin i’tilasına badi olacağından bu kararı tarih-i tekamül-i millimizin en mühim vekayiinden addederim. Ordu evlad-ı vatana uhuvvet-i samimiyye-i Osmaniyye hissini de gayet metin bir surette ilka edecektir. Bu sene yapılan manevralarla ta’limlerde ordumuzla donanmamızın ibraz ettiği asar-ı intizam ve terakkı ilk defa olmak i’tibariyle şayan-ı takdirdir. Vatanın müdafaası ve sulh ve müsalemetin muhafazasıyla mükellef olan kuvayı berriyye ve bahriyyemizin tekemmülatına bir kat daha sarf-ı mesai edilmelidir. Umur-ı dahiliyyemizde hamdolsun mucib-i endişe bir hal yoktur. Yemen vilayetinin Hudeyde sancağına merbut Zeydiyye kazası ile civarında ve Asir’de zuhur eden hadisat üzerine hükumetçe tedabir-i lazımeye müsaraat olundu. Yolsuz harekatta bulunan kabail peyder-pey dehalet etmektedirler. Musul ve Kosova vilayetlerinin Barzan ve Loma kazalarında dahi bazı vekayi zuhur etmiş ise de bunların hiçbiri mahiyyet-i mühimmeyi haiz olmadığından memleketimizde maarif tevessü ve meşrutiyyetin tam fevaidi taammüm ettikçe bu gibi ahvalin adem-i zuhur ve tekerrürü tabiidir. Mülk-i vesiimizde mevcud olan fezail-i tabiiyyenin küşadıyla refah-ı umuminin tezyidine ve henüz layıkıyla terakkı edemeyen maarifimizle ahval-i ticariyye ve ziraiyye ve sınaiyyemizin ve ihtiyacımıza nisbetle pek nakıs bulunan asar-ı nafianın ıslahat ve terakkıyyatına kemal-i sür’atle ve ehemmiyetle çalışılmak icab eder. Üssü’l-esas-ı ıslahat olan tevazün-i malinin husulü akdem-i amalimdir. senesi için meclisinize tevdi’ edilen muvazene-i umumiyye kanununun tertibinde tasarrufat-ı ma’kule ve mümkineye pek ziyade riayet ve dikkat edildiği halde yine tevazün hasıl olamadı. Fakat gümrük resminin tezyidine ve inhisarlar te’sisine müteallik teşebbüsat ve tasavvuratımız netice-pezir olunca gerek bundan ve gerek usul-i tarh ve cibayeti tedkik ve ıslah edilmekte olan tekalif-i umumiyyede husulü bi-iştibah bulunan tezayüdden muvazene-i umumiyyedeki açık kapanarak tevazün hasıl olacak ve el-yevm umuma ne derecelerde emniyyet-bahş olduğu muamele-i ahire-i maliyye ile müsbet olan i’tibar-ı malimiz bir derece daha teali eyleyecektir. İlk devre-i in’ikadında esas ve kavaid-i meşrutiyyetin tahkimine ve intizam-ı umuminin te’yidine aid müzakerat ve tedkıkat ile müceddeden tanzim olunup der-dest-i tevdi’ bulunan ve memleketin hayat-ı iktisadiyye ve ictimaiyyesine ve huzur u emniyyeti nüfuz-ı kanun ile takviyesine taalluk eden levayih-i kanuniyye ile de tevaggul edecektir. Bu miyanda ticaret-i berriyye ve bahriyye ve emval-i gayr-ı menkule ve seyyar sulh hakimleri ve idare-i umumiyye-i vilayat kanunlarıyla ceza kanunnamesi layihaları bilhassa şayan-ı tezkardır. Devletlerle münasebatımız dostanedir. Sulh-ı umuminin muhafaza ve idamesi gibi gayet memduh bir maksada ma’tuf olduğu memnuniyyetle görülen mesai-i düvelin tarafdar-ı menafi’-i meşruasını her guna halelden masun olarak vikayeye kat’iyyen azmetmesiyle beraber asayiş ve müsalemetin de esaslı bir unsuru olmak şerefini ihraza sai bulunduğunu beyan ederim. Geçen devre-i ictima’da her iki hey’at tarafından sarf olunan mesai-i münevvere-i vatan-perveraneyi kemal-i memnuniyyetle yad ve bugünden itibaren başlayacak müzakeratınızda da teshilat ve tevfikat-i Samedaniyyeye mazhariyyetinizi Cenab-ı Hak’tan istid’a eyleyerek Meclis-i Umumi’nin açıldığını beyan ederim.” – – Bugün de Hanotaux’nun İslam’a hücum ederken göstermiş olduğu şiddeti kırmak için bahsin nihayetine geliyorum ki mevzu-i makalemizi tevhid ve tenzih ile bunun hasmı olan teşbih ve tecsid uluhiyyetin tecessüdüne i’tikad teşkil edecektir. Biz şimdi sözü ikinci kısımdan başlayarak birincisi hakkındaki mütalaatımızla nihayet vereceğiz. Eğer Mösyö Hanotaux ümmetlerin ahvaline akaidin suret-i zuhuruna dair biraz tetebbu’da bulunmuş ve okuduğunu anlamış olsaydı bilirdi ki: Gerek putperestlik gerek mevcudat-ı maddiyyenin bazısında uluhiyyet tevehhümü harim-pak-i insaniyyete giremeyerek kapısı önünde duranların akıdesidir; böyle vahi bir akıde erbabının sehafet-i aklına delalet eder; bu sehafetin de Afrika putperestlerinden başlayarak Çin Budileriyle Hind Brahmanlarında nihayet bulmak üzere mütefavit derecatı vardır. peyda eyledikçe aklı esrar-ı kevne muttali oldukça piş-gah-ı ruhundaki maddi perdeler birer birer yırtılarak vücud-ı mutlak tecelliye başlar. Bu zuhur bu tecelli derecatı arasındaki tefavütle beraber öyle bir Vacibü’l-vücud’un varlığını muhaldir. Zira nihayeti olmayan bir vücud-ı muhitin hudud Medeniyyetleriyle Hanotaux’nun iftihar ettiği Yunanlılar da böyle idi: Bidayet-i zuhurunda putperest olan bu kavim ulum ve fünunda ileri gittikçe feylesofları kainatı tedkıke daldıkça putperestlikleri gevşemeye yıpranmaya yüz tutarak nihayet medeniyetleri kemali bulur bulmaz kendileri de tevhide Vacibü’l-vücudu maddiyyattan tecride vasıl oldular. Pisagoras akıdede takdis-i uluhiyyet payesine yükselmiş ondan sonra gelen Sokratlar Eflatunlar Aristolar milletin nazar-ı im’anı önündeki evham bulutunu sıyırmaya eski putperestlik zulümatını def’ etmeye alabildiğine uğraşmışlardı. Eflatun’un el-Me’mun zamanında Medeniyyet-i Fa zıla yanlar görürler ki putperestliğin millet-i Yunaniyye arasında bırakmış olduğu efkar-ı sahifeyi adat-ı sefileyi kaldırmak bunların yerine kavmi için arzu ettiği fezaili yerleştirmek emeliyle Eflatun ne mücahedelerde bulunmuştur. sonra tekrar cehalete irca etmemiş belki mihr-i medeniyyetleri asırlarca afak-ı alemde parlamış hem eskisinden daha saf daha pak bir ziya ile dırahşan olmuştur. Eski Mısırlılar da böyleydi; ilim kendilerini tevhidden geri bırakmamıştı. Şu kadar ki nezahet-i akıde hususunda mümtaz bir mevki ihraz etmek başkalarını kendi seviyelerine çıkarmamak için avam arasında akıde-i tevhidi neşretmezler de tenzihe bir şekl-i teşbih ilbas ederlerdi. hudud-ı vesaitı aşmasına mani olmuş; halbuki aklın muhakemenin kuvveti ilmin basiretin mükemmeliyyeti bil-akis sahibini Vücud-ı mutlakı müşahede mertebesine kadar çıkarmıştır da oradan bütün aleme doğru medd-i nigah-ı im’an ettirmiştir. Evet bu şahika-i bülend-feyze yükselenlerin piş-gah-ı temaşasında büyük küçük ali hakir el-hasıl bütün mevcudat o Kudret-i ezeliyye-i şamileye o azamet-i ebediyye-i kahireye nisbetle birdir. Çünkü racih olsun; mercuh olsun; asl olsun fer’ olsun; gözle görülsün basiretle keşfedilsin; kaffe-i mümkinat hikmet-i ezeliyyenin takdir ettiği meratibe göre o mevcud-ı fevka’l-hayalden istifaza-i vücud etmektedir. Artık böyle bir akıde sahibinin makamından hangi makam daha yüksek olabilir ki nazar-ı im’anı bütün mükevvenatı tafsiliyle icmaliyle görüyor da cümlesinin birden Rabbü’l-alemin olan İlah-ı vahidin dest-i rububiyyetine musahhar olduğunu bu küllü teşkil eden eczadan hiçbirinde ne kendisini icad ne de mevcudiyyetine bir suretle imdad kudreti olmadığını belki şer’-i ilahinin tayin ettiği daire dahilinde hareket etmek şartıyla bezm-gah-ı kurba varmak bütün şuununda o bar-gah-ı inayetten istimdad eylemek olsa olsa yine kendisine mümkün olabileceğini yakınen anlıyor. Erbab-ı teşbih iki fırkaya ayrılır. Evvelkisi meydandaki mevcudattan birinde uluhiyyet bulunduğuna diğeri ise Halık’ın mevcudattan birinde zahir olduğuna i’tikad eder. Evvelki fırkayı mükevvenatın hakaikini ihata edemeyecek kadar idraki zayıf olanlar teşkil eylemektedir ki bunlar kuva-yı maddiyyeden yahud hayvanattan birini kendilerine faik görmekle artık onun yegane Kadir-i mutlak olduğunu bütün umurda O’na iltica lazım geleceğini zannederlerdi. İdrakin bu derekesinde bulunan insanlar cemadattan hayvanattan beşerden kendilerine birtakım ilahlar teslit ettikleri için o ma’budların arasında nasıl şaşırıp kalırlarsa şuun-ı maişetlerinde de aynı halde bulunurlardı. Bir de bunlar nevi yahud cins itibariyle kendilerinden uzak olmayan ma’budlarını da nefislerine kıyas ettikleri için onları hoşnud eylemek emeliyle bir sürü hedaya bir sürü vesail-i huzuz takdim ederlerdi ki ta’yin ve takdiri ilca-yı hevesata bağlı bulunan takaddümeler herhalde kendi hırslarını teskin için müracaat eyledikleri vesaitin fevkinde olurdu. Bu kabilden olarak heyakil-i alihenin önünde birçok fezaih irtikab olunur; mihrablarda birçok namuslar hetkedilir; taştan yapılmış suretlerin karşısında insan kurbanları takdis kılınırdı. Artık beşeriyyet için bundan safil bir derekeye inmek kabil olur mu? İşte bunların kaffesi tarihte pek meşhur olduğu gibi aynı vekayiin sahne-i cereyanı olan yerler bugün bile ma’ruftur. kaya dahil bulunan efradın fevkinde olmakla beraber salik oldukları akıdenin kendilerinde ne gibi te’sir icra ettiğini tedkık eylemek lazım gelir. Evet içlerinden bir adam zeka yahud şecaat itibariyle kendilerine tefevvuk eder yahud kendisinden ülfet etmedikleri bir hareket tanımadıkları bir hal zahir olursa artık o adamı vücud-ı ilahiye mazhar zannederek saltanat-ı mutlakasına münkad olurlar; kahr u ceberutuna arz-ı huzu’ ederler; onun bütün evamirini kemal-i huşu’ ile infaza müsaraat gösterirlerdi. O ma’bud-i beşeri de abedesinin akıl irade azim namına malik olduğu nesi varsa külliyen selbeder; beriki zavallılar da akıdelerine sahib kaldıkça zillet içinde yaşardı. Halkın bu vehm-i batılı birçok erbab-ı zekanın işine pek Ümmetler bu gibi akaid-i batıle yüzünden ne kadar şedaide ne kadar me-saibe giriftar olmuştur! Şimdi bu iki fırkaya yaklaşan üçüncü bir fırka daha vardır ki evvelkilerinden pek hayırlı olmayan bu kısmın efradı vesaite mutekiddirler. Yani Halık ile mahluk arasında vasıta Bunlar Zat-ı Bari’yi hakkıyla takdir edemedikleri için kendi aralarındaki küberaya kıyas ediyorlar da öyle zannediyorlar ki melekut-güzin olan Allah adeta saray-ı ceberutunda erike-nişin olan bir padişah gibidir mahlukatı arasından umurunu tedbir edecek birtakım eşhas intihab ediyor halkın şuunu üzerinde tasarrufta bulunacak me’murlar tertip eyliyor. Binaenaleyh içlerinden biri kendi zu’mlarınca takarrübilallah girdiğini zannettirecek bir hali görüldü mü derhal onu bu menzile-i refiaya yani kainat üzerinde tasarruf için mintarafillah müntehib menzilesine çıkarırlar; artık onu bütün mühim işlerinde iltica edecek bir şefi’ tanırlar. Halbuki ne yaptıkları neye taptıkları kendilerinden sorulunca cevabını verirler. Bakalım akıdelerinin fesadından dolayı bu fırka efradına ne gibi fenalıklar isabet etmiştir. Evet hademe-i maabide ka-hinlere rical-i dine ve onların varislerine esir olmuşlar bütün şuun-ı hayatiyyelerinde bu zümreye arz-ı inkıyad etmişlerdir. O tabakadan telakkı ettikleri evhamdan başka bir şey olmayan ilimleri hudud-ı hayalden öteye geçemediğinden bu halita-i mevhumata muhalif zannettikleri ma’lumat-ı evveliyyeyi bile inkara kalkışmışlardır. Sonra yine o tabakaya dayanarak ve-sail-i sa’y u ameli bırakmışlardır. İşte ketlere tarih şahit olduğu gibi şarkta garpta bugüne kadar muhafaza-i mevcudiyyet eden ümmetlerden birçoğunun hali de sözümüzü teyid eder. Putperestliğin bu gibi mefasidini ulum-ı sahihanın mebadisine muttali olanlar inkar edemeyeceği gibi avamın lakin o akıde-i batılenin feza-yı fasidinde yetişmiş olmayan avamın çoğu da bu hakıkati tanır. Fakat Hanotaux’nun Yunanilerdeki putperestlik efrada mertebe-i uluhiyyeti ihraz için bir tehalük vererek bu suretle kendilerinin süllem-i fazilette irtikalarına medar-ı kavi olur tarzındaki zehabına gelince bu öyle bir zu’m-ı batıldır ki benim bildiğime göre Mesihiler içinde Hanotaux cenablarından başka kail olan yoktur. Zaten bizzat Yunanilerden kimse çıkıp da ne kesb-i fezail hususundaki mücahedeleri makam-ı uluhiyyete yükselmek maksadına mün’atıf olduğunu ne de uluhiyyet-i beşeriyye akidesinin öyle aralarında güzel bir eser bıraktığını ağzına almış değildir. Daha doğrusu bu uluhiyyet-i beşeriyye Sokratların Eflatunların i’lan-ı harb ettiğini söylediğimiz o rezaili tevlid etmiştir. İktisab-ı fezaile çalışmak mes’elesine gelince ma’lumdur ki bu mücahede sırf erbabına takarrüb maksadıyla ihtiyar olunmuştur. Mösyö Hanotaux’nun Nasraniyet diyanet-i Yunaniyye’den muktebestir tarzındaki hükmüne gelince bu babda söylenecek sözü hıristiyanların kendilerine bırakırım. Yalnız şu kadar söylerim ki Nasraniyyet bidayet-i zuhurunda insanların bulundukları putperestlikten dünyayı tathire bezl-i mechud etmiş Yahudilerin Romalıların tasni’ ettikleri hurafeleri kaldırmaya çalışmış rical-i Mesih etrafa dağılarak ve putperestleri ilah-ı vahide da’vet eylemiştir. İlk hıristiyanların Zümer /. sözlerini tedkık edenler esas da’vetin tenzih-i Bari olduğunda şüphe etmezler. Asar-ı teşbih ise Hıristiyanlığın zuhurundan birkaç asır sonra zahir olmuştur. İmparator Konstantin’in tarihi erbab-ı tarih indinde ma’ruf olduğu için tafsile hacet göremiyorum. Sonraları tenzihe arız olan teşbihte gulüv ilerledikçe mezalim yüz göstermeye fenalıklar büyümeye başladı; vam-ı Nasraniyye arasında fesat taammüm etti; nihayet ıslah “Protestanlık” zahir olarak ma-sebakı mahveyledi; artık Avrupa bugün ma’ruf olan istikameti aldı ki bunun esbabından bir nebze bahsetmiştik. Biz mertebe-i mesihi ihraz ile ilah-ı beşer olmak için Allah’a teslisi Hanotaux’nun beyanı vechile anladığını gösterir hiçbir hıristiyanın hiçbir eserini görmedik. Belki akıde-i teslisin akıl ile anlaşılabilecek mesail cümlesinden olmadığını kendileri tasrih ediyorlar. Zaten hıristiyanlardan muhtelif zamanlarda zuhur eden bazı taifeler aklın idrak edemeyeceği hakaikle hükm-i akla muhalif gelecek hakaıik arasında fark olduğunu sarahaten söylüyorlar. Bundan başka Cenab-ı Mesih’in beşeri nüfuz-i şeytandan halas için min-tarafillah meb’us bir nebiyy-i muhtardan başka bir şey olmadığına kani olarak “ibn”i muhtar “eb”i Rabb-i Rahim ma’nasına hamlediyorlar. Kezalik bugün mevcut olan protestanlardan öyle fırkalar tanıyorum ki adedlerinin azlığıyla beraber “kelime”yi lar. Pekala acaba eski zamanlarda Nasraniyyet etrafındaki putperestleri putperestliğin bir şeklinden çıkarıp diğer bir şekline sokmak için mi uğraşıyordu? Biz cahil bir dosttan sadır olan böyle bir hezeyana düşmekten Allah’a sığınırız! Almış olduğum terbiye böyle bir gazete sahaifinde akaid-i Nasraniyyeyi muaheze derekatından ali olduğu gibi hasım Bununla beraber Mösyö Hanotaux’nun delil ittihazına uğraştığı asara nakl-i kelam etmekliğim icab ediyor. şu hakıkati sarahaten bildirmiştir ki: Din-i tenzih din-i ilahinin kendisidir; bu din ta Adem’den Nuh’tan İbrahim’den Musa’ya kadar gelmiş Musa’dan sonra zuhur eden enbiyanın dini de bu din olmuştur. Rusül-i İsrail’in hatemi olan Isa aleyhisselamın dini de aynı din-i ilahi aynı din-i tenzihidir. erbab-ı tenzih bulunduğunu inkar etmemiştir. Yalnız içlerinde teşbihe meyledenler de olduğunu zikrederek bu gibilerin ancak ma’budün bi’l-hakk’a ibadet eylemeleri hasisa-i akl u idraklerini gasb ile vicdanları üzerinde arzuları vechile tasarruf eden aba-i dinin boyunduruğundan kurtulmaları için kendilerini din-i ilahinin aslına rücua da’vet eylemiştir. Putperestlik Yahudilik Nasranilik el birliğiyle Müslümanlığın karşısına durmak istedi. Hem bu muhacimler gerek aded gerek kuvvet gerek azm u şiddet cihetiyle hasımlarına pek faikti. Bununla beraber az zaman geçmeden hak zahir oldu; şu’a-i mübini kuluba nüfuz etti; şu üç millete mensub halk fevc fevc din-i İslam’a girmeye başladı. O zamana kadar mahkum olan himmetler azimler kayd-ı esaretten kurtuldu. Herkes Vacibü’l-vücud’un kendisine bahşetmiş olduğu isti’dad nisbetinde iktisab-ı kemal kaydına düştü. Tevhid ve tenzihe i’tikad edenler yükseldikleri meratib-i refia-i imandan esrar-ı kainatı temaşaya daldı; hakıkati örten perde-i evhamı yırtıp attı; ilmin tefekkür tedkık din gibi üç büyük menbaına vasıl oldu. Millet bir aralık beyinlerinde vezan olan bad-ı şurişten kurtulur kurtulmaz afak-ı İslamda envar-ı ilm olanca şa’şaasıyla parladı. Artık müslümanların girmediği bab-ı ma’rifet yükselmediği mirkat-ı feyz ü fazilet kalmadı. Yunanlıların Acemlerin Romalıların ne kadar muhallefat-ı metruke-i irfanı varsa kaffesi nisyan bucaklarından çıkarılarak üzerlerindeki paslar giderildikten sonra enzar-ı cihana arz olundu. binin ikinci karn-ı zuhuru henüz nihayete varmamıştı ki müslümanlar asumani hakdani bütün ulumun sahasında cevelana başladılar; birçok galatatı birçok evhamı tashih ettiler; fünunun kavaidini tenkıh usulünü tahrir eylediler. Üçüncü asr-ı hicrinin evailinde ise rasathaneler vücuda getirdiler; küre-i arzı ölçtüler; daha bunlardan başka gerek bizim diyarımızda gerek mösyö Hanotaux’nun diyarında bulunan erbab-ı ilmin ma’lumu olacak birçok asar meydana koydular. Şu temhidatı kabul etmeyecek zevata bugün akvam-ı garbiyye arasında bulunan erbab-ı fikr u tedkıkin sözlerini “Nasraniyet onaltı asır zarfında bir hey’et-şinas çıkaramamış man sonra sayılamayacak kadar hey’et mütehassısı yetiştirdi. Bu neden?” Maahaza bu sözümüz diyanet-i mesihiyyenin esasına taarruz addedilemez. Bu taarruz yalnız o din üzerinde karanlara raci’dir. Hanotaux öyle zannediyor ki: Müslümanlık abd ile ma’bud arasındaki nisbeti külliyen kaldırmıştır. Lakin onun bu zannı bir vehm-i batıldır. Zira diyanet-i İslamiyye abdi ma’buduna isal eder; ona yalnız başına; hiçbir vasıtanın rızasını kını verir. Müslümanlık bütün kainat için bir ilah-ı Kahir’den başka ma’bud tanımaz; her mahluk o ma’bud bil-hakka arz-ı kemal-i ubudiyyete mahkumdur. Müslümanlık insanlardan yalnız iki makamı katiyyen diriğ eder ki ikisine de yükselmek mümkün değildir. Bunların biri Zat-ı kibriyanın teferrüd etmiş olduğu makam-ı uluhiyyet; diğeri ise dilediğine ihsan ettikten sonra kapısını ebediyen kapadığı makam-ı nübüvvettir. Şu iki mertebeden başka ne kadar meratib-i kemal varsa insandan kat’iyyen uzak değildir; isti’dad-ı beşer onların kaffesini idrak edebilir. Mücahedenin fıkdanından yahud ictihadın noksanından başka mani’ hail mutasavver değildir. Vasıl olduğun mertebeden daha ilerisine geçebilmek dersen yerinde vakfe-güzin olur terakkıde devama kat’iyyen yol bulamazsın. İşte hakıkı Müslümanlık sahibini bu suretle lam’ın istislamın ma’na-yı sahihi budur. İnsaf edelim! İslamın şu ma’nası insanı dereke-i hayvaniyyete mi indirir? Yahud den mi mahrum bırakır? Mahiyyet-i İslam’ı tedkık eden adam için doğrudan doğruya o dinin kitabına müracaat lazımdır; measir-i İslamı İslamın hakıkaten İslam müslümanların hakıkaten müslüman olduğu devirlerde aramak icab edeceği gibi. Eğer sözleriyle Hanotaux’nun istişhad ettiği Mösyö Kimyon biraz ilim kokusu istişmam etmiş olsaydı söz namına bu mülevvesatı kusmazdı! Artık biz kendisine cevap vermeye lüzum görmüyoruz. Çünkü evvela beyinsizliği sonra edepsizliği ona ceza-yı kafidir! Müslümanlar nasıl elde edildi; akaid-i nezihe-i İslama teşbih nasıl girdi; adat-ı İslamiyyeye bid’atler nereden karıştı; bu ümmet vahşeti kimden öğrendi; şehevata ibtilayı hangi adamlardan aldı... Buralarını ben bildiğim gibi erbab-ı Müslümanlar kendilerinden evvel geçen akvamın tuttuğu yolu karış karış adım adım ta’kib ederek aynı akıbete giriftar oldular. Dinde bir yığın bid’atler zuhur ederek fezaili yedi bitirdi; secaya-yı kerimeyi kökünden kuruttu; nası o derekeye düşürdü ki artık Kimyon gibi esafilin herzeler yüzlerine boşanıyor! Lakin eğer müslümanlar ellerindeki kitaba rücu’ etseler de kaybeylemiş oldukları adab-ı kerimeyi o kanun-ı ilahiye kurtulurlar da Cenab-ı Hakk’ın tenzil-i celiliyle lisan-ı Resulüyle hidayet ettiği selef-i salihin temhid eylediği yoldan esbab-ı saadeti aramaya başlarlardı. Bugün perişan olan kuvvetleri o zaman toplanır vücud-i milliyetlerine yeniden ruh-ı azim ve hamiyyet sereyan ederdi de nasiye-i paki hücum-i bid’at ile kararmaya yüz tutmuş bir dinden telaşa düşen Hanotauxlar Kimyonlar o dinin sima-yı sahih-i dırahşanından daha ziyade ürkerlerdi. Mösyö Kimyon dünya yüzünü İslamdan ve müslümanlardan tathir etmek istiyor; Hanotaux cenabları da bu re’yi büyük bir teşebbüse mani görüyor. Bunların İslam hakkındaki kinlerini saklayamamaları fesad-ı re’ylerini za’f-ı muhakemelerini Lakin gerek bu iki zat gerek bunlar gibi kendisini aldatan zevat bilmiş olsunlar ki İslam’ın devre-i mahrumiyyeti uzun sürmüş olsa da yine günün birinde mecd-i kadimine rücu’ edecektir; giriftar olduğu mesaib bünyan-ı mevcudiyyetini rahne-dar etse bile onun da nevbet-i şan ü şevketi gelecektir. Zaten içlerinden Isaac Taylor gibi erbab-ı insaf bu hakıkati itiraf ediyorlar. Kilise ricalinden meşhur bir adam olan bu İngiliz diyor ki: Buruc /. “İslam Afrika’da ilerleyip gidiyor gittiği yerlere fezaili de beraber götürüyor. Evet kerem iffet necdet bu dinin asarından olduğu gibi şecaat hamaset gibi secaya da ensarı cümlesindendir.” sında mübeşşirlerin da’vetiyle birlikte intişarına son derecede teessüf ediyor; hatta “sarhoşluğu tahrim eden Müslümanlığı buna mesag gösteren Nasraniyyet’e tercih edeceğini” söylüyor. Müslümanlık durmayıp Çin’de Asya’nın sair kıtaatında manlar dinin safvet-i kadimesine rücu’ edecekler de artık ümid edilen hayrı idrake zafer-yab olacaklardır. Bil-farz başta Mösyö Hanotaux bulunduğu halde bütün Fransızlar müslüman olsa fakat diğer taraftan sair milletlere karşı olan muameleleri bugün Cezair’deki Madagaskar’daki tarz-ı ma’rufunda devam etse müsta’merat ahalisinin acaba kendilerine meyletmeleri hücum için fırsat gözetmemeleri ümid edilebilir mi? Hayır! Öyle ise müslümanlar hakkında böyle bir zan nasıl besleyebilirsiniz ki başlarındaki ra’d-i tehdidin velvelesini duymakta oldukları gibi kendilerine tagallüb edenlerin bi-çareleri yalnız mahv u ihlake çalıştıklarını görüyorlar. Adalet hukuka riayet esasına vukuf şartıyla akaide hürmet sayesindedir ki bir millet-i mahkume bir millet-i hakimenin bar-ı tahakkümüne katlanabilir. Evet o yükü kendisine hafif gösterecek o millete temayülünü tehvin edecek vesait ancak bunlardır. Lakin Hanotaux ve emsali gibi Fransa rical-i siyaseti şu üç esasa dair bir şey bilmedikleri hakayıktan muttasıl dem vuruyorlar. Mehmed Akif Hulefa-yı Raşidin devirlerinde son günleri ilm-i fıkıh vesair ulum-ı İslamiyyenin merakiz-i mühimmesi sırasına geçen bütün bilad fethedilmiş bu babda büyük bir ehemmiyeti haiz olan Kufe ve Basra beldeleri dahi te’sis olunmuştu. Memalik-i İslamiyyenin dairesi Çin hududuna Bahr-i Muhit-i Atlasi’ye kadar tevessü’ etmiş; din-i mübin-i İslam’ı kabul edenlerin adedi dahi milyonları geçmişti. Fetholunup haraca rabtolunan memalikin ahali-i gayr-i müslimesi dahi mezaya-yı İslamiyyenin aşıkı olarak din-i mübin-i İslamı ansamimilkalb kabul ediyorlardı. Bu suretle daire-i tevhid dahi hudud-ı memaliki ta’kıben tevessü’ ediyordu. Bütün şu halin neticesi olmak üzere ilm-i fıkha olan ihtiyaç dahi bütün Yunus /. ma’nasıyla baş gösteriyordu; bir müslümanın muamelatında hak ve adaletten ayrılmaması ibadatını vech-i meşru’ üzere evvel lüzumu hissolunan şey ilm-i celil-i fıkıh oluyordu. Bir memleketin ma’nen dahi fethini müteakib ya müracaat veyahud makam-ı mu’alla-yı hilafetçe hissolunan lüzum üzerine merkezden oraya bir fakih irsal olunurdu. Abdullah bin Mes’ud hazretleri Kufe’ye bu suretle gitmişlerdi. Bazı ashabın mücahidin-i kirama iştirak ederek merkez-i hilafetten tebaüd etmiş bulunduğu halde o memleketçe ta’lim ve iftalarına lüzum görülmekle oralarda kaldığı da olmuştur. Fahr-i Kainat Efendimizin irtihalinden sonra ashab-ı güzin hazeratı isti’dad-ı zatileri meyl-i fıtrileri itibariyle üç tabakaya münkasem gibi görünüyordu: Ulema ümera mücahidin. Maamafih suret-i zahirede ashab arasında bir keyfiyet-i taksimiyye ibraz edecek kadar bir açıklık meşhud olmuyordu; hele ümera ekseriyyet üzere ulemadandı. Birçok gazavatta alim bir sahabinin ahad-i nastan biri gibi mücahedeye te hep beraber gidiyorlar; istifa-yı maaş hususunda dahi aralarında bunlarla beraber o hükumet-i fazılanın ruhu ulemasıyla kaim bulunuyordu. Saadet-i insaniyyeyi mütekeffil olan mukaddes kiram etraf ve eknafa intişar ettikleri gibi ulema-yı ashab dahi kendi vazifelerini ifa ve gaye-i emellerini nasa tebliğ etmek üzere memalik-i vesia-i İslamiyyeye dağılmışlardı. Hazret-i Bilal Ebu Zer Gıfari Ebu’d-Derda Ubade bin es-Samit Şam’da İbni Abbas Mekke’de İbni Mes’ud Kufe’de Ebu Musa el-Eş’ari Basra’da… bulunuyorlardı. O memalikin ahalisi umur-ı diniyyelerini ahkam-ı celile-i İslamiyyeyi helal ve haramı şu zevat-ı kiramdan telakkı ediyor; mesail-i müşkile zuhurunda yine onların fetvalarına müracaat eyliyorlardı. la onların kalblerini tenvir etmek tevakkuf ettikleri noktada ukdelerini hall ile tarik-ı savaba sevk eylemek istiftalarına şer’i cevaplar i’ta ederek irşad eylemek ehemm-i vezaiftendi. Şu mühim vazifelerini hakkıyla icra edebilmeleri için de münhasıran iki tarik mevcuttu: . Kitap ve Sünnet’i rehber ittihaz etmek. . Kitap ve Sünnet’te mes’eleye temas edecek bir isre tesadüf edilmediği surette “İctihada” müracaat eylemekten Bir mes’elenin Kitap ve Sünnet’te mevcut olup olmadığını bilmek için de şüphesiz Kitap ve Sünnet’i bilmek iktiza ediyordu. Kitap her ne kadar müdevven idiyse de Sünnet henüz cem’ u tedvin edilmemiş üzerinde tetebbuat icra olunmamıştı. Son günleri yüz binleri mütecaviz olarak meydana çıkan yirmi üç senelik bir ömrü istiaba kifayet edebilen ta’limat-ı nebeviyye hep kulub-ı ashaba tevzi’ ve tevdi’ olunmuştu. _ Fakat bu asarın ta’limat-ı nebeviyyenin ortalıktan kaybolarak ziyaa uğramak ihtimali yoktu. Çünkü ihtiyaç şu asar-ı şerifenin hep zahire ihracı mesleğini ta’kib ediyordu. asarı işitenler görenler diğerlerine nakleylerlerdi. Bu suretle “rivayet” meydana gelmişti. Nakilde ricali turuk-ı ehadisi zikretmek hadise esere vüsuk kuvvet bahşetmekte olduğundan usul-i rivayetten itibar olundu. Bu suretle “isnad” meydana gelmişti. Binaenaleyh bu mes’ele hakkında sünnetten bir eser mevcut olup olmadığını bilmek için iki tarik bulunuyordu: - Kendisinden istifta olunan yahud bir vak’aya ma’ruz kalan sahabinin kendi mahfuzatına müracaat etmek tariki. Bu kolaydı. Çünkü ashab-ı kiram asar-ı nebeviyyeyi pek ziyade dikkatle muhafaza ederek hemen nakl bil-lafz derecesinde böyle bir itinaya da’vet buyurmuşlardı: etmek ziyadesiyle mültezim görülüyordu. - İstişare tarikı. Fakat irtihal-i nebeviden sonra bu hal hilafetten tebaüd etmiş ulema-yı ashab için bu pek müşkil bir iş olmuştu. Hatta merkez-i hilafette dahi bunun hakkıyla zaif epeyce tenevvü’ etmiş teamül olmak üzre her nevi vezaif bevide ahali-i İslamiyyenin adedi milyonları geçmiş fıkıh ve kadar adede münhasır kalmıştı. Ulema azdı. Bununla beraber o ulema-yı ashab diğerlerinin vezaifinden gibi addolunan mücahedeye dahi iştirak buyuruyorlardı. Halbuki irtihal-i nebeviden sonra ashab-ı kiram cihat-ı erbaaya fütuhat için neşr-i din-i mübin-i İslam için dağılmışlardı. Merkez-i hilafette bile ulema-yı ashab pek az kalmıştı. Ve maa-zalik merkez-i hilafet diğer taraflara kıyas olunacak halde değildi. Ulema-yı ashabdan bulunan bir zat makam-ı mualla-yı hilafeti işgal ediyor yanında da – mesela şeyhaynin hilafetleri esnasında – Hazret-i Ali ümmehat-ı mü’minin.. daima hazır bulunuyordu. Fakat taşralarda böyle değildi: Bir sürü cahil ahalinin içinde alim bir sahabi hemen hemen yalnız bulunuyordu. Her ne kadar ashab-ı güzin o derece cahil değil ise de birçoğunun ilim ile mümareseleri pek azdı. Yerli ahali ise ruh-ı İslamiyyet’ten büsbütün habersiz bulunuyordu. Belki bil-akis İslamiyyet’e muhalif pek çok efkar-ı cahiliyye besledikleri daima meşhud oluyordu. Ahali-i Irakıyye ahali-i Acemiyye ahali-i Kıbtiyye ve gerek sair akvam vaktiyle ya Mecusiyyet yahud çığrından çıkarılmış Nasraniyyet ile zulüm ve istibdad altında ezilmiş ruhları zehirlenmiş dimağları efsaneler ve hurafat ile dolmuş; Mecusiyyet’in esrarengiz i’tikadatı kuvve-i ma’neviyyelerini ahlaklarını tamamen mahveylemişti. İşte etraf ve havalide olan ahalinin hali hep böyle idi. Aralarında hakBenzer şekilde Suyuti Metinde sehven yazılmıştır. kıyla terbiye-i İslamiyye görmüş ancak bir sahabi bulunuyordu. sahabi için istişare ederek tetebbuat-ı ilmiyyede bulunmak pek güçtü. Binaenaleyh mes’elenin halli için münhasıran bir tarik mevcut idi ki o da idi. Zaten ashab-ı kiram lazım olan mevkide ictihaddan geri durmazlardı. Çünkü icab-ı hal böyleydi. Bir mes’ele-i müşkileyi halletmemek yahud leytelealle bilecekti. Taşralarda ba-husus İslamiyyet’i yeni kabul eden memleketlerde sükut ederek bir mes’eleyi cevapsız bırakmak kat’iyyen caiz değildi. İhtimal ki bu suretle ihmal etmek da mucib olacaktı. İşte bunun için ashab-ı kiram icab ettiği surette ictihad buyururlar mes’ele de hallolunurdu. Filhakika gerek Cezire dahilinde gerek haricinde olan Arap vesair akvam ibtidai bir tarzda olsun kendilerinin örf ve adetleri yahud hükumet ve hükemaları tarafından vaz’ olunan kavanin ile ihtiyarları hükümleri mahkemeleri huzurunda hall-i mes’ele etmeye alışmışlardı. Artık din-i mübin-i halli hayat ve maişetin kendi silkinde cereyan edebilmesi mekle mesail-i muallakayı yüzüstü bırakmak hayatı maişeti sekteye uğratmak kat’iyyen caiz değildi. Herkesin mes’eleye kendi bildiği vechile bir renk vererek geçiştirmesi de caiz değildi. Zira böyle keyfi işler bab-ı ibadatta kat’iyyen mu’teber olmamakla beraber muamelatta dahi teşevvüşe adem-i intizama badi olacağından bir müslümanın buna cesaret edemeyeceği şüphesizdi. Binaenaleyh mes’eleyi ibadata ait ise şer’i; muamelata ait ise hem şer’i hem de mesalih-i ibada muvafık ve ma’kul bir tarzda halletmek icab ediyordu. İşte mes’elenin böyle hallolunabilmesi için de kavi metin fakat tecrübeye müstenid bir iktidar-ı ilmi lazım idi ki o da mevzubahsimizi teşkil eden “meleke-i ictihad”dan ibarettir. Ulema-yı ashabda ise bu meleke bütün ma’nasıyla mevcud bulunuyordu. Onun için hiçbir vakit izhar-ı acz etmezler; mes’eleyi hemen icabı vechile hallediverirlerdi. – Dünyada der-aguşa ecel vermedi imkan Etti beni hem-makber iki yavrucuğumla; Artık tutarak dest-i yetimanelerinden Geldim sana Rabbim! İki öksüz çocuğumla! Pişinde hevl-nak hakıkatleri örten Bir leyl-i serair Her lem’ayı bel’ eyleyerek hükmediyorken La-kayd u sükun-gir Sen şüpheli sislerde mehabetle dururdun Muzlim gecenin mahrem-i esrarı olurdun. Afakına şehbal-i emel yaklaşamazdı Etrafını enzar-ı hakayık aşamazdı. Hatfetti bugün lem’anı bir fecr-i nev-ayin Bir fecr-i müebbed Sen nazra-i haşyetten o kuvvetle silindin Kurtuldu nihayet Envar-ı seher-darına mahkum nazarlar. Kalbimde fakat havf-ı leyalinden eser var. Engüşt-ber-dehan-ı tahayyür olup bugün Geldim der-i mahufuna ey taht-ı ser-nigun. Dolmuş sürud-ı neş’e-i millet civarına; Dönmüş mekan-ı bum hezar aşiyanına. Yok eski tab ü tantana yok eski gösteriş; Casuslar bugün niye bilmem ki gelmemiş. Açmış şükufe bahçene bin kalb-i na-ümid Savtında kuşların hele feryadlar bedid. Her yerde bir sada-yı nihani diyor: Sakın! Zaten cedir-i hayret olan hep sarayların Mutlak budur hakıkati: Bünyanı üstühan Tak-ı muazzamındaki zerrin nukuşu kan. Söndürdü şimdi lem’anı artık açan sabah; Maziyi hali düşünüp ey saray inan: Her kuvvetin muzafferidir sadme-i zaman. Biz din-i mübinimizin füyuz-i tenahi-na-pezirini yalnız cihan-ı İslamiyyete münhasır zannediyorduk; halbuki o şems-i sema-yı lahutun envar-ı şa’şaa-barı bizim bilmediğimiz yerlerde ifaza-i hayat etmiş. Yalnız o mihr-i cihan-aranın harim-i pür-nuruna dahil olanlar değil ona hariçten teveccüh edenler de feyzinden mahrum kalmamış. Perverde-i zalam-ı ilhad olan şeb-pere-tab’an-ı dalal müstesna oldukları halde herkes isti’dadına kabiliyetine göre ondan müstefid olmuş. Saye-i irşad ve hikmetinde yüz binlerle efazıl yetişen ma’nevi-i cihan olmak meziyyet-i kudsiyyesini hiçbir zaman kaybetmesine ihtimal mutasavver bulunmayan o nur-ı mübin-i lık kalbler onun measir-i celilesini mehasin-i mübeccelesini mekteb-i edeb-i Muhammedinin vaye-mend-i feyz ü irfanı olanlardan değil o zümre-i naciyyeye iltihak şerefine nail olamayanlardan ler mi? Evet! Nasiye-i hızlanına damga-yı şekavet vurulan dide-i lub-ı kasiyyeleri o nur-ı ezelinin iltima’-ı feyyazanesinden müstenir müstefid olamaz. Çünkü o gibi kalblerin kesafet-i cibilliyyesi nur-ı iman gibi bir latife-i Rabbaniyyenin tecellisine mazhariyyet isti’dadından kat’iyyen aridir. Maraz-ı imtila ile bizar olan bir kimsenin yanında en nefis bir yemekten bahsolunduğu zaman nasıl ızdırabı müşted nefret ve istikrahı mütezayid olursa efkar-ı mülhidane yeden bahsolunsa mizac-ı imanına arız olan maraz-ı mühlik hasebiyle ruhun en ceyyid gıdası kalbin en hakıkı safası olan o hakıkat-i ulviyyeyi kabul edemez. Çünkü bir mariz-i ma’nevidir. Taam-ı nefisin zebun-ı pençe-i eskam olan bir bünyeyi büsbütün tahrib etmesi nasıl tabii ise en ali en nafi’ bir hakıkat-i diniyyenin de mariz-i küfr ü ilhad olan bünyeleri dimağları öylece tezelzüle uğratması zaruridir. Halbuki kabahat gıdada değil hastanın onu temsil istidadından mahrum olan uzv-i musabındadır. Şu mukaddimeyi ityandan maksadımız ne olduğu atideki satırlardan anlaşılır: Nam-ı bülendi Almanya’nın menşur-ı mefahir-i irfanında hatt-ı zerrin ile mukayyed şuabat-ı ulum u fünun ve bilhassa edebiyyattaki şöhret-i harikuladesi eyadi-i ihtiram-ı enamda mütedavil asar-ı ber-güzidesiyle muhalled olan şair-i hakim Goethe’nin ismini işitmeyen yok gibidir. Biz burada “Goethe”nin terceme-i halini yazmak fikrinde değiliz. Fakat badi-i i’tila ve istişharı olan feyz-i edeb ü Alman muharrirlerinden Hermann Krüger-Westend isminde biri Berlin’de neşrolunan Vossische Zeitung gazetesinin Şubat sene tarihli nüshasına “Goethe ve İslamiyet” ser-namesiyle bir makale dercettirmiş. Fransızca bir eserde bu makalenin hülasaten tercümesini gördük hakıkaten hayretlere müstağrak olduk. Muharririn ifadesine göre Goethe henüz pek genç iken Şark’ı mehd-i medeniyyet olmak üzere kabul ile İbrani lisanını tahsil etmiş İngiliz Alman meşahir-i şuarasının asarını tedkık elde bulunan Tevrat nüshasını mütalaa eylemiştir. Biraz sonra İslamiyet hakkında sallallahü aleyhi ve sellem’e karşı Goethe’nin kalbinde azim bir meyl bir incizab hasıl olmuştur. Bu meyl ü incizab saikasıyla Kur’an-ı Kerim’i Latinceye tercüme etmeye başlamış din-i İslam’ın besatet-i ulviyyesine karşı hayretler içinde kalmıştır. Bu büyük şairin İslamiyet hakkındaki meyli muhabbeti muvakkat bir şey olmayıp ömrünün nihayetine kadar sürmüştür. Hatta Şiir ve Hakıkat ünvanlı mecmua-i hatıratında nam-ı celil-i Peygamberiye muzaf bir eser-i musammemi hakkında bazı tasavvuratı da mukayyeddir. Fakat Goethe’nin bu eseri Voltaire’in o nam-ı mukaddese izafetle telif ettiği esere asla makıs değildir. Mösyö Hermann Krüger Goethe’nin bütün asarında şarkın bilhassa İslamiyyet’in pek büyük bir te’siri meşhud olduğunu beyan ediyor. Goethe’nin nazarında aktar-ı şarkiyye insaniyet-i halise ve safiyyenin hüküm-ferma olduğu yegane mahaldi. Bu büyük şair Şarka ait asarın kaffesini fevkalade bir gayret ve sahaif-i Kur’aniyyeyi hediye ettiler. Bu sahifeler şairin büsbütün şevk u gayretini arttırdı. Müsteşrikınden Lorsbach bunların tercümesini deruhde etti. Goethe bu esnada Besmele-i şerifeyi istinsaha çalışır Farisi rubaileri taklid ederdi. Goethe’nin Divan ünvanlı eseri Kur’an-ı Azimü’ş-şan’dan muktebes hakayık-ı celile ile mal-a-maldir. “Gazve-i Bedr” “Behişt-i İslam” ünvanlı tasvirat-ı şairanesi tamamıyla Kur’an-ı Kerim’e muvafık daha doğrusu ondan muktebestir. Divan’ında rumuz ve serair vadisinde ne varsa kaffesi Hafız Şirazi’ye has olan uslub-ı edebinin zamanındaki efkar-ı felsefiyye ile nev’ama telfik ve tevsiinden başka bir şey değildir. Goethe ihtiyarlığında İslamiyetten daha ziyade ders-i saadet almaya başladı. Huzur-ı kalbi safa-yı hatırı ancak Goethe Cenab-ı Hakk’a mütevekkildi. Badi-i huzuru olan bu fikirde ila-nihaye sebat etti. Daima şan-ı uluhiyyeti tebcil ederdi. “İnsan kuvvet ve kudretınin ma-fevkinde bir şey yapmaya muktedir değildir” i’tikadında bulunur; bu kuvvet ve kudretin başkalarının hayrı menfaati yolunda isti’mali vücubunu tekrar eylerdi. Zaten İslamiyet de buna kani bunu amirdir. mukaddimemizin sebeb-i ityanı tahakkuk etti zannederim. Acaba İslamiyet’i terakkıye mani’ addedenler bu sözlerden bir hisse-i ibret alırlar mı? Goethe hakkında yazılan şu satırlar bir müslimin kaleminden çıkmış olaydı bazı simalarda mütehekkimane bir tebessümden başka bir şey hasıl etmezdi; fakat din-i mübin lü olduğu için ihtimal ki o çehrelerde hafif bir kırmızılık olsun hasıl eder? - - Arpacılar Camii Hatib Vekili Server-i Kainat-i aleyhi ekmelüttahiyyat efendimiz; ümmet ve ashabını dünya ve ukbada nail-i fevz ü necat olabilecekleri ef’al ü harekata tergib.. İzmihlal ve fesad-ı ahlaka dai her hal ü kardan tenfir buyurmuşlardır. Hayfa ki biz ma’şer-i İslam birkaç asırlardan beri kanun-i Ahmedi’ye ittiba’ inkıyaddan tebaüd ederek bugünkü hevl-nak vadi-i atalete düşmüşüz. İşte bu inhitat-ı hazırımızı verde mez-mumiyyet makduhiyyeti tansis buyurulan tese’ülün bu ümmet tarafından bir san’at ticaret gibi i’tiyad edilmesi olmuştur. Bunun mezemmetini beyan sadedinde şeref-sadır olan asar-ı seniyye şunlardır: Zillet-i süali irtikab etmek yani Türkçesi dilenmek helal olmaz. Ancak şu üç adamdan birisine helal olur: - Bir adamın diyetini te’diyeye mahkum olup ödemek - Dehşet-engiz bir afete tutulmuş mesela ya gemisi gark olmuş veya hanümanı yanmış yahud füc’eten buna benzer acınacak bir hale düşmüş buluna kut-i yevmisini tedarikten aciz bir halde ola. Diğer bir hadiste Ma’na-yı münifi: Eğer bilseniz ki irtikab-ı ar-ı tese’ülde neler var hiçbiriniz diğerinizden bir şey istemek Halktan istiğna ediniz yani bir şey istemeyiniz misvakınızı yıkamak ve ayıklamak Biriniz bir ip alıp dağa giderek kestiği odunu getirip satması ve onunla taayyüş ve ondan tasadduk etmesi züll-i süali iltizam etmesinden hayırlıdır. Bir hacetin fevt olması onun zımnında ihtiyar olunacak züll ve ihtikardan daha kolaydır. Kimdir bana nastan bir şey istememeyi tekeffül eder ki ben de ona cenneti tekeffül edeyim. gibi daha nice ehadis-i şerife ve asar-ı aliyye vardır. Risalet-penah Efendimiz yukarıdan beri zikr ü isbat ettiğimiz makal-i hikmet-iştimalleriyle insan meşakkı ihtiyar etsin yalnız ulüvv-i cenabı izzet-i zatını ihlal edecek tese’ülden biyyet olan kesb ü ticarete tese’ülün tam nakız ve muhalif olmasından emr-i mezkurun din-i İslam’da mezmumiyet ve makduhiyeti vazıhan müsteban olmaktadır. Ümmet-i merhumenin madde-i tese’ül hakkındaki asar-ı seniyye ahkamına ahlak ve ef’ali tatbike ihtimam etmedikçe maddi ma’nevi mazarrata giriftar olacakları nezd-i risaletpenahilerinde kat’iyyen ma’lum olduğundandır ki irtikab-ı ar-ı süal derekesine düşmekten şiddetle nehy ü tenfir buyuruyorlar. Benzer şekilde Ebu Davud Buhari Şimdi gelelim bu vesaya-yı Nebeviyye ile hal-i hazırımızın tatbik ve mukayesesine: Sad-hezar teessüfle bunda da tamamen aksini i’tiyad etmiş olduğumuzu görürüz. Hayru’lbeşer Efendimizin züll-i sualden ictinab emrine verdikleri ehemmiyet-i azimeye rağmen ahkam-ı şer’iyyeyi nasa tebliğ ve tebyin vazife-i mühimmesiyle mükellef yar u ağyara din-i Ahmedinin şan şerefini i’la muhafaza etmekle muvazzaf olan ulema-yı kiramın san’at-ı redie-i tese’ülü medar-ı taayyüş addetmeleri bunun intac edeceği netaic-i müellimeyi ez’af-ı muzaafa olarak intac etmeye bais olmuştur. Çünkü fesad ve salah-ı ümmetin menba’ı ulemadır. Bir cem’iyet-i beşeriyyenin erbab-ı fazl u irfanı onun nazarında mısdakınca emniyet izzet-i nefse sahip kadr u itibara malik olması derece-i vücubda iken bil-akis dilencilik mertebesine tenezzül ederse vay o milletin haline!... Alem-i İslam’ın hangi tarafında olursa olsun bu hal ahlak-ı müslimin üzerinde var kuvvetiyle icra-yı tahribat etmektedir. Ulema ve talebe-i ulumun hasbel-verase mübelliğ ve vaiz-i ahkam-ı din olmalarıyla irtikab-ı ar-ı süal etmeleri beyninde ne büyük tezad tenakus vardır. Zira hiçbir sail vaiz “ve nahi-anil-münker” olmadığı gibi kendi ticareti maişeti aleyhinde şakk-ı şefe edemez; ederse de o kadar faide-bahş olamaz. Küçük bir misal ile maksadı izah edelim: Cer usulü cari olan memalik-i Osmaniyye’de şuhur-ı selase münasebetiyle bir kasaba ya nahiyede bulunan bir hoca bir talebe ahalinin hüsn-i teveccühlerini iktisab ile sadaka ve ihsanlarına nail olmak için halkın ahlak ve adatında görmüş olduğu ahval-i gayr-i meşruayı ta’dad edip onları rencide edemez ederse me’yusen avdet edeceğini düşünür. olmak ve daha diğer mülahazat için vaz’ u te’sis edilmiş ise de bugünkü neticesi itibariyle azim mazarrat tevlid edegelmekte bulunmuştur. Silk-i celil-i ilmiye süluk edenlerin tese’üle alıştırılıp ali olan şeref ve haysiyyetlerinin şu suretle pa-mal edilmesi hatta birkaç sene medresede bulunan veya hiç bulunmayan eşhasın kisve-i imam-ı azamı alet-i tese’ül ittihaz eylemeleri ulema ve tullabı a’yün-i nasta o kadar tenzil etmiştir ki bir sarıklı gören adam onun dilenci olmasında hiç tereddüd etmeyerek yan çizmeye mecbur oluyor. Bu cer usulü yalnız meslek-i ilmiyyeye salik olanları değil avam-ı nası dahi dilenciliğe alıştırmıştır. Çünkü bu usul olmayan diğer memalik-i İslamiyyede bu hal o kadar ileriye gitmemiş olduğu görülmektedir. Ez-cümle Türkiye ile hem-civar olan memleketimiz Kırım’ın yerli ahalisi arasında bu tarik-i bed-namı medar-ı maişet değilse de Karadeniz sevahilinden ve Ankara taraflarından gelenlerin adedi la-yuad ve la-yuhsadır. Kırım ahalisi oldukça fukara ve ulema-perver olduğundan bu ticaret erbabının Kuzai yekunu sene-be-sene tezayüd ediyor. Bunlar birtakım hoca kıyafetinde genç dinç sapasağlam asker kaçağı sabıkalı heriflerden fevahiş kalmamıştır. Ahali ve hükumet-i mahalliyye bunların son derece tahammül-fersa harekat-ı rezilanelerinden pek ziyade bıkmış bununla da kalmayıp şan-ı ali-i Etraki Ruslar ve Rusya İslamları nezdinde tenzile badi olmuştur. Hükumet-i hazıra-i meşrutanın bu hususta nazar-ı dikkatini celbederiz. Bu gibilerin damen-i pak-i ulemayı leke-dar etmesine de hiçbir müslümanın vicdanı razı olamaz. Bu adamlar kendi dolaplarını tedvir etmek için İslam’da mevcut vezaifin en mühimmi olan va’z u nasihati kendilerine vasıta-i tese’ül addetmeleri ümmet nazarında bu emr-i mühimmin kadr u şerefini tenkıs etmiştir. Zira bu güruhun va’z u nasihatleri serapa zekat ve sadaka fezailinden ve kendilerin muhtac-ı muavenet elyak-ı ihsan olmalarına dairdir. Eslaf-ı izam rahimehumullah hazeratının bu noktadan ahlak ve adatı teftiş ve tetebbu’ olunacak olursa bundan bir sahib-i san’at olup hayat ve maişetlerinde şimdiki gibi zillet meskeneti katiyyen irtikab etmedikleri görülmektedir. Bugün mahafil-i ilmiyyede te’lifat-ı tahriraneleriyle bir mevki-i mühim ihraz eden fukahadan Bezzaz Zeccacların mensub oldukları san’at ve ticaretleriyle şöhret-şiar olmaları bu müddeamızı dimin bu babda son derece ihtiyata riayet etmiş olmalarından dolayıdır ki ulema-yı dinin kendi menfaat-i şahsiyyelerine neşr u tebliği serbest ve her türlü takyidden vikaye için onlara ücret bedelinde imamet hitabet va’z u nasihat gibi vezaif-i diniyyeyi tecviz buyurmamışlardır. ettikleri envar-ı lami’a ile kulub-ı ümmeti tenvir eylemekle bi-hakkın sırrına mazhar oldukları halde her nedense ahlaf o derece-i bala-teri ihraz edemedikleri alem-i Milel-i ecnebiyyenin bu cihetten ahval-i umumiyyelerine göz gezdirecek olur isek onlarda bu maraz-ı müzminin isabet-zedeganını gayet mahdud buluruz. Bahusus hükm-i münifiyle mahkum olan taife-i Yehud hayret-feza sa’y ü ittihadları ve alem-i ticarette yed-i tulaya malik olmaları sayesinde bir nevi’ zillet hakaretten tahlis-i giriban ederek nümune olmaya kesb-i istihkak ettiler. Ne kadar acıklı bir haldeyiz ki tebşirat-ı Sübhaniyyesi ile mübeşşer olduğumuz halde mahza atalet ve fesad-ı ahlakımızın seyyiatı ulemamızı milletimizi hey’et-i mecmuamızı ecanib nezdinde dilencilik ile mahkum etmiştir. Bilad-ı İslamiyyede seyahat eden bir seyyah sokakta dilencilerin hücum ve muhasarasından usanıp Al-i İmran /. bıkıyor. Hatta tekrar gelip görmekten ikrah ediyor. Halbuki bilad-ı garbiyyede gayr-i müslim bir sail-i ruhaniye ba-husus Yahudiye tesadüf edilmiyor. Hülasa asırlardan beri mahv u inkırazımızı i’dad eyleyen adat mu’tekadat-ı gayr-i meşruayı teşhisle ondan bu kütle-i muazzama-i İslamiyyenin rikabını azad eylemek evliya-yı umur-ı Bi-na-berin nazar-gah-ı müslimin olan Merkez-i Hilafet’in bu gibi şan-ı ali-i İslamiye şeyn iras eden ahlak ve vakar-ı ulemayı ifsad ve perişan eyleyen “cer” usulünün almış olduğu şekl-i vahim-i hazırından ya diğer bir surete tahvili yahud bütün bütün lağvı şıklarından birini intihabla hiç olmasa ulema-yı dini bu nevi zillet ve hakaretten kurtarmak hükumet-i meşruta-i adilenin daha doğrusu meslek-i celil-i hat-meab Şeyhülislam Efendi hazretlerinin ilk vezaifinden olduğunu İslamiyet namına arz u ihtar eyler ve nazar-ı dikkatlerini celbeyleriz. Alem-i İslam’ın terakkı ve tealisini halisen li-vechillah arzu-keş olan fuzalamızdan cer usulünün hangi şekil ve surete müstakım sütunlarında görmeyi ez-can u dil temenni eyleriz. Hadisat-ı nesebiyye iki nevi’dir: . İntiba’ ve teamülü gayr-i idraki olan hadisat . İntiba’ ve teamülü idraki olan hadisat. Birinci sınıfa bi-zatihi icra olunan ef’al veya ef’al-i mün’akise Ef’al-i mün’akise – Kuva-yı hariciyye hücerat-ı ihtisasiyye üzerine te’sir ederek orada tagayyürat-ı kimyeviyye husule getirir ki bu hal-i intibaı teşkil eden ve buradan zevi’lhayata mahsus bir şekl-i makderet olan seyyale-i asabiyye tevellüd eder. Seyyale-i asabiyye pek çok hücerat-ı asabiyye arasından geçerek bir hücre-i mütekalliseye yani lif-i adaliye müncer olur ve orada teamül husule gelir. Ne intiba ne de teamül idraki değildir. Ef’al-i mün’akise şahsın haberi olmaksızın icra olunur. Bu hadisat şahsın tagaddisine merbut olup muhit-i harici veya tenasüli ile münasebeti vardır. Bunu bir misal ile izah edelim: Gıda mideye vasıl olunca bir intiba’ uyandırarak midede harekat-ı ma’lumesiyle teamül icra eder. Bir maksad üzerine olan bu intiba ve teamülden ve midenin fiilini teshil için tur. Bir cism-i muziden sadır olan şuaat göze vasıl olunca tabaka-i şebekiyyede bir intiba hasıl ederek adelat-ı hedebiyyenin takallüsü veya istirhasıyla ve binnetice cism-i billurinin muhaddebiyyetinin tezayüd ve tenakusuyla bir teamül husule gelir ki cism-i muzinin hayali doğruca tabaka-i şebekiyye üzerine teressüm etsin. Şayed bu cisim gözden uzaklaştırılır veya yaklaştırılırsa adale-i hedebiyye takallusu ve cism-i billurinin muhaddebiyyetinin tagayyürü öyle bir tarzda vukua gelir ki hayal daima tabaka-i şebekiyyede teressüm eder. Böyle olmasaydı eşyayı bil-müşahede tefrik etmek mümkün olamazdı. Bu şayan-ı hayret ef’al bir maksada mebni olup öyle bir sıhhat-i harikulade ile icra olunur ki şahıs onun vücud ve gayesinden şüphe bile etmez yani bilemez. Fizyolojide ef’al-i mün’akiseye dair daha pek çok misaller var ise de tatviline hacet olmayıp bu kadarı dahi hadisat-ı nesebiyyeden bazılarının bir maksada mebni olduğu halde şahsın ma’lumatı dahilinde olmayarak icra olunduğunu göstermek için kifayet eder. Gayr-i idraki olan alaim-i nesebiyye hayvanat-ı aliyye ve insanda ef’al-i hayatiyyenin eczasında ve bilhassa dahil-i vücudda vukua gelen halatta mühim bir rol ifa eder. Ef’al-i mün’akise uzviyyetin bir eseri gibi görünür. Yani azanın teşekkülü hüceratın tahallüfü esnasında saha-i icraya konulmuş ve bidayeten bilerek ticesi gibidir. – Ef’al-i sevk-i tabiiyye. – İntibaat-ı idrakiyye yahud ihtisasat. – Efkar-ı mahsusa. bazı halatta his ve idrak olunur. Bu nevi’ intibaata ihtisasat denilir. Echize-i havassın adedine göre enva-ı ihtisasat vardır: Cihaz-ı basariye; ihtisasat-ı ziyaiyye Cihaz-ı harariye; ihtisasat-ı haruriyye veya bürudiyye Cihaz-ı lemsiye; ihtisasat-ı temasiyye veya tazyikıyye Cihaz-ı sem’iye; ihtisasat-ı sadaiyye Cihaz-ı zaikıye; ihtisasat-ı telezzüziyye veya zevkıyye Cihaz-ı şemmiye; ihtisasat-ı rayihaviyye tetabuk ederler. maada ecvaf-ı uzviyyede ve dahil-i ensacta tahassül eden Mesela mia-i müstakımin ve mesanenin dolmasından mütevellid ihtisasat ile ihtisasat-ı adaliyye ve açlık susuzluk gibi enva-i ihtisasat bu miyanda dahildir. Veca’ hiss-i marazidir. Cihaz-ı lemsi ve hararinin bir kısmını teşkil eden hücre-i asabiyyenin istitalatına isabet eden gayr-i tabii bir haldir. bulunur. Fakat bu te’siratın hepsi idrak edilemez. Bir te’sir veya intibaın bir ihtisası uyandırması için insanın “dikkat” namıyla yad ettiğimiz bir sa’yda bulunması iktiza eder. Bu sa’yin devamı yorgunluğu intac eyler. Bunu hakkıyla tarif etmek müşkildir. İhtisasat bir müddet sonra silinir. Fakat hakıkat-i halde silinmeyip hafi bir hale münkalib olur. Zira onu tekrar uyandırmak mümkündür. İşte buna “hafıza” diyoruz. Binaenaleyh ihtisasat na-mütenahi surette devam eder denilebilir. Hal-i hafada kalmış olan ihtisasat-ı evveliyyeyi celbetmek için dikkate müşabih bir sa’yda bulunmak lazımdır bunu da “hatıra” veya “tahattur” namıyla tesmiye ederiz. Müşahedat bize gösteriyor ki kışr-ı dimağın hüceratını tahrib eden afat ihtisasat ve kuvve-i hafızanın mahv ü ziyaını mucib oluyor. Bundan anlıyoruz ki ihtisasatın tahassül ettiği ve muhafaza olunduğu aza kışr-ı dimağın hücreleridir. Dimağı olmayan hayvanatta mesela haşerat gibi kışr-ı dimağ vazifesini ukadat-ı asabiyye ifa ederler. Bütün hücerat-ı asabiyyenin vazife-i esasiyyesi seyyale-i asabiyyeyi nakletmektir. Dimağın hüceratı dahi intibaatı nakl ve tesbit ederse de asıl fehm ü idrak eden bunlar değildir ve olamaz. Bu fikri iyice izah etmek için bir mukayese yapalım: Bir cihaz-ı hissi bir telgraf cihazına pek ziyade müşabihtir. Hücerat-ı hissiye telgrafı veren manipülatora; asabiyyat-ı hissiye nöron ve bunların istitalatı cereyanı nakleden hat tellerine ve hücerat-ı dimağiyye telgrafı ahz ve kayd eden reseptöre benzer. denilemediği gibi intibaatı derk ve ahz-ı ma’lumat eden de hücerat-ı dimağiyyedir denilemez. Evet kışr-ı dimağın afatı fehm u idraki ve kuvve-i hafızayı tağyir eder. Nasıl ki bozulmuş olan bir telgraf reseptörü de telgrafı ahz ve kayd edemediğinden telgrafnamenin okuyup anlaşılması kabil olamaz. Bütün ihtisasat evsaf-ı hususiyyeye maliktirler. Mesela bir ihtisas-ı ziyai az çok bir şiddet bir rengi haizdir. Keza bir sat-ı lemsiyye ve zevkıyye ve harariyye ve rayihaviyyenin cümlesi bunun gibi evsaf-ı mahsusaya maliktirler bir şey veya bir hadiseden sudur eden kudret bazen birçok aza üzerinde tekevvün eder ki bunların her birisi evsaf-ı kesireyi haizdir. evsaf-ı kesiresini iştirak ettirerek bir mecmua halinde yekdiğerine karıştırmak melekesine maliktir. İşte bu sayededir ki bu şey veya hadise tarif olunabilir ve onun hakkında bir “fikr-i mahsus” husule gelir. Yine bu iştirak sayesindedir ki tur ettirir. Mesela bir yaprak kağıdı misal ittihaz edelim: Hiss-i basar beyazlığı renginin derecesini bildirerek bir Hiss-i lems yumuşaklığını katılığını kayganlığını kıvam ve metanetini bildirerek ihtisas-ı temas hasıl eyler. Hiss-i harari derece-i hararetini bildirir. Zaika ve şamme hisleri dahi bu babda ihtisasat-ı hususa tedarik ederler. Adese hurde-bin ve mizanü’l-harare gibi alat havassımızın daire-i teftişatını tevsi’ eder. Bu kağıdı ovalayıp yırtacak olursak hiss-i sem’ şiddet irtika ve tınnetin evsaf-ı hususiyyesiyle bir ihtisas-ı sadai verir. Suya konulursa şiştiği yumuşadığı fakat hallolmadığı anlaşılır bir aleve yaklaştırılırsa bir siyah karbon mürekkebatı terk ederek yandığı görülür. Bu tecrübeler bir usul dairesinde daha ileri götürülürse terkib-i kimyevisi de anlaşılır. İşte ihtisasatın bütün kendi evsafıyla hey’et-i mecmuası bu kağıd hakkında bizde vukuf hasıl ettirir ve bir fikr-i mahsus i’ta eder. Bu misal gösterir ki efkar-ı mahsusa pek ziyade muğlak ve gamızdır. Tabiatın mevcudat ve hadisatından tahassül eden ihtisasattan mütevellid efkar-ı mahsusa insan ve hayvanat-ı aliyyenin esas-ı ilmisidir. Ne vakit ki bir şey veya hadise şahsın hayatına ve neslinin bekasına taalluk ederse ol zaman fikr-i mahsus bir sıfat-ı müessire ve müheyyice iktisab eder. Şey veya hadise şahsa muvafık veya gayr-ı muvafık müfid veya muzır olduğuna göre efkar-ı mahsusa da onun için hoş veya na-hoş olur. Mesela aç bir köpek önünde bulunan bir odun veya bir taş parçasına karşı la-kayd ve müteneffir bulunduğu halde bir et parçası gördüğünde memnuniyyet-amiz bir heyecan gösterir. Bir erkek diğer bir erkeğe ne kadar güzel olursa olsun bir nazar-ı sakin ile baktığı halde bir güzel kadının muvacehesinde gayet hoş bir te’sir tahtında bulunur. Bir beygir bir köpek yanından rahatça geçtiği halde bir kurt gördüğü anda bir hiddet ve haşyete duçar olur. Bu efkar-ı mahsusanın unsur-ı müessiri “cazibe” “arzu” “ihtiyaç” şeklinde veyahud bilakis “dafia” “nefret” ve “korku” şeklinde tezahür eder. Konferans Evet sonra hallediniz. Fakat muzipliği zevzekliğe bozmuş olmamak için bu babda bir iki söz daha söyleyeceğim. Çünkü bu iki aykırı misali barıştırmak göründüğü kadar kolay değil.. bunun biri bir tarafa biri bir tarafa gidiyor. Biraz evvel söylediğimiz vech ile fiil te’sirine uğrayan kelimelere isti’mal sırasında takılan mef’uliyyet edatları yazılışta muttariddir. Bunlar hep “i - yi e - ye de - den” şeklinde kalıp “lik - lık” gibi değişir. Şu farkla ki bu dört edat sonlarında sait bulunmayan kelimelerde “i e de den”dir. Sait bulunan kelimelerde “yi ye de den”dir. Muzaflarda “ni ne inde inden”dir. “Kitap” “kitabı” “kitaba” “kitapta” “kitaptan” ve “aşı” “aşıyı” “aşıya” “aşıda” “aşıdan” ve “çocuğun kitabı” “çocuğun kitabını” “kitabına” “kitabında” “kitabından” gibi.. Kıyas olan muzaflarda “çocuğun kitabıyı” “kitabıya” “kitabıyda” “kitabıydan” denmekte idi. İstanbul Türkçesinde mef’uliyyet edatı geldiği zaman lafzın güzellendirilmesi ve telaffuzun tatlılandırılması mış bu hal “geldiği” “geleceği” gibi muzafa benzeyen şeylerde yine böyle olmuş. Şu mülahazayı tazeledikten sonra “onbaşı” ve “köşebaşı” terkiblerini tekrar yoklayabiliriz. Eğer bu iki terkible kalır da emsallerine bakmazsak işin esrarını keşfettik sanırız. Bu zanna kapılarak mesela deriz ki “onbaşı”da “on” ile “baş” birbirine kaynamış.. Kelime mürekkeb iken iki heceli basit bir isim halini almış.. Bu sebeple bunu mesela “aşı” gibi basit bir kelime halinde kullanıp “onbaşıyı” “onbaşıya” “onbaşıda” “onbaşıdan” deriz. Yine “baş” kelimesiyle ya bilen ve canlı ve akıl bir şey yani insan gösteren “yüzbaşı” “binbaşı” “bölükbaşı” “subaşı” “tüfekçibaşı” “ustabaşı” “işbaşı” gibi ma’ruf ta’birlerde hep bu isti’mali ta’kib ediyoruz… “Köşebaşı” ta’biri ise “onbaşı” gibi değil.. Bundaki parçalar yekpare bir isim halini alamamış ayrı ayrı duruyor.. Bundan başka ta’bir canlı ve akil bir şey de göstermiyor. Bunun için bunda bütün muzaflarda cari isti’mali kollayıp “köşebaşını” “köşebaşına” “köşebaşında” “köşebaşından” diyoruz. Nitekim “dağbaşı” “tahtabaşı” “ocakbaşı” ta’birlerinde de hal böyle… Hepimiz bu mülahazada mıyız? Yanılmadığımızdan emin miyiz? Ben yanılıyoruz zannediyorum. Acaba “onbaşı” ile bunun nazirleri olan “baş”lı ta’birlere benzeyen daha başka ta’birler var mı? Ben araya araya “kolağası” ta’birini buldum. Bu da aynıyla “onbaşı” ve arkadaşları gibi. Tekrar soruyorum ki böyle mi düşünüyoruz? O halde size yeniden sorarım.. “Onbaşı”da “kolağası”da basit bir isim hükmünü almış? Bunlara tamamıyla benzeyen “derebeyi” ve “kolvekili” ta’birleri niçin bu hükmü alamamış? Niçin bunlarda “derebeyiyi” “kolvekiliyi” diyemiyoruz? Bu gibi ta’birler canlı ve akıl bir şey gösterdiği için böyle olmuş ise böyle bir şey göstermeyen “Rumeli” ta’biri ne sebeple tamamen “onbaşı” ve “kolağası” ta’birlerine benzemiş? Niçin “Rumelini” demeyip “Rumeliyi” diyoruz? Niçin niçin “onbaşı” ile nazirlerinde “kolağası”da “Rumeli”de cari olan hal “derebeyi” “kolvekili” “yeniçeri ağası” “köy meli” gibi belli bir şey bir cins gösteren mürekkeb ta’birlerde cari olmamış? Şüpheyi düğüm düğüm eden bu sualleri daha uzatmak mümkündür. Bunu düşünmeli emsalini iyice yoklamalı tartmalı. İşte mes’eleyi size bırakıp bahsi değiştiriyorum. Biraz evvel zamir dursun demiştik. Zamir gayet hususi sözle payını vermeliyiz. Zamir de isim ve sıfat gibi ya basittir ya bir şeyle birleşmiştir. Basit zamirler öyle hesapsız değil. Topu üç tane şey: “Ben” “sen” “o”. Bunlar gayet hususi olduğu sair isimler gibi her şeyi gösterecek yerde yalnız mütekellimi muhatabı gaibi gösterdiği için cemi’leri bayağı isimden farklıdır.. “Benler” “senler” “olar” denmez “biz” “siz” “onlar” denir. Bu basit zamirlere “zamir-i şahsi” derler. Zamirlerin bu “ler” edatından ari cemi’leri pek nadir olarak tekrar “ler”le cemi’lenir; “bizler” “sizler” denir. Zamirin i’mal ve isti’mal haline dair münasebetle daha evvel bir iki kelime söylendi. Filhakika bunun “benlik” “bence” “senli benli” gibi sayılı ta’birlerden başka imal hali yok.. “Bana” “sana” “ona” tuhaflıklarından başka isti’mal halinde de ehemiyetle görülecek bir şey yok. Bunun Zamir şahsın ve belli bir ismin yerinde geliyor.. Onun için bellidir ma’ruftur.. Ma’ruf olduğu için bir mütemmimle bir muzafun-ileyhle tetmime ve ta’rife muhtaç değildir.. Onun bulunup ismin ma’nasını tamamlar.. Şu farkla ki mütekellim ve muhatapta alacağı edatları kendi cinsine ve kendi keyfine göre alır. Bayağı isimlerin izafetinde olduğu gibi mesela “benin kitabı” “senin kitabı” “bizin kitabı” “sizin kitabı” denmez.. “in” ve “i” takıntıları zamire yakıştırılıp “benim kitabım” “senin kitabın” “bizim kitabımız” “sizin kitabınız” denir.. Bu da pek muvafık bir şeydir. Zamirin böyle muzafun-ileyh mevkiinde bulunup edatı kendi cinsine değiştirmesinden başka bir şey daha hasıl oluyor.. Bu halde yalnız muzaftaki edat muzafun-ileyhin varlığını yalnızlık halinde de gösterebildiği için muzafın ma’nasını tamamlayan zamirin kendisine iş kalmıyor.. Pek hacet olmayan yerlerde bunlar atılıp sözde hafiflik yapılıyor da “kitabım” “kitabın” “kitabı” “kitabımız” “kitabınız” “kitapları” deniyor. İşte bu gibi hallerde işe yarayan edatlara “zamir-i izafi” derler. Zamirlerin bir de isnada yaraması var.. Halbuki bunu edattan kırık kelimelerden bahsederken ortaya koymak lazım. Çünkü zamirin bu türlüsü isme de takılır fiile de yapışır. Bu sebeple bu bahsi sonraya bırakmak münasiptir. Bunları kavaidçilerimiz çokluk “zamir-i fi’li” ve “zamir-i nisbi” diye yad ediyorlar. İsnada yaradıklarına bakılırsa bunlara “zamir-i isnadi” denmek daha muvafıktır. “Ben bir Türküm.. Dinim cinsim uludur” mısraının “Türküm” ta’birindeki mim zamir-i isnadidir “dinim” ve “cinsim” ta’birlerindeki mimler zamir-i izafidir. Bu mısra ile başlayan manzumeyi ezber etmiş küçük bir çocuğa geçenlerde benim Türküm senin Türkün onun Türkü... diye alay edecek oldum.. Çocuk işi anladığını iyi iyi anlatır bir tavırda ben Türküm sen Türksün… diye cevap verdi benim yanlışımı tashih etti… Sualim üzerine “dinim” “cinsim” sözlerini de “benim dinim” “benim cinsim” diye ikmal etti.. Doğrusu Naci’nin “Yeksan nazarımda sayf u serma” manzumesini okuyan beharisi bunun yanında hazan yaprağı gibi titreye titreye yerlere düşecek. İşte anlaşılan sade Türkçe ile anlaşılmayan muhteşem Türkçenin dehşetli eseri! Kitaplarda bir de “zamir-i fasli” var.. Bu bizim mukallid ve müstensih kavaidçilere merhum-ı muazzamün leh Cevdet Paşa’nın yadigarıdır. Mesela “evdeki pazar” sözünde “evdeki” ta’birinin neresi zamirdir ve neresinde zamirlik mahiyyeti vardır? Ben bir türlü anlayamıyorum. Ama kitaplar bu garib hükmü vızır vızır istinsah ve kabul ediyorlar. “Evdeki” gibi ta’birlerde de “benimki” gibi ta’birlerde de görülen “ki”ler aklımca bayağı bir edattır.. Bunda mütekellimlikten muhataplıktan gaiplikten şemme bile yok. Zamir için burada bu kadarı kafi. Müsaade buyurunuz da başka mühim bir bahse atlayalım. Evet muhlisiniz farkındayım.. Yarım saattir uçup uçup konamamak halindeyim.. Çünkü bahis pek mühib ve mühim bir noktaya yanaştırılacak.. O noktaya gelmek için zihinleri tamamıyla ve iyice hazırlamak lazım.. Onun için bocaladım kaldım. O bahis nedir? Türkçenin Arabi ve Farisi lügatlerle boğulması bahsi… Biz Türküz. Türkiyedeyiz. Dilimiz Türkçedir. Türkçe söylemek ve yazmak hakkımızdır. Bu tabii haklara kimse bir şey diyemez. Şu da hatırımızdadır ki söylemek ve yazmak lardır. Bunları ya hazır buluruz ya hazır bulmayıp kendimiz hazırlarız. Nitekim “yer” “gök” “dağ” “su” “deniz” “güneş” “ay” “yıldız” “alçak” “yüksek” “yüce” “çok” “parlak” gibi lügatleri hazır bulmuşuz kullanmışız.. “Kur’an” “hadis” “farz” “sünnet” “abdest” “namaz” “mektep” “kitap” “muallim” “şakird” “akd” “icare” “kira” “pazar” “hamam” “çeşme” “hastahane” “tabib” “şerif” “sahih” “fasid” “müfsid” “mai” “bahtiyar” gibi lügatleri Arabiden Farisiden almışız.. “Coğrafya” “vapur” “şimendöfer” “fotoğraf” “poliçe” “iskonto” gibi lügatleri Frenk lisanlarından almışız. Bunlar pek tabii bir şey… Bunlara diyecek yok. Bu tabii halin her tarafı böyle tabii kalamamış.. Lazım olan lügat Türkçede bulunmadığı zaman aranmak ve alınmak icab ederken buna dikkat edilmemiş.. “Arz” “zemin” “sema” “asuman” gibi Türkçesi olan lügatler de alınmış… Hatta “uçmak” “tamu” “od” gibi Türkçe lügatler üzerine bile bile topraklar atılıp “cennet” “behişt” “cehennem” “duzah” “ateş” gibi lügatler bunların üstüne konulmuş. Lügat bulunmayıp da alınması lazım geldiği zaman yalnız bir tanesi kafi iken bu hudut geçilip bir şey için “namaz” “salat” “mübarek” “ferhunde” “huceste” “ferah” “bahr” “derya” “lücce” “kulzüm” gibi fazla fazla lügatler alınmış.. Bunda mesela “hırka” “cübbe” “kaftan” veyahud “cennet” “firdevs” “huld” lügatleri arasındaki farklar gibi ufak farklar da gözetilmemiş. Alınan lügatler artık Türkçe olmak ve Türkçenin her icabına uymak iktiza ederken böyle de olmamış bunların yabancılığı tamamıyla muhafaza ettirilmiş. Şimdiye kadar söylenilen sözleri daha ziyade tekrar etmeden itiraf edelim ki bu mes’elede maslahatın tabiatı ve icabı pek ziyade unutulmuş. Söylediğimiz vechile anlatacağımız şey için lazım lügatleri hazır bulmazsak bu ihtiyacı mesela “sütçü” veya “et satıcı” gibi edatla veya isim ve sıfatla birleşmiş bir kelime ile eda ederiz. Yahut “kasap” gibi bir kelime buluruz. İşte “Kur’an” “mektep” “abdest” “hastahane” gibi kelimeler bu ihtiyaca uydurularak alınmıştır. Fakat aldığımız bu türlü kelimelerin bizce hep basit telakki edilmesi ve lügatnamemize öylece yazılıp icabında hazırlop gibi alınması lazım gelirken bu noktada kendimizi göstereceğiz diye içinden çıkılmaz bir batağa atılmışız.. Bu kelime mastar bu masdar-ı mimi bu masdar-ı nev’i bu masdar-ı merre bu ism-i fail bu ism-i mef’ul bu mübalağa-i ism-i fail bu sıfat-ı müşebbehe bu müzekker bu müennes.. filan falan diye bocalayıp kalmışız. Bugün birisi çıkıp da mesela “şimendöfer” lügati üç unsurdan mürekkebdir bunu Türkçede kullanırken “şimendö-fer” diye tefrik ve tahlil ederek yazalım ve çocuklarımıza böyle öğretelim dese… Yahud ki vaktiyle birinin kitabına yazdığı gibi mesela “salata” Rumcadır bunu Rumcada sad olmadığı için sin ile yazalım ve bu ince işi çocuklarımıza mekteb-i ibtidaiyyede anlatalım dese… Bunu ne kadar gülünç ve merdud buluruz! Fakat aynı ictihad Arabi ve Farisi hakkında tatbik ve taklid edilegelmiştir. Bu noktada bizi böyle çapariz bir yorgunluğa sevk eden şey nedir? Hani ya Türkçede isimleri edatlarla bağdaştırıp kelimeler hakkında fakat bu lisanların kendi usulleriyle icra etmek istemişiz. Mesela “namazcı” “nurlu” “çemenlik” “mürüvvetli” demek var iken ve bu suret daha sade ve yarar iken öyle demeyip bunu “musalli” “nurani” “çemenzar” “mürüvvet-kar” suretine koymuşuz.. Kezalik bunları cemi’ haline koymak pek kolay bir şey iken kolaylığı bırakıp başdöndürücü sıkıntılar içine girmişiz.. Bu türlü tasarrufu büyük bir hüner sayarak bu yolda ilerledikçe ilerlemişiz. Yüzlerce asırdır döküldüğümüz ve içinde sergerdan olduğumuz bu yoldan birdenbire dönmek ve ayrılmak kolay değil.. Bunu takdir ederiz. Fakat bu yolda ilerleyip gitmek de lisanımızın ve bizim terakkımize mani.. Bunu da takdir etmeliyiz. İşte mes’elenin ruhu budur. Bunu anladık ya işi çocuklarımıza da anlatabiliriz. Mesela Türkçede “ci li siz ce cek ceğiz mesi” gibi ayaklarla yapacağımız işi Farisi kelimelerde bunlara “şeddesiz ve şeddelii mend yar nak ver in” gibi “ar gar kar ger ban van dar an” gibi “var veş asa manend san” gibi üç türlü edat takarak ve Arabide kelimelerin maddelerini “fi’l fail mef’ul mef’il mif’al faal if’al tef’il mufaale infial” vesaire gibi kalıplara sokup kısarak kıvırtarak yoluna koyabileceğimizi anlatıp “Bağdadi derd-mend hoş-yar hatır-nak hüner-ver ateşin” gibi “hari-dar perverdi-gar kam-kar kar-gir bağ-ban bağçe-van hazine-dar suz-an” gibi “divane-var ma-huş behişt-asa dev-manend yek-san” gibi kezalik “darb katip mektup mektep mi’yar cellad idam ta’lim…” falan filan gibi misallerle mes’eleyi açar açar açarız. Farisi ve Arabi isimlerle isimlerin ve sıfatların birleşmesi mi kaldı? Bunun için de artık siz kendi kendinize bir şey yapıveriniz diyeceğim geliyor. Çünkü şu kadar sözden sonra kemterinizin yeniden bir daha terkib-i izafi terkib-i tavsifi diye yorulmaya ve yormaya halim ve yüzüm yok. Zaten “kitabın cildi” yerinde “cild-i kitab” ve “hal-i lisani” yerine “lisanü’l-hal” denilebildiğini de “eski kitabın yeni cildi” yerinde “cild-i cedid-i kitab-ı köhne” denilebildiğini de biliriz bunda Türkçenin tersine daima mütemmim kelimelerin üste çıkıp esas kelimelerin sonra geleceğini de tahattur ederiz. Bana bu kadarı elverir. Ben “cild-i nev-demide-i taze-tıraz-ı kitab-ı tarmar-ı şiraze-i perişan-ı sahaif” diyemem. İsterseniz size bu bahsin bildiğiniz misallerini teker teker okuyayım.. Ab-ı hayat ayine-i dil dana-yı memleket müfti-i belde bazi-i çerh sebu-yi mey ib-rik-i vuzu’… çeşm-i siyah zülf-i dıraz gonce-i rana bülbül-i şeyda güftar-ı bi-ma’na… mıntıkatü’l-buruc yevmü’l-haşr ramazanü’l-mübarek şevvalü’l-hayr sabahu’l-hayr… Yetişir mi? Fazla bile! değildir. Bu güç işten bazen böyle silkiniriz. Fakat bu gösteriştir. İşin doğrusu şudur.. Arabi ve Farisi lügat ve terkibe boğmakla lisanı besliyoruz ve süslüyoruz zannını kollarız. Hatta bu zannın yanında bu kadarla bu iki lisanı öğreniyoruz ve tevkır ediyoruz zu’mu da beraberdir. Bu yolda lirdik. Fakat biz bu zu’m ile kaldıkça kazanacağımız şey “variyet” “ihtiyare” “bila-perva” “peşinen” “bi’l-füruht” “ayriyeten” “muhasebeci-i muma-ileyh” “posta-hane-i amire” “hüsn-i kuruntu” gibi yavelerle gülünç olmaktır. Bahsini bu kadar uzattığımız asıl isim içindeki nevilerden biri de “mastar” dediğimiz isimlerdir. Mastar bütün fiillerin ve birçok isimlerin kökü ve anasıdır. Mesela “istemek” “tutmak” mastarlarından “istedi” “istemiş” “ister” “istiyoruz” vesaire gibi bilumum fiillerle “istek” “tutma” “tutuş” “tutum” “tutam” “tutu” “tutamak” “tutkun” “tutuk” “tutak” “tutucu” “tutulan” gibi birçok isimler çıkar. Bu haller mastarın isim olmasına mani değildir. Bakılsa en halis mastar “iste” “tut” gibi edattan pürüzden fazla her şeyden kurtulmuş olan fiil maddeleridir. Fakat bunların bu iyiliği yanında bir de mahzuru var. Bunlardan zaman ve şahıs ayrılamıyor.. “İste” dendi mi mutlaka bunun içinde “şimdi” ve “sen” ma’nası çaresiz oluyor. Bu sebeple “istemek” “tutmak” gibi “mek” “mak” edatlı kelimeler mastar yerinde kalıyor. Çocuklara “masdar-ı hafif” ve “masdar-ı sakıl” diye öğretegeldiğimiz asıl mastarın yanında “istemeklik” “tutmaklık” “isteme” “tutma” “isteyiş” “tutuş” ve “istek” “tutum” şekillerinde tanıdığımız “masdar-ı te’kidi” “masdar-ı tahfifi” “hasıl-ı masdar” “ism-i masdar” gibi şeylerden başkaca bahse mahal yoktur. Mastardan tabiatıyla fiilde de bahsolunacak. Tekrar ede ede kar helvasına çevirdiğimiz isim ve ismin döküntüleri bahsini bu kadarla kesip müsaadenizle beş dakika teneffüs edelim de artık fiil bahsine atlayalım. Sıratımüstakım’in “” numaralı nüshasında münderic “Doktora Hakkında” ser-levhalı makalenizi –mes’elenin kendine katiyyen cihet-i taalluku bulunmayan– adil bir şahs-ı salis bitaraflığıyla okudum.. “Bina-yı ictimainin temeli adalettir” ve “Doktora esası itibariyle masunü’l-i’tirazdır” gibi bazı mütalaalarınız filhakıka azade-i seng-i i’tiraz olsa da o satırların hey’et-i mecmuası bendenizin fikrime göre nakıs ve belki pek na-beca olduğu için şu birkaç satırla bu hususta serd-i mütalaa etmek mecburiyyetinde bulunuyorum… Evet.. Esasen hakaik-i ibtidaiyyeden ma’dud olmakla beraber birçok seneler temadi eden acı acı tecarib-i adide neticesinde ta son tabaka-i avama varıncaya kadar artık herkes anladı ve kani’ oldu ki ma’mur ve beka-yab olmak adaletin te’sisi hakkın zulme hatta her şeye galebesidir. Bir hükumette adalet mefkud hak muhakkar merdud olursa vareste-i iştibahdır ki o mülkün istikbali muzlim muzlim değil müellimdir.. Şu hakaik-i zahire sizce de müsellem ise kaziyyenin bütün nezaket ve ulviyyeti her zaman her yerde hakkı mertebe-i layıkında tutacak adaleti tevzi’ ve tatbik edecek me’murin-i adliyyeye teveccüh eder. Binaenaleyh memleketimizde memurin-i adliyye yetiştirmekle meşgul olan Mekteb-i Hukuk’umuza biraz atf-ı nazar etmek icab ediyor.. Filvaki’ mektebimiz öteden beri “devr-i sabıkın seyyiatı” cümlesi altında cem’ olunabilen esbab-ı adideden naşi suret-i matlubede lazım olduğu kadar talebeler perverde edememiş. Fakat acaba nasıl olmuş da o vakitler bir buçuk iki sene kadar imtidad eden doktoralar ! o noksanı izaleye hadim olamayarak sıhhat-ı talebeyi ihlal etmek gibi suzişli neticeler tevlid etmiş?!.. İşte bu muammayı halletmek muhtac-ı keramettir. Ben zannediyorum ki Mekteb-i Hukuk’tan bi-hakkın hukuk-şinas muktedir gençler yetiştirmek doktora irticaıyla değil mütehassıs ve usul-i tedrise vakıf muallimler ta’yiniyle mümkün olur.. Yoksa devr-i istibdadın meta’-ı mübtezeli olan kenarları yaldızlı tavsiyelerle iltimasnameler hamillerine bir rüchan-ı fevkalade te’min ettikçe tederrüs ve tetebbu’uyla meşgul olduğumuz kavanin muhterem muallimlerimiz tarafından madde madde kıraat edilerek şerh ü tedris edilmekte devam olundukça ve nihayet hame-i naçizimin tahririnde duçar-ı şerm olduğu bir çok ahval-i müessifeye hatime verilmedikçe o sivri keskin parlak zekalar; inkişaf için bir zaman bir zemin-i müsait bekleyen o büyük dehalar bir değil üç beş on doktoraya ! tabi tutulsalar da neticede zarardan başka bir şey görülemez.. Gerçi birtakım ma’kul şerait-i mu’tedile dahilinde doktora vaz’ı müsamahakar bir nazarla görülebilir. Fakat bu da husul-i maksuda na-kafi olacağı için elbette bi-lüzumdur. Zaten tezsiz doktora dünyanın hiçbir mahallinde tesadüf olunur halat-ı garibeden değildir. Bundan maada elyevm otuz üç sene kahhar bir pençe-i zulm ü itisaf altında perişan olmuş otuz milyon halk şimdi hükumet-i meşrutadan her şeyden evvel adalet istiyor adalet bekliyor.. Ve bu onların pek büyük ve mukaddes bir hakkıdır. Halbuki Mart’tan itibaren diğer bazı kazalarda tatbik ve teşmili elzem ve makarrer olan teşkilat-ı adliyye bil-farz bugünden ceklerin fıkdanından naşi– çar-na-çar bir sene duçar-ı teehhür olmak icab eder. Bu ise şayan-ı tecviz bir keyfiyyet değildir.. madem ki memleketimizde –memalik-i garbiyyede olduğu gibi– sınıf-ı mahsuslar ihdasıyla doktora ve tez imtihanlarının tatbik ve icrası maatteessüf mümkün olamıyor her halde körü körüne bir doktora ! vaz’ından ise mektebimizin azmetmek me’murin-i aidesine müteretteb bir vazife bir deyndir ki ez-her-cihet o doktora mudhikesine racihtir.. u TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Kasım Üçüncü Cild - Aded: Cihan-ı mazlum-ı İslam’ın hukuk-ı payimalini i’la için ömrü oldukça mücahededen geri durmayan merhum Şeyh Muhammed Abduh’un Sıratımüstakım sahifelerine tercüme suretiyle naklettiğimiz müdafaası üzerine Mösyö Hanotaux uzun boylu bir cevap yazıyor; maksadının yanlış anlaşıldığından bu su-i tefehhümün de tercüme noksanlarından zab eden o makalesiyle hıristiyanları da hoşnud edemediğini söylüyor. Yalnız Şeyh-i merhumun o kadar şiddetli bir lisan kelime bile söylemiyor. Mısır’da münteşir el-Ahram ceridesinin sahibi Beşare Paşa naklen o aralık Paris’e giderek Hanotaux’ya mülakı oluyor. Söz bu mes’eleye intikal edince Hanotaux su-i tefsire uğrayan o makalesinden maksadının ne olduğunu uzun uzadıya izah ediyor. Bu Hanotaux’nun ne Şeyh’e yazdığı cevapnamenin ne de Beşare Paşa’ya söylediği sözlerin naklinde bir faide göremediğimiz hude işgal etmeyerek sözü yine Şeyhimize bırakıyoruz: Tesadüf kıt’a-i Mısriyyece şöhreti olan bir gazetenin iki nüshasını birden elime düşürdü ki bu nüshalar İslam hakkında mütalaat-ı ma’rufe serdeden Mösyö Hanotaux ile sahib-i imtiyazın muhaverelerini hikaye ediyordu. Bu muhavere esnasında geçen sözlerden çoğunun Mösyö Hanotaux’dan sadır olduğunda şüphe etmem; çünkü bu sözler ancak kendisi gibi Avrupa’nın bütün Şarkın da birçok ahvaline vukufu olan bir zattan sudur edebilir. Binaenaleyh bunları nazar-ı im’ana almamak hele bazı cihetlerini münakaşasız geçivermek bir nevi’ zulümdür. Bahusus sözün Hanotaux’ya nisbeti halkın ezhanında öyle bir eser bırakır ki işi sükut ile geçiştirmek doğru olamaz. Mösyö Hanotaux’nun kelamından istidlal olunuyor ki müslümanların ahvaliyle bugünkü hareketleri hakkında kendisinde biraz su-i tefehhüm var. Su-i tefehhüm ise müşarunileyhin bizzat makalesinde tasrih ettiği gibi aynı maksada hadim olanlar arasında bile şikakı iftirakı mucib olur binaenaleyh hakka taraftar olanlar onu himaye edenler için bu sözü layık olduğu mevki-i im’ana çıkarmamak doğru değildir. Ümid ederim ki el-Müeyyed’e yazdığım şu makale Fransızcaya tercüme edilerek mösyö Hanotaux’ya gönderilir de kendisince halen mechul kalan efkar ve makasıdımız bu suretle artık ibhamdan kurtarılmış olur. Eğer müslümanlar için nafi’ bir şeyden müstefid olmak büyük bir misalden ibret almak imkanı bugün de mevcut bir mev’ize olamaz. Evet işte Hanotaux müslümanların hiçbir zaman inkar edemeyecekleri ayıplarını noksanlarını kendilerine gösteriyor: “Memleketlerini müsta’mere haline kalb için gelen ecanibin makasıdını –ki asarını re’yü’l-ayn gördüler– anlatıyor; şu hakıkati de tasrih ediyor ki: devletlerin muamelatında adalet aramak hayalden milletlerin insafına rabt-ı ümid etmek temenni-i muhalden başka bir şey değildir. “Binaenaleyh havza-i mevcudiyyetini müdafaa etmek safvet-i namusunu muhafaza eylemek isteyenler için onlara yetişmekten onların yaptığını yapmaktan başka çare yoktur ta ki kuvvet ve miknetçe onlara faik olmazsalar bile bari aynı seviyeye yükselsinler de menafi’-i müşterekeden hissedar olmak hususunda vaz’iyyet-i mütekabileleri memluk ile malik arasındaki gibi olmayıp iki malikin vaziyeti gibi olsun. Yoksa bir yığın hayalat-ı batıle ile oyalanmak fiiliyyatı bırakıp da gafletlerini fırsat bilerek üzerlerine çöken kavmin merhametini adaletini niyaza kalkışmak ancak sersem cahillerin karıdır ki böyleleri zillete esarete vücuh ile müstehaktır.” ecnebi lisanından kabul etmek her müslüman için farz-ı ayndır; zaten bunu daha evvel Cenab-ı Sıddik’ın lisanından ahz etmek farizadan idi. Hazret Halid ibni Velid’i harb-i Yemame’ye gönderirken “Seninle nasıl muharebe ederlerse sen de aynıyla mukabele et: Kılıca kılıçla kargıya kargı ile” demişti. metin medar-ı istinadı olacak her rekabet bir mücadeledir; her iş bir cihad müracaat edeceği her vesile bir silahtır; tarafeynden birinin muhafaza ettiği yahud ele geçirdiği her menfaat bir ganimettir; hakkı bırakıp çekilmek yahud fırsatı fevt etmek ise bir hezimettir. O halde kimin reyi daha sedid kuvveti daha şedid silahı daha cedid ise meydan-ı rekabette zafer de onundur. Şayet kabil olabilir; yoksa mütehalif iki kuvvet arasında ittifak muhaldir. Kavi derhal istibdada başlar daha doğrusu zayıf arasında cari olan kanun-ı ilahi böyledir. Mösyö Hanotaux üstadlarımızdan birinin “Adalet tevazün-i kuvadan ibarettir” cümlesiyle icmal ettiği meali tafsil ediyor da vaktiyle Avrupalılar ancak o kıt’ada cereyan eden vuk u at ile uğraşmakta iken şimdi müsta’merat teşkiline düşmüşlerdir bu hücumun önünü alacak kuvvet onların isti’mar etmek istedikleri arazideki akvamın kuvvetinden başka bir şey olamaz diyor. Misal olarak Japonları gösteriyor: “Japonların medeniyette ileri gitmek umur-ı dahiliyyelerini hazırlamak sayesinde Avrupa’ya kendilerini tanıttığını mekin metin bir devlet olduğunu itirafa Avrupa’yı mecbur ettiğini bu suretle arazisini garbın tecavüzünden kurtardıktan başka kendi menafiiyle Avrupalıların menafii beynini de telif eylediğini” söylüyor. Bu pek doğru bir sözdür. Maamafih müslümanların bu hakıkati asırlardan beri tanımış olması icab ederdi. Zira ellerindeki Kitab-ı Münzel en büyük bir mürşiddir. Hatta ayet-i kerimesi kafidir. vet ediyor; hatta istitaatlarının münteha-yı hududuna kadar uğraşmakla emreyliyor. Halbuki suret-i umumiyyede kuvvet bedeniyyesini i’mal eden bir ümmetin istitaatına münteha tasavvur edilemez. Bu kazanılacak kuvvet de insanın hasmına galebesini temin edecek şahsını daire-i mülkünü taarruzdan masun bulunduracak yahud bir gasıbın yedinden hakkını tahsile medar olacak vasıtadır. Bunun en büyüğü en hayırlısı ise o kuvvettir ki kendisiyle hakk siyanet olunur; azim bir menfaat elde edilir mehabeti husemaya haddini bilmeye mecbur eder de bu suretle arada sulh ve selam istikrar bulur; umur bir itminan-ı tam içinde cereyana başlar. Avrupa akvamının kuvvetleri birtakım esaslardan mürekkebdir ki onlar da ilim edep ticaret sınaat adl din silahtan Zira Mösyö Hanotaux da inkar edemez ki isti’mar için ta’kib ettiği siyasette Avrupa dine istinad eylemekte; dinden çok büyük muavenet görmektedir. Papazlar dini cem’iyetler memleketleri müsta’mere haline getirilecek akvamı evvelden hazırlamak silahın yalnız başına açamayacağı kilitleri açmak sade askerin göremeyeceği işleri görmek için Avrupalıların elinde en mühim vasıtadır. Artık müsellemattan olan bu mes’ele üzerinde Hanotaux gibi ahvale vakıf bir zatın münakaşaya kalkışacağını ümid etmediğim için bahsi uzatmaya lüzum görmüyorum. Yalnız gözümün önünde geçen bir vak’ayı hikaye edeceğim ki bu makamda zikrinde beis yoktur: Cebel-i Lübnan gençlerinden biri Fransız papazlarının Suriye’de te’sis etmiş oldukları mekteplerin birinde okumuş; hocalarından Fransa edebiyat ve fünununa dair birçok şeyler öğrenmiş; bu lisan üzerine müdevven bir hayli asar mütalaa etmiş. Binaenaleyh kalbini Fransız muhabbeti işgal etmiş de artık bu memleketin nur-ı ilm ü hürriyete maşrık olduğu bu milletin bütün dünyayı zincir-i esaretten halas eylediği zihninde iyice yerleşmiş daha sonra Fransa felasifesinin bazı asarıyla siyasiyyununun bazı müellefatını da gözden geçirince bu ümmet-i celilenin gaye-i siyaseti efkar-ı beşeri tehzib etmek insanları hürriyet-i fikriyye dairesinde yetiştirmek için maarifin bütün cihana neşr u ta’miminden Bu genç kendi kendine eğer Paris’e gider de hükumetten Cebel-i Lübnan’da böyle mektepler te’sisi için muavenet taleb edecek olursam muvaffakiyyet hazırdır diyerek senesinde Paris’e gitmiş. Orada Suriye ezkiyasından olup Fransa’da işi pek yolunda giden bir bildiğine mülakı olmuş. Ne maksadla geldiğini hikayet ederek hükumetten taleb-i muavenet hususunda tavassut eylemesini ricada bulunmuş. Bu zat bir hayli uğraştıktan sonra arkadaşının yanına gelerek: “Senin tasavvurun hayalden başka bir şey değilmiş! Vakıa Fransa hükumeti Cizvitleri memleketinden kovuyor; kilisenin nüfuzunu mahv için uğraşıyor. Lakin hariçteki siyaseti sırf dinidir. Bu hakıkati vatanındaki Cizvitleri himaye etmesinden onlara muavenet-i nakdiyyede vesairede bulunmasından da anlayabilirsin. Eğer Cebel-i Lübnan’da dini mektepler açmak istersen is’af-ı mes’ulün kolaydır. Yoksa bir an evvel dönüp kendi işinle meşgul olmaya bak” demiş. bindeki parasını kamilen bitirdikten sonra haib ve hasir memleketine döndü. Hem de avdetini te’min edecek kimse bulunmadı da bizim dostlarımızın merhametine iltica etti. Hatta arkadaşının şimdi naklettiğim sözlerinde hazır bulunduğum gibi kendisine yardım edenlere ben de iştirak ettim. sasları kat’i sabit bir azim ile istihsale çalışmazsa hem Kur’an’a hem Hazret-i Sıddik’in sözüne muhalefet etmiş hem de Hanotaux’nun levmine izhar-ı istihkak eylemiş olur; kıyamete kadar da Avrupalılarla itilafa yol bulamaz. Şimdi benim bu vezir ile daha iki emr-i mühim hakkında konuşmam icab ediyor ki evvelkisi müslümanların şu son zamanlardaki harekatına bakarak bundan bir ittihad-ı savvurunu istimzac etmesidir; diğeri ise kendisinin ötekinden berikinden duyduğu sözler üzerine müslümanların Avrupa siyasetine daha doğrusu bütün hıristiyanlara karşı suizanda bulunduğuna hatta derece-i ifrata vardırdıkları bu Osmanlı hıristiyana hiçbir iş tevdi etmediğine zahib olmasıdır. Ben bu husustaki mütalaatımı diğer nüshaya bırakıyorum. – – O mevlud-ı mükerrem re’s-i mübarekini semaya ref’ eder olduğu halde validesi onu vaz’ etmiş idi ki o ref’de her mecd ü siyadete ima var. Resul-i Ekrem dünyaya geldiği zaman ser-i saadetini canib-i semaya ref etmişti ve bunda zat-ı risalet-pe-nahilerinin her suretle ululuğuna ve kadr-i valasının hiçbir ferde müyesser olmamış derece ulüvv ü rif’atine remz u işaret var idi. Ebu Said Hazretlerinin rivayeti üzere cenab-ı Amine dedi ki Resul-i Ekrem hin-i viladetinde vücudumdan ayrıldığı esnada benden bir nur çıkıp ona maşrık ve mağribin mabeynini ruşen ve tab-dar kıldıktan sonra elleri üzerine dayanarak yere düştü ba’dehu bir avuç toprak alıp tuttu ve başını semaya ref’ etti. evvelki beyitte geçen daki mef’ulden hal. takdimukaddem haber onun mübmübtedaya müteallik. Sin’in zammıyla ululuk ma’nasınadır. O mevlud-ı mükerremin çeşmi semaya nazar-ı hafif ile nazır bulunduğu halde mader-i muhteremi onu vaz’ etmişti ki şanı ulüvv ü rif’at olanın hedef-i çeşmi aladır. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz piraye-i alem-i şuhud olduğu hengamda semaya nim atf-ı lihaze eylemekteydi ki maksadı i’tila olanın hedef-i çeşmi gayet-i nazarı izz ü ala olduğu cihetle bu nim-lihaze o nevzad-ı mükerremin kasdı derecat-ı aliyye olduğuna remz u işaret idi. Hülasa Cenab-ı Amine Resul-i Ekrem Efendimizi vaz’ eylediği zaman o mevlud-ı mücteba re’s-i mübarekini semaya ref’ etmiş ve semt-i asumana nim-nigeran olmuştu ki bunun sırrı o nevzad gayet-i nazarı izz ü ala bir seyyid-i kainat olduğuna remz u işaret idi. bu da nun mef’ulünden haldir bu takdirce lafzının zamirinden dan Bab-ı evvelden “ra”nın fethi ve “mim”in süfaildir ve : Sarf vezninde göz ma’nasına müfred olup mef’ul. mübteda olup haberi dır.’nın muzafun ileyhi. mevsul ve Şin”in elsinede mütehal ve şan ma’nasına da gelir kelam-ı Feth ve medd ile rif’at ve şeref ma’nasınadır Devr-i Ashabda İctihad: Merkez-i Hilafet dahi dahil olduğu halde taşralarda olan bütün ulema-yı ashab mehma-emken Kitap ve Sünnet üzerinde taharriyat icra ettikten sonra mes’eleye temas edecek bir nokta bulamadıkları surette ictihad ediyorlardı. İşte şu vechile icra edilen ictihadın bir netice-i tabiiyyesi olmak üzere müctehedat arasında ihtilaf meydana geldi. Bu suretle du. Şu ihtilaf tabii bir hal olmakla beraber hak ve savabın taaddüdü kabul olunmadığından muhtelefün-fih olan mes’elede kailinden bazılarının musib olmaları icab ediyor. Bu halde bunlardan hangisinin mak lazım geliyor ki o da bab-ı ibadette münhasıran keyfiyyet-i meşruaya bab-ı muamelede ise hem şer’e hem de maslahata tevafuk etmekten ibarettir. mek için de Kitab’a Sünnet’e tevafuk edip etmemesini bilMüctehid bazı kararlarında hata eder bazılarında isabet.” mek kifayet eder. Binaenaleyh bab-ı ibadette icra edilen ictihadın müeddası Kitab’a Sünnet’e muvafık olmak şartıyla savab aks-i takdirde hatadır. Muamelatta icra edilen ictihadın savab olup olmadığını bilmek için iki noktaya dikkat edilmek lazımdır: Biri ictihadın şer’-i mübine diğeri mesalih-i ibada tevafuk edip etmemesinden tehid musib addolunur. Esasen muamelatta şer’-i şerif mesalih-i nas ile tev’em bulunuyor. Menfaat-i meşrua nerede mevcut ise şer’-i kavimin muktezası odur. Hatta bu itibarla ezmine ve emkinenin rette muhtelif zamanlarda yahud muhtelif mahallerde bir mes’ele hakkında iki müctehid muhtelif hükümler i’ta eder her ikisinin ictihadları o zaman o mekan ahalisinin menfaat-i meşrualarına muvafık gelirse her ikisi birden musib addolunurlar. Muamelatta ruh maslahattır menfaattır. Fakat haktan adaletten tecavüz etmemek şartıyla... ma hafi zulümlere meydan vermemek üzere bir kontrol kabilinden muamelatın kavanin-i şer’iyyeye muvafık bulunması şart kılınmıştır. Muamelatta ruh menfaat olmak esası muhafaza edilmekle beraber celb-i menfaatin daire-i adalette bir intizam-ı ma’kul dahilinde cereyanı te’min edilebilmek tarassut altına alınmıştır. Binaenaleyh bab-ı muamelatta icra edilen ictihadın savab olması için müeddasının hem nassa hem maslahata muvafık olması lazım gelir. Zaten ahkam-ı muamelat nefsinde mevcut hasenden dolayı mensus olmuş değildir. Nassın vüruduna sebebiyet veren asıl hasen a’mal ve ef’alde değil belki ondan hasıl olan semerat ve menafi’de aranmak icab eder. Bu hale nazaran a’mal ile menafi’ arasında vücudu matlub olan nisbet-i telazüm inkitaa uğrarsa nas ile a’malin beyninde bir boşluk husule gelir; bu boşluk devam ettikçe yekdiğerine yabancı kalırlar. Bu muamele ki menafi’-i ibadı te’min etmesi itibariyle hasıl olan hasenden dolayı mensus olur; sonra o hasenin zayi’ olmasıyla o muamelede artık meşruiyyet tasavvur olunur mu; artık onunla teklif abes olmaz mı? Esasen ahkam-ı muamelat ekseriyyet üzere örf ve adet üzerine bina edilmiştir. Olabilir ki örf ve adet tebeddül etmekle ahkam-ı muamelat dahi tebeddül eder. Maksad silsile-i hayatı nizam-ı meşru ve ma’ruf üzere idame etmek daima mesalih-i ibadı daire-i adalette idare eylemektir. Cihad i’la-yı kelimetullah için meşru’ kılınmış; ibadettir. Fakat bu ma’na mevcut olmayarak mücahede kabihtir haramdır. Hüsünle kubuh ibadetle fi’l-i haram arasında ne kadar açıklık mevcut ise menfaat te’min etmeyen muamele ra o menfaatten ari keyfiyyet-i muameleyi silsile-i ef’alimizden çıkarabilmek hem şer’i hem hayati bir vazife-i ictihadiyyedir. Bab-ı ictihad kapandı denilmeye başlandığı günden beri ilm-i fıkhın muamelat kısmının böyle muamelelere ekseriyyetle tesadüf olunduğu bunların yerine yabancı kanun lar yerleştirildiği halde biz dimağlarımızda olan uyuşukluğu halen izale edemedik. Bir taraftan o mukaddes ilm-i fıkhımızın gösterdiği birçok ahkam muattal kalmış küre-i arzın her köşesinde olan ahali-i İslamiyyece adeta metruk haline gelmiş iken biz halen: “İşte bu bizim şeriatimizdir!” deyip duruyoruz. Merkez-i Hilafet denilen İstanbul’dan başlayarak ahali-i İslamiyyenin sakin olduğu bütün bilad bütün memleketler birer birer gözden geçirilecek olursa ahkam-ı muamelatın kütüb-i fıkhiyye sahaifinde sıkışıp kalarak ancak medrese köşelerinde sevab için kıraat edilmekte olduğu asıl muamelat-ı nasa huyla meydana çıkar. Bütün bu haller bahane edilerek düşmanları tarafından mukaddes İslamiyet’in nelere uğratılmakta olduğunu ancak Cenab-ı Allah bilir. Bu gibi maddeler sas noktalarına dehşetli darbeler indiriliyor; fakat aldıran acıyan yok. Kimin nesi ki acısın!.. İslamiyyet irsen intikal etmiş bir şey değil mi? Diğer taraftan o yabancı kanunlara hapis kılınç tüfenk… terfik olunduğu halde yine hakkıyla tatbik olunamıyor; yine evvelkisi gibi mecellelerde mecmualarda sıkışarak kalıyor. Fakat bu kadarı da milletin kanını içmeye kifayet ediyor. Muamelat durgun sönük ahali başıboş; tanımadığı bir kayıt altına girmek istemiyor.. Emel mechul Bütün bunlar gözümüzün önünde bir ziya-yı cehennemi gibi parlamakta iken yine utanmıyor; kafalarımızı esfel-i safiline doğru meylettirerek kasvetli kararmış kalplere kuvvet verdikten sonra “Bab-ı ictihad mesduddur!” diyebilecek kadar kendimizde bir cesaret buluyoruz. riyle diğerlerinden pek farklı bulunuyorlar. Muamelatta ruh –menfaattir arzdır maddi olmaktır. sal li-emrillah takarrüb ilallah kasd olunur. Fakat ruh-ı maksad rıza-yı Bari’dir. Muamelatta maksad sırf tanzim-i hayat umur-ı maişeti henüz bir mantıka rabt olunmuş değildir. Zaten buna lüzum bile yoktur. Zira uluhiyyet ve nübüvvete iman eden bir insan Binaenaleyh ibadet ancak keyfiyyet-i meşrua üzere sırf taabbüdi olarak icra edilmek iktiza eder. Muamelat böyle değil: Yani beşer tefekkür etmeye başladığı günden beri zamanımıza kadar hadisat üzerinde pek çok tahlilat icra edilmiş; her noktasında senelerce tefekkürat yürütülmüştür. ahlak ilm-i hukuk ulum-ı tabiiyye dahi teessüs ederek bütün bunların yardımıyla hadisat içinde bir silsile-i muntazama mevcut olduğu keşfedilmiş; aralarında bulunan neseb-i hikemiyye meydana çıkarılmıştır. İşte böylece icra edilen tahlilat ve takayyüdat hadisatın bir kısm-ı mühimmini teşkil eden muamelat arasında dahi mechulatın azalmasına pek ziyade yardım etmiştir. İnsaniyet terakkı ettikçe muamelatın bir daire-i ma’kuliyyete gireceğinde hiç şüphe kalmamıştır. Bütün şu mülahazalardan muamelat için vaz’ olunan usul ve kavaninin daha ma’kul olan diğerlerinin keşfolunduğu güne kadar icra-yı nüfuz edebileceği anlaşılır. Bununla beraber muamelatın celb-i menafi’ için icra edilip binaenaleyh keyfiyet-i ibadat gibi usul-i vahide üzere sabit kalamayacağı da meydana çıkar. Fahr-i Kainat Efendimizin seferde hazarda geçen bütün günleri tebliğ-i ahkam ta’lim-i din-i mübin-i İslam ile meşbu bulunuyordu. Ol hazretin –hususiyyet-i ahvaline ait olandan maada– bil-cümle ef’al ve akvali bir düstur-ı şer’i bir tebliğ-i hükm-i ilahi itibar olunurdu. Onun için ashab-ı güzin hazeratı şu tebliğat-ı nebeviyyenin telakkısi hususunda son derece itina buyuruyorlardı. Hatta küçük bir hareket küçük bir işaretine kısa bir sözüne kadar zabt u hıfz ederler; etmeye çalışırlardı. Fakat gerek şahsi gerek dini ve hey’et-i ictimaiyyelerine ait meşguliyet ve zaruretten dolayı hep bütün evkatta huzur-ı risalet-penahide hazır bulunamazlardı. Her ne kadar meclis-i nebevide hazır bulunup ta’limat-ı nebeviyyeyi tadında idiyseler de ara sıra bazı Sünnet ve hadislerin nasılsa lüzumu kadar taammüm edemediği de olurdu. –İrtihal-i nebeviden sonra böyle bir esere tesadüf olundukça bazı ekabir-i ashabın teessüf ve teessürleri kütüb-i ehadiste görülmektedir.– Ashab-ı güzin hazeratı bazen böyle kendilerince hafi kalan mes’elelerde ictihad ederek mucebiyle amel eyler ve ol vechile de ta’lim buyururlardı. İşte bu surette bazen bir tesadüf eseri yahud tetebbu’ neticesi olarak ictihad ettikleri mes’ele hakkında kendilerine sünnet-i nebeviyye tebliğ olunurdu. mayarak müfevvaza hakkında ictihad eylemiş isabet ettiği Ma’kal bin Yesar hazretlerinin rivayet eylediği hadis ile tasdik olunmuştu. Ebu Hureyre hazretleri kendi ictihadı ile cünübün savmı caiz değildir i’tikadında bulunuyor hatta şu i’tikadında musır görünüyordu. Fakat ezvac-ı tahirattan bazıları bu ictihad hata olup mes’ele hakkında eser mevcut olduğunu söyleyince kendi mezhebi hilafında galebe-i zan hasıl olarak ictihadından rücu’ buyurmuşlardı. Fatıma bint-i Kays “Zevci tarafından talak-ı selase ile tatlik edilmiş olduğu halde Fahr-i Kainat Efendimiz nafaka ve sükna takdir buyurmadığını” şehadet eylemişti. Fakat Hazret-i Ömer bu şehadeti şayan-ı kabul görmeyerek kendi ictihadıyla nafaka ve süknanın lüzumuna kail olmuşlardı. Hazret-i Ömer radiyallahü anh –su mevcut bulunmadığı surette dahi– cenabet için teyemmümün kifayet etmediğine kail oluyordu. Ammar bin Yasir hazretleri ise Ömer’in hadisin kendi ictihadını iptal edebilecek bir kuvveti haiz olmadığını söylüyor; binaenaleyh kendi ictihadı üzerinde sabit kalıyordu. örgülerinin çözülmesi lüzumuna kail bu yolda talimatta bulunuyorlardı. Hazret-i Aişe radıyallahu anha İbni Ömer’in bu yolda olan itikadını işitince: buyurmuşlardı. Sahabiyyattan Hind radiyallahu anha müstahaza hakkında olan ruhsat-ı nebeviyyeyi işitmemiş bulunduğundan namaz kılıyor; fakat namazı vaktinde eda edemediğinden müteessir oluyor ağlıyordu. Anlaşılıyor ki ashab-ı kiram hazeratı bir mes’ele hakkında eser mevcut olduğundan bi-haber olarak ictihad ettikleri surette kendilerine eser tebliğ olununca ya ictihadlarında musib oldukları meydana çıkar memnun olurlardı; yahud muhti oldukları söylenir kendilerince dahi ictihadları hilafında galebe-i zan hasıl olduğundan mezheblerinden rücu’ eylerlerdi. Fakat bazen kendi ictihadları hilafında galebe-i zan hasıl olamadığından ictihadlarında sebat eylerler; bu halde o eser o zevat tarafından ta’n edilmiş olurdu. Bazen dahi o ictihad-kerdeleri olan mes’ele hakkında eserin vürudundan büsbütün habersiz kaldıkları da vuku’ bulmamış değildi. Medeniyyet o heykel-i efkar Bakarak revzen-i hakıkatten: Haykırır. –Ey zelil insanlar! Vazgeçin vazgeçin bu vahşetten.. Yetişir şan için denaetler Yetişir secde pay-ı cellada Yetişir çektiğin sefaletler Gelmiyor artık işte imdada: Asumandan ne bir nida-yı ilah Ne de hak-i siyahtan bir ah... Müslim Daima hun-ı mel’anet ekerek Hayra karşı hücum edip kesmek: Bu değil mi cinayetin hükmü? Siz gidince yetimler kalıyor Ellerinde ne varsa hep alıyor Bir hükümdar-ı zalimin zulmü... Hırs-ı amale alet olmaktan: Ne mükafat umarsınız bilmem? Daima çehrelerde zehr-i elem Daima her gönülde kin-i jiyan.. Her emel kanlı her emel meş’um: Didinir kalb-i ademiyyette Görürüm levsi ruy-ı safvette! Bi-aman derde her seven mahkum... Yaşayın sulh içinde... rahat-ı ruh Alemin sinesinde bir mecruh Gibi her an zavallı girye-nisar; Buluyor her tarafta bir gaddar... Sizi halk eyleyen ilahı bilin; Kafir olmaz ümid-var-ı necat; Bir teselli-i ızdırab ise din: Dinde mahfuz ümid-i tevfikat... Bu sözün karşısında insanlar: Hükm-i vicdana olmayıp agah Yine birden kudurdular eyvah... Açarak zulm içinde zindanlar: Hakk-ı Hadi’yi attılar oraya! Taptılar sonra daima paraya... Acaba Japonya’nın kuvve-i hazıra-i askeriyyesi neden ibarettir? Kuvve-i askeriyyesinin tezyidi varidatıyla mütenasib midir? Efkar-ı temayülatı ne merkezdedir? Sancağının delalet ettiği vechile Japonya hakıkaten Şarkın bir şems-i talii midir? Yoksa seri’ü’z-zeval bir fecr-i kazibi midir? Bunca asırlardan beri halet-i ictimaiyyesini teşkil eden derebeylikleri Avrupa memleketlerinden bazılarında olduğu gibi fırak-ı siyasiyye şeklinde zuhur edip yekdiğeriyle mücadeleye başlayacaklar mı? Japonya terakkıyat-ı sınaiyyesinin neticesi “sosyalizm” mesleğinde karar verecek mi? mütekafil değildir. Yalnız bunlardan herbirinin suret-i hususiyyede tedkıkine dair bazı nukat-ı nazariyye der-miyan etmek cihetine hadimdir. Evvela şurası ma’lum olmalı ki akvam-ı şarkiyyenin bünye-i akliyyeleriyle akvam-ı garbiyyenin bünye-i akliyyeleri birbirine benzemediği umumun teslim-kerdesi olan bir hakıkat-i sabitedir. Halbuki garblılar akvam-ı şarkiyyenin ef’al ve harekatını daima kendi kavaid-i mantıkıyyelerine tevfikan tedkık ve muhakeme ediyorlar. Şarklılar ise bu mantıktan bir şey anlamıyorlar. Onların kendi mantıklarından istinbat ettikleri netayic daima akvam-ı garbiyyenin netayic-i mantıkıyyeleriyle taban tabana zıt düşüyor. Garblılar hilye-i hakıkatten ari birtakım faraziyata ve kıyasata firifte oluyorlar. Bunun netayici de bazı kere pek vahim oluyor. İşte Rusya’nın geçen doksan dört senesi Şubatının sekizinci günü Port Arthur’da Japonya torpidolarının hücum-ı nagehanilerine ma’ruz olması da bu tehalüf-i mantıki neticesidir. Rusya hükumeti kendisini böyle bir taarruzdan masun bulunduracağı kendisine vakit kazandıracağı i’tikadındaydı. Halbuki Japonya’nın ahvali hakkında ma’lumat-ı sahihaya dest-res olanlar Rusya’nın böyle bir hücuma uğrayacağını katiyyen biliyorlar idi. Hatta New York Herald gazetesi Japonların Kinzo’da tedarikat-ı harbiyye icra ettiklerini Rusya ve Japonya hariciyye nazırlarıyla Baron Rosen beyninde cereyan eden müzakerat muvafık bir şekil ve suret iktisab etmediği takdirde Japonların ansızın Kore’ye bir kuvve-i mühimme sevk edeceklerini yazmıştı. Gazetenin bu ihbarı kat’i idi. Fakat mantık itibariyle böyle bir şeyin vukuuna ihtimal verilmediğinden New York Herald’ın bu ihbar-i vakii asla nazar-ı itibara alınmadı. Ahvali iyice anlamak için Japonya’yı Avrupa devletlerinin enzar-ı hayretleri önünde birinci derecede bir askeri hükumet suretinde tecelli ettiren kuvası hakkında bir fikir hasıl etmek faydadan hali değildir. Muharebe-i ahirenin zuhurundan henüz çok zaman geçmediğinden Japonya ordularının muvaffakiyyat-ı mütevaliyyesi asakirin metanet-i fevkalade son dereceye kadar mevti istihkar etmelerinden ileri geldiği cümlemizin ma’lumudur. Avrupa usulü vechile tensiki nokta-i nazarına göre senesinden evvel ma’dum hükmünde olan Japonya ordusu sevku’l-ceyşe ait an’anat-ı tarihiyyesi olmadığı Tauren yahud Napolyon gibi dühat-ı askeriyyeden birinin taht-ı kumandasında bulunmadığı halde on seneden ibaret bir müddet-i kalile zarfında hiçbir muvaffakiyyetsizliğe duçar olmadan üç muharebe atlatmıştır. Bu muharebelerden ikisi pek o kadar haiz-i ehemmiyyet değildi; fakat üçüncüsü gerek tarafeyn askerinin miktarından gerek harbin temadisiyle muhariplerin hur eden muharebatın en dehşetlilerinden idi. Acaba Japonların silsile-i muvaffakiyyatını te’min eden şey kumandanlarının terbiye-i askeriyyeleri mi idi? Tabiat nokta-i nazarından bu olduğunda şüphe yoktur. Winnington’a verilen “merd-i ahenin” namı bunlara da verilebilir. Zira bu kumandanların kaffesi “ölümden kurtulmak ahlaksızlıktır” kaidesini düstur-ı hareket ittihaz etmişlerdi. Fakat mes’elenin cihet-i fenniyyesine gelince el-yevm Tokyo’da zadegan kızlarına mahsus mektebin müdiri olan Port Arthur fatihi general Nogi’nin ilk terbiye-i askeriyyesi yay ve kılıçla başladığı der-hatır edilmelidir. Çünkü eski fitilli tüfenkler o zaman Japonya’nın asıl silahı değildi. Japonya’nın muharebe-i ahirede ihraz ettiği muzafferiyeti şayan-ı tedkık birtakım esbab-ı kadimeye atf u isnad etmek lazımedendir. Acaba Japonya askerine bu hiss-i fedakari bu metanet ve şecaat nereden geliyordu? Zira bu gibi fezail insanda kendiliğinden zuhur etmez; elbette bunun bir baisi bir badisi vardır. Şu hale göre bugünkü Japonyalıların ahvalini tevarüs-i hasais-i ecdad nokta-i nazarından tedkık etmeli. Evladın ebeveyne fart-ı meyl ve muhabbetleri aksa-yı şark ahalisi nezdinde fezail-i esasiyyeden ma’duddur. Fakat onların bu muhabbetleri Avrupalıların bu nam ile tevşih ettikleri muhabbetle asla kabil-i kıyas değildir. Avrupa medeniyetinde kari etmesi lüzumuna kimse kail değildir. Fakat şarkta emr ber-akisdir. Orada ebeveyne karşı muhabbet fedakarlık ibraz etmek hem mecburi hem de gayet tabii bir şeydir. Hatta o kadar tabiidir ki bu mes’ele mevki-i münakaşaya bile konamaz. Bu da Hıristiyanlığın zuhurundan evvel Japonya’ya mezheb gerek ebeveyne gerek reis-i hükumete suret-i mutlakada emri Japonyalıların o zamanki efkarına tamamıyla tevafuk etmiş zamanımıza kadar onların a’mak-ı kalbinde cay-ı kabul bulmuştur. Buda mezhebi de bu teklif-i diniyi kabul etti; ebeveyne itaat dersi senesine kadar Japon etfalinin ta’lim ve tedrisi için esas ittihaz kılındı. tarihinden sonra Japonlar Avrupa usulünü kabul ettiler. Her ne kadar Konfüçyüs mezhebine ait tedrisat resmi programdan çıkarıldı yine son dereceye kadar riayet edilirdi. Japonya’da bir adam altmış yaşına geldi mi her işten feragat bütün emval ve emlakini evladına devreder. Evladının verdiği para ile imrar-ı hayat eyler. Japonlar ihtiyarlara o kadar hürmet o kadar riayet ederler ki gençlerin bu fart-ı hürmet ve muhabbetlerinden dolayı ihtiyarlar peygule-i tahkir ve istiskalde metruk kalmak endişesinden katiyyen azadedirler. Japonların i’tikadınca sinni hadd-i kemale vasıl olan bir adamdan iş istemek vahşetin gılzetin son derecesi demektir. Japonya’da ebeveyne hürmet ve muhabbet hissini çocukların zihnine nakşetmek için müretteb birçok hikayeler vardır. Mekteplerde bu hikayeleri küçük çocuklara okuturlar. Bu fıkraların bazısı pek müessir bazısı da pek mudhiktir. Bunların bu vechile tertip edilmesinin hikmeti de çocukları bunlardan hisseyab müteessir etmektir. Mesela Ravaish isminde altmış yaşında bir ihtiyarın hikayesi bu kabildendir. Bu adam çocuk esvabı giyer hasırların üstünde yuvarlanır çocuklara mahsus daha birtakım şeyler yaparmış! Bunun sebebi de doksan yaşındaki ebeveynin bu hali görüp “Bak bizim oğlumuz henüz çocuk imiş” diye müteselli olmaları ihtiyarlıktan dolayı endişeye düşmemeleriymiş. Avrupalılar bir babanın namusa istikamete ait bir mes’eleden dolayı evladını feda etmek hususunda gösterdiği kıyaklığı takdir edemezler. Halbuki bu kıyaklık bu fedakarlık bir Çinli bir Japonyalı için umur-ı adiyyedendir gayet tabiidir. Bunu mucib bir hal vaki oldu mu onlar evlatlarını feda etmekte asla tereddüd göstermezler. Japonyalılara dinsiz derler. Fakat bu söz doğru değildir. Her Japonyalının evinde ibadete mahsus bir yer vardır aba ve ecdadlarının isimlerini küçük küçük levhalar üzerine yazıp oraya asarlar. Ervah-ı güzeşte-gan için icra-yı ayine mahsus günleri vardır. Bugün Japonya’nın mezheb-i resmisi olan Şinto mezhebi hakıkatte emvata perestişten başka bir şey değildir. Şinto’nun ma’nası Allah yolu demektir. Esasen bu mezheb tabiate perestişten ibaretti. Buda mezhebi gayet geniş ve terhis taraftarı olduğundan kitab-ı mukaddes kavaid-i müdevvenesi olmayan Şinto mezhebini bir şube olarak kabul etti. Buda mezhebi birçok Budaların mütevaliyen zuhuruna kail olduğundan birinci Japon imparatorunu da Budalar sırasına geçirdi. Şinto mezhebi imparatorların aslı uluhiyyete müntehi olmak esası üzerine mübteni. Bunun hülasası da şudur: Güya Japon arz-ı mukaddesi bidayeten ma’budlarla meskune imiş insanlar zuhur etmiş ma’budlarla beynlerinde münasebat peyda olmuş bunu müteakip mabutlar semavata çekilmiş; Japonya’nın halıkı olan İzanagi’nin Amaterasu ya ülkesini evladlarından birinin taht-ı hükumetine vermek miladdan sene evvel Japonya’ya hükümdar nasbetmiş Japonya resmi vak’anüvisleri bu ana kadar imparatorların ensal ve ensabını kemal-i dikkatle zaptetmişlerdir. Onların hesabına göre şimdiki imparator . Mikado’dur. Mikado aslının bu suretle ma’budlara müntehi olması hasebiyle manen öyle bir iktidarı haizdir ki Japonya’da o iktidara karşı duracak hiçbir kudret hiçbir iktidar mutasavver değildir. Japonlar ma’budlarına nasıl ibadet ederlerse Mikado’nun ecdadına da öyle ibadet ederler. Her iki ibadet birbirine mezcedilmiştir. Selamün aleyküm Sıratımüstakım’in son nüshalarına yazılan yeni hutbeleri okudum. Fevkalade takdir ve teşekkür eyledim. Hutbelerimiz hep böyle olmalı ki onlardan beklenilen fayda hasıl olmuş olsun. Bu yeni hutbeler münasebetiyle ceride-i feridelerinden bir şey rica edeceğim. Hutbeden maksad halkı umur-ı dünyeviyye ve uhreviyye hakkında ikaz ederek selamet-i umumiyye ve İslamiyyeye hizmet olduğuna şüphe yoktur. Bu maksaddan layıkıyla dir cemaatin anlamasıyla mütenasiptir. Binaenaleyh bu nasihat-ı diniyyenin ya Türkçe olarak söylenilmesi kabil olmaz nacak hutbenin etraflıca ve mücmelen mahallin en çok söylenilen lisan ile anlatılması fevaid-i külliyye hasıl eder zannındayım. Bunlar kabil olmaz ise hutbeden edilecek istifade şimdiye kadar olduğu gibi akım kalmış olur. Hutbeyi yalnız Arapça bilenler anlamış olup diğer akvam yalnız bir dua dinlemiş olarak beklenilen fayda hasıl olmadan camiden çıkmış olurlar. Hutbeyi evvela Arapça kıraat ederek sonra mahalli lisanı olmak üzere merbutan Ertuğrul fırkateyni ile Japonya’ya giden hey’et-i zabitanın kumandanı Osman Paşa tarafından Hindistan’da Singapur ahali-i İslamiyyesi hakkında gönderilen fıkaratı leffen gönderiyorum. Müdir Bey Efendi bu babda edilecek istifadeyi size izah eylemeyi lüzumsuz görürüm. O vakit avam alem-i İslamiyyet ve insaniyyet hususunda her hafta bil-mecburiyye yeni bir şey öğrenebilecektir ki bütün bilad-ı İslamiyyede ne mühim menafi’ tevlid edeceği şüphesizdir. Binaenaleyh ceride-i mu’teberelerinin bu hususta teşebbüsüne intizar eylerim efendim. Kanunievvel sene tarihli Ertuğrul fırkateyni kumandanı Osman Paşa tarafından Hindistan’da Singapur’dan Bahriyye Nezareti’ne gönderilen tahriratta hutbe hakkında olan fıkra suretidir: “Limana duhulümüz bir Cuma gününe müsadif olduğundan salat-ı Cuma’yı eda etmek için kaffe-i zabıtan refiklerimle sahile çıkarak Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin Kolombo şehri ahali-i asliyyesinden fahri şehbenderi tarafından suret-i mahsusada ihzar ve edilen arabalara üçer kişi rakib olarak çarşıdan ve birtakım bahçe arasından mürur ederek doğruca şehbenderin hanesine muvasalat ettik. Bombay’a vürudumuzdan sonra işbu şehirde muvasalatımızdan haberdar ve rayet-i zafer-ayet-i Osmaniyyeyi görmeye kemal-i iştiyak ile muntazır olan ahali-i müslime bizler kayık iskelesinden çıkar çıkmaz etrafımızı ihata ettiklerinden başka arabalar ile giderken bile iki taraflı durarak temaşa etmekteydiler. Mumaileyh şehbenderin hanesi bir bahçe ortasında bir kattan ibaret gayet güzel bir köşktür. Bazı mertebe kahvaltı edildikten sonra be-tekrar arabalar ile cami-i şerife muvasalet edildi. Bu camiler bizim camiler gibi olup yalnız minberleri ve minareleri yüksek değildir. Minarelerinin şerefeleri yoktur. Minberleri nihayet üç basamak olup hatip bunun üzerinde hutbeyi kıraat eder. Hatibin elinde bir asa ve başında bir tül olduğu halde minbere çıkarak evvela Arabiyyü’l-ibare hutbeyi kıraat eder ve saniyen Hind lisanı üzere tercüme ederdi. Nihayet salat-ı Cuma’yı ba’del-eda dışarıya çıkıldıkta binlerce ahali-i müslime ellerimize sarılarak musafaha ettiler.” Ey ser-firaz-ı ümmet! Müfekkiremi bütün mevcudatımı işgal eden tahassüsatımı –kudret-i kalemiyyemin mefkudiyyetini itiraf etmekle beraber– nazargah-ı fezail-perverilerine dökmek arzu-yı şedidiyle hame-ran oluyorum. Bir müslüman vakar ve haysiyyetiyle hitab eden bu acizin henüz küçük yaşında iken aşiyane-i maderi bilad-ı Fergan’ın ta ötelerinde Osen şehrinde terk ederek şu makarr-ı Hilafet ve saltanatın aguş-ı ta’lim ve terbiyesine atılan bu acizin ta a’mak-ı kalbinden kopup gelen sözlerini kabul ediniz!.. Ey vücud-ı muhterem!.. Bugün İslamiyet’e millet-i mağdure-i İslamiyyeye ithaf edegeldiğiniz hidemat-ı Hudapesen-dane muvaffakiyat-ı teceddüd-perveranelerinin mükafat-ı ma’neviyyesini sırrına mazhariyyetle ların her gün her dakika kulub-ı hamiyyeti ağlatan ahval-i pür-melallerine nihayet vermek o biçareleri düştükleri derya-yı mezelletten kurtarmak minhac-ı mükemmeliyyete isal eylemek niyyat-ı halisanesiyle meydan-ı mücahede-i milliyyeye atıldınız. Aylarca senelerce nakden bedenen fikren çalışmaktan geri durmadınız. Din-i mübin-i İslam’ı Avrupalılar nezdinde –haşa!– birtakım nekaisle itham ettirmek isteyen ve menfaat-i şahsiyyesini mazarrat-ı ammede arayan hainlerle çarpıştınız. Tevfik-i ilahinin tecelliyyatıyla muzaffer oldunuz. Hasılı hüzünlü elemli günler görmeye mahkum millet-i İslamiyye’nin büka-yı hüzn-engizini dest-i mededresanınızla silerek o zavallılara sur ve sürurlu günler gösterdiniz ki mücahede-i milliyye yolunda ihtiyar ettiğiniz –ve hakkıyla ta’dad için ciltler dolusu yazılar yazmak lazım gelen– fedakarlıklarla tarihe a’sar-ı kadimeden beri nice dahiler eazımlar selamet-i millet uğrunda ifna-yı vücud eden kahramanlar yetiştiren tarih-i İslam’a bir sahife-i pür-şan ilavesiyle bir şeref-i diger bahşettiniz. Evet o fazilet o sa’ylerdir ki bugün bütün müslümanların mevcudiyetine kanaat-ı kamilesi i’tikad-ı tammı olduğu halde; mahza cehalet yüzünden suisti’mal edegeldikleri iki cevher-i hayatın mezayayı hiyyatını enzar-ı alemde izhar suretiyle isbat etti. Maa-haza himemat-ı mütevaliyye-i ali-cenabaneleri bil-cümle ashab-ı hamiyyete bir ders-i ibret verdiği gibi ahlafa da şayan-ı imtisal me’ser-i kudsiyyet-nisab terk etmiştir. Binaenaleyh hergün birer suretle tecelli ve tezahür eden fedakarlıklarınız bütün müslümanları –be-tahsis Rusya müslümanlarını– nam-ı zi-şanınızı her dakika lisan-ı şükranla tezkara medyun kılmıştır. Hakıkat!... Yakın vakitlere gelinceye kadar cehalet kuru bir taassup içinde boğulan şehrah-ı terakkı ve kemalata doğru hatve-endaz-ı tehalük olmaktan bil-külliyye bi-gane bulunan Rusya müslümanları milliyet-perverane neşriyatınız açtı; hukuk-ı magsubelerini istirdada mevcudiyetlerini muhafazaya “millet-i mahkume” politikası altından sıyrılmaya başladılar. Cenab-ı Hak hak ve hakıkatin zahir ve müdafiidir. Bir millet veya bir kimse ki hak ve hakıkatin peşinden koşar ve ona bütün mevcudiyetiyle rabt-ı kalb ettirse; o kimselerin bütün mesailerinde teşebbüsatında tevfik-i ilahinin her dem tecelli edeceği ve te’min-i muvaffakiyetin de kat’i olduğu şüpheden azadedir. Binaenaleyh terakkı-i millet emr-i mühimminde masruf bunca sa’y ü ictihadın ta’mim-i maarif hususundaki ihtimamların semere-i meşkuresi –az bir zamanda– iktitaf edildi; ihtiyacat-ı zamaneyi iktihama kafi mektepler mükemmel medreseler müslümanların cidal-i hayatta Avrupa akvam-ı medeniyyesinden dun bulunmadığını bil-fiil isbat etmek üzere “terakkıyat-ı İslam” cem’iyetleri teşekkül etti. Bulundukları ahval-i sefalet-iştimali –bütün mehalikiyle– takdir ve tayakkun eden ekabir-i ümmet daha şimdiden evlad-ı memleketin mekteplerde hakkıyla layıkıyla tedarik maksadıyla– İstanbul’a talebe i’zam ve onların devam eden müddet-i tahsiliyyeleri esnasında maişetlerini kaffe-i ihtiyacatını duş-ı hamiyyetine almak suretiyle ibraz-ı fütüvvet ediyor. Hasılı maddi ve ma’nevi fedakarlıkta bulunuyor. Maatteessüf şuracıkta varid-i hatırım olan acı bir hakıkati enzar-ı dikkatinize vaz’ etmek mecburiyyetini hissediyorum: Alude-i hab-ı gaflet olan Rusya müslümanlarını ikaz etmek maksad-ı alem-pesendanesiyle meydan-ı mücahedeye atılan fedakaran-ı milletin saha-i fa’aliyyeti Maveraünnehr’in öte taraflarını ihtiva etmedi; Türkistan-ı Rusi’de Kazgan’da yedi sekiz milyon nüfuslu koca bir ümmet-i Muhammed ebediyyen mahkum-ı zillet olmak üzere terk edildi mensi bırakıldı. Evet o büyük Türk yatağında ma’na-yı hakıkısiyle mektep yok maarif yok… Cehalet bütün mesaibiyle memleketi dimcilerin revac-gah-ı şeytaneti olmuş… Bugün o müslümancıkların ufk-ı ikballerini karartan muzlim bulutları eşia-i feyz-nisariyle kainatı müstenir eden hurşid-i dırahşan-ı ma’rifetle piraye-dar görebilmek için büyük fedakarlıklara faal dimağlara yorulmaz vücudutlara ihtiyaç hem de eşedd-i lam Cem’iyetleri” erkan-ı muhteremesinin ekabir-i ümmetin kulub-ı hamiyyetine havale ederim. Henüz zaman müsait meydan-ı mücahede geniştir. Beyefendi!.. Bu sözlerimden sizi tenkıde kalkışmak cür’et-karlığında bulunduğuma hamlolunmasın!.. Yok yok ben sizin nam-ı muhtereminizi ihtiramkarane karşılamaktan lisan-ı sitayişle yad etmekten başka bir şey yapamam. Haddim değil… Sizin bu ana kadar “İslamiyet” namına ifa ettiğiniz hidemat-ı mebrure şayan-ı tenkid olmak şaibesinden külliyen azadedir. Zaten maksadım hiçbir kimseyi tahtie etmek değildir. Aksa-yı amalimiz hedef-i maksudumuz “terakki-i Hissiyyat-ı milliyet-perveriye bir had bir gaye tasavvuru kabil olamadığı gibi bu evsaf-ı güzine bir de iktidar-ı fevkalade nin saha-i icraatını ta’yin ve takdir etmek gayr-ı mümkindir. Bu celi hakıkat alem-i İslam’ın hayat-ı ictimaiyyelerinde bir aks-i te’sir husule getiren muvaffakiyyet-i ahirenizle bir kat daha nümayan olmuştur. “Müslüman kongresi” ooh!.. İşte bir nişane-i felah; bir bedia-i emel… Muhitinde azim bir kitle-i edecek bir mahall-i mukaddes… Enzar-ı İslamiyan’ı –rida-yı gaflet ve cehaletle– örten sehabe-i muzlimi yırtarak bedr-i letafetiyle arz-ı çehre-i ibtisam eden bu haber-i neşat-aver bütün hayır-hahan-ı ümmete geniş geniş nefes aldırdı. Kalplerinde ati için istikbal için tatlı ümidlerle meşhun bir emniyet-i tamme tevlid etti. Bittabi’ bu kongrenin esbab-ı teşekkülü hakkında bir fikr-i mahsus edinebilen her müslüman kendilerinin idame-i mevcudiyyetlerini kafil bu meclis-i alinin hey’et-i müessesesine karşı ilel-ebed bir hiss-i şükran ile mütehassis bulunur bu vicdaniyye bir fariza-i zimmet telakkı eder. Binaenaleyh bu muharrir-i aciz o hey’et-i kiramın ser-firazı daha sahih bir ta’birle mü’temer-i İslam’ın müessisi olan zat-ı valalarına bu muvaffakiyet-i uzmalarından dolayı bütün safvet-i kalbiyle samimiyet-i ruhuyla tebrikatını takdim bu vesile-i hasene ile de arz-ı ihtiramat-ı bi-nihaye eyliyor… Efkar-ı mahsusa-i gayr-i müessire yani şahs-ı zi-hayat efkar-ı mahsusa teamül ika’ etmez. Bil-akis efkar-ı müessire ve müheyyice şahısta birtakım teamülat ika’ eyler ki bunlar bazen gayr-ı kabil-i mukavemet bir meyil veya saikın tesiriyle şahsın ne olduğunu bilmediği bir maksad üzerine –suret-i muntazamada– icra olunur yani şahıs yaptığını bilir fakat niçin yaptığını bilmez. Bu teamülat-ı idrakiyyeye terafuk eden unsur-i müessir –ihtisasın unsur-i müessirinin hoş ve na-hoş olduğuna göre– az çok zevk-bahşa veya telh-aver bir hissiyyetle derkedilir. Bir fikr-i mahsus-ı müheyyic ile bunu teakub eden teamülden teşekkül eden hey’et-i mecmu’a-i harekata “sevk-i tabii” denilir. Ef’al-i sevk-i tabiiyyeyi şahsın tagaddisine tedafüüne tenasülüne ait olduğuna göre üç sınıfa taksim edeceğiz: Tagaddiye ait sevk-i tabiiye misal: bir ihtiyaç “açlık susuzluk” hissederler ve kendilerine lazım olan mevadd-ı gıdaiyyeyi intihab etmeyi de bilirler. Bu gıdayı enbube-i hazmiyyelerine ithal etmek için bir arzu ve meyelana duçar olarak ihtiyaçlarının tesviye edilip edilmediğine göre bir zevk veya meşakkat hissederler. Kendisi düşünüp bilmeksizin etrafını ihata eden bu kadar ecsam-ı kesire arasında kendisine lazım olan mevaddı havi agdiyenin havas ve keyfiyyetini bir sıhhat-ı kat’iyye ile takdir ederek intihab etmek melekesine dikkat buyurulsun! Susuz olan bir köpeğe küul eter gliserin su… ilah gibi birtakım berrak mayi gösteriliyor da hayvan uzviyyetinin muhtaç olduğu yalnız sudan başkasını içmiyor. Bu şayan-ı hayret takdir ve intihab yalnız gıda ve meşrubatının keyfiyyetinde değildir miktar ve kemiyyetinde de bu hal vardır. Susamış olan köpek uzviyyetine lazım olan suyun miktarından ne az ne de çok içer. Tedafüe ait sevk-i tabii yine düşünüp bilmeksizin tehlikeyi takdir ile “def’” “korku” “hiddet” ve “firar için gayr-ı kabil-i mukavemet bir meyil” men’ olunduğu takdirde son nefese kadar “mücadele” suretinde tezahür eder. Tavşanın ve insanın korkusu ve bu babdaki harekatı göz önüne getirilirse fazla misal iradına hacet kalmaz. Tenasüle ait sevk-i tabii ise aynı neviden fakat muhtelif cinsten eşhasın beynlerinde husule gelen bir “cazibe” “hüsn-i” intihab ederek maksadı bilmeksizin neslinin devam ve muhafazası için “istıfa-yı cins” intihab ettiği bu vücudla birleşmek ihtiyaç ve arzusuyla “muhabbet-i cinsiyye” ve en nihayet gayet şedid bir hiss-i zevk ile terafuk eden ef’al-i tenasüliyyenin icrasına sevk eden gayr-ı kabil-i mukavemet bir meyil ile “şehvet” tecelli eder. Şefkat-i pederane ve muhabbet-i maderane de bu sevk-i tabi’i-i tenasüle dahildir. Kuş bir vakt-i muayyende yuva yapmak ihtiyacını hisseder ve düşünüp muhakeme etmeksizin bu işe yarayacak olan mevaddı tefrik ve temyiz ederek bir meyl-i şedidin tazyikiyle bu mevaddı bir san’at-ı tamme ile tertip ve nizamına koyar. Bu sanatta evvelce asla çıraklık etmediği gibi yaptığı yuvanın ileride yumurtlayacağı yumurtaların vaz’ına ve daha sonra bunlardan çıkacak yavrularının iskanına yarayacağını da bilmez. Yumurtladıktan sonra duçar olduğu bir meyl-i cedid ile yavruların inficarına kadar kuluçkada yatar. Bu meyil bilahare tahavvül ederek yavrular kendi başlarına gıdalarını tedarik edinceye kadar bunlara gıda arayıp getirmeye sevk eder. Müteaddid düşmanlarına karşı henüz zayıf ve dermansız ve müdafaaya gayr-ı muktedir olan yavruları hatta hayatı bahasına olarak muhafaza etmek için validede başka bir meyl-i mücbir neşv ü nema bulur. Ey kariin-i kiram dikkat buyurulsun ki idraki olan bütün bu ef’al kuşun bilmediği bir illet-i gaiyyeye maliktir. Birçok hayvanatta müşahede olunan sevk-i tabii-i muaşeret ve karabet ve sevk-i tabii-i ictimai dahi mukaddemkilerle haiz-i münasebettir. Hissiyyat-ı aliyyeye temas eden bu bahs-i güzini uzatacak olursak cildler dolduracak kadar yazabiliriz. Sevaik-i tabiiyye bir umman-ı hayrettir ki azıcık düşünebilen bir kimsenin dehşet ve te’sir-i amike giriftar olmaması mümkün değildir. Evvelce ta’lim ve idman edilmeksizin gayr-ı kabil-i tasavvur bir maharet ve sıhhat-ı mükemmele ile husule gelen ef’al-i sevk-i tabiiyyeye nasıl hayret edilmez? Kafeste doğmuş büyümüş bir kuşa hürriyet verilirse hiç görmediği bilmediği halde hemen kendi nev’inin yaptığı yuvanın aynını genç bir valide nevzadın memeye yapışarak mükemmel surette emdiğini görünce hayret edip çırpınarak “bunu buna kim öğretti” diye soruyor. İnsan nasıl duçar-ı taaccüb olmaz ki daima bir maksad-ı müfide tevafuk eden ef’al-i sevk-i tabiiyyeden onu icra eden zatın asla haberi yoktur. Hülasa sevk-i tabiiler ef’al-i mün’akise gibi şahsın muhafazası ve nev’in bekası için icra olunur ve aynı şahıs aynı nevi’de daima bir siyaktadır. Sevk-i tabiiler ef’al-i mün’akiseye mugayir olarak idrakidirler. Yani şahıs yaptığını bilir. Fakat niçin yaptığını bilmez. Ef’al-i mün’akisede ise bazen şahsın ne fiilinden ne de maksadından haberi olmaz. Sevk-i tabii bütün mahlukat-ı aliyyede gayet mühim bir rol ifa eder. Şöyle ki: Ef’al-i mün’akise müstesna olmak üzere mahlukat-ı mezkurenin bütün ef’ali sevk-i tabii iledir. Mesela köpek havlar yer içer yatar çiftleşir. Zira hissettiği bu tabiatındadır diyeceğiz insanda bile ef’al-i mün’akise ve iradiyyeden gayrı birçok ef’al vardır ki sevk-i tabii sınıfına dahil olur Daima namını ta’zim ve tebcil ile yad etmemeyi büyük bir nankörlük addettiğim o büyük millet-perver İsmail Bey Gasprinski Efendi hazretleri istibdadın tegallübün üzerlerinde hüküm-ferma olmasından dolayı ruhsuz kalmış Rusya mak maksad-ı alisiyle meydana koyduğu usul-i savtiyyenin ediyor. Rusya’nın öbür köşesinde karanlık pis çürümüş Tatar medreselerinin birinde beynel-akran oldukça bir mevki-i mümtaz ihraz ederek sanki artık kemale erişmiş gibi mağrurane – eyitti Peygamber as.–: diye ehadis-i mevzuayı Kırk Hadis nam kitabı başımı sallaya sallaya bülend bir sada ile ezberlediğim vakitti ki ulema ikiye münkasem olup yekdiğerine silah-be-dest olarak “cedid kadim” bayrağı altında i’lan-ı harb etmişlerdi. Kitabü’l-Mu’cem Hatib ve katıbeten alakası olmayan eserleri bu harbin başlıca edevatından suyla başlayarak cedidler tarafından ehemmiyetsizlikle mukabele olunuyordu. Bu ehemmiyetsizlik mukabelesi kadimlerin sinirlerine o kadar dokunuyordu ki az kaldı cesaret-i mecnunanelerini bir daha ilerleterek ortalığı alt üst ederek bütün bütüne mahvedeceklerdi. Bunu gören misyonerlerin iştihaları hayli kabarıp hatta bir vakitler misyonerlerin reislerinden biri “Asıl işimize gelenler mutaassıb imamlardır nasılsa onları elde etmeli; gençlerden de son derece ihtiyat eylemeliyiz” demişti. Maamafih bu misyoner reisinin sözünü pek tabii buluruz. Zira tini takdir eden onlardır. Elbette hayatı takdir eden adamlar kendileri için ihzar edilen bir hufreye düşmekten muhafaza hususunda pek ihtiyatlı davranırlar. Mazi ise ihtiyarların geçirdiği bir zaman olup ihtiyarlar onunla me’lufü’l-kalb olduklarından daima ona doğru gitmek isterler. Ve her şeyi bu hab-ı gaflette uyuyan mazide olduğu gibi yapmak isterler. Binaenaleyh misyonerler için kazılmış bir hufreye düşmekten ihtiraz eden gençlerden ise her şeyi hab-ı gaflet tabii bir şeydir. O vakitler tekfir o kadar ucuzlaşmıştı ki kavm-i Ad padişahlarının “Ebced Hevvez Hutti.. ilh.”leri artık bırakalım okumayalım diyen adamı tekfir etmek işten bile olmayıp fetvası derhal bizim hurafat ocağındaki fetvacı imamların tarafından veriliyordu. vakit Buhara’da tam bir sükunet hüküm-ferma herkes hab-ı gaflete dalmış rahat rahat uyumakta ara sıra camilere giderek “Hazret-i Emir Cihangir şod” diyerek bir dua ederlerse artık Cenab-ı Hak tarafından kabul olundu zu’m-ı fasidiyle kuşe-i ataletlerine çekilmekle büdne-bazi afyon-horluk kavlindeki fanın zaid yahud nakıslığı pek kızgın kafalar tarafından son derece hararetli münakaşalar mübahaselerle teftiş olunuyor!.. Bir haşiyeden diğer bir haşiyeye; orada mes’ele lüzumu derecesinde hallolunmadığından daha bir haşiyeye; derken diğer bir muhaşşinin bu hususta fikrini anlamak her halde faydadan hali olmayacağı hatıra gelerek daha bir haşiyeye bakmak icab ediyor. Bunca meşguliyetlerle vakit de hayli hakkında bit-tabi’ bir şeye karar verilmemiş olur. Zaid fa nakıs fayı ifna ederek bunca vakitlerden beri sarfettiğimiz emekler sıfıra müncer olur kalır. be böyle safsatalarla uğraştığı vakit bu taraftan istibdad da bit-tabi’ hükmünü kendi bildiği gibi icra ederek milleti istediği gibi vurmakta evlad-ı Timur’dan olan bu kahramanları hor ve zelil bırakarak anen-fe-anen esaret tahtına almakta; larının mercii olan Buhara’nın idaresini meziyetleri ancak koskoca sarık altında sahte etvar takınan müdafaacı maskara-baz zatlara terk etmekte idi. Vaktiyle bütün efkar-ı İslamın mercii olarak ma’delet-i ilahiyyeyi olduğu gibi neşreden Söylenene gelince bu da üçe ayrılabilir.” Buhara fetva-haneleri bugün birtakım erazil-i eşhasın tasallutundan dolayı bir rüşvet-haneye ifrağ olunarak Buhara zulüm gadr ocağına çevrildi. Fukaraya zulüm artık burada adet diye telakki olunmaya başladı. Misal olmak üzere hükumetin bir icraatını yazayım: Bir sahrayi muamele-i ticariyye vesaire hususundaki fetvasını almak hususunda kadı-haneye bab-ı meşihate demek müracaat ediyor. Kadı kelan da fetvasını bakmak tigalden dolayı –ki o da üç beş tane evlad-ı millete yukarıda söylediğimiz mebhas-i fayı göstermekten ibarettir– bu işi fıkıh ile kat’iyyen ve katıbeten alışverişi olmayan katibine bırakıyor. Katip de fetvayı hangi taraftan parayı çokça koparırsa onun menfaatine göre yazar. İş artık müftünün mührüne kalır ki o da pek kolaydır. Zira yazılmış fetvaya bakmak müfti hazretlerinin adeti olmadığından baksa bile cehaletinden dolayı bir şey anlamayacağından müfti hazretleri bir eliyle mühür parasını kapmakla uğraşarak diğer eliyle katibe mührün nerede olduğunu göstermekle meşgul oluyor. Katip de mührü alıyor fetvaya baktıktan sonra sahrayi da fetvayı alır savuşur. Üstad-ı muhterem Müfti Damolla zaptedemeyerek ağlamaya mecbur oluyordu. Tabii bu hal kıyamete kadar devam edemez ya! Tegallübün taht-ı te’sirine ma’ruz olan bu haksızlıklar yavaş yavaş şimalden esen rüzgara da bir parça ma’ruz kalarak ortalığa dökülecek. Bu vakit ahali de başından neler gelip geçtiğini ve geçmekte olduğunu anlayarak bir intibah hasıl edecek ve bu intibahları da onlara gösterecek ki artık bu geçirdiğimiz yirminci asırda muhafaza-i hayat için yegane melce maarif olduğunu binaenaleyh buna var kuvvetleriyle sarılmak velesiz gürültüsüz geçmeyecek. Bit-tabi’ nice senelerden beri milletin kanını içe içe artık “yuha” olan canavarlar başlarını kaldırarak öteye beriye zehirlerini saçıp tesmime kalkışacaklar. üzere bulunuyor: Birkaç vakitten beri şimal tarafından gelmekte olan sadalar artık derin bir hab-ı gaflete dalmış ahali-i Buhara’nın bir kısmını bidar ederek i’tikadında gezen bu ahaliye kendilerinin ne mevkide olduklarını ve ne gibi felaketlere ma’ruz kalarak mahv u inkıraz uçurumuna ne kadar yaklaştıklarını bir bir gösterdi. Bunu hakkıyla idrak eden ahali de daima zulüm ve istibdad ile pençeleşen mücahid-i muhterem büyük vatan-perver Müfti Damolla İkram Efendi hazretlerinin irşadları sayesinde saha-i selametin hangi tarafta olduğunu anlayarak mir-i muma-ileyhin gösterdiği tarafa koşmaya başladılar. Bunlara pişvalık eden bit-tabi’ Müfti İkram Efendi hazretleri kendisi oldu. Buhara artık yedi iklimin en gözde mekanı değildir. Fakat bu taraftan tabiat hükmünü icra ederek A’lem-i Buhara Ayaz Mahdum ile Buhara’nın en ileri gelen alimlerinden addedilen Medrese-i Tur Sancak müftisi Abdurrezzak bu kahraman milletin karşısına çıkarak mir-i muma-ileyh hazretleriyle icraat-ı vatan-perveranesi arasına bir sedd-i Çini çekmek istediler. Ber-mu’tad bu vakitte de indi fetvalar bir bir kağıd üzerine nakşolunarak usul-i cedidin hurmetine! diğer müftilerden rey alınarak azalar toplanıldı. Buna yalnız müfti Danyal Hace Efendi hazretleri ştirak etmeyerek Müfti Damolla İkram Efendi hazretleri tarafını iltizam etti. tün aleme mudhik olmağla kalırsa ne ise idi. Fakat ilerleyerek adeta lokomotif sür’atine rekabet eder gibi oldu. A’lem-i Buhara Ayaz Mahdum: “Eğer usul-i cedide Buhara’da kanıyla boyamak bana ahd olsun” diye yemin etti. Bu taraftan feridü’l-asr kudemadan A’zam Müfti Damolla İkram hazretleri de “Eğer usul-i cedide Buhara’da icra olunmazsa müftülük mührümü Hazret-i Emir’e iade ederek Buhara’yı terk edeceğim” diyerek yemin etmekle millet-perverliğini bir daha isbat etti. Usul-i cedidenin fevaidi vakt-i imtihanda herkes tarafından görülmüş bir şey olduğundan bunun fevaidini anlatmak riyetinde değildi. Fakat A’lem-i Buhara Ayaz Mahdum zararını anlatmak için pek çok sözler sarf etmek mecburiyetinde bulunuyordu. İşte şu vazifesini ifa maksadıyla Ayaz Mahdum diyor ki: “Usul-i cedide haramdır. Zira okuma ve yazmayı öğrenmek Kur’an okumak için alet olsa da aynı zamanda gazeteler mütalaa etmeye de alet olabilir. Bu ise Hazret-i Emir’i gıybet etmenin yolunu öğretecek. Ahalinin Kur’an’ı doğru okumaktan mahrum olması Hazret-i Emir’in gıybet etmesine nisbeten daha karlı olacağından elbette bu Kur’an okumaya alet olacak okuma ve yazma ilmini terk etmek ma’k u l bir şeydir.” Bu usul-i cedide münazaasında ilk evvel nazar-ı dikkatimizi celbeden bu iki zattır. Üstaz-ı Muhterem Damolla İkram hazretleri müftiliği bırakarak vatanını terk etmek mecburiyetinde bulunuyor. Neden? Zira menafi’-i şahsiyyesini te’min etmek için birtakım mezelletlere katlanarak müdahenelerde bulunmayla vatanı milleti mahvetmekten fahir libaslara bürünerek sefihane yaşamaktan ise bir kuşe-i inzivaya çekilip vatan ve milletin menfaatini hariçten tarassut etmeyi daha karlı buluyor. Diyar-ı gurbette garibane yaşamayı Buhara’daki alçaklıkların bin kat fevkınde buluyor. Bekayı vicdan azabına vermekten yor. Menafi’-i vatanı menafi’-i şahsiyye yoluna kurban etmek ne kadar bir alçaklık mel’unluk olduğunu bütün ma’nasıyla anlıyor. Böyle Müfti Damolla İkram hazretleri gibi ulema ve fuzela-i kiram var olsun. A’lem-i Buhara Ayaz Mahdum’a gelince artık bu zavallı tevfikten mahrum bi-çarenin haline acımamak kabil olmadığı gibi bundan daha bedbaht bir adamcağızı tasavvur etmek de kimsenin hatırına gelmez. Bir adam tasavvur ediniz ki sinn-i şeyhuhetinde emr-i nız rütbe esaretine kapılarak “Hazret-i Emir’i gıybet etmemek Kur’an okumaya nisbeten karlı olduğundan bu Kur’an okumaya alet olacak okumak yazmağı öğrenmemek daha ma’kuldür.” diye yalnız Hazret-i Emir’e müdahene için böylece cahilane daha doğrusu bütün millet-i İslamiyyeyi lekedar edecek kadar mecnunane lakırdılar söylesin. Artık bundan menfaat-perest bundan bedbaht bir adam tasavvur olunabilir mi? Bu sözler Ayaz Mahdum’un olmak hasebiyle hiçbir ehemmiyyeti haiz değildir. Zira cühela ancak bu gibi sözler söyleyebilirler. Fakat Buhara gibi vaktiyle menba’-ı ilm ü irfan olan bir memleketin “a’lem”inin sözü olduğu nazar-ı Denilebilir ki: Bu memleketin a’lemi bu sözleri söylemek derecesinde olursa echeli nasıldır? Fakat bu şahsın a’lemlik rütbesi bir iki müdahene yahud pederinin büyük bir zat olduğu sayesinde hırsızcasına kaptığını nazar-ı i’tibara alacak olursak bunun hiçbir vakit vahid-i kıyas olamayacağı kendi kendinden tezahür eder. A’lem’in yaptığı bu haksızlıklar Abdülhamid ile Şah-ı lıkları da bastırıyor. Zira bugün millet-i İslamiyye’nin nazarında en alçak gözüken bu iki şerir bile “ahali bizim gıybetimizde bulunmamak için Kur’an da okumasınlar” diyecek kadar kendilerinde cesaret göremediler. Bir parça utandılar. Fakat A’lem-i Buhara ise hiç utanmadan Cenab-ı Hakk’ın gazabından hiç korkmadan bu sözleri söylüyor. Acaba! Bir gün Cenab-ı Hakk’ın huzuruna gideceğini hiç düşünüyor mu? Eyvahlar olsun öyle milletlere ki kendilerine böyleleri musallat oluyor da def’inden aciz olurlar miskin miskin yaşarlar… Lanetler olsun ulema namını bihakkın telvis eden böyle menfaat-perestlere ki bugün yiyeceğini milletini satmak ile te’min ediyor! Burada işe bir Tatar müderrisi de karışıyor. Yulduz refikimiz diyor ki: “Filhakika Buhara’da ahaliyi iğva edenler A’lem-i Buhara ile Bedreddin namında bir Tatar müderrisidir.” Bu Bedreddin olmayacak Fahreddin olacak Fahreddin olduğunu diğer istihbaratımız dahi te’yid ediyor. Artık bu herifin Cenab-ı Hakk’ın hangi mahlukatından olduğunu tayin etmekte aciz kaldık. Adem mi yoksa hakıkaten bir şeytan mı? Nerede bir fitne yahud ihtilas gibi bir şey vaki’ olmuş ve olacaksa mutlaka orada Fahreddin’in parmağı olmuş ve olacak. Bunun yaptıklarını bir bir saymakta bu şerirden ihtiraz etmek için bir dereceye kadar faydası olsa da fakat böyle adamlarla uğraşmayı büyük bir tenezzül addettiğimden meskutün anh bırakmayı daha muvafık buldum. Maamafih bu fitneye iştirak etmesi yalnız tabiatının iktizasınca olmayıp bir parça mecburiyyet tahtında kaldığını da anlatmak sini yazalım: Kadı Kelan-ı Sabık Mir Bedreddin Efendi Hazretleri bir gün vefat eder. Agleb-i ihtimale nazaran kadı kelan merhumun mahdumu Reis-i Buhara Burhaneddin Efendi olacaktı. Fakat emr u ferman-ı Hazret-i Emir Baka Han nam diğer bir şıha sadır olarak Burhaneddin mahdum ise reisliğinde cağı pek tabii bir şeydi binaenaleyh reishaneye giderek: Hazret-i Emir pek haksızlık yaptı filhakika kadı kelanlığa siz müstehak idiniz… diyerek damene pustlük edenlere burada epeyce menafi’ vardı. Tabii bu gibi şeyler bizim Kamereddin’e [Fahreddin’e?] mahfi olur mu? Binaenaleyh reise ders şeriki olduğunu bahane ederek reis-haneye sokuldu. Fitneengiz… hareketlerde bulunmaya başladı. Fakat Kamereddin’in bedbahtlığına mı nesinedir bu hadise pek çabuk Gerine’ye aksetti. Emir tarafından bade-ma Kamereddin’in ne Kadı-haneye ve ne de reis-haneye gitmesi yasak edildi. Kahr-ı ilahi’nin bu nev’ine giriftar olmak Kamereddin için her şeyden ağırdı. Zira Buhara’da ekser ve alelhusus abdülkafa olan müderrislerin terfi-i rütbe etmesi hergün sabah namazından sonra kadı-hane ile reis-haneye giderek rükudan daha fazla bir inhina ile kadı kelanla reise selam vererek etek öpmesine tevakkuf ettiğinden artık bu andan itibaren Kamereddin’e terfi-i rütbe ihtimali kalmamıştı. Şu medrese-i garibiyyeden garib olarak bu dünyadan gidecekti. Onun için Kamereddin her şeyden evvel zararına olmuş bu hükümden yakasını kurtarmaya bir fırsat arıyordu. Tabii bu büyük bir hizmet göstermekle mümkün olmayacak. Çünkü bu gibi hizmetlerle Kamereddin arasında dağlar var. Olsa olsa bir fitneden istifade ile olacak. İşte bu usul-i cedid nizaı da aradığını tam karşısına çıkardı. Zannınca bir taraftan A’lem’e kuyruk olarak A’lem’in teveccühünü kazanacak diğer taraftan da güya usul-i cedid ihtilal ocağıdır bunun Hazret-i Emir’e bir su’ikasd hazırlayacağını biliyorum binaenaleyh kat’iyyen usul-i cedid tarafdarı değilim diyerek Hazret-i Emir’in teveccühünü kazanacak ve bu sayede afvına mazhar olacak ve büyük büyük taltiflere rütbelere nail olarak kuşe-i atalette murabba’-nişin oturacak. Fakat zannedemeyiz Kamereddin bu hareketinde muvaffak olsun zira siması daima fitne ile memlu olarak nümayan olduğundan Hazret-i Emir’in Kamereddin’in bu hareketine şımarık bir ... hareketine bakılan nazarla bakacağına eminiz. Binaenaleyh iblisleri hayrette bırakacak kadar igvaatta bulunsa bile nafiledir. Yalnız şu kadarı var ki Kamereddin’in bu iştiraki A’lem’in zararına çıkacak. Çünkü artık çocuklara kadar anlamıştır ki Kamereddin olduğu yerde meymenet olmayacak. Binaenaleyh Kamereddin’in bu işe alenen iştirakini Buhara için bir hayr-ı fal addederiz. Bunlar artık gösteriyor ki kadime ne gibi adamlar tarafdar oluyor. Ahali-i Buhara buralarını nazar-ı arzu ederiz. Bundan mukaddem Çinlilerin saçları hakkında bir hayli şeyler yazmıştım. Şimdi diyeceğim meşhur sözdeki “hastalık gider adet gitmez” derler. Birgün Nureddin Ahund hanesinde misafirdim beyaz sakallı gayet ihtiyar bir müslüman geldi. Nureddin Ahund bu zatı: “Çok müttakı çok sofi adamdır güzel ilmi var falan…” diye bize takdim eyledi. Biraz konuştuktan sonra –kendi adetlerine binaen– kaç yaşında olduğunu sordum. – ... varım dedi. Öteberi sohbetimiz bir iki saati buldu. Aramızda oldukça bir muarefe hasıl olduktan sonra en ziyade nazar-ı dikkatimi celbeden saçları hakkında kardeşçe bir iki söz söylemekten kendimi men edemedim: – Azizim ya şeyh dedim sohbetinizden pek mütelezziz oldum. Hakıkaten siz büyük bir zatsınız alim bir adamsınız. Fakat bazı öyle garib adetleriniz vardır ki öteden beri bu adetle me’lufiyyetiniz bunun İslamiyet’e ne derece mugayir olduğunu takdirden sizi men ediyor. İşte ez-cümle şu saç mes’elesi. Ne garib adet! Bu mecusi adetinden nasıl vazgeçemiyorsunuz? Bakınız ömrünüz dem-i va-pesine gelmiş. Yarın ecel-i mev’udunuz gelirse divan-ı Hakk’a huzur-ı Peygambere bu halde nasıl gideceksiniz? Hiç hicab etmiyor musunuz?.. Daha bazı şeyler söyledikten sonra nihayet dedim ki: – Gel müsaade et de şu şeytan kuyruğunu keselim başınıza ulema-yı İslam zineti olan güzel bir sarık saralım… Avamdan da bir iki kişi vardı onlar da tasvib ettiler: Evet dediler bu saçların ne dünyada bir faidesi var ne ahirette. Hakıkaten şu kuyrukları kesiniz de biz de sizi ta’kib edelim bunlardan kurtulalım… Okumadık ayet söylemedik hadis kalmadı. Fakat bizim hazret-i şeyhe hiçbiri kar etmedi. Ben de epeyce sıkıştırdım ama. Ne dersiniz ihtiyar zorla keseceğiz diye şüpheye düşmesin mi? Korktu. – İşim var filan… diye sıvıştı gitti. Pek acaip oldu. Ben bu saç hakkında çok söyledim. Bazıları özürler beyan ediyorlar. Fakat bu ihtiyarın o kadar saçı da kalmamış. Öyle iken yine kesmek istemiyor. Demek ki artık bu; bir tabiat olmuş. Saçsız giderse imansız gidecek gibi geliyor. Umum Çinliler böyle saçlarını gayet takdis ediyorlar. Burada “Şemsüdduha” isminde bir çocuk var. Hükumet mektebinde tahsil ediyor. Pek az Rus lisanı biliyor. Daima yanıma gelip gidiyordu. Bir gün kendisine dedim: – Çocuğum sen bu saçları kes. İyi bir şey değil. Bu mecusi adeti müslümanlara yakışmaz… – Evet ben de kesmek istiyorum dedi; fakat bizim peder razı olmuyor. Sonra çocuk gitmiş babasına söylemiş “Reşid Efendi sa-çımı kesmemi tavsiye ediyor bu mecusi alametidir diyor” demiş. O da “Öyle ise bir daha gitme olur ki zorla tutar da saçlarını keser…” diye korkmuş ve benim yanıma gelmekten çocuğu men etmiş. Çoktan beri gelmeyen Şemsüdduha’ya bir gün sokakta tesadüf ederek neye gelmediğini sordum da o bunları anlattı. Güldüm ve “Babana selam söyle dedim korkmasın kesmem. Sen dersine devam eyle!” Çünkü çocuk henüz Kur’an okumağa başlamamıştı. Saç korkusundan Kur’an’dan da vazgeçti. tabiat hükmüne geçiyor. Bizim Rusya’daki müslümanların saçını gidermeleri de bu kabildendir. Evvelce uzun saçlı bir adam görünce hayrette kalıyordu. Sonra yavaş yavaş şimdiki tarzı öğrendiler. Bunun gibi Çinliler de öğrenirler. Şimdiki halde bütün Çin’de ancak iki kişi vardır ki saçsız geziyorlar. Umum Çinliler bizim kadınlar gibi saçlarını örüp arkaya sarkıtıyorlar. Çoğu iki örgü yaparlar bazı saçı az olanlar da bir örgü örerler. Sakallarını da tamamen kırkıyorlar. Bu iki zat bundan üç sene mukaddem saçlarını kesmişler sakallarını bırakmışlar. Birisi: “Wang-fang-Jen” beldesinde “Yunus” isminde bir delikanlı. Çini ismi de “Median Chan”dir. Diğeri de bu zatın pederi Abdurrahman Efendi’dir. Çinliler bu iki zatı vaktiyle saçlarını kestikleri için katle’de’cek olmuşlar. Bi-çareler ne kadar belalar savmışlar. Hala umum Çinliler bunlara nazar-ı nefretle bakıyorlar. Yunus Efendi’ye sordum: – Ne için kestin? dedim. – Caiz olmadığını Ruhu’l-Beyan’da gördüm de onun için dedi. Demek oluyor ki Çinliler tek tük saçlarını kesmeye başlıyorlar. Bugün biri cesaret eder keser; yarın diğeri onu taklid eder; derken yavaş yavaş hepsi bu uzun kuyruklardan kurtulurlar. Bunlar ehemmiyyetsiz şeyler. Fakat garibdir milyonlarca ahaliye mukaddes akıde olmuş şimdiki halde Çinliler her şeye rıza gösteriyorlar lakin şu saç kesmek hususuna asla yanaşmıyorlar. Bizim Rusya müslümanlarında dahi bu gibi adat-ı seyyie az değildir. Buhara’da İstanbul’da Mısır’da Mekke’de Medine’de bile nice haram olan şeyler adet olduğundan umur-ı müstahsene sırasına geçmiş nice helal olan şeyler de adete binaen tahrim olunmuştur. Mesela: Ölüye nevha bütün diyar-ı Halbuki şer’an mezmumdur. Bunları beyana hacet yok. Bizim Rusya müslümanları ehl-i kitab zebihası hakkında bin üç yüz seneden beri söyleyip duran Kur’an-ı Celil’in sözünü kabul etmediler. Binaenaleyh şunu söylemek isterim ki Çinlilerin saçları ve kadınlarının ayakları bir vakt-i merhuna kadar öyle kalacaktır. Şimdilik diyeceğiz. Başka söze meydan da yoktur. Zaten bu gibi şeyleri tervic eden cehalettir. İlim gelirse hep bunlar gider. Asıl mes’ele buradadır: İlim gelecek mi?.. Şimdiki halde bütün Çin ülkesinde ilim yoktur ba-husus müslümanlarda ilim namına hiçbir şey aramamalıdır. Yalnız şu kadar diyebiliriz ki: Arzu Mesela müfti Abdurrahman Efendi mektep küşad etmiş Çin’in her tarafından talebe gelmiş hatta Çin’in münteha-yı cenub-ı garbisinde olan “Bonsai” vilayetlerinden şimal-i garbide “Shinn Fu” vilayetlerinden Pekin’e talebe gelmiş. Bunlar hep talebdir. Ama netice ne olur; o belli değildir bu hususta şimdiden bir şey denemez. Zira taleb bizim Tataristan’da da vardı. Hacı Nimetullah taliblerin başı idi; sonra Ahmed Bay ve Abdulgani Bay Hüseynoflar oldu; milyonlar sarf ettiler hiçbir netice çıkmadı. Şu halde bunların da taleblerinin sonu ne olacağı ma’lum değildir. Şu kadar ki taleb taammüm ederse dünyada her şeyin olması muhtemeldir: Ezelde Çin istikbali makdurat-ı ilahiyyeden ise Müsebbibü’l-esbab sebebini halk eder. Biz elbette Çin terakkısini samimi arzu ederiz. Her nerede olursa olsun ve herhangi millet ve mezhebden olursa olsun milel-i şarkiyyenin terakkısi bizim matlubumuzdur. Hususen Çinlilerin bize münasebeti dahi ziyadedir yetmiş seksen milyon müslümanımız var fakat burada Çinlilere Avrupa’nın nazarını da tahattur edersek mülahazaya suhulet olur: Zaman-ı kadimde Avrupalılar Çin’e “Ye’cuc ve Me’cuc” nazarıyla bakarlardı. Ehl-i İslam Deccal’den korktuğu kadar Avrupalılar Çinlilerden korkar umumen Avrupa gazeteleri müdhiş müdhiş makaleler yazarlardı. Lakin hazırda Avrupa Çin’e o nazarla bakmıyor belki yağlı bir lokmadır fakat nasıl yutmalı? diye düşünüyorlar yutmak hususundaki bu tereddüd leri de biri birinden kıskanmalarından ileri geliyor. Rekabet olmasa hemen yutmaya hazırdırlar. Çin fi-ma-ba’d Avrupa’nın mer’asıdır hep otlayacaklar. Çin cüz’i aklını başına toplayarak bir eser-i hareket gösterse gelirler bil-ittifak vururlar sonra dahi bir zaman-ı merhuna kadar yerler. Yüz milyon halkı olan Türkiye’yi iki yüz senedir yediler ta yirmi milyon kalıncaya kadar. Elbette üçyüz milyon belki daha ziyade Çin dahi yüz seneye kadar varmaz mahvolur. Zira usul-i cedid kaidesine muvafık yerler. derlerse aferin Çinlilere diyeceğimiz belki kemal-i hulus ile muvaffakiyetlerini tebrik ve takdis edeceğimiz şüphesizdir. Şu da hatırıma geldi bazı bizim gibi sade-diller düşünürler: Bu kadar büyük memleketi acaba nasıl yutarlar? Boğazlarından nasıl geçirebilirler? Pek müstahil görünüyor.. Mü’minlerin güzel kabul ettiği Allah katında da güzeldir.” Kul tedbir alır Allah takdir eder.” Evet doğrudur olduğu gibi bunların boğazlarından geçemez lakin bunu bizden mukaddem Avrupalılar da mülahaza etmişler geçmeyeceğini de kat’i surette anlamışlar binaenaleyh evvelemirde bunun esbabına teşebbüs etmişlerdir. Halen Çin dahilinde mükemmel surette Avrupalılar şimdiki halde yetiştirmek fikrine savaşıyorlar. Mançurya’yı ayıracaklar Mongolya’yı ayıracaklar Tibet zaten bütün ayrılmış hükmündedir Dong Kinh Fransızlarda. Weihaiwei Almanlarda birkaç sene sonra bunlar da azar azar tevsi’ edecekler. İcare gibi birçok bahaneler ile alacaklar. Tedrici ibtida ufak dört hükumet teşkil ederlerse sonra bunlar kendi aralarında muharebe kapılarını açarlar. Derken her biri yekdiğerine karşı ecnebiler ilticasına mecbur olarak nasıl taksim olunduğunu hariçten görmek değil kendileri bile hissetmezler. ma’nası budur. Bu ise şimdi gayet tecrübeli bir yoldur: Türkiye ne oldu? Türkiye yüz milyon nüfusu olan bir Türkiye idi şimdi Türkiye’nin karnından çıkmış kaç hükumet var! Acaba şu taksimden Türkiye’nin haberi var mı? Bulgarya bizim malımız zannederlerdi. Bundan sene mukaddem Ferdinand’a Sultan Hamid Şarki Rum valiliği senede padişah olarak çıktı. Bosna-Hersek’i de muvakkat idare edeceklerdi. O da gitti. İngilizler A’rabi nam şakıyi terbiye için muvakkaten Mısru’l-Kahire’ye misafir gelmişlerdi; temelli yerleştiler. Halen edebsiz A’rabi’yi terbiye edecekler. Canım bize ne kaldı? Cezayir dersek eli kulağındadır. Kalanı için de Sultan Hamid’e dediler: Afiyetler olsun haydi bakalım sen ye! Bizim siyasiyyun halen Türkiye taksim olunacak mı? diye mes’ele açıyorlar. Haydi bu kere de Girid ceziresini bize mı? Beş ay sonra mes’ele daha büyüyecek yara açmayacağına emin olalım mı? Benim hatırıma şu geliyor: Avrupalılar miras taksimi için feraiz kitabına müracaat etmiyorlar her memlekete doğrudan doğru asabedirler vesselam. Harp hiledir.” Buhari Maamafih bunlar hep hayaldir bunların aksi dahi muhal değildir dünyada en lezzetli ni’met tatlı hayaldir. Şu hayalden hakıkat de tevellüd ediyor. Mecmu’-ı halkı iki yüz bin nüfustan ibaret Karadağ milleti şu tatlı hayal sayesinde Türkiye’den ayrıldı müstakil bir hükumet oldu hazırda mecmu-ı askerini toplayacak olursa iki bin asker çıkarmaya muktedir değil. Böyle iken müstakil hükumet olup lede’licab Türkiye’ye yumruk da gösterebilir. Şu halde üç yüz milyon nüfusu olan Çin de terakkı ederse hiç acep değildir fakat Avrupalıların gaddar pençelerinden bünyan-ı mevcudiyyetlerini kurtarabilirlerse bu da Cenab-ı Hakk’ın büyük lütfudur… Hindistan’da tatbik edilmek üzere bundan üç sene evvel bir tensikat nizam-namesi kaleme alınmış ise de şimdiye kadar tatbik edilememişti. Bu nizam-name mucebince Hindistan hıttası muhtelif vilayetlere taksim edilerek yerli ve İngilizlerden mürekkeb me’murin tarafından idare edilecektir. Hind müslümanlarının badi-i itminanı olmak üzere Hindistan meclis-i idare-i umumiyyesinde altı müslim aza bulunacaktır. Hindistan valisine suikast vuk u unu müteakip İngiltere hükumeti bu tensikat nizam-namesini tatbik etmeye karar vermiştir. Hindistan’da vergi tahsilatı hakkında da mühim tebeddülat vukua gelecektir. Filibe’de sakin ahali-i İslamiyye geçen hafta Sultan Murad-ı Sani Cami-i şerifi avlusunda bir miting akd ederek Filibe Sancağı dahilindeki müslümanların hukukunu muhafaza etmek için lazım gelen müzakeratı icra eylemiştir. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Aralık Üçüncü Cild - Aded: Devr-i Ashabda İctihad: Zihn-i beşer hariçten havas vasıtasıyla dimağa intiba’ eden eşkali kendi isti’dad-ı fıtrisi yahud isti’dad-ı kesbisi vechile halleyler; akıbinde hasıl olan maaniyi tahlil etmek hakkında maaninin havi olduğu anasır-ı muhtelifeyi veyahud maani-i muhtelife arasında olan nisbetleri idrak ederek bir hüküm i’ta etmek hususunda birçok avamil-i dahiliyye ve müessirat-ı hariciyyenin taht-ı hükmünde bulunmakla beraber yine isti’dad-ı zatisinin te’siratından kurtulamaz. Bir cism-i mayi’ müteaddid kaplarda eşkal-i muhtelife ahzetmekte olduğu gibi intiba’at-ı hariciyye dahi ezhan-ı müteaddidede suver-i mütenevvia ahzedebilir. Çünkü umum beni beşerin havas ve dimağında olan kuvvet ve zindegi hep müsavi olmadığı gibi ezhanda olan meleke-i tahliliyye dahi hep bir olamaz: İsti’dadlar mütefavittir. Binaenaleyh mahsus vahid olmakla beraber.. Hüküm bir kısmı dahi bu suretle tahaddüs etmiştir. Bazen olurdu ki ashab-ı kiram hazeratı Fahr-i Kainat aleyhi ekmelit-tahiyyat Efendimiz’den cümlesinin ma’lumu olan bir mevzua dair ehadis-i şerife işitir ef’al ve takrirat-ı nebeviyyelerini müşahede eylerlerdi. Zamanlar geçer tekrar –vaktiyle hakkında sünnet varid olan– o mes’ele meydana çıkar fakat verilecek hükümde ihtilaf olunurdu. Halbuki o mes’ele hakkında vürud eden sünneti hepsi birden görmüş yahud işitmiş bulunuyorlardı. Fahr-i Kainat Efendimiz hazretleri esna-yı hacda Mina’dan Mekke’ye avdet ederken “Mahsab” nam mahalle iner öğle ikindi yatsı namazlarını orada eda ederek bir miktar aram ve istirahat buyurur sonra Mekke’ye dahil olurlardı. vaki’ olmuş iken irtihal-i nebeviden sonra o mevkie nüzulün sünnet olup olmadığı hakkında ihtilaf edildi. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe Abdullah bin Abbas sünnet olmayıp fi’l-i Resul’de ittifak vukua gelmiş olduğunu der-miyan eyler Ebubekir ve Ömer radiyallahu anhüma ise ol hazrete dan olduğunu söylerlerdi. Hazret-i Peygamber ashabıyla beraber umre haccı eda etmek üzere Mekke’ye dahil oldukları zaman tavaf-ı beytin evvelki üç şavtında rükn-i Yemani tarafı müstesna olmak üzere remel ederek tavaf eylemelerini emr buyurmuş ve böylece de icra edilmişti. Fakat irtihal-i nebeviden sonra bu mes’ele ihtilafa ma’ruz kaldı. İbni Abbas radiyallahu emr-i nebevinin limaslahatin vukua gelmiş olduğunu iddia eylerdi. Hazret-i Ömer Fahr-i Kainat Efendimiz’den gördükleri vechile tavaf buyururlardı. Hatta bir defa bu noktada ictihadı İbni Abbas’ın mezhebine tevafuk edenlerden bir zatın Hazret-i Faruk’a: demesi üzerine Hazret-i Ömer bab-ı ibadatta muhafazakar olduğu ima ederek: buyurmuşlardı. Bugün Allah İslam’ı hakim kılmış olduğuna göre Kabe’yi tavaf Doğru ama biz Allah’ın Resulü’ne verdiğimiz söz üzere onunla Ashab-ı kiram hazeratı Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in rekat namaz kıldığı bazıları rahilesi üzerinde bulunduğu bazıları Beyda’ya çıktığı zaman ihrama girdi diyorlardı. İbn Abbas Hazretleri bunların hepsine de hak verir; fakat ihrama girmesinin değil belki telbiye etmesinin tekerrür etmiş olduğunu söyler; ihrama girmesi ise ibtida Zü’l-Huleyfe’de yan eylerdi. başka başka kalıplara sokmuş bulunuyordu. Vak’ada her ne kadar esasen vahdet meşhud oluyorsa da ezhan-ı muhtelifenin mütalaası mes’eleye türlü renkler vererek zahirde bir taaddüd husule geliyordu. Efkar-ı mütefavitenin zihinde olan maaniyi tahlil hususunda ibraz ettikleri isti’dada göre Sünnetin zabtı hükmün illeti iki mütenakız olan eserin tevcihi hakkında vukua gelen ihtilaf sehv ve nisyan ashab-ı kiramın bazı mesail-i fer’iyye hakkında ittifak edememelerinin esbab-ı mucibesindendir. Abdullah bin Ömer radiyallahu anhüma Fahr-i Kainat Efendimiz’in Receb ayında umre haccı eda etmiş olduğunu söylüyordu. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe bunu işitince buyurdular. Kibar-ı ashabdan bir zat Hazret-i Peygamber Efendimiz’den hadis-i şerifini rivayet eylerdi; şu nass-ı hadisten anlaşıldığı üzere azabın sebebi büka olduğuna kail olurdu. Hazret-i Aişe bunu istihbar edince hadisin vürud ettiği vechile zabt edilmemiş olduğunu söyledikten sonra Fahr-i Kainat Efendimiz bir Yahudiyyenin zıya-ı ebedisinden dolayı ağlamakta olan Yahudi ailesi gördüğü zaman: buyurmuş olduğunu beyan etmekle rivayet olunan hadisi tashih buyurmuşlardı. Fahr-i Kainat Efendimiz önünden bir cenaze geçtiği zaman kıyam buyurmuşlar. Ashab-ı kiram dahi bu hali görmüş ve işitmişlerdi. Bir müddet sonra kıyam-ı nebevinin illet ve sebebini tayin hususunda ihtilaf edilerek bazıları kıyamın cenaze ile beraber bulunması melhuz olan melaikeyi ta’zim şet-engiz olan evca’ ve alamını tahattur buyurmasından dolayı kıyam ettiğini söylerdi. Tabiidir ki bu ihtimallere kail olanlar müslim ve gayr-ı müslim cenazesinin müruru esnasında kıyamın sünnet olduğuna zahib oluyorlardı. Fakat Hasan bin Ali radiyallahu anhüma bunu görünce hadisin hata olarak ta’lil edilmekte olduğu i’tikadıyla tashih zımnında: “Huzur-ı risalet-penahiden imrar edilen cenaze bir Yahudi ölüsü olup ol Hazret başı üzerinden onun geçirilmemesi Buhari Fahr-i Kainat Efendimiz Hayber Evtas gazaları esnasında nikah-ı mut’aya müsaade etmiş avdetlerinde ise bundan nehy buyurmuşlardı. Fakat şu vak’a cumhur-ı ashabla İbni Abbas radiyallahu anhüm arasında ihtilafın tekevvününe sebebiyet vermiş idi: İbni Abbas “Evvelki müsaade ilca-yı zaruretle vukua gelmiş olup sonra ısdar buyurulan nehy ise artık zaruretin mündefi’ olduğunu i’landan ibarettir” diyordu. Cumhur-ı ashab ise nehyin evvelki ibahayı nasih olarak vürud ettiğini derme-yan eylerlerdi. Görülüyor ki ahkam-ı celile-i fıkhiyyede olan ihtilaf ve teşettüt-i ara irtihal-i nebeviden sonra devr-i ashabda başlıyor. Bunun için daha pek çok avamil-i ruhiyye ve te’sirat-ı muhitiyyenin icra-yı nüfuzuyla beraber ictihadın dahi pek çok ve külliyetli müdahalesi mevcud olduğu meşhud oluyor. Hatta denilebilir ki beyne’l-ashab tekevvün eden ihtilaf fiyye ictihadın gizli bir mukaddimesini teşkil etmiş; binaenaleyh lerin vücudu inkar olunamaz. Arz edilen emsilede görüldüğü vechile ihtilafların üst perdeleri bir derece açıldığı gibi hemen ya bir sehv ve nisyana yahud hataen icra edilmiş bir zabta yahud indi bir te’vile… tesadüf olunur. Fakat bu kusurlar şahsa ait olmakla beraber kendisi üzerine bir ictihad binaenaleyh bir hükm-i şer’i bina edilmiş oluyor. İşte şer’-i şerife te’sirat-ı şahsiyye böylece nüfuz etmiş bulunuyor. İhtilaf ediliyor. Tabiidir ki müctehid için bu hal bir zelle bir hata sayılır. Fakat bu hatası hüsn-i niyetine bağışlanır indallah mes’ul olmaz. Belki bezlettiği zahmet ve meşakkatinden ve hulus-ı niyetinden dolayı me’cur olur. Zaten bir insan için o avamil-i hafiyyenin tesiratından kurtulmak pek ziyade müşkil yahud büsbütün imkan haricindedir. Onun için müctehid hatasında ma’zur görülür. Beyne’l-ashab ihtilafın meydana çıkması her ne kadar hafiyyesi ta Asr-ı Saadet’te ihzar olunmuş idi. Beyne’l-ashab tekevvün eden ihtilafatın gizli izleri asar ve sünenin mişkat-ı nübüvvetten ahz u iktibas olunduğu güne dakikaya kadar lini alarak bir halet-i nefsiyye bir cilve-i ruhiyye olmak üzere nazar-ı tetebbuumuzdan ihtifa ettiği görülüyor. Yoksa beyne’l-ashab vukua gelen ihtilafat-ı ilmiyyede ağraz-ı şahsiyye levsiyyatına boyanmış ellerin gaye-i emeli arzu-yı nefsaniyyesine vüsulden ibaret efkar-ı redie erbabının fırka kavgalarına siyaset gürültülerine karışmış menfaat-perestana mahsus desiselerin zerreten-ma müdahalesi olmamıştır. Daha ashab-ı kiram devrinde din şeriat pek ziyade mukaddes bilinir ağraz-ı şahsiyyeye alet edilmezdi. Ebubekir ve Ömer radiyallahu anhümanın hilafetleri devrinde ümmet içinde nifak ve şikak yüz göstermemiş olup henüz sulh u salah devam ediyordu. Osman radiyallahu anhın devrinden itibaren ümmet fitne fesad büsbütün alev-riz-i iştial olmakta bulunmuştu. fitne ve fesad ile geçiyor. Devr-i ashab nihayet buluyor; fakat o hal-i esef-iştimal hep uzanıp gidiyor. Maazalik şu ahval-i müessifenin ilm-i celil-i fıkha bir te’sir icra ettiği henüz müşahede edilmiyordu. İlim daha salim olarak açılmış olan çığır üzerinde terakkıye doğru hareket ediyordu.. Ümmet arasında ilme kıyabilecek siyah yürekli bed çehreli yüzler henüz görülmüyor; meşagil-i hususiyye mesai-i umumiyyeye yardım eden eller arasında henüz tahrif-i ilme vasıta olabilecek haydut pençeleri mahsus olmuyordu… İlim din henüz salim bulunuyordu. Zaten ulema-yı ashab daima –galip mağlub– taraf-ı hakta sebat eder; haksız addettikleri tarafa hiç karışmazlardı. Bununla beraber hak olduğuna şüphe ettikleri işe hiç iştirak etmezlerdi. Ulema-yı ashab ekseriyet üzere bitaraf kalıyorlardı. Hatta Ammar bin Yasir İbn Ömer radiyallahu anhümayı Hazret-i Ali tarafına da’vet ettikleri zaman Hazret-i Abdullah: “Ben öyle ahali-i İslamiyyenin yekdiğeri arasında vuk u a gelen mukateleye iştirak edemem” diyerek da’vet-i mezkureyi reddetmişlerdi. Hazret-i Ali bizzat kendisi işin içinde bulunurdu. İkinci sınıf fukahadan olan Ebu Hureyre Ebu’dDerda radiyallahu anhüma nasılsa kandırılarak Muaviye tarafını iltizam edermiş gibi görünmüşlerdi ise de işin iç yüzüne vakıf olunca hemen bundan çekilmişlerdi. Ümmü’lmü’minin Hazret-i Aişe nasılsa kandırılmış Hazret-i Ali’nin aleyhine olmak üzere teşekkül eden Talha ve Zübeyr hazeratının fırkalarına dahil olmuştu. Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri dahi gürültülere iştirak etmemiş; Ebu Musa el-Eş’ari dahi bitaraflığa meyyal görünüyordu. Hele Muaviye tarafında ekabir-i ulema-yı ashabdan hiçbir zat yoktu. Demek istiyorum ki ulema-yı ashab alelekser umur-ı siyasiyyeye hayat eylemişlerdir. Din şeriat daha o vakitlerde ağraz-ı şahsiyyeye alet edilmiyor; ilim serbest bulunuyordu. Binaenaleyh o zamanlarda cereyan eden ahval-i müessifenin beyne’l-ashab füruatça vukua gelen ihtilafta medhali olmamıştır. Mehib ordularıyla daha göz önünde duran mevkib-i hümayunuyla Avrupa içerlerinde timsal-i kudret gibi tecelli eden hatt-ı ric’atin bu’diyetini askerin yorgunluğunu vazifesinin ehemmiyetini mesuliyetin büyüklüğünü ve maazalik daima muvaffakkıyeti daima hedefi düşüne düşüne gözüne uyku girmeyen Sultan Süleyman-ı Kanuni’nin ilk Avrupa seferinde muzaffer ordusuna hücum emrini vereceği günün sabahı ales-seher otağ-ı hümayunu önünde hıçkıra hıçkıra ağlayarak ve eyadi-i tazarru’unu açarak: – Bi-hudud azametlerin malik-i mutlakı Rabbim! Şerik ve naziri olmayan nam-ı Sübhani’ni i’la ve evamir-i ilahiyyene tebean adaleti tatbik ve icra için tevfikat-ı Rabbaniyyene mücahid kullarını mahzun kılma… Nam-ı Celaline nisbetle bir karınca kadar kuvveti olamayan muvahhid kulların beşerin Zafer şan u şeref senindir mücahid kullarını mahzun buyurma ya Rabbi.. diye dualar ettiğini gören sadr-ı azamı zannederim tık yerin menaatını yorgunluğunu unutur her nefer ahenin bir azim dolu bir ma’neviyyetle koşar hedefe ileriye vazifesi başına zafere koşar ve bulur.. O hakimiyetler o galibiyetler ilim ve amelin neticesi değil mi? Ve şu hep bildiğimiz suk u tlar hezimetler cehil ve keselin neticesi değil mi? Zavallı Gülistane’yi anası babası evlendiriyor da kocası olacak adamın müslüman olmadığını bilmiyor.. İhtimal ki o biçare adamcağız da kendisinin hıristiyan olduğundan haberdar değil.. İşte derdin büyüğü burası.. Alemin mu’tekadat ve hissiyyat-ı vicdaniyyesine karışmak gibi faydasız ve abes bir fikri okşamak istemediğimi tekrar ederim. Mes’ele müslim gayrimüslim olmak mes’elesi değildir ve maksud-ı asli mecma-i beşerde hayat-ı ictimaide ilcaat-ı tabiiyye veya müessirat-ı dahiliyye veya hariciyye dolayısıyla tevellüd eden emrazdan –ki dini ilmi iktisadi siyasi maddi ma’nevi taazzuvunu –aczime bakmayarak– teşrihtir; ma’lumu i’lamdır.. Her şeyden ziyade ve her şeyden evvel muhtaç olduğumuz terbiye ve tahsili terbiye-i İslamiyye terbiye-i Osmaniyyeyi lazımsa Afrika’daki vilayetimiz için Suriye ve Ceziretü’l-Arab nayii ve ilmiyle meşhur olan Musul ve Bağdat havzasını yahud daha umumi bir bakışla küçük Asya’nın İskenderun Körfezinden Basra Körfezine bir hatt-ı ufki çizerek vücuda getireceğimiz etekleri Bahr-i Ahmer ve Bahr-i Muhit-i Hindi’ye kadar uzanan Avrupa henüz mezheb münazaatı Papa münakaşatıyla uğraşırken bahriyyunumuz bu denizleri cevelan-gah ittihaz eylemiş ve hatta namdar bir amiralimiz Hind’in bir iskelesinden Bursa’ya kadar gelmek ve büyük Asya’yı kısmen dolaşıp müşahedatını zabteylemek ve bu suretle denizde kaybettiğini karada kazanmak gibi yararlıklar göstermişti. Kıt’a-i arzı adayı –ki ser-a-pa müslim ve muvahhiddir– göz önüne getirip la-akall onbeş milyon beni beşerin –ki bir vakitler yalnız bir parçası bu adedin iki misli nüfusu besleyen bir hükumet idi– hüdai nabit otlar gibi bu kocaman adada doğup büyüdüğünü ve yine toprağına karıştığını ve bunların terbiye-i fikriyyeleri için şimdiye kadar “teşebbüs” denebilecek hiçbir hareket yapamadığımızı yapmadığımızı düşünecek olursak mes’uliyetimizin büyüklüğünü ve ne kadar çok ve medid çalışmak ihtiyacı karşısında bulunduğumuzu görürüz ki bu vazife doğrudan doğruya ulema-yı millete ait olsa gerektir.. İhtiyacat-ı medeniyyemizin bu derinliklerini ve meydanı boş bulan Katolik ve Protestan misyonerlerin mesaisini görüp hisseden Mısır’daki Camiü’lEzher’in yetiştirdiği efazıl-ı ulema-yı İslamdan Şeyh Ahmed Abbasi el-Ezheri Efendi hazretleri her tehlikeye her meşakkate tahammül ederek on on beş sene mukaddem Beyrut’ta vaz’-ı esasına muvaffak olduğu mektebi Medresetü’lOsmaniyye’siyle misyoner istilasına müdafaaya başlamış ve bu necip hizmetiyle fariza-i ictimaiyyesini bi-hakkın yerine getirmiştir. Elif-badan başlayan ve müddet-i tahsili sekiz sene olan bu medrese “terbiyye-i İslamiyye” esasına müstenid ve şakirdanı Fransızca İngilizce tekellüm ve kitabet eder; fünun-ı ma’lumeyi ahval-i alemi az çok öğrenir anlar; şehadet-nameler her sene muntazaman müstehıklarına verilir nutuklarında mübahaselerinde ilim ile İslamiyet’in müterafık olduğunu saadet-i beşeriyye yani medeniyyet-i hakıkıyye demek İslamiyet demek iken biz asr-ı hazır müslümanları bu ni’met-ı uzma-yı Rabbaniyyeyi takdirden ve esbab-ı husulüne tevessülden pek tebaüd ettiğimizi medeniyet-i hazıra-i beşeriyye ile İslamiyyet’in sıhriyyetini bir vakitler ulema-yı İslam’ın “muamma-yı hayat”ı halletmek “terbiye-i fikriyye ve ahlakiyye”yi i’la eylemek için nasıl çalıştıklarını ve sonra nasıl arızalarla inhitatlara düşüldüğünü ve olduğunu müstemiine ifhama çalışırlar. Beyrut’ta az çok belirmeye başlayan ve tek tük göze mesaisidir. Fakat bu bir adamın gücü kuvveti bizi saran zulümat-ı cehli yarmaya kafi mi? Heyhat.. Sümme heyhat!.. Beyrut’un “Re’s-i Beyrut” caddesinden şehrin içerlerine doğru şöyle gidecek olsak Medresetü’s-Suriyyeti’l-İnciliyye Medresetü’l-İskotlandiyyetil-İngiliziyye Medresetü’l-KatolikiyyetilAlmaniyye Medresetü’d-Diyakos Medresetü’l-Kadis Yusuf Medresetü’l-Yesu’iyye’ye ve daha bu saydıklarımın ez’af-ı muzaafına müsadif oluruz. Makalemizin mevzuu Beyrut’taki klerikal mektep ve medreselerin enva ve derecatını ta’dada ma’tuf olmadığından ve bunların kıymet ve mahiyetini maarif nezaret-i celilesi bizden iyi bilip cereyan-ı tabiisine bir şekl-i kanuni vermeye elbette çalıştığından biz yine sözümüze ric’at eder ve deriz ki: Bu muhteşem binalar arasında boynu bükük yetim gibi değil seher yıldızı gibi duran Medresetü’l-Osmaniyye sizden ey ulema-yı İslam nazireler görmek istiyor.. Teşebbüs amel bekliyor; bir değil bin Medresetü’l-Osmaniyye vatanımızın her köşesinde parlamaya başlamadıkça biz mevcudiyet-i siyasiyye ve ma’neviyyemizi muhafaza ve idamede pek güçlük çekeriz; ve diyebilirim ki sevkıyat-ı askeEn büyük zenginlik ilimdir.” En kıymetli değer edeptir.” riyyeden ziyade teşebbüsat-ı ilmiyye vaziyet-i siyasiyyemizi takviye edecek ve bizi birbirimize tanıtacaktır. İsyan eden cehildir onu imate edelim onun belini kıralım.. Bu lafla olmaz; fedakarlıkla zahmetle meşakkatle olur. Bu fesih ve mukaddes vatanın çocuklarını şimdiden medreselere mekteplere komazsak zaten dolu olan hapishanelerimizde yer bulunamaz olur ve yarın mazbut hapishaneler yapmaya mecbur olacağımıza bugün muntazam mektep medrese yapsak daha karlı çıkarız. Milletine istinad eden hükumetler hükumetini kendisi teşkil eden milletlerde mikyas-ı temeddün köyler köylüler göçebe halinden bile kurtulamamıştır. Asker olan vergi veren koyu cehaletin derin kuyularında yaşayan bu kuzu gibi insan sürüleri ulviyet-i İslamiyyeyi ni’met-i hürriyyet ve meşrutiyyeti öğrenmek için ey ulemayı kiram şimdiye kadar ne düşündünüz neye teşebbüs buyurdunuz nerelerde mektep medrese açtınız? Nerelerini gezip dolaştınız?.. Ne zaman ki en büyük alimimiz en küçük köyümüzde böyle bir teşebbüs-i umranide bulunur ve her şeylere katlanarak ve senelerce uğraşarak mesaisini semeredar ederse o zaman biz hürriyetimizin sahibi oluruz.. Ey hazineler değer dimağ sahibi ulema-yı kiram! Siz yükseldiğiniz tabaka-i idrakten Osmanlı milletini Osmanlı hükumetini teşkil eden ve Rumeli’de Anadolu’da Kürdistan’da Arabistan’da Afrika’da küme küme biriken insan yığınlarına kuş bakışıyla bakınız ve –lütfen inayeten– bari zihnen bunların arasına ininiz; ecnebi muhitlerdeki ulemanın milletlerine olan hizmetlerini düşünmeye hacet kalmaksızın seviye-i idrakimiz noksanlarımız göz göze bütün meraretiyle çarpar. Bir tair-i kudsiyi uçurdun yuvasından Bir lane-i aramı tebah eyledin ey mevt! Bir gonce-i ne’şküfteyi pa-mal-i hazanın Bir hacle-gehi hak-i siyah eyledin ey mevt! Sokakta sade bir “Amin!” sadasıdır gidiyor: Mahalle halkı birikmiş imam dua ediyor. Basık bir ev; kapının iç yanında bir tabut Başında inleyen avazı dinliyor mebhut. Denildi: “Fatiha!” amin kesildi bir gizli Cebin-i hüznünü bir kerre okşayıp indi; Deminki zemzemeler bir zaman için dindi. Duyuldu sonra imamın nida-yı mağmumu Diyordu: – Söyleyin Allah için şu merhumu Nasıl bilirsiniz ey müslümanlar? – İyi biliriz! – Yarın huzur-ı İlahi’de toplanıp hepiniz Bu yolda hüsn-i şehadet edersiniz ya? – Evet! – İmam Efendi helallık da iste merhamet et... – Helal edin hadi öyleyse şimdi hakkınızı! – Helal edin hadi bekletmeyin adamcağızı! Cemaatin yüreğinden kopup “Helal olsun!” Nida-yı safveti birden cenaze ah-ı derun Misali uğrayıp evden fezada yükseldi. Başörtüsüyle kadınlar gözüktü pencereden: – Bıraktın öyle mi en sonra kardeşim bizi sen! – Yıkıldı dostlar evim barkım.. Ah gitti kocam!.. – Dayım melek gibi insandı ben nasıl yanmam! – Tamam otuz senedir komşuyuz da bir kerre Kızıp da “ey!” demiş insan değildi hemşire! – Zavallı Remziye! Boynun büküldü evladım.. – Babam ne oldu? – Baban... Öldü! – Etme Ayşe Hanım! Bu söylenir mi ya? Hicran olur zavallı kıza... – Ayol! Şu öksüzü bir parçacık avutsanıza.. Açın da cumbayı etrafa baksın ağlamasın.. Göründü cumbada baktım ki tombalak sarışın Sevimli bir küçücek kız.. Beşinde ancak var. Donuk yanakları üstünde parlayan yaşlar Zavallının eriyen ruh-ı bi-günahı idi! Benim o mersiye yadımda ağlıyor ebedi. Sefine-pare ki sırtında mevc-i bi-hissin Yüzer.. Önünde ademden nişane bir engin Çeker durur onu sahil-cüda açıklarına Bakar mı bir taşın üstünde durmuş ağlayana? Cenaze duş-i cemaatte çalkalandıkça O tahta-pareye benzerdi düşmüş emvaca. Nasıl duyar ki uzaklarda inleyen kadını? Nasıl görür ki yetimin huruş eden yaşını? Bu hay u huy-ı kıyamet-nümun içinde söner Samim-i hilkati suzan eden enin-i beşer! Değilmiş öyle geniş nalenin hududu meğer: Sokak bitip dönülünce kesildi matemler. O tahta-pare-i camid o iğbirar-ı samut Güzer-gehindeki eşbahı bir mehib sükut Zemine bakmıyor artık sema deyip gidiyor. Bu mahmilin neye sık sık değişsin efradı Suali fikre büyük bir hakıkat anlattı: Evet beka ezecek cism-i zar-ı faniyi Vücud çekmeyecek ömr-i cavidaniyi. Bu bar-ı müdhişin altında titreyip dizler Dayanmıyor üç adımdan ziyade duş-ı beşer! Ağır ağır gidiyorken cenaze kafilesi Nihayet oldu musalla birinci merhalesi. Çıkınca üstüne son minberin hatib-i memat Açıldı dide-i im’ana perde perde hayat. Serir-i vapesinindir şu bi-perva uzanmış taş Ki nermin hab-gahından çıkar bir gün vurursun baş! Elinden yok halas imkanı madame’l-hayat uğraş.. Senin bir sedd-i rahındır aşılmaz.. Muktedirsen aş! Musalla: Müncemid bir mevcidir eşk-i yetimanın! Musalla: Ahıdır berceste matem-zar-ı dünyanın! Musalla: Minber-i tebliğidir insana Yezdan’ın.. Musalla: Ders-i ibrettir durur pişinde irfanın. Bu minberden iner nasuta en müdhiş hakıkatler; Bu yerden yükselir lahuta en halis kanaatler. Civarından geçer zulmette bi-payan hayaletler: Kefen-ber-duş geçmişler kalan uryan sefaletler! Babam kardeşlerim evladım amcam.. Belki bunlardan Muazzez bildiğim kıymetli birçok yar-ı can el’an Bu taştan atfeder zanneylerim dünyaya son im’an.. Benim ruhum bu heykelden duyar hamuş bin efgan! Serir-i saltanatlar devrilir alt üst olur dünya; Müşeyyed burc u barular düşer bir bir bu taş hala Zamanın dest-i tahribiyle durmuş eyler istihza! Bütün mevcuda hakim bir adem timsalidir guya. Namaz kılındı dua bitti. Karvan yoluna Düzüldü taht-ı mematın girip birer koluna. Bu ahiret yolu ancak yarım saat sürdü; Girince alem-i emvata yolcular durdu. Cenaze indi omuzdan yavaş yavaş; sonra; Sokuldu servilerin ortasında bir çukura. Atıldı üstüne üç beş kürek izam-ı remim: Kabardı sine-i gabrada bir hurac-ı elim! Evet çıban ki yatan duymuyorsa dehşetini Dönün de arkadakinden sorun fecaatini! Sükun içinde uyurken şu bir yığın toprak Japonların imparatorlarına karşı perverde eyledikleri hiss-i muhabbet evladın ebeveyn hakkında perverde ettiği hiss-i muhabbetle mahiyeten müttehid olup Japonları mevki’-i kadar vardırır; imparatorun evamirine şekl-i mutlakıyyet kat’iyyet iktisab ettirir. Hatta “Tokyo” Darülfünunu muallimleri gibi Avrupalılar derecesinde vaye-mend-i irfan u kemal olan zevat bile akaid-i diniyye sırasına geçen bu fikrin husulüne şüyuuna cevaz vermezler. Çinlilerin usul ve kavaid-i mer’iyyeleri iktizasınca imparator ahalinin anası babası mesabesindedir. Bütün memalik-i şarkiyyede ebeveynin evlat üzerinde hakk-ı hayat ve mematı var. Yani ebeveyn lede’l-icab evladını öldürebilir. Japonların imparatora karşı olan muhabbet ve sadakatleri perestiş-i ecdad usulünün bir şekl-i tafsilisidir. Vatan muhabbeti de ayn-ı histe mündemic ayn-ı hissin emvatın hakister-i ebdanından müteşekkil değil mi ya? O arz-ı mukaddes hiçbir zaman istilaya ma’ruz olmadığı gibi ma’ruz olmak ihtimali de yoktur. Hatta Moğol hükümdarlarından Kubilay Han sekizinci asr-ı miladinin nihayetlerine doğru Japonya’yı memalikine ilhak etmek ister; bunun için Japonya’ya sefirler gönderir Japonlar sefirlerin teklifine gayet kestirme bir cevap verirler yani gönderilen iki sefirin kafalarını keserler. Sonra da umumen kıyam ederek Kubilay Han tarafından memleketlerini istila için gönderilen donanmayı mahv u perişan ederler. Japonlar gayet sade bir kaideye tabidirler pederlerine nasıl itaat ederlerse Cenab-ı Hakk’ın yeryüzünde vekili nazarıyla baktıkları imparatorlarına da öylece muhabbet hürmet ederler. Japonya’yı bid-defeat kana boyayan birtakım iğtişaşat bu fikrin nakızini müeyyed gibi görünüyorsa da misal olmak üzere irad edeceğimiz vak’a-i atiyye bu tenakuzun hakıkı olmayıp zahiri olduğunu isbat edecektir. Bin sekiz yüz yetmiş altıda Japon ordusu başkumandanı olan Mareşal “Saigo Takamori” imparatora karşı fart-ı sadakatinden dolayı en benam rical sırasına geçmiş Japonya ordusunun Avrupa usulü vechile tensiki hakkındaki arzusunu hayyiz-i fi’le isal etmek merakına düşmüş idi. Gerek kendisinin gerek evvelce Fransa’dan celbedilen muallem zabitanın mesai-i vakıalarıyla yetmiş bin kadar muallem askerden mürekkeb bir kuvvet teşkil edildi o esnada Japonya’da Avrupalılar aleyhine bir hareket zuhur ve “Haiku” isyanını Fakat tedabir-i müessire ittihazıyla bu ihtilal bastırıldı ise de Mareşal “Saigo” hükumetin Avrupa efkarına fart-ı temayül saikasıyla girive-i hataya saptığına zahib oldu. Halbuki bidayeten bu efkarın kabulüne tehalük gösterenlerden biri de kendisiydi. Mareşal “Saigo” Japonya adat-ı milliyyesiyle an’anat-ı kadimesinin tehlikeye düşmesinden korktu. Efrad-ı maiyyetinden kırk bin kişi alıp kendi tensik-kerdesi olan Japon ordusuna hücum etti. Japonlar buna “Satsuma” isyanı derler. Bu isyan sekiz ay kadar sürdü. İki taraftan birçok kimseler telef oldu. Son muharebede “Saigo”nun maiyetindeki efraddan on sekiz bin kişi adem-abada gitti. Kendisi de kalçasından yaralandı; diri diri düşman eline geçmemek için kendi maiyetindeki adamlardan birine başını kestirdi. El-yevm Tokyo’nun “Ueno Park” denilen gayet güzel bir mevkiinde imparatorun emriyle bu adamın heykel-i nim-endamı rekz edilmiştir. Zira muhaliflerin hareket-i vakıaları hükümdara karşı isyan değildi; imparatora karşı silah be-dest-i tecavüz olmakla aldanmış olmaları melhuz idi. Onlar hareket-i vakıalarıyla imparatora tebea-i sadıka sıfatıyla hizmet ediyoruz zannediyorlardı. Böyle bir hatada hizmetlerini takdire ba-husus “Saigo”nun namını heykel rekzi suretiyle enzar-ı ammeye karşı teşhire mani olmamak lazım gelirdi. Nitekim mani de olmadı. Avrupalılar Japonların derecesini diğer bir sebepten dolayı takdir edememişlerdi. Avrupalıların i’tikadınca Japonya’da biri dini diğeri siyasi olmak üzere iki imparator vardı. Avrupalılar müddet-i medide bu i’tikadta bulundular bu i’tikadın bid-defeat netaic-i seyyiesi görüldü. Süfera “haşmet-meab” ünvanını verdikleri “taikun” yani siyasi imparatora müracaat onunla birtakım mukavelat akd ederlerdi. Halbuki imparatorun mührü olmadığı yoktu. “Taikun”ların asıl ünvanı “shogun” idi ki ma’nası “serdar” demektir. “Shogun”lardan bazıları ecnebilere karşı kendilerine daha ziyade bir paye vermek için “Taikun” büyük prens ünvanını aldılar. Fakat taikunların hiçbiri imparatorluk iddiasında bulunmadı. Japonya’da daima bir imparator vardı bazen haiz-i nüfuz olmamakla beraber yine onun namına icra-yı hükumet edilirdi. Yalnız kuvve-i icraiyye “taikun”da teşahhus etmişti. “Taikun”un icraatına karşı itiraz edilebilir fakat imparator sıfat-ı kudsiyyeti haiz olduğundan ona karşı şakk-ı şefe edilemez idi. Japonlar bu iki kuvveti asla birbirine karıştırmadılar; ahalinin sadakati muhabbeti daima imparatora “Shogun”luk tarihinden senesine kadar devam etti yedi yüz seneden ibaret olan bu müddet zarfında milletin ahlakı ma’neviyatı üzerine azim bir te’sir icra eyledi. Japon tarihi beşinci asr-ı miladi nihayetine kadar efsaneden mezhebinin Japonya’ya ithali tarihi olan beş yüz elli beş sene-i miladisinden itibaren müdevvenat-ı mahfuza sayesinde metin esaslara istinaden tedkıkat intikadat icra edilebilir. Japonya’ya “Buda” mezhebiyle Çin medeniyeti Çin medeniyetiyle de –bakiyye-i eyyam-ı zindeganilerini ibadat u taata hasretmek üzere– hükümdarların saltanatından feragatleri adeti girdi. Bu adet kurun-i vustada imparatorların nüfuzuna bir dereceye kadar sekte iras etmiş idi. Sekizinci asrın evahirinde hükumet Çin usulü üzere tensik edilmiş idi. Bu usul iktizasınca “ibnü’s-sema” olan hükümdarın kendisine karşı mes’ul bir hey’et-i vükelası var idi. Tatbikat nokta-i nazarından hükumetin bu şekl-i mutlakiyeti hakıkı olmaktan ziyade zahiri itibari idi. Japonya’nın şekl-i ictimaisi usul-i idaresi bütün hükumat-ı ti. Derebeyleri zir-i idarelerinde bulunan mahallerin zabt u rabtını kendileriyle maiyetleri tarafından ibraz edilen cebr ü şiddetle te’min kurun-i vustadaki baronlar gibi daima birbirleriyle muharebe ederler idi. Bunlardan bazıları silah kuvvetiyle fevkalade kesb-i nüfuz ve kuvvet ettiler. Ez-cümle derebeylerinin en sahib-i nüfuzu olan “Fujivara” ailesi altı yüz yetmiş tarihinden bin elli tarihine kadar hükumetin zimam-ı umurunu yed-i temşiyetinde tuttu. Bu ailenin erkanı en mühim hizmetlere ta’yin kızları da Uzakta duran diğer derebeyleri rahat durmadıklarından mücadele eksik olmazdı. Bu mücadelat-ı mütemadiyye neticesinde “Taira”lar “Minamoto”lar namıyla iki büyük fırka zuhur etti. Bunlar on birinci asrın nısf-ı ahiriyle on ikinci asrın nihayetine kadar zimam-ı hükumeti ele almak için mücadeleden müşacereden hali kalmadılar. O zaman kim en kuvvetli askerle memleketi zabtedip araziyi maiyetindeki efrada tevzi ederse hükümdar o olurdu Tairalar bin yüz seksen beş tarihinde külliyyen inkiraz bulduktan sonra zimam-ı ne geçti; imparator buna “Shogun” ünvanını verdi. Ahlafı da bu ünvan ile yad olundu. Bin beş yüz doksan ikide “Hideyoshi” namındaki shogun vadi-i temerrüdde puyan olan sair derebeylerini tedmir Kore’yi teshir etti. Çin’i de kabza-i tasarrufuna geçirmek tasavvurunda iken beş yüz doksan sekizde kabza-i mevt-i bi-emana teslim-i giriban etti. Müteneffiz derebeylerinden “Tokugawa” “Hideyoshi”nin oğlunu babasının sarayından dışarı attı; rahat durmayan derebeylerini tenkil bunlardan kalan emval ve emlakin kısm-ı a’zamını kendi adamları beyninde taksim etti. Fakat bu suretle tedib ve tenkil edemediği “Satsuma” ve “Choshu” ailelerine birtakım tahsisat i’ta ederek memlekette iade-i asayişe muvaffak oldu. İmparatora karşı riayette kusur etmediğinden “Tokugawa”ya imparator tarafından evladına da intikal etmek üzere “Shogun” ünvanı tevcih olundu. Japonların fikri bu usul ile işba’ edilmiş bu usul-i idare beynlerinde kök salmış idi. Derebeyliği zamanında Japonya ahalisi dört sınıfa taksim edilmişti. Bunlardan biri zadegan sınıfı diğerleri de köylülerle erbab-ı san’at ve ticaret sınıflarıydı. Arazi sahibi olan derebeyleri müstahkem şatolarında ikamet ederler bazı tekalif mukabilinde efrad-ı maiyyetlerini himaye eylerlerdi. Bunlar için muharebe ihtiyacat-ı zaruriyyedendi. Böyle muhitlerde terbiyyet-pezir olan çocuklarla “Samuray” denilen asker sınıfının nuhbe-i amali gaye-i fikir ve hayali de şan u şeref kazanmaktan ibaretti “Samuray”lar haiz oldukları sıfat-ı askeriyyeden dolayı zadegandan ma’duddular. Çünkü Japonların fikrince bütün zadeganın asker olması bütün askerlerin de zadegandan addedilmesi lazım geliyordu. Bunların gaye-i ta’lim ve terbiyeleri meşgaleleri cengaverlikten mile üzere bulunmak i’tikadı kendilerince din kadar haiz-i kuvvet idi. İçlerinde bunun aksini tahayyül bundan tecrid-i nefs eden kimse bulunmaz idi. Japonya’da “düello” yerine “harakiri” denilen intihar adeti kaim olmuş idi. Hakarete duçar olan bir adam iade-i namus için intihar ve bu suretle kendisini tahkır eden kimseyi de intihara mecbur ederdi. Bu hal Japonların fart-ı metanet ve cesaretlerine delil olan bu adet hala caridir. İntiharlar da mecburi ihtiyari namlarıyla ikiye ayrılır. Mecburi dan biri idama mahkum olursa cellat elinde ölmemek için bedlerde vuku’ bulur. Birtakım ekabir de şahid sıfatıyla mahall-i teveccüh noktasına çevirir diz çöker yenlerini dizlerine bağlatır çünkü zadegandan olanların ba’del-intihar be-hemehal yüzüstü düşmeleri lazımdır. Müntehir karnının sol tarafına bir bıçak sokar yavaş yavaş bunu sağa doğru çeker. Yanında duran müntehirin bu hareketini noktası noktasına ta’kib eden bir dostu da birden bire ayağa kalkarak kılıçla müntehirin başını keser. El-yevm kaldırılmış olan bu adetin avdet etmek ihtimali varsa da ihtiyari intiharlar el-yevm vakidir. Bir memlekette din-i mübin-i İslam’ın kuvveti o memleket ulemasının iktidar ve i’tibarı nisbetindedir. Ulema-i İslam ahkam-ı İslamiyyenin hikmet ve hakıkatini halka tefhim edemez de aklına gelen safsataları din namına kabul ettirmek sevdasına düşerse dine hizmet değil belki ihanet etmiş olacağı gibi allame de olsa haysiyeti olmayan bir alim matlub hizmeti ifa edemez. Şimdiye kadar gerek heyakil-i müstebide ve gerek efrad-ı ahali nazarında yok diyecek dereceye gelen haysiyet-i ulemayı tamamıyla iade etmek ve yani eltaf-ı meşrutiyyetten ilmiyyenin de hissesini almak bugün din-i mübin hadimleri peygamber varisleri üzerine farzı ayn gibidir. Eski za[man]larda medreseler ilmin me’hazı her türlü maarifin merkezi iken epey vakittir ki kubbe-i hamakat deniliyor mevki’-i cehalet nazarıyla bakılıyordu. İlim ve maarifi mahv ile milletin cehaletinden istifade etmek fikrinde yaşayan hükumet-i müstebide her sınıf ahali hakkında tatbikini layık gördüğü darbelerden en büyüğünü ilmiyyeye dırmak gibi bir desise ile haysiyet-i ilmiyyeyi paymal etmiş kendine mahsus olan bir kurnazlık ile hasbeten lillah okumak fikrinde bulunan talebe-i ulumu da çalışmaktan vazgeçirmişti. Hasılı ilmiyyenin vücudunu tedricen ortadan kaldırmak fikr-i batılına hemen hemen muvaffak olmuştu. Bugün bu enkaz-ı istibdad çok şükür mahvoldu. İlim ve maarifin kadrini bilecek erbab-ı iktidarın kıymetini takdir edecek bir hükumet-i meşrutayı hamd olsun gözümüz gördü. Şimdiye kadar her türlü terakkıden geri kalışımız bir ma’zerete hamledilebilirdi. Bundan sonra vuku’ bulan betaet şüphesizdir ki kendimizi yalnız kendimizi mes’ul tutacaktır. Şöyle yapacağız böyle yapacağız sözlerinin lezzetiyle dimağımız doldu. Artık yapacakları yapmak kuvveden fiile çıkarmak zamanı geldi. Sonu gelmeyecek menfaat-i şahsiyyeye kapılmayalım. Meslek namına ciddi çalışalım. Yoksa sureta çalışalım sözüyle iktifa etmeyelim yahud kendimizi çalışıyor gibi göstererek herkesi aldatmayalım. Medreselerde fünun-ı hazıranın okunmaması ve binaenaleyh bir ümid-i istikbal bulunmaması daima talebeyi medreseden soğutuyor. Biz-zarur mekteplere teşvik ediyor. Bu halin devamı mürur-i zaman vahim bir netice tevlid edecek mahiyeti haizdir. İlmiyyeyi eski haline irca etmek ve belki de mevcudiyetini muhafaza edebilmek eğer yanılmıyorsam medreselerde ulum-ı diniyye gibi fünun-ı cedideyi de mekteplerden daha mükemmel okutmak talebe ve medreseyi fevkalade intizama almak hasılı bir ümid-i istikbal te’min edip de tabiatıyla herkesi medreseye celbetmek hususunda erbab-ı ilmin gayret ve himmetine kalmıştır. Vekaleti ıslahat-ı ilmiyye için vuku’ bulan teşebbüsatıyla bütün ulemayı umum talebeyi minnetdar etmiştir. Fakat meslek-i kındaki fikirlerini şu sırada meydana koysalar faideden hali olmaz zannederim. Bu hususta en ziyade nazar-ı dikkate alınacak birkaç cihet vardır ki şu mülahazaya binaen tafsile lüzum görüyorum. Evvelen ashab-ı hayrat tarafından talebe-i ulumun idaresi teşkil ettiği halde köpeklerin bile yiyemeyeceği birkaç kaşık çorba ile birkaç fodla mukabilinde mahvolup gidiyor. Suisti’male meydan vermemek için mesağ-ı şer’iye binaen bunlar nakde tahvil edilse de talebe-i uluma maaş verilse bir dereceye kadar talebenin idaresi te’min edilmiş olur. Sermaye-i ömründen birçok vakitlerin zıyaına sebebiyyet veren el-haletü hazihi tese’ül şeklini almış olan cer sefaletinden de talebe kurtarılır. Ve harice karşı sarıklıyı ahali omuzundan geçindirmek gibi bir kirden hükumet-i meşrutamız muhafaza edilir. Saniyen: Her gün ulum-ı Arabiyyeden iki ders okuyan talebe-i uluma bir de fünun-ı cedideden ders okutulsa yevmiye üç ders okumak suretiyle on sene tahsil gören talebe-i ulum hem icazet almış ve hem de mektepten çıkmış sayılır. Fakat bu kadarla ihtiyaca kafi mükemmel alim yetiştirmiş olamayız denilecek. Evet: Mükemmel adam yetiştirmek için beş sene daha fevkalade dersler okutmak icab eder. Bu fevkalade tahsil için hiçbir işe yaramayan imaretler ve gayet şerefli mevkilerde bulunan birkaç medreseler kavaid-i şer’iyyeye tatbikan istibdal suretiyle satılıp sıhhate muhil olmayacak fevkalade medreseler yapılsa müddet-i tahsiliyyesi beş sene olan bu medreselerin bir kısmı ilm-i tefsir ve hadis ve onlara müteallik fünun-ı hazıraya bir kısmı ilm-i fıkıh ve onun levazımı olan fünun-ı cedideye diğer bir kısmı da edilse hem dine hem hükumete hem maarife hizmet edecek muktedir adamlar yetiştirilir. İmam Gazzali gibi ulemanın kendi asırlarındaki felasifelere okutacak derecede mesail-i felsefiyyeyi öğrenmeleri ve ancak bu sayede din-i mübini muhafaza etmeleri bize nümune-i imtisal olamaz mı? Dünyada hiçbir kimse görülemez ki kendi emsaline karşı bir hiss-i rekabet taşımasın. Bir babanın iki evladı arasında bile oldukça bir rekabet; babasına daha sevgili olmak için kardeşine karşı her birinde sun’i bir adavet bulunduğu inkar edilemez. Fakat bu bir meyl-i tabii bir hiss-i terakkıden ibaret olup ciddi bir adavet olmadığı yekdiğerin mahvına yahud bir beliyyeye ma’ruz kalmasına razı olmaması delaletiyle anlaşılır. İşte medreseli ile mektepliler arasında da şu rekabet tamamıyla hükmünü icra etmeli ve fakat ma’kul olan dereceyi geçmemelidir. Zaman-ı sabıkta olduğu gibi mekteplerde ulum-ı diniyye ihtimamlı tutulmaz medreselerde fünun-ı hazıradan hiçbiri okunmazsa rekabetin fikr-i terakkınin vücuduna kim kail olur? Bir mektepli ulum-ı diniyyeyi daha ziyade bilirse dinsizlikle itham etmek isteyen talebenin ağzına tokat vuramaz mı? Bir medreseli fünun-ı cedideyi de kemaliyle görmüş olursa iki buçuk yaldızlı söz altında mahcub te’min-i istikbalden mahrum kalır mı? Salisen: Şu on beş sene on beş sınıf itibar edilip de kura gayret uyanır. Esnan dahili olmayanlar tavla oyunundan vazgeçer. Hayır hayır ya okur adam olur ya çıkar aile teşkil eder. Medreselerde oda işgal eden devlete millete faydası olmayan bir sürü ahali hükumete vergi ve asker tedarik eder. Sanatsızlıktan kudemalıktan kurtarmış olur servetimiz nüfusumuz tezayüd eder. taların tafsiline lüzum görmediğim için altmış bendi havi tertib ettiğim programı kariin-i kirama takdim ediyorum. Tenkıd ve ikmali erbabına muhavveldir. - Bila-özr bir sene medreseyi bırakıp terk-i tahsil eden talebe-i ulumun kayıdları terkın edilmeli. Mazeret-i meşruasını veyahud başka mahalde tahsil-i ilm ile iştigal eylediğini evrak-ı resmiyye ile isbat eden talebe tekrar sınıf-ı sabıkına kabul olunmalıdır: - İcazet almış olup da iki defa ruus imtihanına girmemiş veyahud ikisini de kazanamamış olan talebe medreseden çıkarılmalı. Yalnız ruus imtihanına girmek hakkını muhafaza etmelidir. - Maaşlı imamet hitabet muallimlik kayyımlık hafız-ı kütüblük vazifelerinden başka hidemat-ı ilmiyyede bulunan talebe-i ulum talebeliğine zarar gelmemek şartıyla medreseden çıkarılmalı hidemat-ı ilmiyyenin maadası me’muriyette bulunanların kaydı terkın edilmelidir. - Mahkumiyet-i cezaiyyeye iktiran etmese bile fi’l-i şeni’ mütevatir olan ve alelıtlak bir seneden ziyade hapis cezasıyla mahkum bulunan talebenin kaydı terkın edilmelidir. - Bir sınıfı iki sene terfi edemeyen talebenin kaydı terkin edilmelidir. - Maarif mekteplerine devam eden talebe medrese derslerine devam ettiği müddetçe medreseden çıkarılmamalıdır. - Tezkire-i Osmaniyye ile aşı şehadetnamesini ibraz etmeyenler on iki yaştan dun olanlar medresenin hiçbir sınıfa kabul edilmemeli. On iki yaştan dun olup da taallukatı yanında ikamet edenlerin muamele-i kaydiyyeleri te’hir olunmalıdır. - Birinci sınıfa kabul olunmak için mekatib-i ibtidaiyye veya rüşdiyye şehadetnamesi bulunmak veyahud ibtidaiyye mezunları derecesinde imtihan vermek şart olmalı. Birinci sınıflara girmek isteyenler Meclis-i Mesalih-i Talebe’de fevkaladeye kabul olunmalıdır. - Tebea-i Osmaniyyenin bütün sunufu hakkında mu’teber tutulacak olan şerait-i duhulün mevcudiyeti medreselerdeki kuyud ve şurut-ı mer’iyyeden muafiyeti istilzam etmemeli. - Tebea-i ecnebiyyenin medreseye kabulü Babıali’nin resmi emrine mütevakkıf olmalıdır. Maamafih bu emir medreselerin umur-ı dahiliyyelerinde umum talebe hakkında mer’i ve mu’teber olan kuyud ve şurutun tamami-i tatbiki hususunda hiçbir te’siri haiz olmamalıdır. - Medresenin umur-ı idare ve iskanı müderrisine ait olmalı ilmi lahık olmadığı vukuattan müderrisi mes’ul tutulmamalıdır. - Her medrese müderrisi sahifeleri ders vekaletinden mühürlenmiş bir deftere medresede ikamet edenlerin isim ve şöhret ve memleketini sin ve eşkalini ve kimin dersine devam ettiğini ve hangi sınıfın talebesi olduğunu ve ne gibi mücazat gördüğünü sütun-ı mahsusalarına kaydetmelidir. - Her dersiam kendine mahsus olan bir cetvele her gün derse gelip gelmeyeni tahrir ve ay nihayetinde medrese müfettişine hülasasını tevdi etmelidir. - Medresenin tenvir ve tanzifi hizmeti bevvaba ait olmalı. Medrese kapısını kapamamak gelip gidenleri tedkık etmemek münasebetsiz bir hal vuku’ bulursa derhal müderrise - Dersiam ve talebenin ikamet edeceği odayı medrese müderrisi tayin etmeli. En iyi ikamet edebilmek hakkını sınıfı en ali olanın olmalı. Sınıf müsavi olduğu surette kıdeme - Dersiamlar odasına kendi talebesinden maadayı kabul etmemek hakkını haiz olmalıdır. - Talebe olmayan misafirler bir haftadan ziyade medresede -Her sınıfın talebesi medresenin ismini sınıf ve sıra numaralarını natık bir alamet takınmağa mecbur olmalıdır. - Bir talebe devam ettiği dersiamı terk edip sınıfına muadil veya dun bir sınıfın dersiamına giderse sonraki dersiamın vereceği varaka mucebince medrese müderrisinin defterine kaydolmadıkça nakli mu’teber olmamalıdır. - Ders vekaletiyle Harbiye ve Maarif Nezaretlerinin da her sene sınıf imtihanı icra edilmeli. Dahil-i esnan olanlar hakkında ayrıca kur’a imtihanı yapılmamalıdır. - Islahat-ı medaris memalik-i Osmaniyyenin her tarafına teşmil edilinceye kadar taşrada tahsil-i ulum eden talebe usul-i kadime vechile kur’a imtihanına tabi olmalıdır. - Bila-gadr na-mevcudu müddet-i tahsilin sülüsüne baliğ olan talebe-i ulum sınıf imtihanına kabul edilmemelidir ve sınıf imtihanına kabul edilmeyenlerin adem-i devamı hey’et-i mezkurenin mucib-i kanaati olacak mazeret-i meşruaya müb-teni bulunmadığı takdirde ayrıca kur’a imtihanına tabi tutulmalı. - Medaris-i fevkalade talebeleri dersiamlar gibi Ramazan-ı şerifte fahri olarak telkın-i din etmek üzere taşraya hususunda bunlara muavenet etmek üzere bütün hakimlere tebliğat icra edilmelidir. - Pek çok kıymetli mevkilerde bulunan birkaç medrese le satılıp esmanıyla vasi’ mikyasta medaris-i fevkaladeler inşa edilinceye kadar fevkalade dersler ders vekaletinin ta’yin edeceği mevkilerde okunmalıdır. - Medaris-i fevkalade talebeleri o namı teşkil eden Darü’n-nass Darü’l-fıkh Darü’l-kelam isimleriyle üç mühim şubeye tefrik edilmelidir. - İstanbul talebe-i ulumuna meşruta olan fodla ve et’ime-i saire suisti’malden kurtarılmak üzere mesağ-ı şer’iye binaen nakde tahvil edilmeli. Hususi bir nizamname mucebince talebeye maaş verilmelidir. - Me’zun ve ma’zur olmadığı halde dersi terk eden talebe-i ulumun maaşından kıstu’l-yevm yapılmalıdır. - Maarif mekteplerine devam eden talebe-i ulumdan medresede her derse muntazaman devam etmeyenler talebe maaşı alamamalıdır. - Maaşlı imamet hitabet muallimlik kayyımlık hafız-ı kütüblük vazifelerinde bulunan talebe-i uluma maaş verilmemelidir. - Talebenin ders ve vazifesinden tevellüd edip mucibi mücazat olan ahval Meclis-i Mesalih-i Talebe ma’rifetiyle fasledilmelidir. - Talebenin tevbih veya tekdirini mucib olan ahval medrese müderrisi tarafından ru’yet edilmelidir. - Gerek medrese müderrisinin ve gerek dersiam ve muallimlerin vazifeten icra edeceği emr u tenbihe itaat etmeyen talebe-i ulum hakkında mücazat kanunu icra edilmelidir. - Fısk u sefahete mahsus olan mahallerde edebi ve fenni olmayan tiyatro ve cem’iyetlerde bulunan ve şer’an mekruh ve mahrem lu’biyyatı itiyad eden ve feraiz-i diniyyesine ihtimam etmeyen talebe-i ulum mücazat edilmelidir. - Bila-zaruret devair-i hükumette ve siyasi cem’iyette ve mevaki-i askeriyyede ve bilumum mitinglerde bulunan talebe-i ulum birincide tenbih ikincide tekdir üçüncüde mücazat edilmelidir. - Memnu’ mahallerde bulunup da müderrislerin veyahud meşihat me’murlarının emrine itaat etmeyen talebe-i ulum hakkında me’murin-i aidesi canibinden müsaraaten ta’kıbat-ı kanuniyye icra edilmelidir. - Talebe olduğu halde tebdil-i came ve alamet edenlerin şu hareketleri kanunen tecrim edilmelidir. - Talebeden olmadıkları halde talebeye mahsus alamet-i farika takınanlar merciinin ihbarı veyahud doğrudan doğru hukuk-ı umumiyye me’murunun talebi üzerine ceza kanunu ahkamınca mücazat edilmelidir. - Talebenin cürmü hapsi mucib olursa Meclis-i Mesalih-i Talebe’nin ol babdaki kararı ba-müzekkere makam-ı meşihate ve oradan ait olduğu devaire tevdi olunmalıdır. - Tahsil-i ulumun en çok müddeti on beş sene olup her sene bir sınıf i’tibar edilmelidir. - Bidayetten onuncu seneye kadar Salı ile Cuma’dan başka günlerde okunacak derslerin sabah birinci dersiyle dersiamlar tarafından sabah ikinci dersleri de o fenne vakıf dersiam bulunmazsa muktedir muallimler tarafından tedris edilerek alelusul icazetname verilmeli ve bu on senenin tahsilini şu dersler teşkil etmelidir. - On birinci seneden on beşinci seneye kadar Salı ile Cuma’dan başka günlerde okunacak derslerden Darü’n-nas şubesinin tefsir hadis dersleri selatin camilerinde muciz dersiamlar tarafından dürus-ı mütebakiyye de dershanede mütehassıs muallimler tarafından tedris edilerek ayrıca şehadetname verilmeli ve bu beş senenin tahsilini şu dersler teşkil etmelidir: - On birinci seneden on beşinci seneye kadar Salı ile Cumadan başka günlerde okunacak derslerden Darü’l-fıkh şubesinin fıkıh dersleri selatin camilerinde muciz dersiamlar tarafından dürus-ı mütebakiyye de dershanelerde mütehassıs muallimler tarafından tedris edilerek şehadetname verilmeli ve bu beş senenin tahsilini şu dersler teşkil etmelidir: - On birinci seneden on beşinci seneye kadar Cuma Darü’l-kelam şubesinin kelam dersleri selatin camilerinde muciz dersiamlar tarafından dürus-ı mütebakiyye de dershanelerde mütehassıs muallimler tarafından tedris edilerek şehadetname verilmeli ve bu beş senenin tahsilini şu dersler teşkil etmelidir: - Birinci seneden onbeşinci seneye kadar salı günleri dershanelerde dersiam ve muallimler taraflarından şu dersler tedris edilmelidir: - Birinci ikinci üçüncü sınıfların dersleri la-akall bir saat dördüncü beşinci sınıfların dersleri bir saat onbeş dakika mütebaki on sınıfın dersleri birbuçuk saat takrir edilmelidir. - Zilhiccenin beşinden on beşine Receb’in yirmisinden Şevval’in onuna kadar dersler tatil edilmeli. Sınıf imtihanları Şaban ibtidasında başlayıp yirminci gününe kadar hitam bulmalıdır. - Talebeye verilecek icazetname ve şehadetnameler ders vekilinin mührüyle tasdik edilmeli. Musaddak olmayan şehadetname ve icazetnameler resmen mu’teber tutulmamalıdır. - Onuncu sınıf icazetnamesi Dersaadet Darü’l-muallimin-i rüşdiyye şehadetnamesi derecesinde tutulmalıdır. - Medaris-i fevkaladenin Darü’n-nas şubesi şehadetnamesi Dersaadet Darülfünun ulum-ı aliyye ve edebiyat şubeleri şehadetnamesi derecesinde tutulmalıdır. - Medaris-i fevkaladenin Darü’l-fıkh şubesi şehadetnamesi Dersaadet Mekteb-i Hukuk şehadetnamesi derecesinde tutulmalıdır. - Medaris-i fevkaladenin Darü’l-kelam şubesi şehadetnamesi Dersaadet Darülfünun riyaziyye ve tabiiyye şubeleri şehadetnamesi derecesinde tutulmalıdır. - İstanbul’un gerek alel-ade ve gerek fevkalade medreselerinde tedris edecek olan dersiam ve muallimler ders vekilinin riyaseti altında teşekkül etmiş bir hey’et-i ilmiyyenin her sene Şaban’ında icra edeceği ruus imtihanıyla o senenin mahlulü adedince intihab edilmeli. İmtihansız ta’yin edilen muallimler dersiam sırasına geçmeli ve fakat maaşları muvakkaten mahlulden verilmelidir. - Dersiamlar okutmakta oldukları sınıfın fevkinde sınıfa kıdem ve mahlul nisbetinde terfi edebilmelidir - İstanbul dersiamları memalik-i Osmaniyye’den dilediği bir memlekette tedris edebilmeli ve bu gibilerin maaşına beş yüzden sonra zam edilmemelidir. - Tekaüd olan dersiam bin kuruştan fazla maaş almamalıdır. - Tekrar emr-i tedris ile iştigal etmeyen mucizlere ve beş yüz kuruştan ziyade maaşlı vazifesi bulunanlara dersiam maaşı namıyla beş yüz kuruştan fazla maaş verilmemelidir - Bila-özr dersi terk eden dersiam ve muallimin maaşından kıstu’l-yevm yapılmalıdır. - Vekil tayin etmeksizin emr-i tedrise bir sene fasıla veren dersiamın kaydı terkin edilmeli. Ve ma’zeret-i meşruası olmayan dersiam başkasını tevkil edememelidir. - Dersiamların ders ve vazifelerinden tevellüd edip tevbih veya tekdir veyahud mücazat icab eden ahvalin küllisi Meclis-i Mesalih-i Talebe ma’rifetiyle fasledilmelidir. - Sair memalik-i Osmaniyye’de emr-i tedris ile iştigal eden taşra müderrisliği için tahsis edilen maaşa nail olmamalıdır. Şu yazdıklarımızı okuyanların zihnine derhal bu kadar fünun-ı cedideyi bilecek dersiam pek az bulunur. Hepsini deruhde edecek dersiam yetişinceye kadar hariçten ta’yini lazım gelen muallimlerin maaşları nereden verilecek? İ’tirazı dolaşacaktır. Fakat biz buna karşı cevap vermekte güçlük çekmeyiz. O gibi şeyler meşihatin daha doğrusu vatanımızda her şeyin terakkı ve ıslahı için çalışan meb’usan-ı kiramın düşüneceği şeylerdir. Bundan sonra vuku’ bulacak mahlulatı muvakkaten onlara mı tahsis ederler başka bir karşılık mı bulurlar ve ilmiyye bütçesine zam mı ederler buralarını bilemeyiz. Bizim maksadımız yalnız –kendi fikrimize gelen bir ihtimal muvafık ise– ıslahat-ı medaris hakkında bir mütalaadır. Geçende Rus Maarif Nezareti’nin İslamlar hakkında ne gibi fikirlerde bulunduğunu saha-i intişara vaz’ ederek bu gibi haksızlıklardan dolayı kalbimizde cay-gir olan eser-i nahoşnudiyi tenkid yollu meydana çıkarmış ve ta’lim-i umumiye de ne kadar tarafdar olduğumuzu fi’l-cümle anlatmıştık. Kazan’da münteşir Beyanü’l-Hak refikimiz de Rusya İslamlarına bir nevi’ tahkır olan bu beyanata bizim gibi bedbinane bakarak ta’lim-i umuminin tatbiki hususunda birtakım fikirler der-miyan ediyor. Ta’lim-i umumi mes’elesi bir millet-i mahkume için hayat memat mes’elesi olduğundan bit-tabi’ bir gazeteci tarafından bunun ne suretle kabul edileceği hususunda der-miyan edilen fikirlere ale’l-amya iştirak edemeyiz. Belki beş kere ölçerek bir kere biçilmesini arzu ederiz. Binaenaleyh bu fikirlerin ne gibi maksada binaen söylendiğini ariz ve amik tedkık ederiz. Eğer mesleğimize tevafuk ederse iştirak ederek bütün mevcudiyetimizle alkışlarız. Aks-i halde fikirlerinin şayan-ı tenkid noktalarını tenkid ederek neden dolayı iştirak edemeyeceğimizi arz ile kendi fikrimizi de der-miyan eyleriz. Tabii mümeyyizlik vazifesi kariin-i kiramındır. Geçirmekte olduğumuz yirminci asırda bir milletin mabihil-hayatı maariftir. Büyük Petro her şeyin mevk u fun-aleyhi üç şey olup: Birinci para ikinci para üçüncü yine para olduğunu söylediği gibi bizler de şimdi bir milletin mabihil-hayatı üç şey olup birinci maarif ikinci maarif üçüncü yine maarif olduğunu söyleyeceğiz. Fakat cehalet ma’rifetin zıddı ve beni beşerin fıtri bir tabiatı olduğundan avam-ı nas takımı bu gibi hakaika rağmen maarifin semtine uğramasını hiç istemez mümkün olduğu kadar ondan uzak kalmaya çalışıyor bi-hasebi’t-tabia buna maildir. Bir an evvel mektep kapılarına koşarak çocuklarının istikbalini ancak buradan aramak lazım gelirken bunlar hala kesalette ve daima atalet içerisinde evkat-güzar olmaktadırlar. Madem ki kendi faydalarıyla zararlarını tefrik edemiyorlar; madem ki hayata mı doğru gidiyorlar yoksa anen-fe-anen mezara mı yaklaşıyorlar bunun farkında değiller; o halde bunlara tarik-ı selameti göstermek vazifesi düvel-i hamiyyelerine terettüb ediyor. Onlar böyle bir yolu bulup efrad-ı milleti mecburi olarak şu yola idhal edecekler. İşte tarik-i selamet de mekteptir. Binaenaleyh maarifin kıymetini takdir edemeyen ve onun te çıkarmak için tahsil-i ibtidaide mecbur tutmak vazifeşinas her bir devletin yapacak işlerindendir. Bu usul Avrupa’da çoktan beri mevkii tatbike vaz’ olunmuşsa da terakkıyat-ı medeniyyece yan yana giden Devlet-i Aliyye ile Rusya’da bugüne kadar te’hir olundu. Sebeb-i te’hirlerine gelince: Tabii bu iki hükumet ehemmiyetini takdir edemediklerinden diyemeyiz. Belki memleketlerinde milel-i muhtelifenin kesretinden dolayı icrası pek müşkil olduğundan ileri geldiği der-hatır oluyor. Bundan anlaşılmasın ki bir memleket dahilinde milel-i muhtelifenin çok olması ta’lim-i umuminin icrasına manidir. Hayır! Asıl sebebi teşkil eden bu değil belki idarenin istibdad kuyudu altında olmasıdır. Zira bir memleket üzerinde istibdad ne kadar hüküm-ferma ise o memleket millet-i hakimesinin zihninde diğer milletleri yutmak fikri o derece takarrür eder. Zira hayatı bununla kaimdir. Eğer yutmayacak olursa bir gün gelir başkalara pişrev olarak paymal olunan hukuklarını istirdada kalkışırlar ki bit-tabi’ bu vakit istibdadın son günleri hulul etmiş olur. Binaenaleyh kalbinde istibdad besleyen bir millet-i hakime için taht-ı himayelerinde olan sair milletleri refah ve saadetlerine isal edecek yani milliyetlerine muvafık bir tarzda terbiye etmek intihar demektir. Milliyetlerine muvafık bir tarzda olmayıp umumi bir ta’lim programı tahtına almak ise milel-i mahkume için mahvolduğu gün demek olduğundan pek büyük iğtişaşatı mucib olacağından bit-tabi’ böyle yapacağına da cesaret edemeyecek. Onun için bu ta’lim-i umuminin tatbiki pek müşkil olarak hemen hemen te’hir edilecek. Rusya ihtilal-i kebirini müteakib bu ta’lim-i umumi mes’elesi siyaset aleminde epeyce dolaşarak siyasi fırkaları oldukça işgal etmişti yalnız bununla kalsa ne a’la; bir de bunun ne olduğunu anlamayan avam-ı nas arasına aksederek duğu gibi bunda da bir suiniyet olduğunda şüphe edilerek misyoner parmağı –gene o!– aranıldı. Derken mes’ele daha vasi’ bir mecraya dökülerek bir de işe kocakarılar karışmasın mı?! “Aman efendim! Pek yakında kıyamet kopacakmış. Bizimki bugün söyledi: Bundan sonra çocuğun ihtiyarı babasında olmayıp her gün sabahleyin bir adam gelip zorla çocuğu selul-i caziz –usul-i cedid– mektebine götürecekmiş. Elbette bu kıyamet alametlerindendir. Yahu ne demek çocuğun riz? Elbette eşrat-ı saat!!.. Ey Rabbim! Din-i İslam’a sen kuvvet ver…” gibi sözler kocakarılar kamarasında her gün bir şey zammolunarak söylenmeye başladı. larak fırsattan bilistifade iştirak etmekle terakkıyat-ı medeniyyeye kadem-endaz olacak millet biz İslamlar iken gerek matbuatımız ve gerekse ulemamız derin bir uykuya daldıklarından bu fırsatı o vakit kaybettik. Ahalimize bunun neden ibaret olduğunu anlatmak ile kalmayıp hatta bir an evvel tatbikini hükumetten suret-i kat’iyyede taleb etmeleri hususunda fedakarane teşvikatta bulunmak ulemamızın matbuatımızın borcu iken her kafadan bir ses çıkarak füruat cümlesinden olan hükumet programını tenkidle vakit geçirip diğer taraftan ahaliyi ta’lim-i umumiden tebrid ediyorlardı. Ta’lim-i umuminin bizim için hayat mes’elesi olduğunu ahaliye bir kere anlatıp bunun talebinde tikten sonra da hükumet programını tenkide daha vakit vardı. Hükumetin ta’lim-i umumiyi tatbikten maksadı ancak ettikçe refah ve saadet de o nisbette tenevvü’ eder. Bir milletin refah ve saadeti addedilen şey diğer milletin refah ve saadeti hiçbir vakit olamaz. Bir milletin refah ve saadeti ise kendi dinini milliyetini muhafaza etmektir. Bir millet-i mahkume katlana katlana kendi dinini milliyetini muhafaza edebilmesidir. Yoksa terakkı namına dinini milliyetini unutmak diğer bir milletin ruhuyla ruhlanmak daha doğrusu yutulmak saadet değil belki millet için büyük bir zillettir. Alemde hiçbir millet tasavvur olunamaz ki diğer bir millet tarafından yutulmaya razı olsun. Madem ki iş böyledir bizim ta’lim-i umumi hakkında çizip vereceğimiz hat da din ve milliyetimiz dairesinden zerre kadar harice çıkmayacağı pek tabii bir şeydir. Bu yolda vaki’ olacak talebimizin pek haklı olduğunu erbab-ı vicdana teslim ettirip bir de bu talebin otuz milyonu mütecaviz sadadan yükseleceğini hükumete iraeye muvaffak olursak hükumetin bunu ister istemez kabul edeceği gün gibi zahirdir. Binaenaleyh burada en evvel ta’lim-i umumi mes’elesini ahaliye hayat mes’elesi diyerek göstererek –filhakika da öyle ya– talebde her şeye göğüs gererek ısrar edecekleri bir hale ifrağ etmeli sonra tenkid fülan gibi füruatına bakmalı. Mart Nizamnamesi’ne gelince: Hükumetin bununla bize bir komedya oynamak istediği evvelce de bilinmişti. Birinci defasında temaşacılar tarafından takdire mazhar olmadığından birkaç noktaları yaldızlanarak sahneye konuldu. Ümid ederiz ki millet bu yaldızların da farkına varırlar. Binaen-ala-zalik bu ta’lim-i umumiyi hiç tereddüd etmeden kabul ederek ahaliyi buna teşvik etmeliyiz. Tabii dediğim gibi ale’l-amya kabul olunmayacak. Bir şarta tabi tutulacak ki o da tarz-ı tatbikini ta’yin etmek bize ait olmasıdır. Hükumet ancak bizim yaptığımızı tasdik ile muvazzaf olarak şeyler hep bizim yapacağımız şeylerdendir. Zira ta’lim mes’elesi pek ince bir mes’ele olup öte tarafında refah ve saadet gözüktüğü gibi bazen felakete doğru da sürüklediği ender tesadüf olunan şeylerden olmadığından lüzumundan fazla nazar-ı tedkıkten geçirilmek ister ta’lim ve tahsil mutlaka olamayız. Bazen oluyor ki insan böyle terbiye olunmaktan Binaenaleyh çocuklarımızı mektep kapısına getirdiğimiz vakit bir kere anlamalıyız: Acaba bu mektep ne gibi maksada mebni küşad edilmiş ve ne gibi mesleğe hizmet ediyor? Buralarını güzelce dikkatten geçirdikten sonra eğer öte tarafı saadet ise –tabii mektebin maksadı mesleğinden içerisinde olan simalardan anlaşılacak– mutmain bir halde çocuklarımızı dan tertib edip de muallimleri kendi tarafımızdan tayin etmedikçe hiçbir vakit mutmain olamayız. Hemen de altında anlamadığımız entrikalar olmak ihtimali korkusu bizleri tir tir titreterek mekteplerden gittikçe uzaklaştıracak. Hükumetin uhdesine terettüb eden vazifeden biri de hazinedarlıktır. Yani bizlerden topladığı paraları şehir emanetinde yahud daire-i ziraiyyelerde muhafaza ederek lüzumu vaktinde mektep medreselerimize vermesidir. Eğer hükumet şu zikrettiğimiz iki vazifenin -tasdik hazinedarlıkharicine çıkacak olursa kendine mütegallib gözüyle bakmakta ma’zuruz. Elbette ta’lim-i umumi gibi mukaddes bir şeyin tahtında tagallüb gibi bir emr-i habisi gizleyen bir milletin ceza-yı sezasını ancak tarih verir. Tarih adil bir hakimdir. Bir millet için mucib-i haya olan bir şey varsa o da bu adil hakim olan tarihin mahkeme-i kübrasına lekeli simalar kanlı eller ile çıkmamaktır. Bunun böyle olduğunu elbette Rus milleti bizden daha iyi bilir. Binaenaleyh hatt-ı hareketini ona göre ta’yin edeceğini ümid ederiz. Beyanü’l-Hak refikimizin ta’lim-i umumiyi ne suretle kabul olunabileceği hususunda bir fikir der-miyan ettiğini yukarıda yazmıştık. Bu fikirle bizim düşüncemiz arasında dağlar kadar fark olduğundan bit-tabi’ bu fikri tenkidsiz bırakmak dana koymak ancak muarızını cerh ile olur. Beyanü’l-Hak refikimiz maarif nezaretine bir adem-i memnuniyyet izhar ettikten sonra diyor ki: Ben Çin ahvaline dair son sözlerimi söyleyeceğim. Zaten mukaddema Çin ahvaline dair istihsal etmiş olduğum ma’lumatın azlığını ve Çin milleti içinde lisan cihetinden büyük müşkilata duçar olduğumu miraren arz etmiştim. Behemehal insan sa’y ederse bazen tercümanlık edecek kadar bir adam olur lisan bilir bir adama tesadüf ederek istihsal-i ma’lumat eder. Hususen benim için böyle çareleri aramağa mecburiyet ile beraber İslamiyet de muavenet etmekte Ben Çin dahilinde üç ay kadar seyahat ettim. Çin ahvaline dair ciddi ma’lumat almak için üç ay değil üç sene lazımdır. Bununla beraber birçok da esbab lazım: Mesela lisan para tahammül vesaire… Bende ise bunlardan yalnız bir tahammül var ki her ne gibi müşkilata duçar olursam tahammül etmekle beraber çalışmakta kusur etmiyorum cüz’i kendime mülayim bir adam bulursam bildiğim lisanların her biri ile bir şey öğrenmeye gayret ediyorum: Farisi Arabi Türki Rus Japon Fransız lisanlarının her birinden bir kelime olsun söyleyip bir şey öğrenmeye çalışıyorum. Şu tahammül sayesinde bir dereceye kadar Çin ahvaline dair ma’lumat almaya muvaffak oldum dersem hata olmaz zannederim. Şu cümleden Guandong beldesinde kain ashab-ı kiramdan Sa’d bin Ebi Vakkas’a mensub mescid-i şerif ahvaline dair her rastgelen adamdan her Çinli her Hindliden sora sora ber-vech-i ati ma’lumatı alabildim: Bu mescidi şerifin hala mevcut olan binası bundan yedi yüz kırk dört sene mukaddem birçok ashab-ı hayrat himmetiyle inşa olunmuş şu ashab-ı hayrattan cümlesinin isimleri bir cesim taş üzerinde hakkolunmuş ise de şimdiki halde yalnız on sekiz zatın isimleri okunup diğerlerinin isimleri okunmuyor. Bu taş yanında evvelce Arabi bir tarih de varmış o da şimdi okunmaz bir hale gelmiş; bu taşta Sa’d bin Ebi Vakkas hazretlerinin rendib’li olan Nu’man namında bir zat bundan kırk elli sene mukaddem Sa’d bin Ebi Vakkas’ın ismini miraren okuduğunu nakleyledi. Fakat diyor ki: Sa’d bin Ebi Vakkas ismi ne için yazılmış olduğu ma’lum değil idi. Hülasa şu taşta Sa’d bin Ebi Vakkas ve Kasım namları okunmakta olduğu şüphesizdir. Çin sevahilinde her yerde Hindli müslümanlar olduğunu söylemiştim bu müslümanlar arasında cenubi Çin’de tevellüd edenler yani pek eski zamandan buraya gelmişleri de pek çok imiş bunlardan maada Araplar da vardır Arap içinde ekseri Yemenli Adenli olsa da Cezair Araplarından da iki adama rastgeldim. Hindiler mükemmel surette Urdu lisanını muhafaza etmiş oldukları gibi Araplar da kendi aralarında Arap lisanını muhafaza etmişlerdir. Arapların bazıları doğrudan doğruya Çin’e gelmemişler evvela ecdadı Hindistan’a gelmiş de sonra ahlafı Çin memleketine gelmişler. muavenet ettiler. Hususen Araplardan: Ahmed ve Muhyidşeklinde yazılmıştır. din namında iki genç pek çok iltifatta bulundular her ikisi mükemmel İngiliz ve Urdu ve Çin lisanları tekellüm ediyorlar. Ahmed Efendi Çinli bir hatunla teehhül dahi etmiş. Güzel salabet-i diniyyesi de var el-an Hankan müslümanları bırakıp benim ile öteye beriye gezmeğe çıkarlardı. Hatta birkaç kereler kendilerinin ufak istimbotları ile Hankan Fonton civarında olan karyelere ve cezirelere ma’lumat istihsali line dair ma’lumat istihsalime muavenette bulundular. Beni her daim kendilerini yad u tezkara mecbur ve minnetdar eylediler. Bundan başka Hindilerden hayli muavenetler gördüm. Yani Hindistan’dan gelmiş ve Çin kıt’asında yerleşmiş müslümanlardan. Zira bunlar arasında Farisi bilenler hayli bulunuyor. Bunların cümlesinden istifade için birinci vasıta nedir? Ah o kıymetini takdirde aciz olduğum mübarek İslamiyyettir. Bir kere es-selamü aleyküm dedin mi hemen muarefe hasıl oldu gitti. Artık her ne sorsan caiz olur. Fakat şunu dahi zikredeceğim: Burada bulunan Hindistan müslümanlarının birtakımları İngiliz polis hizmetinde bulunuyor. Bazıları da şimdiki halde resmen bu hizmette değilse de şu yoldan para kazanıp ticarete girmişlerdir. Bunlardan hiç hayır bekleme belki şerlerinden Allah saklasın hatta ne kadar sufi filan görünseler de bütün tabiatları bozulmuş son nefeste insan boğmadan haramilikten çekinmezler bütün sanatları hafiyeliktir. Kendim bir iki sufi fitnesinden maddi zararlara da duçar oldum. Hususen şunlar arasında Kabilliler de olursa Allah saklasın her türlü habaseti bulunurmuş. Bunlar hep medeni İngilizler terbiyesi Biçare mazlum Çinlilerin bunlardan çekmekte oldukları kahrın bir gün gelip intikamı alınacak mı yoksa böyle mahvolup gidecekler mi? Heyhat sümme heyhat!.. Elbette bunların hepsini zaman halledecektir fakat o zamana kadar Çinliler de pek çok kahırlar çekeceklerdir. Çin sevahilinde bulunan ekabir-i tüccaran-ı mu’teberan ekseri Bombaylı ise de İranlı Mısırlı Pencaplı ve Ciddeliler de vardır. Bunların en büyük ve en meşhurları; Isa Bay Emin Bahş Ali Rıza Bombay Arif Taba Namazi Mehdiyof Baliç Valid ticarethaneleridir. Büyük şehirlerin cümlesinde bu ticarethanelerin şubeleri var Japonya’dan ta Bahr-i Sefid ve Cezayir’e kadar muameleleri caridir. Fakat bunların müslümanlar ile alakaları pek azdır. Maamafih aralarında salabet-i diniyyeleri olanlar ekseriyeti teşkil ediyorlar. Ben Hankan’dan hareket ettiğim zaman Hacı Muhammed Hasan Efendi Namazi vapurda benim ile beraberdi. Ben ikinci kamarada o da birinci kamarada idi. Günler de Ramazan olup Muhammed Hasan Efendi saim idi. Bu zat-ı muhterem hemen kırk beş yaşlarında bir zattır. Büyük sermayedar milyarderler ile muamelesi varmış. Tevazu ilim kerem bu zatın fıtratında temerküz etmiş. Singapur’a kadar beş gün beraber geldik Allah böyle müslümanlara basiret bahşederse müslümanların istikbali parlak olacağı şüphesizdir. Bunlar arasında büyük ma’lumat sahipleri de az değildir bizim Rusya’da ana karnından çıkmay yatkan bay betçelere anne kucağından ayrılmamış nazlı beylere böyle zevat-ı kiram ile muarefe etmelerini tavsiye ederim. Bizim çaycılarımız var eğer bunlar ile muamele arzu ederlerse bu ticarethanelerden herhangisi olursa olsun maalmemnuniye sipariş kabul ederler. Büyük memnuniyet ile muamele edeceklerini de kendileri söylediler. Osmanlı tüccarı arasında rabıta-i ticariyye olması menafi’-i maddiyyeden ziyade menafi’-i ma’neviyye ve siyasiyyeye hizmet ederdi. Her ne kadar saded haricinde olsa da mühim bir mes’ele olduğundan yazmayı münasib gördüm. Ben buralarda bulunan tüccaran-ı mu’teberandan ekseriyle mülakat ettim. Teati-i efkarda bulundum. Hep fikirleri biri birine yakındır. Hepsinin fikri: Çin ticareti henüz başlamış; layıkıyla keşfolunduğu üzere istikbali parlak kaymağı bol sütlü inek gibidir lakin bu kaymak da şimdilik harici tasallutattan emin değil kimler yiyeceği de ta’yin olunamamıştır dediler. Hal-i hazırda İngilizlerin külli istifade etmekte olduğu belki İngiltere kuvve-i maliyyesinin kısm-ı a’zamı Çin mahsulü olup İngilizlerin bundan sonra da istifadeleri başkalara nisbeten çok olacağı rivayet olunuyor. Her yerde her kim ile müzakere ettim ise bu fikri te’yid ettikleri gibi hep müslümanlar Türk ve Osmanlı milletinin ticaret ve sanatından mahrum olmasına teessüf etmekteler dikkattir. Ben hayli memleketi cevelan ettim her nereye vardım ise İranlı müslüman tüccarları var Hindi müslüman tüccarları var velev ki kalil olsun Arap da var fakat maatteessüf Türk hiç yok kat’iyen yok. Ben burada şunu dahi zikredeceğim: Her nerede olursa olsun millet-i İslamiyyenin Osmanlı Türklerine muhabbetleri de acayibdir. Hepsi Osmanlı ahvaline dair velev cüz’i olsun bir ma’lumat almak istiyorlar. Osmanlı halinden cüz’i bir haber-i şadmani olsa cümleten izhar-ı sürur eyledikleri gibi cüz’i bir teessüflü havadis olursa hepsi birden teessüf ediyorlar. Bunlar öyle diyorlar ki: Şurada bu münasebetle umum Osmanlı milletinden bizim ricamız şudur ki: Bu kadar milyonlarca efrad-ı ümmetin hüsn-i zanlarına su-i tesir ettirmemek için yeni Osmanlı hükumeti bunu nazar-ı i’tibara almalıdır. Benim fikrime kalırsa şimdi yeni Osmanlı hükumetinin vazifesi gayet büyüktür lakin bu vazifeler içinde en büyük vazife de şark alemine nazar-ı i’tibarla münasib muamele esbabına teşebbüs etmektir. Ben Hankou Şanghay Hankan’da bulunduğum zamanlar her fırsattan istifade ettim bu mes’elelere dair fikirler her yerde işittim dinledim. Ben şimdi Çin hududundan gidiyorum işte Çin kıt’asında son dakikalarımı geçiriyorum Hankan’dan Singapur’a azimet etmek üzere Oriental şirketinin “Asa” vapuruna ikinci mevki bileti aldım kıymeti yetmiş beş dolar centtir. Şimdi eşyaları topladım Muhyiddin Efendi istimbotuyla liman ortasında olan vapura hareket ediyorum etibbadan [ehibbadan?] birçok adamlar da iskelede muntazır imişler. Prens Robrecht’in teşebbüsü üzerine senesinde Münih’te küşad edilecek olan sergide akvam-ı İslamiyyenin asar-ı sınaiyyesi ve bazı asar-ı atika teşhir edilecektir. Ezcümle: - senesine kadar hulefa-yı İslamiyye devirlerindeki asar-ı sınaiyye. - senesine kadar İspanya’da ve Afrika’daki Emevilerin asar-ı sınaiyyesi. - Muharebat-ı salibiyye hatıratı. - senesinden senesine kadar Devlet-i Osmaniyye asar-ı sınaiyyesi. - Türkiye ile İtalya’nın sanayiinde yekdiğerlerinin te’siratını müş’ir asar. - Fransız ve Türk meşahir-i ressamanının tabloları bulundurulacaktır. Balkan gazetesinde okunduğuna göre Pravadi tüccar-ı ma’rufesinden Gospodin İvan Stoyanov ve mahdumları çarşı içinde Yusuf Bey Cami-i şerifine muttasıl vakıf arsaya fevkani ve tahtani olmak üzere gayet güzel ve metin bir dükkan inşa ile kendi namlarına millet-i İslamiyyeye teberru eylemek suretiyle şayan-ı ibret ve takdir bir eser-i insaniyyet göstermişlerdir. Londra – Kalküta’dan keşide edilen bir telgrafta Afganistan hududunda el-yevm bazı guna heyecan hükümferma olduğu ve Afganlıların teslihatı İngiliz mehafilince kemal-i endişe ile telakkı edilmekte bulunduğu bildiriliyor. Bulgaristan’ın muhtelif şehirleri encümen-i maariflerinden delege sıfatıyla Sofya’ya i’zam edilen zevat şehr-i mezkurda mu’tebereden mürekkeb bir hey’et intihab etmişlerdir. Hey’et-i mezkure Bulgaristan maarif nazırına giderek mekatib-i garistan’da maarif vergisi te’diye ettikleri cihetle üç senelik bir darü’l-muallimin küşad edilmesini taleb edeceklerdir. Varna şehrinin delegeleri evkaf komisyonunun ıslahına da gayret edeceklerdir. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Aralık Üçüncü Cild - Aded: Devr-i Ashabda İctihad: Bir ilmin tasnif ve tedvini o ilmin tarik-ı terakkıde ve rah-ı tekamülde kat’ etmiş olduğu son safhayı irae eder. Tasnif ve tedvin adeta bir nevi’ tahtimdir. mazhar olmuş iken henüz tedvin ve tasnifi icra edilememişti. fıkhiyyeyi müteferrik ve müteşettit bir surette meydana çıkarmış yürütülememişti. Bunun icrası için daha ziyade çalışmak ve istirahat lazımdı. Bütün asırlarda bütün milletlerde olduğu gibi asr-ı ashabda dahi beynelmüslimin orta sınıf ulema kesretle mevcud olduğu halde mütehassısin altıyı yediyi geçmeyecek derecede azdı. Bütün bununla beraber Şeyhayn devirlerinde fütuhat ve mücahedeye kemal-i germi ile devam olunuyor; ulema dahi fikren bedenen şu fütuhat ve mücahedeye iştirak ediyorlardı. Hele hükumet münhasıran onların çizdikleri hat üzerinde cereyan ederdi. aleminde bulunurlardı. Filhakika ümmü’l-mü’minin Aişe Zeyd bin Sabit hazeratı ekseriyet üzere vakitlerini ilme tetebbuata hasrediyorlar idiyse de henüz cüz’iyyattan külliyyata Hateneyn devirlerinde dahi fütuhata devam olunmakla beraber dahilde zuhur eden fitneler iğtişaşlar nifaklar tefrikalar herkesi şaşırtmış fikirleri meşgul etmişti. Bil-umum ümmetin asabında husule gelen bir tezelzül-i müz’ic bütün müsliminin ruhunda vukua gelen bir ıztırab-ı müdhiş ortalığı sarsıyordu. Ekabir-i ulema mütehayyir bulunuyor; sair ulema da etraf u eknafa dağılıyor; inzivaya meyyal görünüyorlardı. Evvelki iki devirde huzur istirahat son iki devirde asayiş ve intizam mefkud bulunduğundan efkar-ı ulemada sükunet ve küşayiş hasıl olmuyordu. İşte bundan dolayı ilm-i celil-i fıkhın tasnif u tedvini icra edilemediği gibi asar ve sünenin dahi cem’ u te’lifine muvaffakiyyet hasıl olamamıştı. Evvelce dahi arz ettiğim vechile ashab-ı kiram hazeratından otuz bu kadar adedden fazla değildir. Bunların arasından şöhret-şiar olanlar… Ömer bin el-Hattab Ali İbni Ebi Talib Abdullah bin Mes’ud Ümmü’l-müminin Aişe Zeyd bin Sabit Abdullah bin Abbas Abdullah bin Ömer Ebu Bekir es-Sıddik Ümmü Seleme Enes bin Malik Ebu Said elHudri Ebu Hureyre Osman bin Afvan Abdullah bin Amr bin el-As Abdullah bin ez-Zübeyr Ebu Musa el-Eş’ari Sa’d bin Vakkas Selman el-Farisi Cabir bin Abdillah Muaz bin Cebel Talha Zübeyr Abdurrahman bin Avf İmran bin Hüseyn Ebu Bekre Übade bin es-Samit hazeratı idi. İlm-i fıkıh ve ictihad tarihinde müşarün-ileyhimden her birinin reylerine çok defalar tesadüf olunur. Ba-husus evvelce zikredilen yedi zatın ilm-i celil-i fıkha ictihad ettikleri hizmet pek azimdir. Şari’-i a’zam sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den fıkh-ı İslam’ı ihya ve ihtiyaca göre tevsi’ eden miştir. Hazret-i Ömer radiyallahu anhın fetavası şarkan ve garben düstur teşkil etti. Hazret-i Ebu Bekir irtihal-i nebeviden sonra çok muammer olmamakla beraber umur-ı idare ile pek ziyade meşgul olduğundan fetavası o kadar intişar etmemişti. Ali bin Ebi Talib Hazretlerinin fetavası bilhassa akziyesi Hicaz Irak taraflarında pek ziyade münteşir bulunuyordu. Fıkh-ı Hanefi’nin mühim bir silsilesi Hazret-i Ali’nin akziye fetava ve müctehedatına müntehi olduğu gibi fıkh-ı Zeydi fıkh-ı Ca’feri fıkh-ı İbazi’nin dahi esaslarını teşkil eyler. münteşir idi. zat-ı aliyyü’l-kadr olup birçok noktalarda ictihadca cumhur-ı ulemaya münakız geliyordu. Fetava ve müctehedatı Mekke ve nevahisinde ve Yemen taraflarında intişar etmişti. Zeyd bin Sabit Ümmü’l-mü’minin Aişe hazeratı ilm-i fıkhın bütün şuabatında ba-husus ilm-i feraizde pek ziyade pek ziyade ma’mulün-bih idi. rafi iltizam ederek ekseriyet üzere münzeviyane ibadetle tetebbuat-ı ilmiyye ve ictihadla imrar-ı hayat ediyordu. Fıkh-ı Maliki’den geniş bir iz Ömer Aişe Zeyd bin Sabit oluyor. Ebu Musa el-Eş’ari Basra’da Abdullah bin Mes’ud Sa’d bin Vakkas Kufe’de… Ebu Zer Gıfari Ebu’d-Derda Ubade bin es-Samit Şam’da uzun müddet ikamet ederek sine sa’y u gayret ediyorlardı. Devr-i ashab bir sa’y-i medid bir faaliyet devriydi. Herkes çalışıyor yoruluyordu. Yüz kişinin yapacağı bir iş için bir sahabi kifayet ediyordu sabır azim metanet ashabda tecessüm etmişti. Bir sahabi için teveccüh ettiği yerden dönmek düşündüğü işten vazgeçmek mutasavver değildi. Kendilerini ihata eden cezireden az bir zaman zarfında çıkarak çölleri geçmiş dağları aşmış daire-i İslamiyet’i Türkistan-ı kebir sahralarına kadar ilerletmişlerdi. Bütün bu sa’y-i medid içinde yorulmak bilmeyen vücudlar dalmak bilmeyen fikirler mihnet ve meşakkatlerle dolu günlerden dakikalar saatler ihtilas ederek fütuhat-ı cismaniyye esnasında fütuhat-ı ma’neviyyeye dahi devam ediyorlardı. İşte o ilm-i celil-i fıkh o meşakkatli zamanlarda lerinden zırhlarını ellerinden ok ve mızraklarını bırakarak kalkanlarını başları altına koyduktan sonra sakinane müsterihane Bütün bunların üzerine son günlerde tahaddüs eden fitneler fesatlar da ilave olunmuştu. Artık o nurani dakikalar sükunetli istirahat-aver saatler de bitmişti. Ortalığı müdhiş zulmet istila etmiş; nifak u şikaktan kılınç ve kalkandan kandan başka hiçbir şey görünmez olmuştu. Hele zulüm cehalet ahali arasında pek ziyade tevessü’ etmiş bulunuyordu. Ashab-ı kiram hazeratı bütün bunlara rağmen kemal-i azm ü metanetle çalışıyorlar; bir taraftan ahali arasında olan zulmet-i cehaletin izalesine sa’y u gayret ediyorlar; diğer taraftan vam buyuruyorlardı. meftuhada İslamiyet iyice kökleşmiş fıkh-ı İslam tamamen teessüs ederek ictihadla beraber bütün aktar-ı cihana intişar etmiş idi. Memalik-i İslamiyye’nin bütün etrafında tabiin-i kiramdan lüzumu kadar ulema-yı müctehidin yetişmiş artık onlar ashab-ı kiram hazeratına rekabet edercesine çalışmaya başlamışlardı. Zaten ashab-ı kiram hazeratı bütün şu keşmekeşler içinde derek yorulmuş bulundukları halde canlarından ziyade sevdikleri muallimleri yanına çekilir; artık na-tamam kalan cihetlerin yuruyorlardı. Rıdvanullahi Teala aleyhim ecmain. Es-Selamu aleyküm Niyyet-i halise ile din-i mübin-i İslam’a hizmet etmek üzere her hafta risalenize bir hutbe göndereceğim. Bundan maksadım iktidar gösterip şöhret almak değildir. Ancak maksadım şudur ki bu hutbeler bizim hatip efendilere numune olsun ve bi-ma’na eski hutbeleri artık terk etsinler. Lakin ne şaşılacak şeydir ki muhat-ı ulum u maarif olacak olan Darü’l-Hilafetü’l-Uzma’nın hatipleri bu eski hutbeleri terk edemeyeceklerine adeta ahd ü misak etmişler gibidir. Bu günlerde birçok zevat-ı muhteremeden aldığım mektuplarda: Eski hutbelerin şu tarz-ı sakımde ne vakte kadar devam edeceği sorulmakla beraber Sıratımüstakım’de dercolunan Arapça hutbelerin Türkçe’ye tercüme olunması taleb olunuyor. Hutbelerimizin şimdiki suret-i tahrir ve tilaveti İslamiyet’te bir bid’a-i seyyiedir. Bid’a-i seyyieden Sıratımüstakım’in numaralı nüshasında bahsedilmişti. Türkçe olması ise hatiplerin himmet-i diniyyelerine veyahud merci-i resmisinin icbarına kalmış bir mes’eledir. Sıratımüstakım ’de dercolunan hutbelerin tercümesine gelince bu hizmet-i diniyyeyi risale-i mezkure hey’et-i tahririyye-i muhteremesinin ifa edeceklerinde şüphem yoktur. Ve minallahi’t-tevfik. numaralı Sıratımüstakım’de dercolunan hutbe-i acizanemde tavzihi icab eder bir fıkra vardı: Usat-ı mü’minine ve hukuk-ı diniyyesini muhafaza ve müraat edemeyenlere karşı bir tehdid bir terhibdir ki mevazı-ı Arabiyye’de kadimen isti’mal olunur. Mezkur hutbe dikkatle okunur ise baladaki fıkra mecaz olduğu tezahür eder. Sonraki fıkra da bunu te’yid eyler. Zihinler başka bir ma’naya zahib olmasın. “ ” Bir zaman vardı ya tarih-i mukaddes modası.. Yeni yaptırdığı köşkün büyücek bir odası Mutlaka eski tesavir ile zinetlensin Diye ressam aratır hayli zaman bir zengin. Biri peyda olarak ben yaparım der. Kolunu Sığayıp akşama varmaz sekiz arşın salonu Sıvar amma ne sıvar! Sahibi der: – Usta bu ne? Kıpkızıl bir boya çektin odanın her yerine! – Bu resim askeri basmakta iken Fir’avn’ın Bahr-i Ahmer yarılıp geçmesidir Musa’nın. – Hani Musa be adam? – Çıkmış efendim karaya.. – Fir’avn nerede? – Boğulmuş.. – Ya bu kan rengi boya? – Bahr-i Ahmer ay efendim.. yeşil olmaz ya bu da! – Çok güzel levha imiş doğrusu şenlendi oda! hem girizan bir gölge gibi kalan– zamanların mevrusatı öyle derin te’sirat icra eder ki: Bütün şuun-ı hayatiyyeyi bu gayr-ı muttarid müessirat arasında aramak orada sarsılmaz bir gaye-i mantıki bulmak daimi zerrin bir emel hakıkı bir vasıta-i faaliyyet oluyor. Mütemadi bir istihale-i uzviyye karşısında şa’şaadar bir devre-i tekamülü kucaklamak beşeriyyetin yumruklar tahakkümler altından yükselen cerihadar iniltilerini tahfif etmek ümidiyle çalışan yorulan insanlar; –asar-ı afilenin mevrusatından mı bilmem– yaşadıkları yerleri şiddetle severler muhtelif zamanların a’mak-ı nisyanına gömülen mes’ud fecayi’-nümun hatırattan bir lerziş-i huzuz duyarlar. Bu da nedir? Gayriihtiyari bir yad-ı mazi… Garbın mütefelsif vücudlarından birini teşkil eden “Jules Simon” avamil-i hayatiyyeyi izah ediyorken diyor ki: “Beşeriyyet; geçirdiği edvar-ı tufuliyyetten şimdiye kadar bu hiss-i ictimai altında ezilmiştir. Çünkü bu en birinci müessir-i terakkıdir.” deha-yı bülendin münkarız asırlardan gelen sada-yı tasavvufu da bizim sımah-ı hakıkatimizde şu cümleleri fısıldar: – Terakkı; mazi ile halin daimi bir mukayese-i mantıkıyyesidir. Demek oluyor ki: Bir kavmin bir unsurun en büyük saik-i terakkısi mazisidir. Medeniyetin müessisi olan milletler mazilerini hiçbir vakit kapalı bulmamış onlar hep o müstağrak-ı nisyan zamanlardan uzanan sada-yı tarihinin ukus-ı mütemadiyyesini mevecat-ı intibahını dinleyerek muntazam bir devre-i tekamül geçirmeğe muvaffak olmuşlardır. Roma hükumetinin hunin bir timsali insafsız bir hakimi olan “Domitian” nüdemasına: “– Eski kılıçlarımı her vakit ziyaret ediniz. Onların lal ü ebkem vaziyeti size birçok şeyler fısıldayabilir” derdi. Bu hakıkat-i tarihiyye bize her vakit tarihten lüzum-ı istianeyi ihtar eder. Çünkü bir insan-ı mütekamil mütemessil bir maziden başka bir şey değildir. İnsanlar mazilerini ne kadar iyi temessül ederlerse mübareze-i hayatiyyede te’min-i muvaffakiyyet kendileri için o kadar kolay olur. Maziye derin bir hiss-i hürmet beslemek; insanların bir hiss-i aslisidir. Auguste Comte’un an’anat-ı felsefiyyesini kabul eden bir adam bir pozitivist bile bu te’sirden kurtulamaz. Zira idrak; bir temessül daha doğrusu bir idman-ı uzvidir. Tarih meydanda… Tarih beşeriyyetin edvar-ı tufuliyyetinde iki üç vak’anın yalan yanlış bir ma’kesinden ibaret iken bugün “asar-ı atika fenni - arkeoloji” en samimi bir muavin oluyor mazinin enkaz-ı katler; tarihin şeklini değiştiriyor adeta tarih tekamül-i ictimai Şimdi muhterem kariim şu lüzum-ı temessül; muhtelefun-fih mühim bir mes’ele-i tarihiyyenin tahlil ve teşrihini terakkıdir; bu pek doğrudur. Tarihin rasin esaslarını bize mukaddesatımız görüyor. Lakin füruatının iktisab-ı kat’iyyet etmesi bizim için bir ihtiyaçtır. Bunlardan biri belki de en mühimi “Tufan-ı Nuh”tur. Tufanın vukuunda şüphe yoksa da su altında kalan kısm-ı a’zam-ı arzın muhiti hakkında birçok ihtilafat mevcuddur. Bir rivayet bize ensal-i beşerin Nuh aleyhisselam ahfadından vücuda geldiğini ve Tevrat şerhinde beyan eylediği üzere Nil kenarında yetişen nebatat nev’inden yapılan gemi ahalisinden başka hiç kimsenin kalmadığını söylüyor. Diğer bir rivayet de tufanın muayyen bir mıntıka dahilinde husule geldiğini beyan ediyor. Bunu ilk defa ikinci asr-ı miladide yetişen Ortodoks rahiplerinden Suriyeli “Tatyen” iddia etmiş ve Yunanistan’da bu zemine müteallik birçok vaazlar vermiştir. Encyclopedia Religione’da ma’lumat-ı mufassala vardır. Jules Larocque Tarih ve Fen ünvanlı eserinde diyor ki: “Cudi Dağı eteklerinde icra edilen tedkıkat; buralarının edvar-ı salifede su altında kalmış olduğunu vazıhan gösterir. Zirvenin metre uzağında kumlar taşların ancak vaziyyet-i tabiiyyelerinden istidlal edilebilen itikaller nüvat-ı uzviyye bulunmuştur. Bunlar; arzın uğradığı hadisat-ı tabi’iyye neticesidir.” Felsefe-i müsbetenin en büyük müdafilerinden olan Doktor Robine fazla olarak Derine Raide’ de Türkistan’ın şimali Bu havalide bulunan hayvanat-ı bahriyye intibaatı nüvat-ı mütehaccire; kavanin-i medeniyye-i İslam’ın muhteviyyat-ı bahiresini enzarımız önüne koyuyor. Gelelim felsefe-i diniyyemize: Sure-i Nuh’ta ayet-i kerimesinde nun zikredilmesi ma’na-yı umumiyyet ifade edemez. Çünkü ayet-i kübrasında Nuh aleyhisselam’ın yalnız kavmini inzar için ayrı havalide yaşayan ve adatı yaşadıkları muhit tesiriyle az çok değişen cem’iyyat-ı sagire-i insaniyye ma’nasınadır. Kavm lafzından arzın ezeliyyetten ebediyyete doğru seyelan eden “nesg-i hayatisi” kastedilemez. Mukaddesatımıza nazaran evamir-i ilayiyyeyi telakki edemeyen kavm-i Nuh a.s.’un iğrak edildiği ve arzın sair mahallerinde sakin anaNuh /. Nuh /. sırın kurtulduğu kat’idir. Bütün küre-i arzın su altında kaldığı farz olunsa tahavvülat-ı tabiiyyenin hal-i hazıra azıcık muvafık bir tesir icra ettiği zamanlarda olan Nuh’un vesait-i ibtidaiyye Colomb’un vesait-i medeniyyenin nisbeten fevkalade mevcut bir zamanda bulunduğu halde Amerika’ya ne kadar müşkilat ile gittiği tasavvur olunursa bunun müsteb’id bir hayal olabileceği bedihidir. Amerika’nın müessesat-ı ibtidaiyyesi ötede beride bulunan tekellüsat-ı hayvaniyye gösteriyor ki: Burada hayat devre-i Adem aleyhisselam ile muasırdır. Hiçbir inkıtaa hiçbir sukuta uğramamıştır. Tabakat-ı mütehaccirenin intizamı da buna büyük bir delildir. Bütün bu münakaşat-ı fenniyye delail-i mantıkıyye tufanın muayyen bir mıntıka dahilinde vukua geldiğini anlatıyor. Rüşeym-i hayati birdir. İnsanlar küre-i arzın tahavvülat-ı tabiiyyeye uğramaya başladığı zamanlarda bu mechul kıtalara yerleşmişler. Tabiatta husule gelen hadisat-ı mütemadiyye tesiriyle yekdiğerinden ayrılmışlardır. Nuh a.s. sular altında terk-i hayat eden kavminden sonra o havali için bir ikinci Ebu’l-beşerdir. Çünkü: ayet-i kerimesinin mazmunu umumiyyeti değil hususiyyeti ifade ediyor kaydı itiraza mahal bırakmıyor. Demek oluyor ki: Nusus-ı Kur’aniyye ve hakayık-ı fenniyye vukua gelen tufanın bütün küre-i arza şamil olmadığını meydana çıkarıyor. Müderris-zade Konferans Maarifin da’vetiyle Ispartalı Hakkı Efendi tarafından Ağustos tarihinde Mekteb-i Hukuk’ta mekatib-i rüşdiyye muallimlerine takrir edilmiştir. Fiil ile isim arasındaki farkı biliriz. İsim bir şeyi gösterir bu kadarla kalır. Fiil ise bir hal bir iş bir varlık bildirir.. Vakıa bu da bir şey göstermek demektir. Fakat isim bir şeyi gösterip kaldığı halde fiil bu kadarla kalmayıp o işin zamanını ve sahibini de anlatır. Mesela “uyudu” “gördü” denildiği vakit bunlardan anladığımız halden işten varlıktan başka uyuyan kim? Gören kim? Ne zaman uyudu? Ne zaman gördü? Bunları da beraber anlarız. Böylece mesela “uyudu” kelimesinden “o” “geçmiş zamanda” uyudu” ma’nası çıkar. İşte bu kat’i fark fiileri isimlerden kat’i surette ayırır. Şu halde fiilde başlıca üç şey bulunuyor demek: Hali ve olan şahıs… Bu üç şeyin birbirinden farklı olan unsurları birbiri ardınca sıra tutar. Yani ta başta asıl ma’na unsuru bulunup zaman unsuru ondan sonra gelir şahıs unsuru ise hepsinden sonraya kalır. Mesela “gördünüz” kelimesi fiildir.. Bundaki “gör” unsuru “görme” denilen asıl ma’nayı gösterir.. “d” veya “dü” unsuru bu ma’nanın zarfı olan zamanı ve fiilin bir tavrını gösterir.. “nüz” unsuru da bu ma’naya sahip olan bu işi yapan şahsı gösterir. Kezalik “gelmişiz” kelimesi fiildir.. Bunda “gel” ana ma’nayı “miş” zamanı “iz” şahsı gösterir. Bu unsurlar bazı yerlerde böyle tertib üzere tamam tamam açık açık görünmese de kabul ettiğimiz esas makbuldür. İşte bu nokta fiilde en esaslı ve daima nazarda tutulacak bir noktadır. Bu noktadan sonra herkesçe ma’lum bir iki ıstılahı da şöyle bir ucuna dokunarak uyandırmak münasiptir.. Cümlece ma’lumdur ki fiilde görünen varlığın hal ve işin sahibi olan şahsa ve şeye “fail” derler. Bu hal ve iş ya failin kendisinde kalır ya failden aşıp başka birisine dokunur. Ma’nası failde kalan fiile “fi’l-i lazım” ve ma’nası başkasına dokunan fiile “fi’l-i müteaddi” dedikleri gibi ma’na kendine dokunan o başka birisine de “mef’ul” derler. Faili belli ve meydanda olan fiile “fi’l-i ma’lum” ve faili nedense söylenmeyerek mef’ulü fail yerine getirilen fiile “fi’l-i mechul” derler. Bazen failin yaptığı iş başkasına dokunacak yerde yine kendisine dokunur. Böyle fiile “fi’l-i mutavaat” ve “fi’l-i mütavı’” denir. Bazen de failler birden ziyade olur ve yaptıkları ket” ve “fi’l-i müşarik” denir. Mesela “Ahmed uyudu” dediğimizde “Ahmed” faildir “uyudu” fi’l-i lazımdır. “Ahmed Mehmed’i gördü” dediğimizde “Mehmed” mef’uldür “gördü” bir cihetten fi’l-i müteaddi ve bir cihetten fi’l-i ma’lumdur. “Ahmed görüldü” de “görüldü” fi’l-i mechuldür. “Ahmed göründü” de “göründü” fi’l-i mütavı’dir. “Ahmed görüştü” de “görüştü” fi’l-i müşariktir. Bu hatıraları tazeledikten sonra maksada dönüp üç unsuru birer birer yoklama edelim. En evvel “asıl ma’na” unsurunu alacağız. Bunu nereden alacağız? Mastardan alacağız. Demek mastar burada da önümüze çıkıyor. Mastar fiilin anası olduğu gibi isimlerden sıfatlardan pek çoğunun da anasıdır. Gördük ki mesela “tutmak” kelimesinden birçok isim ve sıfat çıkar.. Hele bunlardan “tutan” “tutucu” “tutmuş” “tutkun” “tutma” “tutulan” “tutulmuş” “tutulucu” ve “bildik” “tanıdık” gibileri fiile pek yakın pek alakalı.. Sanki bunlar fiil iken zamandan şahıstan mayalarını kaybedip yerinden kaymış fiilin sinesinden kopup isim ve sıfat olmuş. Bunlar fiile bu kadar yakın olmakla beraber isim familyasına girmiştir. Biz ise isim bahsinde değiliz burada mastarı görüp geçeceğiz. Mastarın kendisi nereden çıkar? Bunu aramak incelemek lügatçinin işidir kavaidcinin işi değildir. Burada şu kadar söyleyebiliriz ki mastarların bazısı aslından doğuşundan mastardır bazısı ise sonradan isimden sıfattan yakıştırılarak mastar haline konulmuştur. Yani bunların bazısı kökten sürmedir bazısı daldan eğmedir. Mesela “görmek” “doğmak” kelimeleri mastar olarak doğmuştur.. “Boyamak” “ekşimek” “acımak” “şekerlemek” “tuzlamak” “şekerlenmek” “tuzlanmak” “şekerleşmek” “tuzlaşmak” “ekşilenmek” “acılanmak” “ekşileşmek” “acılaşmak” mastarları ise “boya” “şeker” “tuz” isimleriyle “ekşi” “acı” sıfatlarından birer takriple doğurtulmuştur. Bu bakışa göre mastarlar “asli” olur “ismi” olur “vasfi” olur. Mastarlardan “boyamak” “yamamak” “sıvamak” “ekşimek” “eskimek” “acımak” gibi bazıları isimden ve sıfattan mı çıkarıldığı yoksa isim ve sıfat kendilerinden mi çıktığı bilinemeyecek kadar masdar-ı asliye yakındır veya masdar-ı aslidir. Bazıları da “şekerlemek” “şekerlenmek” “şekerleşmek” “tatlılanmak” “tatlılaşmak” “sertlenmek” “katılaşmak” gibi isimden sıfattan yapıldıkları yani “ismi” ve “vasfi” nev’inden mastar oldukları açık açık görünecek surette anadan doğma mastardan uzaktır ve asli olmayan nevi’den mastardır. Bunu bundan ziyade uzatmayalım.. Çünkü burada bize lazım olan şey fiilerin “asıl ma’na” unsurudur. Ma’lumumuzdur ki ism-i ma’na nev’inden olan mastarda fiilin ana ma’nası bulunur zaman ve şahıs bulunmaz. Bunun için mastar dediğimiz kelimeye başka bir kıymet atfediliyor. Mastar ne olursa olsun asli veya ismi veya vasfi olsun bunun bizce ehemmiyetli ciheti ondan fiillerin anası olan kökü fiil maddesini almaktır. Mastardan –kütüğün kuru yerini keser gibi– “mek” “mak” edatını koparır atarsak bize lazım olan asıl ana ma’nanın kökünü elde etmiş oluruz. Bu kök her vakit tertemiz olamaz. Bunun kendi doğuşu ran ve failiyle alışverişi itibariyle de türlü türlü düğümleri boğumları çatalları olur. Bazı kökler “uyu..” “gör..” gibi tertemizdir filizden daldan halidir. Bazı kökler “şekerle..” “şekerlen..” “şekerleş..” gibi doğduğu sırada belki de doğmak “uyuttur..” “uyutturt..” “uyutturttur..” “görül..” “görün..” “görüş..” “görüştür..” “görüştürt..” “görüştürtür..” gibi türlü türlü değişikliğe uğrayıp tabiilik ve anadan doğmalık halini Bunun sebebi ise pek belli.. Lazımlık müteaddilik bazı asıllarda sınai ve sonradan yapma bir haldir. Çünkü lisan bize istediğimiz kadar ana ma’na kökü bulup veremez. Çaresiz ufak bir ameliyye ile lazım asılları müteaddi yaparız.. Müşarik yaparız.. Müteaddileri tekrar tekrar müteaddi yaparız.. Mütavileri müşarikleri bir de müteaddi yaparız. yeni yeni isimler yaptığımız gibi fiillerde de böyle “t l n ş dur durt durttur durtturt” gibi eklerle parçacıklarla eksikleri yoluna koyup ih-tiyacı idare ederiz asılları evretiriz. “Uyu..” aslından “uyut..” aslını çıkarırız. “Gör..” aslından “görül..” “görün..” “görüş..” “gördür..” “gördürt..” “gördürttür..” “göründürt..” “görüştürt..” asıllarını çıkarırız geçiniriz. Bu asıl ma’na köklerinden mastar familyasında hisseler çıkarıp “uyutma” “görülme” “görünme” “görüşme” “gördürtürme” “gördürtme” “görüştürme” “uyutuş” “görülüş” “görünüş” “görüşüş” “gördürüş” gibi masdar-ı tahfifiler hasıl mastarlar yaparız. Yine buradan isim familyasına bırakılan fiilden kopma isim ve sıfatlara da oldukça ehemmiyyetli bir pay çıkar “uyutucu” “görülücü” “görünücü” Anlaşıldığı vechile mastar edatı alındıktan sonra ortada kalan kök ya anadan doğma ve ekten ari sade bir köktür ya birtakım parçalar alıp sadeliğini kaybetmiş filizli pürüzlü bir köktür. Birinci haldeki köklere “madde-i asliyye” ve mahiyyetindeki kökler doğduğu gibi kalır ağızdan çıktığı gibi yazılır. Fakat madde-i fiil mahiyyetindeki köklerdeki parçacıklar edat olduğu halde yazıda ıttıradını pek muhafaza edemez. Mesela “l n ş” harflerinin üstüne münasip saitler konulur da “yapıl” “yıkıl” “sakın” “sıkın” “görül” “görün” “boğul” “biliş” “görüş” asılları biraz ıttıradsız yazılır. Kezalik “dür üt dürttür” parçacıklarında da bu hal vaki olur. Asıllarda lazımı müteaddi yapmak müteaddiyi mechul yapmak mütavi yapmak müşarik yapmak için kullanılacak edatlar şöyle böyle muayyen ve ma’lum ise de bunları kavaidci hakkıyla halledemez. Meğer ki pek çok müstesnayı sıraya dize. Vakıa mechul için “l” mütavi için “n” müşarik çacıklar var.. Fakat bunları gözümüzü kapayıp da her asla tatbik edemeyiz. Bunda bilenlerin kullanışına söyleyişine tabi olacağız. Bizim yapacağımız şey talebemize bir taraftan birçok “asli ve ismi ve vasfi” asıllar buldurup bunları müteaddi mechul mütavi müşarik yaptırmak ve işletmektir. Bir taraftan da bunların farklarını hissettirmek ve kendilerine buldurmaktır. Fiiller müsbet olur menfi olur. Bu halde fiillerin asılları da bit-tabi’ müsbet ve menfi olur. Asıllar kendi hallerinde bulunurken müsbettir. Bunları menfi yapmak bildiğimiz vechile gayet kolaydır. Hafif heceli asıllara “me” ve sakil heceli asıllara “ma” ilave edilince iş biter. Zaman unsuru nefy edatından sonraya kalır. Bunun yalnız muzarilerde bozulduğunu sırası gelince söyleyeceğiz. Fiillerdeki muntazam nefyin yanında bir de oldukça muntazam istifham işi var.. Bunu da şahıs unsurundan sonra göreceğiz. Asıl ma’na unsurundan sonra zaman unsuru gelir. Ma’lum ki zaman esasen üçtür. Mazi hal istikbal. Bu unsurda zamandan başka bir şey de var. Mesela “uyudu” da mazi “uyumuş” da mazi.. Bunun birinde fiili görmüş olmak veya o kuvvetle telakki etmek var diğerinde bunu başkasından kınca bu unsura yalnız “zaman unsuru” demek biraz tesamühlüdür. Fiil bu unsuru alınca “siga” denen şey meydana gelmiş oluyor. Bilmem ki buna “siga unsuru” dense olur mu? Ne ise “zaman unsuru” dedikçe bunu biraz daha fazla ma’nada anlayıverelim. Fiil bu ikinci unsuru alınca “siga” denen şey meydana geliyor. “Siga” ne? Fiilin bir hali ki fiil o hal içine girince Fakat burada da bir şey var. Fiilin zamanı tazammun etmek hali her vakit pek sarih değil.. Yani sigaların bazısında zaman açık açık görünüyor bazısında kapalıca veya kapalı gibi. Mesela “gördü görmüş görür görüyor görecek göre görmeli görse görsün” sigalarında zaman pek aşikar. Halbuki “görüp gördükte gördükçe görünce göreli gördüğü göreceği gördüğünden görerek” gibi sigalarda zaman biraz kapalı. Ötekilerde zaman gibi şahıs da açık açık görünürken bunlarda bu cihet de kör bu cihet de sağır. “Görüp” diyoruz.. Peki ne vakit görüp? Bundan sonra gelecek fiile bakmalı.. Mesela “görüp kaçtı” dersek zaman mazi imiş “görüp kaçıyor” dersek zaman hal imiş diye hükmetmeli. Kezalik “görünce” diyoruz: Peki kim görünce? “Ben görünce” “sen görünce” “o görünce” “biz görünce” gibi bir men yok. Şu hale nazaran siga işinde bir iki türlülük kendini gösteriyor.. Birinde zaman ve zamanla beraber şahıs açık ve tamam diğerinde zaman ve zamanla beraber şahıs açık ve tamam değil. Temsil ma’zur tutulsun biri tam-ı tam erkek diğeri biraz hünsa. Ne yapmalı? Aklımca esasta sigayı iki nev’e ayırmalı. Bu-nun bir nev’inin yani yarım yamalak ve oyuntu sigaların zaten bizde ismi var: Rabıt sigaları. Bunlara “rabıt sigaları” demeli… Tam ve kabadayı sigalara “ana sigalar” demeli. Bundan iyisini bulup da söyleyen olursa kabule hazırız. Ben şimdilik bu tabirleri kullanacağım. Evet siga esasen ikidir: Ana sigalar rabıt sigaları. Ana sigaları arar tararsak dokuz taneden ibaret buluruz. Bunları şahıs ma’nasından tamamıyla kurtarmak kabil olamadığından çaresiz biraz tesamühle şahıs unsurundan zahiren hali görünen gaib suretini alarak “gördü görmüş görür görüyor görecek göre görmeli görse görsün” suretinde bulacağımız bu dokuz şekle sıra ile “mazi-i şuhudi” “mazi-i nakli” “fi’l-i muzari’” “fi’l-i hal” “fi’l-i emr” denildiğini biliriz. Bunu bulduktan sonra artık emir sigasının “emr-i gaib” ve “emr-i hazır” diye iki ayrı siga suretinde dağıtılması siga-i şartiyyenin fi’l-i iltizami ile “ise” fi’l-i ianesinin birleşmesi farz edilmesi gibi vehimlere itibar etmeyiz. Bulunan dokuz sigadaki siga unsurlarını asıl ma’na unsurlarının her türlüsüne takmak kabildir. Asıllar gerek mastarın asli veya ismi veya vasfi nevinden olsun gerek bunun lazım müteaddi mechul mütavi müşarik gibi tenevvülerinden olsun. Fark yok.. İşte her soydan birtakım asıllar yani asıl ma’na unsurları.. Mesela “gör” “uyu” “damla” “ekşi” “acı” “şekerle” “tuzla” “ezberle” “azarla” “kefenle” “hesapla” “eğril” “doğrul” “şekerlen” “tuzlan” “şekerleş” “taşlaş” “yeşer” “karar” “yeşillen” “karalan” “yeşilleş” “karalaş” “şekerlendiril” “ballandırıl” “uyut” “uyuttur” “görül” “görün” “görüş” “görüştür” “görüştürt”… Siga unsurları bunların hepsine kolayca yapışır. Sigaları nasıl teşkil ederiz? Bundan kolay bir şey yok… Mazi-i şuhudi mi yapacağız? Asıllara “di” unsurunu yapıştırırız “gördü” “uyudu” “damladı” “ekşidi” “acıdı” “şekerledi” “tuzladı” deriz. Mazi-i nakli mi yapacağız? “miş” unsurunu yapıştırıp “görmüş” “uyumuş” “damlamış” “ekşimiş” deriz. Muzari mi yapacağız? Esas olarak bir “r” alıp bunu o haliyle ve yerine göre münasib bir saitle asla yapıştırırız “uyur” “damlar” “ekşir” “acır” “şekerler” “tuzlar” ve “diler” “çalar” “girer” “çıkar” “yapışır” “görür” deriz. Fi’l-i hal mi yapacağız? “yor” unsurunu alırız.. Fi’l-i unsurlarını alırız.. Fi’l-i iltizamide “e” “ye” unsurlarını ve vücubide “meli” “malı” unsurlarını alırız.. “Görüyor” “ezberliyor” “bakıyor” “uyuyor” ve “görecek” “ezberleyecek” “bakacak” “uyuyacak” ve “göre” “ezberleye” “baka” “uyuya” ve “görmeli” “ezberlemeli” “bakmalı” “uyumalı” ve “ezberlesin” “baksın” “görsün” “uyusun” “uyusun da büyüsün” deriz. Siga teşkili işini kolay cihetinden yürütür isek hesap budur. Ama darıyı davul edenleri söyletirsek söz çok uzundur azıcık tafsil edelim. Onların tafsilini kısar ve kısaltırsak diyebiliriz ki muzaride esas bir “r” dir. Aslın ahiri sait ise “r” buna yapışır. “İste-ister” “atla-atlar” “eri-erir” “taşı-taşır” “sürü-sürür” “yürü-yürür” “uyu-uyur” “oku-okur” gibi. Aslın ahiri sait değil de samit ise birden ziyade heceli asılların sonları üstün ve esre hecelilerinde “r” den evvel bir “i” ve ötre hecelilerinde “r”den evvel bir “ü” gelir.. “Becerbecerir” “sataş-sataşır” “getir-getirir” “tanış-tanışır” ve “üfür-üfürür” “götür-götür” “buyur-buyurur” “otur-oturur” gibi. Bir heceli ahiri samitli asıllarda ise “r” harfi hafif hecelerde sade üstün hareke ile ve sakil hecelerde daima elifle üst tarafa yapışır.. “Dil-diler” “çal-çalar” “gir-girer” “çık-çıkar” “üz-üzer” “göm-gömer” “tut-tutar” “koğ-koğar” ve “serp-serper” “kalk-kalkar” “silk-silker” “yırt-yırtar” “dürt-dürter” “ölç-ölçer” “burk-burkar” “kork-korkar” gibi. Fakat “gel” “kal” “bil” “gör” “bul” “ol” gibi bazı asılların muzarileri “geler” “kalar” “biler” “görer” “bular” “olar” olacak yerde kaideden kaçıp “gelir” “kalır” “bilir” “görür” “bulur” “olur” oluyor. Zannederim bunlarla uğraşmak kavaidciden ziyade lügatçinin işidir. Bunun hesabı mutlaka kavaidde kesilecek ise bunları bulup bulup sıraya dizmeli sayılı bozuk muzarileri böylece mimlemeli Siga teşkili yolunda yürütülen bu mülahazalarda ba-husus yazı düşünülürse ufak tefek tesamühler görmezden gelmeler bulunur. Fakat sadelik gözetmek işi güçleştirmemek ve karıştırmamak için böyle yapmak lazımdır. Bir de Cevdet Paşa’dan beri pek çok kavaidcilerin yaptığı gibi asılları bırakıp da sigaları aslın gayrıdan çıkarmağa çalışmamalı.. Mesela “fi’l-i iltizaminin müfred gaibine “yor” ilavesiyle fi’l-i hal ve “ecek” “acak” ilavesiyle fi’l-i istikbal yapılır” ve “fi’l-i iltizaminin müfred gaibi bazen “sapa gibi” sıfat olur” ve “menfi mazi-i şuhudilerin cem’-i gaibleri de bazen “kırılmadık gibi” sıfat yerinde kullanılır” dememeli. Çünkü bu hal mübtedileri yanlış düşünmeye sevk eder. Çocuk zanneder ki fi’l-i iltizami bir anadır.. “Sapa” sıfatında fi’l-i iltizamiden bunun müfred-i gaibliğinden ve kezalik “kırılmadık” sıfatında mazi-i şuhudilikten ve bunun cem’-i gaibliğinden fiillerin zamanından ve şahsından bir şeyler vehmeder.. Halbuki bunlarda onlardan şemme yoktur. man edatı takılmadan ve siga şekli gelmeden evvel ne ise bunlardan sonra da hep odur. Bunun bir harfine dokunulmaz siga edatı güzelce gelir aslın son harfinin altına kolayca yerleşir. Fiilin üst unsurunda kıyamet kopsa alt unsurların bundan haberi olmaz ve haberi olmamak lazım gelir. İnsan bunu nazara alarak düşünürse mesela “söyle” aslından alınan sigalarda “e” nihayetinin yok edilmesine ne söyleyeceğini bilemez “bak” aslından alınan muzariin “bakar” şekline girmesine bakar kalır. Sigaların bu suretle asıllardan çıkarılmasına “iştikak” denildiğini biliriz. Demincek anlamıştık ki menfi fiillerde nefy edatı asıl unsurunun alt tarafına girer bu unsurla siga edatı arasında yer tutar. Nefy edatının bazen “me” bazen “ma” suretinde ve bazen de saitsiz yalnız bir mim olarak yazılması bu nizamı hiç bozmaz. Ancak şu var ki Türkçe’nin bu sade nizamı bizim şivede muzarilerde bir kazaya uğrayıp sakatlanmış.. Yazık yazık ki mesela “gelir” muzarinin menfisi “gelmeyir” olacak iken “gelmez” olmuştur. Diğer sigalarda ise kaide ve makine güzel güzel işliyor.. “Geldi-gelmedi” “gelmiş-gelmemiş” “geliyor-gelmiyor” “gelecek-gelmeyecek” “gele-gelmeye” “gelmeli-gelmemeli” “gelse-gelmese” “gelsin-gelmesin” gibi. “Rabıt sigaları” diye ayırdığımız diğer nevi sigalar için ne diyelim? “Gelip-okuyup” “geleli-okuyalı” “gelinceye kadar-okuyuncaya kadar” “gelince-okuyunca” “geldikçeokudukça” “geldikde - kaldıkda” “geldiği ve geleceği – kaldığı ve kalacağı” “geldiğinden ve geleceğinden - kaldığından ve kalacağından” “geldikten sonra - kaldıktan sonra” “gelerek-kalarak” suretinde hemen bir on kadara çıkardığımız bu kısacık vazifeli sigalar için söyleyecek çok şeyimiz yoktur. Bunların bazısı “gelip” “geleli” “gelinceye kadar” “gelince” “geldikçe” “gelerek” gibi her türlü oynaklıktan mahrum adeta paslı birer demir parçası halinde.. Ne zamanı görüyor ne şahsın hatırına bakıyor.. Hep “gelip” “geleli” suretinde duruyor.. “Geldiği ve geleceği” “geldiğinden ve geleceğinden” gibileri ise arkadaşlarına bakınca biraz işlek.. Şahsa göre “geldiğim ve geleceğim” “geldiğimde” “geldiğimden ve geleceğimden” “geldiğimden sonra” suretlerine girip biraz hareket eseri gösteriyor. Bunlara sıra ile “atfiyye” “ibtidaiyye” “intihaiyye” “ta’kıbiyye” “tevkıtiyye” “... birinin adını bilmiyorum” “ta’yiniyye ve sıla” “ta’liliyye ve sebebiyye” “zamaniyye” “haliyye” adlarını ta’kib geçeriz. Fakat bu ta’birler pek mukarrer ve cümlece musaddak değil. Hatta “geldikde” şeklinin kitaplarda yeri ve adı yok.. Bunun “geldikçe” suretinde eda edileceğini ve bu eda daha muvafık olacağını söyleyenler eksik değil.. Bunlara üstad-ı ekremin muşa’şa ifade usulüne zinet olan o güzel “Yad et!” manzumesindeki “Bir leyl-i sükun-nümada.. tenha.. “Oldukda nişimenin ser-i ab “Kıl çeşmini atf-ı semt-i bala... “Sevdalar içinde nur-ı mehtab “Oldukça derununa gam-efza.. “Eyle o geçen demi tezekkür!.. “Piş-i nazarında sath-ı derya “Ettikçe temevvüc ü tenevvür.. “Yad et beni sakitane yad et!...” bendini okuyarak bundaki “oldukda”yı “oldukça”ya ve “oldukça” ile “ettikçe”yi “oldukda” ve “ettikde”ye değiştirip değiştiremeyeceklerini sormalı… Ne ise. Asılların mahsusatından olan müteaddilik ma’lumluk mechullük mütavilik müşariklik müsbetlik halleri tabiatıyla rabıt sigalarında da caridir. Yalnız “gelip” “geleli” ve “gelinceye kadar” vesaire demekle kalmayıp “gördürüp” “görülüp” “görünüp” “görüşüp” “görüştürülüp” “görüşülüp” ve keza “gördürüleli” “görüleli” “görüneli” “görüşeli” “görüştürüleli” “görüşüleli” ve hakeza “gördürülünceye kadar” “görülünceye kadar” diyerek bu kullanışlardan da Şimdi şahıs unsuruna geçiyoruz. Çin Müslümanları sene-i hicriyye Ramazanü’l-mübarek saat on bir buçukta Hankan’dan azimet etmek üzere eşyaları hamala yükletip iskeleye geldim. Burada: İsa Bay Namazi Ahmed Bey vesair birçok samimi dostlar hazır idi bazılarıyla veda ettim bazıları da istimbotla vapura kadar geldiler. Saat tamam ’de vapura geldim. Elhamdülillah bu izzet bu nimet hep İslam nimetidir. Vapurda büyük bir salonda bir saat kadar aram ettikten sonra ehibbam ile veda ederek onlar istimbota avdet ettiler vapur da hemen hareket etti. pur gayet cesim mevkiler gayet muntazam yolcu epey kalabalık: Fransız İtalyan İngiliz Japon Çin milletlerinden yolcular var müslüman olarak yalnız birinci kamarada Namazi Bey ikincide ben bulunuyorum. Vapurun sür’ati mil mesafede olan Singapur’u yüz saatte kat edecektir. Vapur üzerinde Namazi Bey ile aramızda cereyan edecek sohbetler de burada kariin-i kirama arz etmek istiyorum. Namazi Bey her ne kadar birinci mevkide ise de taam ve uyku zamanlarından başka vakitlerde ikinci mevkie gelmekte ve aramızda her mes’eleden samimi sohbetler cereyan etmektedir ez-cümle Osmanlı siyasetinden İran ahvalinden vesaireden sözler açıldı. Ma’lumatı hayli vasi’ bir adam. Birçok seyahatlerde bulunmuş. Her şeyden ziyade müslümanların istikbalini düşünüyor. Bunun için ben bu zata müslümanların istikbali için ne lazım olduğunu sorduğum zaman dedi ki: – “Müslümanların kendi aralarında ciddi alaka ve samimi rek rahat yaşarlar. İdare-i memleket her kimin elinde olursa olsun elverir ki müslümanların kendi aralarında ittifak bulunsun. Bu ittihad ve ittifak sayesinde her zaman her memlekette hukuk-ı milliyye ve diniyyelerine malik olacakları şüphesizdir…” diyor. Namazi Bey i’tikadı sağlam mü’min-i halis bir zat-ı muhteremdir. Ben esbab-ı ittihada çarei – “Cenab-ı Hak bütün çare-i ittifak ve esbab-ı ittihadı tehyie etmiştir bizim için yeniden çare ve sebep aramaya hacet yoktur ferman-ı Sübhani üzere habl-i ilahi’ye i’tisam olursa her gün beş defa cevami’-i şerife-i İslamiyye’de efrad-ı ümmet ictima ederse her Cuma her Bayram ictimaları rak o cem’iyyet-i uzmadan o büyük ictimadan istifade olunur da her sene hac mevsiminde müslümanlar yekdiğerinin ahval u etvarından haberdar olursa umum küre-i arz müslümanları nail-i refah u saadet olacağında hiç şüphe yoktur fikrindeyim…” buyurdular. Benim Namazi Bey’in fikrini Rusya müslümanlarına arz etmekten maksadım Rusya tüccarı için bir derstir. Namazi Bey ile esna-yı müzakerede Çinlilerin ahvalinden ve muamelattaki sadakatlerinden falan.. sorduğum zaman bu babda olan fikrini şu yolda izah buyurdular: – “Çinliler ticaret muamelesinde sözlerinde sadık ve sahiptirler hatta bir malı alacak olup da deftere ismini kaydettikten sonra o malın kıymeti tenezzül etse de o sözünden geri dönmez. “Benim mukavelem yoktur malının kıymeti tenezzül ettiğinden siz de tenzilat yapınız…” gibi sözler söylemez nasıl pazarlık etmiş ise öylece kabul eder. Bu cihetle Çinliler bütün milletlere faiktir desem caiz olur.” “Ticarette mes’ele-i iktisada pek ziyade riayet ediyorlar muamelelerinde mümkün olduğu kadar sadakat gösterirler ziyan görse bile sözünden dönmez. Hem de muamelesini vakt-i muayyeninde görmeye son derece gayret eder. Senet olmuş olmamış müsavidir. “Fakat ecnebiler Çinlilere insaniyet dairesinde muamele etmiyorlar. Belki her zaman bi-çarelere su-i muamelede bulunuyorlar hususen İngilizler pek ziyade bed-muamele ediyorlar. Vakıa İngiltere hükumeti başka hükumetlere nisbeten hayli adilane muamele eder ve diğer milletlere bir derece müsavatı tercih eder lakin İngiliz milleti hükumetin aksine olarak ahlaka münafi bed-muamele ediyor. “Her ne kadar Çinliler şimdilik sabretmekte iseler de istikbalde sabredecekleri şüphelidir. “Hindistan halkı İngilizlerin su-i muamelelerine sabr u tahammül etseler de Çinlilerin sabredecekleri ma’lum değildir. Hind milleti minelkadim esarete me’luf millettir. Ama Çinliler kendileri millet-i hakime olarak yaşamış olduğundan Hindlilere kıyas olunamazlar. “Hem Hindistan halkı zayıf bir halktır cisimleri gayet nahif açlık ile riyazet ile zilleti ihtiyar etmiş İngilizlere karşı hiçbir vakit mukavemet edemeyeceklerini iyi biliyorlar. Ama Çin milleti kaviyyü’l-bünye bir millettir. Şu mülahaza ile Çinlilerin sabr u tahammül edecekleri ma’lum değildir. Ama şimdi hükumetlerinin za’fiyetini bildiklerinden tahammül değil sabrı ihtiyar etmişlerdir. Maamafih istikbalde intikam alacak kadar kuvvet bulacakları da şüphelidir. Zira Çin milleti kesb ü karda isti’dad-ı fıtriye malik olsalar da fen ve ilim hususundaki istidadları pek geridir. Bu millette kuvve-i ihtiraiyye yoktur terbiyeleri hep İngiliz terbiyesidir. İngilizler hiçbir vakit kendi daire-i nüfuzunda yaşayan akvam-ı saireye terbiye-i efkar vermezler tan’ı istila ettikleri hemen yüz senedir; lakin bir Hindli sahibi kemal yoktur. Mısır’a dahi göz salacak olursak nihayet otuz senede bütün Mısırlılarda bir taklid-i efrenciden başka hiçbir şeyler yoktur. “Yalnız şunu dahi hatırda tutmalı: Umumen şark milletleri bütün Avrupalılara bilmem ne içindir derecesinden ziyade emniyet ibraz ediyorlar hususen re’s-i karda olanlar bütün umuru Avrupalılarla istişare ederek ve Avrupalıların sözünden bir kelime haricine çıkmamak üzere muvafakat ediyorlar. “Ben bir tüccarım eğer bir tüccar -velev ki ahbabım hatta akrabam olsun- umur-ı ticarette benimle istişare ederse ne kadar iyi adam olsam da kendi ticaretime rekabet edecek derecede akıl veremem taban veremem. “Mesela Osmanlı Türkleri tensikat-ı askeriyyelerini ıslah askerini ıslah edecekti. Lakin ben hiç emniyet edemem Goltz Paşa ne kadar yahşi iyi adam olsa bile Osmanlı askerini Alman askerine rekabet eder derecede tensik etmeyecektir. Osmanlılar yalnız Goltz Paşa’ya emniyet edip de kendileri de sa’y u gayrette bulunmazlarsa hiçbir şeyler çıkmaz. Bi-aynihi Çinliler de öyledir her umurda Avrupa deyip duruyorlar. Bakınız Japonlar! Onlar da evvel-emirde Avrupa’dan alıyorlar ama sonra kendileri çalışıyorlar. Bugün ufacık Japonya’da milyarlar ile iş görür fabrikalar var eğer umum Japonya fabrikalarını gözden geçirecek olursak: ser-karda Japonlardır. Gel Çin memleketine gel Osmanlı bir sanat hatta şimendöfer hıttasında bile ser-karda ecnebidir. Bu suretle hiçbir memleket idaresi ıslah olunamaz…” Namazi Beyi’n fikrine tamamıyla muvafakat ediyorum. Bizim Osmanlı milleti Osmanlı Devleti bütün milletlerden ziyade Avrupa-peresttir yalnız Osmanlılar değil belki umum lam. Burada Çinlilerin lisanlarından dahi biraz ma’lumat vereceğim: Umumen Çin ülkesinde lisan vardır bunlardan altısı bütün bütün başka lisandır: Türk Mongol Kalmık Kırgız Tibet Kaşgar lisanları mütebaki Çin lisanıdır. Bunların ekserisi yekdiğerine gayet yakındır: Tatar Başkurt Mişer lisanları gibi. Bazıları da hayli farklıdır: Hive Özbek ve Azerbaycan lisanları gibi. Lakin umum Çinli ekseriyetle yekdiğerinin lisanını anlar bazıları anlamazsa hemen yazıp gösterirler ve yazdığı gibi anlarlar hatta değil kalemle kağıda yazmak belki esna-yı tekellümde parmak uçlarıyla hatta havaya yazar gibi işaret ederek tekellüm etmek adet olmuştur. Çin lisanında bu büyük bir suhulettir yazı ile bütün Çinliler yekdiğerinin lisanını anlarlar. Değil yalnız Çinliler kendi aralarında belki bir Çinli yazarsa lisanları bütün bütün başka olan Japonlar ve Koreliler bile okur anlar. Halbuki lisanları bütün bütün başkadır. Burası pek acayiptir. Bana Japonya’dan dostlarımdan mektup geliyor halis Japon lisanında yazıyorlar aynı yazıyı aynı mektubu Çinli doğrudan doğruya -yani tercüme filan değil- Çin lisanında okuyor. Zahiren bakılınca hakıkaten acayiptir. Lakin mülahaza edersek hiyeroglif resmi eşyaya mevzudur: Mesela dağ suretidir: Japonlar yama diye okur Çinliler fuze diye okurlar suret-i hiyeroglif birdir. Şunun için her biri kendi dilinde okur. Bütün kerameti şundan ibarettir. Ben fi-ma-ba’d gazete sütunlarında an-karib Çin’e dair ma’lumat yazamayacağım bundan sonra Singapur Pinan Hindistan ahvaline aid makaleler yazacağım Çin hakkında ziyade tafsilatı inşaallah seyahatnamemizde arz ederiz. Vapur üzerinde insan her ne kadar vakti boş olsa da çok şey yazamıyor. Kalbi başka türlü meşgul oluyor. Benim bulunduğum vapur her ne kadar gayet cesim olup tonilatoluk cesameti beygir kuvvetinde olup deniz korkusu falan olmasa da beni Adem karaya me’luf arzullahta iskan şek oluyor. Artık seyahatimiz müntehası Singapur’dur. Bu makaleyi nasib olursa yarın Singapur’dan postaya vereceğim. Bizim Rusya İslamlarının şayan-ı tebrik bir halleri varsa o da diyanete ahlaka son derece dikkat etmeleridir. Taassubat-ı diniyyeleri o derece ilerlemiştir ki onların takdirine mazhar olmak için behemehal mütedeyyin olmak lazım gelir. Diyanete nazar-ı istihfafla bakan bir efendi milletinin refah u saadeti uğrunda kendini feda etse diyanete riayet etmedikçe hiç mesabesinde kalır. Rusya İslamlarının bu taassubunu yek nazarda nankörlük derecesine vardırarak takbih etmek istenilir. Fakat alem-i siyasette azıcık dolaşacak olursak bu takbihin pek nabemahal olduğunu görürüz. Binaenaleyh bu taassublarından dolayı kendilerini takdir etmek lazım gelir. Zira cereyan-ı ahvali biraz nazar-ı ta’mik ve i’tibara alacak olursak görürüz ki milliyyeti anlayacak bir dereceye vasıl olmamış bir millet-i mahkumeyi yutmak için ağzını açmış bir millet-i hakimeye mani olmak üzere ilk tesadüf olunacak şey dinin muhalefetidir. Bu kuvve-i ma’neviyyede ittihad hasıl olmadıkça kabil değil musahhar olamaz. Herhalde arada bürudet hüküm-fermadır. Zaten Rusların nice asırlardan beri İslamları Hristiyan yapmak için son fedailiklere çalışmaları ruz-ı mahşerde Hazret-i Mesih’in karşısına beşuş bir çehre ile çıkmak i’tikadında bulunduklarından ve buna müyesser olmak için gayretlerinden değil belki ortalıktan mani-i ittihad olan bu kuvve-i ma’neviyyeyi def’ etmekle Ruslaştırmaya mesafeyi yakınlaştırmak leri bu kuvve-i ma’neviyyeyi kaybedince kendilerinde kendilerini toplayacak kadar diğer bir kuvve-i ma’neviyye olmadığından Ruslaşmaları muhakkaktır. Şimdi bizim garblı bir diplomat kesilmiş millet-perverimiz diyaneti hiçe sayarak ve hatta bu din-i mübin-i garraya mütecavizane bir vaziyette bulunarak hareket etmek isterse ahali de buna hiç ses filan çıkarmayarak bu herifi kendilerine rehber ittihaz edecek olurlarsa şüphesiz pey-der-pey bu dinin ehemmiyeti kalkarak Ruslarla bizim aramızı tefrik eden bu yüksek seddin yıkılması lazım gelir. Bunun yıkılmasıyla lar. Bu kokuların sıhhatimize ne kadar muzır idiği meydanda halli geçerek geldiğinden ve diğer taraftan ise bu kokunun bizim için muzır idüğünü idrak eder kadar bizde ma’rifet olmadığından pek hoş gelir. Onun için bu Rus kokusu istediğimiz kadar istişmam etmeye başlarız bir vakit gelir ki elimizde terakkı namına bir şey olmaz. Fakat Ruslaşmak garbın medeniyyeti namına intişar eden sefahet bizlerde istediği kadar hüküm-ferma olur. Artık bunun bizim için mahvolmak demek olduğunu zikre hacet kalmaz!.. Yirminci asırda Japonlar her şeye numune olmak selahiyyetinde bulunduklarından bu hususta bizim için bir numune olabilirler. Japonlar dinlerinin bu terakkı asrına elverişli olmadıklarını anladıkları halde bu kadar mazarratı ihtiyar ederek hala avam-ı nası Mecusiyyet boyunduruğunda tutuyorlar. Dimağlarını birtakım hurafat ile karıştırıyorlar. Neden? Bunda olan hikmet nedir? Zira Japonlar siyaset sanat nokta-i nazarından müşarün-bil-benan olsalar da bu yalnız yukarı tabakaya mahsus olarak avam-ı nas takımı ise pek cahildir. Olabilir ki Mecusiyyeti bırakıp başka bir dine girmeleriyle cehaletlerinden dolayı milliyyeti takdir edemezler. Dini hangi milletten aldılarsa o millet ruhuyla ruhlanmaya başlarlar. Taassubat-ı milliyyelerini büsbütün bırakıp her şeye umum nokta-i nazarından bakarak Japon menafiini müdafaa hususunda eser-i müsahele gösterirler. Bunun ise Japonya hükumetinin tedir. İşte bu gibi mahzurlardan dolayıdır ki Japonya hükumeti avam-ı nas takımı milliyyetin ne olduğunu anlar bir raddeye gelene kadar kendilerini eski Mecusiyyetleri altında tutmak istiyor. Binaenaleyh Japonya hükumetinin sair cihetlerden pek çok ilerlediği halde dini cihetinden pek çok geride kalması ancak esbab-ı siyasiyyeden ileri geldiğini anlayarak pek o kadar büht ü hayret etmemelidir. Şimdi Japonya hükumeti zarar gördüğü medeniyyete taban tabana zıd olduğu halde bu Mecusiyyetten ayrılamazsa ve bu gibi mahzurlardan dolayı bırakmak mecburiyetinde kalırsa artık bizler medeniyyetin menbaı olan din-i mübin-i garramıza mütecavizane bir vaziyyette mecnunane hareketlerde bulunup anen-fe-anen ehemmiyetten ıskata çalışan birtakım mütegarribine nefretle bakan sevgili milletimizi niçin takdir etmeyelim? Evet takdir etmeliyiz.. Ve hatta icabında böyle taassuplara teşvikatta bile bulunmalıyız. Zira avam-ı nasımız bi-hasebil-cehale Japon avam-ı nasından pek de geride kalamayacağından Japon avam-ı nasının başına gelecek ihtimalat bize ise bire beş olmak üzere geleceği şüphesizdir. olduğundan bazı menfaat-perestan kendi fevaid-i şeytaniyyelerine hep dini alet olarak kullanırlar: Herifin karnı aç kalarak tarz-ı maişeti tezelzüle uğrarsa derhal başına bir-iki arşın sarığı uydurarak “ilmiyye” zümresine dahil olur ve çarçabuk bir hami-i din ! kesilir. Nefs-i şehvanisini büyütmek ve bu sayede paralar da bol bol gelmek üzere bulunur. Artık böyle sarıkla boyun eğmenin modası bir parça eskiyerek hakıkı bir hami-i din ve hakıkı bir mutasavvıf aranılmaya başlarsa ne yapmak lazım gelir? Tabii düşünelecek bir mes’ele değil mi ya? Hakıkı bir hami-i din ve hakıkı bir mutasavvıf kimler olduğu matbuat vasıtasıyla anlaşılacak bir şey. Eğer menfaat-perestan bunun aksini anlatmak teşebbüsünde bulunsalar bit-tabi’ matbuata sarılacaklar işlerini matbuat vasıtasıyla icra edecekler. Doğrudan doğruya hakıkatin aleyhinde bulunmak pek asan bir şey değil. Onun için hakıkatlilerin söylediklerini tenkid etmeden evvel kendilerini lekelemek mecburiyetinde bulunacaklar. Bu lekenin millet nazarında en menfur gözüken dinsizlik olacağı tabiidir. Binaenaleyh temine mani olacak bir fırka milletin nazarında bir parça ehemmiyeti haiz ise artık bu haşerat yığıntıları bunları dinsizliğe Buhara hurafat ocağına dönerek Kazan’daki küşad edilmiş Tatariski-Uchitelski Shkola’nın yetiştirdiği meyveler de lüzumundan fazla –yenemeyecek bir halde– tatlı olduğu bir zamanda herkes eyne’l-melce’ diyerek iltica edecek ve orada ma-bihil-hayatları olan ulum ve maarifi alacak bir yer aramaya başlamışlardı. Tabii herkesin hatırına bu’d-ı mesafeye rağmen muktedi-bihleri olan Osmanlı Türklerinin mektepleri geliyordu. Fakat o menhus istibdad merhamet ü şefkatin timsal-i mücessemi olan bu kardeşlerimize bizim için mekteplerini kapattırmış bizleri mekteplerde tahsil ettirmek bizden ziyade kendileri için karlı olacağı pek zahir bir şey ettiklerinden dolayı arkalarını çevirmişlerdi. İşte bunu gören Rusya İslamları cami köşelerinde ötede beride dolaşarak me’yusen memleketlerine dönerek işi vakt-i merhununa terk etmekteydiler. Biliyorlardı ki artık bu hal devam etmeyecek bir gün gelecek bu iki kardeş –Türk Tatar– yekdiğerini der-aguş ederek yekdiğerine sarılacaklar. Osmanlılar yecek. İşte o vakt-i merhun bir seneden beri hülul etmiştir. Kaç asırlardan beri ve hatta Volga kenarlarında veda edeliden beri yekdiğerini güzelce anlayamamış bu iki kardeş bugün mektep sıralarında anlaşıyorlar. Ellerini son derece samimiyetle sıkıyorlar. İstikbal için ne lazımsa bir pederin çocuğu gibi beraber hazırlamak sadedinde bulunuyorlar. Bunu gören milletimizde ise Osmanlı Türk kardeşlerimize karşı bir eser-i minnet bu yavrulardan ise büyük bir ümid ve bunlara mülaki olmak için de son derece sabırsızlık nümayan oluyor. Fakat bu hal milleti daima kendi menafi’-i şahsiyyeleri boyunduruğunda tutmayı itiyad edinen kadimci fırkasının hoşuna gitmiyor. Milletin selametini düşünerek İstanbul’un soğuk han köşelerini ihtiyar ederek diyar-ı gurbette yuvarlanmayı büyük bir bahtiyarlık addeden bu evlad-ı milleti lekelemek ve bu sebeple milletin nazarından düşürmek dinsizlikle itham edecekler. İşte bu ithamatın mukaddimeleri kadimcilerin naşir-i efkarı olan Orenburg’ta münteşir Din ve Maişet mecellesinde gözükmeye başladı. Din ve Maişet mecellesi bir siyaset kullanıyor. Birden bire sarahaten dinsizlik ile itham etmiyor. Belki birinci defada zımnen anlatıyor. Diyor ki “İstanbul’dan hususi verilen haberlere nazaran birkaç esbaba mebni dikkat ediniz Rusya’dan firar eden bir nice şarlatanlar talebe kıyafetine girerek diyanet hususundaki teşvikatları iblisin teşvikatlarını fersahlarca geride bırakacak derecede ilerlemektedir.” Din ve Mai şet mecellesi burada teşvikatın neticesi ne oldu yazmıyor. O teşvikat-ı iblisiyyeden daha müessir olduğunu söyledikten sonra artık neticesinin ne olduğu kendi kendine anlaşılıyor zannederim. Din ve Maişet mecellesi birtakım şarlatanları İstanbul’a sokulmuş gibi göstermesiyle istikbali için bir fayda daha temin etmek istiyor ki o da İstanbul’dan avdet edecek talebelerden emniyeti selbetmek. Acaba bu avdet eden efendi hakıkaten bir talebe mi? Yoksa orada talebe namında gezen şarlatan mı? Cevabı da tabii Din ve Maişet’in ağzına münhasır kalacak…! Evet bu şarlatan mes’elesi yek nazarda olabilir. Bizim Rusya İslamlarında bir darb-ı mesel vardır: “Musa nerede ise Firavun da orada.” Fakat İstanbul’da bulunan talebeler buralarını çoktan düşündüler. Her ihtimalden esen rüzgarlara siper olmak üzere bir şey ittihaz ettiler ki o da perakende bir halde yaşayan talebemizi kitle-i vahide haline ifrağ ederek “Rusyalı İslam Talebesi” Cem’iyeti’ni husule getirmeleridir. Ortalıkta takdise mecbur olduğum bu cem’iyet mevcut iken esen her bir rüzgarın baziçesi olmak laktır. Madem ki ortalıkta böyle bir cem’iyet-i mukaddese duruyor talebemizin halinden endişe etmek pek na-bemahaldir. Madem ki İstanbul talebelerinin melcei burasıdır şarlatanların eğer –öyle bir şey varsa– bir şey yapamayarak me’yusen geri dönecekleri hiçbir vakit burada talebe namına gezemeyecekleri şüpheden varestedir. Binaenaleyh menfaat-perestanın yiyecek erzakını başka bir yerden araması lazım gelir. İstanbul etrafında dolaşmak ise pek nafiledir. Din ve Maişet mecellesine daha bir ricamız vardır ki o da bu gibi haberleri muhbirlerinin imzasıyla neşretmesidir. Aks-i halde bunların hepsini kendi tertib-kerdesi diye telakkı etmekte ma’zuruz. Buhara’nın mukadderatına hakim bir sürü ecahil vardır ki ulema ünvan-ı celilini min-gayr-ı liyakatin taşımaktadırlar. Verese-i ahlak-ı enbiya olmaları lazım gelen bir fırka-i bagiyye yatı enva’-i mesaviyi –yalnız kendilerine münhasır olmak üzere– mübah gördükleri halde menafi’-i memlekete hadim fakat kendilerinin menafi’-i zatiyyelerine mugayir bir teşebbüs gördüler mi “Şeriat ahkamına mugayirdir… Ehl-i küfre teşbihtir.. Bu olamaz.” yaygarasını koparır ve o teşebbüs-i nafia – şer’e yalnız muvafık değil belki şer’an vacip iken – mani olurlar. Niçin? Çünkü te’min edegeldikleri menafi’-i gayrimeşruaya atiyen halel gelecektir. Çünkü -onların i’tikadıncaşeriat yalnız onların ara-yı hod-seranesidir. Onlar ne peygamber tanır ne müctehid. Ne de edille-i erbaa bilir. Edille-i erbaa şimdi edille-i hamse olmuştur ki birincisi Buhara’nın iradat-ı keyfiyyeleridir. Bu delil edille-i saireye takaddüm bile eder. Buhara’da usul-i cedide-i tedrisiyyeyi tatbik maksadıyla erbab-ı hamiyyet tarafından bir iki mektep açılmıştı. Hatta Ramazan’dan mukaddem icra olunan Bilmem sonra nasıl olmuş da mekatib-i mezkure başta A’lem Gıyaseddin Efendi olarak yine ulema tarafından kapatılmış adem-i cevazına fetva verilmiş… Tarafdar-ı teceddüd olan Müfti Hacı İkram Efendi hazretleri tek başına kalmıştır. Muhaliflerin de muvafıkların da fetvasını mühürlemekten sa böyle bitaraf kaldıkları yine şayan-ı teşekkürdür. Hadise-i mezkureden bahis müteaddid mektuplar aldım.. Buhara’dan yeni teşrif eden bazı zevat ile mülakat ettim.. Neticede ulemanın nasıl hasis bir endişenin mağlubu olduklarını anladım: “Görmüyor musunuz? İstanbul’da Halife-i İslam’ı hal’ edenler hep bu gibi mekatibden neş’et eden şübbandan çocuk utanmadan sıkılmadan beş bin küberanın huzurunda bizim bile layıkıyla anlayamadığımız mesailden bahsetti. Binaenaleyh atimiz ve dolayısıyla emir hazretlerinin mevkii tehlikededir.” Bu sözlerin ne derece bi-ser u bün olduğunu mutali’in-i kiram hazeratı muhakeme buyursun. Ben muaheze etmeye lüzum görmüyorum. Lakin şunu arz etmeden geçemeyeceğim: Ulema-yı kiram hazeratı bu gibi türrehatı serd ile emiri kendi taraflarına celbetmek istiyorlar. Bir de bu zevat-ı muhtereme şer’e istinad etmek üzere: diyorlarmış. Bu delile cevap vermek bizim salahiyetimiz dahilinde olmadığından ehl-i ilme havale ederiz. Mekteplerin cedvel-i tedrisatını da tedkık ettik mugayir-i şer’-i şerif hiçbir şeye tesadüf etmedik: parça Sarf ve Nahv Kıraat-i Farisiyye Çağatayca kıraat. Mekteb-i kadimin programına gelince: La-yetegayyerdir. Kur’an-ı Kerim’den sonra meyhaneden gılmaniyattan bahis divanlar: Hafız Nevvabi Fuzuli Saykali Bidil. Çocuk daha aguş-ı maderinde iken: Yar aksin meyde gördüm camdan çıktı sada mukaddimesiyle bir ders-i iş ü garam almaya başlar… Bu tedrisat-ı perde-birunane – haşa! – muvafık-ı ahkam-ı şer’iyye addediliyor da çocuklara ahkam-ı diniyyelerini bila-tekellüf az zaman zarfında ta’lim edecek vasıta-i tedrise münafi’i şer hatta küfür! Tahrif-i din! deniyor! Ne demeli? demekten başka çaremiz yoktur. Acaba bu ulema dediklerimiz cehele-i zaman Allah’tan korkmuyorlar mı? Varisiyiz diye fahreyledikleri Peygamber’den olsun haya etmiyorlar mı? Cenab-ı Hakk’ın müntakim olduğunu hatırlarına getirmek istemiyorlar mı? Bu; adeta dine karşı bir isyan bir tuğyan bir bağy ü fesad değil midir? Hamrı su gibi içerler.. Adına da utanmadan haya etmeden “müselles-i şer’i” korlar… Ekl-i riba zaten bunlar için mübah daha da zikri mucib-i hacalet olacak enva-i mesavi! Bu rezaletler meşru oluyor da usul-i cedide-i tedrisiyye neden gayri meşru’ oluyor! Bunun cevabı gayet basittir: Çünkü çocuklar ahkam-ı diniyyelerini –helal nedir haram ne gibi şeylerdir– öğrenecek Halık’ını Peygamber’ini layıkıyla tanıyacak bir terbiye-i metine görecek… Sonra?... Bunların hali?... Ey Al-i İmran /. Fakat biz me’yus mu olalım? Hayır hiçbir vakit! Emin olsunlar o düşma’nan-ı hakıkı-i din ü şeriat ki pek yakın bir zamanda sırr-ı celiline mazhar olacaklardır. Turgay vilayetinin Kostanay şehrinde bir müslüman cemiyet-i hayriyyesi te’sisi için ruhsat alınmıştır. Vakit Böyle bir emr-i hayra teşebbüs ettiklerinden dolayı ora ahali-i müslime ve ağniya-i kiramını tebrik cem’iyetin devamını temenni ederiz. Cenab-ı Hakk’a binlerce hamd ü sena olsun ki Rusya İslamları arasında böyle cem’iyetlerin mikdarı günden güne çoğalmakta ve bu gibi vasıtalar ile bi-kes ve aciz kalmış kardeşlerimiz nail-i muavenet olmaktadır. Bu cem’iyetlerden biri de Troyski Cemiyet-i Hayriyye-i İslamiyye’sidir ki bundan - sene mukaddem Rusya ağniyasından milyoner biraderan-ı Yavşağların himmet u gayreti sayesinde te’sis olunarak emsali na-mesbuk hizmetlere muvaffak olmuştur. sene-i miladisinde Rusya’da hüküm-ferma olan müdhiş kolera illetinin meydanda yüzüstü bırakmış olduğu birçok İslam yetimlerinin bu cem’iyyet-i muhtereme imdadına yetişerek Ruslar’ı bile hayrette bırakacak bir eser-i faaliyet gösterdi. Taht-ı himayesinde bir darüleytam küşadıyla bu zavallıları ebedi bir felaketten kurtardı. O sıralarda muhterem imamların camilerde ağlaya ağlaya bu emr-i hayra teşvik ve tergıbleri ahalinin de imamların şu vaziyyet-i terahhum-averinden cidden müteessir olarak nem-nak gözler ile ianeye şitab ve külliyetli fedakarlıklarda bulunmaları hakıkaten şayeste-i takdir idi. Cem’iyyet bunları yalnız iaşe ve iskan ile iktifa etmedi. Gıda-yı ma’nevilerini dahi nazara alarak kendilerine hususi bir muallim ve muallime ta’yin etti. Ve muntazam bir tarzda tedrislerine i’tina gösterdi. İşte neticeli sevablı müsmir muavenetler. Düşünelim ki cem’iyyet-i mukaddese bir an evvel bu zavallıların yed-i gadrin kurban-ı i’tisafı olacaktı. Fakat efsus ki Troyski ahali-i müslimesinin bu hidematı takdir hususundaki kadir-şinaslığı çok sürmedi ber-mu’tad dindarlık nikabı altında icra-yı nifaktan hali kalmayan garazkarlar bu hayırlı müesseseye karşı da siham-ı ta’rizi havale ederek halkı bu teşebbüsten dahi tebrid ve tenfire muvaffak oldular. Cem’iyetin müessisleri tekfir olundu. İaneye teşvik eden hatipler minberlerden vaizler kürsilerden cebren indirildi. Zavallı İslamlar arasında yine tefrikalar belirdi. Bedhahlara muhık bir vesile-i istihza verildi. Acaba bu münafıklar hücumlarıyla ne gibi menafi’ temin ediyorlardı Furkan /. Araf /. etmek istemeyiz. Yalnız şurasını işaret edilmeye bütün zevahiri hayr-ı mahz olduğunu gösteren şu teşebbüs-i meşkuru ber-taraf etmek için münafıklar yine dinin ziyaından bahsediyorlar ve bu muavenetleri bida’-i seyyie olmak üzere halka gösteriyorlardı. Katelehümullah. Şimdilik Kostanay ahali-i müslimesinden temenniyatımız bu kabil iğfalata karşı mütebassir bulunarak menafi’-i milliyyeyi muhafazaya sa’y ile cem’iyetlerini mütevaliyen mazhar-ı terakkı etmeleridir. Orenburg vilayetinin bu seneki umum daire-i ziraiyyeye muhassas mebaliğden bin rublesi . kuruş kilise mekteplerine verildi. Bu paraların ekalli beş bin rublesi . kuruş müslümanlardan toplanıldığı şüphesizdir. Eğer müslümanlar bu parayı kendi mekteb-i medreselerine taleb ederlerse ne gibi cevap alırlardı? Vakit Geçenlerde risalemizde neşrettiğimiz Rus Maarif Nezareti’nin beyanatına nazaran alınacak cevap pek sarihtir. O da “Sizler pek geride kalarak maarif hususunda hıristiyanlarla bir derecede bulunmadığınızdan daire-i ziraiyyeden para alıp mekteplerinize medreselerinize sarfa ehil değilsiniz zaten böyle bir şey ahali-i müslimenin daire-i ziraiyyeye fena göz ile bakmalarını da müeddi olacağı cihetle hükumet asayiş-i memlekete taalluk eder ahvalde etraflı düşünmeye mecburdur” tarzındaki acı sözlerden ibarettir. Vakıa iyi göz tefid olacağı cay-ı nazardır. Maamafih Rusya Maarif Nezareti’nin mesleğini nazara alanlar bu eşkali halletmekte de müşkilat çekmezler. Troyski şehrinde Eylül’ün birinci gününden i’tibaren İmam Beymatef’in refika-i hayatı hanımefendinin taht-ı himayesinde bir kızlar mektebi küşad olunmuştur. Bu yeni mektebin programları bizde tatbik olunan ma’hud programlardan başka olarak numune ittihazına sezavar bir mükemmeliyettedir. Beyanü’l-Hak Oriski şehrinde Orenburg vilayeti Hacı Abbas Kenkiyef bir kızlar mektebi bina ederek Müslüman Cem’iyeti’nin Cem’iyet-i Hayriyye olacak taht-ı tasarrufuna teslim etmiş. Bu senelik odun mesarifatı muma-ileyh Hacı Efendi’ye ait olarak idare ve muallimler mesarifi ise cem’iyete aittir. Mektep Ağustos tarihinde küşad olunarak yalnız Ağustos içerisinde kaydolunan talibatın miktarı ’e baliğ olmuştur. Mektep için muma-ileyh Hacı Efendi’nin bir dükkan vakfedeceği haberi ahali arasında deveran etmektedir. Gene Oriski’de erbab-ı himmetten Hacı Ahmed Safa Efendi Bornabif cenabları bir taş dükkanı kendi bina-kerdesi olan Birinci Mescid huzurundaki medreseye vakfederek Cem’iyet-i Hayriyye’nin idaresine teslim etmiştir. Bu iki hacı efendilerin himmetlerine Oriski müslümanları azim teşekkürler ediyor. Beyanü’l-Hak Kırgızlar arasında epeyce şöhret kazanmış Kadi Mehmed Efendi ile mahdumu Mekarim Efendi milletin ta’lim ve terbiyesi hususunda pek çok hizmetleri sebkat eden zevat-ı muhteremedendir. Vaktiyle medreselerinde altı yüze baliğ talebe-i ulum terbiye ve maddi ve ma’nevi nail-i istifade olurlardı. Fakat maatteessüf bundan dört sene mukaddem bu mekle beraber medreselerin de emr-i idaresinde te’sirat-ı azime husule getirdi adeta kapanacak bir hale geldi. Kadi Mehmed Efendi hazretlerinin ikinci mahdumu Mealim Efendi ise peder ve biraderlerinin bunca emekler sarfederek husule getirdiği şu medreselerin böyle mahv u münderis olmasına acıyarak bunca mesainin heder olup gitmesinden müteessir olarak geçen Temmuz ayında bir hakkında ahali ile müşaverede bulundu. Maarife susamış ahali ise Mealim Efendi’nin böyle maarif-perverane emellerinden pek ziyade memnun olarak azim teşekkürlerde bulundular ve ellerinden gelen muaveneti esirgemeyeceklerini vaad ettiler. “Muavenet” hususu dahi yalnız sözde kalmayıp medrese disatine darı ekerek bunun hasılat-ı safiyyesi bin ruble kuruş etmiş bundan maada toplanan ianenin yekunu da dört bin rubleye baliğ olmuştur. Demek şimdi medrese kasasında bin ruble kuruş para mevcuttur. Ahali böyle bir muvaffakiyyete pek memnun olarak tizden eski medreseleri ta’mir yenilerini bina ederek muktedir muallimler celbetmekle bir an evvel evlad-ı milletin kesb-i Vakit Kırgızlar sene-i miladiyyesinde Rusya himayesini dört şart tahtında kabul etmişlerdi. Bu şeraiti mutazammın olan mukavele Petersburg Evrak İdaresi’nde mahfuzdur. Bundan sene evveline kadar törelik ile idare olunuyordu. senesinde bilmem hangi aksakal ve büyüklerinin rütbelere nişanlara mukabil Rusya siyasetine baziçe olmak denaetini kabul etmeleri üzerine “iştat” usulü tahaddüs etti. İştat usulü zimam-ı iradeyi ahali tarafından üç sene veya daha fazla bir müddet için intihab olunan me’murlara tevdi’ eylemek demektir. Bu iştat devrinde Kırgızlar’ın cahil ve mürteşi me’murlardan gördükleri zulümler gayr-ı kabil-i tasvirdir. Adeta kurun-ı vustadaki meşhur İspanya işkenceleri tanzir edilmiştir. Rüşvet o derece taammüm etmişti ki beş rublelik kuruş me’muriyete nail olmak için binlerce koyunlarını yüzlerce beygirlerini feda eden Kırgızlılara hemen her gün tesadüf olunuyordu. Şu müdhiş masraf ise tabii telafiye ihtiyaç gösterdiğinden bütün bu bar-ı tekalifi zavallı ahali tahammül ediyordu. Bu i’tisafata bir de intihab zamanındaki tefrikaları ağraz ve ihtirasatın vücuda getirdiği kıyamları zammeder ve bir de misyonerlerin amac-ı tehacümü olduklarını bir girive-i inkırazda yuvarlandıklarını anlamış oluruz. Fakat bereket versin İslamiyyet kuvve-i ma’neviyyesi bu kadar felaketlere rağmen yine terakkıyata refah u saadete sevk ediyor ve kalblerinde günden güne maarifin ehemmiyetini büyütür de şu bi-çarelere dest-gir-i selamet oluyor. Tatar medreselerinin bu husustaki hidematı el-hak cedir-i takdirdir. Vakıa ibtidalarda terakkıyyat-ı İslamiyye düşmanları bu hatvenin atılmasına da mani olmak istediler. Fakat el-minnetullah günden güne medreselerin adedi çoğalarak terakkıyatın cereyan-ı tabiisi durdurulamadı. Öyle zamanlar oldu ki Orenburg Troyski Kargalı Orenburg’a pek yakın bir mesafede sekenesi yalnız İslam’dan ibaret bir kasaba medreselerinin nısfından ziyadesini Kırgızlar işgal ediyordu. Bu mücahedat sayesinde menafi’-i milliyyeyi te’min hususunda pek çok semerat-ı nafia iktitaf olundu. Ve hayme-nişin yaşadıkları cihetle aralarında medeniyyetin intişarı müsteb’id addolunur surdur. Ne olurdu bizdeki urbanda Kırgızları numune-i imtisal kessürünü görmek saadetini bütün ihvan-ı dinlerine bahşetselerdi. Rusya Maarif Nezareti’nin ta’mim-i maarif hususunda neşreylediği beyanat-ı ma’hudeyi düşünüyor ve bir de Kırgız kardeşlerimizin şu teşebbüsat-ı maarif-perveranelerini nazara alıyoruz da nezaretin i’lan eylediği nokta-i nazara bir türlü akıl erdiremiyoruz. Serdettiğimiz şu hakayıkı Rusya hükumeti ya biliyor ya bilmiyor. Biliyor ise resmen İslamların maarife adem-i temayülünü nasıl mevzubahis edebiliyor? Bilmiyor ise tebeasının ahvalinden bi-haber kalmak zilletini nasıl kabul ediyor? Binaenaleyh Rusya Maarif Nezareti İslamların şu terakkıyatını ya resmen tekzip ederek kendinin pek haklı olduğunu bildirmeli yahud neşrettiği beyannamesini geri almalı. Avusturya gazetelerinden naklen Şamil Bey Vezir-zade Kaspi gazetesinde diyor ki: “Eski zamanlarda müslümanlar Avrupa’ya ancak muharib sıfatıyla gelirler tahsil-i ticaret ya ikamete rağbet etmezlerdi. Lehistan yurduna celbedilmiş olan Tatarlar ve Cava’dan menfi ve sürgün sıfatıyla Kaplandiya’da iskan edilen birkaç bin müslüman her ne kadar milli lisanlarını kaybedip Lehistan’da Leh ve Kaplandiya’da Flemenk lisanlarıyla tekellüm etmekte iseler de din ve mezheblerini muhafaza ettikleri şayan-ı dikkattir. Tahsil-i ulum u maarif için Avrupa ülkelerine müslümanların gelmeye başlamaları . asırdadır. Bunlardan maada bir miktar siyasi kaçakların da Avrupa’ya iltica suretiyle geldikleri görülmüştür. Müslümanların tahsil ve ticaret ile Avrupa’ya gelmeleri İslamiyet hakkında ma’lumat ve neşriyatın tekessürüne ve belki Avrupa akvamı arasında İslamiyet’in Zamanımızda da Almanya’da Muhammed Adil Schmidt Mühlen namında bir Avusturyalı mühendis neşr-i İslam ile uğraşıyor. Bu zat yirmi beş sene şarkta hizmet edip kabul-i Almanya’ya avdetle yazdığı asar ve risaleler ile İslamiyet’i beyan müdafaa ve neşre çalışmış ve el-yevm çalışmakta bulunmuştur. Bavyera’nın makarr-ı hükumeti Münih beldesinde neşr-i İslam’a sarf-ı gayret eden Yelena Kulau ve bunun zevci Ömer Abdürreşid Bey meşhurdur. Fransa’da da “Uhuvvet-i İslamiyye” cem’iyeti te’sis edilmiştir. Dört ay mukaddem İslamiyet’i kabul etmiş ve ismi Azize konulmuş bir Fransız kadını haftalık mecmua neşrederek Fransızlar’a ulviyyet-i din-i İslam’ı beyan ve teşrih ediyor. yet’i kabul etmiş olan İngilizlerin din ve ilim cem’iyetleri te’sis ederek müteaddid gazete çıkardıkları ma’lumdur. Mu’teber ve kibar İngilizlerden Lord Stanley Lord Aldarley sipahi meclis azalarından Parlinson hukukiyyundan dava vekili Leh Mazurih Browning Kalyet Schledzek M. Linoen ve hanımlardan musiki muallimesi Delbast edibe Schlorent vesairenin din-i mübini kabul ettikleri meşhurdur. Bu müslüman dafaa ve ta’mime çalışıyorlar. Amerika’da dahi müslümanlık intişara başlamıştır. New York beldesinde büyük bir cami bina edildi. Muhammed Aleksandrob namında bir Amerikalı geceli gündüzlü neşr-i din-i mübin ile uğraşıyor. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Aralık Üçüncü Cild - Aded: Devr-i Tabiinde İctihad: Ashab-ı güzin hazeratı artık azm-i gülşen-saray-ı cinan olmuşlardı. Büyük bir muvaffakiyet ebedi bir saadet kendilerine refakat etmişti. Hayat-ı cismanileri sönmüş fakat hayat-ı ruhani hayat-ı ilmileri bütün ma’nasıyla parlamış daha ziyade kesb-i nuraniyyet eylemişti. Halefleri onların hayatlarını istiare etmiş gibi olduğundan beynelümmet ashabın mefkudiyeti his olunmuyordu. İlim fıkıh… Bütün kuvvetiyle bütün zindegi-i füyuzuyla tabiin-i kirama intikal etmişti. İlim o ilim fıkıh o fıkıhtı; şu kadar ki makam-ı ashab tabiin tarafından işgal olunmuştu. Tabi’in-i kiram çalışıyorlardı… Beynelümmet tahaddüs eden mesail-i müşkilenin halli vukua gelen bütün istiftaların cevabı hep ulema-yı tabiinin zimmet-i ilmiyyelerine tahmil olunmuştu. Devr-i ashabda artık te’hiri caiz olmayan bu vazife-i mühimme dahi onların uhde-i ictihadlarına ilave edilmiş idi. Tabiin hazeratı ashab-ı güzinin bütün mahfuzatlarını bütün fetava ve müctehedatlarını zabteylemişlerdi. Bir taraftan bunları ta’lim ve tedris ile ahlafa nakleyler diğer taraftan mesail-i gayr-ı merviyye hakkında ictihad buyurarak Bütün bu mesai her türlü zahmetlerine rağmen tabiin gibi telakkı olunmuştu. Onun için ta’lim ve tedristen ta’mik-i tetebbuattan yorulmuyor hatta birçok mesail-i fıkhıyye-i lam tevessü’ etmişti. İşte bu suretle müdevven olarak mükemmel bir kanun-i İslami meydana gelmişti. Hicaz Irak kıt’aları birer encümen-i ilmi halini almıştı. Ulema-yı tabiin ashab devrinde olduğu gibi artık umur-ı siyasiyyeye umur-ı idariyyeye mücahedeye iştirak etmezlerdi. Münhasıran ilimle fıkıhla tetebbuatla meşgul olur bütün vakitlerini ictihad için bezl buyururlardı. Zaten o gürültülü teşvişli siyaset ve umur-ı idare merkezi artık bu kıt’alardan uzaklaşmış; bütün bu tantanalar bütün debdebeler buna mukabil de bütün siyaset ve idare kavgaları Dimaşku’ş-Şam’a naklolunmuştu. Onun için şu iki kıt’ada olan ulema kemal-i huzur u sükunetle tetebbuat-ı ilmiyyede devam ediyorlardı. Filvaki bu iki kıt’ada ilmin ictihadın husule getirdiği hürriyetle memzuc ziya-yı semaviye karşı merkezden kopan sehaib-i zulmet-aludun siyah gölgeleri ara sıra miyordu: O zulmet-i menhuse nur-ı ilme mağlub olarak zuhur ettiği yere çökmeye mecbur oluyordu. Bütün bu huzur ve sükunetin sa’y u gayretin içinde az çok bir inilti bir hafif sızıltı da yok değildi. Tabiin-i kiram arasında ilm-i fıkıhça bir ihtilaf husule gelmişti. Fakat bu hal kurulmuş mukaddimelerin bir netice-i tabiiyyesi gibiydi. Çünkü ulema-yı tabiin kendi memleketlerinde bulunan fukaha-yı ashabın şakirdanı gibiydiler. Binaenaleyh tabiin hangi merkezden ahz-i ulum etmiş idiyse kendi ictihadatını dahi o yol üzerine bina eylemeye sa’y u gayret eylerdi. Az çok tedahül olmakla beraber ekseriyet üzere fukahayı Hicaziyye kendi memleketlerinde ikamet eden ashabın ulema-yı Irakıyye dahi kendi kıt’alarında bulunan ashabın tercümanı idiler. merkezi hükmünü aldılar. Aralarında göze çarpacak kadar bir açıklık meşhud oluyordu. Her iki tarafta müdekkık müctehid alimler yetişti. Bunlar bütün mevcudiyetleriyle çalışmakta devam ediyorlardı. Tabiin-i kiram devrinin sonlarına doğru idi ki her iki mekteb-i fıkhinin esasları ihzar edilmiş ancak bir şahsiyet du. İşte bu vechile kıt’a-yı Irakıyye’de tekevvün eden mekteb-i fıkhinin riyasetine İmam Ebu Hanife hıtta-i Hicaziyye’de teşekkül eden mekteb-i fıkhinin riyasetine İmam Malik Hazretleri geçmişlerdi. Artık iki mekteb-i fıkhi şahsiyetleriyle yekdiğerinden imtiyaz etmiş bulunuyorlardı. Vaktiyle o koca Keldanilerin sonraki Hüsrevlerin İskender-i Rumilerin Eşkaniyan Sasaniyanların ulum-ı maarifleriyle meşbu’ olan o kıt’a-yı a’sar-dide şimdi de muazzam millet-i İslamiyye’nin ulum ve fünununa ictihadına makar bulunuyor.. Irak silsile-i tarihiyyesinin uzun bir ucu mechuliyet perdesi altında muhtefi sal-hurde bir medeniyet arasında gizlenir diğer ucu yeni bir medeniyetle ciddi bir maarifin neşrettiği envar-ı hakıkat içinde nümayan olur. Nur-ı İslamiyyet kıt’a-yı Irakıyye’de eşia-nisar olunca kurun-ı haliyyeden başlayarak imtidad eden hafi fakat leyl ü neharın tevalisiyle çürümüş olan uruk-ı kadime çözülmeye başlamıştı. Bununla beraber ilme ma’rifete olan isti’dadı kadimleri dahi uyanıyor yavaş yavaş ehliyyet-i ilmiyyeleri meydana çıkıyordu. rat-ı zehr-nak ile isti’dad-ı kadimin tekrar inkişaf ederek neşv ü nemaya başlaması sayesinde yekdiğerine münakız fakat mürur-ı zaman ile barışmış olan iki azim eser baş göstermişti: - Esas itibariyle zerre kadar İslamiyet’le münasebeti olmadığı halde din şeriat ünvan-ı celilleri tahtında saklanarak çürük ipler ile nusus-ı müelleheye rabtedilen mezahib-i müteaddide-i ediyor. Şecere-i İslamiyyet’i bir dud-ı kazım gibi kemiren nifak ve şikakın doğrulmasında ahali-i Irakıyye’nin pek büyük yardımları bulunmuştur. Mücahede-i aleniyyede Iraklıların komşuları olan İranlıların kalpleri beldeleri fetholunmuşken zulmete mechuliyete cehalete doğru uzanıp giden mazileri ile nura saadete temas eden halleri arasındaki gizli rabıtalar tamamen kat’ edilerek hakkıyla tathir olunamamıştı. Hazret-i Osman zamanında husule gelen iftirak fütuhat-ı hakıkiyyenin husule gelmesine mani oluyordu. Düşman bütün kuvvetiyle mazisine yapışmış; fakat buna rağmen karşısında olan kuvvet müteşettit müteferrikti… İşte şu muvaffakiyetsizlik İslamiyet’in hakıkı - Iraklıların isti’dad-ı kadim-i ilmileri mukaddes İslamiyet’in en evvel İbni Mes’ud sonra Ebu Musa el-Eş’ari Ali duğu envar-ı hakıkatle aşılanmış parlamaya müheyya bulunmuştu. Bu isti’dad pek az zaman zarfında bütün safahat-ı terakkıyi mürur ederek münteha-yı i’tilaya irtika etmişti. fahat-ı tekamüliyyesini irae için bir ma’kes olmuştu. Fakat nur-ı İslamiyyet ile ihya olunan şu isti’dad artık başka kalıba dökülmüş büsbütün başka bir nam almış; ta’bir-i her türlü mahsulatın inbatı hususunda birinciliği ihraz ettiği gibi ahalisi dahi meleke-i ictihadiyyenin bütün müstaid olduğu tekamülatın tecellisine mazhariyeti i’tibariyle beynelümmet bi-hakkın birinciliği kazanmışlardır. Amerika’nın bilmem hangi köyünde işçilikle hayatını kazanmaya mecbur olan bir genç adam kollarından ziyade dimağında hissettiği kuvvete güvenerek tahsile koyulur sınıf-ı ruhbana intisab eder ve ikmal-i ulum ile doktor lakabına nail olur. Kalkar Suriye’ye gelir Beyrut’u amaline muvafık bulur ufacık bir yer tedarik ederek tedrisata başlar dil bilmez adet bilmez nihayet bin zahmetle on on beş şakird edinebilir; çalışır çalışır muttasıl çalışır mülahazatını mütalaatını Amerika’ya milletine mezhebdaşlarına yazar va’d-i muavenet alır yine muttasıl çalışır Beyrut’un en havadar en hakim bir noktasında -ki o zamanlar buralara kimseler rağbet etmezmiş- bir tarlacık iştira eder ve yavaş yavaş büyültür. Bütün o mahalleyi yed-i meşru-i tasarrufuna geçirir. Yine çalışır çalışır zihninde tasarladığı mektep binasının yüz elliye çıkar ve seneden seneye ilerledikçe ilerler ve bina bir iken beş on on beş olur. İşte Beyrut’un meşhur “Külliyye-i Amerikaniyye”si bu suretle tedricen ve tekamülen meydana gelir ki bugün Amerikalı Protestan misyonerlerin en büyük müessese-i ilmiyyesidir. tarih-i miladisinde küşad olunan bu Darülfünun’un bugün bine karib talebesi vardır. Ve başlıca üç büyük şubeye münkasemdir. Evvelkisi “Dairetü’l-İlmiyye”dir ki orada Tarih Edebiyat Felsefe ve emsali fünun-ı aliyye tahsil olunur. tişir. Üçüncüsü Ticaret Mekteb-i Alisidir. Ve bu üç büyük şubeye şakird yetiştiren ayrıca idadisi “Dairetü’l-isti’dadiyye”si vardır. Tedrisat vardır. Tedrisat İngiliz lisanıyladır. Mektebin muntazam bir hastahanesi mükemmel bir rasadhanesi tarih-i tabiiyye jeogojiyye jeolojiyye merakiz-i ticariyye ve borsalara müteallik mükemmel bir müzesi mükemmel bir kütüphanesi var.. Kollarından ziyade dimağında hissettiği kuvvete güvenerek düşündüklerini fiile getiren o genç adam yarım asırlık mütemadi ve muttarid mesaisinin bugün semeratını iktitaf etmekle mübahi bir pir-i muhteremdir. Bu darülfünunun yetiştirdiği erbab-ı sa’y u ictihad içinde kalemiyle fikriyle dirayetiyle Mısır’da Amerika’da tefeyyüz temeyyüz etmiş pek çok efazıl ta’dat olunabilir. Bu darülfünundan yetişenler birkaç sene mukaddemi aralarında topladıkları meblağla o genç adamın bu pir-i muhteremin heykelini yaptırıp mektebin kütüphanesi içinde mahall-i mahsusuna rekzettirmek suretiyle muallimlerine karşı besledikleri hiss-i hürmeti te’yid etmiş olurlar. Mesaisinin mükafatını gözleriyle gören ve veladetinin sekseninci sene-i devriyyesini birkaç yıl mukaddem idrak eden bu pir-i muvaffak Mister Howard Bliss artık bakıyye-i ömrünü ziyaretine gelen eski şakirdleriyle musahabe ve genç şakirdlerini teşci ede ede geçiriyor. Bu muhterem adamın azmi mesaisi sebatı şayan-ı takdir değil midir? Of.. Bu derin –evet bence derin– bahsi ta’mik etmek istemiyorum. Katolik Protestan misyonerler vatanımızda böyle senelerce çalışıyor ve te’min-i muvaffakıyyet ediyor da siz ey ulema-yı kiram onlara rekabet azmen fazlen rekabet edemiyor ve bizi ale’l-amya mukallid ve meddah-ı ecanib ve ağyar olmak nikbetinden kurtaramıyorsunuz. Of.. Bu bahsi ta’mik etmek istemiyorum. Bu darülfünunun takriben rub’-ı talebesi evlad-ı İslamdır ekseriyyet-i azimesi Mısırlı Suriyeli Cebel-i Lübnanlı olmakla beraber içlerinde Anadolulu İstanbullu Rumelili Hindli Türkistanlı İranlı Kırımlı hatta Çinli şakird bulunabilir. Bi-mennihi ve keremihi teala bütün alem-i İslam üzerine hüsn-i te’sir yapan yevm-i mes’ud-ı inkılab bu İslam talebeyi de müstefiz eyledi. Ferda-yı hürriyyeti vely eden ilk haftalar içinde talebe-i İslam bir ictima-i umumi yaptılar ve artık kiliseye gidip ibadet eylemek pazar duasında bulunmak gibi sırf Hıristiyanlığa ait olan merasime müraata icbar edilmemeleri ricasını mektep hey’et-i idaresine arza karar verdiler; bu mes’ele bilahare ceraid-i mahalliyyeye intikal eyledi hükumet-i meşrua-i meşrutamız da bunu nazar-ı dikkate aldı ve birçok muhaberat cereyan etti mes’ele henüz neticelenmedi. Mektep hey’et-i idaresi kilisede ibadet şart-ı asli olduğunu söylüyor talebe-i İslam hürriyet-i vicdaniyye terbiyye-i medeniyye esaslarına mugayir olan ibadet-i cebriyyeden sarf-ı nazar edilmesini rica eyliyor. Bu ne tezad-ı garib ne muamma-yı beşerdir ilahi! Ey muhterem Mister Bliss cenabları talebe-i İslam’ın muhik olan ricasını is’af ediniz. Ve onları cebren kiliseye sokmak nazariyyesinden feragat eyleyiniz. Siz pekala bilirsiniz ki vicdan hakim-i mutlaktır; cebr hüsn-i tesir değil su-i tesir tevlid eder. Toprağında sizin dahi yaşadığınız Osmanlı hükumeti en buhranlı en muzlim edvarında bile kimsenin dinine lisanına kavmiyyetine taarruz etmemiş ve en şevketli zamanlarda bile herkesin dinine lisanına kavmiyyetine hürmet eylemiştir. Hükumat-ı mütemeddine ve müterakkıye-i Hıristiyaniyyenin el-haletü hazihi müslim tebealarına reva gördükleri “au disqarition au assimiliation” politikasına ma’nen nazire yapacağınıza toprağında yaşadığınız Osmanlı hükumetinin meslek-i ulvi-i tarihisine ittiba eyleseniz elbette isabet etmiş olursunuz. Vatanımızda yarım asırdan beri maarif-i beşer i’la-yı fikr-i beşer için sebk eden hizmetlerinizin kadr ü kıymetini bu barid nazariyye sanırım ki tenkıs ediyor. Bizim Cemile Feride’yle bir sabah gelerek “Unutma beybaba akşam birer hotozlu bebek Getir kuzum...” dediler. Ben de kızların keyfi Kırılmasın diye reddetmedim şu teklifi. Kiraz dudaklı üzüm gözlü inci dişli iki Edalı yosma getirdim. Aman o akşamki Sürur u şevkıni bir görmeliydi yavruların! Durup oturmadılar hiç. Dedim: “Yatın da yarın Bütün gün oynayınız...” Nerde! Kim yatar? O gece –Yemekte sızmaya me’luf olan– Feride’mce Kabul olunmayacak söz olursa yatmaktı. Yatar mı hiç? O nasıl hisli bir yumurcaktı! Feride dördünü doldurmamış Cemile yedi Yaşında yoksa da cidden hanım tavırlı idi. Büyük kız oynadı bir parça sonradan yattı; Küçük sabaha kadar hep bebeğni hoplattı. Ne ninniden alıyormuş ne öyle hoppaladan... “Işıl ışıl bakıyor a! Bebek değil afacan!” Sabaha karşı tükenmiş mecali yavrucuğun: Mışıl mışıl uyuyor... Değmeyin aman uyusun. Benim bulunmadığım bir zamanda kız uyanır; Bebeği uyutmak için evde üç saat kapanır. – Aman da pek yaramaz uyku sıçramış başına! Bakın beşik de getirdim bakın yatar mı şuna? Yatar mısın seni hınzır? Kapar mısın gözünü! Acık da dinlesen olmaz mı annenin sözünü? Kapandı işte gözün... Oh! Şimdi artık yat! Bebek ne yaptı bilinmez ki sonradan pat pat Dayak sadaları akseylemiş öbür odaya. Güzel güzel uyumuş olsa kız da döğmez ya! Gelince ben eve akşam Feride pek düşkün Göründü. Ablası ben sormadan atıldı: – Bugün Ne yaptı beybaba bilsen.. Zavallıcık bebeğe? – Ne yaptı? – Döğdü bir a’la sonunda kırdı. – Niye? – Bilir miyim? Ona sor... Kız getir bebeğni hadi! Feride kaçtı yanımdan getirmek istemedi. Çiçek çıkarmışa dönmüş getirdiler ki yüzü Birer kafes gibi kalmış o kuş bakışlı gözü! Başında saçtan eser yok ayak topal kollar Omuzdan oynamıyor kim bilir ne illeti var! O kanlı canlı bebek olmuş adeta kötürüm.. – Bu ölmüş artık ayol al götür de bahçeye göm! Feride kaldı bebeksiz Cemile’ninki fakat Güzel güzel duruyor olmuyor ne kör ne sakat. Günün birinde beraberce oynuyorlarken Alıp Feride hazin bir niyaz tavrı hemen – Bebeğini ver acıcık oynayım kuzum abla... Demez mi? Kız buna dünyada gösterir mi rıza? – Verir miyim sana ben hiç bebeğmi yağma mı var? – İnatlık etme kızım ver.. – Alırsa sonra kırar. – Nasıl kırar a canım? Etme oynasın veriver. – Olur mu beybaba? – Elbet olur. – Kırarsa eğer? – Yarın sabah sana ben başka bir bebek alırım. Bizim müdahaleden sonra “Oyna al bakalım..” Deyip Feride’ye kerhen uzattı kız bebeği. Feride’nin yüzü gülmüştü baktım iyiden iyi. Sevindi oynadı lakin bu müstear sürur Süreksiz oldu.. – Ver artık! – Acık daha ne olur?.. – Bakındı beybaba? – Kız ver de sonradan yine al Mal olmaz insana adet değil emanet mal. Tekerrür etti birazdan şu yolda aynı rica: – Bebeğni ver yine olmaz mı oynayım abla. Ben iltiması diriğ etmedim ikinci sefer. – Çok oldu beybaba ya! Sonra her zaman ister! – Demin de aldı hemen verdi sen de gördün ya.. Sen ablasın ne kadar olsa... – Başka vermem ama. Çabuk verirsen eğer al da oyna kız hadi.. Feride’nin bu sefer keyfi pek yolunda idi. Epeyce dandiniler yaptı hayli hoplattı Bebek kolunda hasırlarda bir zaman yattı. Fakat ne çare gelip çattı vakt-i istirdad; Kızın nazarları beyhude etti istimdad. Cemile istedi ısrar edip emanetini Çocuk da verdi fakat görmeliydi hiddetini! Büyük kızın eziyordu gurur-i ma’sumu Bebek elinde gezerken şu tıfl-ı mahrumu. Giran gelir ona elbet bu hale sabr etmek. Sokuldu ablasına şüphe yok rica edecek Cemile vermeyecek ben de eylemem ibram.. Hayır değil bu eda bir eda-yı istirham: “Bebeğmi ver!” demesin mi üçüncüsünde kıza? Meğer hukuk da bilirmiş bakın şu saygısıza!.. lur. Japonya’da namusa halel tari olduktan sonra yaşamak gayr-ı mümkün olduğundan ihlal-i namusu mucib bir hakarete duçar olup da tahammül eden bir adamın yüzüne hatta ailesi efradı bile bakmaz. Bu hal esbab-ı intihardan ma’duddur. Keza büyüklerden biri vefat eder. Onun adamları efendilerine olan fart-ı sadakat ve muhabbetlerinden dolayı artık hayatı kerih görürler yaşamak istemezler intihar ederler. Erkan-ı hükumet bir mes’ele hakkında bir karar ittihaz eder. Ahaddan biri bu kararın yolsuzluğuna zahib olur. Tağyirine muktedir olamaz. Bunu intihar suretiyle protesto eder. Nitekim muharebe-i zailede Japon mülazimlerden biri Ruslar tarafından Kore şibh-i ceziresine tecavüz vukuu ihtimalinden galeyana gelir. Bunun men’i lüzumuna dair hükumeti sözümden ziyade te’siri olur fikriyle intihara karar verir. Tokyo’daki matbuat ajansına sebeb-i intiharını mutazammın bir mektup gönderir sonra ecdadının medfun olduğu kabristana gidip intihar eder. Vakıa bunun heman bir te’siri görülmedi. Fakat halk beyninde mucib olduğu heyecandan dolayı muharebe-i zaile üzerine bir te’sir icra etmediğini kim Japonya hükumeti ’te Rusya Fransa ve Almanya hükumetleri tarafından vuku’ bulan tazyik üzerine harben zabtettiği “Liaodong” şibh-i ceziresiyle “Port Arthur”u Çin’e terk etmişti. Kırktan ziyade zabit hükumetin bu hareketini bir nevi’ za’f suretinde telakkı bu harekete karşı intihar ile protesto ettiler. Zadegan sınıfına mensup kadınlardan bazıları kocaları kahramanane bir surette vefat edecek olursa intihar ile hayatlarına hatime çekerler. “Azada” isminde bir mülazimin zevcesi kocasının geçen muharebede düşman elinde öldüğünü haber alır almaz en güzel elbisesini giyer kocasının resminin önünde ser-be-zemin-i tahassür olduğu halde olan “Kosba Maru” isminde bir vapur senesi Nisan’ının yirmi altıncı günü Ruslar tarafından zaptedilmiş içindeki efrada teslim olmaları için bir saat mühlet verilmişti. Efrat da vapurun içindeki zabitandan efrattan bir çoğu intihar eder nihayet atılan bir torpil gemiyi ikiye böler içindekilerin hepsi de ka’r-ı na-yab-ı ademe gider. Japonya’da bir ma’bed vardır. Burada ronin medfundur. Japonlar bazı eyyam-ı mahsusada bu ma’bede giderler dini birtakım merasim icra ederler. Japonya’da beyleri vefat eden samuraylara “ronin” derler. Bu ma’bedde medfun olan “ronin”lerin beylerini bir gün büyüklerden biri tahkır etmiş o da tahammül edemeyerek tahkır eden adamı dövmüş. Bu cür’etinden dolayı intihara mecbur edilmiş ma’bedde medfun olan bu kırk yedi “ronin” de efendilerinin olunmuşlar. Bunlar hakkında gösterilen asar-ı hürmet çocukların bundan ibret almaları namus sadakat uğrunda bila-tereddüd terk-i hayat edivermeleri içindir. “Samuray”lar senesine kadar Daimyoların sarayında ikamet ederlerdi. Bunların tayinatı senevi birkaç çuval pirinçten ibaretti. Derebeylikleri kalktığı sırada Japonya’da üç yüz “Daimyo” ve dört yüz elli bin “samuray” vardı. Derebeyliklerinin te’min-i maişet edecek başka bir hünerleri yoktu. Fakat bunların eski efendileri el-yevm umur-ı devlette müstahdem ve ser-karda bulunduklarından samuraylara muavenetten hali kalmazlar. Bunları sonradan orduya aldılar. Bunlar ordunun en cesur en güzide efradını teşkil ettiler. Japonya’da zadegandan sonra erbab-ı ziraat gelir “Daimyo” maiyetindeki “samuray”larla şatosunda ikamet eder muharebelerde ale’l-ekser bunların sadakatine müracaat eylerdi. Muharebe vesairede telef olan “samuray”ların yerine de en ziyade ibraz-ı şecaat ve cesaret eden erbab-ı ziraati alırdı. Japonya’da hiss-i vatan-perverinin tenmiyesi ta mekteplerden başlar ila-nihaye devam eder. Birtakım menakıb-ı tarihiyye nakılleri vardır bu bir meslek-i mahsustur. Bunlar konferanslar verirler birtakım sokak kıssa-hanları şurada burada tarihi kıssalar nakil bununla te’min-i maişet ederler. Hikayelerin mevzuu kurun-ı vusta muharebatı kırk yedi “ronin”in sergüzeşti “Taira” ailesiyle “Minamoto” ailesi arasında zuhur eden muharebelerle Çin-Rusya muharebeleri gibi şeylerdir. Bundan başka Japonya’da birtakım hususi salonlar da vardır. Bu salonlarda her akşam vatan-perverane yazılmış eserler okunur hissiyyat-ı vatan-perveraneyi tenmiye edecek güzel güzel hikayeler naklolunur. Portekiz gemicileri ’de Japonya’yı keşfettikten yedi sene sonra Japonya’ya Katolik misyonerleri gönderildi yerlilerden Hıristiyan dinini kabul edenlerin adedi altı ay zarfında bini geçti. On sene sonra papaya gönderilen raporda Japonlardan yüz elli bin kişinin Hıristiyan dinini kabul ettikleri bildirilmişti. Cizvitlerin adedi yetmiş beş kişiden ibaret olmasına nazaran bu muvaffakiyetleri muvaffakiyyat-ı mühimmeden ma’duddu Cizvitler te’min-i muvaffakiyyet için daima Portekizlerle ahz u itaya haris olan derebeylerine müracaatla malikanelerine Katolik dininden başka bir dinin duhulüne müsaade etmemeleri esbabını istihsal ederlerdi. Daimyo “Nobunaga” ile “Hideyoshi” gerek Hristiyanlığa gerek ticaret-i ecnebiyyeye karşı bidayeten müsaadet-karane davrandılar ise de ’de birden bire işin rengi değişti. Yani tebdil-i din ve ticaret-i ecnebiyye men edildi. Bunun sebebi de şudur: Buda mezhebine mensup bir tabib Cizvitlerin halkı Hristiyan dinine da’vetleri bi’lahare memleketi zabtetmek maksadına müsteniddir diye shogun “Hideyoshi”ye bir rapor verdi biraz sonra “Hideyoshi” “Satsuma” nam daimyoya karşı i’lan-ı harb etti. Ekabirden birçoğunun Hıristiyan olduklarını fevkalade vifak ve ittifak üzere yaşadıklarını misyonerlere karşı gayet sadık bulunduklarını gördü. Bu din-i cedidin emniyet-i memleket nokta-i nazarından dai-i mehazir olması ihtimaline zahib oldu. Fakat Portekizlerle ahz u i’tadan mütehassıl menafi’ hasebiyle kadar Cizvit’in memlekette kalmalarına karşı iğmaz-ı ayn etti. Bu esnada mühim bir mes’ele zuhur etti Papa tarafından neşrolunan bir emir-name ile Cizvitler Japonya’da resmen neşr-i dine me’mur edildi. İspanya ile Portekiz hükumetleri beyninde akdedilen bir mukavele-name mucebince emr-i ticaret de Portekiz’e tevdi edildi. Bunun üzerine misyoner sıfatıyla değil fakat sefir sıfatıyla dört Fransisken rahibi gönderildi. Bunlar kimseyi Hiristiyan dinine da’vet etmemek şartıyla kabul olundular. Fakat sözlerinde durmadılar “Hideyoshi” bunları memleketten tard u teb’id etmek üzere iken diğer bir vak’a zuhur etti. “San Felice” isminde bir İspanya sefinesi karaya düşmüş içindeki altı yüz bin kron zabt u müsadere edilmiş idi geminin kılavuzu kaptanın gaybubetinden bilistifade güya Japon me’murlarını tehdid etmek üzere haritayı açtı İspanya’nın taht-ı hükumetinde olan memalik-i vesi’ayı gösterdi. Japonlar bir kralın bu kadar memleketi nasıl zabtettiğini sordular. Kılavuz Japonların bu sualine şu yolda cevap verdi: “Krallarımız zabtetmek istedikleri memlekete önce rahipler gönderirler. Onlar da o memleketin ahalisini önce Hıristiyan dinine da’vet ederler. Neşr-i din hususunda terakkı görülürse Hristiyan dinini kabul eden yerlilerle müttehiden hareket etmek üzere asker sevkolunur. Bundan ötesi kolaydır!” Kılavuz bu cevabı “Hideyoshi”ye bildirildi. Evvelce sefir sıfatıyla gönderilen dört rahiple Hıristiyan olan on yedi Japonyalı üç de Cizvit papazı hemen idam olundu. Bundan sonra ecanibe karşı tekrar zulm ü i’tisaf başladı. Fakat derebeylerinden bazıları memleketlerinde zuhur eden bur olduklarından ara sıra mezalime nihayet verirlerdi. Bu ihtilaller teskin Hıristiyanlık yeniden tel’in edildi. Bütün Japonya ülkesi ’te akdedilen “Kanagawa” muahedesine kadar yani sene Avrupalılara karşı mesdud kaldı. senesi Temmuz’unda “Perry”nin kumandası altındaki Amerika filosu Tokyo körfezinin medhalinde kain “Uraga” limanına lenger-endaz olduğu güne kadar Japonya hükumeti Avrupa ile ihtilatı kesmiş yalnız üstad-ı kadim medeniyeti olan Çin hükumetiyle münasebatını muhafaza etmişti. Kumandan “Perry” Amerika reis-i hükumeti tarafından gönderilen nameyi ika’ edilen mevani’ ve müşkilata rağmen “Shogun”un me’murlarına vermeye muvaffak oldu. Bu name Japonya’nın tekrar Avrupalılarla münasebete girişmesi teklifini mutazammın idi. Kumandan “Perry” mektubu teslim ettikten sonra Çin sularına doğru çekildi. Namenin cevabını almak üzere ilkbaharda tekrar Japonya’ya geldi. Bunu müteakip “Kanagawa” muahedenamesi akdedildi. Bu muahede üzerine “Shimoda” “Hakodate” limanları Amerika ticaretine küşad edildi. Bundan sonra düvel-i saire manlar açıldı. ’da “Shogun” tarafından Amerika’ya Avrupa’ya sefirler gönderildi. Japonya hükumeti her ne kadar medeniyyet-i garbiyyenin ne olduğunu bi-hakkın takdir edemiyor idiyse de muhalefet edecek kudreti haiz olmadığını anlıyordu. Binaenaleyh muvakkat bir zaman için bu ahvale razı oldu. Fakat “Shuzo” prensinin maiyyet-i imparator efradından bazılarının teşvikatıyla Fransa Flemenk ve Amerika sefainini topa tutturması üzerine “Shimonoseki” limanı bombardıman edildi; Japonya’dan on beş milyon tazminat taleb olundu. Tashih: Bundan evvelki makalede Moğol hükümdarlarından Kubilay Han on üçüncü asr-ı miladinin nihayetlerine denilecek Esası mucib-i intizam-ı alem gayesi bais-i saadet-i beni Adem olan din-i mübin-i Ahmedi bin üç yüz şu kadar sene mukaddem müskiratı men’ ederek müslümanları bir büyük beliyyeden kurtarmıştı. olan ahvalden tahlisi için Kur’an-ı Kerim’in on üç asır mukaddem beyan-ı hakıkat buyurması düşünülecek olursa bu da İslamiyet’in mucizat-ı bahiresinden biri olduğu nazarlarda tecessüm eder. Çünkü Avrupa’da müskirat ile lahm-i hınzırın mazarratı ancak şu son zamanlarda fenn-i tıbbın terakkısi sayesinde ma’lum olabilmiş bunun neticesi olarak pek yakınlarda men’-i müskirat cem’iyetleri teşekkül etmiştir. Binaenaleyh İslamiyet’in bunu asırlarca mukaddem tababetin şimdiki derecesinde müterakkı bir halde olmadığı kimyanın hurdebinlerin mechul bulunduğu bir zamanda beyan eylemesi mucize değil midir? Bela-yı işret gayr-ı mahduddur. Müskiratın mazarratı mübtelası olanların nefsine münhasır kalmaz onları cürm ü cinayete ve daha birçok fenalıklara sevk eder. Bir memlekette cinayetin kesreti ayyaşin ve meyhanelerin adetleriyle mebsuten mütenasib bulunduğu ityan edilecek olsa mübalağaya hamlolunamaz. Çünkü bu her memlekette her zaman isbatı mümkün bir mes’eledir. Şu keyfiyet de din-i celil-i Ahmediyye’nin a’maları bile tenvir eyleyecek surette ulvi ve i’caz-nüma bir din-i hakayık-peyma olduğunu Bu yakınlarda ispirtolu meşrubatın mazarratı hakkında milel-i mütemeddine erbab-ı kalemi resail-i mevkute ve evrak-ı havadisle pek vakıfane bendler yazmakta devam ile bütün nev’-i beşeri böyle bir ibtila-yı vahimden kurtarmak pa Amerika’da umumi ve hususi birçok sıhhi cem’iyetler teşekkül etmiştir. Bunlar halka müskiratın mazarratını anlatmaya ayyaşini düştükleri girdab-ı mezelletten tahlis için gece gündüz çalışıp çabalıyorlar. Teessüfler olunur ki bu kadar himmetler bu derece nasihatlerle bazı memalikte erbab-ı iş u işrete meram anlatmak kabil olamamış bil-akis bunların adedi günden güne artmakta bulunmuştur. Bunun için ekser hükumetler meyhaneler ve ayyaşin aleyhine kuvve-i cebriyye isti’maline bihakkın mecbur kalmıştır. Mes’ele hadd-i zatında hıfzus-sıhha-i umumiyyeye milel ü akvamın refah ve saadetine taalluku olduğu için ne kadar cebr edilse ne derece himmetler gösterilse caizdir. Evet! İnsaniyetin halen istikbalen menafii gözetilerek men’-i müskirat usulü her yerde tatbik olunmalıdır. Hususiyle bizde maatteessüf müskirat isti’mali gençlerimiz arasında tezayüd etmekte olduğu görüldüğünden ta mekatib-i ibtidaiyye sıralarından mekatib-i aliyyeye kadar hıfzus-sıhha muallimleri müskiratın mazarratını pek vazıh talebenin zihinlerine nakşolacak bir surette anlatmaya gayret etmeli ara sıra bütün cem’iyetlerde kulüplerde bu babda mühim konferanslar verilmelidir. Hatta Avrupa Amerika’da bu hususta daha ileriye varılır da bir sarhoş ile ağzına içki koymayan iki adam tasavvur edilerek yapılan resimler yan yana kulüplerin cem’iyetlerin salonlarına ahalinin kesretle bulunduğu sair mahallere ta’lik edilir; bu suretle müskiratın mazarratı halk nazarında bir kat daha tecessüm ettirilmiş olur. Nev’-i beşere muzır olan şeylerin birincisi işrettir. İnsanlar kabayihin rezailin kaffesine işret denilen kapıdan girer. Mukaddes vatanımızın tealisi millet-i muazzama-i Osmaniyyemizin refah u saadeti için hıfzus-sıhha erbabı kalen kalemen bu babda lazım gelen nesayih-i müessirede devamı kendilerine vazife addetmelidir. Bir zamanlar Osmanlı erbab-ı kalemi Osmanlı meşahir-i etibbası da işret beliyyesi hakkında pek müdekkıkıne pek vakıfane bendler risalelerle milletimizi ikaza çalışmışlardır. Benim gibi bir acizin yazacağı sözlerin o zevat-ı muktedirenin yazdıkları kadar müessir olamayacağı şüphesiz mid-i istikbali olan genç fidanların neşv ü nemasına dair velev mükerrer naçiz olsa bile söylenecek sözler edilecek nasihatler her halde faideden hali kalamaz i’tikadındayız. İşte rakımü’l-hurufa cesaret veren şu mütalaata binaen meşrubat-ı küuliyyeye da-ir ber-vech-i ati kariin-i kirama hıfzussıhhat ulema-yı meşhu-resinin bazı akval u efkarını hülasa edeceğiz: Evvela şurasını beyan edelim ki sarhoşluğun cem’iyyet-i beşeriyyeye vereceği fenalığı hiçbir şey veremez. Bir sarhoşu bir bekriyi gözümüzün önüne getirelim: Vechi morarmış göz kapakları şişmiş lehçesi iğrenç bir hal peyda etmiş elleri ayakları titreyerek sözünü sohbetini şaşırmış yüzüne bakanları kendisinden nefret ettirecek kadar mahuf bir şekil almış olan bir adamın cem’iyyet-i beşeriyyeye ne hayrı ne hizmeti olabilir? yeden daha müdhiştir. Çünkü kolera veba sair emraz-ı sariyyenin nev’-i beşere vereceği zaiyat ispirtonun vereceği fenalığa nisbeten daha azdır. Rusya’da yüz bini mütecaviz Cemahir-i Müttefika-i Amerika’da senevi binlerce telefat vukua geldiği tutulan istatistiklerle son senelerde anlaşılmış hakayıktandır ki artık ilel-i sariyye ile farkın ta’yinini kariine terk eyleriz. Fransa etibba-yı meşhuresinden ve hıfzus-sıhha ulemasından Doktor Arnold müskirat hakkında neşrettiği bir bahiste vech-i ati cevap veriyor: “İspirtolu meşrubatın vücuda lüzumu faydası yoktur. Ale’l-umum İslamlar hususiyle müslüman köylüleri daima kuvvetli iştigalat-ı bedeniyye ve akliyye icrasına muktedir oldukları halde bir katre bile müskirat kullanmadıkları ispirtonun adem-i lüzumuna delildir. İdare-i bedeniyyenin istifadesi cühela müskiratın vücuda kuvvet bahşeylediği iddiasında bulunurlarsa da bil-akis küul kuvvet ve dermanı izale eder yalnız seriüzzeval bir teheyyüc-i asabi husule getirse de hiçbir zaman ispirto tezyid-i kuvvete hizmet edemez.” Müskiratın saf halis olması vücuda nafi’dir fikri vahidir. Bu mes’eleyi de Doktor Arnold şu vechile izah ediyor: “Meşrubat-ı küuliyyenin vücuda mazarratı gayr-ı saf olmasından ecnebiyye bulunsa bile ancak on binde bir nisbetinde la-şey hükmündedir binaenaleyh bazılarının zannı gibi saf müskirat vücuda nafi’ de gayr-ı saf nafi’ değildir fikri pek yanlış bir zehab-ı batıldır. Zira müskiratın muzır olması terkibindeki Acaba meşrubat-ı küuliyye az yahud çok içilmesine göre mazarratı tahallüf eder mi yani az içilirse nafi çok içilirse muzır mıdır sualine de tabib-i müşarünileyh şöyle cevap veriyor: “Terkibindeki ispirtosu çok mikdarda olan meşrubat-ı küuliyyeden daimi surette müddet-i medide arkasını kesmeden adamdan daha çok mazarrat görür. Maamafih müskiratın azı da çoğu da hatta katresi bile vücuda mazarrat vermekten geri kalmaz.” Ey erbab-ı insaf tefekkür ediniz! Din-i celil-i Muhammedi’nin ulviyetini piş-i enzarınızda tecessüm ettiriniz bu ne din-i alidir! Bin üç yüz sene sonra memalik-i Efrenc’de dünyaya gelip de İslamiyet’e mutekıd olmayan kimseler bile ahkam-ı celilesini tasdike mecbur oluyor! Şarabın katresini haram eyleyen İslamiyyet değil midir? Arnold gibi İslamiyet’ten haric olan bir Frenk tabibinin şu yukarıki sözlerini okuyup da insanları her hususta mesud her türlü mehalikten masun kılan böyle bir din-i ali-kadre kaffe-i hissiyyat-ı vicdaniyyesi bütün ecza-yı vücuduyla yüz kat daha rabt-ı kalb eylememesi bir müslüman için mümkün müdür? Sabık Etfal Hastahanesi Ser-tabibi Beylerbeyli İbrahim Hayvanatta fikir daima mahsusidir yani filan vücud veya filan hadiseyi bilir tanır. İnsan da hayvanat-ı saire gibi efkar-ı mahsusaya maliktir. Fakat bu fikr-i mahsusu teşkil eden tefrik ve tecrid ile bazısını zabt u hıfz etmek melekesine maliktir. Mesela bir kağıt yaprağı önünde bir kimyager muhtelif tecrid ederek ancak terkib-i kimyeviyyesini hıfzeder. Kimyager miş karbon müvellidü’l-humuza ve müvellidü’l-ma mürekkebinden başka bir şey değildir. İşte bu kağıt yaprağı fikr-i mahsusundan kağıdı tarif edebiliriz ki bu fikr-i mücerred sal ettikten sonra onu tamim eder. Fakat bu tamim hatalı olmamak lidir. İşte misalimizde geçen kimyager bit-tahlil elde ettiği terkib-i kimyeviyi bütün kağıt yapraklarına atf u isnad edecektir. Efkar-ı mücerrede aynı zamanda umumidir. İnsan efkar-ı mücerrede ve umumiyyeyi işarat-ı i’tibariyyeden ibaret olan kelimat ile izhar eder. Efkarını tecrid ve ta’mim eden ve bunu bir lisanla ifade eyleyen yalnız insandır. ettirerek bir hüküm ve taakkul bina eder. Bu hüküm ve taakkulün yardımıyla ve kaide-i illiyyete gelmez kaidesi ilm-i beşerin esasıdır– ma’lumdan mechule giderek ve ecsam ve hadisattan esbab ve kavanine irtika ederek netice-i matlubeye vasıl olur. Mevcudat ve vekayiden esbab ve kavanine vasıl olmak için efkarı tecrid ve ta’mim etmek ve bi’l-muhakeme onları iştirak ettirmek bir suretle ilim vücuda getiren yalnız insandır. Bu fikre göre insanı tarif etmek lazım gelirse insan ilmi bir hayvandır L’homue est un animal Xiantifique demek icab eder. Teamül-i iradi. -Bütün intibaat ihtisasat ve efkar-ı mahsusa teamül ika eyledikleri gibi hüküm ve taakkul haline konulan efkar-ı mücerrede ve umumiyye de teamülat husule getirirler. O halde fi’l-i iradi; bir taakkul ile onu ta’kib eden bir teamülün hey’et-i mecmuasıdır denilebilir. Ef’al-i iradiyye dahi sevk-i tabii gibi bir maksad-ı müfid üzerine icra olunur. Yalnız sevk-i tabiiye mugayir olarak burada maksad ve gaye dahi ma’lumdur. İnsan icra ettiği ef’alin ne maksada mebni olduğunu bilir. Mesela şekerin ve bu gibi maiyyet-i karboniyyelerin hüceratının tagaddisine elzem olduğunu bilerek agdiyesi miyanına idhal eder. Halbuki henüz sevk-i tabii ile hareket eden çocuk şeker parçası mutlaka tatlı olduğu için yer uzviyetinin ihtiyacını asla bilmez. Sevk-i tabii ile yaptığı fiilin maksad-ı fizyolojisini bilmeyerek zevk veya ihtiyacın tesiriyle icra eder. Keza insanın bir aile te’sis etmek için bit-taakkul icra ettiği teehhül de bir fi’l-i iradidir. Halbuki hayvanatın çiftleşmesi bir ihtiyaç tesiriyle olduğundan gayesi gayr-ı idraki olan bir fi’l-i sevk-i tabiidir. Bu misallerde görülüyor ki insan bilerek ve kasden gaye-i fizyolojiyi icra etmek yani muhafaza-i hayat ve idame-i nesl eylemek ve ef’al-i sevk-i tabiiyi ef’al-i iradiyyeye tahvil kılmak istiyor. Bazen ef’al-i iradiyye gaye-i fizyolojiye gayr-ı muvafık olur. Bu hal maksad-ı aliyi idrak edememekten yahud bir çok adamlar vardır ki birtakım su-i isti’malatla fi’l-i tenasülün gaye-i hakıkısine vasıl olmak istemezler. Bunlar için fi’l-i tenasül hayvanlar gibi bir zevk-i tabiidir. biiyyeye de mukavemet edebilir. Fakat bu kuvve-i mukaveme hassa içmek saikasıyla mücadele edemez. Boğulmak veya yanmak tehlikeleri önünde artık irade kalmaz. İradenin gayr-ı idraki olan ef’al-i mün’akise üzerine hiçbir tesiri yoktur. Mesela harekat ve ifrazat-ı mi’deviyyeyi tebdil ve tağyir etmek mümkün olamaz. Gözdeki tabaka-i karniyyeye bir cism-i ecnebi temas ettiği vakit göz kapaklarının harekat-ı siyyeyi ancak cüz’i bir zaman için tevkıf edebiliriz. Şahsın muhafaza-i hayatına ait sevk-i tabii üzerinde irade-i mania veya mukavemenin cüz’i bir tesiri var ise de neslin devamına ait sevk-i tabii üzerinde tesir-i şedid icra eder. Filhakika bugün binlerce erkek ve kadın vardır ki umur-ı diniyyedeki taassupları neticesi olarak iffet ve ismetlerini nezrederler ve dikkatli bir surette bunu muhafazaya çalışırlar. Taallukun bu kudret-i maniası da bir illet-i gaiyyeyi haizdir. Buradaki maksad tesirat-ı muhtelife tahtında bir şiddet-i fevkalade ahzederek gaye-i tabiiyi tecavüz eden bazı meyelan-ı sevk-i tabiiyi ta’dil ve tanzim etmektedir. Maamafih bazı halatta bu kuvve-i mukaveme zaafa duçar olarak temalüyat bunu tecavüz eder ve ihtirasat denilen ef’ali teşkil eder. Sarhoşluk oburluk fuhşiyyat… ilah gibi. Sevaik-ı tabiiyyeyi itmam veya onu ta’dil eden ef’al-i iradiyyeden başka bir nevi’ ef’al daha vardır ki bir taakkulun neticesi olarak zuhur eden bu ef’alde insan bizzat bildiği anladığı bir maksadı ta’kib eder. det devam ve tekerrür eder ise gayr-ı idraki olmağa başlar. Yazı yazmak buna ala misal olur. Bazı müellifler sevk-i tabiilerin ef’al-i iradiyyeden başka bir şeyi olmadığını ve ancak bu ef’al-i iradiyyenin tekerrürü ve itiyadıyla gayr-ı idraki olduklarını ve bilahare böyle verasetle kiyle maksadın idrakini karıştırıyorlar. Paulesco bu fikrin kabul olunamayacağına dair meşhur Fransız tabiiyyunu Faber’in bir misalini zikrediyor. Amofil namında gışai ensac sınıfına mensup bir haşerenin sürfesi büyük bir tırtılın nesc-i hayatdarıyla tagaddi ediyor. Binaenaleyh haşere için tırtılı sağ olarak ve sürfeye harekatıyla zarar vermemek için gayr-ı müteharrik surette muhafaza etmek icab eder. Hakıkaten de amofil avını öldürmeksizin iğnesini tırtılın karnına hatt-ı mutavassıtı üzerinde dokuz noktaya saplayarak harekatına hükmeden merakiz-i asabiyyeyi tahrip ve hayvanı felce duçar ediyor ve bu ameliyat fevkalade bir maharet ve sıhhatle yapılıyor. Eğer bu sevk-i tabii evvelce iradi olmuş olsa idi amofil tırtılın teşrihini merakiz-i asabiyyesinin topoğrafyasını ve hatta ukdatın fizyoloji vazifelerini bilmesi iktiza ederdi. Bundan başka amofil sürfesinin tırtıla olan ihtiyac-ı müstakbelini de anlaması lazım gelirdi. Halbuki sürfesi topraktan çıkmadan ve onu görmeye muvaffak olamadan biçare telef olup gidiyor. Ve binaenaleyh Paulesco bu fikri yani êf’al-i iradiyyenin sevk-i tabiiye tahavvül etmesini kabul etmiyor. Konferans Fiilde üçüncü unsur şahıs unsurudur. Fiilde bununla şahıs yani fail anlaşılır. Bildiğimize göre “fail” denen şey fiilden dışarı ve ayrı bir şeydi. Bu nasıl oluyor da fiile yapışıyor? Fiil ile kaynaşıyor kayboluyor? Burada zamirlerin ismine mütemmim ve muzafunileyh olduğunda isimdeki izafet edatını kendi cinsine çevirip bazen onu kendi yerine yalnızca bıraktığını hatırlamalı. Hani “senin kitabı” terkibi “senin kitabın” olup bazen de yine tam bu ma’nada olarak bundan yalnızca “kitabın” parçası kalmaz mıydı? Burada da öyle.. “Ben geldi” “sen geldi” “benler geldi” veya “biz geldi” “senler geldi” veya “siz geldi” “olar geldi” yerinde “ben geldim” “sen geldin” “biz geldik” “siz geldiniz” “onlar geldiler” deniyor.. Bazen de şahsı gösteren zamirler veya –“Ahmed geldi” misalindeki “Ahmed” gibi– isim halindeki failler bütün bütün gidip yerlerine yalnızca “geldim” “geldin” “geldik” “geldiniz” “geldiler” kalıyor. Eğer fail daima ve mutlaka dışarıda kalsa da fiilin içinde kendine bir nişane bırakmasaydı Türkçe’yi gayet basit cihetinden söylemek için emekleyen bazı acemilerin dediği gibi “ben geldi” “sen geldi” “biz geldi” “siz geldi” deyip ıkınıp kalacaktık. Şahıs unsuru fail unsurudur. Fail ise fiile böyle yapışık halde bulunduğunda sırf zamirdir.. Kavaidcilerin “zamir-i fi’li” dedikleri şeydir. Böyle olunca yani şahıs unsuru kırık ve bitişik nev’inden zamirden ibaret olunca bunun esasen üç ve cemi’leriyle beraber altı olması lazım gelir. Filhakika da öyledir. Bütün ana sigalarda tamam tamam altı şahıs unsuru bulunur. Yalnız emir sigasında mütekellimin kendi nefsine emri abes olacağı için mütekellimin müfredi de cem’i de yoktur. Fi’l-i iltizaminin mütekellim şahısları olan “geleyim” “gelelim” suretlerini emrin mütekellimi zannetmemelidir. Şahıs unsuru diye ayırdığımız bu nevi’ –fiile yapışık– zamirlerin kaç türlü olduğunu nasıl anlarız? Bunun için gaib şahıslarını esas tutmak şartıyla dokuz sigayı sıraya koyup bunlarda mütekellimleri muhatabları ve gaibleri birer birer aramalıyız. Öyle yapacak olursak bu zamirlerin kaç türlü olduğunu anlamaya yol bulmuş oluruz. Haydi öyle yapalım… “gördü-uyudu” “görmüş-uyumuş” “görür-uyur” “görüyor-uyuyor” “görecek-uyuyacak” “göre-uyuya” “görmeli-uyumalı” “görse-uyusa” “görsün-uyusun” diye sigaları dizip bunlarda sıralarıyla altışar şahıs arayarak “gördüm-uyudum” “gördün-uyudun” “gördü-uyudu” “gördük-uyuduk” “gördünüz-uyudunuz” “gördüler-uyudular”.. “görmüşüm-uyumuşum” “görmüşsün-uyumuşsun” “görmüş-uyumuş” “görmüşüz-uyumuşuz” “görmüşsünüzuyumuşsunuz” “görmüşler-uyumuşlar”.. “görürüm-uyurum” “görürsün-uyursun” “görür-uyur” “görü-rüz-uyuruz” “görürsünüz-uyursunuz” “görürler-uyurlar”.. “görüyorum-uyuyorum” “görüyorsun-uyuyorsun” “görüyor-uyuyor” “görüyoruz-uyuyoruz” “görüyorsunuzuyuyorsunuz” “görüyorlar-uyuyorlar”.. “göreceğim-uyuyacağım” “göreceksin-uyuyacaksın” “görecek-uyuyacak” “göreceğiz-uyuyacağız” “göreceksiniz-uyuyacaksınız” “görecekler-uyuyacaklar”.. “göreyim-uyuyayım” “göresin-uyuyasın” “göre-uyuya” “görelim-uyuyalım” “göresiniz-uyuyasınız” “göreleruyuyalar”.. “görmeliyim-uyumalıyım” “görmelisin-uyumalısın” “görmeli-uyumalı” “görmeliyiz-uyumalıyız” “görmelisinizuyumalısınız” “görmeliler-uyumalılar”.. “görsem-uyusam” “görsen-uyusan” “görse-uyusa” “görsek-uyusak” “görseniz uyusanız” “görseler-uyusalar”.. “…” “gör-uyu” “görsün-uyusun” “…” “görünüzuyuyunuz” “görsünler-uyusunlar” suretlerini buluyoruz. Sıraladığımız bu suretlerdeki zamirleri ayırırsak bunları mazi-i şuhudide fi’l-i şartide bir surette “m n -- k niz ler” şeklinde.. Mazi-i naklide fi’l-i halde fi’l-i istikbalde bir surette “m sin -- z siniz ler” şeklinde.. Fi’l-i iltizamide “yim sin -- lim siniz ler” şeklinde ve fi’l-i vücubide “yim sin -- yiz siniz ler” şeklinde buluruz. Emir sigasına gelince onda mütekellimler zaten yok… Müfred muhatab için hem şahıs edatı hem de siga edatı yok… Muhatabın ve gaibin cem’inde “iniz ler” şekillerini buluruz.. Emirdeki zamirlerin pek yarım yamalak olduğunu anlarız. Şu halde “zamir-i fi’li” denilen şahıs unsurları emirinkiler dışarıda olarak birbirine yakın dört nevi emirinkiler beraber alınırsa beş nevi oluyor. Yazıda kullanışta yapılan hesapsızlık lar hemen iki şekle belki de bir şekle inecek gayet sade ve kullanışlı olacakmış. Hani biz bazen “görmüşün-uyumuşun” “görmüşük-uyumuşuk” “görürük-uyuruk” “görek-uyuyak” gibi söyleyenlere fiilleri bozuk tasarruf edenlere rast gelir de güleriz.. Keşke biz de böyle söyleyebile de şu nizamı heder etmeyeydik!.. Ne ise bunun tavı pek çok geçmiştir. Sigaların böyle şahıslara göre birçok suretlere tahvil edilmesine “tasrif” denildiği ma’lumumuzdur. Emir sigasında dikkate şayan bir nokta!.. Dokuz siganın sekizinde şahıs unsurları tamam ve yerli yerinde iken emrin müfred muhatabında şahıs unsuru yok… Kezalik sekiz sigada siga unsurları katiyyen değişmemekte ve şahıs unsurunun üstünde kendi halinde durmakta iken emrin müfred muhatabında bu da yok… Emrin bu şahsı tamamıyla sade ve her türlü fazladan pürüzden azade… Niçin? Türkçe’de emir sigasının müfred muhatab şahsı bütün fiillerin ve iştikaktan nasibi olan isim ve sıfatların anasıdır. Güya ki -üstadımız Veled Çelebi Efendi’nin tevcihi gibi- Türk söze ve natıkıyyetini göstermeye başladığı gün amiriyyetini hakimiyetini de meydana koymuş.. Pürüzsüz fazlasız kısaca dosdoğru söylüyor.. Gel! Git! Getir! Götür! diyor. Fiiller düz düz müsbet surette tasrif olunduğu gibi nefiy ve istifham suretinde de tasrif olunur. Nefiy sureti hakkında yeniden söz söylemeye hacet yoktur. Nefiy edatının yeri asıl ma’na unsuruyla siga unsurunun arasıdır. Fakat fi’l-i muzari bozukça… İstifham edatı ise ma’lum olduğu üzere “mi” lafzıdır. Bunun söz içinde anlatılacak nokta neresi ise oracığına yapıştırıldığına bakılırsa fiildeki yeri son unsurun tamam tamam altı olmak lazım gelir. Filhakika bunu mazi-i şuhudinin fi’l-i şartinin bütün şahıslarıyla kalan yedi siganın yalnız gaib şahıslarında fiilin ta nihayetinde buluyoruz… “Gördüm mü?-Gördün mü?” ilah “Görsem mi?-Görsen mi?” ilah “Görmüş mü?-Görmüşler mi?” “Görür mü?-Görürler mi?” “Görüyor mu?-Görüyorlar mı?” “Görecek mi?-Görecekler mi?” “Göre mi?-Göreler mi?” “Görmeli mi?-Görmeliler mi?” “Görsün mü?-Görsünler mi?” gibi. Bunların nefiylerinde nefiy edatı hep kendi yerinde durur... “Görmedim mi?” ilah “Görmesem mi?” ilah “Görmemiş mi?” ilah gibi. Bu yedi siganın emirden maada altısının mütekellim ve muhatab suretlerinde istifham edatı kah böyle fiilin nihayetinde ve kah da zamir-i fi’linin üstünde görünür… “Görmüşüm mü?-Görmüş müyüm?” ilah “Görürüm mü?-Görür müyüm?” ilah “Görüyorum mu?-Görüyor muyum?” ilah “Göreceğim mi?-Görecek miyim?” ilah “Göreyim mi?-Göre miyim?” ilah “Görmeliyim mi?-Görmeli miyim?” ilah ve “Görmemişim mi? -Görmemiş miyim?” ilah ilah gibi. Emrin muhataplarında istifham yoktur. İltizami sigasının muhatabında da böyle. Lisanda şaşmaz bir ıttırad ve yıkılmaz bir inzibat te’mini için istifham edatının daima fiilin sonuna fiildeki zamir-i şahsinin altına getirilmesi arzu olunur. Anladık ki Türkçe’nin fiilleri asıl ma’na unsuruncadır. Siga unsurunca da şahıs unsurunca da muntazam ve mükemmel ve bütün dünyanın lisanlarını imrendirecek kadar güzeldir. Denebilir ki unsurları birbirine vida ile takılıp sökülür bunların yazılışında bizim dirayetsizliğimiz ve idaresizliğimiz yüzünden meydana gelen ufak tefek sakatlıkların çaresi görülecek olsa bu unsurları adeta makine gibi işletmek hatta makine ile işletmek kabil olur. Böyle bir lisanın yanında çapraşık gayr-ı kıyasi fiilleriyle insanı şaşkın eden Fransızca gibi lisanlar hasretinden hasedinden büklüm büklüm olsa yeri vardır.. Fakat neye yarar? Fransızca doğuşunda o kadar sakat ve biçimsiz iken kendisini söyleyenlerin lik numunesi olmuş. Türkçe ise… Ne diyeyim? … Zavallı tali’siz Türkçe!... Yok yok! Zavallı olan Türkçe değildir Türklüktür biz Türkleriz. Çünkü elimizde bu kadar güzel bu kadar kullanışlı bir lisan bir terakkı madeni varken onu yoluyla işleyip hakkıyla işletip genişletememişiz.. ilerletememişiz.. Kendi elimizi kendi dilimizi bağlayıp el ellerine el dillerine muhtaç kalmışız. Fakat bundan sonra böyle olmayacak… Allah’ın keremiyle bizlerin gayret u himmetimizle dilimiz işletilecek ve ışılatılacaktır. Şimdi de Türkçe’nin kullanışça mükemmelliğini gösteren diğer bir cihetine intikal ediyoruz. Sükkan-ı Sema Sıratımüstakım’in elli dokuzuncu nüshasında Üsküblü Hafız Ferid Efendi canibinden elli altıncı nüshasındaki makale-i acizaneme cevaben tahrir olunan fıkaratı okudum. Bazı cihatını hakkan şebih-i mugalata ve bazı nukatını sükkan-ı semaya dair makale-i ulamızdaki kelamlarımızdan zühul bazı mevaki’ini fenn-i tefsirde mu’tenabih olan kavaid-i usuliyye ve zevabıt-ı Arabiyye’ye adem-i riayetten mütevellid mücadele kabilinden bulduğum cihetle erbab-ı vuk u f nezdinde hak zahir ise de müsademe-i efkar ile barika-yı hakıkat rünileyh Hafız Ferid Efendi’ye mütalaat-ı atiyyeyi ihda ve Aziz! Makale-i alinizden ’üncü satırından ’uncu satırına varıncaya kadar yazdığınız fıkralar Bazı ecram-ı semaviyyenin hayvanat ile meskun olduğunu delail ve asarıyla esbab-ı ilimden ma’dud havass-ı selimeden hiss-i basar Ya rab! Bizi doğruya ulaştır!” Fatiha /. riyor. Halbuki bir şey delail ve asarıyla mahsus ve müşahed olsa Sani-i Hakim’in bu kadar delail ve asarı müşahede olunduğu cihetle kendi zat-ı uluhiyyetinin dahi mahsus ve müşahed olması lazım gelir. Bu ise dar-ı dünyada mümkün delail ve asarını müşahedenin sıhhati takdirinde orada nefs-i hayvanın mahsusiyyetini icbar etmez. Belki delail ve asarıyla birlikte cirm-i mezkurda hayvanın vücuduna istidlal-i akli kabilinden olup hayvanı ihsas ve müşahede tarikinden olmaz. Bu surette bazı ecram-ı ulviyyenin hayvanat sebeb-i salis ile istidlale raci’ olur. Maahaza istidlal-i mezkur dahi tam değildir. Zira kelam-ı mezkurunuzdan “Rasadhanelerde teleskop tavassutuyla bazı ecram-ı ulviyye kürre-i mirrih ufkunda bir sehab müşahede edilmiş tekevvün-i sehabın sebeb-i ekserisi hararet ile kesb-i letafet eden ecza-i sıgar-ı maiyye ile memzuc ecza-i havaiyyenin tekasüfü olmakla sehab-ı mezkurdan orada ma ü türabın ve nar u havanın vücuduna istidlal olunup cirm-i ulvi-i mezkurda anasır-ı erbaanın vücudu anlaşılmış ve bundan da orada hayvanın vücuduna istidlal olunmuş” demek istiyorsanız teleskop vasıtasıyla ihsasın esbab-ı ilimden olduğunu teslim takdirinde cirm-i ulvi-i mezkur ufkunda görülen şeyin sehab olduğu müsellem değildir. Sehab şeklinde başka bir hakıkat olması caizdir. Sehab olduğu müsellem olsa sizce semavatın fezadan ibaret olduğu cihetle zikrolunan kürre-i Mirrihte sehabın vücudu orada ma vü nar ve türabın vücudunu iktiza etmez. Sükkanı bulunduğumuz kürre-i arzın miyahından saika-i hararetle suud eden ecza-i buhariyyenin tekasüfünden orada bir sehabın tekevvün etmesi caizdir. Cirm-i ulvi-i mezkurda sehabı rü’yetten orada anasır-ı erbaanın vücuduna anasır-ı erbaanın vücudundan orada hayvanın tahakkuku lazım gelmez. Zira anasır-ı erbaa tahakkuk itibariyle hayvandan e’am hayvan i’tibar-ı mezkur ile anasır-ı erbaadan ehasstır. Bir mahalde ehassın tahakkukundan o mahalde eammın tahakkuku lazım gelir ise de fakat bir yerde e’ammın tahakkukundan o yerde ehassın tahakkuku lazım gelmez. Binaen ala-zalik kürre-i Mirrih’te anasır-ı erbaanın sübutundan kürre-i mezkurede nefs-i hayvanın sübutu lazım gelmez. Zira anasır-ı mezkure mevalid-i selaseden hayvan zımnında mütehakkık olmayıp meadin veya nebatat zımnında tahakkuk etmesi caizdir. fehvasınca kürre-i Mirrih’te sehabın vücuduyla müstedlel anasır-ı erbaanın vücudu kürre-i mezkurede hayvanın vücuduna delalet etmez. Kelam-ı mesrudumuzdan bazı ecram-ı ulviyyede rü’yet-i sehabdan naşi anasır-ı erbaanın vücuduyla orada hayvanın vücuduna istidlalin adem-i tamamı aşikar olunca cirm-i ulvii mezkurda anasır-ı erbaanın tahakkukundan ne keyfiyyette hads tarikiyle orada hayvanın tahakkuku müstefad olur? Hey-hat fikir ve nazar ile sabit olmayan şeyin hads tarikiyle sabit olmayacağı bedidardır. Sadedinde bulunduğumuz mes’eleyi kaziyyesine kıyas.. Kıyas maal-fariktır. Zira nur-ı kamerin ziyade ve noksan ile tefavütü teleskop vesaire gibi hiçbir alet-i rasadiyye tavassut etmeksizin herkesin meşhududur. Şu kadar var ki tefavüt-i mezburun kamerin şemse kurb u bu’du hasebiyle olup bundan bi-tariki’l-hads nur-ı mahın ziya-yı hurşidden müstefad olduğu umum-ı nasın ma’lumu olmayıp fenn-i hey’etçe sabit olmuştur. Lakin manahnü fihimiz bulunan meskuniyyet-i ecram delail ü asarını müşahede tam olduğu takdirde bu rü’yetten meskuniyyet-i mezbureyi idrak gibi herkes için müteyessir olmayıp belki bir alet-i rasadiyye vesilesiyle rasadhanelerde tarassut eden hey’et-şinasana münhasırdır. Öyle ise mes’eleteyn beyninde fark-ı azim vardır. Maahaza bu kaziyyenin hadsiyyattan olması inde’l-felasife marzi olup indel-mütekellimin makbul değildir. Bu halde bazı ecram-ı ulviyyenin hayvanat ile meskuniyeti mümkün ise de hiçbir vechile mahsusat ve müşahedattan olmayıp nazariyat kabilinden olduğu cihetle mahall-i tevatür değildir. Binaen-ala-zalik makale-i alinizden kırk ikinci satırından ’üncü satırına varıncaya kadar bu hususun erbab-ı lerin temşiyyet-i meram için tatvil-i kelamdan ibarettir. Avamı ikna eder ise de havas nezdinde hüccet-i muknia değildir. Zira makam-ı nizada dava-yı bedahet gayr-ı mesmu’dur makale-i alinizden ’inci satırından ’nci satırına varıncaya kadar esbab-ı ilmden sebeb-i akliye istinaden serdolunan ekavilin sıhhati teslim olunduğu takdirde meskuniyyet-i ecramın imkanına delalet edip vukuuna delalet etmez. Biz ise sükkan-ı semaya müteallik makale-i ulamız evailinde meskuniyyet-i ecramın cevaz ve imkanını baliğan ma-belağ beyan ve isbat edip bahsin hemen meskuniyyet-i mezkurenin vukuunda olup imkanında olmadığını basten Makale-i alinizden yirminci satırından kırk birinci satırına varıncaya kadar sözlerin esbab-ı ilmden ma’dud haber-i sadıkın ayet-i celilesinin bazı ecram-ı ulviyyenin hayvanat ile meskuniyetini tasrih buyurduğunu ve tarafımızdan dabbe kelimesini ma’na-yı hakıkısinden sarfa karine-i şer’iyye olmak üzere serdedilen ehadis-i şerife ve ayat-ı kerimenin şer’an karine olamayacağını der-miyan etmektedir. Halbuki hadis-i Tirmizi’de kavl-i şerifinde turuk-ı hasrdan nefy ü istisna bulunmağla hasrın cüz’-i icabisi ecram-ı ulviyyenin her mevkiinde melek bulunduğunu cüz-i selbisi meleğin gayrı olan hayvanın bulunmadığını inba ediyor. Zikrolunan ma’nayı selbi mefhum-ı muhalefetten mefhum-ı istisna tarikıyledir. Eimme-i Hanefiyyece hususiyyet-i makam ile işaret kabilindendir. Sükkan-ı sema melaike olduğunu beyan eden ayat-ı kerimeden sükkan-ı semanın melaikenin gayrısı olan hayvan olmadığını fehm mefhum-ı muhalefetten mefhum-ı lakab tarikıyledir. Tevcihini teşyid sadedinde bulunduğumuz Beyzavi merhum kuddise sırruhu hazretleri eimme-i Şafi’iyye’den olduğu ecilden mefahim-i muhalefete i’tibar mesleğine muvafıktır. Rus Maarif Nezareti’nin Beyanatı Münasebetiyle “İki lisan Tatar Rus hukukta müsavi olarak her ikisine edilecek yeni mekteplerin ta’lim müddeti dört sene olacaksa bunun evvelki iki senesinde esas Tatar lisanı ve sonu iki senesinde ise esas Rus lisanı olarak ta’lim edilmeli. Böyle olduğu takdirde maksada çabuk vasıl olunur zannındayız.” Beyanü’l-Hak refik-i muhteremimizin şu serdettiği mütalaasından anladığımıza nazaran mektebe dahil olan bir İslam çocuğuna Rus lisanı ne kadar okutulmak lazım gelirse kendi ana dili olan Türk lisanı dahi o nisbette okutmak lazım gelecekmiş. Doğrusu bunu milletin hiç ses çıkarmadan kabul edeceği farz olunsa bile biz bu fikri pek müfrit buluruz. Daha doğrusu milletimize büyük bir darbe telakki ederek Ruslaşmanın mukaddimesi addeyleriz zira: Lisan milliyyetin kapısıdır. Hissiyyat-ı milliyyenin feveran etmesi lisanının bi-hakkın tahsiline ve bu sayede kendi lisa-nında yazılmış milli risalelerin mütalaasına vabestedir. Bir insan lisanını ne kadar elde etmiş olsa milliyetine de o nisbette yaklaşır. Zira bu lisan ile yazılmış eserler daima kendi ruhuyla ruhlandırmağa hizmet eder. Hele bu eserler dimağı daha dolmamış muhakeme gibi kuvve-i fikriyyeden mahrum bulunmuş çocukların ta iliğine kadar işler. Şimdi Beyanü’l-Hak refikimizin der-miyan ettiği vech üzere mecburi olan dört senenin iki senesini tamamen Rusçaya hasredecek olur isek evlad-ı millet kalan iki sene zarfında ne kadar lisan öğrenebilir? Hiç. Lisanı bir tarafa bırakalım hatta bu kadar kısa bir zaman zarfında yazılarını öğrenebilmesini bile cay-ı sual buluruz. Lisan kitabet ciheti bu derecede kalırsa artık milliyetten bir şey yok demektir. Halbuki çocuklarımızı milliyet ruhuyla terbiye etmek bizim için hayat mes’elesini teşkil eder. Çocukluğunda Rusça öğrenmemekten husule gelen zarar maddidir. Fakat bir kere mektep sıralarına oturup da milliyetini daha öğrenmeden bu mehd-i medeniyyetten ayrılmanın diri diri gömülmekten ne farkı vardır? Binaen-ala-zalik Beyanü’l-Hak refik-ı muhteremimizin Rus lisanıyla Tatar lisanının hukukta müsavatı fikrinin şu suretle olacak tecelliyatını kabul edemeyiz. Ve dört sene zarfında Tatar lisanının esas olarak mükemmel bir surette okunmasını arzu ederiz. Bu serdettiğim mütalaattan Rus lisanı tahsilinin aleyhinde bulunduğum anlaşılmasın. Hayır belki bütün bütüne lehindeyim. Zaten bir millet-i mahkume için memleketinin lisan-ı resmisini öğrenmek o memleket dahilinde icra olunan kavaninden haberdar olmak bir insana yaşayabilmek için ab u hava kadar lazım bir şeydir. Fakat unutmamalıyız ki bu lüzum daima milliyeti tanıdıktan sonra mevzubahis edilmelidir. Binaenaleyh lisan-ı resmi tahsili nöbeti behemehal milliyeti güzelce öğrendikten sonra gelir ki bu da tahsil-i mecburiden çıktıktan sonra yahud tufeyli olmak şartıyla tahsil-i mecburi müddetinde. Zaten bir çocuk ta’lim-i mecburi esnasında milliyetini güzelce anlamış olursa milliyetini müdafaa başlar zihnine ilk layih olacak şey de bit-tabi’ hükumetin lisan-ı resmisini tahsil etmek olur. Bu taraftan ister istemez tahsiline de başlar. Binaenaleyh bizler her şeyden evvel şu verilmiş az bir müddet zarfında çocuklarımıza mümkün mertebe milliyet ruhunu ilka ederek istikbalimizi parlak ve oldukça emniyyet-bahş bir hale ifrağ etmenin çaresine bakmalıyız. numaralı Sıratmustakım’de ta’lim-i umumi mes’elesine dair yazacağımı vaad etmekliğim rüfekamdan birinin nazar-ı dikkatini celbederek refik-i muhteremim bu husustaki fikrimin ne olduğunu istifsar eyledi. Bendeniz de balada gösterdiğim nokta-i nazardan bakacağımı söyleyince refikim dedi ki: “Madem ki bu memlekette hükumetin lisan-ı resmisi okunmayacak o halde hükumet bu mektepleri nasıl mecburiyet tahtına alarak resmi tanır ve bu mekteplerden nasıl emin olur.” Evet refikim yek nazardan pek haklıdır. Çünkü hükumet denince zihnine hala birtakım hayalatı ta’kib eden hayal-perestlerin mantıksız hikmetsiz icraatları geliyor da refah u saadete isal edecek ta’limin bizde tatbik olunacağına aklı bir türlü ermiyor. Fakat bizler artık birtakım hayalata kapılan bu gibi hayalperestlerin mülahazatını zihnimizden çıkarmalıyız bütün icraatımızla bu hayalperestlere hayalatlarının hiçbir vakit vücuda çıkamayacağını anlatmalıyız. İslamiyyet ve Türklüğün bizlerden katiyyen ve katıbeten silinmeyeceğini göstermeliyiz. Şimdi artık burası güzelce anlaşılarak hayallerinin boş birtakım ihtimalattan başka bir şey olmadığı tezahür edince miden maksad-ı asli ne ise o yolda icra olunmağa başlar. Ve bunu müteakib tarafeynde emniyet dahi vasi’ bir mikyasta hüküm-ferma olur. Zira emniyet adaletin muakkıbi olduğu hilkat-i Adem’den beri binlerce belki milyonlarca defa tecrübe olunmuş bir şeydir. Binaenaleyh bizim istediğimiz tarzda ta’lim-i umumi tatbik olununca artık adalet bütün ma’nasıyla icra olunacağından kalbimizde hükumetin suiniyet beslediği fikrine zehab gibi bir şey katiyyen kalmayacak. Ve beynimizde pek hararetli bir meveddet hükümferma olarak Rus himayesine İslamlar ömürlerince sadık kalacaklarını bil-fiil isbat edecekler. Çünkü insan adaletin aşıkıdır. Nerede bulursa orada mıhlanır kalır. Tabii Ruslar bunu görünce istikbalde muhtemel olan “Tatar havfı” azabından yakalarını kurtararak müsterih olacaklar. Beyanü’l-Hak refikimiz keza diyor ki “fenleri edebiyatı yalnız Tatar lisanında okutacak olursak Tatar çocuğu Rus lisanını üç dört sene zarfında etraflıca tahsil edemiyor. Bir kere refikimize fen okumakla lisan öğrenilmeyeceğini lisan öğrenmek için behemehal kendine mahsus kavaidini bellemek lazım geleceğini ihtar ederiz. Bundan maada seneden maksadı hangi sene bulunduğunu tayinde dahi aciz kaldık. Eğer zaman-ı hazırda kullandığımız şemsiyye ve kameriyye olacak olursa üç dört sene-i kameriyye veyahud şemsiyye zarfında henüz kasırü’l-idrak bir masumun mütenevvi lisan okumak yazmak fenni edebiyatı elde etmek kadar dimağa malik olacağına aklımız ermedi. Binaenaleyh bu seneleri behemehal şimdiki kullandığımızın senelerin dört misli kadar bir mikyasta yapılmış bir seneye hamletmek lazım geleceğinden dolayı yukarıdaki ihtara lüzum gördük. Refik-i muhterem ta’lim-i umumi hakkında yaptığı planları çizdikten sonra diyor ki “Müslümanlar arasında ta’lim-i umuminin tatbik olunabilmesi en evvel iyi muallimler yetişebilmesine tevakkuf ediyor. Şimdilik böyle iyi muallimler yetiştirebilecek mektep yalnız Kazanski-Uchitelski Shkola!dır. Şüphesiz her şeyden evvel Kazanski-Uchitelski Shkola’yı tevsi’ etmek lazımdır.” Şuraya kadar Beyanü’l-Hak’ın yazdıklarında bir suiniyet olmadığında asla şüphe etmeyerek yalnız icra olunan tazyikatın husule getirdiği infialden dolayı pusulasını şaşırıp hareket-i gayr-ı muntazamada bulunduğuna zahib olmuştuk. Ve tutulan tarik-i muavvecten cüz’i bir ikaz ile sıratmustakıme süluk edileceğini ümid ediyor idik. Fakat şu satırlar bütün ümidlerimizi zir ü zeber eder bir mahiyette bulunduğundan başka türlü düşünmek mecburiyeti hasıl oluyor. Kazan’da doğmuş ve büyümüş Radlof’un nasıl bir adam olduğunu bilmiş bir adam bugün millete hizmet namıyla meydana atılıp da her bir taşı misyonerlerin efsunuyla üfürülerek bina olunan Kazanski-Uchitelski Shkola’yı Rusya balleri olan yavrucaklarını yalnız burada yetişen üç beş efendinin eline teslim etmeyi tavsiye ederse artık bu adam hakkında gözümüzü dört açmağa kim hak vermez. Acaba Radlof bu shkolayı mektebi ne gibi maksada binaen küşad etti? Buraları Rusya İslamlarına ve ale’l-husus Beyanü’l-Hak sahibi muhterem Seyyid Eşef cenablarına hafi midir? Zannetmem!... Acaba! Hiçbir vakit misyonerlerin elinden yakasını kurtaramamış kat’iyyen ve katıbeten kurtaramayacak bir halde bulunmuş olan bu mektepten Seyyid Eşef cenabları istikbalimiz Namını daima kemal-i hürmetle yad ettiğim Koca Cahid vaktiyle bir gazeteciye “Eline kalem tutanların kalemi dokuz boğum olmalı” diyerek pek musib bir ihtar-ı hakimanede bulunmuştu. Hürriyetin bütün ma’nasıyla hür bir millet-i hakime efradından olan bir gazetecinin kalemi dokuz boğumlu olmak icab ederse artık bizim gibi bir millet-i mahkume gazetecilerinin nasıl olmak lazım geleceğini tasavvur ediniz!... On sekiz boğumlu olmak lazım gelmez mi? Ufacık bir ihtiyatsızca hareket badi-i helak olacağını kim inkar eder? Vakıa bir gazetecinin fikri hiçbir zaman fikr-i umumi addolunamaz. Fakat bir milletin matbuatı o milletin rehberi ve hatta tercümanı addolunacağı da unutulmamalıdır. Neşrolunacak bir mütalaa ve re’yin gazete sütunlarına cinin uzun uzadıya düşünmesi lazım gelen hususattandır. Binaenaleyh Beyanü’l-Hak refikimize her şeyden evvel Kazanski-Uchitelski Shkola’nın bugüne kadar geçirdiği edvar ve safahat-ı hayatı ve bu esnada şu mektep muhitinden tesaüd eden ebhire-i mühlikenin bi-çare İslam yavruları üzerindeki tesirat-ı feciasını ve bunların netayicini birer birer tedkık ederek derin derin muhakemeler yürüttükten sonra kalemini eline almasını hayır-hahane tavsiye ederiz. Acaba o vakit bu mektebi tevsi’ etmek mi lazım gelecek yoksa bütün bütüne kökünden söküp atarak yerine diğer birini küşad etmek mi lazım gelecek bit-tabi’ anlaşılıyor. Beyanü’l-Hak refikimiz makalesinin sonunda kalemini kızlara çevirerek Rusya İslamlarının kızlar mektebine muallimler Rus gimnaziyalarında yetişemediğine pek müteessif olarak şöyle bir hasb-i halde de bulunuyor. “Zira Rus gimnaziyasında okuyan Tatar kızları pek azdır” diyor. Çocuklarımızın terbiyelerini ta sinn-i büluğa gelene kadar analarının uhdesinden bıraktığımızdan la-akall çocuklarımızın saadeti ten çocuk terbiye etmesini bilen bir valide haline ifrağ etmek her şeyden evvel yapacak bir işimizdir. Fakat bu terbiyede körü körüne mektep tesmiye olunan muhteşem binaların içerisine kızlarımızı salıvererek “işte burası en muntazam surette idare olunan bir mekteptir ulum u fünun ise istediğiniz kadar” demekle bit-tabi’ olmayacak elbette burada ahlaka ne derecede riayet olunuyor ne gibi ruhla terbiye ediyorlar bu ruh bizim işimize ne derecelerde yarayabilir? Acaba buradan yetişen analar hakıkaten bizim saadetimizi hazırlayabilecekler mi? Buraları hep derin derin düşünülecek mes’elelerdendir. Yoksa aman! Çabuk olunuz burada her şey okunuyor diyerek ma’neviyata bir kere olsun bakmayarak bunca asırlardan beri kavanin-i mübeccele-i muhafaza edebilen ve binaenaleyh bizim için daima medar-ı fahr u mübahat teşkil eden kızlarımızı böyle ne olduğu meşkuk müesseselere atıvermek doğrusu afv olunmaz bir hata belki bir cinayettir. Evet mes’ele oldukça vasidir. Vüs’ati miktarında ve etraflıca düşünerek yazmak istersen bit-tabi’ bu makaleye sığamayacak daha pek çok hakayıkı mevzubahis etmek lazım gelir. Binaenaleyh buralarını başka bir makaleye bırakarak burada ancak Beyanü’l-Hak refikimizin teessüfat-ı meşruhasına hiçbir vakit iştirak edemeyeceğimizi belki bilakis bu halden memnun kalmakta olduğumuzu beyan ile iktifa edeceğiz. Maamafih burada şurasını da ihtara lüzum görüyoruz ki geçirmekte olduğumuz işbu yirminci asırda taksim-i a’male riayet etmenin ne derecelerde menafi’ te’min edeceği hallolunmuş bir mes’ele olduğundan analarımızdan yalnız ma’nevi istifadelerde bulunarak maddiyat ciheti ise külliyen pederlerimize yani biz erkeklere hasr icab edeceği fikrindeyiz. Zira maddiyat ile ma’neviyatı bir yere karıştıracak olur analarımızdan yalnız ma’nevi istifadelerde bulunmalıyız. Bakalım Rus gimnaziyaları bizlere bunları te’min ediyor mu? Yoksa bunun için başka bir yere müracaat etmek mi lazım gelecek? Ve ne tarikle? Elbette düşünülecek bir mes’ele. Hindistan’ın taksimat-ı idaresi diniyye ve coğrafiyyesi – Hindistan’da müslümanlarla Mecusilerin suret-i tefrikı – Terbiye-i medeniyye – Tarz-ı tezeyyün – Ben şimdi Hindistan’da bulunuyorum. Hayli zamandır makale yazamadım zira deniz seyahati yazmaya maniydi. Bundan başka Hindistan’da kesb-i muarefe edinceye kadar da bir hayli vakit lazım burada ehl-i İslam arasında Farisi Arabi bilenler kesretle bulunuyor. Bunun için kemal-i suhulet ahlak ve adeti başka olan milletlerin ahvaline kesb-i vukuf Ben bu makaleyi bundan sonra yazacağım makalelere mukaddime olmak üzere zabt u kayd ediyorum: Zira bizim halkımızda Hindistan hakkında ma’lumat pek azdır. Ma’lumatı olanlarımız da ekser Hindistan denince İngilizler tasallutunda Asya’nın bir kıtası müslümanı ve zenginleri çok bir yer diyebilirler. Halbuki daha neler var bizim hiç haberimiz yoktur; velev coğrafya okuyanlarımız olsa da şunun için bu mukaddimeyi yazmayı muvafık gördüm. Hindistan Asya’nın bir kıtasıdır umur-ı siyasiyyesi kamilen yetlerde İngiliz idaresinde olup bazı cihetlerinde de Hindlilerin kendi idarelerinde birçok emaretlerden ibarettir. Bu emaretlerden üçü müslüman emareti olup başkaları Mecusiler emaretidir. Bu emaretlerde idare-i dahiliyye tamamiyle müstakildir İngilizler hiç müdahele etmezler müslüman emaretlerine “nüvvab” ta’bir ederler. Mecusi emaretlerine de “raca” ta’bir ederler. Fakat bazı nüvvablar de müslümanlar vardır. Umumen Hindistan halkı diyanet cihetinden ikiye taksim olunurlar. Budi ve İslam. Ekseriyyeti Budiler Mecusiler teşkil edip müslümanlar ise bunlara nisbetle rub’ derecesindedir. Hıristiyanlık ise İngilizlerle beraber girmiştir. Fakat az Hindistan müslümanları kendilerine “Hindistan müslümanı” tabirini kullanırlar Budilere de zamm-ı ha ile “Hundi” derler. Nadiren müslümanlara kesr-i ha ile “Hindi” müslümanı tabirini tercih ediyorlar. Bunun için biz de müslümanlar hakkında Hindistan müslümanı tabirini tercih ederiz. Mecusiler hakkında da Hundi tabiriyle iktifa ederiz. Hindistan müslümanlarında üç nüvvab vardır: - Haydarabad Deken nüvvabı Mir Mahbub Ali Han cenablarıdır. Mütedeyyin ve terakkı-perver bir zattır diyorlar. Tafsil-i ahvalini Deken’e vardıktan sonra inşaallah yazacağım. - Behubal nüvvabı meşahir-i ulemadan Hasan Sadik’in zevcesi Begüm Hanımdır. - Şahnur nüvvabı Emir Abdülmecid Han cenablarıdır. Bunların her biri hakkında ayrıca makalelerle ma’lumatlar arz edeceğim. Şimdi Hindistan’ın kendi aralarında mu’teber bir taksimat-ı coğrafiyyeleri de vardır: Hind Pencab Bengale Sind filan filan diyerek kendileri de başka başka memleketler gibi yekdiğerinden tefrik ederler. Peşaver Dehli cihetleri Pencabtır. Allahabad Jabalpur cihetleri Hinddir. Haydarabad Deken’den Kalküt’a kadar Bengaledir. Serendib Seylan cihetleri Bonibardır.. Ve ila gayr-ı zalik taksimatları vardır ki: Biz de Türkistan Kazakistan Tataristan dediğimiz gibi. Bunları kayd u zabt etmeği münasib gördüm. Zira bunlardan her birinin her ne kadar asılları bir olsa da ahlak ve etvarı maişet ve hayatları başka başkadır. Hindistan müslümanları umumiyet ile Hundilerden pek açık ayrılmak isterler. Lakin yine birçok cihetleri vardır ki zahir-i hale ahval ve etvara bakarak tefrik etmek bizim gibi bir ecnebi için mümkün değildir. Yalnız şu kadar var ki: Hundlilerin ekserisi kendilerinin mezheblerine tevfikan alınlarını her türlü boyalar ile telvin ediyorlar. Bu cihetle pekiyi ayrılıyorlar. Eğer şu boyaları olmasa ayırmak mümkün değil elbise hepsinde bir adat bir serpuş ekseri birdir. Amame pek şayidir umum Hindi amame giyerler. Fakat amamelerin büyüklüğü ayn-ı surette değildir rütbe ve dereceye göre değişir; rütbe büyüdükçe sarık da büyür. Amamenin envaı Hundilerde var kuyruğu da ne kadar uzun istersen bunlarda bulunur. Hususa ayakkabı boyacısı ile kapıcı gibi hademede amame kuyruğu pek uzun oluyor. Zira bununla tozları siliyorlar. Fakat bizim Rusya müslümanlarının i’tikadı gibi ferişte konmak için değil Bunun için İslam mecusi libası ile tefrik olunamıyor. Hatta bazı vakitler kendileri de tefrik edemiyorlar. Ben bi-iznillah bundan sonra Hindistan hakkında gayet mufassal ma’lumat vereceğim. Lakin mesafenin uzaklığı hasebiyle postaların vaktinde yetişemeyeceğinden makalelerimin arası hayli ayrılacaktır. Hayli vakit kariin-i kiram sabırsızlıkla bekleyecekler. Lakin müfadınca tevali edecektir. Hindistan’da terbiye-i medeniyye henüz gözünü açmış veyahud da açmaya niyet etmiştir. Bir taraftan açılsa öte taraftan İngilizler hemen kapatmaya gayret ediyorlar binaenaleyh bu medeniyet pek ibtidai bir derecededir. Elbette umumiyyetle Hindistan halkının tabiatına havanın dahi tesiri vardır. Lakin adat-ı milliyye mukaddestir hatta esas millet Hind kavmi olduğundan ehl-i İslam’da dahi asar-ı Hindiyyet bakidir bunların hepsi sırası geldikçe bitamamihi Hele bu günler ıyd-i said-i Ramazan’dır umumiyyet ile ehl-i İslam için eyyam-ı sürur ve ferahtır. Hususen agniya elbise-i fahirenin cümlesini labis oldukları halde yalın ayak sokaklarda gezerler polis ve asakirin kulaklarında müteaddid halkalar bulunur ayak parmaklarında da altın halkalar bulunur. Hele hatunların ayaklarında calcal tabir eyledikleri kalın kalın ikişer konet ağırlığında gümüş bilezikler ve kollarında dirseklerine kadar ve hatta dirsek fevkinde bile bilezikler bulunuyor. Bundan maada terbiyenin derecesini gösterecek şeyler pek çoktur. Şunun için böyle bir mukaddime yazmayı münasip gördüm. Bundan sonra müslümanların ve Mecusilerin ahvalini ayrıca birer birer tafsilatıyla yazar ve arzederim. Şimdi Teşrinievvel ibtidası olduğundan havalar pek sıcaktır. Gölgede dereceye kadar sıcak oluyor. Bunun için gündüzleri hiçbir şey yapmak mümkün olmadığından yazı yazamıyorum. Kariin-i kiramın af buyurmalarını istirham ederim. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Aralık Üçüncü Cild - Aded: Şarktan başlayarak mağrib-i aksaya kadar Dayanan bir koca dünyadaki üç yüz milyon Sineden yükselecek ism-i Huda hürmetine Bugün afakı füruzan edecek nur-ı mübin Parlasın haşre kadar sönmesin! Amin amin! Mösyö Hanotaux’yu te’min ederim ki müslüman memleketlerinin hiç birinde henüz böyle bir da’vetten eser görülmemiştir. Eğer kendisi müslümanların ne halde bulunduklarına vukuf hususunda bir adım atmış olsaydı böyle aslı faslı olmayan bir da’vet üzerine mütalaatını hükümlerini bina etmek şöyle dursun ona ima etmeyi bile hatırına getirmezdi. Bu da’vet hakkında zihinlere arız olan vehimlerin sebebi evvela şarktaki hıristiyanlardan bir kısmının işi yanlış anlaması sonra da bu hatanın garptaki siyasilere olduğu gibi aksetmesidir. Maamafih tevehhüm olunan mes’eleyi büyütmek hususunda bazıları tarafından gösterilen suiniyetin de te’siri olmuştur. Ben hakıkati olduğu gibi göstereceğim üzerine hiçbir örtü çekmeyeceğim. Ümid ederim ki bu sözlerim müslümanların dine ait söyledikleri sözlerden hiçbir fena maksadları olmadığına Mösyö Hanotaux’yu ikna eder el-Ahram ceridesinin sahibi gibilerini yola getirir de artık gerek kendilerine gerek vatandaşlarına ait işlerde Allah’tan korkarlar sulhü cenk asayişi fitne makamında telakkı etmezler. Vakıa din şu son senelerde dünyanın muhtelif noktalarındaki müslümanlardan bir kısmının efkarını latif bir tayf gibi tavaf etmekte içlerinden az bir miktara baliğ olan fazilet erbabının ruhuna Cenab-ı Hak tarafından bir tevfik rüzgarı eserek miskin miskin oturanları kaldırmakta himmetleri hamiyetleri harekete getirerek bu dinin bir vakitler nasıl olduğunu şimdi ne hale geldiğini tedkıke sevk eylemektedir. Bunlardan bazıları söze fırsat bulduğu gibi düşündüğünü ağızdan söylüyor; bazıları muvaffak olduğu takdirde fikrini mütalaasını bir kitap yahud bir ceride vasıtasıyla bildiriyor. Üçüncü kısmı teşkil eden birtakım mukallidler de var ki ne söylediğini bilmeyen bu heriflerin hezeyanı bizim için bahse değmez. Bizim sözümüz ancak evvelki kısımlarda bulunan fikir maksad sahiplerine ait olacaktır. Müslümanlık ne maddiyattan büsbütün mücerred denilecek surette ruhani ne de ruhtan ma’nadan mahrum binaenaleyh sırf cismani bir din olmayıp ruhaniyet ile cismaniyet arasında mu’tedil insani bir dindir ki iki taraftan da nasibini aldığı için beşerin fıtratına diğer dinlerin hepsinden muvafık gelmiş; kendi kendisini din-i fıtrat tesmiye etmiştir. Müslümanlığın bu faziletini düşmanları bile bilirler de onu vahşi akvamın vahşetten medeniyete yükselmesi için ilk mektep addederler. Sonra bu dinin esasları arasında kaysere ait olan şeyi kaysere terk etmek yoktur; kayseri de kendi malına kendi ameline göre hesaba çekmek bu dinin usulündendir. Bu din şu zikrettiğimiz surette nazil olarak dalalette kalanları doğru yola getirdi; katı yürekleri yumuşattı; haşin adamları terbiye etti; cahilleri alim yaptı; gafilleri uyandırdı tenbelleri işe sevk eyledi fena huyları düzeltti rağbet olmayan faziletlere rağbet verdi. Sonra tefrikayı kaldırdı gedikleri kapadı; zulmü kökünden kurutarak yerine adaleti fevkınde bir nizam verdi. Binaenaleyh erbabına göre din şahısta kemali ailede saadeti memlekette nizamı te’min eder bir kuvvet oldu. Bütün işlerinde bu kuvvetin büyük büyük eserleri büyük büyük nimetleri kendilerine göründü. Bununla beraber ilim de dinin inayetinden mahrum kalmadı; belki daima ona yol gösterdi önünü açtı. Eğer biri çıkar da din bize ne ticaret ne sanat ne siyaset ne de usul-i maişet öğretmedi demek isterse şurasını kabil değil inkar edemez ki din gerek hayat-ı hususiyyelerini gerek hayat-ı ictimaiyyelerini te’min edecek olan sa’yi kendilerine farz kılmış sonra bu sa’yi iyi neticeler verecek surette tatbik etmeyi emreylemiş; nail oldukları mülkü hakkıyla Ey kari’! Senin böyle bir din hakkındaki fikrin ne olabilir ki Arabistan’ın bir köşesinde oturan ikinci halifesi “Fırat vadisinde otlayan bir koyunu kurt yese yine Ömer’e soracaklar” diyor. Dördüncü halifesi de “Acaba mü’minlerin bu dünyada çektiği sıkıntılara iştirak etmeyerek yalnız kendime emirülmü’minin dedirmekle mi kanaat ederim? Yoksa maişetin her türlü acılığına göğüs germek hususunda onlara numune olmak mı isterim?” diyor. eden böyle bir kuvvetti; perişan fikirleri toplamak karışmış ahvali ıslah eylemek için basiretlerin önünde parlayan bir nurdu; mü’minlerin kalbini sair milletlere karşı afv ile merhamet bu sayededir ki bütün dünya müslümanları kendilerine hakim görmeye razı olmuştu. Pekala! Şimdi bir müslüman gayet hakim bir mürşid olan bu dinin istediğini ister istemediğine buğz ederse bunu gören taaccüb etmeli midir? Cenab-ı Hakk’ın bu dine has hadsiz hesapsız nimetlerini gören bir mü’min yerlere göklere malik olacağını görse bile dinin tecviz etmediği bir şeyi kabul etmezse bu hal nazara dehşet vermeli midir? Bunda taaccüb olunacak bir şey yoktur. Zira bu bir zaruri neticedir ki Cenab-ı Hakk’ın bu alemdeki kanunu iktizasınca iş kendiliğinden bu gayeti bulur. Yazıklar olsun! Mü’minin elinde din namına olarak bu kanaatten bu itmi’nandan başka bir şey kalmadı. Dinin kendine gelince o çoktan değişti! Mü’minin aklındaki vaziyeti başka şekil aldı. Müdrikesindeki mahiyeti tefsire uğradı; dinin hakıkatine ait olan telakkıler tebeddül etti; nihayet bir hale geldi ki Hazret-i Ali’nin şu sözündeki doğruluk meydana çıktı: “Bu kavim dini de kürk gibi ters giyiyor.” Burada müslümanların nazarında dini bu hale getiren sebeplerden bahsedecek değilim. Yalnız hiçbir münkirden çekinmeyerek söylerim ki: Müslimin kalbine din namına olarak kat’iyyen dinden olmayan birçok şeyler girmiştir. Kezalik akaid namına asıl müslim akaidiyle münasebeti olmayan belki o akaidi kökünden sarsan birçok hurafeler dahil olmuştur. Akaidde olsun a’malde olsun birçok bidatler zahir olarak i’tikad-ı sahih sırasına geçmiş şeriat-ı sahihanın yerini tutmuştur ki bütün ahvalde bütün harekatta asarı görülüp duruyor. hadis-i şerifi lafzen sahih olsun olmasın Kur’an-ı Kerim bu hadisin ma’nasını te’yid ettiği gibi ilk müslümanların hali de medlulün sıhhatini meydana çıkarır. Evet erkek ile kadın bu teklifte müsavi olduğu dinmek; dünyalarına ahiretlerine yarayacak şeyleri öğrenmek; gerek akraba arasında gerek yabancılar beyninde güzel bir muaşeret husulü için Kur’an’da sünnette selef-i salihin harekatında görülen numuneleri bilmek hususunda erkek kadın birdi. Bir surette ki kudretin müsaadesi zamanın müsamahası nisbetinde müslümanların girmediği hiçbir ilim kapısı kalmadı. Sonraları müslümanlar ilme yanlış ma’na vermeye başladılar zannettiler ki dinin tahsilini farz ettiği ilim abdest namaz oruç gibi feraizin suret-i edasını bilmekten ibarettir. Bu feraizin esrarına indallah kabulü vesailine ait olan cihetler ancak pek az kimsenin zihnine gelmeye başladı. Hele dinin adabı ruhun tehzibi gibi müslümanlığın ibadetten beklediği gayet a’mal-i salihadan umduğu netice –ulum-ı diniyyenin en mühimi olmasına rağmen– hiç kimsenin nazarını celbetmedi.. Meğer ki kıyılarda bucaklarda dolaşan lakin kendilerinden hiçbir hayır ümid olunamayan beş on kişi istisna edilebilsin. Devr-i Tabi’inde İctihad: Ehl-i Kufe için Abdullah bin Mes’ud ve ashabının mezhebi daha muvafık geliyordu. Zaten bu en ziyade mümarese ettikleri en ziyade tanıdıkları bir mezheb idi. İnsan bildiği tanıdığı şeyi daima iyi görür sever. Vakıa Kufeliler şu hallerinde haklıydı. Zira Abdullah bin Mes’ud radiyallahu anh ilm-i fıkıhta yed-i tula sahibi idi. Şu ni muallim sıfatıyla Kufe’ye irsal buyurmuşlardı. Mahfuzatı pek çoktu. Bab-ı ictihadda büyük bir melekesi olup ilm-i Kur’an’da olan mahareti de pek yüksek bir mertebedeydi. Muahharan Hazret-i Ali dahi Kufe’ye gelmiş hilafeti esnasında pek çok kazayada bulunmuş; birçok kimseler ilminden Hazret-i Şüreyh dahi pek uzun bir zamanlardan beri Kufe’de vası Kufe ahalisi arasında şu suretle yerleşti şu suretle rüsuh peyda etti. Alkame bin Kays en-Nah’i ve rüfekası bütün bu fetava ve müctehedatı rivayatı kazayayı zabteylemişlerdi. Bab-ı fıkıhta sahib-i meleke olduktan sonra bir taraftan kendileri şu maz-butata bakarak istidlalatta bulunuyor diğer taraftan bunları ahlafa naklediyorlardı. ettikleri asar ve sünen ve fetava ve akziyeyi tertib ve tasnif ederek son tabakaya isal eyler; kendileri dahi üstadlarından gördükleri usul ile ictihad ederek ilm-i fıkhı tevsi’ ediyorlardı. Bu tabakada ilm-i fıkh u ictihad pek ziyade tevessü’ ederek tedvin ve tasnifi hayli ilerlemiş bazı usul ve kavanin dahi vaz’ olunmuştu. rakkıde buldu. Bu devreye gelinceye değin ilm-i fıkıh yüzlerce müctehidin hadde-i tahkıkinden geçirilmiş pek çok mesail-i müteferrika meydana getirilmişti. Şu mesail ya rivayet-i müteselsile tarikiyle Irak mekteb-i fıkhisinin müessisleri olan ashab-ı kiram ve talebelerinin rivayat müctehedat fetavasından birine sarihan veya zımnen intiha eder; yahud bizzat İbrahim en-Nah’i ve rüfekasının müctehedatından oluyordu. ekseriyet nazar-ı i’tibara alınarak icra edilmiştir. Yoksa bazı mesail-i müteferrikanın bitaraf olanlara Hicaz mekteb-i fıkhisi müessislerine hatta azalarından bazılarına isnad olunduğu da yok değildir. radiyallahu anhın Harice bin Abdillah vasıtasıyla Said bin Müseyyeb’den Abdullah bin Amr’dan Salim bin Abdillah bin Amr’dan İbni Abbas’tan Ümmül-mü’minin Hazret-i Aişe’den rivayet ettiği de görülür. Müşarün ileyhim hazeratından ve rüfekasından rivayetin ekalliyette kalıp İbni Mes’ud Hazret-i Ali’den rivayetinde ekseriyet üzere vukua gelmesi bazı fırkalarda meşhud olduğu gibi bir eser-i ta’n değildi. Belki ahali-i Irakiyyenin ahz-ı vukua gelmiş olup Hicaziler vesair ashab-ı kiram ile ihtilatları az olmaktan ileri gelmişti. Zaten ilm-i fıkhın tabiin-i kirama intikalini müteakib tevsi’ ve tedvinine çalışıldığı zamanlar siyasi ihtilaflardan dolayı seyr ü seyahat ederek hakkıyla tetebbuat-ı ilmiyyede bulunmak pek müşküldü. Irak Hicaz her ikisi de Darülimare’nin en sevmediği kıtalardan idi. Bunların ahalisi hepsi birden müttehem tutuluyor her bir hareketleri nazar-ı teftişte bulunduruluyordu. di sermayeleri dahilinde tevsi’-i ilme çalışıyor ictihada pekçok defalar müracaat etmek mecburiyetinde bulunuyorlardı. Bundan dolayı tarik-i ictihadda nokta-i münteha-yı itilaya vasıl olmuşlardır. ve tedvin olundu. Cüz’iyattan külliyata irtika tarikıyle usul ve kavaid vaz’ edildi. Bu mekteb-i fıkhi tamam teessüs ederek mesail usul ve kavaid o zamanlar için gayr-ı kabil-i tebdil bir halde takarrür ederek bir düstur-ı şer’i halini aldı. Hatta sonraları tevarüd eden işitilen asar dahi şu düsturlara bakılarak ya kabul ya te’vil ya reddedilir oldu. İctihad da şu hudud dahilinde cereyan ederdi. baliğ oldu. Şu devirde birkaç tabakaya mensup olmak üzere tabiinden pek çok fakih müctehid yetişti. Bunlardan her birinin terceme-i halleri pek ziyade mutantan pek ziyade müzeyyendir. Bıraktıkları asar nazar-ı im’anla mütalaa ve teftiş edilirse ömürlerinden hiçbir saat hiçbir dakikayı zayi’ etmemiş oldukları meydana çıkar. İştigalat-ı ilmiyye ictihad bunlar diyen zamanları mesai ile geçerdi. Basra beldeleri bu kıt’anın iki merkez-i ilmisi iki darülfünunu mesabesindeydi. Filhakıka bu iki merkez-i ilminin müessisleri başka başka zevat hem de ilimleri ictihadları da başka başka tariklerden ahz u iktibas olunmuştu. Hatta ibtidaları bu iki merkez arasında az çok ihtilaflar da yok değildi. Fakat bu bir itilaf-ı tam mevcuttu: Hatta gitgide şu ihtilafat-ı cüz’iyyeden eser kalmadı. Basriler ile Kufiler yekdiğerleriyle pek ziyade ihtilat ederlerdi. Bu suretle beynlerinde olan su-i tefahüm zail oldu. Bundan başka Irak’ın ab u havası ile o muhitin terbiyesi taht-ı terbiyyesinde yetişmiş bulunduklarından isti’dad-ı fıtrileri dahi onları hep bir nokta üzerine sevk eder yavaş yavaş yekdiğerlerine yaklaşıyorlardı. Ebu Hanifelerden sonra bu iki merkez-i ilmi artık bir mekteb sınıfının iki şu’besi haline gelmişti. Şu ittihada ta’bir-i digerle bir tarafın galebesine ötekinin mağlubiyetine daha başka bir sebebin te’siri de yok değildi: Kufeliler fıkh-ı İslam ile infirad binaenaleyh ictihadda olan melekeleri o nisbette kesb-i takviyet ediyordu. Fakat Basra fukahasının sair ulum ile iştigal eyledikleri de bulunurdu. Bu beldede ilm-i kelam felsefe moda olmuştu. Tabiidir ki bir kuvvet mütenevvi’ taraflara taksim olunursa te’siri azalır. Bundan dolayıdır ki Basra ahalisinin ilm-i fıkıhta olan mümareseleri melekeleri Kufelilerden zayıf kalmıştı. Bu mücadelede bir ihtilaf esnasında zayıfların hali ma’lum: Mağlubiyyet.. teb-i fıkhisinin te’sis ettiği usul-i ictihad esas ittihaz olunmuştu. riyle ittihad etmiş olduğundan bütün Irak bir mekteb-i fıkhi suretinde irae edilir. Aralarında olan ihtilaf ayn-ı fikrin sevkıyle teşekkül eden cem’iyyetlerde vukua gelen ihtilafa teşbih olunabilir.. Kufe’de İbni Mes’ud ve Ali İbni Ebi Talib radiyallahu anhümanın ashabından olmak üzere: Alkame bin Kays bin Abdullah en-Nah’i Mesruk bin elEcda’ bin Malik el-Hemedani el-Esved bin Zeyd en-Nah’i Şureyh bin el-Haris Süveyd bin Ğafle Ubeydetü’s-Selmani Süleyman bin Rab’atü’l-Bahili Haris bin Kays el-Ca’fi Ubey-dullah bin Utbe bin Mes’ud Şerik bin Hanbel Amr bin Meymun el-Evdi… sonra İbni Mes’ud’un oğulları Ebu Ubeyde ve Abdurrahman… daha sonra İbrahim bin Yezid bin el-Esved en-Nah’i Amir bin Şürahbil eş-Şa’bi ve rüfekası Hemmad bin Müslim İbni Ebi Leyla Kadi Şüreyk… lerindendir. Hasan el-Basri Muhammed bin Sirin Ebu Kılabe Ebu’l-Aliye Ebu Yervet bin Ebi Susi Eyyub es-Sahtiyani lenleridir. Fukaha-yı Kufe’nin silsile-i rivayetleri ekseriyet üzere bin Ka’b İbni Abbas hazeratına müntehi olur. Basra fukahasının ahz u iktibasları ekseriyet üzere ashabdan Ebu Musa el-Eş’ari sonra Faruk-ı A’zam Aişe Enes bin Malik Zeyd bin Sabit İmran bin Hasin Ebu Hureyre hazeratına rücu’ eder. tikleri bazı mezahib-i hususiyyeleri bulunduğu halde ale’lakser usulce müttefiktiler. nuyor; bazı usullerde mezheb-i mahsus ta’kib ediyordu. Süfyan-ı Sevri Hazretleri her ne kadar fukaha-yı Irakıyyun sus oluyordu. Usulce Irakıyyundan ziyade Hicaziyyuna yakındı. –sonu var– Ve ol günde nücum-ı zahire ol mevlud-ı muhtereme ta’zim ü tekrim için naziri görülmemiş bir surette takarrüb etti ve bu takarrübden naşi o nücum-ı zahirenin ziyasıyla etraf u cevanib ziyalandı. Tevellüd eylediği hane-i saadetin etraf u cevanibi veya etraf-ı sema veyahud bilcümle aktar-ı vücud pür-nur u ziya oldu. ye radiyallahu teala anha Hazretleri dedi ki: Resul-i Ekrem sal-lallahu aleyhi ve sellem Efendimizin veladeti zuhura gelip de validesinin vücudundan ayrıldığı zaman hane-i saadeti nur ile dolmuş gördüm ve nücumu dahi ol kadar takarrüb etmiş gördüm ki hatta hemen üzerime düşecekler sandım. takarrub ma’nasına olan tedelladan fi’l-i mazi ve üzerine takdirindedir. de zamir Resul-i Ekrem’e raci’ cümlesi takdirindedir. de zamir nücuma racidir. fail ve recanın cemidir. Reca: Asa vezninde nahiye ve Ve o günde kayserin bilad-ı Rum’da kasırları göründü o kasırları şehr u beldesi Batha olanlar görüyordu. Kayserin bilad-ı Rum’daki köşkleri görünmüş ve onları Mekke’de mütemekkin bulunanlar temaşa ediyorlardı. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin valide-i muhteremesinden mervidir ki Cenab-ı Ahmed-i Muhtar vücudumdan ayrıldığı zaman onunla beraber bir nur huruc edip maşrık ve mağribin ma-beynini o derece tabdar eyledi ki hatta Rum’un bazı kasırlarını temaşa eyledim buyurmuş. ya karibine veya baidine ma’tuf olarak takdirindedir. biribirine görmek ve görüşmek ma’nasınagöründü ma’nasında müstameldir. fail Rum hükümdarlarına mahsus lakaptır nitekim Acem ve Hind hükümdara[nı]na ve Çin hüdedikleri gibi. Rum: Nev’-i insancümlesi fail ve mevsul mübteda ve Nazım hazretleri acaib-i veladet-i Muhammediyyeye dair kelamı itmam ettikten sonra şimdi zat-ı risalet-penahilerinin acaib-i rıdaını beyana şüru’ ile şöyle diyor: Onun rıdaında ol mucizat zuhur eyledi ki o mucizeler de uyundan hafa olmadı. Habib-i Hüda’nın zaman-ı rıdaında muasırları öyle harik-ı ade umur ve halat vaki oldu ki vuzuhundan naşi o harikalar uyundan hafi ve mestur değildir. Meşhura göre “mu’cize” ancak ba’de’l-bi’se zuhur eden harik-ı adeye ıtlak olunduğu ve kable’l-bi’se zuhur eden havarik-ı adeye hemzenin kesriyle te’sis-i bina-i nübüvvet ma’nasınca “irhas” denildiği halde nazım hazretlerinin acaib-i rıda-i nebeviye “mu’cizat” ıtlak etmesi ya mu’cizat-ı hakıkıyyeye müşabehetinden naşi mecaz tarikıyledir veyahud bi’setten mukaddem olsun “mu’cize” ıtlak eden bazı selefin re’y ü ıstılahına mebnidir. de vav-ı istinafiyye-i nahviyye ve ta’bir-i diger ile ibzahir oldu demektir. terkibi takdirindedir. Rada: Ra’nın fethi ve kesriyle mememu’cizenin cem’idir leyse’nin mukaddem leyse’nin ismi olan lafzına müteallik. Hafa: Vefa vezninde bir şey gizli olmak Çünkü Resul-i Ekrem’den yetimliğinden naşi murdıalar Yahud Resul-i Ekrem’in rıdaında mucizat-ı bahire zuhur eyledi. Ol demde ki zat-ı risalet-penahi yetim olduğu için süt analar kabul etmeyip de bu yetimde bizim için nef yoktur demişlerdi demektir. Ehl-i Mekke’nin tıfl-ı şir-harlarını saf ve latif havalar mu’tad olduğundan badiye-nişin kabailden emzikli kadınlar mevasim-i mahsusasında Mekke’ye gelirler ve memedeki çocukları emzirmek için ücret ile alıp kabileleri içine götürürlerdi. Ber-mu’tad bunlar geldikleri zaman Resul-i Ekrem Efendimiz memede olduğundan cedd-i emcedi Abdülmuttalib hazretleri bu nevzad-ı mükerremi süt anaya vererek badiyeye göndermek istemiş ise de valid-i macid Cenab-ı Abdullah vefat edip kendisi yetim kalmış olmasına mebni süt analar bu yetimi emzirmekte bizim için bir nef’ yoktur diye o dürr-i yetimi kabulden imtina ettiler. Resul-i mücteba aleyh-i efdalü’t-tehaya Efendimiz rahm-i maderde iki ve ala kavl yedi aylık iken o zaman peder-i mükerremleri Şam ticaretinden avdet eylediği esnada Medine-i Münevvere’de vefat etmiş ve oraya defnolunmuştur. Bazıları: Beyne’l-haremeyn Bahr-i Ahmer’e karib Rabi’ karyesi civarında hemzenin fethiyle “Ebva’” nam mahalde medfundur demiştir. cümlesi cümlesinin ta’lili veya zarfıdır. Ebet: de lam ta’lil içindir. ya’nın zammı ve murdıanın cemidir. Murdıa: ’ de lam ahd-i harici içindir bu yetimde demekdir. da harfi ta’lil içindir ve lafzına müteallaktır. nef’ ve kifayet ma’nahanende avazına fakr ve usr mukabili Bunun üzerine ona al-i Sa’d’den bir fetat geldi ki fakrı yetim olduğuçün süt analar terk ettikten sonra onu Beni Sa’d kabilesinden genç ve ali-cenab bir kadın gelip aldı ki o kadını fakr u fakasından ve binaenaleyh kıllet-i ekli hasebiyle sütünde kuvvet ve gıda bulunmadığından naşi memede çocuğu olanlar süt analığına kabul etmemişlerdi. Hasılı o tıfl-ı şir-harı yetim olduğuçün murdıalar ve bu genç kadını da sütü kuvvetsiz bir fakire olduğıyçün evliya-i etfal kabulden imtina etmişlerdi. Bu genç kadın Halime-i Sa’diyye hazretleridir. Müşarünileyhanın fal ü beşaret vardı. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz fal-i hasenden hoşlanırdı. Hudeybiye kuyusu hakkında eserde varid olmuştur ki bu kuyuyu “nezh” ettiler. Bir kuyunun bütün suyunu veyahud dibinde bir miktar kalıncaya kadar suyunu çekmeye denir. Bunun üzerine Resul-i Ekrem buyurdu ki: Bize kuyunun suyunu kim tehyic eder yani suyun gözünü ayıklayarak suyu yukarıya kim kaldırır bir adam dedi ki ben… Resul-i Ekrem Efendimiz o adama ismin nedir diye sordu “Mürre”dir deyince sen geri çekil buyurdu. Diğer bir adam: Ben tehyic ederim dedi ondan da ismi ne olduğu sorulup “Naciye”dir cevabını vermesiyle: İn kuyuya buyuruldu. Rivayet olunduğu üzere Halime-i Sa’diyye Hazretleri demiştir ki bir kıtlık yılda çocuk alıp emzirmek için kabile kadınlarıyla beraber Mekke’ye geldim yanımda zevcim ve “Hamza” namında memede bir çocuğumuz ile beraber bir de nakamız vardı nakada bir katre bile süt olmadığından çocuk açlıktan uyuyamıyordu. Bizden hiç bilmesem ki Resul-i Ekrem ona arz olunmasın. Fakat yetimdir denilince hiçbiri kabul etmiyordu ve refikalarımın her biri bir tıfl-ı şirhar aldığından benden başka çocuk almadık kimse kalmamıştı ben de Resul-i Ekrem’den başkasını bulamayınca zevceme: Vallahi radisiz avdet etmek istemem deyip o yetimin yanına gittim baktım ki sütten ak bir yünlü libas içine sarılmış ağzı misk kokuyor ve ipekten mensuc bir yeşil yaygı üstünde arkası üzere yatırılmış mışıl mışıl uyuyor. Hüsn ü cemaline hayran oldum onu uykudan uyandırmaya kıyamadım yavaşca yanına yaklaştım fakat elimi göğsüne koymam öptüm ve sağ mememi verdim memenin sütü gelmekle sağ mememden istediği kadar emdi. Sonra onu aldım “Şebike” cihetindeki yurdumuza götürdüm oraya muvasalatımızda zevcim nakanın yanına gidip memesinin süt ile dolmuş olduğunu görünce sütünü sağdı her ikimiz kanıncaya dek yedik nab-ı Hak o geceden beri hayır ve bereketimizi artırmaktadır. cümlesi esna-i şerhde işaret eylediği takdirindedir. Al: zarf-ı müslafzının sıfatıdır. fetatın sıfat ba’des-sıfatıdır bundaki ve’daki fail ve radi’nin cemidir. takdirindedir. Şevket-i İslam kurun-ı vustada bütün hakayıkıyla doğarak muzlim Avrupa’ya ilk eşi’asını isale başladığı zaman şimdi sizin Darülfünunlarınızda arz-ı ihtiyac eden talebe-i İslam gibi bizim de medreselerimize talebe-i Nasara gelirlerdi fakat onların hissiyyat-ı vicdaniyyesine mu’tekadatına dokunulmaz ve mescide camie gitmeye icbar edilmezlerdi. Bilmez misiniz ki medaris-i İslamiyyenin yetiştirdiği hıristiyan talebe içinde papalık makamını bile ihraz edeni var.. Muhterem Mister Bliss cenabları tekrar ederim: Talebe-i kilisede ibadete muvafakatı müş’ir vesika ibraz etmeyen talebe-i olup da böyle vesika getirmeyen talebe-i İslam’ı mektebinizden yınız. Müteenni bulununuz ta ki mukabele-i bilmisil etmiş olasınız.. Görüyor musunuz ulema-yı kiram ecnebi muhitlerdeki erbab-ı fazl u ictihadın milletlerine milliyetlerine mezheblerine hatta bizim muhitimiz içinde nasıl çalıştıklarını görüyor musunuz? Ecnebi mekteplerinden acaba bir gün gelip bizi müstağni edebilecek misiniz? Yoksa Gülistane facialarını ve daha müessirlerini işitip görmeye katlanarak cehalet ve meskenete mi boğulalım?.. Müsabaka edercesine şarkta ve ale’l-ehas vatanımızda emellerini takviye ve tenmiyeye sarf-ı hayat eden Katolik ve Protestan misyonerler emeklerini yalnız şehir ve kasabalara hasretmiyorlar badiyelerde kırlarda çöllerde seyyar mektepleri de varmış kabile ile aşiret hallerden müteessir mütenebbih olmuyor ve aynıyla muamele aynıyla mukabele düsturuna ittiba etmiyorsunuz.. Bunlar sonu olmayan inhitatat değil de nedir? Bir kavim ki kendi yağıyla kavrulmaz kendi yarasını kendi sarmaz da ecanibin istila-yı ilmi istila-yı ticari istila-yı sınai istila-yı iktisadisi altında kalırsa ve çare-i tahallüs ancak kavmin uleması teşebbüs eylemezse tabiidir ki inhitatata sed çekilmiş olmaz ve olamaz.. Şu hakayık-ı ictimaiyyeye gerek sevk-i tesadüfle gerek tahlil ve tetebbu’la muttali’ olabilenler tabii olarak ve müdrikatı nisbetinde mevcudiyyet-i şahsiyye ve mevcudiyyet-i yalnız hayvan-ı natık değil mahluk-ı mütefekkirdir de.. Ve bu imtiyaz biz insanlara münhasır olmayıp bizden daha dun hilkatte olan hayvanat da hem kendi bekasına hem nev’in bekasına çalışmıyor mu? Kanun-i tekamül her zamanda ve her mekanda az çok kendini göstermiyor mu hitata karşı bir müdafaa-i şahsiyye bir müdafaa-i ictimaiyye bir müdafaa-i tabiiyye hissi emeli teşebbüsü teşebbüs-i ruz.. Fakat bunlar tabiatın sevk-i icbarisi ve müessirat-ı hariciyyenin aksülameli derecesini geçemiyor ve muvakkat bir zaman sonra kuvve-i ibtidaiyyesini kaybeyliyor. Çünkü millet çünkü kütle-i muharrike-i ictimaiyye lüzumu nisbetinde münevver değil hassas değil. Çünkü ilm u ma’rifet sa’y u amel hal-i ibtidaide hal-i nevmde. Çünkü biz Osmanlılar ve ale’l-ehass biz müslümanlar haric-i muhitimizdeki hemnev’imizin derece-i irfan ve suret-i sa’y u amelinden bi-haberiz çünkü ulemamız öğretmiyor çünkü mekteplerimiz terbiyye-i akıme itaat-i mutlaka esasına müstenid.. Ve bu nazarımızı daha çok ta’lil edecek olsak cem’iyet liyle malul bulunduğumuzu görürüz ve denebilir ki bizde henüz hayat-ı ictimai yaşamağa başlayamamıştır ve biz henüz münferiden yaşıyor münferiden çalışıyor kuva-yı mühlike-i müstevliyyeye münferiden müdafaa mecburiyetinde bulunuyoruz ve birimiz yapmak isterse öbürümüz bozmak zevkiyle kam-ran... Ruhumuzda dimağımızda soğuk ve samimiyetten ziyade suizanna tefekkür-i ma’kusa doğru bir meyl-i gayr-i tabii çırpınıyor. Bunlar o akım terbiyelerin sakım neticeleridir. Asırlardan beri taşıya taşıya alıştığımız ve artık bize pek tabii gelen itaat-i esiranenin ruhumuza hissimize aşıladığı ürkeklik kayıtsızlık henüz icabı kadar sarsılamadı; çünkü henüz dimağımızda inkılab hasıl olacak kadar tehassis.. Otuz milyon Osmanlıya üç yüz milyon müslümana hayat-ı şahsi hayat-ı ictimaiyi öğretebilecek otuz medresemiz yok. Ecdad-ı izamımızın milyonlar ömürler sarfıyla yaptırdığı medreseler bugün birer atalet yuvası olmuş ve onların dökülen sıvasını yıkılan duvarını yapacak görecek elimiz gözümüz kalmamış.. Ensemize sarılıp nice yıllardan beri hayat-ı şahsi ve ictimaimizi kemire kemire bizi eli tutmaz gözü görmez aceze derekesine indiren iki düşman-ı canın cehalet ve ataletin son gününü i’lan eden temmuz tarih-i müeyyedi ey ulema-yı kiram-ı İslam sizi ne kadar büyük ne kadar ağır bir mesuliyet karşısında bıraktığını tekrar düşününüz.. Sizin evlad-ı ma’neviniz olan askerler vazifelerini yaptılar; artık üst tarafını millet sizden bekliyor… Bizi tenvir teşci ediniz dinimizin azametini milletimizin nezahetini bize öğretiniz. Hissimizi dimağımızı yükseltecek vesaite teşebbüs buyurunuz hayat-ı şahsinin ne kadar seriüzzeval ne kadar fani hayat-ı hakıkı hayat-ı müebbed hayat-ı ictimai olduğunu bütün felsefesi bütün gavamızıyla dimağımıza doldurunuz.. Ecdad-ı te bir zevk-i muhyi duyalım.. Dimağımızda ruhumuzda bir aksülamel yapmaya uğraşınız çalışınız.. Emin olunuz ki üç yüz milyon müslüman sizin ufak bir hareket-i ictimaiyyenizle sizin ufak bir teşebbüs-i şahsinizle üç yüz seneden beri uyuya uyuya artık duyduğu atalet uykusundan uyanacaktır. Ta Türkistan-ı Çin’den kalkıp Beyrut’taki Protestan darülfünununa gelen talebe-i İslam acaba ey ulema-yı İslam sizin açacağınız o değerde o mikyasta darülfünun-ı İslam’a gelmez mi zannediyorsunuz bu kabil-i tasavvur mudur? O halde kusur kimdedir. rımızdaki bazı fıkarat ve kelimatında meşhud olan hatalardan dolayı muharrir-i fazılının afivlerini maa’l-i’tizar temenni ederiz. Hatiat-ı mezkure muktezeyat-ı siyak u sibak velinin neşrine lüzum görülmemiştir. tiler. Shogun “İyemochi” bu zillete sebebiyet vermiş olan prensi te’dibe kıyam ettiyse de muvaffak olamayarak mağluben vefat etti. “İyemochi”nin “Keiki” lakabıyla mülakkab olan oğlu “Hitotsubashi” pederinin yerine geçti. Japonya hükumeti prenslerden bazılarının inzimam-ı muavenetiyle “Shogun”luğu kaldırmaya karar verdi. “Shogun”ların sonu olan “Keiki” hükumetin bu kararını kabul etti. “Keiki”nin tarafdarları bu kararı müteakib onun intihar edeceğine zahib oldularsa da ümidleri boşa çıktı fakat onlar rahat durmadılar bi’d-def’at silaha sarıldılar. Lakin her defasında münhezim oldular. Bundan sonra bütün kuvvet ve iktidar imparatorun eline geçti. “Shimonoseki”nin topa tutulması Japonya’da azim bir teessür husulüne badi olmuştu. Gerek zadegan gerek ahali eski usul-i idarede devam edilecek olursa memleketin ettiler. Çünkü eski usul-i idare devam etmiş olaydı derebeylerin beyninde muharebe eksik olmayacak mağlub olan taraf da tabii kendisine hariçten zahir arayacaktı. İstila da ale’l-ekser buradan başlar. Halbuki Japonlar çarpışmak istiklallerini muhafaza etmek Çin’e altı yedi genç kaplanın nasıl hücum ettiğini görmüşlerdi. Bu genç kaplanların afyon hakkındaki memnuiyetin ref’i için Çin’i nasıl topa tuttukları ma’bedlere nasıl tecavüz sarayları nasıl yağma şehirleri nasıl ihrak ettikleri Çinlilerin boğazına bıçağı dayayıp onlardan ne suretle fidye-i necat aldıkları Japonlar için bir ders-i intibah oldu. Zadegan imparatorun taht-ı idaresinde ittihad-ı memleketi te’min edecek bir hükumet teşkili maksadıyla imtiyazat-ı mahsusalarından feragat ettiler. Daha doğrusu vatanın ihyası Bundan sonra vatanın azamet ve istiklali için mükemmel bir ordu teşkiline karar verildi. Ve bu emel-i mübeccel Japonlar orduyu teşkil eyledikten sonra milel-i sairenin mukavemet mümkün olamayacağını takdir ederek azim teşebbüsata masın çünkü bundan kırk bir sene evvel Japonya’nın sefain-i harbiyyesi birkaç ahşap gemiden ibaret iken bugün ecanibden hiçbirinin muavenetine arz-ı ihtiyac etmemek sırf kendi mahsul-i sa’y u gayretleri olmak üzere tersanelerinde yirmişer bin tonilatoluk iki büyük zırhlı inşa ediyorlar bu zırhlılar İngilizlerin “Dreadnought” sisteminde olan zırhlılardan daha mükemmeldir. Usul-i idare-i kadimenin ilgasından sonra Japonyalıların rihinde Fransa’dan ba’de Almanya’dan muallim zabitler celbettiler. ’de Almanya’dan celbolunan miralay “Von Mohl” Japon erkan-ı harbiyyesini Almanya usulü üzere tensik etti. Sunuf-ı muhtelife-i askeriyyenin kaffesinden Avrupa’ya Amerika’ya birçok zabitan gönderildi. Fenn-i tıb tahsili Alat ve edevat-ı lazımenin iştirası tersanelerle donanmanın raya mütevakkıf idi. Japonlar eski Çin usul-i idaresine müşabih olan idarelerinde devam edecek olurlarsa Avrupalıların ’da i’lan-ı meşrutiyyet ettiler. Japon parlamentosu A’yan ve Meb’usan meclislerinden müteşekkil Meclis-i A’yan azası da eski zadegan ile imparator tarafından müntehab zevat-ı saireden ibaret. İntihabat birçok kuyud u şüruta tabi’ olduğundan ahalinin yüzde doksan yedisi müntehablık hakkından sakıttır. Vükela imparator tarafından müntehab yalnız ona karşı mesuldür. İşte bu suretle Avrupa piyasasına Prusya hükumetini andırır bir hükumet-i meşruta daha çıktı. Zahiri bir nümayişten ibaret olan bu idare-i hürriyet-perveraneyi enzar-ı halkta daha ehemmiyetli göstermek için ahaliye umur u mesalih-i memlekete müteallik bazı hukuk da bahşedildi. Bütçenin tedkıki sözde meşrutiyet demek olan bu idareye aitti. Halbuki hiç de öyle değildir. Meclis-i Mebusan’a kavanin gibi bütçe de hükumet tarafından i’ta olunur. Hükumet nasıl arzu ederse Meclis-i A’yan da o suretle karar verir. Meclis-i Meb’usan senede üç ay ictima eder şayet muhalif bir karar ittihaz edecek olursa derhal dağıtılır. Hakıkatte hükumet hey’et-i vükeladan ibarettir. Hey’et-i vükela da imparatorun emriyle hareket eder. Ja-ponya’da hükumetin en güzide ricalinden olmak üzere dört beş kişiden ibaret diğer bir meclis daha vardır. Asıl meclis de budur. İmparator bir mes’ele hakkında bir karar “İto” ile Mareşal “Yamagata”nın bu meclisin azasından olmaları meclisin derece-i ehemmiyetini takdire kafidir. Bu adamlara bir hal olduktan sonra meclisin yine bu ehemmiyeti muhafaza edip edemeyeceği şimdiden kestirilemez. Zira Japonya’nın düvel-i muazzama sırasına geçmesi hususunda hizmetleri sebketmiş olan bu adamların yerine gelecek kimseler onlar kadar haiz-i i’tibar u ehemmiyyet olmadıklarından Japonya’nın şekl-i hazırına muaddel bir derebeyliği nazarıyla bakan atiyen onun bir şekl-i hakıkı-i meşrutiyyet larını pay etmek mecburiyetinde bulunacaklar. Fakat Avrupalılarca gayet mantıki olan bu suret-i fikr ü mütalaa ihtimal ki Japonlar hakkında varid değildir. Maarife gelince Japonlar kendilerine mahsus bir heves ve taallüm ve az zaman içinde ecnebilerde arz-ı ihtiyaçtan vareste kalmak azm-i gurur-amiziyle müsadif oldukları kaffe-i müşkilata galebe çaldılar. Geçende Berlin’den avdet eden bir Japon alimi: Felsefe tahsili için Almanya’ya gitmek ları Avrupalıların asırlarca çalışıp vücuda getirdikleri şeyleri yirmi otuz sene zarfında vücuda getirdiklerini makam-ı iftihar söylemekte bunlardan bazıları daha ileriye giderek Avrupalıları geride bıraktıklarını iddia eylemektedirler. Japonlar hükmün isabetini zaman ta’yin edecektir. Halbuki bunlar iki nevi’ tüfenk icad sahra toplarında ta’dilat-ı mühimme icra eylemişlerdir. Bugün tersanelerinde “Kawachi” “Satsuma” isimlerinde yirmişer bin tonilatoluk hak edilecektir. Japonya’nın kuvvet-i hazırası maarif hususunda hükumetçe bezledilen mesai sayesindedir. Japonya mekatib-i hususiyye ve umumiyyesinde jimnastik ve fünun-i askeriyye ta’limi senesinden beri mecburidir. Bunun tekamül-i maddi ve ma’nevi nokta-i nazarından pek çok faydası görülmüştür. Gençler mektebi ikmal eyledikten sonra nişan atma vesaire gibi hep askerliğe müteallik şeylerle meşgul olurlar. Jimnastik kızlar için bile mecburidir. Japonya’da yirmi yedi bin mekteb-i ibtidai yüz on bin ibtidai muallimi beş milyon yüz otuz beş bin ibtidai talebesi olduğu gibi iki yüz elli sekiz kadar derece-i saniyye mekatibi bunların dört bin yedi yüz muallimi doksan beş bin talebesi vardır. Şu mesrudat Japonların derece-i kuvvet ve miknetlerini midir. Orada kadınlar bile kendilerini ordunun malı ve ledel-hace ordudaki hastahane hizmeti kendileri için medar-ı şeref addederler. Japonlar öyle ale’l-amya her şeyi alıvermezler. Hatta bundan evvel parlemento usul-i a’şarinin kabulü armaları için bir züll olduğunu i’lan eylemiştdi.’da neşrolunan emir-name-i imparatori Japonların mesleğini tayin eylemiştir. Her sene darülfünun talebesine diploma verildiği sırada bu emir-name merasim-i mahsusa ile kıraat olunur. Huzzar bunu kemal-i edeb ve huşu ile kaimen istima eyler. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar bütün Japonyalıların Japonya kavanine muti’ ona tabi’ olmaları vücubu emir-name-i yalının enzarı daima Tokyo’ya ma’tuftur. Japonya Darülfünunlarında Avrupa aleyhine bazı efkar hüküm-fermadır. Bu efkar on beş seneden beri gittikçe terakkı ediyor. Japonlar Avrupa metodlarını tedkık ettikçe bu metodlar nazarlarından düşmüştür. Maarif nezareti halkın efkarını Avrupalılar gibi terbiye etmek istemiyor. Asr-ı ahirin en meşhur sıhhıyyunundan ve Fransa etibbasından muallim Prost ile Doktor Arnold Avrupa’da müskiratın sızlıklara dair pek mühim ve şayan-ı dikkat mütalaat dermiyan etmişlerdir. Bu tabipler diyorlar ki: “ senesinde Fransa’da daül-küul illet-i müdhişesi şimdikine nisbeten pek azdı. Zira o tarihte senede nüfus başına bir buçuk litre müskirat isabet eylediği halde el-yevm dört buçuk nisbetindedir. Bu istatistikte şarap ve cibre rakıları dahil değildir. Güya iştiha veriyor bahanesiyle “amer” “bitter” “absent” gibi meşrubat-ı muzırranın isti’mali va-esefa ki birkaç seneden beri fevkalhad tezayüd etmiştir!’ten tarihine kadar on bir sene zarfında absent namındaki muzır hektolitreye kadar artmıştır!! Avrupa’da erkeklerden maada kadınlar ve hatta çocukların bile müskirat isti’maline alışmış olmalarıdır ki insaniyet ve medeniyet namına buna ne kadar teessüf olunsa yine azdır. Avrupa’da milel-i muhtelife arasında müskirat isti’mali gittikçe tezayüd ediyor Almanlar Avusturyalılar Belçikalılar Flemenkliler Danimarkalılar dahi Fransızlar kadar meşrubat-ı küuliyye isti’mal etmekte iseler de Fransızlar fazla olarak çokça şarap da içtiklerinden milel-i saireye nisbeten daha ziyade küul sarf ettikleri tebeyyün eder. Binaenaleyh Fransa’da müskirat her memleketten ziyade tahribat icra eylemektedir. Hususiyle Fransa’da yirmi seneden beri mevadd-ı küuliyyenin isti’mali tezayüd ettiğinden “daül-küul” denilen illet-i vahime mezkur memlekette fevkalade intişar ve tevessü’ eylemiştir. ve cinayata sevk etmesidir. Fransa’da tutulan istatistiklere nazaran cinayatın yüzde altmış beşi ispirtolu meşrubat isti’mal edenlerden vukua geldiği tebeyyün etmiştir. Hatta dikkat edilmiştir ki Fransa’nın hangi vilayetinde ispirto sarfiyatı ziyade ise o vilayette cinayet o nisbette mütezayid bir halde bulunmuştur. Bundan başka ispirto isti’mal edenler yalnız kendi sıhhatlerini tahrib ederek başkalarına zararı dokunmasa ne ise diyelim! Halbuki sarhoş ailelerinin sefaletini perişanisini mucib olarak nüfus-ı umumiyye-i beşeri tenkıs ve bu yüzden bulundukları memleketi de tahribe sebep olurlar. Bundan fazla olarak ispirto ziyade isti’mal olunan memalikte tevellüdat tenakus etmekle beraber vaz’-ı haml; vaktinden evvel vukua gelir hususiyle daül-küule mübtela olanların çocukları sıhhatçe akılca gayet acınacak bir halde olarak her türlü emraz-ı asabiyyeye budallığa ma’ruz bulunur. Hasıl-ı kelam müskiratın bir memlekette taammüm-i Lakin şayan-ı teessüftür ki ni’met-i medeniyyet ile tene’um etmiş insanlarla hatta henüz envar-ı medeniyyeden hisseyab olmamış Afrika’nın bazı mahallerindeki ahali bile meşrubat-ı küuliyyeyi suisti’male pek ziyade meyl ü heves gösteriyorlar. Bu hale karşı izhar-ı esef için kelime bulmaktan aciziz.” Acaba meşrubat-ı küuliyyenin hangi nev’i daha muzırdır? Bu da pek ziyade mübahaseye şayandır. Ancak rakı halinde içilen ispirto şaraptan daha muzır bulunduğu şüphesizdir. Çünkü rakıda ispirto keskin ve şaraptaki sulu olduğundan rakının te’siri de o nisbette muzırdır. Konyak ve emsali keskin ispirtolu şeyler de rakı gibi müessirdir. Bu ifademizden şarabın faydalı olduğu anlaşılmasın? Gerek şarabın gerek sair müskiratın terkiplerinde ispirto bulunduğundan mazarrat cihetiyle hepsi müsavidir. Zira şarap da daimi isti’mal olunsa velev ki az miktarda içilsin yine vücudu tesmim eder. Evet müskirat semmdir! Yüz gram suya on gram ispirto telef olmaz. Fakat on gram ispirtoya otuz gram su ilave olunup da hayvana şırınga edilirse muhakkak surette telef olur. Yüzde elli nisbetinde ispirtoyu havi iken yüz gram konyak yüzde on nisbetinde ispirtoyu havi bir kıyye şaraptan daha ziyade bir adamı sarhoş ettiği ma’lumdur. Halbuki hesab edilecek olursa her iki mayide ispirtonun miktarı birdir. Bundan muayyen miktar ispirtonun kandan seri’ veya bati bir surette mürur eylemesi ayrı ayrı te’sir gösterdiği istinbat olunur. Bunun için meşrubat-ı küuliyyenin suret-i isti’maline göre daül-küul denilen maraz-ı müdhiş dahi had veya müzmin olarak husule gelir. Konyak ve rakı ve emsali keskin müskirat maraz-ı mezkuru en ziyade vukua getirir. Cümlenin bildiği bir şeydir ki müskirat isti’malinin akabinde sarhoşluk baş gösterir. Bir insan sarhoş olmamak şartıyla müddet-i medide cüz’i meşrubat-ı küuliyye isti’mal eylese yine “daül-küul-i müzmin” illetine duçar olur. Hatta böyle az isti’mal edenlerde ispirto ile tesemmüm-i müzmin a’raz ve afatı aşikar bir surette baş göstermese bile kuva-yı akliyye ve bedeniyyesinde zafiyet zahir olur. Bundan başka ispirto kullanan bir kimse kullanmayan adamdan daha kolay soğuk ve sıcaktan husule gelen hastalıklara ma’ruz olur. Emraz-ı intaniyye ve sariyye meşrubat-ı küuliyye isti’mal eden eşhasa daha sühuletle savlet eder. Hayvanat üzerinde edilen tecrübelere nazaran bir hayvana talık mikropları serian te’sir ediyorlar. Diğer hastalara nisbeten müskirat kullananlar hastalıktan daha geç kurtuluyorlar. Hele ispirtolu meşrubat kullanan eşhas verem illet-i müdhişesine pek kolay duçar olur. Şu mütalaattan anlaşılıyor ki müskirat uzviyetin bedenin mukavemet-i umumiyyesini zayıflatıyor; asabi adali her nevi’ afat ve emraza vücudu müstaid kılıyor. Bu sebepten hayatının kıymetini takdir eden bir insan hiçbir nevi’ müskirat kullanmamalıdır. Bazı zevat “bira”yı hafif müskirattan addederek vücudu semizletmek hassasına malik olduğunu zevata bira kullanan kimselerin en nihayet böbrekleri harap olduğunu binlerce misal ve istatistiklerle müsbet olduğunu beyan eyleriz. Hasıl-ı kelam terkibinde zerre kadar ispirto olan kaffe-i meşrubatın vücuda muzır olduğu iki kere iki dört edercesine fennen isbat olunmuştur. Nev’-i beşeri müskiratın darbe-i hevl-nakinden kurtarmak hükumetlerin uhdelerine terettüb eden en büyük bir vazifedir. Tebealarının refah u saadetini ve havza-i hükumetlerindeki memalikin teksir-i nüfusunu arzu eden hükumat-ı mütemeddinenin en ciddi en mühim tedabire müracaat etmeleri ve bu babda pek büyük fedakarlıklar icrasından çekinmemeleri Fransa’da ispirto sarfiyatını tenkıs ederek daül-küulün tevessü ve intişarına mani olmak için pek çok tedabir düşünülmüş bu tedabirin kaffesi ariz u amik tedkık ve tenkıd edilerek neticesinde ekseriyetle küulün kat’iyyen men’-i isti’mali esbabı istikmal olunursa bir dereceye kadar muhassenatı görüleceği fikri kabul edilmiştir. Fakat Fransa’da küulün men’i esbab-ı atiyyeden dolayı mümkün olamamıştır: Birincisi Fransa hükumeti bütçesinde si şarap ve elma şarabı imal edenlerle biracıların ve bu müskiratı satanların Fransa ahalisinin ekseriyetini teşkil etmekte bulunmasıdır. Binaenaleyh ahaliye nesaih-i müessire icra ederek bir çare kalmamıştır. Bundan anlaşılıyor ki Fransa müskiratın te’sirat-ı vahimesinden halas için pek çok zaman müşkilattan kurtulamayacaktır. Ancak netice-i kat’iyye beyan ettiğimiz vechile müskiratın külliyen men olunmasına mütevakkıftır. Bazı erbab-ı vuk u fun tavsiye ettikleri vechile ispirto tasfiye olunarak ıslah olunduktan sonra mevki-i isti’male vaz’ olunmak fikri pek yanlıştır. Zira daül-küul illet-i müdhişesine bais olan ispirtonun cinsi olmayıp miktarıdır. konulmuş ise de illet-i mezkure hiçbir vechile tenakus etmemiştir. Amerika’da bazı hükumetler ispirto isti’malini katiyyen men etmişlerse de bu babdaki tedabir ciddi ve hüsn-i suretle tatbik edilemediğinden faide-bahş olamamıştır. Meşrubat-ı küuliyyenin kat’iyyen men’i mümkün olamazsa meyhanelerinin adetlerinin tenkısi faydalıdır. tarihinde Fransa’da . adet meyhane mevcud idi. ’de . bugün ise umum Fransa’da dört yüz otuz bin meyhane mevcuttur. Yani nüfusa bir meyhane isabet ediyor!! Fransa’nın şimal vilayetlerinde ise nüfusa bir meyhane düşüyor!!! Flemenk’te hükumet meyhanelerin adedini yarıya tenzil ettirdiği halde müskirat sarfiyatı pek az tenakus etmiştir. Bununla beraber bir memlekette adım başına caddelerde bir meyhane bulunması men’ edilirse faydası görüleceği şüphesizdir. Çünkü ahali o halde suhuletle meyhane bulamaz onun için şehirlerde her köşe başına meyhaneler açılmasına bakkal attar gibi esnafın konyak emsali müskirat satmasına mümanaat edilirse pek çok faydalar te’min eder. Doktor Arnold atideki tedabiri de ilave ediyor: “Ahalinin adedine göre meyhanelerin miktarını tahdit etmek meyhanecilerin ruhsatiye rüsumunu tezyid veresiye müskirat satılmasını çocuklara isbat-ı rüşd etmemiş gençlere bekrilere müskirat i’tasını meyhanelerden men’ etmek satış saatlerini tahdit etmek elzemdir. Yukarıda söylediğimiz gibi gazeteler risaleler vasıtasıyla ahaliye nesayıh-ı müessire icrasında devam edilmeli. Çay kahvenin en nefisini tabh etmek üzere hususi çayhaneler açmalı hasıl-ı kelam cem’iyyat-ı sıhhiyye ve hayriyye vasıtasıyla halka hıfzus-sıhhadan bahis ucuz risaleler gazeteler neşrolunmalı müskiratın mazarratını sarhoşların akıbet duçar oldukları manzara-i kerihe ve hastalıkların resimlerini fayda görüleceği aşikardır. Ef’al-i iradiyye ef’al-i sevk-i tabiiyyenin mütemmimidir. Sevk-i tabiinin gayesi olan şahsın devam ve neslin bekasına ef’al-i iradiyye de iştirak eder. Maksadından inhiraf etmiş me-yelanı mütecavizane zuhur eden bazı ef’ali ta’dil etmek kudretini haizdir. Asar-ı ilmiyye nefise ve sınaiyyenin cümlesi ef’al-i iradiyyeden zuhur eder. İntibaat ve teamülattan aksülamel mürekkeb olup alaim-i hayatiyye-i nesebiyyeyi teşkil eden ef’al-i muhtelife madde ve kuvvetin intikal ve tahavvülünden başka bir şey değildir. Bu intikal ve tahavvül esasen alem-i gayr-ı uzvinin ve muhit-i haricinin hadisatını teşkil eden tahavvülatın aynıdır. Ondan bir farkı var hiri olarak nümayan olan bir maksad ve gayeye müteveccih ve mübteni olmasıdır. Bu gaye her zaman tekrar ettiğimiz vechile şahsın muhafazası nev’in bekasıdır. Gaiyyet finalité alaim-i hayatiyye-i nesebiyyenin evsaf-ı esasiyye ve mümeyyizesidir. Velhasıl alaim-i mezkure bazen madde ve kuvvetin havassıyla gayr-ı kabil-i te’lif ve ona gayr-ı kabil-i consciants sıfatını iktisa eder. maz. Onun bir hassası vardır ki ancak o hassasıyla idrak edilir. O da şiddet intensitédir. Hararet ziya elektrikıyyet ancak derece-i şiddetleriyle anlaşılıyor. Maddeye gelince: Kuvvetin cevher-i istinad-gahı olup atıl bir şeydir. Tahayyüz étendue ve kitle messeden ibaret iki hassası vardır. Madde işte ancak bu hassalarıyla idrak edilir. retle saha-i maddiyyet ve cemadiyyetten çıkar. Müşahedat-ı fenniyye gösteriyor ki ecsam-ı zevi’l-hayat ber-vech-i ati evsaf-ı esasiyyeye maliktirler: Bir veya müteaddid hücerattan müşekkel bir vücud protoplazmaiyye olup hususi bir taazzuv ve tekamüle malik ve nihayeti tenasüle müncerdir. Hadisat-ı hayatiyye-i tagaddi ve nesebi. Şimdiye kadar serdettiğimiz mütalaattan şu netice çıkıyor ki taazzuv ve tekamül ve hatta alaim-i hayatiyye alem-i gayr-ı uzvinin vukuat ve hadisatından ancak şahsın muhafazası nev’in bekasından ibaret bir maksad ve gayeye mün’atıf olmasıyla tefrik ve temyiz olunur. Gaiyyet-i vücudiyye ve fizyolojiyye mevcudat-ı zevi’lhayatın alamet-i mümeyyizesidir. tala’a ettik. Maddiyet ve ma’neviyetini bütün safahatıyla gözden geçirdik. Mevzubahsimiz olan mes’ele hayatın esbabının ne olduğuydu. Şimdi esbab-ı hayat nedir? diyeceğimize zevi’l-hayatta mevcud gaiyyet-i vücudiyye ve fizyolojiyyenin sebebi nedir? diyebiliriz. Bu suali halletmek için kelimat ve ta’birat-ı münasibe ile ve kıyas ve teşbih ile bir faraziye yapacağız ve sonra bu faraziyeyi mehekk-i tecrübeye vuracağız. Sualimize cevap verecek faraziyeleri serdetmeden evvel usul-i tecrübiyye kavaidini tahattur etmek lazımdır. Zira erbab-ı ulum u fünun ancak bu kavaidin yardımıyla eserden müessire intikal ederler. Bir cisim bir fiil bir hadisenin sebeb-i mechulü bulunmak istenildiği zaman şu tarzda işe başlarlar: Esbabı ma’lum ecsam ef’al ve hadisat miyanında evsaf cihetiyle esbabı mechul olana en müşabihini intihab ederler ve bunun sebebinin aradıkları sebeple aynı olup olmadığını tahkık ederler. İşte böyle bil-kıyas çıkarılan neticeye “faraziye” derler. Sonra bu faraziye tecrübe ile mehekke vurulur. Tecrübe ile tahakkuk ettirilmeyen faraziye daire-i ilme giremez. Hayat mes’elesini halletmek iddiasında bulunan faraziyat miyanında birisi vardır ki bugün rical-i ulum u fünunun kısm-ı a’zamının re’y u efkarı bu noktada müctemi’ ve müttehiddir. Bu da “maddiyyun” faraziyesidir. Bu meslek mevcudat-ı zevi’l-hayatı ecsam-ı gayr-ı uzviyyeye teşbih ve tatbik eder. Ecsam-ı cemadiyye brut madde ve kuvvetten müteşekkil olup bir faaliyyet-i hakıkıyye ibraz ederler. Madde atıl bir şey olup faaliyetin münhasıran ve yegane sebebi “kuvvet”tir. Ecsam-ı zevi’l-hayat dahi bunlar gibi bir faaliyyet-i mahsusaya malik ve vücudları da “madde ve kuvvet”ten müteşekkildir. Havassımızın teftişat ve tefahhusatı bu ecsamda “kuvvet”ten başka bir amil keşfedemez. Binaenaleyh kuva-yı hükmiyye ecsam-ı zevi’l-hayatta görülen faaliyetin yegane sebebidir. Ta’bir-i aharla kuva-yı hükmiyye esbab-ı hayattır. İşte maddiyun mesleğinin zemin-i faraziyyatı budur. Fakat dikkat olunursa bu faraziye bizim sualimize cevap veremiyor hatta mes’eleden hariç kalıyor. Biz ecsam-ı zevi’l-hayatın gaiyyet-i vücudiyye ve fizyolojiyyesinin sebebini arıyoruz. Zira tekrar söyleyelim ki gaiyyet ecsam-ı mez-kurenin yegane hassa-i mümeyyizesidir. Maddiyyun gaiyyet fikrini red ile “Tabiatta esbab-ı faile mevcuttur. İllet-i gaiyye yoktur” derler. Bu hüküm mevcudat-ı zevi’l-hayatın müşahede ve mütalaasından hasıl olan netayic ile telif edilemez. Zira hiçbir uzv-i hücrevi veya şahsi yoktur ki bi’l-ahare ifa edilecek bir vazifeye mukabil teşekkül etmesin. Hücrevi veya şahsi hiçbir hadise-i hayatiyye yoktur ki bir maksad-ı muayyen için icra edil[me]sin. Ef’al-i vücudiyye ve hadisat-ı fizyolojiyye esasen tabiat-ı gayr-ı uzviyyede olduğu gibi “kuvvet ve madde”nin tahavvülatından ibaret ise de bundan farkı gaiyyeti ve bir maksad üzerine husule gelmesidir. Sıfat-ı gaiyyeti inkar etmek mevcudat-ı zevi’l-hayatın sıfat-ı mümeyyizesini mahvetmek ve ef’al ve alaim-i hayatiyyeyi tabiat-ı camidede vukua gelen tahavvülat-ı kuva ve mevadda yeyi inkar etmekle nazariyelerine muhalefet eden mevanii defetmeye muvaffak olamamışlardır. Zira evvelce söylenildiği üzere kuvvet yalnız bir “şiddet” hassasına madde ise “tahayyüz ve kütle” hassalarına maliktir. Bütün tabiat-ı camidenin hadisatı bu üç “şiddet temeyyüz kütle” hassa ile izah olunur. Fakat ne kuvvet ne de maddenin hassa-i gaiyye ve hatta hassa-i idrakiyyeye şümulü olamaz. Ef’al-i vücudiyye ve hadisat-ı fizyolojiyye bile tamamen bunlarla izah olunamıyor. Hülasa nazariyye-i maddiyyun en basit ve sade kavaid-i mantıkıyyeye karşı isyan ediyor. Bir defa bu nazariye tarafgirane bir müşahede üzerine te’sis olunmuştur. Vakayi-i hayatiyyenin evsaf-ı mümeyyizesinden olan sıfat-ı gaiyyeti önünde gözlerini kapar. Zira bunun kabulü derhal akıdelerini altüst eder. Saniyen tabiat-ı camidede vukua gelen halatı tabiat-ı hayata ta’mim ve teşmil eder. Yani gaiyyeti inkar için bir şahs-ı zi-hayat ile onun laşesini ve bir cism-i camidi karıştırarak birleştirir. Salisen bu nazariye yanlış bir taakkul ve muhakeme neticesidir. Zira doğrudan doğruya havassımıza isabet eden eşyanın haricinde hiçbir şey olmadığını ve olamayacağını ka-bul eder. Ma’lumdur ki bila-vasıta havassımızı müteessir eden kuvvetin yalnız bazı eşkalinden ibarettir hatta kuvve-i elektrikıyye ve mıknatısiyyeyi hareket hararet ve ziyaya tahavvül etmedikçe anlamak için havass-ı hususiyyeye malik değiliz. Maddiyunun nazariyelerine esas ittihaz ettikleri “madde” bile havassımız üzerine doğrudan doğruya te’siri haiz değildir. Rabian bu nazariyye gerek morfolojik ve gerek fizyolojik vakayi’-i hayatiyyeyi izah etmekten acizdir. Zira hayatın bidayetinden ce husule gelir gibi görünen azanın teşekkülünü; nihayeti tena-süle müncer olan ve onu intac eden tekamülü ne de şahsın muhafazası ve nev’in bekasından ibaret bir gayeye müteveccih olan hadisat-ı hayatiyyenin teselsül ve intizamını asla nazar-ı dikkat ve itibara almaz. Bazı alaim-i hayatiyye-i nesebiyyenin sıfat-ı idrakiyyesini ve ef’al-i sevk-ı tabiiyye ve iradiyye namıyla mütalaa ettiğimiz vakayi-i hayret-bahşayı şerh u tefsire asla muktedir değildir. İşte biz de bu sebeplere binaen nazariyye-i maddiyyunu kabul edemeyeceğiz. Felsefe-i müsbete positive namıyla bir mekteb-i felsefi daha vardır ki insanı havassın daire-i ilminden harice çıkmaktan men’ eder. Ulum u fünunu kendi icraat ve müşahedat-ı müessireyi de inkar ederler. Bunlara göre mevcudat ve hadisatın esbabını bizim anlamaklığımız mümkün değildir ve hatta aramamalıyız. Bütün ulum –ki esbaba vukufla hasıl olur– bu gibi nazariyatı daire-i vukufuna almaktan müstağnidir. Sükkan-ı Sema Gerçi mefhum-ı muhalefet mantukun dununda olmakla hükm-i mantuka muarız gelemez ise de fakat usul-i Şafiiyye üzere hükm-i mantuku tahsis edebilir. E’imme-i Hanefiyye edille-i erbaadadır. Edilleye şüphe irasında mefhum-ı muhafelet müşarün-ileyhim hazeratı indinde de mu’teberdir. Ve bu usul-i Hanefiyye’de masturdur. Binaen-ala-zalik “dabbe”yi ma’na-yı hakıkısinden ma’na-yı mecaziye sarif olmak üzere ityan ettiğim ehadis-i şerife ve ayat-ı kerimeden mütehassıl karine-i şer’iyye eimme-i Hanefiyye ve Şafiiyye “fi-hima” zamir-i tesniyyesini ma’na-yı hakıkısinden ma’na-yı mecaziye sarfa karine-i şer’iyye olur. Bundan bir kere de melek ile hayvanın ictimaı gayri-ma’kul olmak lazım gelmez. Zira biz semada hayvanın vücuduna müsaid değildir dedik kaziye-i akl muhal ediyor demedik bahusus biz sükkan-ı semaya dair evvelce yazdığımız makale-i acizane kün olduğunu bast etmiş iken bu suali bize iradın asla ma’nası yoktur. Hemen bahs ve niza meskuniyyet-i ecramın imkanında olmayıp vuk u undadır. Semada hayvanın vücud ve ademini farzdan asla bir mahzur lazım gelmeyeceğine mebni asumanda vücud-ı hayvan mümkün ise de bizden ve havassımızdan gaip olduğu cihetle ecram-ı ulviyyede hayvan vardır diye hükmedilmez. Görmediğimiz ve muhbir-i sadıktan işitmediğimiz ve aklın daire-i salahiyyetinden hariç olduğu için aklımızın idrak etmediği meskuniyet-i ecrama henüz fenn-i cedid nazarında da kat’iyyet kesbetmemiş iken hükmedecek olur isek este’izü billah ayet-i kerimesine muhatab düşeriz. meskuniyeti mes’elesi henüz fenn-i cedid nokta-i nazarından vech-i zir beyan olunur. He’yet-şinasan-ı müteahhirinden ve fenn-i hey’et mütehassısini ser-firazından Camille Flama Reyon cenabları nazariyat ve istidlaliyatından alet-i rasadiyye ile bazı ecram-ı ulviyyede müşahede ettiği delail ve asar ile orada hayvanın mümkinü’l-vücud olduğuna kail olduğu ve fakat bil-fiil cirmi ulvi-i mezkurda eşkal ve suver-i hayvanatı müşahede edemediğinden orada bil-fiil vücud-ı hayvana kail olmadığı anlaşılmıştır. Bu mazmunun hilafını iddia ederseniz hakim-i müşarün-ileyhin imzasıyla musaddak asar-ı mu’teberesinden aynen nakl ile isbat-ı müddea eylemenizi hukuk-ı umumiyye-i Delail-i mezkuremizden mütehassıl karine-i şer’iyye ile ayet-i kerimesini ma’na-yı mecaziye hamletmekten arzda melaikenin vücuduna delalet eden ehadis-i şerife ile arzın da hayvanat ile meskun bulunmadığını arzda bulunan hayvanat mahsusat ve meşhudatımızdır. Semada farz olunan hayvanat bizden ve havassımızdan gaibdir. Meşhuda ve kat’iyyeti sabit kaziyye-i akla muarız gelen nas te’vil olunur. Meşkuka mukabil olan nas te’vil olunmaz ve nass-ı Kur’aniyi meşkuk üzere hamletmek na-becadır. Şu halde semanın hayvan ile meskuniyetinde nass-ı kabilden olmayıp delail-i şer’iyye-i mezkure veya saire ile te’vil ve tahsisine ma’ruz olan ayet-i kerimesi hala hey’et-i cedidece kat’iyyet mertebesini bulmayan bazı ecram-ı ulviyyenin hayvanat ile meskuniyetini tasrih buyuruyor demek tefsir bi’r-re’y şevaibini göstermektedir. Acizlerinde hadis-i şerifi efradında indirac-ı havfı olmasıydı ayet-i kerimesindeki “dabbe”yi Beyzavi merhumun beyan ettiği ma’na-yı mecaziden başka ma’na-yı mecaziye sarf eder bir karine-i akliyye söyleyebilirdim. Şöyle ki ayet-i mezkure ma-kabliyle beraber vücud ve vahdet-i Sani’e delalet eden delail ve ayatı beyandan ibarettir. Delail ise maksuda akreb olmak için münkirin-i muhatabinin meşhud ve mahsusları olmak lazımdır. Bu surette ayet-i mezkuredeki “dabbe” ma’na-yı hakıkısi üzere ibka olunsa ecram-ı ulviyyedeki devvab-ı mefruzanın hiçbir zaman ba-husus ayet-i kerimenin nüzulü zamanında kimsenin meşhudu ve ma’lumu olmadığı cihetle münkirin-i muhatabine karşı delail-i mu’tebereden olmaması lazım gelir Halbuki şan-ı uluhiyyet delil-i gayr-ı mu’teberi serdetmekten ali ve münezzehtir. Meskuniyet-i ecram şu asırda kazaya-yı müsellemedendir der isen nüzul-i ayet avanında mevcudin olan muhatabin ayet-i mezkure hükmünden haric kalması lazım gelir Halbuki hitabat-ı umumiyye-i ilahiyyenin ahkamı ibaresiyle nüzulü zamanında mevcudin olan muhatabine delaletiyle ahiren iktisa-yı vücud edecek kaffe-i mükellefine amm ve şamildir. Bina-berin karine-i akliyye-i mezbure “dabbe”yi mukayyedin ma’na-yı mecazisine sarf edip yerde müteharrik-i meşhudumuz bulunan hayvanat gökte müteharrik yine meşhudumuz bulunan kevakibdir Allahu alem. S- Karine-i akliyye-i mezkure Beyzavi’nin tevcih-i sanisini müeyyid ise de tevcih-i evvelini cerh eder. Zira semavattaki melaike dahi umum-i nasın meşhudu değildir. C- Ecram-ı ulviyyedeki melaike ahad-ı ümmetin meşhudu değil ise de sair ehl-i kitaptan sual ve sema’ ile mesmu’ ve ma’lumları olabilir lakin ecram-ı ulviyyede mefruz olan devabbı kütüb-i semaviyyeden hiçbir kitap natık olmadığı cihetle zaman-ı nüzul-i ayette kimsenin mesmu’ ve ma’lumu değildir. Salifen telvih olunduğuna göre zikrolunan karine-i akliyye sure-i Şura’daki “dabbe”yi ma’na-yı mecaziye sarfa karine olduğu gibi zamir-i tesniyyesini de zahirinden tağlib veya mecaz-i akliye sarfa karine olunca makale-i alinizden yetmiş sekizinci satırından ’inci satırına varıncaya kadar irad ettiğiniz i’tirazın adem-i vürudu müsteban olur. Zira sure-i Bakara’daki ayet-i kerimesi zahirine mutabık karine-i akliyye-i mezkure zamir-i tesniyyesini zahirinden sarfa karine-i mu’tebere olmağla sure-i Şura’daki ayetin sarahati karinesiyle sure-i Bakara’daki zamirini diye semavat ve arza ircaın adem-i sıhhati aşikar olur. Çünkü ma’lum-ı alileri olduğu üzere kaide-i arabiyyesi mucebince sure-i Bakara’daki zamirini karibi bulunan fıkra-i celilesindeki a irca asıl iken sadr-ı atideki kavl-i celilinde bulunan semavat ve arza ircaı hilaf-ı asl olduğu gibi karine-i akliyye-i mezkureye mugayirdir. Karain-i şer’iyye-i meşruha gibi bir de karine-i akliyye-i mezkure kaim iken sure-i Şura’da zikrolunan ayet bazı ecram-ı ulviyyenin meskuniyyetine kat’an delalet etmediğinden mes-kuniyyet-i ecram mes’elesi haber-i sadıkın ikinci nev’inden dahi müstefad değildir. Elfaz-ı müzeyyene ile Kudüslü Ali Rıza en-Neşaşibi Efendi namında bir zat canibinden dahi mütalaat-ı mesrude-i sabıkamıza karşı müzeyyifane bir nida-yı i’tiraz yükselmiş buyla zail olacağından nazar-ı ehemmiyyete alınmamıştır. On sekiz bin alem sözümüzden hasr u tahdid ma’nası çıkarılmış olmasını doğrusu iddia eylediği fetanetle mütenasib görmedik. Kesretten kinaye suretiyle aded-i kesiri tekellüm kelam-ı Arab’da şayi’ olduğu gibi ayat-ı kerime ve ehadis-i şerifede dahi caridir. bunca avalimin vücudu aklen caiz ve mümkündür. Avalim-i mümkine hadd-i muayyende durmaz ma’nasınca gayr-ı mütenahidir hakıkatte ve nefsü’l-emrde mütenahidir. Kütüb-i kelamiyyede bast olunan bürhan-ı tatbik ve berahin-i saire eb’adın tenahisine delalet-i vazıha ile delalet etmektedir add u ihsası Allah’tan maada kimsenin makduru olmayan avalimin imkanından ecram-ı ulviyyenin hayvan lazım gelir. Bahis ve nizaın imkanda olmayıp vukuda olduğu defaat ile mürur etmiştir binaen-ala-haza müşarün-ileyh Kudüslü Ali Rıza Efendi’nin i’tirazat-ı selasesi işarat-ı sabıkamız defi bulunmuştur. Peder-i alileri merhum-i mağfur Mehmed Arif Bey nevverallahu kabrehu hazretlerinin bünyan-ı diyaneti teşyid ve aza-yı İslamiyyet’i tevhid; hücerat-ı merizayı teşfiye ve zerrat-ı meyyiteyi tasfiye maksad-ı hayır-mersadıyla cem’ ü şerh buyurdukları Binbir Hadis-i Şerif kitab-ı müstetabının ehemmiyet ve ulviyeti ve hakıkaten Mısırlı Latif Selim Paşa’nın takrizlerindeki: Merhum-ı müşarün-ileyh alem-i İslamiyyet’i duçar-ı za’f eden marazı tamamen keşfedip bilmiş ve ilacını ehadis-i nebeviyyeden istinbat etmişti kavlinin sıdk u halisiyeti ba’det-tetebbu’ vet-tedkık kemaliyle zahir ve sabit oluveriyor. Böyle mühim bir eser-i yekta ve müstesnanın –eğer başka bir lisana tercüme olunmamış ise– yalnız Türkiyyü’l-ibare kalması Arap Fars Kürt Arnavut.. ilh. akvam-ı İslamiyyesince bit-tabi’ mechul kalacak ve tefrikası zaten az ve ekseriyeti ehl-i sünnet vel-cemaat olan kavm-i Türk’e biz-zarur mahsur bulunacaktır. Halbuki gerek merhum müşarün-ileyhin ve gerek -kitabı mütalaa edenler daha fazla olmak üzere- kaffe-i ehl-i imanın yanıp yakıldığı ve husulünü bir an evvel ez-dil ü can temenni ve dua ettikleri ittihad-ı mukaddes-i İslaminin fakirinizce şimdilik merhum ve mağfur hazretlerinin işbu eser-i mebrurunu kaffe-i akvam ve alel-husus ulema-yı İslamiyye’nin tenevvür ve tenvir ve temaun ve tebsir edebilecekleri elsine-i kavmiyye üzerine tercüme ve ta’mim suretiyle sahaara-yı zuhur olabileceği me’mur ve neşr-i ulum-i İslamiyye gibi evamir-i bi-nihaye-i nebeviyye’nin tamam-ı ifasıyla malul ve iktitaf-ı esmar birçok haber-i sadıklar kem-bidaalığımı çiğneyerek mahza ümmet-i naciyye-i necibe-i olsun– tevhid veya tehyie-i tevhidine hadim olabilecek lisan-ı Arabiye ta’ribi tasavvur ettim ise de i’lam-ı ma’lum hatasına ma’ruz kalmamak için bu ana değin kitab-ı mezkur Arapçaya nakledilip edilmediğini istifsar ve ayn-ı zamanda lisan-ı azbü’l-beyan-ı Farisiye tercüme olunması için şübban-ı dur-binan-ı Fars’a teşvikat-ı lazıme ibzal buyurulursa peder-i merhumun ruh-ı pür-sünuh-ı muattarilerinin ziyade dil-şad olacağını fuzuli arz eylerim. Bombay’da münteşir farisiyyü’l-ibare Islah risalesinin son posta ile gelen nüshası şark akvam ve hükumat-ı İslamiyyesi beyninde bir ittifak-ı suri ve ma’nevi vücuda getirmek maksadıyla şehr-i mezkurda teşkil olunan bir cem’iyet-i va etmektedir. Birkaç asırdan beri alem-i İslamiyyet’i tehdid eden hadisatın esbab-ı mühimmesi seyyiat-ı ahlak ve mesaib-i nifak olduğu düşünülür ise bu cem’iyet-i muhteremenin bir an evvel nail-i muvaffakiyyet olması temenniyatı gönüllerden pek halisane sudur eder. Ehl-i İslam’ın a’sar-ı sabıkada mazhar olduğu inkişafat u terakkıyat-ı azime bir taraftan urve-i vüska-yı diyanet ü ittihada sarılmalarından bir taraftan da adalet ve fazilete fart-ı riayetlerinden ileri gelmişti. Tarih meydanda. Biz bu mezayadan ne zaman ne kadar uzaklaşmış mahkum-ı cehalet ü betalet kalmış isek mühlike-i in’idam ü inkıraza da o kadar yaklaşmışızdır. Bir zamanlar hal-i vahşet ve biganegide imate-i eyyam eden akvam bugün bir cihan-ı nur-ı ma’rifet içinde her türlü lezaiz-i hayattan istifade ederek şirin-kam olmaktadırlar. Halbuki onlar bu medaric-i feyz ü ikbale bizim terk ettiğimiz hakayıkı rehber ittihaz ederek çıktılar şimdi de gözlerimizi kamaştıran servet ü samanlarıyla olanca nüfuz ve azametleriyle bir seyl-i huruşan gibi etrafa istila edip gidiyorlar. Kavinin zebunu ezmesi bir emr-i tabiidir. Acz ü inhitat içinde olduğumuz böyle bir sırada dahi ati-i karibi düşünmez mebna-yı şarak teşettüt-i kuvadan başka bir şeye çalışmazsak halimiz ne olur. Bu nukatı teemmül eden Islah kemal-i teessürle diyor ki: “Şikeste-pa ve tehi-dest girmek istediğimiz bazar-ı medeniyyette kesb-i nüfuz ve i’tibar etmek için müttehiden kemal-i vuk u f ve faaliyyetle çalışmalıyız.” Pek doğrudur. Asya akvam ve hükumat-ı İslamiyyesinin ahval-i hazıraları sulh u asayiş-i cihana hadim böyle bir mukarenetin husulüne müsaid bulunduğundan bu hususta bezl-i makdur eden erbab-ı hamiyyetin mesaisi semeredar olacağı şüphesizdir. Devlet-i Osmaniyye ile İran ve Afganistan hükumetleri arasında hasıl olacak bir ittihad-ı samimi-i ma’neviden bir tearüften hiçbir mahzur-ı siyasi tasavvur olunamaz bil-akis bu suret-i i’tilaf muhafaza-i hukuk ve binnetice temin-i terakkıyyat eyleyerek sulh u salah-ı aleme yeni bir mizan-ı i’tidal teşkil edeceğinden fevaid-i adideyi haizdir. Bu miyanda üç senelik ikameti esnasında İran kar-perdaz-ı evveli Miftahüssaltana’nın vücuda getirmeye muvaffak olduğu “Encümen-i Mukaddes-i Vatan-hahan” ünvanlı cem’iyet-i ittihadiyyenin suret-i ictimaını arz edelim. Geçen Ramazan-ı şerifin ’uncu gecesi bin beş yüz kadar şehbenderi Celaleddin Bey namına şehbender vekili Mahmud Bey de hazır olduğu halde Bombay’ın mükellef bir mahfilinde ictima etmişlerdi. Encümenin reis-i müntehabı bulunan mu’teberan-ı İslam’dan Hacı Şeyh Ebu’l-Kasım evvela kıyam ederek şu mealde bir nutuk irad etti: “Ma’lumdur ki buraya Asya hükumat-ı İslamiyyesi beyninde te’sisine hahişger olduğumuz ittifak ve tearüfün esaslarını hazırlamak için geldik. Bu emr-i mühimmin husulüne cem’iyyetimiz daima sai ve hadim olmaya karar vermiştir. Biz burada ne kadar uhuvvete riayet eder asar-ı faaliyyet gösterir isek diğer kardeşlerimiz de bize o mertebe şevk ve meserretle iştirak ederler. Meclisimiz İran kar-perdaz-ı evveli Miftahussaltana hazretlerinin bir semere-i teşvik ve mücahedesi olduğu cihetle milletini seven her sahib-i hamiyyetin kendilerine beyan-ı teşekkürat edeceği tabiidir. Bizim şimdi sarf-ı zihn ü fikir etmekte olduğumuz bu maksad-ı mukaddesin husulüne her tarafça çalışılmakta olduğu görülüyor. Nitekim Osmanlı kardeşlerimiz hakkımızda hiçbir müsaadeyi diriğ etmediler. En kederli zamanlarımızda muavenetimize şitab ederek pek kıymetdar olan dostlukları ile ulüvv-i himmetleri ile bizi minnettar eylediler. Alelhusus Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye başşehbenderi Celaleddin Bey Efendi hazretleri daima gam u şadımıza iştirak etmektedir. Sultan Mehmed Han-ı Hamis Hazretlerinin cülus-i hümayunlarını tebrik esnasında İranilerin mazhar oldukları hüsn-i kabul ve zama-i Osmaniyye’ye karşı medyun olduğumuz ihtisasat-ı şükr-güzarımızı alenen beyan ederiz. “Memleketimize ni’met-i meşrutiyyetin avdeti hususunda sebkeden müzaheretlerinden dolayı da Afganistan me’mur-ı siyasisi Gulam Resulhan’a vesair Afganlı ve Hindli biraderlerimize dahi arz-ı teşekkür vecibe-i zimmetimizdir. Habl-i güzin-i ittihadı takviye emeliyle bu gece burayı teşrif zahmetini ihtiyar buyuran huzzar-ı kirama da ayrıca arz-ı hallerde vakit vakit bu gibi mecalisin teşkil edildiği nazar-ı mefharetle görülür. Bais-i izmihlalimiz olan ve ahkam-ı şer’-i şerife muvafık bulunmayan nifak u şikakı terk edelim. Ni’met-i gale Encümen-i Müslimini Reisi Şehzade Cihandar Mirza hazretlerine de teşekkürat-ı samimanemizi takdim ile Bengale encümen-i muhteremenin ve reis-i muazzamının saadetini eltaf-ı ilahiyyeden temenni ederiz.” Umumun mazhar-ı tasvib ü tahsini olan bu mütalaatın hitamından sonra cem’iyetin müessisi sıfatıyla Miftahüssaltana ayrıca huzzara ve perestişkar-ı tearüf-i İslam olanlara beyan-ı teşekkürat ile: “Millet-i İslamiyye’nin şimdiye kadar terakkıyat ve medeniyet-i hazıradan kabiliyeti nisbetinde nasibedar olamaması ve mevki’-i ictimaisi duçar-ı tezellül olarak nüfuz-ı siyasisini kaybeylemesi esbabını böyle bir gecede zikretmek olamaz” demiş ve ba’dehu maksad-ı mukaddesi daha ziyade lerdir: “Şeh-rah-ı terakkıde tayy-i mesafenin –birçok mehalik ve mevanie karşı– yegane çaresi ittihad olduğu herkesçe müsellemdir. El ele veren efrad her türlü hatıratı def’ ile hukuk ve azametlerini muhafaza edebilirler. Alel-husus din-i mübin-i İslam’ın bu babda evamir-i ekide ve beligası vardır. Her İslam hükumetine bu nükte-i mühimmeye riayet etmek akdem-i vezaiftir. Asya hükumat-ı İslamiyyesi beyninde bir tearüf-i sahih vücuda getirmek emeli bende öteden beri cay-gir idi. Bazen ukala ve hayır-hahan-ı kavmin esbabını efkar ve hissiyat ile bizzat her nevi fedakarlığı ihtiyara karar verirdim. müfadınca vaktaki hükm-i gerdiş-i eyyam beni hak-i Hindistan’a isal etti. Gördüm ki muktezeyat-ı vakt inkılabat-ı ahire nasiye-i müsliminde bir nişane-i kesalet ve efsürdegi peyda etmiş. Bu te’sirat dahi amalimi tecdid ve beni teşci’ eyledi. Memalik-i Osmaniyye muhaleset ü ittihad olan rida-yı muzlim aradan ref’ olununca asar-ı saadet ü ikbal çehresi görünmeye başladı. Her taraftan gelen müjde-i yümn ü mesar kalblerimizdeki ümidleri artırdı. Bir taraftan Necef Hey’et-i Mukaddes-i lü’l-Metin gazetesinin nesayih ve irşadatı diğer taraftan Osmanlı terakkı-perveranının husul-i ittihad için bezleyledikleri müsaedat ve teveccühat bu encümenin tesri-i ictimaına vesile olmuştur. Huzur-ı ilahide ve nezd-i Cenab-ı Risalet-penahi’deki şermendeliğimizi bu gecenin ab-ı safvetiyle izaleye çalışıyoruz. Peygamberimiz bu gece bize nazar-ı hoşnudi ile bakıyor. İslam’ın teali ve terakkısi esaslarından birini bu gece vaz’ ettiğimiz için ben bu şeb-i mualla-yı mübareki umum cihan-ı İslam’a tebrik ederim. Biz bu geceden i’tibaren yekdiğerimizin mihribanı ve yar-ı vefadarıyız. Aramızdaki Bundan sonra miftahü’s-saltana Necef Hey’et-i İlmiyyesi erkanından Ayetullah Mazenderani Hazretlerinin evvelce vuku’ bulan istizaha cevaben gönderdikleri name-i şerif ile nutuklarına hüsn-i hatime vereceğini beyan ederek fıkarat-ı mühimmesini iktibas ettiğimiz şu mektubu alenen okumuştur: Bombay’da İran kar-perdaz-ı evveli Miftahussaltana Hazretlerine “İki Islah ceride-i feridesiyle bir kıt’a mektub-ı şerifleri reside-i dest-i i’zaz oldu. Ehemm-i tekalif-i diniyye bulunan ittihad-ı yet ve mesai-i vakıaları hakıkaten seza-var-ı teşekkür ve mahmedettir. Alem-i İslam’ın bu ihtiyac-ı mübremi fehm ü laketlerin lutf-ı Hak’la artık payana erdiğine ve ba’de-ma şehrah-ı terakkıde merhale-peyma-yı izz ü ikbal olacağına delil-i kavi addolunabilir. Sadr-ı evveldeki müslümanların nısf-ı asr zarfında hayret-aver-i ukul olacak surette iktisab eyledikleri nüfuz u azamet hep eslaf-ı kiramımızın mebadi-i “Millet-i İslamiyye’nin bugünkü tenezzül-i ictimai ve sukut-ı siyasisine de Hazret-i Seyyid’in zaman-ı hilafetinde hudus bu derece-i uzmada şah u berk peyda eyleyen ihtilafat sebep olmuştur. “Maahaza ulema ve ukala-yı dinin teşvikat-ı hayır-hahanesi mazhar-ı te’yidat-ı samedaniyye olarak az vakitte asar-ı tefrikanın külliyen zail ve fikr-i vacibü’l-emsal-i tearüf ve nim. “Seyyidü’l-ulema Ağa Seyyid Abdülhüseyin Lari’nin bu vazife-i mühimmenin icrasına mümanaat etmekte bulunduğuna dair olan istizahatınıza gelince: Sabıkan da ba-telgraf vuk u’ bulan iş’arat-ı aliyyelerini Seyyid’in bu hareketi İslamiyet’e düşmanlık olduğu beyanıyla Tahran ve Dersaadetten aldığımız şedidü’l-meal müteaddid telgraflar ibtidaen te’yid etmişti. Bilahare icra eylediğimiz tahkıkat ve muhaberattan ve Şiraz ile Bender Buşir’den aldığımız telgraflar mündericatından bunun Seyyid’i alem nazarında lekelemeye çalışan Beni Kavam’ın netice-i tahrikatı olduğu anlaşılmıştır. Tahran ceraidinden bazılarının ahvali tahkık etmeden muhalif-i hakıkat neşriyatta bulunması ne kadar mucib-i teessüf ise Islah gazetesindeki mütalaat-ı siyasiyyenin kıymeti ve fevaidi de o kadar teşekküre sezadır. Bu meslek-i sahihde ber-devam ve nail-i muvaffakıyyat olmanız duası hemişe vird-i zebanımdır. Bakı es-selamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu” “Tasvir-i Efkar” Hindistan’da kain Bombay şehri ile sair bilad-ı cesimede sakin ahali-i İslamiyye gençleri memalik-i Osmaniyye’de Kanun-i Esasi’nin tecdid-i meriyyetiyle memleketin meşrutiyet-i yı tebrik ve bu münasebetle hak-pay-ı Hazret-i İmamü’lmüslimine arz-ı ta’zim eylemek üzere bir hey’et-i mahsusa teşkil etmişlerdir. Bu hey’etin kariben Hindistan’dan şehrimize geleceği beyan ediliyor. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Aralık Üçüncü Cild - Aded: Müslümanlar arasında zamanını ilim tahsiline hasredenlere gelince bunlar da ikiye ayrılır. Birinci kısma dahil olanlar kendilerini ulum-ı diniyyenin varisi muhafızı kıyas edenlerdir ki müslüman memleketlerinin çoğunda bunların efradı azaldıktan başka uğraştıkları ulumun da bakanların bir şey anlayamayacağı rüsumdan fazla bir yeri kalmamıştır. Mısır gibi İstanbul gibi bazı memleketlerde bu gibi ulum ile meşgul olanların ekalliyyette kalan zekileri de ancak zamanın kıllet-i irfanın ta’yin etmiş olduğu birtakım kitapları anlamaktan başka iş göremiyor. Bu anlamak da şu lafız şu ma’naya delalet eder diye kestirip atabilmekten ibarettir ki nefiste bu i’timad hasıl olduktan sonra onlarca ilim tahsil olunmuş demektir; artık isterse bu kadar bir tahsil ile din fikir salim kalabilsin isterse kalmasın orası aranılmaz. Bunlar ayniyle babalarından kalan silahı süs yerine duvara asan lakin ne onu kullanmak ne de pasını silmek için eline almayan adamlara benzerler. İşte kullanılmayan hizmet olunmayan böyle bir silah pas içinde çürür gider. Din kendilerinin bilmediği birtakım faydalı ulumu men eder vehminde bulunan bu adamların bir sakım mütalaaları daha var ki o da kendilerinin halk ile münasebeti olmadığını bu sebepten emr-i bilmaruf nehy-i anilmünker gibi bir vazifeleri bulunmadığını zanneylemeleridir. İşte bununla dini anlamak hususunda öyle büyük bir hata irtikab etmiş oluyorlar ki diğer hataların hiçbirine benzemez. Zaten birçoğunun hatta ekseriyeti teşkil eden kısmın dini anlamak hususunda o kadar yanlışları var ki saymaya hacet göremiyoruz. Artık bu kısma dahil olan erbab-ı tahsil yüzünden millete ufacık bir fayda ümmetin salahına cüz’i bir te’sir beklemek doğru olamayacağı meydandadır. lerdir ki velileri tarafından büyük küçük bir me’muriyete kayırılmak için yetiştirilmiştir. Bu kısmın az yahud çok olan efradı ulum-ı cedide namıyla yad olunan fenlerin mebadisini öğrendikten sonra babası tarafından kendisine hazırlanmış olan mansıba ehil olmak için ne lazımsa onu elde etmeye çalışır. Bununla beraber bütün tahsili zihnine yerleştirdiği name almaya medar olur. Bunlardan bir kısmı da Avrupa’ya gider Avrupa’dan avdetini müteakib bir vazife yakalayabilirse onunla kanaat eder. Himmetini o vazife dairesinde çalışmaya hasreyler. Böyle bir vazife elde edemeyenler ise kapı kapı dolaşarak yahud işten amelden kalırsa artık kahve köşelerinde yahud diğer birtakım sefahethanelerde vaktini heder eder durur. Bunların içindeki erbab-ı salaha gelince adetleri az olduktan başka halkın mesalihine hiç ehemmiyet vermezler; isterse ahali mes’ud olsun isterse felakete düşsün isterse mahvolsun Bu gibilerin öğrendikleri ulumun ümmete ne faydası olabilir? Bununla beraber her memlekette müstesna olarak birtakım nafi adamlar bulunur ki adetlerinin günden güne çoğalması mensup oldukları ümmetlerin kendilerinden fayda görmesi memuldür. Kadınlara gelince bunlarla dinlerine yahud dünyalarına ait olup bilinmesi kendilerine vacib olan şeyler arasına bir perde gerilmiştir ki ne zaman kalkacağı bilinemez. Kezalik oruç gibi feraizin suret-i edasından başka bir şey öğrenmeleri kimsenin aklına gelmez. Fıkha ait malumatları da görenek suretiyle belledikleri şeylerden helal ve harama dair varis oldukları akaidden ibarettir. Zihinleri hurafat ile doludur sözlerinin medarı kamilen türrehattır. İçlerinden pek azı istisna edilebilir ki onları saymak bir dakika bile sürmez. Müslümanlar tevekkülün kaderin ma’nasını yanlış anladılar o sebepten işi gücü bırakıp atalete koyuldular umuru hadisatın cereyanına terk ettiler bu suretle Cenab-ı Hakk’ı hoşnud ettiklerini dinin ahkamını yerine getirdiklerini zannediyorlar. Müslümanlar kendilerinin en hayırlı bir ümmet olduklarına duğuna dair olan nususu da yanlış anladılar. Biçareler öyle zannediyorlar ki hayır müslimin ünvanına mülasıktır; izzet ve ref’et müslimin lafzına tabidir isterse o lafzın medlulü hiç tahakkuk etmesin. Kendilerine bir musibet isabet ederse kaza ve kaderle müteselli olarak o musibetin def’i için hiçbir çare ittihazına kalkışmaksızın yalnız imdad-ı gaybe muntazır olurlar Kitabullah’ın sünnet-i Resul’ün hükmüne mütabaatla mafatı telafi etmek yahud meydandaki felaketi def’ eylemek taraflarına hiç yanaşmazlar. Müslümanlar ulülemre itaatin ma’nasını da yanlış anladılar onların evamirine inkıyadı su-i isti’mal ettiler evet bütün umurunu hakime tevdi ederek bütün şuununda tasarrufu ona bırakarak kendileri arka çevirdiler. Vermekte oldukları vergiden başka hiçbir muaveneti olmaksızın hükumet nında bulundular. Çocukları askerliğe alınacağı zaman babalarının ne kadar mahzun olduğu evladını bu hizmetten kurtarmak için her birinin ne kadar uğraştığı görülürse müslümanların kısm-ı a’zamı tarafından hükumete verilen ma’na anlaşılır. Kezalik bunların hakime olan i’timadları adeta te’lih derecesine varmıştır. Zira onu kimsenin muaveneti olmaksızın her şeyi yapmaktadır zannediyorlar. İşte bu müfrit rına hiçbir hususta ona muavenet etmemelerine sebep oluyor meğer ki suret-i cebriyyede böyle bir muavenete da’vet olunsunlar. Bununla beraber kerhen iş görmeye sevk olunan bir adamdan ne hayır beklenebilir. Hakimlere gelince bunlar ümmeti düşmüş olduğu kuyudan çıkarmak hususunda nasın en ileride bulunanlarından oldukları halde vazifelerini edaya ait umura karşı avamın musab olduğu cehilden bunlar da nasibedar olduğu için hüküm kelimesinden insanları kendi keyiflerine mahkum etmekten eylemekten başka bir ma’na anlamıyorlar. Hem bu israfatta ne adalete riayet ediyorlar ne Kitabullah ile istişarede bulunuyorlar ne de sünnet-i Resul’e tabi oluyorlar. Bütün bu uygunsuzluklara inzimam eden mezheb tefrikaları birçok bid’atler bir yığın mütenakız reyler körükörüne taklidler saikasıyla meşrebler emeller alabildiğine dağıldı. Bu mütehalif amal erbabı kendi hevesine mağlub olarak hakka bakmaz batıldan çekinmez bir hale geldi. Bütün mesaisi hasmına galebe çalmak cihetine münhasır kaldı. Bu hasım ise söz arasında din kardeşi yad ettiği adamdan başkası değil! Bunların hepsinden başka müslümanların akıdesine arız olan en büyük bir bid’at var ki o da kendilerinden dinlerinden ümidi keserek artık halkın fesadına karşı çare yoktur ümmet-i İslamiyyeye isabet eden felaketi hiçbir vasıta izale edemez gün behemehal günden beter olacaktır zannında bulunmalarıdır. Bu ye’s öyle mel’un bir marazdır ki Kitabullah’a Sünnet-i Resul’e temessük etmeyerek mevsuk olmayan birtakım rivayata kapılmaları yahud ahbar-ı sahihanın ma’nasını yanlış anlamaları yüzünden ümmetin vücuduna sereyan etmiş kalbini teshir eylemiştir. Müslümanların ruhlarını akıllarını bu kadar perişan eden hiçbir illet yoktur. Zaten kavl-i celili bu musibetin derecesini tasvire kafidir. Diğerlerini saymak uzun sürecek olan bütün bu bid’atlere himmetlerin za’fı azimlerin devamsızlığı işlerin bozukluğu başlayarak ümmetin hey’et-i mecmuasına dayanıyor. Her tabakada her dairede hususiyle hükumetlerin devairinde kendini gösteriyor. Müslümanların itham olunduğu körükörüne bir taassub-ı dini de bazı bilad-ı İslamiyye’deki akvama ancak bu bid’atlere tebean arız olmuştur. Bununla beraber ben müslümanların bu taassub-ı dini hususunda şarkta garpta hiçbir millet-i Nasraniyye’nin varmış olduğu derecatın en aşağısına bile yaklaşabileceğini teslim edenlerden değilim. Şahidim ise tarihdir ki hiç yalan söylemez. Dinlerine birçok bid’at sokmaları usul-i dini yanlış anlamaları şeriatın mebadisinden bile gafil olmaları sebebiyle müslümanların başlarına bu kadar felaket geldi. Cenab-ı Hak onlara şükrünü eda etmedikleri ni’meti ellerinden alacak küfran-ı ni’metin müstelzim olduğu ukubeti ta’yin edecek birtakım akvam musallat etti ki imdad-ı ilahi yetişmedikçe bu muhacimlerin elinden kurtulmak imkanı yoktur. Bundan başka Allah müslümanları dinlerine bütün ayıpları isnad eden Müslümanlık yad edilince o din-i tahirin beri olduğu bütün levsiyatı izafeden çekinmeyen İslam’ı akvam ile medeniyet arasında gerilmiş bir perde suretinde telakkı eyleyen daha doğrusu insanların mahrumiyet-i ebediyyelerini mucib bir bela addeden bir sürü düşmanlara mübtela etti. Geçen asr-ı hicrinin ortalarında Acemistan Hindistan Arabistan taraflarında daha sonra Mısır’da ukala-yı müsliminden bazıları uyanarak bu felaketin mahiyetini tedkıke buna bir çare taharriye başladılar inşaallah günün birinde aramakta oldukları gayete vasıl olurlar. Ama Ebu Hanife devirlerinde efkar-ı ulemada başka bir küşayiş hissolunmaya başlamıştı. İçtihadın bir nevi’ terakkı ve tekemmülle mazhar olduğu görülüyordu. İbadat muamelata ait mesail-i müteferrika ebvab ve fusule ayrılıyor. Ebvab ve fusul dahi tasnif edilerek kitaplar teşkil olunuyordu. Bab fasıl kitap nazar-ı mütalaaya alınmayarak ancak mesailin edille-i şeriyyeden hangisine müstenid.. mes’ele delilin hangi nokta hangi cümlesinden anlaşılmış olduğu taharri edilmeye başlanmıştı. Zihin bu kadarla da tevakkuf etmiyor; acaba bu delile ne gibi mes’eleler istinad ediyor; bu delilin tahaddüsüne mesail-i müteaddide mi yahud mes’ele-i müteayyine mi dahil oluyor; mes’ele bu delilden nasıl anlaşılıyor; mes’ele ile delil arasında nisbet nasıl?..... diyerek ezhanda bir fikr-i taharri fakat başka bir üslubda başka bir tarikte fikr-i taharri uyanmıştı. İşte badi-i nazarda pek sathi görünen bu es’ile-i zihniyye usul-i fıkhın esasına doğru bir hareketti. Neticede usul-i fıkhın esasını teşkil eden “aksam-ı nazm” meydana çıktı. Filhakika kavaid-i usuliyye ictihad başlandığı günden beri ameli olarak daima mevcuttu. Lakin nazarriyatı ıslahatı tedrici bir surette meydana geldi. –Anlaşılıyor ki usul-i fıkhın nazariyyatı ile ictihad arasında bir asra karib bir açıklık mevcuttur.Ezhan-ı ulema bu kadarla da iktifa etmiyordu. Efkarda dahi mesail-i cüz’iyye-i fıkhıyye arasında olan niseb-i akliyyenin taharrisine ve maani-i mesailin tecridine meyledebilecek kadar küşayiş bir feyz-i ilmi meşhud oluyordu. Mesail-i fıkhiyye üzerinde tahlilat ve tecridat icra ederek mesail arasında olan niseb meydana çıkarılıyor; bu ma’na-yı umumi elde edilerek kavaid-i külliyye-i fıkhiyyeye irtika husule geliyordu. İşte bu devre fıkıh için ictihad için pek yüksek bir devre-i terakkı idi. Bu devre içinde mesail-i fıkhiyye tasnif ve tedvin kavaid ve usule rabtolunarak hakıkaten bir ilim şeklini ahz etmişti. İctihad için dahi usul ve kavanin vaz’ edilerek adeta bir san’at-ı ilmi halini almıştı. mazhar olamamıştı. Bu hale gelinceye değin birçok safhalar sü’” devirlerini geçirerek yüzlerce ulema ve müctehidinin geceli gündüzlü akılların hayran kalacağı bir tarzda sa’y ü gayretleri ictihadları sayesinde şu devre-i tekemmüle vasıl olmuştu. Abdullah bin Mes’ud ve ashabının ve Alkame bin Kays ve rüfekasının zamanları Irak mekteb-i fıkhisinin devre-i teessüsünü mahmul idi. İbrahim Nah’i ve rüfekası ve ashabı devre-i tevessü’ü idare etmişlerdi. Devre-i tekemmül ise Ebu Hanife hazretlerinin hayat-ı fıkhiyyesi huzur-ı Hammad’da tedrise başlamasıyla bed’ eder. Hammad vasıtasıyla tikten sonra daire-i tetebbuatını tevsi’ eyler. İlm-i fıkh nokta-i nazarından asar ve sünen üzerinde taharriyat icrasına başlar. Bu babda Ömer bin el-Hattab Ali bin Ebi Talib Abdullah bin Mes’ud Abdullah bin Abbas –rıdvanullahi aleyhim– hazeratının ashabından büyük bir istifade te’min eyler. Bu suretle Irak mekteb-i fıkhisi için büyük bir devre-i terakkı başlamış olur. Artık ictihadın dahi müteveccih olduğu nokta-i tekamüle vusul etmek üzere bulunduğu görülür. Hazret-i İmam ekseriyet itibariyle mesail-i müteferrika-i fıkhiyyeyi Irak usul-i ictihadını Hammad radiyallahu anh vasıtasıyla İbrahim Nah’i Hazretlerinden telakkı eyler. Yine müşarünileyh yahud diğer biri vasıtasıyla nadiren başka bir zatlara istinad ettiği de meşhud olur. Muhammed bin Hasan eş-Şeybani Hazretlerinin İmam’dan rivayet tarikiyle tahrir buyurduğu eserlerde ibraz eylediği senedat nazar-ı dikkate alınırsa bu hal bütün göz önüne gelir. Hazret-i İmam’ın alelekser fıkha dair olmak üzere rivayet ettiği asar ve sünende turuk-ı müteaddide meşhud oluyor. Şuyuhu miyanında tabakat-ı muhtelifeye mensup birçok tabiin ile altı yedi sahabi-i kiramın esma-yı şerifelerine tesadüf olunur. İmam’ın şu müsnedatı Ebu Yusuf Yakub Muhammed bin Hasan Hasan bin Ziyad el-Lü’lüi taraflarından cem’ edildiği gibi daha sonraları on beş yirmi kadar huffaz-ı hadis ve kibar-ı fukahanın ibzal buyurdukları sa’y u gayret ile senedatı tedkık olunarak on beş yirmi kadar azimü’l-cüsse eserlerin cem’ ü telif olunmuşidi. Hazret-i İmam’ın mahfuzatını ekabir-i ulema ve fukahayı müctehidinden birçok zevat-ı kiram ahz u telakkı ederek ahlafa nakl u rivayet eylemişlerdir. Amr bin Dinar Abdullah bin Mübarek Yezid bin Harun İbad bin el-Avvam Heşim Veki’ bin el-Harrac Hümam bin Halid Süfyan bin Uyeyne Fudayl bin İyaz Davud et-Tai İbni Cüreyc Abdullah bin Yezid Mis’ar bin Kidam İsmail bin Ebi Halid Şerik bin Abdillah Hamza bin Habib rüvat-ı meşhuresi cümlesindendir. Muasırininden Süfyan-ı Sevri İbni Ebi Leyla İbni Şübrüme hazeratının dahi İmam’dan bazı ehadis nakleyledikleri söyleniyor. Hazret-i İmam fikir ve ictihadca nokta-i müntehayı fıkhiyyeyi hepsini birden nazar-ı tedkıkine arz etti bunları suretlerinden keyfiyetlerinden hülasa avarız ve şahsiyatlarından tecrid ederek ilm-i fıkhın ruhunu keşfetti; dedi ki: leri bilmesidir…” duktan sonra ictihad bütün müşkilat-ı arıziyyeden kurtularak bir kolaylık kesbetmiş bulunuyordu. Buna kadar ise bir vüs’at bir umumiyet binaenaleyh mahall-i ictihadda bir mübhemiyet mevcuttu. İşte ilm-i fıkhın tahdidiyle ictihad ma’lum bir meydan açıldı. Bu meydanda her mütefekkir her müctehid istediği kadar at oynatabilecekti. fıkh için daha böyle bir tarife tesadüf olunamaz. Şer’i olmakla beraber felsefi; fakat insaniyete hayatımıza temas eder bir fikr-i alinin mahsulü.. İlm-i fıkhın insaniyet üzerine bir bar-i sakıl bir tekalif-i şakka tahmil etmek için vaz’ edilmiş olmayıp belki gaye-i emelin saadet-i beşer olduğunu Fakat biz her vakit yaptığımız gibi burada da elfaza zahire boğulup kalmışız; biz bu ta’rifi ezberlemiş; metnini sarfi nahvi… olarak tahlil eylemişiz; fakat bunlardan hiçbiri bizim hakıkati ruhu anlayabilmemize yardım etmemiş; biz daima elfaz hamalı olup kalmışız. Hala da öyleyiz. Bu ta’rif anlaşılmış ola idi biz ilm-i fıkhı böyle mahdud birkaç düsturdan yet’in düşmanları tarafından ta’n ü teşni’ edilmesine geniş fakat menhus bir yol açar mıydık? Biz bu tarifi hakkıyla anlamış ola idik nüfus-ı insaniyyenin leh ve aleyhinde olan şeylerin adem-i mahdudiyyeti meydanda dururken “bab-ı sonra ictihada başladı.. İctihad için fıkıh için en mühim olan kavanini vaz’ eyledi. Bu suretle ictihad fıkıh hep kesb-i suhulet ediyordu. Çünkü artık bunlar bir mantık dairesine giriyordu. Diğer cihetten fıkh-ı İslam’da – Irak mekteb-i fıkhisi dahilinde – bazı tadilat ve tehzibat icra ettikten sonra tasnif ve tedvinini icra etti. Balada arz ettiğimiz vechile Irak mekteb-i fıkhisi bir şahsiyet artık münteha-yı tekamüle erişmek üzere bulunuyordu. bir ma’kuliyet daima bir suhulet gösterir. Ol hazrete isnad olunan mesailin müctehedatın usul ve kavaninin ta’lilatı temessükatı nazar-ı itibara alınırsa bu hakıkat bütün vuzuhuyla meydana çıkar.. Bu hali dahi Hazret-i İmam kendi Hazret-i İmam bütün bununla beraber nakle dahi pek büyük ehemmiyet atfetmekte bulunduğundan ahbar-ı ahadı akıse-i sahihaya takdim eylerdi. Bu da ictihad-ı zatisi idi. mekteb-i fıkhisinden ta’bir-i diğerle mezheb-i Hanefi mezheb-i Maliki’den ayrılıyordu. Şu iki mektep şu iki mezheb arasında olan bütün ihtilafatın şu iki asla rücu’ ettiği görülür. Japonların ziyade ulum ve fünunun tatbikat-ı ameliyyesine ehemmiyet verdiklerinden Avrupalıların sırf felsefi olan efkar ve malumatlarına pek o kadar itibar etmezler. Bunlara sud nazarıyla bakarlar. Avrupalıların ahlaka psikolojiye dine ait mübahesatından bir şeyi anlamazlar roman vesaire gibi uydurma şeylerden duyulan zevke lezzete kat’iyyen biganedirler. Ahalinin hatta en aşağı tabakası bile ecnebilere karşı tabasbustan adilikten ari olmak şartıyla son dereceye kadar eser-i iltifat ve nezaket gösterirler. Fakat ecnebiler Japonların kendilerine karşı ne gibi bir fikirde bulunduklarını yani nahvet-i vatan-perverleri icabatından olarak daima ecanibe düşman nazarıyla baktıklarını bilirler. Muharebe-i ahireden beri Japonya kuva-yı askeriyyesinde meşhud olan terakkıyatın yegan yegan ta’dadına bu makale mütehammil olmadığından bu terakkıyattan bir nebze bahsolunacaktır. Japonya’da fırkalar Avrupa kolorduları suretinde tensik ve teşkil edilmiştir. Mes’ele-i zailede Japonya’da on üç fırka mevcut olup bunlardan biri hassa fırkası idi. Vehle-i ulada bu kadar zayıf gibi görünen şu kadroların senesinden senesine kadar askeri seferber haline vaz’ ettiği maal-istiğrab müşahede olunmuştur. Bidayet-i muharebede beher fırkanın mevcudu piyade süvari istihkam efradıyla saff-ı harbe gayr-ı dahil efrattan toptan ibaret iken bunlara birer liva aotung” muharebesinden sonra fırkaların adedi on altıya Mokden muharebesinde üç taburdan müteşekkil alayların mevcudu beşer “Kobi” alaylarının mevcudu da üçer bin kişi idi. Japonlar bu sayede cephede kişi bulundurmaya muvaffak oldular. Japonların ahiren ne suretle tezyid-i kuva ettikleri atideki cetvelden anlaşılır. Asker beynindeki vahdet-i süluk ve idareyi temin için sunuf-ı muhtelife-i askeriyye umera ve zabitanı senede sekiz gün Harbiye Nezareti’nde toplanırlar. Bu esnada birçok konferanslar verilir. Bundan başka bütün fırka kumandanları senede birkaç kere Tokyo’da ictima ederler. Hususiyle bazı mesail-i muhtemele hakkında ta’limat i’tasına lüzum görülürse bu yolda ictimaat vuku’ bulur. Bahriye umera ve zabitanının kaffesi de bu ictimaatta hazır bulunur. Japonlar sunuf-ı askeriyye beyninde muhafaza-i revabıta son dereceye kadar dikkat ederler. Bu ictimaatın kaffesi hep bu maksada müsteniddir. Hemen bütün fırkaların “Shlon” ve “Mayi” gibi manevra mahalleri vardır. Birçok barakaları havi olan bu meydanlarda nişan talimi de edilir. Yekdiğerine karşı çıkan iki fırka tarafından icra olunan büyük manevralar bazı merasim-i mahsusa ile hitam-pezir olur. Evkat-ı sairede kimseye görünmeyen imparator bu esnada askerle beraber bulunur. Manevra bittiği gün bir ziyafet verir. İki fırkanın bütün zabitanı bu ziyafette hazır bulunur. Büyük bir çadırın altında nim-beyzi bir sofra ile beyzinin nısf-ı kuturları şeklinde diğer birtakım sofralar kurulur. Sofranın ortasında yalnız imparator bulunur. Yemek ayak üzerinde yenir. Ve birkaç dakika imtidad eder. Zabitandan pek ileri gelenlerinin imparatorun huzurunda bir kadeh “saki” içmelerine müsaade olunur. Son büyük manevralara ilk defa olarak ecnebi zabitleri de kabul edilmişlerdi. Japonya hükumeti kuva-yı beriyyesini nasıl bir hal-i tekemmüle ve “Kashima” gibi tonilatoluk on iki kıt’a zırhlısı on iki zırhlı kruvazörü vardır. Bu krovazörlerin ikisi tonilatoluktur. Bunlardan başka gayet mükemmel bir surette techiz edilmiş mil sürat-i seyre malik elli üç adet torpido sefinesi de vardır. Bu sefaine tamir ve ikmal edilmek üzere bulunan beş zırhlı ile iki zırhlı kruvazör daha deki zırhlılar yirmişer bin kruvazörler de on dörder bin altışar yüz tonilato hacm-i istiabisindedir. Bu gemiler senelerinde donanmaya ilhak olunacaktır. Avrupa’da “Dreadnought” sistemi henüz malum olmağa başladığı bir sırada Japonlar kendi tersanelerinde tonilatoluk “Satsuma” ve “Aki” zırhlılarını tersim ve inşa eylemişlerdi. “Dreadnought” çapta topları da yoktur. Bunlardan maada iki zırhlı ve beş kruvazörle otuzdan otuz beş mile kadar sürat-i seyre malik ve bin tonilatoluk bir torpido muhribinin de planları tanzim olunmuştur. Hülasa-i kelam on altı kıt’a zırhlıdan müteşekkil Amerika filosu “Kobe”ye geldiği sırada Japonların on iki kıta zırhlılarıyla on iki zırhlı kruvazörleri yani yirmi dört kıta harp sefineleri elli üç kıta da torpidoları vardı.’de on beş zırhlı on beş de zırhlı kruvazörleri olacaktır. Amerika filosu kumandanı kontramiral “Perry” tarafından gazetelere gönderilen Şubat sene tarihli tebliğnamede Japonya donanmasının kuvve-i tecavüziyyeden mahrum olduğu mevcut sefainle –kendi sevahili müstesna olduğu halde– Bahr-i Muhit-i Kebir’de ciddi bir iş göremeyeceği beyan edilmişti. Amiralin fikrince Japonya’nın kuvve-i bahriyyesi beş altı kıta köhne harp sefinesinden ibaret olup sefain-i cedide inşa edilmiyordu. Halbuki baladaki tafsilat hakıkat-i halin bu merkezde olmadığını gösteriyor. Maamafih amiralin sözünde doğru bir nokta vardır. Çünkü Japonlar mes’ele-i zailede Rusya’dan aldıkları gemileri tamir ediyorlar. Amiralin beş altı köhne gemi dediği bunlar olacak. Bu sefainle beraber sefain-i ticariyye de nazar-ı edildiği esnada bu gemilerden başlıcalarının vezaifi ta’yin olunur. Fi-yevmina haza tüccar sefinesi vardır mecmu’-ı hacm-i isti’abileri tonilatodur. Bunların yirmi bir tanesi altışar bin tonilatoluktur. Sür’atleri’dan mile kadardır. Muharebe-i zaileden beri Japonya’nın kuvası yüzde derecesinde tezayüd etmiştir. Biraz sonra fırkalar üç alaydan teşekkül edecektir. Piyade neferatının müddet-i askeriyyeleri müddet-i askeriyyeleri üçer senedir muallem efradın süratle tezayüd-i miktarını mucib oluyor. “Formosa” adası dahil olduğu halde Japonya’nın mikdar-ı nüfusu raddesindedir. Her sene nüfusu tezayüd etmektedir. Kuva-yı mevcudesi de kişiden ibarettir. Japonlar son muharebeyi müteakib kuva-yı beriyye ve bahriyyelerini tezyid ve ıslaha lüzum gördüklerinden hayretferma-yı ukul denecek cümlesinin ta’dadı mucib-i ıtnab olacak verdikleri telefat kişidir. Fakat ağır surette mecruh olanlarla tekrar hizmet-i askeriyyede istihdamları mümkün olmayacak ma’lulin dahil-i hesab edilecek olursa aded-i zayiat’i bulur ki kuva-yı mevcudelerinin sülüsü demektir. Avrupa ordularının hiçbirisinde telefatın bu miktara baliğ olduğu görülmemiştir. Bu hal efradın harikulade şecaat ve metanetinden münbaistir. Muzafferiyetin te’sir-i netin bu şecaatin gittikçe tezayüdünü mucib oluyor. Çünkü Japonlar senesinde zuhur eden Çin muharebesi esnasında Avrupa askeriyle “Pekin”de vuku’ bulan ihtilatları neticesinde onların ne olduklarını anladılar vakıa bazı cihetlerce Avrupa askerini takdir etmediler değil. Fakat şecaat ve besalette onların kendilerine muadil olamayacağına kanaat hasıl eylediler. Japonya zabitanı efrada karşı fevkalade hüsn-i muamele eder daima maiyetlerindeki askerle meşgul olurlar. Umumiyetle sabahleyin erkenden kışlaya giderler nadiren saat biri geçerek kışladan mufarakat ederler. Zabitan efradın ta’lim ve terbiyelerine kendi ma’lumat-ı askeriyyelerinin tevsiine vakf-ı hayat etmişlerdir. Bunlardan başka bir şeyle meşgul olmazlar kışlalardaki salonlar mütalaa ve tahsil hususunu son dereceye kadar teshil eylemişlerdir. Ne rütbede olurlarsa olsunlar zabitanın kaffesi öğle yemeğini birlikte yerler. Yemekleri biraz pirinçle balıktan ve şekersiz çaydan ibarettir. Sofrada çok oturmazlar yemek içmek hususunda neferat gibi zabitan da gayet kanaatkar ve Efrad “Bushido” usulü vechile ta’lim ve terbiye edilir. Bushido cengaverliğe aid kavaid-i ahlakiyye düsturudur. Bushido kavaidi muharrer değildir. Fakat bütün efradın ezberindedir. Bu usul bir asker için lazım gelen evsaf ve mezayanın kaffesini camidir. Bushido lugati “şovalye usulü” diye tercüme olunabilir. İhtiva eylediği usul ve kavaid eben an-ced Japonlara intikal kalplerine intikaş etmiş olan müessir-i hamasetten ibarettir. Bushido’nun ihtiva eylediği kavaid-i ahlakıyye Japonların a’mak-ı ruhuna nüfuz eylemiştir. Onun te’siri neticesi olarak “muharebede ervah-ı ecdadın etrafımızda cevelan ettiğini görüyorduk. Onlar bize yardım ve vazifemizi tayin ederlerdi” derler. Onların son dereceye kadar mevti istihkar etmeleri bu i’tikadın neticesidir. Öldükten sonra ervah-ı güzeştgana iltihak edeceklerini aileleri tarafından perestiş olunacaklarını bilirler. Muharebeden sonra ecsad-ı emvat konularak ailelerine gönderilir. Tokyo’nun en vasi bir meydanında kain “Shokonsha” mabedi muharebede telef olanların tezkar-ı namına tahsis edilmiştir. Her sene bütün kahramanların ruhları için o ma’bedde azim bir ayin-i ruhani icra olunur. Bu ayinde imparatorla imparatoriçe ve erkan-ı devlet hazır bulunur. Avdet dört sıra yabani kiraz ağaçları gars edilmiş olan büyük bir caddeden vuku’ bulur. Nisanda bu ağaçlar çiçek açar gayet nazar-rüba bir tak-ı müzehher teşkil eder. Japonlar o zaman meşhur şa-irleri “Muto Ori”nin şu sözlerini tahattur ederler “Eğer biri sizden Japonyalıların ruhu nedir diye sual edecek olursa güneşin aks-i envarıyla şa’şaa-nisar olan yabani kiraz ağaçlarının çiçeklerini gösteriniz muharipler insanların kaffesine tekaddüm eyledikleri gibi bu çiçekler de ilkbahar çiçeklerinin kaffesine tekaddüm eder.” Japonlar tensikat-ı askeriyyelerini tekemmülün son derecesine vefat eden İngiliz feylesoflarından meşhur “Spencer”in vesayasına tevfik ediyorlar. “Spencer” Prens “İto”ya tebliğ edilmek üzere Japon erkan-ı hükumetinden birine bazı vesayayı havi bir mektup göndermiş bu mektup Kanunisani’sinde Times gazetesi tarafından neşredilmiştir. dan ta’kib edilmesi lazım gelen meslek-i siyasiyi mutazammındır; münderecatı şu suretle hülasa edilebilir “Amerikalılarla Avrupalılardan mehma-emken uzak durunuz ecnebilerin memleketinizde mümkün olduğu kadar az temekkün edebilmeleri için sizden daha kuvvetli ırklara karşı son dereceye kadar ihtiyatkarane hareket ediniz. Hiçbir milletin memleketinizde temekkün etmesine razı olmayınız bundan daimi tehlike birtakım ihtilafat zuhuru melhuzdur. Ecnebilere imtiyaz vermeyiniz hususiyle ecanibden hiçbiri memleketinizde sahib-i mülk olmasın mülkünüzü ecanibe kontrato ile icar etmeyip ecanibin icar-ı senevi suretiyle ecnebilere maden imtiyazı vermeyiniz çünkü gerek İngiltere’de ve gerek memalik-i saire-i mütemeddinede ecnebi me’mur ve tacirleri tarafından rivayet edilen şeylere itimad olunduğundan verdiğiniz maden imtiyazatı sizin aleyhinize bir menba’-ı ihtilafat teşkil eder. “Salisen sahil ticaretini elden çıkarmayınız. Ecnebilerle siniz. Bu bir mes’ele-i felsefiye değil mes’ele-i mebhasü’l-hayattır. Zira gerek insanlarda ve gerek hayvanatta ecnas beynindeki tefavüt i’tidal derecesini geçerse neslin iyi olmadığı fennen sabittir.” “Spencer” bu mektubunda Çinlilerin Amerika’ya hicretlerinden bahisle bu muhaceret devam edecek olursa neticesi lek-i muhafazakarisinden inhiraf etmesi muhtemel olmakla beraber şimdilik bu mesleği muhafaza etmesi lüzumunu der-miyan ediyor. Hutbelere Dair Cevami’-i şerifelerimizde kıraat olunmakta bulunan eski hutbelerin yeniden tahrir ve tilaveti ve Türkçe’ye de tercümesi bazı zevat-ı fezail-simat taraflarından arzu kılınmakta olduğu Sıratımüstakım’de görülmekte ve gayet tavil numuneleri de dercolunduğu manzur-ı fakıranem olmaktadır. Şu beyanat saika-i hüsn-i niyyetle vuk u’ bulmakta ise de bazı mehazirin derpiş kılınamamasından münbais idüği muhtemel olduğundan birinci derecede hutbelerin Türkçe’ye tercümesi bid’at-i seyyie kabilinden görülebileceği gibi selaset ve te’siratını da müfevvit bulunacağı cihetle indel-ulema caiz görülemeyeceği tabiidir. Derece-i saniyyede ise cümlenin malumu olduğu vechile mesela kırk satırlı uzun hutbeler minel-kadim Arabistan’da bila-teganni kıraat olunagelmekte ve ekser ahalisi Türk olan bilad-ı sairede ise muhtasar olarak tarz-ı mahsusta kezalik kadimen kıraat ve tilavet olunmakta olmasına ve tarz-ı mezkur ile uzun hutbe okunması ise cemaatin ekserisinin maanisini anlayamayacakları ve kıraatin pek uzun süreceği mülabesesiyle tenfir-i cemaati mucib olacağından mevaiz-i müfideyi şamil muhtasar olarak ulema-i a’lamın tertib-i hutbe ile huteba efendilere hediye buyurmaları lazime-i halden görülür ihvan-ı dine numune olarak mevzuunu acizane tehyie ve bir yed-i fazilet ile tashih ettirdiğim hutbenin ma’ruzat-ı acizanemle beraber ceride-i feridelerine derc u neşri hususuna himmet buyurmaları mütemennadır efendim. şeklindedir. Bundan mukaddem: “Bombay” Hindistan değil belki Hindistan’ın bir kıt’asıdır demiştim. Evet öyledir. Belki de Hindistan’ın kapısıdır desem daha münasib olur. Zira kapıdır. Bombay halkı da Hindistan halkının kapıcısıdır. Elbette kapıya ve kapıcılara büyük itibar olunamaz. Bazen kapı gayet cesim olur da dahilinde bir şeyler olmaz. Fi-zamanina Buhara-yı Şerif kapısı gibi. Bazen de kapı ufak olur da dahilinde mücevherat-ı giran-baha mahzeni bulunur. Ben şimdi Hindistan kapısında bulunuyorum. Kapı küçük değil belki gayet büyüktür; fakat kapıcılar öyle değil; hususen müslümanlar Bombay müslümanları hiç Hindistan’a bevvab olacak derecede değildir. Hindistan dünyanın en mukaddes bir kıt’asıdır desem hata olmaz zannederim. Belki mehbit-i Adem a.s. olduğu cihetle burası cennet kapısıdır Serendib’dir. Cenab-ı Hak halifesini ibtida burada ruy-ı arza ayak bastırdı şu cihetle Hindistan küre-i arzda mukaddes bir kıt’a-i mübarekedir. Elbette böyle bir kıt’a-i mukaddesede sakin ahali hakkında tan hakkında hiçbirşey yazamayacağım. Çünkü henüz Hindistan’ı göremedim. Şimdilik ben her ne yazarsam Bombay hakkında yazacağım. Bombay’ın da derece-i i’marını falanı mukaddema biraz arz etmiştim şimdi Bombay müslümanları hakkında bazı sathi malumat vereceğim: Bombay müslümanları içinde büyük sermaye-daran ticaret ve sanayi ashabı vardır; fakat bin-nisbe azdır demiştim. Filhakika öyledir pek azdır. Bu müslüman kardeşlerimiz umumiyetle denecek derecede cehalete esir ve me’lufturlar hiçbir şeyden haberleri yok sırtında yalnız bir tek gömlek başında elli altmış rubiyelik zenginlerin yüzer rubiyelik bir serpuş yalın ayak ekseri ümmi okuyup yazmak da bilmezlermiş. Maişetleri hiç Mecusiyet derecesini geçmemiş. Pislik içinde imrar-ı evkat ederlermiş. Agniyalar hanesinde altın gümüş mücevherat ile müzeyyen fakat pek pis dolaplar ayaksız mobilyalar kapaksız sandıklar sofra makamında oturacak yer bulunamaz tıpkı bizdeki “çuvaş” “çirmiş” haneleri gibidir. Salonlarında ise la-ekal iki üç zi-kıymet avizeler on on beş giran-baha kandiller de var. Hadim ile hane sahibinin mahdumunu tefrik mümkün değildir. Terbiye için mektep ve medresenin az olduğunu zaten arz etmiştim maamafih tabiat tebdil olunamaz. Avrupa’da ikmal-i tahsil etmiş ma’ruf bir zat ile Türkiye şehbender-i sanisi vasıtasıyla muarefe peyda ettim bu zat bizi lokantaya da’vet etti. Arabaya binerek lokantaya geldik yemek yedik bu zat: “Ben her zaman burada saat birde yemek yiyorum dedi eğer siz de teşrif buyurursanız memnun olurum burasının yemeği gayet güzeldir.” Çok şükür Allah bir daha bu lokantaya ! gitmemi nasib etmedi. Lokanta dediği bizim Petersburg’ta arabacılar çayhanesinden temiz değil. Londra’larda terbiye olunmuş bir hakim-i hazık maişeti böyle olursa başkalarını hiç ta’rife hacet görmüyorum. Yalnız ümid ederim ki inşaallah Hindistan böyle değildir. Bombay’da mescidler çok olmakla beraber ma’mur olduğunu da mukaddema yazmıştım. Bu mescidlerin bazılarının mahiye beş binden sekiz bin rubiyeye kadar varidat-ı vakfiyyesi varmış “mescid-i cuma” dedikleri mescidin vakıftan varidatı her ay yedi bin rubiye imiş imamının vazifesi her ay iki yüz rubiyedir cami ittisalinde medresesi var kütüphanesi var. Hepsi bu vakıftan idare olunuyor. Mütevellilerin dairesi mükemmel bir yazıhanedir. Bu vakıftan İngiliz polislerine de hayli hisse ihraç olunurmuş. Değil yalnız bu mescide bütün vakıflarda İngiltere me’murlarının hissesi mütevelliler tarafından tayin olunmuş olduğu mütevatiren rivayet olunmaktadır. Mescidü’l-cami’ imamı gayet iyi ve fazıl bir zattır ism-i alileri Abdülmün’im Sahib’dir. Mükemmel İngiliz lisanı da biliyormuş Abdülmün’im Sahib Efendi ile dahi mülakat ettim hane-i devletlerine de misafir oldum hanelerinde gayet güzel ve mühim bir kütüphanesi var bundan sene mukaddem yazılmış Safvetu’s-Safve isminde güzel bir esma-i rical kitabı var bundan başka tefasir ehadis ve tevarihten gayet güzel kitapları da vardır bu zat-ı muhterem yirmi yedi senedir mescidü’l-camide hatipmiş. Umum Hindistan hatipleri hutbelerinde selatin-i Al-i Osman namını zikrederlermiş lakin sebep nedir bilinmiyor Abdülmün’im Sahib sultanlar namını zikretmezmiş. Ben de bir Cumada bulundum zikretmedi. Sebebini sormağa lüzum görmedim zira zahir idi. Bombay ulemasından birçok zevat-ı kiram ile mülakat ettim. A’yan-ı beldeden bazı zevat-ı kiramın hanelerinde misafir oldum. Ulema umumiyetle ölü menzilesinde. Kendileri de bunu itiraf etmektedirler. Fakat dahil-i Hindistan’da ashab-ı hamiyyet-i diniyye ve milliyye olduğunu söylediler. Binaenaleyh ben dahi şimdilik kendimi teselli etmekte ve an-karib Hindistan ulemasıyla mülakatı arzu etmekteyim. Şu aralık Pencab ulemasından da bir iki zat-ı muhterem Bombay’a geldiler. Birinin ismi Can Muhammed Sahib gayet yecek olursak hata olmaz zannederim. Aramızda cereyan eden mes’eleleri de sırası gelince kari’in-i kirama arz ederim. Diğeri Kohat beldesinden Mevlevi Hafız Kerim Bahşi Sahib. Bu zat dahi hayli ahval-i zamandan haberdar bir adam imiş. Bunlara bakılırsa dahil-i Hindistan’da adam olduğu me’muldur. Bundan maada Abdülmün’im Sahib hanesinde on bir cilt bir kitap gördüm. Bu kitabın her cildi orta kıtada altmış formadan ibarettir. Umum ulema-i İslam musanniflerinin serdir. Bu kitap dahi Hindistan’da ulemanın vücuduna lisan-ı hal ile şehadet edebilir. Zira öyle bir kitap ki naziri dahi sebketmemiştir. Bu kitap sahibi an-asıl Hindi olup Türk beldesindendir. İsmi Mahmud Hasan Hal Sahib şöhreti Mücla Han Sahib imiş. Şimdi Bombay halkı hakkında ber-vech-i ati bir taksimat kendi aralarında şayi’dir: Şiilerden ibtida haceler. Bunlar arasında ehl-i ma’rifet ve ashab-ı rütbe hatta rütbe-i bala ashabı yani vilayet meclisi müsteşarları dahi vardır. Hacelerde ehl-i servet az ve kendileri de el-an iki fırka olmuş bunlardan bir fırka el-an isna-aşeriyyeye çıkmış eski Ağa Han mezhebini terk etmişler. Ağa Han mezhebinde namaz ve oruç bir adamın “affettim” demesiyle af olunurmuş. El-an isna-aşeriyyeler namaz kılar oruç tutarlarmış. Bunların kendilerine mahsus mahalleleri mektep ve medreseleri var. Mektep ve medreselerinde İngiliz ve Gücerat lisanlarına ziyade ihtimam olunurmuş. Saniyen: Behreler Bora. Bunlar da Şii İsmailiyye mezhebleri. Reisleri Sut beldesinde Davud Bahai Sahib ki Behrelerin bütün umuru bu adamın yed-i idaresindedir. Behrelerin mezhebleri hayli tecdid ve ıslah olunmuş ve her akla sığmaz şeyleri mezhebden ihraç etmeye çalışmışlar ve el-an çalışmaktadırlar. Esas i’tikadlarını da gayet gizliyorlar kendileri son derecede müttefik ve mütedeyyin. Kendilerine mahsus amilleri var pek büyük sermayedaran Behreler arasında mevcutmuş hatta milyarderlere kadar muamele ashabı varmış. Bunlar hep zekatlarını amilleri vasıtasıyla bir yere toplamakta kendi aralarında ulema yetiştirmesine dahi ihtimam etmektedirler. Bombay’da gayet cesim gayet muntazam mektepleri var. Mükemmel edebiyat-ı Arabiyye ve İngiliz lisanı ta’lim olunmaktadır. Behre uleması arasında mükemmel Arabi tekellüm eder adamlar olduğu gibi mükemmel muş; Hindistan müslümanları arasında behrelerin istikbali etmişler nikah-ı mut’a falan tahrim olunmuştur. Deaimü’lİslam nam yeni telif olunmuş bir kitapları vardır. Bundan maada İhvanü’s-Safa ve Ravzatü’l-Cenan nam kitaplara ziyade mürevvicleri da varmış. Sonra da Şiilerden İraniler gelir. İraniler içinde ehl-i servet az yalnız Şirazilere mensup birkaç aile vardır: Hacı Abdurrahman Hacı Zeynelabidin ve Namazizade aileleri bunlar gayet güzel kibar ailelerdirler. Bunlar hiçbir cihetle Bombay ahalisine kıyas olunamaz bunların haneleri dahi Avrupalılara rekabet etmektedir vapurlar falan gayet büyük muameleler hep bunlar elindedir. Bunlardan başka İraniler arasında ehl-i servet olmadığı gibi ehl-i ma’rifet de azdır. Şimdi ben Şiilerin başka kısımlarını terk ederek bizim Sünnilere nakl-i kelam edeceğim. Bizim Sünniler umumiyetle bir olunuyorlar. Mimniler içinde ehl-i servet ve büyük sermayedaran mevcuttur bunlar umumiyyetle Hanefi ve İslamiyetleri de müellefat-ı kulub derecesindedir fakat bunlar arasında ehl-i ilm hiç yokmuş. İlme rağbetleri de yok cehalete alışmışlar. Pek çok mescid bina ederlermiş evkafları falan çoktur. Maişetleri hemen hemen Mecusiyet derecesindedir. Bunların kendi aralarında da ittifak yok ikiye ayrılmışlardır. Naitiler ise umumiyetle Şafii olup bunların aralarında ittifak var hayli vakıfları var. Lakin pek o kadar terakkıye ihtimamları yoktur. Umumen Hindistan halkında lisan-ı resmi “Urdu” lisanıdır fakat tüccar arasında müstamel olan lisan ve hat Gücerati’dir Bombay halkı umumiyetle Gücerat hattını isti’mal ederler hükumet de Gücerat hattının tervicine muavenet etmektedir. Mekteplerde umumiyetle Gücerat hattı cebren ta’lim olunuyormuş. İngiliz lisanı dahi şayi olmuş. Bizde Rus lisanı gibi okumayıp İngilizce bilenler de pek çoktur. Gençler arasında okuyanlar da hayli görülmektedir. Maamafih usul-i defteri ve muamele-i ticariyye hep Gücerati’dir. Gazeteler ekseri Gücerati muhavere umumiyetle Urdu lisanıdır. Farisi Arabi bilenler de bulunuyor. Ben şimdi Bombay ahalisi hakkında bu kadarla iktifa edeceğim bundan başka pek çok perakende mezheb ashabı bulunuyorsa da şimdilik onlar hakkında sükut edip umumiyetle Hindistan halkının maişet-i siyasiyyesine atf-ı nazar edeceğim: kumet ise de Hindistan halkı hukuk-ı siyasiyyeden mahrumdur. Umumiyetle ahali hükumetin idaresinden memnun değil hususen doğrudan doğruya İngiliz idaresinde olanların maişetleri müzayakada olup her nevi’ hukuktan mahrum olduklarını şimdi hissetmişlerdir. Birkaç senelerdir Avrupa mahafil-i siyasiyyesine dahi feryatlarını eriştirmişler. Bilhassa Bengale cihetlerinde fekk-i rikab taraftarı yevmen feyevmen artmakta imiş bazı hareketler de görülmektedir. Hükumet bu sebebe mebni şiddetli tedabir ittihaz etmiş gazeteleri taht-ı tehdide almış bazılarını kapatmış bazı muharrirleri hapsetmiş ashab-ı nüfuzu dahi cüz’i bir itham ile mahbeslere doldurmaktadır. Bu eski bir şey olmayıp hayli zamandır devam etmekte imiş hatta bundan birkaç sene mukaddem ulema-yı be-namdan Mevlana el-Fazıl Hasan Sıddik cenabları dahi hapishanede terk-i hayat etmiştir. ahalisi hususen müslümanı mesail-i siyasiyyeden külliyen mahrumdur. An-karib İngiltere hükumeti Hindistan’a riforma milli kıyafet i’lan edeceği mütevatiren rivayet olunmaktadır. Müslümanlar da kendilerine i’timad edemediklerinden riformanın aksine hareket etmektedirler hükumet de bittabi müslümanlara teşekkür edeceği şüphesizdir. Ben bu hususları tahkikat-ı lazımeden sonra mufassal surette arz ve beyan ederim: Şimdilik bu kadarla iktifa ederim. Çocuklarımızın bais-i feyz ü kemalleri badi-i terakkı ve tealileri olan mekteb-i cedid ulema namını taşıyan birtakım cühelanın eser-i taassupları olarak Müfti İkram hazretlerinin sa’y u gayretlerine rağmen Kuş Beyi ve Kadı Kelan tarafından da bil-mecburiye rıza gösterilerek Hazret-i Emir avdet ettikten sonra arz u istizan olunmak şartıyla muvakkaten kapatılmış idi. Bu sırada Buhara’da bulunan Rusya İslamlarının yani Tatarların kendilerine mahsus olan usul-i savtiyye mektebleri de kapatıldıysa da tüccar-ı mu’teberandan Nizameddin Efendi Sabitof’un himmet ü gayreti sayesinde tekrar küşad olundu ve el-yevm o mektepte dersler muntazaman devam etmektedir. Şevval’in onuncu günü Hazret-i Emir Yalta’dan avdet buyururak erike-i emaretleri olan “Germine” kasabasında aram-gir olduktan sonra ber-vech-i mu’tad Kadı Kelan cenapları Hazret-i Emir’e gaybubetleri esnasında vukua gelen hadisattan ve mektep mes’elesinden dolayı büyük bir ihtilaf ve münazaa husule gelip sahib-i hamiyyet Müfti İkram ile ona tebeiyyet eden daha bir müftiden maada kalan on tanesi mektebin hurmetine fetva verdiklerini Müfti İkram ise bil-akis bu mektebin Buhara’da te’sis ve teksir olunmasının lüzum-ı vücubunu müteaddid edille-i akliyye ve nakliyye ile Lakin Hazret-i Emir tarafından kabul veya reddine dair sadır olmadı. Bu tarihten birkaç gün sonra mutaassıbin fırkası rüesasından olan Müfti Muhammed Razık ile A’lem Gıyas Mahdum bil-iştirak Müfti Damolla İkram hazretlerinin aleyhinde birtakım tasniat ve tezviratı müştemil bir şikayetname takdim ederek Damolla İkram cenablarının azl u tard olunmasını Emir sükutla cevap verdi. Bu esnada İstanbul’dan Kuş Beyi ile Pervaneci cenablarına birer mektup gelmiş Pervaneci kendine gelen mektubu Hazret-i Emir’e göstermiş diye işittik. Lakin bu mektupların münderecatı bizce mechul olduğu gibi kimin tarafından gönderildiği ve Hazret-i Emir’in ne cevap verdiği de ma’lum değildir. Yine şu günlerde Kadı Kelan cenapları A’lem Gıyas Mahdum ile Müfti Muhammed Razık’ı da’vet edip onlara: “Küşad olunan mektebi bir derece kapattık sizlerin dediğiniz oldu. Şimdi ise İstanbul’dan usul-i ta’lim görüp gelen Hamid Hace ve Osman Hace Efendilerin taht-ı idarelerinde yeniden bir mektebin küşad olunmasına müsaade verelim siz de tecviz ediniz. Zira bizim bu semere ve menfaati aşikar olan usul-i savtiyye ile ta’lim etmenin hurmetine fetva vermemiz Hakk’a karşı sırf bir bagy ve inad demek olduğundan bütün matbuat-ı İslamiyye bizleri tel’in ve takbih etmekte ve bir de bizim bu hareketimiz kendi kendimizin cehaletimizi meydana koyarak i’lan etmekliğimizden başka bir şey değildir” demiş ise de bu zatlar: “Biz berhayat iken tecviz edemeyiz. Zira bir kere hurmete fetva verdikten sonra kavlimizden rücu’ eylemekliğimiz bizim şanımıza şeyn u ardır. Olsa olsa bizim vefatımızdan sonra küşad olunabilir” diye cevap vermişler. Bir de Kuş Beyi reise: “Şimdi siz mektebin küşad olunmasına müsaade ediniz. Zira bizler intizamdan büsbütün mahrum olan mekatib-i ibtidaiyyemizi muntazam ve müfid bir şekle ifrağ hususunda bu kadar taassup ve taannüd göstermekle bütün ahali-i İslamiyye’nin lanet ve nefretlerine bais olduk rüsva-yı alem olduk matbuat hergün aleyhimizde birçok tahkiramiz makaleler yazıyorlar. Redd u tekzib edemiyoruz. Zira bizler taassupta bu derece puyan bulundukça yazmaya fersah fersah hakları da var” demiş. Reis Bey: “Pekala müsaade edelim lakin biz İstanbul’daki Buhara tekyesinin şeyhi Abdülmecid Efendi’ye mektup göndererek oranın mekteplerinde okunan ders kitaplarından birer nüsha irsalini rica etmiş idik. Kitaplar gelsin bakalım müftilerimize gösteririz. Muhalif-i şer’ olan yerleri varsa tayy ederiz yok ise ala-halihi ibka ederek mektebin küşad olunmasına müsaade edip mezkur kitapların tedris olunmasını tecviz ederiz” demiş. ten şayan-ı teessüf bir haldeyiz. Maahaza cereyan eden vukuatın bazı aksamı ile Cenab-ı Hakk’ın kavl-i şerifi er geç arzu ettiğim mektebin küşad olunup evlad-ı vatanın müstefiz ve müstefid olacaklarını te’min eylediği cihetle müteselli ve vicdanen müsterih bulunmaktayız. Her ne kadar bu mektebin bir an evvel vücuda gelmesi lazım ve la-büd ise de büyük hakim Şeyh Sa’di aleyhi’rrahme hazretlerinin kavl-i hakimanelerini mülahaza ederek mutmain bulunmaktayız. Bağçesaray’da münteşir Tercüman ile Orenburg’da intişar eden Vakit gazeteleri ahaliyi usul-i cedideye tergıb edecek mu’tedilane makaleler yazıp efkar-ı umumiyyeye hayli hizmet ettiklerinden kendilerine mecelle-i celileniz vasıtasıyla umum hamiyyet-mendan ahali namına arz-ı teşekkür ederiz. Ve sizin de mecelle-i mu’teberenize ifrat ve tefritten muarra müessir makaleler yazıp ahalimizin efkarını tenvire hamiyet buyurmanızı muttasıf bulunduğunuz hamiyet-i İslamiyye namına rica ederiz. Bu mektupta üç nokta nazar-ı dikkatimizi celbediyor: - O kadar ariza ve şikayetnamelere karşı Hazret-i Emir’in sükut edip laubaliyane muamelede bulunması. - Kuş beyi ve Kadı Kelan cenablarının reis ile müftilere mektebin küşadı hakkında tavsiye ve teklifte bulunmaları. - Reis ve müftilerin bu tekliflere verdikleri cevap. Bir kısmı da mektebin menafi’ ve fevaidini bildikleri halde birtakım esbab-ı ma’lume ve mechuleden dolayı taannüd ve taassuplarında nin her türlü mevanie rağmen hak tarafında sebat ve metanetleri. Evvelen: Hazret-i Emir’in sükutu bir fal-i hayırdır belki de icazet-i zımnidir nitekim Müfti Muhammed Razık ile A’lem Gıyas Mahdum tarafından müştereken takdim olunan şikayetnameye karşı sükut buyurmaları bu dediğimize bir zıman-ı kavi teşkil eder. Hazret-i Emir cenabları mekatibi cedidede olan menafi’-i adideyi gerek birkaç seneden beri mütalaa buyurmakta oldukları ceraid vasıtasıyla ve gerek Yalta ve Petersburg seyahatleri esnasında bazı mekatib-i dolayı bu emr-i hayra elbette mümanaat etmezler ve etmemelidirler belki tergıb ve ianet etmelidirler. Ama mektep küşad olunursa on sene sonra o mektepten yetişecek talebe Hazret-i Emir’i azledecekler imiş. Nitekim Abdülhamid’i azledenler de mektepten yetişen talebeler Hazret-i Emir pekala bilir zannederiz. Zira Abdülhamid’i azleden ne mektep ve ne de onun talebeleriydi belki kendi zulmünden başka bir şey değildi. Emir Hazretleri mektebin küşadına müsaade buyurup da o mektepte evlad-ı vatanın kesb-i kemalat eylemelerine teshilat ve muavenet gösterecek olurlarsa oradan yetişecek talebe emiri azl değil belki velinimetleri olan Emir cenaplarına sadık ve muti kalmakla beraber mukaddes vatanlarına nafi’ ve semeredar hizmetler ifa ederler. lan cenablarının taassubundan ari terakkı-perver ve muhibb-i maarif zatlar olduğunu müş’ir olmasıyla bilhassa calib-i memnuniyyettir böyle bir emr-i hayrı tervic ve fiiliyete çıkmasına sa’y u gayret ettiklerinden kendilerine mucebince İslamiyet nokta-i nazarından edası ile mükellef olduğumuz teşekkürü arz etmekle beraber daima hiçbir his ve hayalin mağlubu olmadan hak tarafını iltizam ve tervic eylemekte sabit ve metin kalmalarını temenni ederiz... Üçüncü nokta: İşte bizi en çok düşündüren ve pek ziyade bais-i teessüfümüz olan bu nokta oldu. Nasıl olmasın ki bunların birkaç asır mukaddem maden-i ilm olan belde-i fahirenin fetva mesnedini işgal eden zevatın kaide-i tekamüle nazaran el-yevm bütün alem-i İslamiyet’e naşir-i envar-ı hakıkat olmaları lazım iken hala yirmi beş otuz asırdan kalma Yunan tahayyülat ve safsatalarıyla kesret-i iştigallerinden hakıkat-bin olacak gözleri bu evham ve hayalatın muzlim perdeleri altında mestur kalıp bugün menfaati pek zahir ve kendisi oldukça basit bir hakıkati bile inkar ve aleyhine kıyam ederek birtakım iftira ve bühtanlar zammıyla gayr-ı meşru’ esaslara istinaden hurmetine bil-ifta icrasına mani olmaları ve icrasına teşebbüs ve tavassut eden zevat-ı kiramı katl u darb ile tehdid etmek kadar çirkin harekette bulunmaları yalnız bizleri değil bütün alem-i İslamiyeti kan ağlatacak bir halettir. olup olmadığını Buhara müftileri tahkik edeceklermiş! Merkez-i Hilafet-i İslamiyye’ye karşı ne kadar büyük bir nezaketsizlik. Bilhassa bu sözün Buhara reisinin ağzından sadır olması. Bir de İstanbul mekteplerinde okunan kitapları acaba! Buhara müftilerinin hangisi anlayacak? Çünkü buranın mekteplerinde okunan kitaplarda civan ve mey mevzularına dateallik tahayyülat yok ki tahkık etsinler. Biz bu müftilere acıyoruz. Zira bunlardan Muhammed Rezzak ile Gıyas Mahdum’nun bu harekat-ı gayr-ı laikalarına başlıca sebep onların hakkında hayır-hahlıktan maada hiçbir yol ta’kib etmeyen merd-i kamil Damolla mahza bunlara tabi’ olarak usul-i savtiyye ile ta’lim ne demek olduğu kat’iyyen bilmeyen zevattan mürekkebdir; binaenaleyh bunlara usul-i cedide ne demek olduğunu bir nebze arz etmek istiyoruz. Usul-i cedide bir çocuğa yevmü’l-buluğ ifasıyla mükellef olan feraiz-i diniyyeyi ve edası için lazım gelen kıraat ve ezkarı ve onların ahkamını kemal-i sühuletle ta’lim eder ve mesail-i i’tikadiyyeyi de evham ve hayalattan tecrid edip kavi ve metin asıllara rabtederek öğretir ve üzerinde yaşadığı kürre-i arzın şekil ve hey’et-i aksamını ve ahval-i tabiiyyesini tanıtır ve hesab-ı zihni ile beraber kullandığı lisanın kavaidini ve bir de din-i mübin-i İslam’ın ulviyetini mübeyyin olan tarih ve keyfiyet-i intişarını bildirir. edilecek şeyler bunlardan ibarettir. Şimdi insaf ediniz ve biraz da düşününüz sonra söyleyiniz bunlardan hangisinin okunması haramdır? Her biri farz-ı ayn değil mi? Cenab-ı Peygamber’in buyurdukları hadis-i şerifteki yor da Peygamberimiz emreden şeyler sizler nehy ediyorsunuz? Nasıl oluyor da hakıkati neden ibaret olduğunu bilmediğiniz bir şeyin hurmetine fetva vermek kadar cesareti kendinizde buluyorsunuz? Cenab-ı Hakk’ın kavl-i şerifi mucebiyle bu hareketinizin ayn-ı haram olduğunu hiç düşünmüyor musunuz? El-insaf el-insaf ya ma’şere’l-ulema! Evvelden bir defa hürmetine fetva verdikten sonra bu kavillerinden rücu’ etmek şeyn u ar imiş müftilerin şan u şereflerine yakışmaz etmeyecekler imiş. Bakınız şu cümlelere! Batılda ısrarları şereflerine yakışır da hakk-ı sarih olan bir hakıkati kabul edip kavl-i batıllarından dönmek şanlarına münasib düşmüyormuş! Mükteda-bihimiz olan Hazret-i İmam aleyhirrahme birçok mesail-i ictihadiyyede diğerlerinin kavli mesalih-i ibadı daha ziyade şamil bulunduğundan kendi kavli de hak olsa bile diğerlerinin kavline rücu’ etmiş ve bu rücuları da aleyhirrahme hazretlerinin şanlarını bir daha yükseltmiş iken bunların batılı bırakıp da hakıkat-i mahzayı kabul etmeleri şan ve şerefleriyle gayr-ı mütenasib imiş! Ey müftiler ve ey müderrisler! Hakka’l-insaf düşününüz de bir ay evvel küşad olunması taht-ı vücubda olan şu mektebin açılmasına mümanaat değil de müsaraat ediniz bu yanlış zehablarınızda ısrar edip de namlarınızın ilelebet bütün tarih sahifelerinde haleflerinizle beraber kaffe-i ehl-i iman tarafından la’net ve nefretlerle yad olunmalarına sebebiyet vermeyiniz. Takdim-i selam ve ihtiramdan sonra: Abd-i acize karşı gösterdiğiniz teveccühat-ı mahsusaya tahmidat-ı mahsusa nuza İstanbul gazetelerinin hakkımdaki suizan ve isnadatına karşı hakıkat ile mukabele ve müdafaa buyurduğunuzdan dolayı arz-ı şükran-ı firavan eylerim. Yeni Gazete ve emsalinin eltaf-ı hamidiyyeye ümid-var-ı lunmaklığım yolundaki ithamlarını tekzibe hacet göremem her kim kendi vicdan-ı safına müracaat ederse bu isnadatın boş olduğunu vazıhan anlar. Çünkü müslümanlar tarafından hayyiz-i fi’le isali için bütün vüs’at ve takatimi sarf eder ve birçok akçe cem’ etmeye başlar ve yanımda hıfz ile toplandıkça peyderpey İstanbul’a göndermek vazifesini deruhde etmiş olursam hiçbir insan hükmedemez ki ben böyle bir devletten menfaat-i maliyye ümidinde bulunmuş olayım çünkü istifade-i maliyye zenginden ümid olunur züğürtten değil. Bundan başka eğer ben nişanlar ve madalyalarla haiz-i namındaki eserimde İzzet Abid Efendi gibi rical-i meşhurenin zemm ü tel’inine ve hükumet-i meşrutanın medh ü senasına cesaret edebilir miydim. Velhasıl ben Mabeyn’e katiyen mektup yazmadım zaten benim gibi bir adam nasıl olur da Mabeyn ile mükatebe ve muhabere etmek şerefine nail olabilir. Ben yalnız bir kere – Hicaz Demiryolu Nezareti de uhdesinde olduğu için– Nafia Nazır-ı esbakı Mustafa Zihni Paşa’ya bir mektup yazdım o da demiryolunun Medine-i tahireye muvasalatından dolayı resm-i küşad münasebetiyle bazı eşraf ve ayan-ı İslam ve gazete sahib-i imtiyazları resmen da’vet olunmuş ve o miyanda da İngiliz gazetecilerinden de bir iki kişi da’vet olunmuştu. Bu münasebetle yazmıştım. Şimdi tahattur edemiyorum o vakit buna dair yazılan şeylerde bilmem benim Bu mektubum da Hind ve sair aktar-ı İslamiyye müslümanlarına Hicaz demiryolu ianesi için pek nafi’ müessir bir teşvik makamında idi. Çünkü o resm-i küşada da’vet olunan ekabir ve eşrafın memleketlerine avdette kendi fiillerine mektupta da ihlas ve muhabbet-i sadıkadan başka bir şey görülmez. Çok kere Memduh Paşa’yı bu Hicaz Demiryolunun sirine tahris etmiş idim. Nişanlar hakkında da bundan evvel söylediğimi te’kid eylerim ki ben bidayeten hiçbir vakit böyle bir emelde bulunmadım. Fakat Mustafa Zihni Paşa dördüncü rütbeden Osmani nişanını gönderdiği vakit de iade etmeyi muhalif-i nezaket buldum ve hatta kendisine Eğer nişanı göndermeden evvel bu hususta reyimi soraydınız onu kabul etmeyeceğimi bildirirdim. Fakat artık göndermiş bulunuyorsunuz bunu size redd ü iadeyi muvafık-ı adab görmedim diye yazmıştım. mu’teberesiyle neşretmektir. Bir de Türkçe gazeteler ve alelhusus Yeni Gazete’ye benim Mabeyn’de bulunduğunu yazdıkları mektubumun neşrolunmasını musirrane tavsiye ve yan bir urcufe mi olduğunu anlasın ve İslam gazetecisi kim olursa olsun hepsinin üzerine bu doğru olmayan itham ve Onların gayret-i İslamiyyeleri’nden de bu ricamın kabulünü ümid ediyorum ki tebri’e dahi tezahür etsin. Yoksa benim genç Türkiye’nin hakk u insaftan uzakça bulunduğu hakkındaki zannımda hata etmemiş olurum. Bakı ihtiramat-ı faikamın kabulü istirhamımı saadet ü selametiniz temenniyatına terdif eylerim efendim. Ba’de’s-selam. Iyd-i said-i fıtrın altıncı gününe müsadif olan Teşrinievvel-i Rumi’nin sekizinci perşembe günü Mesajeri Maritim kumpanyasına mensup Nijer vapuruyla Dersaadet’ten hareket ve ertesi günü saat dokuz raddelerinde tepe cihetleri vesair şayan-ı temaşa mahalleri ve ertesi günü de meslek-i cedidime taalluku itibariyle mehakim-i adliyye ziyaret olundu. Vuku’ bulan müşahedat neticesinde ahali-i beldenin erbab-ı ticaretten olduğu ve şehirde bir faaliyyet-i ticariyyenin mevcudiyeti anlaşılmış ise de mahalli ticaret mahkemesini ziyaretimde calib-i dikkatim olan listede tarafeynin kamilen … olarak gösterilmesi …lerin hususat-ı ticariyyede pek ilerleyemediklerini yahud vuku’ bulan münasebat-ı ticariyyelerinde hile veya taksir gibi bir şey irtikabına tenezzül etmeyip kemal-i istikamet ile ifa-yı muamele etmekte olduklarını ve bina-enaleyh mahkemece mucib-i hall mes’ele ihdas etmediklerini ifham edip bu iki şıktan hangisinin vakıaya mutabakatı anlaşılmak üzere Yemiş Pazarıyla Bedesten ve civarı ziyaret olunmuş ise de hall-i mes’ele olunamayıp ancak İzmir Cinayet Mahkemesi’yle Bidayet ve İstinaf Cünha Mahkemeleri listelerinin esna-yı tedkıkinde erbab-ı cinayetin ale’l-ekser … olduğu görülünce keyfiyet cidden teessürümü mucib bir mes’elenin de hallini müstelzim oldu. …lerin anasır-ı saire efradının ta’mim-i maarif emrindeki mesai-i hususiyyelerine rağmen her şeyi hükumetten bekleyerek ve hadis-i nebevisi gibi bir emir bulunduğu halde vadi-i cehalette puyan olarak dinlerini anlayamadıkları cihetle saadet-i uhreviyyeye mazhariyetlerini müteassir eyledikleri gibi saadet-i dünyeviyyeden de bi-behre kalıp servet-i umumiyyeleri mütenakıs ve dolayısıyla dursun her yerde hidemat-ı hasisede kullanılmaya başlanılmış ve içlerinden birçoklarının sinn-i sabavetlerindeki suret-i terbiyelerine göre atalet içinde imrar-ı hayata alışmalarından naşi ulüvv-i cenab istikamet kerem ve inayet gibi evsaf-ı aliyyeden tecerrüd ve muhitin te’siratına tebeiyyet ve kubh cihetine ma’tuf olan istidatlarını izhar ile ef’al-i mezmume ve makduha irtikabına mübaşeret etmiş olduklarını ve unsur-ı mühimmin şu hal-i perişani-i ictimailerini görmeyen yahud görüp de kemal-i denaetlerinden naşi tedavisine müracaat etmeyen zalemenin kurban-ı gafleti bulunduklarını anladım; o derece garik-i bahr-i tefekkürat olmuşum ki vapurun hareketini anlayamadım. Neden sonra vapurun İzmir körfezinde seyretmekte olduğunu anlayınca hemen elimdeki dürbün ile etraf u eknafa atf-ı nazar ettimse de İzmir’in kurak ve el değmemiş mahallerden olduğunu ve bu babda efrad ile hükumetin vazife-i mevdualarını ifada taallül göstermiş ve göstermekte bulunmuş olduklarını anlayınca yine teessürüm avdet eyledi. O vadilere şimendöfer ve elektrikli tramvay vesaire gibi vesait-i hazıra-i medeniyye haiz-i ekseriyyet olan unsur-ı İslam’ın maddeten ve ma’nen terakkısi esbabının istikmaline sa’y u gayret edilse fena mı olur diye düşünmekte iken bu gibi vesait-i nakliyyenin hemen olduğuna ve bu hususta izaa edilecek vaktimiz olmadığına ve aks-i takdirinde ahlafın bizleri ta’yib edeceğine kanaat hasıl ettikten ve hak-i pak-i vatana bir buse-i veda ithaf eyledikten sonra adalar denizine dahil ve ertesi pazar günü ales-seher Pire’ye vasıl olduk. Hemen sahile çıkılarak Pire ile Atina arasında amed-şüd eden ve kuvve-i elektrikiyye ile seyr u hareket eyleyen trenle Atina’ya azimet eyledim. Taleslere Solonlara Sokratlara Platonlara makarr-ı hükumet olmuş bulunan Atina Akrapolisler Partenonlar letafet-i mimariyyeleri bekayasıyla i’lan-ı azamet ve ihtişam etmekteydi Arapların “Medinetü’l-Hükema” dedikleri bu belde-i dilaranın şimdiki haliyle de izlalinden kayese yapılacak olsa o aba-i tarihiyyeye nisbetle ebna-yı hazıra-i Yunaniyye varis-i kemalat-ı kudema değil imiş gibi telakkı olunsa sezadır. Her dört senede bir defa akvam-ı mevcude spor meraklılarına lu’bet-gah olan “Stad” namındaki mahal ile Temple de Jupiter Atina Akedemiası darülfünunu temaşa olunduktan sonra mahalli müzesine şitaban oldum. Oradaki asar-ı kadime-i tarihiyye ile fir’avun ve sairenin mumyaları ve mitoloji devrine ait alihelerin heyakili calib-i dikkat ve hayretim oldu. O derecede ki edvar-ı evvelin-i azamet-i ilahiyyeyi düşünerek vazife-i tahmidi ifa eyledim. Şairin: “Hubb-i sivadan meyli kes Dünyada kalmaz hiç kes Allah bes bakı heves” Sözü varid-i hatır olunca ne gibi tefekkürata cilve-gah olduğumu tasvir edemem. Vaktim müsait olsa idi Parthenon Erekhtheion Herodot Tiyatrosu ma’bed-i zafer Mojler Tepesi Sokrat’ın mahbesi bakiyyatını da ziyaret edecek idiysem de vapurun vakt-i hareketi olan zuhurdan evvel vapurda bulunmak üzere hemen avdet eyledim. Vapurumuz salı günü akşamı Napoli’ye muvasalat edince vaktin gece olmasına rağmen sahile çıkarak şehrin bazı mahallerini ziyaret eyledimse de Fransızca’ya aşina bir rehbere tesadüf edemediğimden biraz müşkilata tesadüf eyledim. Maahaza şehrin eski ve yeni kısımlarını galeri denilen ve mahallini ve krala mahsus sarayı beledi dairesini ziyaret ettikten sonra vapurdan çıktığım zaman tesadüf eylediğim ahalinin kesreti zail olunca esbabını sordum. İtalyanların şarklılar gibi geceleri pek ziyade oturmamakta olduklarını ve ba’de’t-taam yerli yerine çekilerek istirahat-güzin olarak şu hususta olsun Fransızlara şebih bulunmadıklarını anladım. Mataban burnu açıklarında ve İyonyen deniziyle Messina boğazında tesadüf edilen fırtınanın Marsilya körfezinden çıkıp İspanya’nın şarkıyla Korsika ve Sardunya adalarının ve İtalya’nın sevahil-i garbiyyesini herc ü merc eden ve senenin mevasim-i erbaasında daimi olan meşhur “Maicheral” cereyanı sebebiyle bir kat daha artacağından endişenak olduksa da kaptanın vapuru Bonfachio boğazından dan az müteessir olmaklığımıza badi oldu. Ve nihayet ma’as-selame perşembe günü akşam üzeri Marsilya’ya muvasalat olundu. O akşam istirahattan sonra ertesi günü şehrin şayan-ı temaşa olan mevakiini ziyaret için ales-seher sokağa çıkarak evvela Paris’te bile emsaline tesadüf edilmeyen meşhur Longshan sarayına şitaban oldum. İşbu saray bilcümle hayvanat-ı ehliyye ve vahşiyyeyi havi bir hayvanat bahçesinden başka resim ve tarih-i tabii müzelerini muhtevidir ki hakıkaten muhayyirü’l-uk u ldür. Arslan ve kaplana kadar bilcümle hayvanat re’yü’l-ayn görülmekte olduğu gibi tarih-i tabii müzesinde de bunların iskeletleri ile sınaileri mevcud bulunduğundan gerek mekatib talebesinin gerek ahalinin edildiğine göre talebe-i merkumenin muallimleri ile birlikte her hafta müzeye gelerek tevsi-i malumat etmekte oldukları anlaşılmıştır. Bu gibi müzeler en ziyade muhtaç olduğumuz mebanidendir zannederim. Sarayın cephesindeki kaskatlar Ba’dehu İmparatoriçe Elizabeth’in Bahr-i Sefid sahilinde edilen sarayını ziyaret eyledikten sonra mehakim-i mahalliyyeyi ziyaret etmek üzere rüfeka-yı acizi ile oraya şitaban oldum. Mehakim-i mezbure müddeiumumisi tarafından verilen emre binaen müstahdeminden biri bize rehberlik ederek mahkeme salonları ile müzakere odalarını ve hükemanın esna-yı muhakemede telebbüs etmekte oldukları kırmızı binişlerin ta’lik edildiği dolapların mevzu bulunduğu odayı ve müstantiklere ait odaları ve müddeiumumilik dairesini ve mahkeme nezdindeki tevkif-haneyi gösterdikten sonra i’lamat-ı hukukiyye ve cezaiyye icra dairelerini ziyaret ettirdi. dır. İ’lamat-ı Hukukiyye İcra Dairesi’nde Marsilya Mahkemesi’nin taht-ı idaresinde olan bilad dahilinde mütevellid kesanın nüfus tezkirelerinin birer suretinin mevcud olduğunu görünce sebebini sorarak belediye dairelerindeki nüfus tezkirelerinin ziyaı halinde müracaat vuku’ bulabileceğinden tezkire-i mezbure suretlerinin devair-i müşarün-ileyha tarafından mahkemeye irsal olunmakta ve buna ilaveten izdivac müddeti mukaveleleri suretlerinin de gönderilmekte olduğu anlaşıldı. Vuku’ bulan istizahıma cevaben bidayet mahkemesi reisi bin ve azaların altı bin ve müddeiumumi muavininin beş bin frank maaşları olduğu ve Mayıs-ı efrenci ibtidasından Teşrinievvel-i efrencinin on beşine kadar mümted olan yaz mevsimine müsadif eyyamda sabahleyin alafranga saat dokuzda ve senenin diğer kısmında badezzuhr alafranga saat üçte muhakemata bed ü mübaşeret edilerek hitam-ı muhakemata kadar iştigal edilmekte olduğu rehberimiz tarafından Adliye dairesinden mufarakattan mukaddem mehakimin her tarafını gezmekliğimiz hususunda müstahdeminden birini refakatimize tayin eylemesinden dolayı bidayet müddei-umumisine vazife-i teşekkürü ifa için mülaki olduğumuzda muma-ileyh mesail-i hukukiyyenin ehemmiyetinden bahs ile bu hususta milel ve akvamın yekdiğerinden istiane etmekte olduklarını ve Osmanlılar tarafından Fransa’ya bir hey’et-i adliyye i’zam ile kavanin-i garbiyyeye vukuf peydası hakkında ibraz olunan arzuya mukabil bazen Fransa mehakimi tarafından diplomasi tarikiyle bazı mesail-i mu’dılenin halli zımnında hükumetimize müracaat edilmekte olduğunu söyledi. İşbu mesailin verasete müteallik hususattan olduğu ve Fetva-hane-i Ali’de ba’de’t-tedkık Fransa hükumetine bildirilen mevaddan bulunduğu muhtac-ı izah değildir. Muma-ileyhin ifadat-ı vakı’ası mucib-i memnuniyyetim oldu. Çünkü kendilerini muhyi-i medeniyyet bilen Fransızların bu hususatta olsun izhar-ı acz ile bizlere vuku’ bulan müracaatlarından dolayı umumumuza raci’ olan şerefi hasıl ettiren şüphesiz din-i mübin-i Ahmedi’dir. Öyle bir din ki ahkam-ı münifesi işbu yirminci asırda bile kendisine tebeiyyet edenlerin saadetini te’mine kafidir. Öyle bir din ki kendisinden tının sa’y u ihtimamları anlaşılan ahkam-ı dünyeviyyeden bazılarının bu gibi ahkama mukabil olmak üzere Roma medeniyeti ve İngiliz ve Alman ve Amerikalılar tarafından mevzu’ kavanin ve adata nisbeten daha ziyade muvafık-ı akl u hikmet ve adalet olduğunu isbat ile iddia-yı rüchaniyyet ediyor. Ez-cümle amanın akdi bizde sahih olduğu halde Fransa kanun-i medenisi tarafından adem-i cevazına hükmolunup behemehal aharın vekaleti lahık olmak suretiyle sahih olacağı kabul edilmiştir. Bu cihetin Almanlarda bile ahkam-ı yat-ı rekabetkaraneyi müstelzim olmasından naşi olacak ki kanun-i medeni muallimi tarafından ders esnasında amanın vafık olmadığı ityan edilmiştir. Ahiren muallim-i mumaileyh tarafından hanesinde şerefimize keşide edilen çay ziyafetinde ahkam-ı kanuniyyemiz tasrih edilince kendisinin mucib-i memnuniyyeti oldu. Bu gibi hususi mülakatlarda bir vesile ittihaz ile ahkam-ı İslamiyye’nin ulviyetinden bahsetmek maddi ve ma’nevi faidemizi müstelzim olacağında şüphe yoktur. Sadede gelince: Marsilya’da bir gece kaldıktan sonra Paris’e müteveccihen hareket ve Paris Hukuk Fakültesi’nin yevm-i küşadına kadar şehri dolaşmak mucib-i faide olacağına kanaat hasıl eylediğimden Paris’in mebani-i meşhuresini ziyaret eyledim ancak Napolyon’un mezarını muhtevi olan Mütekaidin-i Askeriyye Sarayı’nın bir kısmı esna-yı muharebatta zabtedilen top ve bayrak gibi şeylerin teşhirine tahsis edilmiş olup saray-ı mezkuru esna-yı ziyaretimde Sultan Mustafa-yı Salis zamanında isaga edilip zannıma göre Napolyon’un Mısır seferi esnasında zabtolunan toplarımızı görünce müteessir olduğum gibi kelime-i tevhidi havi olan eski alemlerimizden dolayı da me’yus oldum. Gönlüm cihan-ı mağlubiyetini natık alamatı görmek istemiyordum. Maahaza evail-i İslam’da Hazret-i Resul-i Ekrem s.a. Efendimizin nesayih-i peyamberanelerini dinlemeyip bir mağlubiyete giriftar olan sahabenin halini düşünerek bunun dahi tecelliyat-ı şey bulunmadığına kanaat hasıl ederek müteselli oldum. Nihayet Teşrinisani-i efrencinin on beşinci günü Paris’in Hukuk Fakültesi’ne devam etmeye başladık. Doğrudan doğruya doktora derslerini ta’kib etmek mümkün iken –çünkü Osmanlı Hukuk Mektebi şehadetnamesi lisansiye şehadetnamesi gibi kabul edilmekte olduğundan doktora sınıflarına devama müsaade olunuyor– lisansiye kısmında Roma hukuku Fransa kanun-i medenisi Fransız tarih-i hukuku hukuk-ı esasiyye ilm-i iktisad tedris edilmekte olduğundan ve bunlar ise mechulümüz bulunduğundan şimdilik lisansiye birinci senesine devama başladık. Zannederim ki sözlerim mucib-i suda’ olmağa başladı onun için burada kesmeye mecbur oluyorum. Baki selam ve selametler... Hindistan mu’teberan-ı İslamiyyesi’nden bazı zevatın Makam-ı Hilafet-i Ulya’yı ziyaret edecekleri hakkında ahiren mu’teber Sabah’ta okuduğum bir rivayet size şu satırları ’te Londra’da “Encümen-i İslam” namıyla bir cem’iyet mevcud idi. Ekser azası Hindistan kıt’asından gelen talebe-i müsliminden mürekkeb olmak ve yine o nam ile Hindistan-ı bulunmak üzere ihdas olunan bu encümen esasen bundan sene mukaddem yani tarih-i miladisinde teşekkül etmiştir. El-yevm “Müslüman Cem’iyeti” namıyla yad edilen bu hey’et-i müslime bir aralık hayli nüfuz kesbetmiş ve idare-i zailenin meayibini bilmekle beraber umur-ı şarkiyyenin buhranlı zamanlarında Devlet-i Osmaniyye’ye ecanib tarafından bazı haksız hücumlar dahi vuku’ bulabildiğini görerek memleketimizi garbiyuna karşı hayli müdafaa eylemişti. Hatta meşhur Daily News gazetesi pek şiddetle Türkiye aleyhinde bulunduğu sıralarda Encümen-i İslam’ı Sultan-ı sabıkın parasıyla irae-i mevcudiyyet eden bir hey’et suretinde göstermek istemişti ki bu da sırf bir zehab-ı sahiften bab-ı maişeti mahdud sair müslümanların dişinden tırnağından artırarak toplayageldikleri ianat ile idame-i mevcudiyet eylemiş olduğunu pek iyi bilirim. Londra’daki Cem’iyet-i İslamiyye’nin en ziyade tervic-i menafiine çalıştığı ve en az ruy-i meveddet gördüğü bir hükumet var ise o da hükumet-i Osmaniyye’dir. Akd-i nikah gibi veya defn-i emvat gibi hadisat-ı hayat-ı beşerde tertib-i salat-ı id gibi ve-zaif-i diniyye ifasında ve siyasi protesto ictimaları istihzarı gibi maşrık-ı İslam’ın ve ale’l-husus Osmani’nin müdafaası emrinde Londra Cem’iyet-i İslamiyyesi’nin gösteregeldiği gayretler yalnız takdire değil hatta fiilen teşvike seza harekat-ı hayriyyedendir. Meşrutiyetin Osmanlılara bahşeylediği hürriyet sebebiyle Müslüman Cem’iyyeti Hilafet-i İslamiyye makamına akd-i rabıta için daha ziyade fırsat bulmak ümniyesindedir. Meb’usan-ı Osmaniyye’den bir hey’et-i müsaferenin geçen yaz Londra’da bulunduğu sırada bu cem’iyetin dahi bir lazime-i mihman-nüvazi ibraz eylemesine burada zikrinden ictinaba lüzum hisseylediğim bazı mevani’ ihdas olunması aza-yı cem’iyyeti pek ziyade muğberü’l-hatır eylemiştir. Londra Cem’iyet-i İslamiyyesi tevsi’-i nüfuz arzusunu istihsal hususunda öteden beri pek çok mevanie müsadif olmuştur. Maamafih beka-yı mevcudiyyete yine muvaffak olup gitmektedir. Hind’in en ma’ruf fuzala-yı rical-i hükumetinden olup bir iki seneden beri Hindistan Nezareti’nin meclis Seyyid Hüseyin Belkerami cem’iyetin riyasetini kabul eylemişti. Fakat hayli müsin olan bu zat İngiltere’nin o nemli ve sürekli kışına tahammül edemediğinden ahiren Hindistan’a avdet eylemiştir. Bunun üzerine cem’iyet azasından bazıları riyaset vekaletini kabul etmekliğim için bendenize geldiler. Fakat beytü’l-mal-i milletten çıkan aylıkla değil ancak teşebbüsat-ı şahsiyye-i ilmiyye ile İngiltere’de idame-i hayat ve muhafaza-i mevki-i ictimai eden bu abd-i aciz ekseriya Londra’ya yüz kilometreye yakın mesafesi bulunan Cambridge Darülfünunu’nda bulunmaya mecbur olduğum umurunda iştirak-i hizmetim bulunamaz; bu cihetle riyaset vekaletini adem-i kabulde ma’zur olduğumu söyledim. Maamafih sabıkta olduğu gibi yine cem’iyete elimden gelebileni yardımda bulunacağımı vaad eyledim. Kendilerine taziyane-i gayret olabilir ümidiyle şevketli Padişah-ı hazır Hazretlerinin evsaf-ı mübareke-i mukteziyyeyi haiz bir halife-i sahih bulundukları hakkında misaller arz ettim. Ve nasa karşı olan muamelat-ı şahanelerini tedkık eden Avrupalı bir kadının Padişah-ı hazırımız Hazretlerini “Saint veli” diye tavsif eylemiş olduğunu dahi ilave-i mütalaa eyledim. Çend mah mukaddem Londra sefareti imam-ı sabıkının maniyye’ye takdim eyledikleri arizaya kat’iyyen bir cevap verilmemesi aza-yı cem’iyyeti pek müteessir eylemiştir. Meşrutiyetin sefarata teşmilinde güya yapılacak en mühim şey yalnız iki üç sefaret imamının tebdilinden ibaret imiş gibi tuttular da on sekiz on dokuz seneden beri Londra’da imamet eden bir adamı ceffel-kalem tebdil eylediler. Hiçbir fazlı bulunmamış bile olsa yalnız böyle sinin-i medidenin temin eylediği şeref-i kıdem ve tecrübe nazar-ı i’tinaya alınmak lazım gelirdi. Mukaddema Londra Cem’iyet-i İslamiyyesi dini ve siyasi taasupla müteheyyic olan bazı kimselere mukabeleten bir hayli neşriyat-ı müdafaa-karanede dahi bulunmuş oldu. Ahiren İslamiyet’in Zuhur ve Terakkısi ile Hayat-ı Hazret-i Muhammed ünvanıyla bundan takriben iki yüz elli sene evvel bir İngiliz alimi tarafından yazılmış olan eser-i mühimmin müsveddelerini ele geçirerek tab’ u neşrini taht-ı karara almıştır. Malum olduğu üzere değil bundan iki buçuk asır evvel hatta bugün bile İslamiyet lehinde müellifin-i garbiyye tarafından yazılan asar ma’dum addolunacak kadar azdır. Hele birkaç karn evvel alem-i İslamiyyet hakkında memalik-i garbiyyede ve alel-husus İngiltere’de neşredilmiş olan müellefat suizan ile rivayat-ı muhayyele ile gılzet-i efkar ve elfaz ile memludur. İşte ile senelerinde yaşamış ve hikmet ve tababet ve edebiyat ile iştigal ederek şöhret bulmuş olan Doktor Henry Stubbes nam zatın müdekkikane ve bitarafane yazmış olduğu eser alem-i İslamiyyet hakkındaki asar-ı kadime-i garbiyye arasında şerefli bir istisna teşkil eder. Zamanındaki ehl-i kiliseden serbesti-i efkarı cihetiyle mezkur eserini neşre muvaffak olamamıştır. Müsvedde-i eser British Museum Kütüphanesi’nde mevcut olduğu gibi bir nüshası dahi ni’am-ı gayr-ı muntazıradan olmak üzere Cem’iyet-i İslamiyye katib-i hazırı Hafız Muhammed Şirani Efendi’nin eline geçmiştir. Bunun neşri altmış beş yetmiş Memalik-i Osmaniyye’nin haricinden gelen müslümanlar ile bazı muhibb-i İslamiyyet İngilizlerin verdikleri ianenin miktarı şimdiye kadar yirmi küsur liraya baliğ olabildi. Vatandaşlarım arasında dahi bu emr-i hayra yardım etmek isteyenler bulunacağından keyfiyetin burada zikrini münasib gördüm. İane verecek zevat Sabah idarehanesi vasıtasıyla taraf-ı acizaneme müracaat ederler ise Cem’iyet-i İslamiyye’den alacağım makbuzları yine Sabah idaresi vasıtasıyla kendilerine irsal eylerim. Londra’daki kardeşlerimizin tab’ u neşrini taht-ı karara aldıkları bu eserin derece-i ehemmiyyet ve fevaidini nazar-ı agniyaya [i’tinaya?] alarak bu babtaki arzuya imtisalen bazı zevata müracaatla cem’-i ianeye başladık. Karilerimizin de bu emr-i hayra iştirakleri me’mul-i kavidir. Çünkü İslamiyet dındayız. Velevki üç beş kuruş olsun. Mümkün olduğu kadar bir muavenet ile oradaki kardeşlerimizin din-i celilimizi Avrupalılar’a tanıtmak hususundaki teşebbüsat-ı dindarane ve halisanelerine zahir olacak hamiyetli müslümanların burada da bulunduğunu göstererek onları şevk u gayrete getirmek lazımedendir. Hatta yalnız böyle küçük işlerde değil daha büyük umur ve hususatta daima müzaheret ve muavenetten geri durmayacağımızı müsabaka edercesine bir iştirak ile kendilerine anlatalım. İaneye iştirak eden zevatın muhterem Halil Halid Bey Efendi adresine gönderilecektir. Taşkend’de münteşir Türkistan Vilayeti Gazetesi şu günlerde Müslüman Cem’iyet-i Hayriyyesi’nin küşad edileceğini yazıyor. Cem’iyetin maksad-ı teşekkülü fakir ve alil müslümanlara muavenet etmekten ve bi-kes etfalin ta’lim ve terbiyesiyle mukayyed olmaktan ibaret bulunacaktır. Bundan başka fukara ve acezeye melce’ ve me’va olmak üzere darülacaze ve darüleytam te’sisine cem’iyet sarf-ı gayret ü himmet edecektir. Cem’iyeti meydana getirmek çoktan beri mutasavver ve mukarrer ise de i’ta-yı ruhsat hususunda müteşebbislerin gayret ü sebatı sayesinde her müşkilin def’ine çare bulunmuş ve gayret-keş müslümanların meramı hasıl olmuştur. “Bakü: Sada ” TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ocak Üçüncü Cild - Aded: Hepsinin maksadı da müslümanların halini ıslah mes’elesinde onların dinleri hakkındaki i’timadlarından itminanlarından nilebilir ki bütün ukala-yı ümmetin yürümek istediği gayet akaid-i İslamiyye’yi tashih etmekten nusus-ı diniyyeyi yanlış anlamak sebebiyle i’tikadiyyata giren hataları izale eylemekten kurtulunca a’mal de fesaddan selamet bularak efradın hali düzelmeye başlar; basiretler dine dünyaya ait birçok menafi’ te’min eden ulum-ı hakıkıyye ile tenevvür eder; ahlak birtakım melekat-ı selime ile terbiye görür. Efradın bu salahı tabii bütün ümmete sirayet eder. mi biliniz ki maksadı budur; yahud insanları terbiyye-i diniyyeye teşvik eyleyen bir yüksek ses duydunuz mu anlayınız ki garazı bundan başka bir şey değildir; hem müsliminin halini ıslah etmek isteyenler için süluk edecek diğer tarik yoktur. Zira bu maksada vusul için dinden ari olan hangi tarik-i hikmete hangi vasıta-ı tehzibe müracaat edilecek olsa yeni bir bina kurmak ihtiyac-ı kat’isi kendini gösterir ki o binaya lazım olacak mevaddın hiçbiri mevcud olmadığı gibi usta kalfa namında kimse bulunamaz. madları vardır din de ellerindedir; madem ki müslümanları dinin saf nezih olan şekline irca etmek için çekilecek sıkıntılar hiç bilmedikleri tanımadıkları bir şeyi vücuda getirmek dini bırakalım da başka bir vesile-i necat aramaya kalkışalım?! Mısır’da olsun sair yerlerde olsun müslümanları dinin şekl-i sahihine irca’ etmek isteyenlerin ne Avrupalılara ne de kendi memleketlerindeki gayr-ı müslim anasıra karşı fitne ayaklandırmak asla hatırına gelmemiştir. Bununla beraber hıristiyanlardan bazıları dine ait bir söz işittiği gibi mahiyetini anlamak taraflarına yanaşmayarak onu muhayyilesinde korkunç bir şekle sokuyor sonra onun hayalinden ürküyor. Bazıları da öyle zannediyor ki müslümanlar uyanırlar da bulundukları hali ıslaha çalışırlar dünyalarına karışan bid’atleri atarak halis Müslümanlığı ele alırlarsa artık ellerindeki vahdet-i camiaya sımsıkı sarılırlar; kendi işlerini düzeltmek için birbirlerinin muavenetine müracaat ederler; vaktiyle içlerine almış oldukları yabancılardan istiğna gösterirler; binaenaleyh hıristiyanların birçoğu mahza müslümanların gafleti sayesinde elde ettiği bu kadar menafi’den mahrum kalırlar. Böyle bir zehab evvelen sahibinin nefsine karşı bir suizandır; zira kendisini gafil avlayan bir dolandırıcı açıkgözlü bir soyucu olduğuna i’tikad etmiş oluyor. Saniyen müslümanlar hakkında da suizan beslemiş oluyor; çünkü maarifte ne kadar ileri giderse gitsin şevket ve kudreti ne nisbette terakkı ederse etsin aynı vatanın evladı birbirinden müstağni olamaz. Şu kadar olabilir ki mesela bugün gayrimüslimler haksız olarak te’min ettikleri bir menfaati o zaman haklı olarak te’mine mecbur kalırlar. Kezalik bugün oturduğu yerde bire yüz kazanan ecnebiler o zaman biraz fazla yorulmak şartıyla mu’tedil bir kazanca kanaat ederler. Zaten müslüman hükumetleri şevketin satvetin müntehasına varmış oldukları zamanlarda bile hıristiyanları me’muriyetlerde kullanırlar; ecnebiler bilad-ı İslamiyye’de para kazanırlardı. Evet müslümanları dine temessük etmeye da’vet suretiyle şu netice istihsal edilebilir: Mesela Mısır’daki bir müslüman Suriye’deki yahud Hindistan’daki yahud Acemistan’daki yahud Afgan’daki yahud diğer bilad-ı İslamiyye’deki dindaşından muavenet isteyebilecek hale gelir. Zira hepsinin derdi birdir ki o da dine bid’at girmiş olmasından fayab olan vücud diğer memleketteki hastaya mukteda olur. Lakin müslümanları bugünkü haliyle ittihad dairesine getirmeye çalışmak ukala-yı ümmetten kimsenin hayaline bile uğramamıştır. Böyle bir maksad besleyen adamı tımarhaneye göndermek en akılane bir tedbirdir! Bazı müslüman muharrirler haccın hikmetinden bahsediyorlar da bu fariza bütün aktar-ı alemdeki erbab-ı imanın birleşmesine sebeptir; müslümanlar arasında teavün için bundan büyük vesile yoktur; binaenaleyh ümmet bundan yanlış telakkı olunmamalıdır. Bu sözden maksad müslümanlara aralarındaki rabıta-i dini ihtar etmektir. Ta ki bozulmuş akıdelerini çığrından çıkmış amellerini ıslah etmek yahud kaht gibi zulüm gibi zemini asmani mesaibi müdafaa eylemek hususunda birbirine zahir olsunlar. Bu ise aynı din larca pek tabii pek ma’ruf bir iştir. Müslümanlar bugünlerde Devlet-i Osmaniyye’den sultandan çokça bahsediyor birçokları da sultan ile münasebet peyda edilmesine tarafdar oluyor. Bu hal hiç kimseye telaş vermemelidir. Zira Devlet-i Osmaniyye bugün hükümat-ı miyye’nin en şevketlisidir. Müslümanları ıslah için ortaya atılan erbab-ı hamiyyete dest-i muaveneti uzatacak en büyük adam ancak Osmanlı Padişahı olabileceği için ümmeti giriftar olduğu mesaibden kurtarmak kendisinden bittabi’ ümid edilebilir. Pekala! Bu işte Avrupa’yı telaşa düşüren ne var ki müslümanların hukukunu yutmak için aralarında ittifak etmeye kadar varıyorlar? Şimdi söz nüfuz-i dini ile nüfuz-i siyasinin bir şahısta cem’i mes’elesine geldi. Mösyö Hanotaux Avrupa saltanat-ı diniyyeyi saltanat-ı dünyeviyyeden ayırmadıkça terakkı edememiştir diyor. Bu sözleri doğru ise de Hanotaux her iki saltanatın aynı şahısta ictimaı mes’elesinin müslümanlarca nasıl telakkı olunduğunu bilmiyor. Papanın padişahları tahtından indirmek kumandanları aforoz etmek memleketlere vergi tarh eylemek birtakım kavanin-i saltanat-ı diniyyesi hiçbir zaman müslümanlarca görülmüş olan halife yahud sultan için birtakım hukuk takrir eylemiştir ki saltanat-ı diniyye sahibi olan kadıda o hukuk yoktur. Sultan dahili siyasetiyle memleketin umurunu idare eder; harici siyasetiyle yahud icabında harb ile hükumetini müdafaada bulunur. Ehl-i dine gelince onlar yalnız kendi vazifelerini eda ederler. Sultanın bunun üzerinde azl u nasbden bunların da sultan üzerinde tenfiz-i ahkam ile mümkün olduğu takdirde ref’-i mezalimden başka hakkı yoktur. tinde kavanin-i medeniyye vaz’ etti; hükmün tarzını; hakimlerin adedini kavmiyetini gösterir nizamlar tanzim eyledi: Mahkemelerinde gerek hıristiyanlardan gerek taht-ı tabiiyyetindeki sair gayr-ı müslim unsurlardan aza bulunmasına müsaade gösterdi. Mısır hükumeti de böyle yaptı: Hakim-i siyasinin emriyle mehakim-i muhtelita mehakim-i ehliyye teşkil olundu. Bu mahkemelerin hali bu mahkemelerde mer’i tutulan kanunlar malumdur. Dinin bu hususta hiçbir müdahalesi yoktur. Binaenaleyh iş Mösyö Hanotaux’nun istediği gibidir yani ilk söz daima saltanat-ı medeniyyenin hakkıdır. Bununla beraber bu saltanat-ı medeniyyenin müslümanların halini ıslah hususunda hiçbir faydası görülmedi belki zararı görüldü zira bizim eski umeramız kendilerini umera-yı din addetmiş olsalardı ahkam-ı diniyyeye açıktan açığa muhalefetle birtakım mezalim irtikabına ağır ağır vergiler nakdi cezalar vaz’ına bütün bilad-ı müslimini harab eden onu en kıymetli mameleki olan istiklalinden mahrum bırakan bu kadar israfat ihtiyarına muktedir olamazlardı. Fransa hükumeti kendisine “Şarkta Katoliklerin hamisi” diyor; İngiltere kraliçesi “Protestanların melikesi” namıyla yad olunuyor Rusya imparatoru da hem kral hem kilise reisi tanılıyor. Pekala neden Osmanlı padişahına “halife-i müslimin” yahud “emirü’l-mü’minin” denmesine karşı işmi’zaz gösteriliyor? Zannetmem ki artık yukarıdan beri izah ettiğimiz tarzdaki bir da’vet-i diniyyeye karşı Mösyö Hanotaux suizanda bulunabilsin. Hatta zannederim ki Fransızların idaresi altındaki müslüman memleketlerinde böyle bir da’vet zuhura gelecek olursa Mösyö Hanotaux ona zahir olacaktır. İşte o zaman müslümanların mesalihiyle Fransızların mesalihini te’lif hususunu ben deruhde ederim. Zira müslümanlar bu da’vet sayesinde dinin şekl-i sahihine ric’at ederlerse tehzib-i ahlaka muvaffak olarak iktisab-ı ulumda tahsil-i maarifte Avrupalılarla müsabaka ederler; medeniyette onlara yetişirler ki artık ondan sonra aralarında ittifak husulü kolaylaşır. Secaya ve tabayiin müşterekiyeti hususunda en ziyade rolünü ifa eden ittihad-ı dem ve mukarenet-i ırkıyyeden sonra münasebat-ı ilmiyye ve muhadenet-i medeniyye gelir. siyyece azim kitlelerde cem’ eyler. İlim ve medeniyet de aynıyla bu hizmeti görür fakat birincisi tabii gayriihtiyari olarak te’sirini icra eder. İkincisi ise sun’i ve ihtiyari olarak o azim vazifeyi ifa eyler. Fakat şu müessir-i seyyal ikisinde de yukarıdan aşağıya doğru akar: Aba ü ecdaddan evlad u ahfada muallimin ve esatizeden talebe ve şakirdana gelir. Binaenaleyh bir insan her ne kadar serbest fikirli ise de muhit-i kavmisinden ayrılamadığı gibi bir şakird de bütün hürriyet-i efkarına rağmen üstazının hocasının çizdiği daireden harice pek az nüfuz edebilir. İşte bu kanun Ebu Hanife hazretlerinin ashabında dahi te’siratını icra etmekten geri kalmadı. Ashabı o hazrete pek ziyade ittiba ediyorlardı. Usul-i mişlerdi. Ebu Hanife hazretlerinin ashabı miyanında yeni bir usul-i ictihad meşhud olmaz. Bu telakkı edildiği üzere devam eder. Artık yeni bir tecelliyata mazhar olamaz. Bununla beraber şu etba’-ı kiramı hiçbir vakit dereke-i taklide düşmemişler; fikirlerinde ictihadlarında hep serbest kalmışlardır. İmamın bazı müctehedatını kabul edemediklerini alenen söyledikleri de görülür. Tetebbuat ve tedkıkatları esnasında üstazlarından telakkı eyledikleri usul ve kavaid-i fıkhiyyeden adem-i kabulünü mucib i’tikadında bulundukları bazı vesaik elde ederlerse muhalefetten geri durmazlardı. lerce mesail-i fer’iyye muhtelifun-fihanın mercii olmak üzere birçok kavaid-i fıkhiyye-i gayr-ı müttefekun-aleyha husule geldi. Ve maazalik pek çok kavaid-i fıkhiyye ve mesail-i fer’iyyede tevafuk eylemiştir. İşte bu suretler müttefekun-aleyha olup nusus-ı mezhebiyyeden sayılır. Müteahhirin için büyük bir saha-i tetebbu’ teşkil eyler. Ebu Yusuf Yakub Muhammed bin Hasan eş-Şeybani Züfer bin Huzeyl et-Temimi Hasan bin Ziyad Ebu Abdullah Veki’ bin el-Cerrah Abdullah bin el-Mübarek Davud bin Nusayr et-Tai Hafs bin İyas en-Nah’i Muhammed bin Zekeriya Hammad bin Ebi Hanife Yusuf bin Halid esSemti Hibban bin Ali Müneddel bin Ali Kasım bin Ma’n bin Abdurrahman bin Abdullah bin Mes’ud Nuh bin Ebi Meryem… hazeratı Ebu Hanife radiyallahu anhın meşahir-i ashabındandır. Bunlardan Ebu Yusuf rahimehullah hükumetin büyük kadısı ve talebe ve ashabının çok olmasıyla Muhammed bin Hasan r.h. ise müellefat ve asarının kesretiyle mezheb-i Hanefi’nin etraf u eknafa intişar etmesine pek ziyade yardım etmiştir. Hulefa-yı Raşidin ba-husus Ömer radiyallahu anh ibadatta – layık olduğu vechile – muhafazakar iken muamelatta siyasiyatta akla rey’e ictihada bütün lazım olan kuvveti i’ta etmek hususunda tereddüd buyurmazlardı. Zaten din-i mübin-i ları ta’limat-ı ameliyye dahi bu yolda vukua gelmişti. Onun liyorlardı. Devr-i hulefa geçti. Hilafet emarete inkılab ederek Şam’a naklolundu. Hicaz’da eski kuvvet eski ihtişam kalmadı. Zaten inzivaya meyyal olan ulema kendilerine hiçbir iltifat hiçbir nusret olmadığını görünce büsbütün dünyadan nefret ettiler. Zaten re’s-i karda bulunanlar dine o kadar mültefit görünmemekle beraber dini şer’-i mübini –muvaffak oldukları mertebe– kendi menfaat-i şahsiyyelerine alet ittihaz etmekten hiç çekinmiyorlardı. İslamiyyet’i henüz kabul eylemiş veyahud terbiyye-i İslamiyye’yi hakkıyla görmemiş yerli ahali re’s-i karda bulunanların etraflarını sarmış; bunlar cehaletin dinde mübalatsızlığın icabatından –fakat İslamiyet’le hiçbir vechile münasebeti bulunmayan– birtakım rezaletler türlü fenalıktan geri durmazlardı. Zaten onların şu hareketlerine karşı mukabelede bulunabilecek hiçbir kuvvet mevcut değildi. Ulemanın sözlerini dinleyen ve onların rica ve niyazlarına havale-i sem’ ü itibar eden pek nadirdi. Etraf u eknafta bulunan ahali terbiye-i İslamiye’den pek az nasibedar olmuştu; cahildi. En ziyade halifelerin emirlerin bol bol caizeleri onları büsbütün icra-yı şekavete sevk ediyordu. ziyye ve uleması artık bundan büsbütün ürkmüş; ne yolda mukabele edeceklerini bilemiyorlardı. Ortalığı bid’atler istila etmiş; icabına göre bir hadis uydurmak da caiz görülüyordu. Bu hal Hicazlıları pek ziyade müteessir etmişti. Muhit-i umerada ahalide bu su-i ahval tezayüd ettikçe bir aksülamel suretiyle Hicaz uleması inzivalarını dinde olan taklidlerini arttırıyorlardı. Küçük noktalarda cüz’i mes’elelerde bile büyük bir ihtimam ibraz ederek buna bütün mevcudiyetleriyle sarılıyorlardı. Mümkün mertebe her kavil ve fiillerini ve bütün muamelelerini sünnete asara tatbik etmek istiyorlardı. Re’y ü ictihad ile amel etmek caiz görülmüyordu. İctihada ancak şiddetli bir zaruret esnasında mesağ vardı. veriliyor bunun icabatından olarak tetebbuat-ı asara pek ziyade dikkat ediliyordu; onun için Hicaz’da asar ve sünen hayli intişar etti. Said bin el-Müseyyeb ve rüfekası Hazret-i Ömer’in kazayasını; İbni Ömer İbni Abbas Zeyd bin Sabit Ümmü’l-mü’minin Aişe hazeratının bütün fetava ve müctehedatını hıfzeylemişlerdi. Bu suretle pek çok rivayat ve asar toplandı. Bunların üzerinde düşünüldü mütalaa yürütüldü. Said bin el-Müseyyeb Urve bin ez-Zübeyr Kasım bin Muhammed ibni Ebu Bekr es-Sıddik Abdullah bin Utbe bin Mes’ud Harice bin Zeyd bin Sabit Süleyman bin Yesar Abdullah bin Ömer Ebu Bekr bin Ömer bin Hazm Abdullah bin Ömer bin Osman Muhammed bin Abdillah bin Ömer Muhammed bin Hanife’nin iki oğlu Abdullah ve Hüseyin Cafer bin Muhammed bin Ali Abdurrahman bin Kasım bin Muhammed bin Ebu Bekr Muhammed bin el-Münkedir Muhammed bin Şihab ez-Zühri... hazeratı üstazlarından ve şeyhlerinden ahzeyledikleri asar ve süneni ve fetava ve müctehedatı kendi ictihadlarını halef ve şakirdlerine nakleder. Bu suretle Hicaz mekteb-i fıkhisinin ve bil-husus ehadis ve sünenin nakl ü rivayatı daha ziyade kesb-i kuvvet etti. Bilahare ehadis ve sünenin cem’ ü tedvini esnasında Hicaz ulemasının pek ziyade yardımı görülmüştür. Zaten kabail-i Arabiyye’nin hıfza nakl ü rivayete olan onlar için bir seciye bir tabiat hükmünü almıştı. Onlar için vermek pek kolay gelirdi. İşte şu isti’dad-ı fıtri veyahud kesbileri asar ve sünenin ahlafa nakli hususunda pek ziyade işe yaradı. Hicaz mekteb-i fıkhisi içinde ictihadca şayan-ı kayd bir nokta meşhud olmuyor. İctihad devr-i ashabda ne idiyse fukaha-yı Hicaziyye miyanında dahi o hali muhafaza etti; başka bir tecelliye başka bir telakkıye mazhar olamadı. rakkıyyeye is’ad edebilmek için büyük bir cesaret lazımdı: Halbuki fukaha-yı Hicaziyye’de öyle bir cesaretle ictihadı daha başka bir renge tebdil yeni usul ve kavaide rabtederek terakkısini teshil eylemek pek de caiz görülmüyordu. Çünkü bu re’y ile bir şeyi evvelce asr-ı ashabda mevcud bir hali tebdil etmek demek oluyordu; ulema-yı Hicaziyye’nin tuttukları usul buna cevaz vermiyordu. Dine şeriate re’y karıştırmaktan pek ziyade korkarlardı. Bir mes’ele tahaddüs ettiği vakit mahfuzatları içinden ona ait bir eser mevcut olup olmadığını ararlardı. Şayed sarih bir merci bulamazlarsa asarın iktizaatını imaatını işaratını tedkık ederler; bulunursa o vechile mes’ele halledilir; yok bu suretle dahi bir mercie dest-res olamazlarsa artık mes’eleyi başka bir tarzda halletmek mümkün olamadığından çar-naçar sinde müctehedata pek nadir tesadüf olunur. Mesailin ekserisi bir esere: Bilhassa sünene müstenid olduğu görülür. Hicaz mekteb-i fıkhisinin bidayetinden ta şahsiyet kesbettiği güne kadar hep yeknesak gittiği görülür. Usul-i rivayat ve asar gittikçe hep tekessür eder. Çünkü asara sünene doğru tevcih olunan ihtiyaç onları hep birer birer meydana çıkarır; hep yavaş yavaş Hicaz mekteb-i fıkhisinde cem’ eylerdi. İşte bu cihetten şu mektep asarca en zengin en servetli sayılır. suretle rekabet edemezdi. Iraklılar Hicazlılardan istifade eylerlerdi. Fakat aksinin vukua geldiği bilinemiyor. Zaten fukaha-yı Hicaziyye kendilerinin eslafını Hicazileri mutlaka başkalarına tercih ederlerdi. Bilhassa Medineliler bu mübarek beldeyi bir merkez-i ilmi tanıdıklarından başkalarına atf-ı ehemmiyyet etmezlerdi. İşte bu suretle Hicaz mekteb-i fıkhisi safvetini tarz-ı müttehazini muhafaza ediyor; te’sirat-ı hariciyyeden müteessir olmuyordu. Bütün bununla beraber şu iki mektep arasında esas itibariyle büyük bir fark da meşhud olmaz. Bütün ihtilafat-ı fer’iyyenin ancak iki üç asla rücu’ ettiği anlaşılır. Çünkü Bil-husus evvelce arzetmiş olduğum vechile Ebu Hanife hazretleri ulema-yı Hicaziyye’nin en büyüklerinden telemmüz eylemiş ve istima etmiştir. Bununla beraber bu mektepler bir eser-i tasannu’ olarak taaddüd etmiş değildi. Belki bazı raflarına gitmiş mişkat-ı nübüvvetten bütün ashabın birden ahz ü iktibas eyledikleri esas üzerine bir mekteb-i fıkhi te’sis eylemişlerdi. Yoksa esasta olan bir ihtilafattan dolayı ayrılmış değildiler. Hicaz mekteb-i fıkhisinde Medine-i Münevvere ulemasının kesreti ve tetebbuatlarının parlaklığı ile Mekke-i Mükerreme şubesine faik sayılabilirdi. Filhakika Mekke’de fukaha-yı tabiinden Ata bin Ebi Rebah Tavus bin Keysan Mücahid bin Cübeyr İkrime Ubeyd bin Umeyr Amr bin Dinar Abdullah bin Ebi Melike Abdurrahman ibn Sabit… hazeratı ilm-i fıkha pek çok hizmetler etmişlerdir. Fukaha-yı Mekke ekseriyet itibariyle İbni Abbas ve bazen Ebu Hureyre Abdullah bin Ömer… hazeratına istinad ederler. bulunuyorlardıysa da mezheb müstaid olduğu terakkıye mazhar olamadı. Zaten şu iki şube arasında esas itibariyle gösterilebilecek kadar bir fark meşhud olmuyordu. Ve sonraları Medine şubesi parladı: İmam Malik Hazretleri yetişerek mevki-i riyaset-i fıkhiyi ihraz eyledi. İşte bundan sonra Hicaz mekteb-i fıkhisi meslekçe usul-i ictihadca bir vaz’iyyet-i mahsusa alarak bir şahsiyet kesbetti. ziyade müttakı afif ahvalce siretçe terbiyece tarikat-i eslafta sabit kadem idi. Onların hiçbir işlerine sözlerine bir nazar-ı tenkid ile bakmazdı. Mezheb-i alileri Mağribiler vasıtasıyla Endülüs kıtasında münteşir olunca sair ulum ve fünun Halime o mevlud-ı sa’ide memesinin sütünü emzirdi bu sebep ile koyunlar da ona ve oğullarına sütlerini içirdiler. Halime-i Sa’diyye evladıyla kaht u gala senesinde açlıktan helake takarrüb eylemişler iken mahza o nevzad-ı mübareği evladına mebzulen süt verdiler. cümlesi’den bedeldir zamir-i fail fetata ve zamef’ul-i sani ve bu cümlesi takdirindedir. İçirmek ma’nasına saky’den fiil-i mef’ul ve Halime’ye raci’. zamir-i mezkur üzelafzına rayerine vaki’ olmuş ve şu halde burada meBunlar sabahleyin sütsüz zebun koyunlar iken akşamleyin du. Halime-i Sa’diyye’nin koyunları o sal-i kaht u galada zebunlamış ve sütleri çekilmiş iken mahza o mevlud-ı sa’idin bereketiyle az bir zaman içinde semirdiler ve bol bol süt vermeye başladılar. fi’l-i nakıs ismi olan zamir-i müstetir koyunlara rahaber ve vavın teşdidiyle rekkea vezninde olarak haber ba’de haber ve bu da fi’l-i nakıs olup ismi olan cümlesinde leyda zarfiyet içindir. Ve car nın mukaddem haberi ve muahhar ismi fiilinin haberi. Esbah emsa fiilleri: Mazmun cümKaht u galadan sonra Halime nezdinde esbab-ı ıyş ü zin-degani bollaştı ol demde ki Halime’den Nebiyy-i A’zam Halime nezdinde esbab-ı maişet bollaştı çünkü Halime’den Resul-i Ekrem için kuvvet ve gıda hasıl oldu demektir. Hasılı yağmurlar kesilmiş yerler kuruyup ot ekin kalmamış iken o mevlud-i mübarek Halime’nin sütüyle tegazzi eylediği için ma-bihi’l-hayat olan eşya Halime nezdinde öyle bir zaman-ı kaht u galada mebzul ve firavan oldu. ef’al babından mazi ve ucuzluk bolluk oldu ma’naaynın fethi ve yanın sükunuyla hayata ve mada zamir mimin fethi ve hanın sükunuyla kurakzarfiyet veya ta’lil içindir. sare haber isim. Gıza’: Gaynın kesriyle zarf-ı müstekar ve gızanın sıfatı zamir HaMahfuzatım Bildiklerimi bütün unuttum eyvah! Hep sildi süpürdü sinemi dest-i şuun Kaldı leb-i hasretimde lerzan bir ah! Müellif-i şehir Gustave le Bon Psychologie du socialisme Ta’lim ve Terbiye” ünvanlı faslında mucib-i istifade birtakım mütalaat der-miyan ediyor. Bunlardan bazılarının hülasaten nakli şu makaleyi vücuda getirdi. Gustave Le Bon İngilizlerle Latinlerin ahvali mukayese edilecek olursa müessesat-ı akvamın te’sir-i ırki neticesi olduğunu yekdiğerine benzeyen birtakım isimlerin gayet mübayin müsemmaları tazammun ettiğini hükümdarlık ve cumhuriyet gibi muhtelif ünvanlarla yadolunan hükumetlerin taht-ı idarelerinde yaşayan akvamın mahiyeten müttehid ve birbirine gayet müşabih efkar-ı ictimaiyye ve müesseseleri olduğunu ismen yekdiğerine muhalif olan bu siyasi idarelerin milel ü akvamın ahval-i ruhiyyeleri üzerine hakıkı bir te’sir icra etmediğini beyan eyliyor. Buna misal olmak üzere Amerika’daki İngilizlerle Latin akvamı tarafından te’sis olunan cumhuriyetleri gösteriyor. Müellif diyor ki: Latin akvamının müessessat-ı siyasiyyeleri gayet müşabih olduğu halde iki kavmin tekamülleri tamamıyla yekdiğerinin zıddıdır. “Anglosakson” cumhuriyyet-i azimesi evc-i ala-yı terakkıye said olduğu halde Latinler tarafından te’sis olunan cumhuriyetler arazinin fevkalade münbit mahsul-dar nefad-ı na-pezir bir servet-i tabiiyyeyi haiz olmasına rağmen dereke-i süfla-yı inkırazda puyan olmaktadırlar. Bu cumhuriyetlerde sanayiden ticaretten eser yoktur. Bunların hepsi anarşi halindedir. Ser-karda birçok adamlar olduğu halde içlerinde memleketi hüsn-i idare bilecek birkaç kişi bulunmuyor. Bu adamların hiçbiri mukadderat-ı memleketi ta’dil bir hüsn-i surete tahvil edemedi. Bir millet için asıl haiz-i ehemmiyyet olan cihet kabul ettiği usul-i idare-i hükumet değildir. Boş bir libas-ı hariciden ibaret olan bu usul-i idare diğer libaslar gibi iktisa eden şahsın ahval-i ruhiyyesi üzerinde hakıkı bir tesir icra etmez. Bir milletin tekamülüne dair bir fikir peyda etmek için şahsın hükumete hükumetin şahsa karşı olan vezaifi hakkında o milletin ne gibi bir fikir perverde ettiğini anlamak lazımdır. Mebna-yı cem’iyetin cephesine yazılan cumhuriyet vesaire gibi ünvanların hiçbir faydası ehemmiyeti yoktur. duğu hakkında söyleyeceğimiz sözler yukarıki ifadatımızın sıhhatini te’yid edecektir. “Anglosaksonların” evsaf ve mezaya-yı esasiyyeleri teşebbüs-i şahsi metanet azim ve i’timad-ı nefs sözleriyle hülasa olunabilir. İ’timad-ı nefsten maksad bir kimseyi harekat ve sekenatında ahara ihtiyaç kaydından vareste kılan keyfiyyet-i rasihadır. İster hükümdarlık sonlar’ın gaye-i amal-i siyasiyyeleri pek vazıhtır. Yani onların gaye-i amali hükumetin vazifesini hadd-i asgarisine tenzil vezaif-i eşhası hadd-i a’zamisine terfi’den ibarettir. Latin akvamının gaye-i amali ise tamamıyla bunun aksidir. Anglosaksonlar’ın memleketlerinde şimendöfer liman darülfünun mektep vesaire gibi şeyler hep teşebbüs-i şahsi eseridir. Hususiyle Amerika’da hükumet bu gibi şeylerle asla iştigal etmez. İngilizler’in tabiatının akvam-ı saire tarafından hakkıyla anlaşılamamasına sebep İngilizler’in kendi milletlerine karşı iltizam-kerdeleri olan meslek-i şahsileriyle akvam-ı saireye karşı ittihaz eyledikleri meslek-i müştereklerinin yekdiğerinden hakkıyla tefrik edilememesidir. İngilizler şahısları Muamelat-ı şahsiyyelerine ait taahhüdlerine son dereceye kadar riayet ederler. Fakat İngiltere rical-i hükumeti İngiltere’nin menafi’-i umumiyyesi namına hareket edecek olurlarsa burada mes’elenin rengi tamamıyla değişir böyle bir hal vukuunda onlar kendilerini her gune kuyuddan azade görürler. Mesela bugün bir adam İngiltere rical-i hükumetinden birine müracaatla: Falan yerde milyoner bir ihtiyar kadın var bunu öldürüp milyonlarını der-ceb etmekte sizin cek olsa gideceği yer doğru hapishanedir. Fakat öteden bir serseri çıkıp da yine o devlet adamına: Afrika-yı cenubide müdafaadan aciz küçük bir cumhuriyet var. Ben bir çete teşkiliyle orasını zabt ahalisinin bir kısmını katletmek bu suretle İngiltere’nin servetini tezyid eylemek niyetindeyim dese bu teklifi derhal kabul edilir kendisi de fevkalade hüsn-i kabule mazhar olur. İngiltere hükumeti Hindistan’daki küçük hükumetlerin ekserisini bu suretle zabtetmiştir. Te’sis-i müstemlekat hususunda akvam-ı saire tarafından da aynı usule müracaat edildiği halde bunların İngilizler kadar nail-i muvafakkiyyet olamamalarına sebep İngilizlerin böyle şeylerde daha cesur daha mahir olmalarındandır. Müelliflerin tatlı uykularını feda ile vücuda getirdikleri hukuk-ı düvel vesaire gibi müellefat köhneleşmiş; daha faydalı bir şeyle iştigal edemeyecek derecede yorgun düşmüş birtakım müntesibin-i ilm-i hukukun boş vakitlerini istifadeli bir surette geçirmek için terip edilmiş adab-ı nezaket mecmualarından başka bir şey değildir. Muharrerat-i siyasiyyenin hatimesinde yazılan cümel-i ihtiramiyye ve dostaneye ne kadar ehemmiyet veriliyorsa tatbikat itibariyle o gibi müellefata da o kadar ehemmiyet verilir. İngilizler akvam-ı saireye besledikleri iştirak-i menafi’ hissini hiçbir millette bulmak mümkün değildir. İngilizlerin bu ve bu gibi hissiyyatı ruh-i millileri neticesi olan ittihad fikirlerinden münbaistir. Bir İngiliz dünyanın neresinde olursa olsun kendisine İngiltere’nin timsal-i zi-hayatı nazarıyla bakar; İngiltere’nin menafiine hizmeti kendisi için en mübrem bir vazife suretinde telakki eder. Tan gazetesinin Transval muhbiri vaktiyle gazetesine gönderdiği bir mektupta şu yolda idare-i lisan etmişti: tıkları yerlerde evvel-be-evvel akvam-ı saireye olan tefevvuklarını bir hakıkat-i sabite olmak üzere ortaya sürerler. Metanetleri vahdet ve itilafları sayesinde ahlaklarını eğlencelerini lisanlarını gazetelerini hatta usul-i tabhlarını bile o memleketlere sokarlar. Akvam-ı saireye fevkalade nazar-ı istihkar temlekeden dolayı İngilizlerle rekabete kalkışacak olursa gün görülmektedir. Akvam-ı sairede pek nadir olarak tesadüf edilen bu “solidarity” İngilizlerde mukavemet mümkün olamayacak bir kuvvet husulünü mucib olmuştur. İngiltere diplomasisinin nüfuzu kuvveti bundan ileri gelir. İngiliz ırkının mesleği müddet-i medideden beri taayyün takarrür etmiş olduğundan İngiltere diplomatlarının mesail-i esasiyye hakkındaki fikirleri yekdiğerinin aynıdır. İngiliz diplomatları milel-i saire diplomatları derecesinde haiz-i malumat olmamakla beraber vahdet-i fikr ü süluk sahibidirler. Bunlar müttehidü’l-efkar oldukları cihetle kolayca birbirlerinin yerini tutarlar. Bir İngiliz diplomatı selefinin isrine iktifaen tamamıyla onun gibi hareket eder. Latinlerde emir ber-akistir. Mesela Fransa müstemlekatında valilerle beraber usul-i idare de değişir. Bu tebeddül-i idare herkesin fikri tarz-ı telakkısi başka olduğundan ileri gelir. Halbuki bir adamın başladığı bir iş ondan sonra gelen adam tarafından ta’kıb edilecek olursa terakkı edeceği tabiidir. Sonradan gelen selefinin idaresini ta’kıb etmeyip kendi tarz-ı telakkisine fikrine göre idare-i umura kalkışacak olursa tabii selefinin semere-i ictihadı mahvolur. Halefi yeniden işe başlar bir dereceye kadar ileri de götürür. O da infisal etti mi ondan sonra gelen onun icraatını usul-i idaresini o noktada bırakıp tekrar kendi ictihadına göre bir meslek takibine başlar. Bu suretle eslafı tarafından çekilen emekler heba olur gider. Çünkü her teşebbüs bidayet derecesini geçemez. Güdük kalır. Lakin bu mülahaza meslekleri taayyün etmiş olan akvama göredir. Meslekleri taayyün etmemiş akvam hakkında kabil-i tatbik olamaz. Tatbik edilecek olursa fasid üzerine bina-yı maslahat edilmiş olur ki caiz değildir. Fakat nefislerine hasr-ı şeref marazına mübtela olanlar başkalarının mehasinini kabayih suretinde görmekten göstermekten kendilerini alamazlar. Bunun için onların icraatındaki isabeti görseler bile daima nakızini iltizam ederler. Bu maraza mübtela olanlar görecek olurlarsa def’ etmeye galebe çalmağa çalışmalı. mezayayı bizim usul-i terbiyyemize son dereceye kadar mugayir olan usul-i terbiyyeleriyle muhafaza ederler. Kitaplarla ta’lim ve terbiye usulüne ehemmiyet vermezler nazar-ı istihkar Artık bizim mekteplerin halini düşünmeli bir sınıfta hepsi kitaptan olmak şartıyla otuz altı fen tedris olunuyor çocukların kafasında türlü tenceresi gibi her çeşitten bir parça bulunuyor kitap okumaktan gözlerine zaaf tari ezbercilikten dimağlarına vaktinden evvel rehavet arız oluyor. Mekteplerimizde ameli hiçbir şey yok. Çocuk rüşdiyenin bilmem kaçıncı senesinde Dürr-i Yekta Şerhi gibi bir adamı fakih edebilecek koca bir kitabı okuyor da sonra doğru dürüst abdest almasını bilmiyor. Garib adamlarız. Ata binmeyi silah atmayı hatta denizde yüzmeyi bile kitaptan öğreniriz. Sonra bir fiske taşı atamaz yarım arşın umkunda bir havuza düşsek boğuluruz seksen yaşında bir taşçı eşeğine binsek muvazenemizi kaybederiz. Hamil-i emanet-i kübra-yı nazariyyat oluruz. Ameliyyata gelince hiç! Her işimiz böyle bakalım ne faydasını göreceğiz nasıl adamlar yetiştireceğiz. bar ederler. İngiltere’de bir şeyi ameli olarak öğrenmek nazari olarak öğrenmeye tercih olunur. İngiltere’de tahsil-i ibtidai on beş yaşında biter. İngilizler bunu baliğan-ma-belağ kafi görürler. Tahsil-i idadi gah gece derslerine devam şartıyla çocuğun kendi hanesinde gah köylerdeki mekteplerde Bu mekteplerde kafa işlerinden ziyade marangozluk duvarcılık bahçıvanlık çiftçilik vesaire gibi el işleri vardır. Müstemlekat için adam yetiştirmeye mahsus mekteplerde çocuklara hayvan yetiştirmek usulüyle ziraat inşaat vesaire gibi hali bir yerde bulunan bir adamın yapabileceği daha doğrusu yapmaya mecbur olacağı şeylerin kaffesi öğretilir. da vermezler. Bizim gıpta dediğimiz şeye onlar tehlikeli şayan-ı nefrin bir hiss-i hased nazarıyla bakarlar. Çocukların muhasedesinde mahzur-ı azim mütalaa ettiklerinden mükafat filan gibi calib-i hased olacak şeylerle onları birbirine düşman etmezler. Lisanı tarih-i tabiiyi hikmet-i tabiiyi ameli bir surette öğrenirler. Çocuklar alel-ekser on beş yaşında mektepten çıkarlar bir sanata süluk ederler. Zahiren gayet muhtasar gibi görünen bu ta’lim ve terbiye İngilizlerden mükemmel alimler yetişmesine mani olmamıştır. Darülfünun haricinde yetişen bu alimler daha mükemmel mektepleri olan memleketlerde yetişen erbab-ı danişten aşağı değildirler. İngiliz erbab-ı fünunu kendi kendilerine yetişenlerde görülüp bizdeki erbabı fünun gibi bir kalıptan çıkan kimselerde meşhud olmayan orijinalite yani garabet-i mahsusalarıyla mütemeyyizdirler. “Cambridge Oxford Newton darülfünunları gibi darülfünunlara yalnız zadegan evladı devam eder. Leyli ücret-i tedrisiyye altı bin franktır. Bunlara devam eden talebenin adedi de altı bini tecavüz etmez ki nisbeten gayet az demektir. Bu mekteplerde talebenin fevkalade serbest bırakılması gayrın delaletine arz-ı ihtiyaç kaydından vareste olarak kendi kendilerini idareye alışmaları içindir. Bir İngiliz bu noktaya ta’lim ve terbiyenin esası nazarıyla bakar. Emri itaati tazammun eden oyunlar İngilizlerin nazarında iştirak-i menafi’ inkıyad metanet dersleridir. Onlar bu gibi oyunları tahsil nam-ı umumisi altına giren birçok saçmalara tercih ederler.” Şekilde fikirde görülen bu garabet-i mahsusa İngiliz alimlerinin asarında da meşhuddur. Bunlardan bazılarının asarı tedkık edilecek olursa bu garabet bu başkalık her sahifede kendini gösterir. Halbuki Fransız müelliflerinin kaide-perverane yazılmış soğuk eserlerinden biri mütalaa edildi mi ötekileri okumaya hacet kalmaz çünkü hepsi bir modelden Bunların maksadı ilim değil imtihan için talebe hazırlamaktır hatta bunu kitapların kabına yazmakta bile kusur etmezler. El-hasıl İngilizlerin çocuklarını ta’lim ve terbiyeden maksadları cedel-gah-ı maişete atılmak için silahlandırmaktan ibarettir. Yoksa çocukların dimağını fotoğraf kovanı gibi lüzumlu lüzumsuz birtakım şeylerle doldurmaktan sonra eline: Al ne halin varsa gör! Cümle-i taziriyye ve tahyiriyyesinin bir şekl-i resmisinden başka bir şey olmayan mühürlü bir kağıt verip mektep kapısından dışarı etmek değildir. olup te’min-i saadet ve azametlerine kafi bulunan i’timad-i nefs fazilet-i esasiyyesinin husulüne hadimdir. Yukarıdan beri ta’dat olunan bu kaideler İngiliz kavminin ruhunu teşkil eden hissiyatın neticesi olduğundan o ırka mensub akvamın sakin oldukları memleketlerin kaffesinde bilhassa Amerika’da dahi mevcuddur. Amerikalıların gaye-i maksadları insanları diploma almak için değil cidal-i hayat için hazırlamak bunun netaici de teşebbüs-i şahsi fikrine vüs’at vermek kuvvet-i azmi tezyid etmek herkesi kendi kendine düşünmeye alıştırmaktır. Bu fikirlerle Latin efkarı arasında fark-ı azim vardır. lünü te’min edecek esbaba tevessül olunur. Konferans Ne diyorduk?... Diyorduk ki bir kelime ile anlatılamayan ma’nalar birden ziyade kelime ile anlatılır… Bu usul yalnız bu noktaya gelmiş oluyor. Fiiller kökçe ufak bir değişme ile müteaddi olarak mechul olarak mütavi’ ve müşarik olarak müteaddi iken tekrar tekrar müteaddi olarak büyük bir kolaylık te’min ediyor. Bu bir iştir… Fakat “Lütfu var olsun eder ihsan ihsan üstüne” diye övülmeye ve övünmeye her cihetten layık olan keremi bol lisanımız bu kadarla kalmamış… Kökteki kullanıştan başka fazla bir kullanışa daha müsaade göstermiş… Çünkü ne olsa kökteki kullanış yalnız bir kelime üzerine yüklenen bir kullanıştır. Halbuki isimlerde gördüğümüz vechile bu kadarı her vakit kafi değil… İşte lisan buna da çare bulmuş… Bir ana kelimenin yanına başka mütemmimler muavinler koşuyor da “aldı” “buldu” gibi geniş ve karanlık ma’naların “su aldı” “faide buldu” suretinde biraz hududu darlaşıp tahassus ve taayyün etmesine ve “görebildi” “bakıyordu” gibi bir birleşme ile fiillerde esasen mevcud olmayan başka bir ilişikliğin hasıl olmasına ve “gördü idi” “bakmış lıklar bulunmasına ve böylece fiil makinesinin daha elverişli Fiillerin bu noktadaki mürekkebliğini anlamak için ne yapmalı? Fiiller nasıl mürekkeb olur sualine nasıl cevap vermeli? Bunun için fiillerin kaç şekilde mürekkeb olup bunların Evet bunun için yüzlerce binlerce emsal toplamalı bunları Bunu da böyle yapıp bir emsal sergisi açtık farz edelim. Neler buluruz? Birinci derecede “su aldı” “faide buldu” gibi şeyler önümüze çıkar. Burada sigalarla şahıslarla işimiz olmadığından “su aldı” “su almış” ilh “su aldım” “su aldın” gibi “iş aldı” “kan aldı” “soğuk aldı” “hava aldı” “derd aldı” “bela aldı” “ibret aldı” “ele aldı” “elden aldı” “ayakaltına aldı” “geri aldı” “yukarı aldı” diyoruz. Kezalik “yol buldu” “çare buldu” “karar buldu” “kararını buldu” diyoruz. “Aldı” “buldu” fiilleri ma’naları ziyadece geniş olan fiillerdir. Ma’naları o kadar umumi ve geniş olmayan fiillerde de bu yolu tutup “baş attı” “kaş çattı” “göz yumdu” “göz kırptı” “burun kıvırdı” “çene çaldı” “gerden kırdı” “el koydu” “dirsek verdi” “ayak bastı” “yan çizdi” “can attı” “ömür sürdü” “tütün içti” “gün battı” “ay doğdu” “yıldız düştü” diyoruz. Misalleri yüzlere çıkarmak gayet kolay.. Fakat buna hacet var mı? İşte görüyoruz ki bunların hepsinde fiilin yanına isim cinsinden bir şey gelmiştir: Fiil budur. Fiilin yanına gelen mütemmimler hal icabı olarak bazen “el etek öptü” “kan terlere battı” “yüzsuyu döktü” “göz nuru sarf etti” gibi ikiz ve üçüz ve daha ziyade olur. Bu türlü mürekkeb ta’birlerde mütemmim işi gören kelimeler kendi fiillerinin ihtimal ki failidir mefulüdür zarfıdır halidir falanıdır. Fakat bizim burada dikkat edeceğimiz şey bu değildir.. Bir kelime ile eda edilemeyen ma’nanın birden ziyade kelime ile eda edilmesidir. Filhakika mürekkeblerin “buz tutmak” “ ” “çoban olmak” “beniz atmak” “bıyık burmak” “göz kıpmak” “yan çizmek” gibilerinde faili mefulü ayırabilmek bile kabil olmuyor veya müşkil oluyor. Bunlar hemen kaynaşıp yekpare oluverecek kadar birbirine uygun ve tutkun… Bu hakıkati isbat eden delillerdendir ki isimlerde mesela “sütlü aş” terkibinin kaynaşıp “sütlaç” olduğu gibi fiillerde de “ne olmak” “ne etmek” ta’birleri bir vakitler “n’etmek” “n’olmak” şekline girebilmiştir. Ana ma’naları pek geniş olduğu için daima mütemmim almağa muhtaç olan fiillerden “oldu” “olundu” “etti” “eyledi” “kıldı” “yaptı” “edildi” “kılındı” “yapıldı” “buyurdu” gibi birkaçı Arabi’den ve Farisi’den ve sair yabancı lisanlardan alınma mütemmimlerle birleşmeye pek meyyal ve pek alışıktır. Bunlarda “hasıl oldu” “muhtaç oldu” “baliğ oldu” “mümeyyiz oldu” “aşık oldu” “dildar oldu” “hoşnud oldu” “imtihan oldu” “imtihan olundu” “tahrip olundu” “imtihan etti” “tahrip etti” “şüphe etti” “hak etti” “kerem etti” “ikram etti” “tekrim etti” “tekerrüm etti” “şad etti” “dilşad etti” “deruhte etti” “bertaraf etti” “cüst u cu etti” “güft ü gu etti” “protesto etti” “prova etti” deriz. Bu da işin tabiatı icabıyla bu kadarla kalamaz.. “İhtiyaç hasıl oldu” “herc ü merc oldu” “zir ü zeber oldu” “maslahat “ahd ü peyman etti” “maslahatı iyi idare etti” şeklinde mütemmimler yavaş yavaş büyür ikizlenir çatallanır. Mütemmimlerin böyle bir cihetten isim ve sıfat vesaire olması ve diğer cihetten de iki üç olmakla beraber Arabi ve Farisi ve hatta mürekkeb Arabi ve Farisi olması işin hududunu açtıkça açar.. “Gark-ı nur oldu” “vesile-i teşerrüf oldu” “vasıl-ı rahmet oldu” “ilan-ı harb olundu” “idare-i maslahat edildi” “ifade-i hal etti” “irae-i tarik etti” “arz-ı tabiatı hilafında yavaştan başlayan yolsuzluk büyür büyür büyür… Bu noktada Türkçe’yi ve Türkçe terkip işini kuru ve katı görerek mülemma ifade denizlerinde dalmak yüzmek hevesinde ve hevasında olanlar daldıkça dalıp “mecrurül-fuad oldu” “rıbka-bend-i inkıyad oldu” “tam’a-i lehib-i hanumansuz-ı harik-i fesad oldu” “üftade-i megak-ı hevlnak-i helak oldu” “mir’at-i suver-nüma-yı cüz’iyyat ü külliyyat edildi” “yadigar-ı sahaif-i acaib-nisab-ı kitab u hadisat edildi” “nuş-i şerbet-i şehadet etti” “tahrik-i çarh-ı azimet etti” “hüsn-i idare-i umur etti” “takvim-i muavvecat-ı mu’zamat-ı umur-ı cumhur etti” gibi dalgalara kapıldıkça kapılıp boğulur boğulur giderler. Terkip işinde ihtiyaç hududunu tecavüz edenler ne yaparsa yapsın.. İşin iç yüzü ve bizcesi pek sadedir.. Ne oluyor? Bunların hepsinde fiil isim ve sıfat ve zarf gibi isim cinsinden mütemmimler alıp eksiklerini yoluna koyar. Bunlar fiilin başka noktalarca nesi olursa olsun bizim baktığımız noktadan mütemmimidir işte bu kadar.. Bizce Türkçe’de mesela “muhtaç oldu” “dava etti” ma’nalarını ifade eden tek kelime olmadığından çaresiz terkib yoluna gidip “muhtaç oldu” ve “dava etti” diyoruz. Fiillerin mütemmimler alarak eksiklerini doldurması bahsinden birinci nazarda öne çıkan şeyleri gördük. İkinci derecede göze çarpan “görebildi” “uyuyuverdi” gibi şeylere geldik. “Görebildi” “uyuyabildi” “görüverdi” “uyuyuverdi” “göreyazdı” “uyuyadurdu” “uyuyakaldı” “uyuyagitti” diyoruz. Böyle demekle ne yapıyoruz? İş yine sade… Fiile kendi cinsinden bir mütemmim vermiş oluyoruz. Bunda temel yerini tutan fiilin ma’nası daha geniştir daha ammdır. Mütemmim işi gören fiil bu ma’nayı darlaştırıp tahsis ediyor. Misallerdeki “bilmek” “vermek” “yazmak” vesaire gibi ma’nalar bildiğimiz “bilmek” “vermek” “yazmak” değildir. “Bildi”.. Çok geniş bir ma’na… O kadar geniş ki kendi hududundan aşmış taşmış… Buna başka bir fiili mütemmim koşmakla bu ma’nayı iyice topluyoruz… Birleşen iki kelimeden yeni ve daha hususi bir ma’na çıkartıyoruz. “Verdi” kezalik geniş bir ma’na… Bu ma’nayı gelen mütemmim fiil ile topluyoruz… “Yazdı” vesairede de böyle. Hani medreseden çıkma bir söz var: Kelamda menat-ı hükm kaydidir derler… Burada da kaydolan mütemmimin ma’nası nazarda.. Filhakika “görebildi” sözünde “bilmek” ma’nası çok değişik çok şamil. Fakat “görmek” ma’nası birazcık değişmiş.. “Görebildi” demek ne tamam tamam “görmeyi bildi” demek. Ne de yalnız yalnız “gördü” demek. Belki ikisi ortası bir şey.. “Görmeye muktedir oldu” demek. Diğerlerinde de bu haller mevcut. Şöyle bir bakmakla görüyoruz ki mürekkeb fiilin bu şeklinde mürekkeblik iki fiilin birleşmesiyle olmuş… Fiilin birisi umumi ma’nalı bir şey.. Bunun ana ma’na unsuru da siga unsuru da şahıs unsuru da yerinde… Bu sebeple kendisi tam bir fiil… Bunun üstüne gelmiş olan diğer fiil ise vakıa sigaca tasarruf olunmuyor şahısça tasarruf olunmuyor hep bir halde kalıyor. Fakat kendisi tasarrufa ve tasrife kabildir. Bu sebeple bu da tam bir fiildir. Şu halde bu şekilde tam fiiller yine kendi cinsinden tam fiilleri mütemmim almış oluyor.. Bu şekil tam fiillerin kendi cinsinden mütemmim alması demektir. Bu nevi’ mürekkeb fiiller için kavaid-namelerde muntazam ve mantıka uygun bir tertip ve tensik yapılmamıştır. Bunların çokluk hatırları sayılmıyor. Bunlardan “bilmek” ve “vermek” ile mürekkeb olanları en çok kullanılanlarıdır. “Bilmek”le mürekkeb olanlara “fi’l-i iktidari” ve “vermek”le mürekkeb olanlara “fi’l-i ta’cili” derler. “Göreyazdı” “uyuyadurdu” “uyuyakaldı” gibi daha az kullanılan mürekkeb fiillere de sıra ile “fi’l-i takribi” [fi’l-i mukarebe fi’l-i müfacee] “fi’l-i istimrari” “fi’l-i istikrari” denilir. “Yazadüştü” “yazageldi” “yazagitti” suretindekilerin isimleri yok kullanılması daha az. Bilmem bunlara “fi’l-i takibi” “fi’l-i istiğrakı” “fi’l-i te’yidi” dense olur mu? Bu nevi’ tam fiillerle birleşmiş mürekkeb fiillerin iştikakı tasrifi nefyi istifhamı için söyleyecek söz hemen yok gibi. Bu işler tabiatıyla temel demek olan ana fiilde olur ve hepsi kaidelerine uyar.. Şu kadar var ki fi’l-i iktidarinin nefyi bir miyor “göremedi” deniyor. Diğer cihetlerde kaideler sabit ve muttarid.. Mesela iştikakta “görebildi” “görülebildi” “görünebildi” “görüşebildi” “görüştürülebildi” “görebilmiş” dariden maadasının nefyinde “görüvermedi” ilh istifhamda “görebildi mi?” ve “yazıvermedi mi?” ilah deniyor. Geçen nüshamızda münderic Buhara mektubunun tetimmatından bulunan ve muhabirimizin bast u beyan eylediği ahval ü şuundan istihracat-ı zatiyyesini tazammun etmekte olan mütalaat ve mülahazatın nüsha-i mezkurede Sıratımüstakım’e izafet suretiyle gösterilmiş olması eser-i sehv olmakla tashih-i keyfiyyet olunur. Rusya’da mekatib-i ibtidaiyye hakkında tanzim olunan kanun layihasının bazı maddeleri Duma Meclisi’ndeki İslam meb’usların nazar-ı dikkatini celbetmekle a’za-yı muma-ileyhim toplanıp layihanın üç maddesini kendi nokta-i nazarlarına göre ta’dil etmek istemişlerdir. “Rus olmayan aileler çocuklarının Rusça’yı bilmemelerine nazaran ibtidai mektebin birinci ve ikinci senelerinde Rus lisanıyla beraber mensub oldukları kavmin lisanında tederrüs etmeleri caizdir. Maamafih daha ilk seneden itibaren Rusça ta’lim edilir.” Maddesi aza-yı müslime tarafından şu suretle ta’dil edilmiştir: “Müslüman çocukları cemi’-i ulumda kendi kavimlerinin lisanıyla tederrüs ederler. Bu çocuklar Rus lisanının taallümüne ancak ibtidai mektebin üçüncü senesinde başlayabilirler.” Duma Meclisi’nin maarif encümeni bu ta’dili reddetmiştir. Layiha-i mebhusun-anhanın muhtac-ı ta’dil görülen diğer bir maddesi de şudur: “Mekatib-i ibtidaiyyede tedrisat-ı diniyye için hazine-i devletten tahsis olunan para yalnız Hıristiyan dininin ta’limine mahsustur. Din-i Mesih ile mütedeyyin olmayanlara gelince: Bunlar tedrisat-ı diniyye mesarifini kendileri eda etmek ve Rusya hükumetinden hiçbir şey almamak şartıyla mekteplerde kendi dinlerini taallüm edebilirler.” Aza-yı müslime bu maddeyi de ber-vech-i ati ta’dil etmek “Her yerde etfal-i müslimin için tedrisat-ı diniyye mecburidir” Maarif Encümeni bu ta’dili de kabul etmemiştir. Ümem-i gayr-ı Mesihiyye’nin lisan-ı kavmiyyetlerini tedristen bahis olan maddeyi de: “Müslümanların sakin oldukları mahallerde çocukların kendi lisanlarını ve dinlerini birlikte ta’lim etmeleri mecburidir.” diye ta’dil etmek istemişler ve fakat buna da muvaffak olamamışlardır. Duma Meclisi’ndeki Oktobristler sol taraf azasının muhalefetlerine bakmayarak ekseriyetle müslüman meb’uslarının ta’dilatını reddettirmeye muvaffak olmuşlardır. Petersburg’tan Osmanischer Lloyd gazetesine yazılıyor: Duma Meclisi’nde son günlerde Rusya’nın Rus olmayan memalikinde bulunan mekteplerde tedris olunan lisanlara dair müzakerat cereyan etmiştir. Rusya’daki İslam mekteplerinde tedrisatın hangi lisan üzere icra olunacağı pek ziyade nazar-ı dikkati celbetmiştir. İslam fırkası reisi bu mekteplerin tedrisat-ı umumiyyesi için mutlaka Türk lisanını taleb etmiş ve Tatar lisanı edebiyata malik olmadığı halde lisan-ı Türki’nin müterakkı ve mütemeddin bir lisan olmasından dolayı bilinmesi her Tatar için lazım olduğunu söylemiştir. Hasmamedov Haydar Has Muhammed Efendi’nin talebi ekseriyet reddolunmuştur. Çünkü Rus nasyonalistler lisan-ı Türki’nin Rusya’da tedris edilmesi tehlikeli bir şey olduğunu söylemişlerdir. Panislamizm nümayişleri Rusya’da günden güne tezayüd etmekte olduğundan şimdi lisan-ı Türki İslam mekteplerinde lisan-ı tedris kabul edilecek olur ise bunun Panislamizm nümayişlerini daha ziyade teshil edeceği söylenmişti. Hatta bazı Rus nasyonalistleri “Panislamizm tehlikesinden” bile bahsetmişlerdir. Bunun üzerine lisan-ı Türki’nin tedrisi suret-i kat’iyyede men edilmesine karar verilerek Tatar lisanı kabul olunmuştur. Rusya Duma Meclisi’nin şu kararına –haberin sıdkı halinde– teessüf ederiz her memlekette mecalis-i milliyye hukuk-ı tabiiyye-i beşeriyyeyi muhafaza ve müdafaa eder. Bir hükumette meclis-i millinin bulunması o hükumeti teşkil eden bütün anasırın te’min-i saadeti için bir zıman-ı kavidir. Mecalis-i milliyye kendilerinden muntazır olan şu gayeyi te’mine çalışır. Mevcudiyetlerinin vukuu melhuz haksızlıkları bertaraf edebilmeye kuvve-i te’yidiyye telakkısi hakkında perverde olunan fikrin isabetini isbata uğraşır halbuki Duma Meclisi şu kararıyla kendisinden muntazır olan hizmeti derekesine tenezzül ettiğini gösteriyor. Millet-i mahkumeyi mucib-i necah ve terakkı gördükleri lisanlarını tedris ve taallümden men’ ile millet-i hakimenin münasip gördüğü lisanı kabul etmelerini taht-ı karara almak nasfet-i hakimiyyete şan u şeref-i hürriyyete muvafık mıdır? Mevhum siyasi mahzurlar der-miyanıyla milel-i mahkume nan İslamları efkar-ı umumiyyede vatana ihanetle müttehem göstermek ve terakkıyat-ı tabiiyye-i milliyyelerini idama mahkum eylemek Rusya meşrutiyetinin ilk icraatı mı olacaktı? Meclisçe bin müşkilat ile kabul edilen serbesti-i edyan esasının hükumet-i mutlakanın ilkaat-ı müstebidanesi neticesi olarak Rusya hey’et-i a’yanı tarafından paçavraya çevrilip meclisin yüzüne fırlatıldığı henüz unutulmadı. Bu derece mezahim ve müşkilat ile muhat bulunan Rusya Millet Meclisi’nin muhafaza-i mevcudiyyet edebilmesi için kavaid-i meşrutiyyetten ser-i muy inhiraf etmemesi lazım gelir miyye-i beşeriyyeye bizzat pay-mal-i tecavüz olması doğrusu bütün meşrutiyet muhiblerini müteessir ve me’yus ediyor. Her türlü terakkıyata müstaid bir devlet-i muazzamanın mukadderatını bu kabil efkar-ı sehife ve mülahazat-ı hasiseyi bedreka-i harekat ittihaz eden zevatın tedvir etmekte bulunması Rusya hükumeti için cedir-i terahhum bir eser-i bedbahtidir. Sansör Efendi Petersburg kütüphane-i imparatorisi şark şubesinde kitaplar dizmekle meşgul idi. Bize yol gösteren hademe: – Efendim bu zatlar sizi görmek istiyorlar dedi. Sansör Türkçe: – Safa geldiniz hoş geldiniz efendiler! Afv edersiniz biraz meşgulüm şimdi bitireceğim. Bir iki dakikada işini bitirdikten sonra: – Buyurunuz efendim buyurunuz! Bulunduğumuz küçük salondan büyüğüne geçiverdik. Yolda: – Ey siz ne taraftan? Türkler misiniz? – Hayır efendim Kazanlı Tatarlarız. – Öyle ise Rusça konuşursunuz. – Azıcık.. – Pekala o halde Rusça konuşalım. Buralı olduktan sonra ne hacet başka lisanla konuşmak.. Artık Rusça konuşmaya başlamıştık büyük salondaki yazı masalarından birisinin yanına gelip oturduk; burası Sansör Efendi’nin makam-ı mahsusu olacak. – Ey ne var ne yok? – Petersburg’a bazı işlerle gelmiştik. Müsteşrikın-i meşhureden olduğunuz gibi bizim kitapların sansörü de bulunduğunuz cihetle sizinle teşerrüf ve tefeyyüz etmek istedik. – Teşekkür ederim memnun oldum. Ben de istifade ederim. Sizin gibi misafirler çok gelmiyor… – Umumiyyetle sansürün şiddeti eksiltilecek deniliyor acaba bunun bizim matbuata da te’siri olur mu? Mesela on beş senedir Kazan’dan istenilmekte olan Tatarca cerideye müsaade olunur mu? – Oo Tatarca! Lakin Tatarca yok ki.. – Nasıl Tatarca yok mu! Biz kendi aramızda evde pazarda daima Tatarca namını verdiğimiz bir lisanla tekellüm ediyoruz. – Evet öyle evde pazarda adi şeyleri ifade edecek bir lehçe var. Lakin onunla ne edebi ne de ilmi bir eser yazılamaz. – Şimdi az çok büyük küçük iyi kötü yazılan edebi risaleciklerimiz biliyorsunuzdur- Tatarca yazılmış değiller mi? –Asla! Onlarda birçok ecnebi sözü var: Arapça’dan Farisi’den Frenkçe’den alınmış. Bununla beraber pek çocukça şeyler… –Edebiyatımızın mükemmelliğini iddia edip de gülünç olmayı hiçbir vakit istemeyiz; maamafih gittikçe tekemmül ettiğini siz de tasdik edersiniz sanırız. Evet bazen ecnebi kelimeler istimal ederiz fakat bu yalnız bizim lisana has mı? Pek mükemmel Rus dili bundan tamamen müstağni mi? çarşılarda müstamel dilde bulamadık mı lisanımızın eski kelimelerinden ve onlarda dahi bulamadık mı hakıkaten tükenmez bir hazine olan dini lisanımızı Arapça’dan alıyoruz. Rusların . asrında Rusça edebi denilecek bir hale gelmiş miydi? Ruslar çalıştılar. Mükemmel bir lisan-ı edebi vücuda getirdiler. Biz henüz . asırdayız biz de çalışır lisanımızı terakkı ettiririz. El-yevm tekemmül-i tam hasıl edememiş diye bir lisanı yokluğa mahkum etmek sanmayız ki doğru olsun. – Öyle lisan yapılacak zamanlar artık geçti: Şimdi dünyada başka işler pek çok. Sizce en faydalısı mükemmel ve müterakkı bir lisanı kendinize almaktır. Öyle yabancılardan Araplardan Frenklerden kelime alacağınıza demiryoluna şimendöfer diyeceğinize kendinize en yakın dili hükumet dilini –bakınız Rusça demiyorum– neden istimal etmemelisiniz? Bir de sizin cerideleriniz olsa onların kendilerine mahsus efkar neşretmeleri melhuzdur. Şimdi muhtelif Rusça gazeteler arasında ihtilaf-ı efkar mevcut olduğu gibi sizinkilerin efkarıyla diğer bazı ceridelerin neşriyatı arasında dahi ihtilaflar olabiliyor. Halbuki hükumet bu gibi ihtilaflara meydan vermemekle muvazzaftır. Çünkü ihtilafattan münazaat ve hatta bazı netayic-i müessife çıktığı vakidir. Hasılı hükumet tevlid-i ihtilafat edebilecek vesaitin zuhuruna mani olmak mecburiyyetindedir. – Dedikleriniz vezaif-i hükumet hakkında bir nazariye telakki olunabilir. Fakat bundan başka nazariyelerin de vücudu netaic-i müessifeyi mucib olabilecek zehabıyla birçok ihtiyacat-ı tabiiyye ve medeniyyeyi men’ etmekle muvazzaf olmayıp ancak asayiş-i umumiyyeye suitesiri dokunan hadisatın önünü almaya mecburdur denilebilir. Ve hatta yanılmıyorsak medeni hükumetlerin hayata tatbik ettikleri nazariyeler bu sonrakine daha yakındır… Biz bu nazariyelerden hangisinin daha sahih olduğunu tedkık edebilecek kadar ma’lumatlı değiliz. Ancak bize öyle geliyor ki eğer birinci nazariyyeyi Rusya için daha ziyade muvafık-ı maslahat görüyorsanız o halde onu yalnız Tatarca matbuata değil Rus matbuatına da tatbik etmeniz lazımdır. Lakin Rus gazetelerinin te’siratı göz önünde olduğu halde onlar tab’ u neşr olunup duruyorlar. Ancak iş Tatar matbuatına gelince belki bilahare muzır tesirleri olur vehmiyle Tatarca’nın yokluğu dava-yı garibine kadar kalkışılıyor!... – Hem canım ceridelerin matbuatın ne lüzumu var?... Beyni yormak asabı taciz etmekten gayrı ne faydaları oluyor ki?.... Petersburg’ta birkaç gün cerideler çıkamadı ne kadar da rahat ettik. Siz henüz onlardan masunsunuz Allah’a şükredin de başınıza beyhude bela aramayınız… – Demek siz de medeniyet ve asarını muzır görenlerden – Size başka türlü izah edeyim: Bir eve misafirler toplanmış bir arada iken cümlenin bilmediği bir dil ile birkaç misafirin konuşması iyi terbiyeye muvafık mıdır? O dili bilmeyenler “Acaba aleyhimizde bir şeyler söylenmiyor mu?” diye şüpheye düşmezler mi?.. İşte Rusya da böyle büyük bir eve benzer. Türlü dilden halk var bunların çoğu sizin dili bilmiyor eğer siz Tatarca kitap ya ceride yazarsanız Rusyalıların çoğu “Acaba bizim aleyhimizde yazmıyorlar mı” diye şüphelenecek; dediğim doğru değil mi? – Doğru öyle bir şüphenin husulü gayr-ı mümkün değil. Fakat dün gördüğümüz Dahiliyye Nezareti büyük me’murlarından bir zat bizim Tatarlar için öteden beri devlete sadakatleri Tatarlar arasından ne hükumete ne de vatandaşları olan diğer akvama kalen kalemen ve fiilen zararlı harekette bulunan hiç kimse ne görülmüş ne de işitilmiştir. Bu da doğru değil mi? – Evet. – Gelelim başka akvama Lehlilere Finlandalılara Ermenilere... Malumat-ı nakıse-i tarihiyyeme göre Lehliler Rus devleti aleyhine birkaç defa kıyam ettiler; Finlanda’da daha pek yakında hayli karışıklık oldu; Ermenilerle meskun vilayetlerde bugün bile asayiş ber-kemal olduğu iddia edilemez.. Bunlar efendim vakayi ve ef’al. -Akval ve muharrerata gelince mesmuatımıza göre Rusya’da sakin gayr-ı Rus akvamdan ekserisinin Garbi Avrupa’da münteşir ve Rusya’ya duhulü memnu birçok ceraid ve resaili varmış… Şimdi size soruyoruz: Akvam-ı mezkure matbuatına Rusya’da müsaade olunuyor mu? Lehce Finlandalılarca Ermenice… – Var. – O halde… Tekrar teşbihinizi alalım: Büyük evde misafir yahud mukım muhtelif lisanla konuşur kimselerden bir kısmının aleyhine söz söyledikleri vukuat ile sabit kimselerin kendi lisanlarında konuşmalarına taraftarsınız da dillerini bilmeyenler aleyhinde asla bulunmadıkları yine vukuat ile sabit adamların ihtimal ki aleyhimizde bulunurlar diye kendi lisanlarında konuşmalarına mani olmak istiyorsunuz! Oldu mu ya! – Fakat bir Leh lisanını anlıyoruz: Evde Islavca; mesela ben hiç Lehce öğrenmediğim halde Lehce yazılan yazıları okuyor ve anlıyorum; diğer Ruslar da öyle. – Ala ya Finlandalılar lisanını? – O da garb lisanlarından… – Afv edersiniz Finlandalılar garb medeniyetine ve Hıristiyanlığa dahil akvamdan iseler de dillerinin Islav Cermen ve Latin lisanlarıyla hiçbir münasebeti yoktur. Bizden ala biliyorsunuz ki Finlandalılar Ural akvamındandır; dilleri Rusça’dan ziyade arkadaşları olan Tatarca’ya karibdir. – Oo henüz ’üncü asırdayız demişiniz şimdi artık ’inci asra muvafık fikir yürütüyorsunuz… – Ermenice’yi de hiç öğrenmeden okumadan her Rus anlayabilir mi? – Zaten benim fikrimce Ermeni gazetelerine müsaade olunmamalıydı. Ermenilerin fikri Mavera-i Kafkas’ta bilcümle akvamı kendi idareleri altına almaktır; bu cihetle başka bir devletin idaresi altında bulunmayı istemiyorlar; ben bunu bir makale ile yazmış da idim. Buna Ermeniler o kadar kızmışlar ki bazıları hatta beni öldürecek bile olmuşlar! Lakin ben öyle kuru gürültüye papuç bırakanlardan değilim… – Efendim Tatar lisan ve matbuatı hakkındaki efkarınızı anladık zannederiz. – Yok yok! Ben henüz bir şey söylemedim. – Belki… Maamafih bize öyle geliyor ki siz Tatarca’nın ve matbuatının bulunmamasını Tatarların her suretle Rusluğa temessülünü istiyorsunuz. – Oh zaten temessül etmiyorsunuz sanki!... – Bilmeyiz ancak şunu işitmişiz ki Türk-Tatar akvamını tedkık eden alim zatlar lisanını en az kaybeden en az başka akvama temessül eden muhtelif dinlere girdiği halde dilini muhafaza eden akvamdan olmak üzere gösteriyorlarmış.. – Laf! Şimdi Rus asilzadeleri hemen cümleten Ruslaşmış Tatarlardır. Mesela işte Kubku: Esasen Tatar olması pek muhtemel; aile ismi “Kubek”ten geliyor… Sözün mecrasını biraz değiştirdik: – Efendim ma’lum-ı aliniz İslam’ın hak din olmadığını yorlar: Mesela bir misyoner bir köyün imamı yanına gidiyor veya hiç gitmiyor ancak bir köy imamının ismini öğreniyor; sonra o imamla konuşuyor veyahud hiç konuşmuyor da konuştuğunu iddia ediyor ve bu hakıkı veya mutasavver müsahabesini bir risale halinde neşreyliyor. İmam ile konuştuğu takdirde bile ya imama hiç kimsenin söyleyemeyeceği ahmak ve ma’nasız sözler söyletiyor yahud cahil bir imama tesadüf ediyor da o imam efendi esasen İslam’da bulunmayan gülünç davalara girişiyor. Misyoner ise bunları bir köy lam’ın müddeiyyatı suretinde gösteriyor. Risale meydana çıktıktan sonra onu birçok müslümanlar ıztırab ile okuyorlar. Bazı kimseler hakıkati izhar etmek mesela öyle bir imamın öyle bir misyoner ile asla konuşmadığını anlatmak istiyorlar Nasraniyet’e hiç karışmaksızın ancak müdafaada bulunmak sizin fikriniz nasıl? – Bu gibi dini bahisler Rus ve Tatar köylüleri gibi cahil halk arasına düşerse birçok fitneler çıkmak hatta mukatelata meydan vermek ihtimali var. Siz ve ben burada oturup herşeyden dinden felsefeden İslam’dan Nasraniyet’ten serbest ve asude konuşabiliriz. Lakin avam böyle değildir. Tarihten bilmiyor musunuz ki yazı ne kadar fitnelere kıtallere sebep olmuştur. Rusya’da bir harfin tebdili bir dini işaretin ta’dili birçok kan akıttı. Avamca kelime harf pek büyük bir şeydir! – Ala lakin papazla imamın münazaralarıyla hiddetlenecek avam ancak kendi dinine taarruz edilip durduğu halde onu müdafaaya me’mur ruhanilerinin müdafaadan aciz bırakılmasıyla daha ziyade kızmaz mı? – Oo ben zaten misyonerlerin de neşriyatına tarafdar değilim ki.. Pek az netayic istihsal ediyorlar birçok gürültü ve rahatsızlığı mucib oluyorlar… – Ya!... Lakin biz zamanımızın avamını –Rus mujiki olsun Tatar köylüsü olsun ve ne derece cahil olursa olsun– o kadar akl-i selimden nasibsiz sanmıyoruz. Gözümüz önünde Tatar köylüleri misyonerlerin sulh-perverane neşriyatına şiddetle mukabele etmiyorlar. Şiddetler daima mukabele-i bil-misil olmak üzeredir. Bir de insanlar arasını bozan fitne ve nizaı mucib olan şeyler yalnız hususat-ı diniyye midir? Taayyüşe doğrudan doğruya te’siri olan umur-ı iktisadiyye dinden daha ziyade kavgayı intac etmiyor mu? Halbuki iktisadi mesailde yekdiğerinin büsbütün aksi istikametleri ta’kib eden matbuat Rusya’da Rus lisanıyla alabildiğine intişar ediyor! – Afv edersiniz bir şey daha soracaktık: Sansöre gönderilen Tatarca kitaplar komitede pek uzun müddet cevapsız kalıyorlar. Bazı naşirlerin dedikleri doğru ise duvar takvimlerinin müsaadesi sene geçtikten sonra geliyormuş: yormuş! – Oo yok bu masal! Lakin biliyor musunuz o duvar takvimleri de ne bela şeyler! Nereden bulup da dolduruyorlar? Her yaprağın altında hadis nazım hikaye darb-ı mesel daha bilmem ne… Hepsini birer birer bakmalı: Adeta deliye pösteki saydırmak.. – Efendimiz öyle adi ve ehemmiyetsiz şeyler birer birer bakmaya ne hacet? – O afvedersiniz bazen olur ki asıl öyle ehemmiyetsiz görülen şeyler pek mühim netaic tevlid ederler… – Oh siz her şeyi nazarınızda büyütüyorsunuz! Payitahta geldiğimizi bilen bir naşir bize demişti ki eğer sansörümüz cenablarını görürseniz birkaç ay evvel gönderdiğim bir risale hakkında sorunuz acaba müsaade buyuracaklar mı? – Risalenin adı ne ve ne vakit gönderilmiş? – Kış ortasında gönderilmiş adı da “Dini Münazaralarda Serbesti.” – Aa hatırladım sanmam ki müsaade verilsin. Yanlış anlamayınız müsaade benim elimde değil sansör komitesi elinde. Tabii risalenin neden bahsettiğini biliyorsunuz? – Hayır efendim bilmiyoruz. – Risalede denmiş ki Tatar imamları Rus ruhanilerinden malumatça noksandırlar; imamlarımıza mollalarımıza çok okumak öğrenmek lazım. Ba-husus Nasraniyyet’i pek iyi bilmeli; Nasraniyyet’i bilmek için ise Renan’ı Strauss’ı Feuerbach’ı Harnac’ı okumalı yani Hıristiyanlığa taarruz eden müellifleri okumalı Hıristiyanlığı Hıristiyanlığın mahvına çalışanlardan öğrenmeli… Bu tarafgirane değil midir? Bahis tutarım ki bunu Tatar yazmamış muhakkak bir Rus talebesi yazmış Tatar tercüme etmiş… – Demek müsaade olunmayacak diyelim? – Komitenin ne karar vereceğini bilmiyorum. – Şark lisanlarıyla yazılan kitapları kim bakıp komiteye arz-ı fikr ediyor? – Ben. – Nasıl diyeceksiniz? – Şimdi size söylediğim gibi.. – Rahmankulov Tefsirine de birkaç sene oldu cevap gelmedi; demek ona da müsaade olunmadı. – Hatırlamıyorum. – Zaten bazı tefsirlere öteden beri müsaade olunmuyor. Acaba sebebi nedir? – Sebebi pek basit: Kur’an’da bazı ayetler var ki alel-ade kitaplarda veya ceridelerde basılmasına asla ruhsat verilemez. Kur’an sizce mukaddes bir metin olduğu için ona dokunulmuyor; şimdiye kadar öyle gelmiş haydi öyle gitsin deniliyor. Lakin o ayetler üzerine sahifeler dolusu izahat verildi mi iş başkalaşıyor. Hem sizin eski ulema matbuatı hiç yazması olmak lazım deniliyordu; basmak tahfif olunuyordu. Tabii biliyorsunuzdur ilk matbu Arapça kitap İkinci Katerina’nın emriyle Petersburg’ta basılan Kur’an’dır. Bu işte Katerina’nın hatalarından birisi: Müslümanlar istemedikleri – Zannederiz ki işbu kütüphaneyi te’sis etmesi de sizin nazarınızda büyük Katerina’nın büyük hatalarından birisidir. Hakim bulunduğu bir memleketteki ahaliden bir kısmını medeniyetin terakkınin en büyük saiki hadimi olan matbaacılığa alıştırmak hata ise o memleketin pay-i tahtında yine ahalinin taallüm ve terakkısine hadim bir müessese vücuda getirmek de şüphesiz o kadar hatadır… – Affedersiniz sizi biraz fazla ta’ciz ettik. Son defa olmak üzere şunu ricaya müsaade buyurunuz: Eğer bizim matbuat ve bilhassa ceraid hakkında fikr-i alinize müracaat olunursa lehimizde Tatar matbuatı lehimizde beyan-ı mütalaat buyurunuz. – Yine “Tercüman”lar mı? Oh Gaspirinski! Kendisi İslam hakkında hiçbir şey bilmez Arapça da bilmez Türkçe de bilmez; lakin Paris’te bulunmuş cesur farta furtacı korkmaz. Taaccüb ediyorum ki sizin ulema onun cehline bakmıyor da sözüne kulak asıyor. – Gaspirinski alim mi cahil mi İslam’ı iyi biliyor mu Arapça okuyup yazmaya muktedir mi? Bu sualler bizim için varid-i hatır bile olmaz; bizce şu muhakkaktır ki Gaspirinski milletimizin pek büyük bir adamı: Kendi milletine Tatarlara ve o vasıta ile devletimize Rusya’ya azim hizmetler etti ve ediyor. Artık masa başından kalkmıştık büyük salonun kapısına doğru ilerliyorduk. Sansör Efendi köşedeki raflara dizili ufak kitapları göstererek dedi ki: – İşte sizin saçma sapanlar: – Birkaç seneden inşaallah saçma olmayanları da olur. Alt kat raflara dizilmiş büyük hacimli mücelledatı ayak ucuyla göstererek: – Ah işte bunlar sizin için bilhassa şayan-ı ehemmiyyet ve calib-i meraktır: Rusya’da ilk basılmış Kur’anlar. Birimiz eğilip kemal-i ihtiram ile Kur’anlardan birisini aldı ve ta’zim ile öptü de ilk sahifesinde yazılmış Fransızca yazıyı cehren okuyarak İkinci Katerina zamanında Petersburg’un Akademi matbaasında basılmış olduğu anlaşıldı. – Oo Fransızca da mı?.. Sansör Efendi ile ilk görüştüğümüz küçük odaya çıktık. Orada kütüphaneye yeni gelmiş yerleştirilmemiş Ermenice kitaplar ve duvar takvimleri vardı. Duvar takvimlerinin mukavvası üstünde insan tasvirleri ile muhat bir küçük levha tersim olunmuştu: Levhada deniz sahilde yüksek dağlar dağlar arasında şehir ve kilise harabeleri uzaktan dağlar arkasından güneş doğmaya başlamış… – Afvedersiniz bu zevat acaba Ermenilerin meşahiri mi? – Bilmiyorum. – Bu levha sembolik mi acaba? – Ermenilerde sembole pek çok denize dikkatle bakınız mutlaka birçok şeyler yazılar da vardır. Lakin bunların hepsi beyhude sırf hayalat.. Bunun üzerine hürmetli sansörümüzle pek nazikane vedalaştık. gelmiş iki müslüman ile Sansör Efendi arasında cereyan etmiştir. Ben onlardan birisinin hatırat defterinden istinsaha muvaffak oldum. La. Vatan için istifadeli asardan biri de bu nam altında Süleymaniye layan mecmuadır. Işık köylülerimizden zalam-ı cehli giderecek ve ihtiyacat-ı milliyyeyi te’min eder surette avamın müdrike-i rem Köroğlu Battal Gazi hikaye ve hurafelerinden kurtularak medeni bir kavmin mücehhez olması lazım gelen hissiyyat-ı necibe ile araste olacak ve işte o zaman sevgili vatanımız hakıkı meşrutiyetini kazanacaktır. Zira meşrutiyette menba’-ı kuvvet millettir. Milletin her ferdi hukuk ve vezaifini takdir eder ise onların hey’et-i mecmuasının vücuda getireceği şahsiyet-i ma’neviyye de o nisbette hak ve vazifesinin eri olur. Bunun mesail-i hayatiyyenin başlıcalarından addolunmuş ve evc-i terakkıye i’tila ancak bu suretle kabil olabilmiştir. Lillahi’lhamd ve’l-minneh bu lüzum memleketimizce de takdir olunuyor. Ca-be-ca açılan İttihad ve Terakkı mehafili geceyi gündüze katarak avama ifaza-i irfana çalışmakta ve bir taraftan gece dersleri konferanslar i’ta diğer taraftan köylülerin kabil asar-ı nafia neşrine i’tina eylemektedir. Maamafih hizmet umumi olmalı. Herkes vüs’u nisbetinde bu emr-i hayra çalışmalı. Köylülere meccanen dağıtılacak şu kıymetdar mecmuanın ilk nüshası nefis kağıda matbu müzeyyen dilrüba yeşil bir kap ile muhat olarak sayfadan ibarettir. Mesarif-i tab’iyyesini te’mine medar olmak üzere yalnız beş yüz nüshası yüz para fiyatla İktisad Kütüphanesi’nde satılıyor. Muhterem karilerimize tavsiye ederiz. Biliyoruz ki her devletin kendine göre beğenip kullandığı bir bayrağı vardır. O bayrak o devletin nişanı alametidir. Bir yerde bir devletin bayrağı görülünce artık oraya başka bir devlet giremez; çünkü onun oraya girmeye hakkı yoktur. Eğer girerse bayrak sahibi olan devleti tanımamış onun hukukunu çiğnemiş ayaklar altına almış olur. Böyle hakkı tanınmamış olan bir devletin de eğer namusu varsa hakkını tanıtmaya kalkışması tanımayana haddini öğretmesi ve bunun yoğu ise tebeası devletin bulunduğu memleketin evladlarıdır. yerine getirirler; bayraklarının şerefini namusunu korumuş onu ayak altına aldırmamış olurlar. Yeni bayrak bir devletin nişanı olmakla niçin bu kadar büyük şerefli bir şey oluyor? Nasıl olmasın bir bayrağın bir yere dikilebilmesi yani o yerin o bayrak sahibi olan devletin olması için kim bilir ne kadar canlar verilmiş kanlar dökülmüştür de o devlet oraya sahip olmuştur. Mesela sen bizim Osmanlı bayrağımızı bir yerde dalgalanır iken görünce hatırına gelsin ki o şanlı bayrağımız oraya dikilmek için ecdadımızın ne kadar kanları dökülmüştür de öyle oraya dikilmiştir; o bayrak sanki onların kanlı kefenlerinden boyanmıştır. Böyle olunca ona nasıl sarılmak onun şerefini namusunu nasıl korumak ona kimsenin dokunmasına meydan vermemek Bak sana bir vak’a anlatayım: Hazret-i Peygamber Efendimiz zamanında bir muharebede başkumandan Hazret-i Ali’nin biraderi Hazret-i Ca’fer idi. Hazret-i Ca’fer elinde bayrak düşmana hücum ederken sağ eli kesildi bayrağı sol eline aldı; sol eli de kesildi bayrağa sarıldı en son bayrağın altında öldü; şehid oldu. bir şeydir. Zaten şehid olmak da bayrağın altında can vermek ölmektir. Gümülcine meb’us-ı muhteremi Mehmed Arif Bey Efendi tarafından neşredilmekte olan şu mühim eser hakıkaten kütüphane-i milliyyemizin en büyük noksanını telafi ediyor. Bu istifadeli mevzu her nasılsa memleketimizde layık olduğu mevkii bulamamıştır. Vakıa vaktiyle mukayese-i kavaninin Mekteb-i Hukuk’ta ders olarak takriri tasavvur olunmuş ise de her terakkınin düşmanı olan devr-i Hamidi buna da mani olmuş ve binaberin hukuk müntesibleri en feyizli bir esas-ı tahsili kaybeylemiştir. bulunuyorlar. Vatanımızda ilm ü ma’rifetin intişarını arzu eden zevat ancak bu kabil teşebbüsat-ı mebrureyi teşvike muvaffakiyetle vecaib-i vatanperveriyi ifa etmiş olurlar. Hamiyet-mend Efendim! Mütalaası vecd-aver-i kulub-ı ehl-i tevhid olan muhterem Sıratımüstakım’in bu hafta pek mukaddes bir emr-i hayra da’vet etmekte olduğu manzur-ı nazar-ı ibtihac oldu. Londra’daki “Müslüman Cem’iyeti”nin bu mübeccel hizmeti deruhde eylediği anlaşıldı Cenab-ı Hak sa’ylerini meşkur ve her hususta kendilerini mazhar-ı tevfikat buyursun var olsun İslam’ın böyle gayur ve hamiyetli efrad-ı diyanetnihadı! Bi-nevalığımıza aczimize bakmayarak rüfeka ile birlikte muraneliği ile ma’kusen mütenasib bir muhabbet-i kalbiyye mecidiyyeyi posta ile irsal eyledik ait olduğu mahalle ita ve teslime lütfen idarehane-i alilerinin kabul-i vesatet buyurmaları rica olunur efendim. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ocak Üçüncü Cild - Aded: Geçen akşam rüfekadan biriyle görüşüyorduk. Söz bilmünasebe Sure-i Şerife-i En’am’daki esteizü billah ayet-i kerimesine intikal ve beynimizde bu ayet-i kerimenin medlul-i münifi üzerine bir mübahase cereyan etti. Bu mübahase ilmi bir mübahase olmayıp akli bir münazara olduğundan aramızda kalmak lazım gelirdi. Bu lüzumu hissetmekle beraber şu satırları karalamaktan kendimi alamadım. Musahabet-i cariyyenin alavechi’t-telhis tahririnden şu makale vücuda geldi bahis mühim bidaa mefkud olduğundan hatiatımın hüsn-i niyyetime bağışlanmasını kariin-i kiramın sia-i mürüvvetlerinden beklerim. Refikim dedi ki: – Şu ayet-i kerimenin medlul-i münifine nazaran enfüs ve afakta cüz’iyat ve külliyattan ne varsa kaffesi Kur’an-ı azimü’ş-şanda mevcut olmak lazım geliyor. Halbuki müfredatını ta’dada ömr-i beşer kifayet etmeyen bu kadar eşyadan Kur’an’da kaç tanesi mezkur? Kur’an’ın hey’et-i mecmuasına müdekkıkane bir nazar atfedecek olursak muhteviyatının ahbar u kasastan tebşir u inzardan muamelata müteallik ahkamdan ibaret olduğunu görürüz. Kur’an’da şu ta’dad olunan şeylerden başka bir şey yok. Bidayet-i nüzulünden bu ana gelinceye kadar birçok şeyler keşfolundu birçok hakıkatler meydana çıktı bunları Kur’an’ın neresinde bulacağız? Bu ayet-i kerimenin ma’nasını bunlara nasıl teşmil edeceğiz? Vakıa bazı kimseler keşfiyyat-ı cedideye Kur’an’da işaret buyurulmuştur ama biz göremiyoruz anlayamıyoruz diyorlar. Ezcümle Sure-i “Yasin”de ayet-i kerimesinde vapurlara şimendöferlere otomobillere vesaireye işaret vardır diyorlar. Keza bidayet-i hilkatte arzın şemsten bir cüz’ olduğunu ba’de zamanin ondan ayrılıp fezada şemsin tevabiinden olmak üzere bir cirm-i müstakil hey’etinde deveran ettiğini ayet-i kerimesinden vicdana kanaat vermiyor kalbi iskat etmiyor” dedi. Cevap olarak dedim ki: – Ortaya yine bir mes’ele çıkardın. Cevap versem söz uzayacak vermesem seni tasdik ettiğime zahib olacaksın. Beni müşkil mevkide bıraktın. – İtirazımı cevapsız bırakırsan tabii fikrimi tasdik etmiş olursun madem ki tasdik etmiyorsun demek ki reddine muktedirsin şu halde cevap ver. Vereceğin cevaplar ihtimal ki kanaat-bahş-i vicdan olur da ben de def’-i şübhe etmiş olurum. – Ben bu mes’elede söz söylemek salahiyetini haiz değilim. Ancak gayret-i diniyyem bana bu kaydı ber-taraf ettirecek bu adem-i salahiyyet beni söz söylemekten men’ edemeyecek. Çünkü susarsam hem aklın hükmünü ta’til hem de seni tasdik etmiş olacağım. Bunun ikisi de benim elimden gelmeyecek. İlimde racil olduğum için cevapta acil olmamaklığım iktiza ederdi. Ne çare ki gayretim buna mani oluyor. Zihnime tevarüd eden şeyleri söyleyeceğim kabul edersen fe-biha etmezsen o da senin bileceğin şey. Yalnız söyleyeceğim sözleri istitradi itirazat ile kesip şiraze-i efkarımı bozma silsile-i muhakematımı dolaştırma itirazın varsa sözümü bitirdikten sonra der-miyan et. Evvela bu ayet-i kerimedeki “kitab-ı mübin”den maksad levh-i mahfuz ve ilm-i ilahidir. Kur’an’ın yalnız ma’nayı zahirisini alanlar kitab-ı mübinden maksad Kur’an’dır diyorlar. Bahsi buradan yürütmek mucib-i tatvil olur. Biz de ma’na-yı ahiri alalım da diğerlerinden sarf-ı nazar edelim. Çünkü öteki ma’naları alacak olursak cevaba mahal kalmaz lumunuz olsun ki Kur’an’da aradığınız şeyleri aramak vechen minelvücuh doğru değildir. Dediğiniz tarzda bir kitap kitab-ı münzel-i semavi değil olsa olsa bir kamusü’l-ulum olabilir. Vakıa Kur’an-ı Kerim ulum-ı evvelin ve ahirini cami’dir. Ama sizin dediğiniz tarzda değil. Arzu ettiğiniz şeyleri mahsul-i fikr-i beşer olan asar-ı müdevvenede bulabilirsiniz. Kitabullah o asara makıs o tertibe tabi’ değildir ve olamaz. Onun üslubu tarzı tertibi rahmanidir insani değil. Saniyen Kur’an-ı azimü’ş-şandan –yukarıda söylediğiniz vechile edilen istidlalat– ne olursa olsun yine istidlaldir. Yani bir nevi’ zan bir nevi’ hükm-i aklidir. Olabilir ki hakıkate temas eder. Olabilir ki etmez. Bu bahsin tafsilini ulema-yı kirama bırakalım da bahsi kendi nokta-i nazarımızdan yürütelim. Zaten bahsimizin bir bahs-i ilmi olmayıp akli bir münazaradan sak bile bu kayıd muahezenin bir dereceye kadar şiddetini tahfif eder. Evvela dest-i icad-ı beşerden çıkan asar-ı san’atın tabiatta vücudu ne ise enfüs ve afaktaki cüz’iyat ve külliyatın Kur’an’da mevcudiyeti de odur. Yani doğrudan doğruya kudret-i fatıranın yed-i ibdaından çıkmayan mesnuat-ı beşeriyye bi-i’tibari’l-esas ve’l-anasır nasıl alem-i tabiatta mevcut yık-ı maddiyye ve ma’neviyye de bi-i’tibari’l-esas ve’l-anasır öylece Kur’an’da mevcuttur. diyemeyiz. Bu böyle olduğu gibi o anasır-ı ibtidaiyyeyi insanların elinde aldıkları suver ve eşkal-i muhtelifeye nazaran alem-i tabiatte aramaya kalkışmamız da garib olur. Fikrimi biraz daha izah edeyim şimdi mesela bir zırhlıyı bir şimendöferi bir gramofonu bir elektrik veya telgraf cihazını doğrudan doğruya alem-i tabiatta bulamadık diye bunların tabiattan hariç olduğunu başka bir alemin mahsulü bulunduğunu kabul ve tasdik edebilir miyiz. Bunlar hangi şekilde hangi surette olurlarsa olsunlar ne kadar dekaik-ı acibe-i san’atı muhtevi bulunurlarsa bulunsunlar tabiatta mevcut olan anasır-ı muhtelifenin kuvve-i fikriyye-i beşeriyye ile telfik ve tensik ve birer isim ile tevsim edilmiş suver ve eşkal-i muhtelifesinden başka bir şey değildir. Nitekim bunlar fena-yab olduktan sonra yine asıllarına rücu’ ederler. Geldikleri yere giderler. Öyle ise bunların alem-i tabiatta mücmeli alem-i fikr-i beşerde tafsili mevcut savver olmayan masnuat-ı beşeriyye bi-i’tibari’l-esas alem-i tabiatta nasıl mevcut ise kaffe-i hakayık-ı maddiyye ve ma’neviyye de Kur’an-ı Kerim’de öylece mevcutdur. Şu hale göre bu ayet-i kerimenin medlul-i münifi tafsili değil icmali olmuş olur. Eğer tafsili olmasına murad-ı ilahi taalluk edeydi elimizdeki Kur’an-ı azimü’ş-şan nüsha-i muazzamasının hacm-i hazırı bin kere büyük olması lazım gelirdi. Cenab-ı Hak insanda alem-i ekberi nasıl muntavi kıldıysa hükm-i la-tuhsa-yı ilahiyyesini de Kur’an-ı azimü’ş-şanda öylece muntavi kılmıştır. Nitekim Sure-i Kehf’teki: Maani-i Kur’aniyye’nin hükm-i celile-i sübhaniyyenin sahaife tahriri için denizler mürekkeb olsa o maani o hüküm bitmeden evvel denizlerin biteceği onların bir misli daha getirilse yine tahrir ve itmamına kifayet-saz olmayacağı ma’nasını mutazammın olan ayet-i kerime belki Kur’an-ı azimü’ş-şanın şu tafsile göre mücmel fakat olduğuna işarettir. Bu ayet-i kerime tefasil-i ilm-i ilahinin ala-vechi’l-infirad bildirilmediğine bu tefasilin Kur’an-ı azimü’ş-şanda ya sarahaten veya delaleten beyan buyurulmuş olduğuna delil olabilir. Burada bir i’tiraz variddir. Mesela biri çıkıp dese ki: Evet madem ki öyledir niçin Cenab-ı Hak bizim için bilinmesi labüdd olan hakayıkı Furkan-ı Hakim’inde ala-vechi’t-tafsil bildirmedi? Buna cevap olarak denilebilir ki: Kur’an’ı bu suretle inzal buyuran Allahu azimüşşan oturduğumuz evi arkamıza giydiğimiz libası el-hasıl iğneden ipliğe kadar muhtaç olduğumuz şeyleri de yaratabilir idi. Acaba bunları niçin yaratmamış da sizin sa’yinize ictihadınıza muallak bırakmış? Evvela siz buna bir cevap veriniz de ben de sizin bu sualinize cevap vereyim. Madem ki bunun cevabı yoktur onun da cevabı yoktur. Yarattığı alemde kanununu bu suretle cari eden Allah kelamında da bu vechile iltizam-ı Birçok hükema saha-i tabiatta icale-i efkar ile binlerle hakayık istinbat ettikleri gibi bin üç yüz bu kadar seneden beri birçok ulema ve urefa da o saha-i mukaddesede it’ab-ı fikr ü nazarla nice nice hakayıka nice nice dekayıka destres olmuşlar. Şark ve garpta zuhur taharri-i hakıkate bezl-i sa’y-i na-mahsur eden binlerle erbab-ı fünun nasıl bu keşfiyata zafer-yab olmuşlar ise binlerle ulema ve urefa-yı din-i mübin dahi butun-ı maani-i Kur’aniyye’den la-yuad ve layuhsa hakayık istinbat etmişler bizim göremeyeceğimiz serairi bize göstermişler hazain-i tabiatın muhteviyyat-ı meknunesini piş-i nazar-ı istifademize döken erbab-ı fünun gibi bunlar da Kur’an’ın meknunat ve mahzunatını bize göstermişler. Söz sözü açar bu sözleri söylediğim sırada zihnime başka bir fikir layıh oldu pek de saded haricinde olmadığından ondan bahsetmek isterim. Şimdi bir münkir çıkıp da dese ki adam sende Kur’an’da keşfedecek hakayık gavrına infaz-ı fikre çalışacak dekayık nerde ki biz onlardan istinbat olunan hakayık-ı taliyyenin vücuduna kail olalım? fehva-yı malumunca Kur’an’ın münderecatını uzun uzadıya düşünmeye ne hacet her bahsini çocuklar bile anlar. Nerde kaldı büyükler? leyecek yaman bir kılavuz! Fakat bu mes’ele şuna benzer ki cahil bir adam şu sahai bi-intiha-yı tabiata bakar. Yerdeki gökteki bedayi-i kudreti görür. Recül-i ümmi sutur-ı muharrerede ne görürse sutur-ı mele-i ala olan asar-ı kudret-i ilahiyyede dahi bir nakş-ı zahiriden başka bir şey göremez. Bu huruf ve zuruftan hiçbir ma’na hiçbir fehva istinbat edemez. Anasından doğdu doğalı onları gördüğü onlarla ülfet ettiği için bu asar-ı kudreti gayet basit gayet ehemmiyetsiz görür. Evet! Güneş nedir? Ay nedir? Yıldız nedir? Dağ nedir? Taş nedir? İnsan nedir? Hayvan nedir? Böyle binlerle “nedir?”leri bir yere dizecek olsak alacağımız cevap “hiç”ten ibaret kalır! Fakat semaya bir hey’et-şinasın zemine bir tabakat aliminin hayvanat ve nebatata o ilimlerde yekta bir dahinin olsak acaba bunları nazar-ı basit ile gören bir cahil gibi mi görürüz. Bir nebatın ensacı bir gözün terkibi bir kevkebin tedkık-i seyri tahkik-i mahiyyeti bizi senelerce işgal etmez mi? Şu halde cahil bir adam için yok hükmünde olan nice nice hakayık bizim için de öyle mi olmak lazım gelir? şa bize basit gibi görünen sutur-ı nur-a-nurundan cihan cihan hakayık istinbat edenler vardır ki yukarıki erbab-ı fünuna nisbeten bir ümmi bir cahil ne derekede kalırsa biz de Kur’an’dan istinbat-ı hakayık eden o eazıma nisbeten o derekede belki ondan aşağı derekatta kalırız. Bu layihayı burada bırakalım da yukarıki bahsi itmam edelim: yalnız Kur’an’da değil –sıhhat kaydıyla mukayyed kalmak üzere– kütüb-i münzele-i semaviyyenin kaffesine teşmil etmekliğimiz lazım gelir. Nev’-i beşerin asırlardan beri tetebbu’ ve istiksa neticesi olarak dest-res olduğu hakayıkın anasır-ı mükevvenesi kütüb-i semaviyyedir. İnsanlar düşünmenin tarikini o kitaplardan öğrenmişler sonra düşünmelerini tevsi’ ede ede bu hale gelmişlerdir. Hülasa i’mal-i fikr ü nazarın menşe-i aslisi kütüb-i semaviyyedir. Burada tarihe karşı bir isyan-ı cahilaneye cür’et ettiğime zahib olunmasın. Bahis uzamasa Hind’den Çin’den Japon’dan dahi bahsederdik onu da başka bir musahabeye bırakalım. La-yuad ve la-yuhsa olan asar-ı beşeriyyenin kaffesi i’mal-i fikir neticesi olarak aldıkları suver ve eşkal-i muhtelifeden dolayı tabiatın malı olmaktan çıkmadıkları gibi hazain-i le-i semaviyyenin malı olmaktan çıkamaz. Hatta Gustave Le Bon bu bahsin şu şıkkını kendi nokta-i nazarından muhakeme ederek bir eserinde şu satırları yazıyor: “Alemde meşhud olan bu tahavvülat nur-ı akl ile saha-zib-i husul olmamıştır. Hayalata mübteni olan edyan vesme-i zeval-na-pezirini medeniyetin kaffe-i anasırı üzerine vurduğu insanların ekseriyet-i azimesini kavanin-i mahsusasına tabi tutmakta devam ettiği halde fikr ü nazar neticesi olan meslek-i felsefiyyenin hayat-ı akvam üzerinde gayet az bir te’siri görülmüş bu mesalikin kaffesi az bir zaman içinde mahv u na-bud olmuştur. En şedidü’ş-şekime devletlerin teşekkülü medeniyetin hazine-i müşterekesi hükmünde bulunan bedayi-i edebiyye ve fenniyyenin zuhuru hep edyanın netice-i te’sir-i i’caz-nümasıdır.” Biz “Gustave Le Bon”un bu sözünü tamamıyla kabul etmeyip yalnız içinden alacağımız kadarını alır isek te’yid-i müddea için bir delil daha kazanmış oluruz. Bu sözün buraya nakli münasebet almazdı. Fakat mülahaza-i sabıkamız bu adem-i münasebeti kuvvetten düşürdü. Onun için kitabın bu satırlarını buraya nakilde bir mahzur görmedik. Bahis buraya geldikten sonra refikim sadedi tebdil ile dedi ki: – Bazı kimseler Kur’an-ı Kerim’in tertibine itiraz ediyorlar. Müellefat-ı beşeriyyenin telfik ve tensikini daha mazbut buluyorlar buna ne diyelim? Buna verilecek cevap pek kolay! Kur’an-ı azimü’ş-şanı tasnifat-ı beşeriyye ile mukayeseye kalkışmak masnuat-ı insaniyyeyi masnuat-ı ilahiyye ile mukayeseye kalkışmak demektir. Her aklın bedaheten kabul edebileceği bir hakıkat olmak üzere diyebiliriz ki mesela bugün enafis-i masnuat-ı beşeriyyeden birini mesela bir saray-ı muallayı ele alalım. Bu sarayın der ü divarı en dakik en dil-rüba nukuş u elvan atın kaffesini cami bulunsun. Hey’et-i mecmuasındaki intisak san saatlerce hatta günlerce temaşasına doymasın acaba bu sarayın bu kadar dekayık-ı san’atı bu kadar havarık-ı fikreti cami’ olması onun doğrudan doğruya kudret-i fatıranın yed-i ibdaından çıkan ve vehle-i ulada bizim intizam dediğimiz ve bütün mükevvenatın mahiyyat-ı mahsusasını ta’yine takdire alet ittihaz ettiğimiz mikyasa muvafık gelmeyeceği bedihi bulunan anasır-ı müşkileye tefevvukunu rüchanını elvanı ahcarı el-hasıl bütün eczası hazine-i tabiattan çıkmış beni beşerin o anasırı te’lifi neticesi olarak o saray vücuda getirilmiştir. Bunun böyle olması onun esasını teşkil eden unsurun istihkarını istilzam eder mi? Zevi’l-uk u lden ferd-i aferide yoktur ki i’mal-i fikr-i beşer neticesi olan o binayı onun eczası olan anasır-ı muhtelifeye tercih etsin. O saray olsa olsa beni beşerin üslub-ı zevkısine muvafık kendi tevsimine mutabık olmak üzere bir bina-yı bedia-nüma olabilir; kudret-i fatıranın ahenk-i ulvisi mavera-yı ukulde olan asar-ı san’atın bedayi’-i kudretinin karşısında bir kütle-i baride-i eşyadan intizam-ı hilkate nisbeten sırf adem-i Bizim nefsimize mülayim zevkimize muvafık gelen her şeye muntazam dememiz bize göre sahih olabilirse de fıtratın her cüz’ündeki intizamı o endaze ile ölçmeye kalkışmamız sahih olamaz gibi gelir. Sözün hülasası müellefat-ı beşeriyyeyi mikyas ittihaz edip de Kitabullah’taki intizamı onlarla mukayeseye kalkışmak filan kalfanın eser-i mahareti olan bir sarayı doğrudan doğruya yed-i kudret-i ilahiyyeden çıkan asar ile mukayese onlara tercih etmek demektir. Halbuki asar-ı ilahiyye başka asar-ı beşer başka! İşte bunun gibi Kelamullah da kelam-ı beşerle mukayese edilemez çünkü beynlerinde nisbet mutasavver değildir. Bir kere şu semavata bak ta’dadına a’dad kafi olmayan nücum-ı bi-payanı gör. Guya Cenab-ı Hak bunları hazine-i la-tüfna-yı kudretinden almış ve feza-yı bi-intihaya altın zerratı gibi lalettayin serpivermiş evet hakıkat öyle görüyoruz. Şurada görünen şu sekiz yıldızın kimi parlak kimi sönük. Bunların beynlerini hutut ile vasletsek gayr-ı muntazam bir şekil peyda oluyor. La-yu’ad nücumdan müteşekkil olan kehkeşan bir tarik-i nurani şeklinde nümayan! Semanın şu hey’etine bakınca zahiren karmakarışık bir halde olduğu görülüyor. Bunlar başka bir şekl-i muntazam tahtında da bulunabilirdi. Bizim mahdud dimağımızın intizam namını verdiği ve her şeyi ona tatbik etmek istediği güdük endazeye uymayan bu hale acaba ne nam verebiliriz. İntizam desek bizim endazenin gösterdiği nisbet-i hendesiyyeye uymuyor. Demesek bu hiç olmuyor. Evet semada tesadüfi olarak zuhur ediverdikleri öyle bir nizama öyle bir intizama tabi’dir ki onu anlamak mahz olmak üzere halk buyurmuş birisinin kıl kadar medarından Semavatın çarh-ı intizamı bozulur: İşte semada meşhud olan la-yu’ad ve la-yuhsa kevakibin vaz’iyyat-ı hazıralarında bizim intizam namını verdiğimiz bilir bilmez vücudunu her şeyde aradığımız tenasüb-i zahiriye muvafık olmadığı halde bunların hey’et-i mecmuasında öyle bir intizam öyle bir intisak vardır ki akl-ı beşer orada durur. İşte mesabih-i semayı hakıkat olan Furkan-ı Hakim’in ayat-ı beyyinatı dahi semavatta görülen birtakım enzar-ı basitaya karşı haşa sümme haşa gayr-ı muntazam gibi gelen suver ve eşkal-i nücumda mündemic intizam-ı harikulade gibidir. Zahir-bin olanlar onları muntazam değil gibi görürler. Fakat adem-i intizam onlarda değil onu gören gözlerdedir. Nur-ı iman u irfan ile bakanlar onlardaki intizam-ı hıred-suzu vehle-i ulada görürler. Hayran olurlar. Bu intizamı görmek tevfike vabestedir. Saded haricinde ise de söylemeden geçemeyeceğim bu muntazam görmemek yalnız Kur’an’a münhasır kalsa iyi. Fakat hilkatin hey’et-i mecmuasını nakıs gören kamil gözler var. Bunlar Kur’an’ı değil hilkati bile beğenmiyorlar. Fakat acaba bu temyizi nereden getirmişler? Evet bu gibi adamlar hilkate noksan isnad ediyorlar. Hal-i hazıra seyr-i tekamül diyorlar. Mesela Leibniz alemin iyi bir alem olmadığına fakat mümkün olan avalimin en iyisi olduğuna kail oluyor. Onlar ne derlerse desinler kudret-i kahire-i ilahiyye dünyayı böyle istemiş böyle yaratmış beğenmeyenler daha iyisini bulsunlar da beni de beraber götürsünler. Fakat asıl burada şayan-ı mülahaza bir cihet var. Acaba hilkate noksan isnad edenler hilkatin bu noksanını idrak edecek kemali nereden iktibas etmişler? Kendileri de o noksan-ı hilkatin eczasından oldukları halde hilkatin noksanı hakkında verdikleri bu hükmün doğruluğunu bize ne ile te’min edecekler? Haşa nakıs olan bir Halık’ın mahlukatı da nakıs olmak lazım gelir. Zira eğri bir şeyin gölgesi de eğri olmak zaruridir. Eğer kendilerinde hilkatin noksanına hükmedecek bir kemal varsa onların bu kemali mutlaka onun fevkinde olan bir kemalin eser-i icadı olmak lazım gelir. Çünkü nakıstan kamil sadır olmaz. Öyle kamil vücudları halk eden bir Halık’ın asar-ı saire-i sun’ u kudreti de nakıs olamayacağı der-kardır. Hilkate noksan isnad edenler kendilerinin de nakıs olduğunu maz. Çünkü bir adamın kendi nefsindeki noksanı görmesi gelir. Benim fıtratım da nakıstır demek ben kamilim demektir. Ben kamilim fakat eşya nakıstır. Demek mantıkla kabil değildir. Çünkü bir şeyin cüz’ünde tecelli eden kemalin küllünde tecellisi bi-tariki’l-evladır. Yukarıki bahsin neticesi olarak şunu söyleyelim ki: Bu mürekkebatın esası nasıl anasıra müntehi olursa silsile-i efkar-ı beşer de şerai-i enbiyaya müntehi olur. İnsanlar maddi ma’nevi neye malik iseler bunların kaffesi telkin-i dini eseri olan esasların asren ba’de asrin tevsiinden başka bir şey değildir. Din elden giderse insanlarda fazilet namına bir şey kalmaz. Mebna-yı fezail bir recfe-i müdhişe-i ilhad ile yıkılırsa o de etmiş. İnsaniyet hayvaniyet derekesinden aşağı bir derekeye maz. Fıtratın kendileri için çizdiği haddi tecavüz edemez. Hayvanlığını hasais-i tabiiyyesini muhafaza eder. Fakat insanlar öyle değil onlarda sevk-i tabiiden başka bir kuvvet var. Bu kuvvet kendilerini şaşırtır. Aklın kemali fezail-i insaniyye dince insanda fazilet namına bir şey kalmaz. Fezail mahvolunca akıl istinatgahını kaybeder. Mahzurat mübahat sırasına geçer. Ortada hiçbir rabıta zabıta kalmaz. İnsan maddiyatta bir dereceye kadar yolunu şaşırmasa bile vicdaniyat atamaz. Attığı her hatve kendisini gayya-yı bi-payan-ı hüsran u helake yuvarlar. Zaman gelir ki o gibi adamlar hayvanlığa onun mahsusatından olan safvete rahata razı olurlar. Onu en büyük saadet görürler. Fakat maatteessüf o saadete de nail olamazlar. Çünkü safvet-i hayvaniyyelerine bozulmuş tefessüh etmiş insaniyetleri mani’-i kavidir. O insaniyyet-i mütefessihenin iltihab-ı müdhişi dimağlarda esernüma-yı dehşet olduktan sonra vay o alem-i insaniyyetin haline! Din-i celilimizin kadrini bilelim o daire-i münciyye dahilinde iktisab-ı fezaile çalışalım. İşte gerek yukarıki ayet hakkında gerek onun sevkiyle ondan sonra söylenen diğer sözler burada hitam buldu. Arkadaşım da bir dereceye kadar beni tasdik eder gibi oldu. Tashih: [Burada . sayıda yayınlanan “Anglosaksonlarda Fikr-i Hükumet…” başlıklı makalenin . sayfasında yer alan bazı yanlış kelimelerin tashihi yapılmıştır. Biz o makalede kelimelerin doğrularını yayınladığımız için buraya o düzeltmeyi almaya gerek kalmadı.] Müslümanların bütün Avrupa siyasetine karşı suizan beslemesi müslüman erbab-ı siyasetinin devletlerden hiçbirine mesalihi kendi mesalih-i İslamiyyelerine muhalif gelir i’tikadında bulunması el-hasıl müslümanların ne kadar sadakatle hizmet ederse etsin içlerinden hiçbir hıristiyan Osmanlı’ya emniyet gösteremeyecek kadar hıristiyanlara karşı i’timadsız olması ma’ruf bir ceridenin sahib-i imtiyazından İstanbul’da Paris’te oturan bazı Osmanlılar tarafından Hanotaux’nun kulağına aksetmiş de onun için kendisi kalkmış Avrupa siyaseti diyor. Bilmem Mösyö Hanotaux’nun söylemediği müslümanlar kimlerdir? Bu haberleri kendisine veren hangi adamlardır? Eğer bunlar Hindliler ise ecnebi bir hükumetin tabiiyyeti altında bulunan bu kavmin gerek hutbelerinde gerek gazetelerinde hakimlerine karşı muti’ olduklarını onların adaletine rabt-ı ümid ettiklerini haklarını da yoluyla aradıklarını Yok eğer Rusya müslümanları ise onların da hükumet-i metbualarına kezalik hükumet-i metbualarının onlara karşı beslediği i’timad herkesin malumudur. Hatta Rusya hükumeti müslüman tebeasını Ortodoks mezhebinde olmayan hıristiyanlara bile tercih eder. Eğer bunlar Afganlılar ise Afgan emirinin İngilizlere karşı dostluğu pek ma’ruftur. Bununla beraber bu dostluk emirin kendi memleketi hakkındaki muhabbetine mesalih-i memleketine ait hürmet ve gayretine asla münafi değildir. Eğer Acemler ise bunların da Rusya siyasetine karşı ne emin bir uykuda bulunduklarını bilmeyen yoktur. Eğer Faslılar ise bu zavallılar siyaset denebilecek her şeyden azade bulunuyorlar; daha doğrusu hem dine hem dünyaya ait bütün şuundan gaflet-i mahz içinde la-yenkati’ birbirleriyle uğraşıyorlar; birbirlerini öldürüyorlar birbirlerini soyuyorlar. Kaza-yı ilahi zavallıların mevcudiyetine hatime çekinceye kadar bu halde devam edip gidecekler. Şayet hiçbiri değil de Tunuslular ise Mösyö Hanotaux onları ehil oldukları evsaf ile sena ediyor; kendilerine mücerret hürriyyet-i diniyye bahşettiği için Fransa nüfuzunu memnuniyetle kabul ettiklerini söylüyor. Galiba Mösyö Hanotaux Osmanlıları kasdediyor; nitekim bakıyye-i kelamı buna delalet ettikten başka Osmanlı hıristiyan sözü de bunu okşuyor. Osmanlılardan Mısırlılara gelince bunların gerek Avrupalılara gerek hıristiyan Osmanlılara adem-i i’timadını gösterir hiçbir hali yoktur. Zira Mısır müslümanları müslümanlara has olan mehakim-i şer’iyye istisna edildiği surette hükumetin bütün umurunda vatandaşları olan Kıbtilerle müştereken çalışıyorlar. Aralarında da son derecede vifak hüküm-ferma oluyor. Her iki tarafın birbirinden dostları var. Diğer tavaif-i Mesihiyye ile de bu suretle geçiniyorlar. Ancak barid bir taassub-ı dini izhar eden yahud yine böyle körkörüne bir taassup saikasıyla müslümanların menfaatlerini haleldar etmeye dinlerine taarruz eylemeye kalkışanlara karşı tabii mukabelede kusur etmiyorlar. Bu sözümüze Mösyö Hanotaux ile konuşan sahib-i imtiyazdan daha yakın şahit aramayız. Çünkü bu zat Osmanlı-Rus muharebesinde müslümanların aleyhinde bulunduktan Arabi hadisesinde yapacağını yaptıktan sonra müslümanlar yine kendilerinin dostu olduğunu kendilerinin hayrına çalıştığını söylemişlerdir ki bunu gazetesiyle bid-defeat makam-ı iftiharda beyan etmiştir. Hal böyle olur da şu makalat esnasında bu adam yine müslümanların aleyhinde bulunursa artık Mısır’daki müslümanların Osmanlı hıristiyanlara karşı emniyetsizlikleri nerede kalır? Acaba hiçbir Osmanlı hıristiyan hıristiyan olduğu için hizmet-i hükumetten çıkarıldı mı? Hiçbir Osmanlı hıristiyan aynı sebepten dolayı matbaa gazete te’sisi yahud darü-sınaa inşası yahud ticarethane teşkili gibi hukuktan mahrum bırakıldı mı? Haydi bakalım bize bir misal getirilsin de görelim. Lakin bu Osmanlı hıristiyanların Avrupalılara karşı tavırları büsbütün başka. Görüyoruz ki bir İngiliz’den azıcık adalet gördüler mi senasını göklere çıkarıyorlar; yahud hangi Avrupalıdan olursa olsun ufacık bir garibini ister misiniz! Bunlardan biri işi için hükumete müracaat edince zararının derecesini tahkık vazifesinin bir İngiliz’e havale olunmasını istiyor. Bunun emsali pek çoktur. Hatta şikayetlerini doğrudan doğruya Lord Cromer’e arz edenlerin adedi az değildir. Halbuki lord bir hakim-i resmi değildir. Pekala! Bu hıristiyan Osmanlıların Avrupalılara sızlardan gerek Amerikalılardan Mısır’a gelip de mektep açanların gençlerimizi tanassura teşvik ettiği birtakımlarını da kandırıp memalik-i ecnebiyyeye kaçırarak ebeveyninin ciğerini yaktığı daima görülmekle beraber müslümanlar çocuklarını yine bu mekteplere göndermekte devam ediyorlar. Bizim maarif nazırımız bir vezir-i müslim olduğu halde çocukları Cizvit mekteplerinde okuyor. Kezalik eşraftan çoğunun evladı Firerlerin mektebine devam ediyor. Artık bundan büyük i’timad hangi i’timad olabilir? Hele Mısır müslümanlarının muamelat hususunda Avrupalılara alıyorlar; bununla beraber öteki zavallılar hala berikilerine emniyette devam ediyorlar bu gaflette mümkün olduğu kadar susatta bile onları taklide kalkışıyorlar. Ya siz bunun fevkinde nasıl bir i’timad istersiniz? Acaba Mısır’daki ukala-yı müslimin ecnebilere karşı ale’l-amya izhar olunan bu emniyetin mucib olduğu ziyanlar kadar azim hasar görmüş müdürler? Evet halkın bu yüzden uğradığı sui-akıbet meydandadır. Acaba gerek ceride sahibinin gerek Mösyö Hanotaux’nun Avrupalılarla hıristiyan Osmanlılara karşı gösterildiğinden bahsettikleri adem-i Mısır haricindeki Osmanlılara gelince devlet-i Osmaniyye’ye kadar çıkacak olursak görürüz ki vaz’ etmiş olduğu nizam hıristiyan bulunan memalikin dairelerinde mahkemelerinde hıristiyanları istihdam ile emrediyor. Hıristiyan me’murlar müslümanların nail olduğu rütbelerin nişanların kaffesine daha vasi’ bir nisbette nail oluyor. Hatta bunlardan birçoğu müslümanların ihraz edemediği imtiyazatı menafi’i bile istihsal ediyor. Sefaretler büyük büyük mansıblar hıristiyanlardan hali değil. Sultanın rüesa-yı ruhaniyye haklarındaki iltifatı ihsanı taltifatı bunlardan bir kısmını huzuruna kabulü kendilerine nevaziş-karane hitabı her gün gazetelerde görülüyor. Bu sözümüze de en birinci şahit olarak ceride sahibini gösteririz ki birçok zaman Devlet-i Aliyye’ye karşı bir müslümanın söylemeye cesaret edemeyeceği sözleri söylediği halde hıristiyan olmak itibariyle sultanın mazhar-ı i’timadı oldu; saray-ı hümayuna alındı; rütbelerle nişanlarla daha başka suretlerle taltif olundu. Eğer bu da hıristiyanlar hakkındaki Devletin siyaset-i hariciyyesine gelince Fransızlar sultanın Almanya hükumetine karşı gösterdiği emniyet ve muhabbetten şikayet ediyorlar. Halbuki Almanya hükumeti bir hükumet-i hıristiyaniyye’dir. Zannetmeyiz ki bunlar sultanın bir devlet-i İslamiyye’ye karşı dostluğundan şikayete mahal görsünler. Hükumet-i Osmaniyye’nin İngiltere siyasetine karşı gayet metin bir i’timadı vardı. Sonraları birtakım hadiseler zahir oldu ki başlıca Mösyö Gladstone’un siyasetteki maharetsizliğinden meydan alan bu hadisat uzun müddet o larda i’timad-i zailin avdet ettiğini görüyoruz. Rical-i devlet arasında Rusya’nın sadakatine itimadı olanlar da bulunuyor ki bunlar müslüman oldukları halde devletin siyasetini Rusya siyasetine imale arzusunu besliyorlar. Benim Hanotaux’ca bilinmesini en ziyade istediğim cihet şudur ki Devlet-i Osmaniyye’nin Avrupa devletlerine karşı kullandığı siyaset dini bir siyaset değildir hem devletin bidayet-i zuhurundan bugüne kadar asla dini olmamıştır. Bu devlet evvelce bir devlet-i fütuhat bir devlet-i galebe idi; son zamanlarında ise bir devlet-i siyaset bir devlet-i müdafaa haline inkılab etti. Binaenaleyh Avrupalılar ile olan muamelatında dinin zerre kadar dahli yoktur. Almanya imparatorunun Osmanlı toprağına geldiği zaman gördüğü hürmet herkesin malumudur. Avrupa’dan İstanbul’a gelen hıristiyan umerası mazhar oldukları ta’zimi kendi memleketlerinde kabil değil göremezler. Müslümanların muhtaç oldukları para bunları ağırlamak için sarf olunuyor. Pekala! Bu fedakarlıklar onların dostluğunu kazanmak olmaz mı? Evet Sultan için resmiyat ile iktifa ederek ilerisine gitmemek mümkündü; lakin o bu muamelesinde resmiyetin derecat ile fevkine çıktı. Avrupa siyasetinin hiçbir vechile dini olmadığını teslim edersek Devlet-i Osmaniyye’nin Avrupa’ya karşı siyaseti de ayniyle böyledir. Tabii müslümanlar da devletlerine tabi’dir. Şimdi bir mu’teriz çıkıp diyebilir ki: Ermeni vak’aları halen hatırlardadır. Bu faciaların sebebi ise taassub-ı dini saikasıyla reva görülen mezalimden başka bir şey değildir. Buna cevaben denebilir ki: Bir taifenin bazı efradına karşı izhar edilen adavet gerek o taifenin bütün efradına gerek diğer taifelere karşı adem-i i’timadı icab etmez. Bununla beraber Ermenilerden birçoğu hala hizmet-i devlette müstahdemdir. Şu hal o fecayiin menşe-i taassub-ı dini olmadığını pekala gösterir. Zaten memalik-i Osmaniyye’deki diğer hıristiyanların müslümanlardan daha geniş bir refah biraz insaf etmiş olsalardı pekala anlayabilirlerdi ki bu diyarda zaman zaman hadis olan bu gibi harekatın esbabı büsbütün başkadır; bunun menbaını Asya’da değil Avrupa’da aramalıdır. biye hususunda müslümanların da o mertebeye gelmesi temenni olunacak derecede bulunduğunu söylemek bana hiç giran gelmiyor. Pekala! Bu hal hıristiyanlara karşı suizan beslediğimize i’timadsızlık gösterdiğimize mi delalet eder? Ceride sahibi gibi bir muharrire müslümanları hikaye ettiği tarzda göstermek yakışmaz. Çünkü onun bu hali hem müslümanların hem hıristiyanların canını sıkar. Ben öyle zannediyorum ki bu adam müslümanlardan bahsederken karşısına hoşuna gitmeyen bir iki şahsın hayali çıkmış da onun te’siriyle bütün müslümanları bütün müslüman erbab-ı siyasetini aynı surette tasvire çalışmış. Mösyö Hanotaux bilmelidir ki müslümanlar hakkında kendine söylenilen sözlerin yahud bazı Osmanlılar tarafından yazılan yazıların hariçte asla vücudu yoktur; bunlar söyleyenlerin yahud yazanların hayalinde vücut verilmiş şeylerdir. Binaenaleyh bu gibi esaslar üzerine bina-yı mütalaat etmemesi hakıkat-i hali bizzat tahkik ettikten sonra söze girişmesi lazımdır. Mösyö Hanotaux diyor ki: “Ben müslümanlara hizmet ettiğim halde kendilerine dair yazdığım makaleden dolayı aleyhime yürüdüler; ya hizmet etmeyenlere karşı nasıl davranacaklar bilemem!” Evet eğer Mösyö Hanotaux nutkunda yalnız siyasetten bahsedeydi müslümanların Fransa hükumeti kelam etmeyeydi dinin en başlı usulünden olan iki büyük asla hücum eylemeyeydi kimse kalkıp da kendisini muahezede bulunmazdı da mütalaatı ancak sıhhat yahud adem-i Lakin Hanotaux bununla iktifa etmeyerek akıde-i tevhid aleyhine yürüdü; bu akıdenin müslümanlar üzerinde fena te’sirler husule getirdiğini ileri sürdü. Daha sonra akıde-i kadere sell-i seyf ederek müslümanlar müslüman kaldıkça inhitata doğru gitmekten geri kalmayacaklarını iddiaya kalkıştı ki bu hareketine karşı hiçbir müslüman ruy-ı rıza gösteremez. Eğer Hanotaux müslümanların bugünkü haliyle usul-i diniyyelerinden inhiraflarını zikrederek şuun-ı hayatiyyelerini let-i mahz içinde olduklarından dolayı kendilerini muaheze hahane vesaya suretinde telakki edenlerden başka kimse bulunmaz idi. miş; her ikisi kendi usul-i mahsusaları üzere dahilen tevessü’ etmeye başlamıştı. Salikleri kısmen hürrü’l-ictihad olmakla beraber mensup olduğu mektebin usulünü ta’kib ederler; demezdi. İşte bu suretle iki mektep arasında hayli açıklık husule gelmişti. Şam Mekke Yemen kıt’alarında olan fukaha bin-nisbe her iki mektebe karşı az çok biganelik gösteriyor; bitaraf geçinirlerdi. Hele bu hal Mekke’de hayli ilerideydi. Abdullah bin Abbas radiyallahu anhümanın ictihadda olan meslek-i serbestanesi ashabının nasiyye-i irfanlarında Hicazlıların liyordu. Bununla beraber Mekkeliler Medinelilerden az çok müteessir de olmuyorlar değildi. İmam Malik Hazretleri’nin bazı fetavası işitiliyor; cem’ u te’lif buyurduğu Muvatta nam eserin Mekke-i Mükerreme talebeleri tarafından hıfzedildiği de görülüyordu. Ve maa-zalik bi-taraflık hepsine galebe çalıyordu. devam etmekte iken Kureyş kabilesine mensup Haşimilerden birisi tahsil-i esasiyi Mekke-i Mükerreme’de gördükten gelir; müşarünileyh İmam Malik’in huzurunda kalarak istifadeye koyulur. Bir müddet sonra o zamanlar Irak mekteb-i fıkhisinin ta’bir-i digerle mezheb-i Hanefi’nin merkezi olan Bağdat’a gelir; orada dahi iki sene miktarı kalarak Ebu Hanife Hazretleri’nin ashabıyla mücalese ve müzakerat-ı fıkhiyyede bulunur. müctehidleriyle hal-i temasta bulunarak tetebbuatını itmam ettikten sonra Mısır’da “İmam Ebu Abdullah Muhammed bin İdris eş-Şafii” ünvan-ı mübecceliyle meydana çıkmış; kendi usulü dairesinde ictihad ederek mezhebini neşretmeye başlamıştı. Hazret-i Şafii tetebbuat-ı medidesi esnasında her iki mektebin hiç bir asıl ve mes’elesine nazar-ı tenkıdini sulü füruu hep birer birer muhakemeye çekti. Muhakemeyi bitarafane mi icra etti? - Evet.. Fakat kendi usulü kendi nizamatı dairesinde… Eslafça izah olunmayıp mübhemce geçiştirilen bazı noktalarda tafsilat ita eyledi. Her iki mektepçe yahud ancak birisi tarafından mazhar-ı himaye olan bazı usulü reddetti. Bazen nadir olarak yeni ekseriyet üzere iki mektebin vasatında bazen ikisinden mürekkeb usul-i ictihadiyye ve kavaid-i fıkhiyye vaz’ eyledi. İşte muhakemesi şu usul şu kavaid dahilinde cereyan ediyordu. Ulema-yı tabiince bazı ehadis-i sahiha mechul kalarak o mahalde akval-i ashaba akval-i meşayihe yahud ictihada müracaat edilmiş olduğunu gördü. Son günleri ehadis-i sahiha meydana çıkmış; fakat o mahallerde akval-i eslafa tesadüf edilmekte bulunduğundan ulema-yı zaman –Iraklılar Hicazlılar– o ehadisin ma’tun olduğuna zahib olarak kabul etmez mezheb-i meşayihi tercih eylerdi. İmam Şafii bu hali muvafık bulmadı; bu suretlerde mutlaka ehadis ve sünenin tercihi lazım geldiğini ileriye sürerdi. Zaman-ı Şafii’de asar ve sünen ile beraber akval-i ashab cem’ olunuyordu. Fakat bazı asar ve sünenin sıhhati meydana çıktığı halde bazı akval-i ashab onlara muhalif geliyordu. val-i ashabı esasından kabul etmemeye karar verdi. Halbuki akval-i ashab gerek Iraklılarca gerek Hicazlılarca usulü dairesinde bazı şurut ile kabul ediliyordu. Hicazlılar Iraklılarca akval-i mütehalife ve mütearızayı cem’ u tevfik etmek için mazbut bir usul vaz’ edilmiş değildi. Her müctehid kendi ictihadı vechile bir çare-i tevfik buluyordu. vaz’ eyledi. hafazakar bulunuyordu. Senede rivayete silsileye pek ziyade ehemmiyet veriyordu. İşte bundan dolayı ehadis-i mürseleyi pek mahdud şurut dahilinde kabul eyler “müsned”i mutlaka “mürsel”e tercih ediyordu. Halbuki Iraklılar miyanında diyenler de bulunmuyor değildi. İmam Ebu Hanife’nin de bu babda mezhebi hayli vüsatli idi. Hicazlılar hatta İmam Malik Hazretleri de bu hususta o kadar muhafazakar değildi. Hele İmam Şafii Iraklılarca mazhar-ı kabul olan istihsanı şiddetle reddeder; istihsanın şer’e dine re’y karıştırmaktan başka hiçbir şey olmadığını söylerdi. İşte bundan dolayıdır ki Şafiiler Hanefilere “ashabürre’y” derler. Bir nevi’ zemmi müş’ir olan bu ta’bir şu istihsan mes’elesinden ileri gelmiştir. Filhakika istihsanda bu nevi’ re’y yok değil var; zira hilafında i’ta-yı hükm edilir de edilleden birisini teşkil eden kıyas nazar-ı i’tibara alınmaz… İşte bu bir nevi’ hüküm birre’y oluyor. Fakat şurası da nazar-ı dikkate alınmalıdır ki bir delil-i şer’i bulunmadıkça Hanefilerce kıyas terk edilerek istihsana müracaat olunmaz. leften devr-i ashabdan bittevarüs geliyor. Hulefa-yı Raşidin ve ashab-ı güzin hazeratının fetava ve müctehedatı kaziyyesi –bahusus muamelat hususunda olanları– teftiş edilirse birçok istihsanlara tesadüf edileceği şüphesizdir. Zaten tarik-i hayatta muamelatta menfaat-i meşruanın ancak istihsan tarikiyle te’mini mümkün olan birçok maddeler mevcuttur. Kıyasla amel etmek bunun ziyaına sebebiyet verir. İbadatta dahi kıyasa yapışıp kalmak da birçok haraclara müeddi olur. İşte bundan dolayı istihsan selefen ve halefen kabul edilmiş bulunuyordu. ber daha birçok noktalarda kendine mahsus bir çığır açarak usul-i ictihadını tahdid ve ta’yin eyledi. Kendisi ve ashabı şu yol üzerinde ilerlediler; çalıştılar… Şafii’ye mensub olmak üzere muntazam mükemmel bir fıkıh meydana geldi. Şafii radiyallahu anh tab’an Arap fıtratında serbest bir zattı. Fikrinde terbiyesinde şaibe-i taklid yoktu. Hür düşünüyor hür söylüyordu. Metanet ve cesaret-i kalbiyyeye azm ü sebata malikti. Abdullah bin Abbas radiyallahu anhümanın tarik-i ictihadda hayrü’l-halefi denilmeye seza idi. Fikren fıtraten bir münekkiddi. Şari-i A’zam sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den maada ashab ve tabiin ve müctehidinden hiçbirinin sözünü bila-muhakeme kabul etmez; muvafık bulamadığı surette reddetmekten de çekinmezdi. Kur’an’dan sünnetten başka hiçbir kimseye takayyüdü yoktu. Akval-i ashabı da kabul etmemeye karar vermişti. Tabiin ve sairleri için de hükmü buydu. Zatında mevcud fikr-i tenkıd ve serbesti ile beraber din-i mübine şer’-i şerife re’yin karıştırılmasına katiyyen cevaz vermiyordu. Bu noktada pek ziyade hassas son derece müteyakkız davranıyordu. İstihsanı reddediyordu. Sünen ve asara bütün mevcudiyetiyle yapışıyor; bunlara temessük hususunda pek şiddetli görünüyordu. Hatta naklin en ince noktalarına varıncaya değin tahliline gayre[t] eyler; zerre kadar bir istinad-gah bulursa onu kabul ederdi. İşte Şafiilerce mazhar-ı kabul olan mefhumat bu kabildendi. Delil-i şer’inin müsaadesi kadar ma’kuliyetten de ayrılmak duğundan hatta seleflerine muhalif olarak taraf-ı ma’kulü derecede haiz -i ehemmiyyetti. Binaenaleyh tearuz tehalüf esnasında rüchan mutlaka nakil tarafında kalır. Bir mes’ele gayr-ı ma’kul da olsa velev zayıf da olsun nakle müstenid olmak kafi görülürdü. had ile zuhur etmişti. Bazen az çok tenkidat icra ederek Irak mekteb-i fıkhisinden bazen de az çok bir tadilat-ı akliyye ile Hicazlılardan ahz u iktibas eylerdi. Bazen de ikisinin arasında bir yol takip eyler kendi ictihadını ileri sürerdi. zeratı yeni bir mezhebin müessisleri olmaktan ziyade eski iki mekteb-i fıkhinin büyük tercümanları itibar edilip İmam Şafii radiyallahu anh ise müessis-i mezheb tanılmağa sezadır. ] [ Hutbelere Dair Ba’desselam Türkçe hutbelerin kabulü veyahud Arapça hutbe kıraat edildikten evvel Türkçe olarak izah edilmesi numaralı muhterem Sıratımüstakım’de münderic bir mektupta bid’ati seyyie olarak gösteriliyor ve ilave olunarak uzun ve halkın anlamadığı bir lisanla kıraat edilen hutbeler cemaatin tenfirini mucib olur deniliyor. Hutbelerin Türkçe kıraat olunması memalik-i Osmaniyye müslümanları için gayet faydalı bir maddedir. Çünkü hutbeden edilecek istifadeyi ancak anlamak ve bilmek ile te’min edebileceğiz; burada maatteessüf muhterem hatip efendinin fikirlerine iştirak edemeyeceğimden dolayı teessüf ederim. Hutbelerin Türkçe okunması bid’at-i seyyie olacağı beyan buyuruluyor. Halbuki bunda ben bir bid’at göremiyorum bil-akis bid’at-i hasene görüyorum. İslamiyet daima terakkı ve tealiyi ve ilm ü hüneri emreder. Terakkıye taalluk edecek bir hususu İslamiyet’in men etmesi zannetmem ki kabil olsun. Türkçe hutbeler halkın ibadat ve taat ile tenvir-i efkar ve tashih-i ahlakına hizmet edeceği gibi ilm ü hüner ile terakkı ve tealiye sevk ve teşvik eder ve nasihat verir. Hem Hindistan’da Arapçasından sonra mahalli lisanı ile hutbe kıraat etmek bid’at-i seyyie addolunmuyor da Osmanlı müslümanları Hindistan ahali-i İslamiyye’si şüphesiz ki hutbenin kendi lisanları ye ve maddiyyeleri olmuştur. Hüsn-i niyyet ve selamet-i fikirlerinden emin bulunduğumuz Hafız Efendi hazretleri mektuplarının kısm-ı sanisinde kendi kalemleriyle tasdik buyuruyorlar ki uzun ve halkın anlamadığı bir lisanla okunan hutbeler tenfir-i ahaliyi mucib oluyor. Ve bu vesile ile birkaç muhtasar hutbe numunesi yazdılar. Bu hutbeler şayan-ı takdir olduğu gibi halkın anlamadığı bir lisanda söylenen hutbeler can sıkmakta olduğunu ayn-ı mahalde tasdik etmek de mucib-i teşekkürdür. Binaenaleyh anlaşılıyor ki yalnız Arabi hutbelerin kıraatten sonra yahud hatip hutbeye çıkmazdan biraz evvel “Ey cemaat bugün okuyacağım hutbenin meali şudur” diye Türkçe tefsir edilmesi pek büyük fayda te’min ettikten başka tenfir-i ahaliyi de mucib olmayacak. İnşaallah an-karib Türkçe hutbe numunelerini de bu mu’teber sahifelerde görmekle mübahi oluruz. Hutbeler hakkında bir çok sözler söylendi.. Nihayet ıslahı cihetine gidildi. Sıratımüstakım’in nüsah-ı ahiresinde neşredilen numunelerden serdedilen bazı mütalaattan bu anlaşılıyor. Fakat teessüf olunur ki kadim kadim olduğu kadar da sakım bir i’tiyad hala hutbeler üzerinde icra-yı te’sirden hali kalmıyor! O da seci’ esareti beliyyesi! Bir kere düşünmeli! Hutbelerden beklenen te’sir ile tesciin ne münasebeti var? miini de teşviş eder. Hutbelerimiz sanat-ı tescie o kadar esirdirler ki mevkie münasib irad edilecek ayatın bile hutbeye sec’en muvafık olmasına dikkat ederler! Şurasını da arz edeyim ki hutebamızın okudukları hutbeler kaide-i tescie hiçbir zaman muvafık düşmüyor. Herkesin malumudur ki bir kelimenin terkibin yahud cümlenin tekerrürüyle seci’ tahakkuk etmez. Bir zat-ı muhteremin re’yine göre Türkçe hutbe okumak bir su-i ibtida’ imiş! Halbuki ben bu kaziyyenin aksini iddia ederim: Bir hatibin a’la-yı minberden kavminin anlamadığı bir lisanla hitabet etmesi bid’at-i seyyiedir. Niçin diye sorarsanız; derim ki: Hazret-i Fahr-i Kainat aleyh-i efdalü’ttahiyyat Efendimiz hiçbir zaman elsine-i Acemiyye’den biriyle ashab-ı kiramına hitabet buyurmadı. Yok Aleyhissalatü vesselam’ın bir gün Farisi hutbe okuduğunu bilen varsa çıksın da isbat eylesin! Bid’at demek sünnete muhalif hareket demek değil mi? Hitabette sünnet-i seniyye ise mutlak bir lisan ile tekellüm değil kavm-i muhatabın mütekellim olduğu bir ifade ile icra-yı va’z tebliğ-i ahkam hatta umur-ı memlekete müteallik mesailden bahistir. Mısriyye lisan-ı fasih-i Arab’ı bile ihmal ediyorlar. Birkaçının hutbesini dinledim: Avam şivesindedir. Onlar değil sec’a kavaid-i lisaniyyenin mebadisi olan i’raba i’lale fülana riayet ret-i Fahr-i Resul bizim devrimizde bizim muhitimizde yetişselerdi ayniyle böyle hareket buyururlardı. buyuran zat-ı şerif elbette tefhim-i meram için başka tarik-i eslem bulamazlardı.” Teganniye gelince bid’at-i hasene mi demek lazımdır? dip muttasıl çalkanmak –kim ne derse desin!– bila-şek müfsid-i salattır. Sesleri muhtelif perdelerden çıkarmak hatırı için kafayı ayrı gövdeyi ayrı oynatmak hiçbir vakit muvafık-ı sünnet değildir.. Muvafık-ı sünnet olduğunu iddia edecek hiçbir ferd-i ceri de yoktur. Haşiye – Yukarıda mihrap sözü geçti de aklıma geldi. Öteden beri zihnimi kurcalayan bir mes’ele var: Umumiyetle mihraplarımızın üzerinde bir ayet-i celile mektubdur: bu ayet-i celilenin buralara yazılmasında ne ma’na var? Mücerred mihrab kelimesini havi olduğu için midir? Halbuki o mihrabın bizim mihrabımızla bir münasebeti yoktur. Re’y-i acizanemce bu ayet-i celile yerine mesela: yazılsa daha münasib düşer. – – Mürekkeb fiillerin iki tam fiilin birleşmesiyle mürekkeb olanlarını da geçtik. Sıra “gördü idi” “uyumuş imiş” gibi şeylere geldi. “Gördü idi” “uyumuş imiş” “görür ise” diyoruz. Tam fiillere bu “idi” “imiş” “ise” kelimelerini uyuntu etmekle ne yapıyoruz? Şüphesiz basit fiilde olmayan bir faydayı te’min etmiş fiile bir hususiyet bir başkalık vermiş oluyoruz.. Bunlarda hikaye gibi rivayet gibi şart gibi siganın aslında olmayan bir ma’na bir koku hasıl ediyoruz. Uyuntu ettiğimiz bu “idi” “imiş” “ise” kelimeleri nedir? Bakılsa bunlar da birer fiildir.. Çünkü bunlarda zaman da var şahıs da var.. Fakat fiil olmak için lazım olan şeylerden asıl olan ma’na unsuru yok.. Asıl ma’nanın unsuru olmadığı gibi unsursuz olarak varlığı da pek belli değil. Demek ki bunlar fiil ise bile kırıntı ve nakıs birer fiil. Filhakika bunlara hallerine ve gördükleri işlere muvafık olarak “iane fiilleri” derler. Bunlardan birincisi “hikaye fi’l-i ianesi” ikincisi “rivayet fi’l-i ianesi” üçüncüsü “şart fi’l-i ianesi” olduğu da ma’lumdur. Mürekkeb fiillerin bu şeklinde ne görüyoruz? “..idi” “..imiş” “..ise” şeklindeki gayet nakıs gayet kapalı ma’naların “gördü idi” “görmüş imiş” “gördü ise” gibi açıldığını tam bir şekil aldığını görüyoruz. Demek ki bu şekilde nakıs fiiller kendi cinsinden mütemmim alıp tamamlamış oluyor. Vakıa iane fiilleri nakıs fiillerdir. Fakat tam fiilin yanında bu nakıslık bertaraf olup gidiyor. Yalnız üç sigadan ibaret görünen iane fiillerinin asıl fiil sigalarından hangileriyle birleştiklerini yoklayacak olsak hemen cümlesiyle birleştiklerini görürüz. İane sigaları o kadar uysal ki mahzur olmadıkça hemen hemen bütün sigalarla barışıp badaşırlar. Yalnız bunların hal ve mahiyeti arkadaş oldukları sigaların hal ve mahiyetine mübayin düşmemeli. Mesela “geldi imiş” denemez. “Gele ise” ve “gelse ise” denemez. Kezalik “gelsin idi” ve “gelsin imiş” ve “gelsin ise” de denemez. Çünkü bu suretlerde iki siga arasında mübayenet ve dargınlık var. “Gelsin ise” dendiği varsa da bundaki “ise” başka mahiyettedir. Bu gediklik geçilince sigaların birleşmesi usulü makine gibi işletilerek “geldi “gele idi” “gelmeli idi” “gelse idi” “gelmiş imiş” “gelir imiş” “geliyor imiş” “gelecek imiş” “gele imiş” “gelmeli imiş” “gelse imiş”.. “geldi ise” “gelmiş ise” “gelir ise” “geliyor “hikaye” “rivayet” “şart” kelimeleri takılarak bunlara sıra vayet-i mazi-i nakli” ilh “Şart-ı mazi-i şühudi” denildiği de ma’lumumuzdur. malı? Akla geleceği gibi vesair sigalarda olduğu vechile fiilin yani mürekkeb hey’etin sonuna yapıştırılmalı. Filhakika öyle yapılıp “geldi idim” “geldi idin” “geldi idi” “geldi Yalnız “hikaye-i mazi-i şühudi” ile “şart-ı mazi-i şü-hudi”de “geldim idi” ilh “geldim ise” ilh gibi nadiren bir sapıklık olduğu oluyor. tün atılıp yalnız ikinci hecelerin kaldığını ve bu halde cem’-i mütekellimlerdeki “ke”lerin takıldıkları heceler kalın olduğu zaman “ka” olduğunu biliriz. Bunları ortaya döküp sözü bereketlendirmeye mahal yok. Asıl ma’na unsurundan mahrum gibi gördüğümüz iane fiilleri bu eksiklikten dolayı fiille yardaklık ediyor. Bu kadarla kalmalı mı? Hakıkat bunlar bu kadarla kalmıyor.. İsim familyasından bazı kelimelere de hizmet edip onlara zamanca şahısça bir kullanış veriyor. Hani ana ma’nası geniş fiiller onlar gibi bir nevi’ fiil işlekliği gösteriyor. İşte “su idi” “su “soğuk imiş” “soğuk ise”.. gibi tasarruflar bu cümledendir. Bu noktada sözü uzatmayalım da bu tasarrufta da “badi-i kelal ü melal idi” gibi baş ağrıları bulunduğunu hatırlayıverelim. Bilmem… Bulduğumuz misallere misallerde gördüğümüz hallere bakarak şimdi mürekkeb fiilleri de tabii bir surette tasnif ve taksim edebiliriz. Görüyoruz ki fiil başka bir kelime ile birleşip mürekkeb olduğu vakit ya isim cinsinden bir şeyle birleşiyor. Ya yine kendi cinsinden bir şeyle birleşiyor.. Kendi cinsinden bir şeyle birleşme halinde ana fiil ya tam bir fiil oluyor ya nakıs bir fiil oluyor.. Her iki halde de mütemmim yerinde gelen fiil mutlaka daha has yani ma’ruf ta’bir-i vech ile ehass ve buna nisbetle ana fiil eamm oluyor. Demek ki tahlil ediyoruz diye bu kadar tafsil ettiğimiz mürekkeb fiiller esasen üç nevi’: İsim cinsinden bir şeyle birleşmiş fiiller fiil cinsinden bir şeyle birleşmiş tam fiiller fiil cinsinden bir şeyle birleşmiş nakıs fiiller. Nakıs fiillerin isim cinsinden bir şeyle birleşmesini başlı bir nevi saymıyoruz. Mürekkeb fiilleri böylece tasnif ettikten sonra buraya dokunan pek ince ve pek yeni bir şeyden bahsetmeden geçemeyeceğim. O şey ne? Hani mürekkeb isimler üzerine yürütülen mülahazalar arasında Türkçe’de mütemmim kelimelerin esas kelimelerden evvel geleceği hakkında bir söz söylememiş miydim? İşte onu buraya tatbik edeceğim. Diyorum ki Türkçe’de bütün mürekkeb ta’birlerde ve hatta sözün tertibinde mütemmim kelimeler evvel gelir esas kelimeler sonraya kalır. Bunun mürekkeb isimlerde nasıl olduğunu söyledik. Şimdi de bulduğumuz şu üç nevi’ mürekkeb fiillerde bunu arayalım. “Su aldı” “fayda buldu” “hasta oldu” ta’birlerinde “aldı” “buldu” “oldu” esastır.. “Su” “fayda” “hasta” kelimeleri bu esasların eksik cihetlerini tetmim eden birer mütemmimdir. “Aldı” dedik.. Bunda bir eksiklik var.. Aldı.. Ne aldı? Su aldı... Buldu.. Bir eksiklik var.. Ne buldu? Fayda buldu.. Oldu.. Yine eksik.. Ne oldu? Hasta oldu.. Kezalik “görebildi” “uyuyuverdi” tabirlerinde “bildi” “verdi” esastır.. “Göre” “uyuyu” parçaları esaslardaki umumi geniş karanlık ma’nayı biraz açan birer mütemmimdir. Kezalik “gördü idi” “uyumuş imiş” “görür ise” ta’birlerinde “idi” “imiş” “ise” esastır. Bunlar kırıntı ise de ma’nanın ağırlığı bunlar üzerindedir. Dikkat edersek anlarız ki “yazacak idi” ve “yazacak imiş” sözlerinde esas maziliktir. “Yazmış ise” sözünde esas şartiyyettir. “Yazacak” ve “yazmış” birer mütemmimdir. Nitekim “sütçü”de esas “çü”lük yani faaliyettir.. “Kömürlük”te esas “lük”lük yani mekaniyettir. Çünkü “sütçü”de “satıcılık” esastır. Bu da “çü” ile te’min olunuyor. “Kömürlük”te mahalliyyet esastır. Bu da “lük” ile te’min olunuyor. İşte inceledikçe bu ince iş derinliğini gösteriyor.. Hep esaslar muahhar mütemmimler mukaddem… okunmuş bir şey değildir sırf kemterinizin keşfimdir. Bunun derinleştirilmesi ve işlenmesi halinde lisanımızca faydalar hasıl olacağı ümidindeyim. Onun için bunu tekrar nazarlara arz ediyorum. Burada mürekkeb kelimeler hakkındaki mülahazalarımız da bitmiştir. Başka bir noktaya daha geliyoruz. Biliyoruz ki fiilde üç şey var: Asıl ma’na zaman şahıs… Zamanı bırakıp asıl ma’na ile şahsı nazara alalım.. Asıl ma’na dediğimiz şey bir adı da fail olan şahsın ya bir halidir ya bir işidir. Bunun biri bir teessürdür diğeri bir te’sirdir. Fail bunun birinde bir şey yapmayıp sadece geleni alarak yerinde kalmıştır. Diğerinde kendini gösterip yerinden sarkarak bir şey yapmıştır. Bunun biri sadece bir “olmak”tır diğeri olmakla beraber bir “etmek”tir. Bunun “olmak” mahiyetinde olanları “lazım”dır “etmek” mahiyetinde olanları “müteaddi”dir. Bütün fiil analarını bütün fiilleri lazım ve müteaddi i’tibariyle mümkündür bunların ma’naları dairesi o kadar umumidir o kadar şamildir. Bu iki kelimeden biri daha atılmak lazım gelse elde yalnız bir kelime kalır ki o da “olmak”tan ibarettir. Filhakika “olmak” ma’nasında sair fiillerdeki fazlalıklar hususiyetler hudutlar yoktur. “Olmak” asli gökler kadar saf denizler kadar geniş geceler kadar karanlıktır. “Doğmak” “ölmek” “ağlamak” “gülmek” “kırmak” “kesmek” “atmak” “tutmak” gibi bütün lazım ve müteaddi ma’nalardan birer sıfat alınarak “doğucu olmak” “ölücü olmak” “ağlayıcı olmak” “gülücü olmak” “atıcı olmak” “tutucu olmak” denilmekle her şey olur biter. Demek ki “olmak” ma’nası bütün ma’naları yutan analar anası bir ma’nadır. Demek ki “olmak” fiili en hakıkı bir fiildir. “Olmak” ma’nası en saf bir ma’na olmakla beraber büsbütün hudutsuz değil.. “Oldu” denildi mi “Ne oldu?” gibi bir şüphe gelmekle beraber bir varlık ma’nası da kendini gösteriyor.. Güya ki “oldu” denilince “mevcut oldu” denilmiş oluyor. Halbuki bu da bir haddir bu da bir kayıttır.. Biz cevheri bir fiil istiyoruz. Biz bir fiil istiyoruz ki ma’nasında bu kadar da fazlalık bulunmasın ma’nası büsbütün sudan olsun. Evet mülahazamıza göre bir cihetten “olmak” “olunmak” “olucu” “olmuş” “olunmuş” gibi ismiyyete ait döküntüsü diğer cihetten “oldu” “olmuş” “olur” ilah.. gibi fiiliyyete ait sigaları yolunda ve tamam bir fiili sair fiillerden mümtaz ve büsbütün başka bir fiil gibi telakki edip de bütün fiillere esas ve merci olacak bir “fi’l-i asli” bir “fi’l-i cevheri” diye kabul etmek olamaz. Mülahaza bu noktaya dayanınca “idi” “imiş” “ise”den Evet bunda zaman ve şahıs var asıl ma’na yok gibi. Bu noksan ise burada bizim aradığımız bir kemaldir. Bundan siga ve şahıs edatını attıktan sonra ne kalırsa buna bir “mek” ilave edince zahiren kırıntı ve hakıkatte üssülesas olan bu fiilin mastarı “imek” suretinde naz ederek meydana çıkar. İşte sırf ilmi ve itibari bir şey olan bu mastarın adı “fi’l-i cevheri”dir. Şu kadar asır güzel lisanımızın sinesinde kendini saklamış olan bu nazenin “fi’l-i cevheri” lisan mes’elelerinde pek derinlerde fenni ve mantıki usuller ile dalgıçlık eden büyük üstadımız Emrullah Efendi’nin himmetiyle keşfolunup ilim alemine ve muhterem millete takdim ve hediye edilmiştir. Bu kıymetdar keşif iki üç sene evveline kadar “Türkçe Sarf ve Nahiv” ile “Osmanlı Lisanı” ismindeki kitaptan evvel kavaid-namelere girmemiş teessüflere şayan olarak hala bile lisan muallimlerinden çoğunun mechulü bulunmuştur. “Fi’l-i cevheri”nin hal veya muzari sigası “Ben Türküm” “Sen Türksün” “O Türktür” “Biz Türküz” “Siz Türksünüz” “Onlar Türktürler” sözlerindeki “üm sün tür üz sünüz türler” parçalarından ibarettir ki bunları “zamir-i fi’li” ve “zamir-i isnadi” denilen şeyler arasında buluruz. “tür” suretindeki gaip sigasına edat-ı haber diyenler korkulur ki daha epeyce zaman dırlayıp gidecekler. “Olmak” mastarı kıymetçe “imek” fi’l-i cevherisine epeyce yakın bir mevkide bulunduğundan “görmüş olmak” “görücü olmak” gibi şeylerden başka “görür olmak” “görüyor olmak” “görecek olmak” “görmeli olmak” suretinde sair fiillere karşı bir imtiyaz gösteriyor. Bunlardan başka da “imek” fiilinin eksik kalan sigalarının yerlerini de dolduruyor. Tekrar hatırlara koymuş olayım ki bu mülahazalar hep gelişi güzel hatıralardan ma-hazarlardan ibarettir. İstense bunlara karşı kucak kucak… Kolay kolay itiraz der-miyan olunabilir. Fakat yaptığımız ne bir hod-füruşluktur ne bir davadır. Belki bir hasb-i haldir bir kıl ü kaldir. Onun için eksiğine artığına bakılmamalıdır. Artık epeyce fazla kaçan fiil bahsine de nihayet verelim de edatlar üzerine birkaç söz söyleyip “Tedrisatı nasıl yürüteceğiz?” maksadını icmal ederek lakırdıyı keselim. Tatlı olduğu kadar da zamanımızda modadırlar. Sanki bütün muharririn ittifak etmişler. Daima bundan bahseder dururlar esna-yı mübahasede ateşin mütalaat yürütürler. Anlatmağı hakıkaten cezmetmişler gibi ciddi ve faal tavırlar takınırlar. Ellerinden gelse mutlaka kari’lerini ihtiyarlarına bırakmadan bu istikbale ve bu refah ve saadete sürükleye sürükleye götürürlerdi. Fakat efsus bu ciddiyet yalnız bir tarafa münhasır kalır bu ateşin ifadatın husule getirdiği infialat hudud-ı matbuattan ileri geçemez. Birçok zahmetlerin mahsul-i mesaisi olan bu sahifeler kari’ler tarafından bir geçici neşe ile okunduktan sonra kuşe-i nisyana atılır –pek de hakkına riayet edilirse– toz topraklar altında çürütülür ihtiva ettiği maanisi dahi birkaç dimağın telafif ve tearücünde üç beş dakika takarrür ettikten sonra silinir gider. Fakat o yine ortalıkta duruyor. Acaba bunlar nedir? hatırımıza pek çok şeyler geliyor; kalbimizden bin türlü arzular kopuyor; dimağımızda da birkaç nevi’ kavimler raks etmeye başlıyor. Fakat bu nedir vehleten tayin edemeyiz. Lakin inkar kabul etmez bir şey varsa o da istikbal denince Avrupa’nın ahval-i hazırası hatırımıza gelmesidir. Refah ve saadetlerine vasıl olan bir kavmi göstermek istersek mutlaka parmağımızı garba doğru tevcih ederek: Evet istikballerine malik bir kavim varsa onlardır deriz. Fakat bu ne dereceye kadar doğrudur? olduktan sonra görülecek bir zaman olduğu gibi refah ve saadet de bu istikbalde hal-i sükunette harici ve dahili kaffe-i gavailden müsterihen bir maişet geçirmekten ibarettir. Her bir felaketin önünü almak hal-i sükunette emn ü rahatta yaşamak bunlar insanın yekdiğerine besledikleri buğz ve adavetten vazgeçmelerine vabeste olup bu da hissiyat birbirine temas ederek ittihadın kalben hasıl olduğu takdirde mümkünü’l-vukudur. Fakat ortalıkta menafi’ denilen bir şey dolaşıyor ki bu tenevvü’ ettiği takdirde ittihadın husulü imkan haricindedir zaten insanları buğz u adavet kaydı altında üzen de bu kuvvetin tehallüfüdür. Binaenaleyh menafi’ tenevvü’ ederek ve ortalıkta dolaştıkça ebna-i beşer yekdiğerinin hasm-ı canı kesilir. Bu halde de ne istikbal görülebilir ve ne de refah ve saadet tasavvur olunabilir. bu menafi’-i muhtelife ortalıktan kaldırılmalı veyahud buna te’sir edecek yani bir mecraya sevke kadir olacak bir kuvvet bulmalı. Bunun mümkün olup olmadığını bize ancak tarih gösterir. Zira tarih bütün dünyanın tecaribidir. Vakıa sahaif-i tarihiyyeye bakacak olursak menafi’leri taban tabana zıt olarak nice zamanlar nehb ü garetle imrar-ı evkat eden birçok kavimlerin kabilelerin çarçabuk geçiverdiğini pek çok defalar görürüz. Elbette bu takdirat ve tebeddülatın bir kuvvete tabi olduğuna şüphe edilemez. Bundan anlaşılıyor ki beni beşeri yed-i teshirinde baziçe makamında kullanan menafi’-i muhtelifeye te’sir edecek ve bunu bir mecraya sokarak menfaat-i vahide haline ifrağ eden bir kuvvet varmış. Zaman-ı cahiliyyette Arabistan şibh-ceziresinde sakin bi’l-cümle kabail beyninde kan davaları kısas hırsları o kadar yükselmişti ki koca Arabistan kıpkırmızı ateş rengini alarak nesl-i Arab’ın bütün bütün inkıtaa uğraması her gün ve her saat intizar edilen şeylerdendi. Bu davalar ve bundan husule gelen mukateleler hep ağraz-ı şahsiyye ve menafi’-i hasiseden tevellüd ederek din-i mübin-i İslam’ın tecellisi biraz daha teehhüre uğramış olsa idi hiç şek ve şüphe yoktu ki Arabistan cayır cayır yandıktan sonra kül olacağı gibi bütün kavm-i necib-i Arab da bu menafi’-i hasise ve hissiyyat-ı cahilane uğruna kurban olacaklardı. Bereket versin inayet-i Rabbaniyye’ye mazhariyetle beynel-akvam zekaca insanca mümtaz bir mevkii ihraz eden bu kavm-i necib muhatı bulunduğu felaketten kurtuldu. tan kaldırarak menafi’ namına ancak bir şey bıraktı ki o da menafi’-i meşrua-i İslamiyye’dir. Yalnız bırakmakla kalmadı. Bir de bu menafi’ uğrunda yekvücud olarak çalışmasını liva-i met addetti. Araplar bütün mevcudiyetleriyle bu tarik-i müstakim üzerine atılarak ileriye yürümeye başladılar ve bu sayede saha-i selamete vasıl olarak dünyanın en müterakkı kavmi sırasına geçtiler. Eyvan-ı kisrada altınlara müstağrak olarak taht-nişin olan bir zat Arabistan çöllerinde yalın ayak açık başla gezen bir Arab’ın verdiği hükme boyun eğmeye muztar kaldı. Bunlar fi-zatihi İslam’ın mazhar olduğu bir telif menafi’lere hizmet etmeyerek menafi namına ancak bir şey tanıdıklarından yalnız İslamiyet’in satvetini gözettiklerinden dolayı nail olabildiler. Menafi bir olunca bittabi ittihat da husule gelir. Çünkü ortalıkta iftirakı bais bir şey kalmaz. nokta riayetle itaat ederek hissiyat-ı uhuvvet gittikçe aralarında tezayüde başladı. Bunu bir şey pek kolaylaştırıyor idi ki o da İslamiyet nazarında bir melikin bir abd-i Habeşi ile müsavi olması idi. İslam’ın nazarında bunlar yekdiğerine kardeş olarak birbirine kardeşcesine muamele etmeye mecburdular. Buna riayet etmediği takdirde dine tamamıyla riayet etmemiş sayılıyordu. Zira İslamiyet’in ikinci ismi uhuvvetti. Arablar refah ve saadete vasıl oldular. Estaizü billah: Tarihin şu sayfaları bize pek açık olarak gösteriyor ki çalacak ve bunu bir mecraya sevk edecek yegane kuvvet dindir. Ebna-i beşerde hissiyyat-ı diniyye hakkıyla hükümferma olursa menafi’ler hep birleşerek menafi’-i muhtelifenin bu beladan halas olarak mutmain bir halde yaşar. Bugün Avrupa zahiren istikballeri pek parlak bir kavme benzer fakat emin olalım ki istikballeri pek tehlikededir. Zira biribirine uymayan menafi’ bunlarda her şeyin önünde tutulduğundan her dakika ve her saniye büyük bir buhrana yaklaşıyorlar. Alman bir İngiliz’e karşı silah bedest olarak harbe müheyya olduğu gibi bir Rus da bir Avusturyalı’ya karşı sopa bedest olarak kaybettiği siyasetlerinin acısını çıkarmaya bir fırsat beklemektedir. Bunlar-dan maada İtalya’nın Avusturya’ya dil-mande olduğundan dolayı resmi ittifaklara rağmen deruni bir adavet beslemekte olduğunu ve arada bir hissiyata kapılarak bu adavetin feveran edip harice çıktığını görürüz. Zaten Fransızların Almanlara karşı Alsas Loren vakasından dolayı hiçbir vakit silinmeyecek bir intikam besleyerek bunu bil-fiil icra için fırsat beklediklerini zikre hacet görmem. Demek barut ocağının üzerine koyulmuş da ancak işler bir kibritin çizilmesinde kalıyor. Fakat bugün değil de öbür gün...! Avrupa şeh-rah-ı medeniyyete kadem-endaz olur olmaz dine adem-i riayet göstermişti. Ve bunu da bazı zahir-binler musib bir fikir telakkı ederek cesaretlerini “Din ile terakkı bir yerde tecemmü’ edemez” demeğe kadar vardırdılar. Fakat geçmiş ve geçmek üzere bulunan vukuat-ı tarihiyye bunda aldanmış olduklarını peyder-pey meydana çıkarıyor. Evet terakkıleri behemehal Katolik kiliselerinin istibdadından halas olmaya vabeste olduğu inkar edilemez. Fakat böyle şeylerden halas olmak için hissiyyat-ı diniyyeyi bütün bütüne kökünden söküp atmak da lazım gelmezdi. Eğer bugün hissiyyat-ı hıristiyaniyye Avrupa’da hakkıyla hüküm-ferma olsa idi şüphesiz menafi’ler birbirine bu kadar tezad teşkil etmezdi. Kocaman Avrupa tefrik-i cinse rağmen bütün bütüne bir kitle-i vahide haline gelmese bile menafi’-i muhtelifenin yekdiğerine çarpışmak korkusundan halas olmuş olurlardı. Ve bunun sayesinde rahat rahat bütün dünyaya malik olarak kendileri tam bir sükunet içinde yaşarlardı. Zira o vakit ne bir İngiliz kut-i yevmisini bir Alman’ın helak olmasında arardı. Ve ne de bir Alman menafiini bir rupa hakıkaten bir hıristiyan alemine dönerek menafi’ namına da bir menafi’-i hıristiyaniyye tanılırdı. Fakat böyle olmadı her biri kendine mahsus bir menafi’ arkasından koşmaya başladı. İşte bunun içindir ki bugün Avrupa biri rızkını diğerinin helak olmasında aradığından ab u hava kadar lazım olan asayişin münhal olmasından tir tir titriyorlar. Aralarında ağraz o kadar çoğalmıştır ki adeta bunlar birer ucu bir tele rabt edilerek Avrupa’nın her bir köşesine yerleştirilen bombalara benziyor. Bu telin bir tarafının azıcık sarsılması bütün dünyanın alt üst olmasıyla netice-pezir olacak. Zaten garbımızda bir Pan-cermen teessüs ederek Almanya mizdeki Rusların büyük büyük fedakarlıklara katlanarak bir Panislav teşkiline koşkulanması kendilerini bu tellerin etrafından bir parça uzak tutmak için yapılan bir nevi tedbirden başka bir şey değildir. Fakat burada bir unsur göze çarpıyor ki o da üç yüz altmış milyona baliğ olan İslam unsurudur. Acaba bunlar husulü mutasavver olan bu hadisenin biganesi midir? Yoksa bu menafiin İslamlara temas etmediği noktası olarak bunca ve bu sayede hayatını muhafazaya muvaffak olacak mı? Herkesin ma’lumudur ki Avrupa sınaat-i ticaretçe öyle bir hale gelmiş ki fukarasını beslemek için behemehal ma’mulatlarına muhtaç olan bir yer aramak mecburiyetindeler. Bu mamulatlarına nerede ihtiyaç görülürse fukarasının erzakını oradan tedarik ediyorlar. Demek amele sıfatıyla fabrikalarında çalışan milyonlarca fukarasının ekmeğini veren ticaret ve sınaatten mahrum bir yerlerdir. Bu yerler olmazsa milyonlarca aile Avrupa’da çırçıplak kalacak. Bundan anlaşılıyor ki Avrupa her şeyden evvel böyle bir yer bulmak mecburiyetinde kalıyor. Fukarasına bunu te’min etmediği takdirde açlıktan husule gelen bir ihtilalin karşısında bulunuyor ki bu ihtilal başkalarına benzemez bir bırakmak şeh-rah-ı medeniyyete duhullerine mümkün olduğu kadar mümanaat etmek ve bunun için enva-i desaise bu yerlere girdikleri vakit yek-diğerine ne kadar rakip olarak görmüş olsalar bile ahali-i mahalliyye arasına iftirak tohumu saçarak bunları medeniyetten mahrum bırakmak hususunda müttehid bulunurlar zaten buna mecburdurlar. Zira menafi’leri iktizasındandır. İmdi sınaat ticaretten mahrum yerlerin kısm-ı a’zamını İslamlar teşkil ettiğini zikre bile lüzum görmüyoruz. Demek Avrupalılar kendi beynlerinde cereyan eden bunca iftiraklara rağmen bir de bu İslam unsurları arasında sınaatin medeniyetin taammüm etmemesine sa’y u gayret ediyorlar. Vakıa böyle midir? Elbette İslamların şimdiki hallerini nazar-ı itibara alırsak hakıkat meydana çıkar. Vakıa milel-i İslamiyye’nin ahvalini tedkık edecek olursak her yerde ayn-ı belanın karşısında olduklarını görürüz ki o belanın başlıcası kendi aralarındaki gerginliktir. “İslamiyet ittihada da’vet ediyor; İslamiyet uhuvvete da’vet ediyor; İslamiyet menafi’nizi birleştiriyor” gibi va’z u nasihatler vaizler hatipler tarafından hemen her daim söylenilmekte. Fakat aldıran kim? Yalnız bununla kalmıyor bir de matbuata aksederek bunca zamandan beri yalnız diyanet cihetince değil belki siyaset cihetince de bu ittihada menafi’lerimizi birleştirmeye muhtaç olduğumuzu sütunlar dolu bendler makaleler yazılmakta; fakat nazar-ı i’tibara alanlar nerede? Ve daha bununla da kalmıyor aramızda bazı hamiyyet-perveran çıkarak bütün ömrünü ve bütün servetini bu ittihad uğruna hibe ediyor fakat biz İslamlar.... Evet biz bedbaht İslamlar ne ile mukabelede bulunuyoruz? Küfran-ı ni’met ile ve daha ilerilersek müstebid bir hükumete jurnal etmekle değil mi? Bu rezaletleri yapan hep kut-i yevmiyyelerini din ile te’min eden şahıslar olduğunu zikredecek olursam garabetiniz bir kat daha artmaz mı? Ve üzerimize salıverilen desaislerin ve çevrilen fırıldakların kimler tarafından ve hangi büyük kafaların mahsul-i mesaisi olduğunu ta’yinde aciz mi kalacağız? Bugün bu koca millet-i İslamiyye’nin ta’kib ettikleri menafi’ o kadar tenevvü’ etmiş ki – maazallah– beynimizdeki kuvve-i rabıtanın mevcut olup olmadığına şüphe eder derecesine geliyoruz. İslamiyet bu kuvve-i rabıta-i mukaddese bizlerden Türk Tatar Arap Arnavud Kürd... saire vesaire gibi ünvanları silerek hepimizi bir yere toplayarak mecmuumuza bir ünvan veriyor ki o da “İslam”dır. Ve bununla bütün menafiimizi bir noktaya cem’ etmiş oluyor. Fakat bizler dimize ayrı ayrı birtakım menafi’ te’minine uğraşıyoruz. Lakin zannetmem buna muvaffak olalım. Çünkü karşımızda ağzını bir ejder gibi açmış Avrupa’ya bir kümeyi küme halinde yutmak nasıl kabil değil ise parçalandığı vakit yutmak da o kadar kolay bir şeydir. Demek istiyorum ki Yunanistan öte tarafta dururken Arnavutların Türklerden ayrılıp kendilerine mahsus bir menafi’ ta’kib edip de buna muvaffak olmaları bir hayalden başka bir şey değildir. Başımızın üzerinde İngilizler müterassıd ve müterakkıb bulunmakta başlarına muhafaza edebilmelerini tasavvur eylemeleri akla gelir şeylerden değildir. Kezalik ehass-ı amali nasılsa parmağına kapanı Ruslaştırmak olan Ruslar karşımızda dururken biz Tatarların da öyle bir Tatarız ki maarif-i umumiyyemiz elif-balık evet biz Rusya İslamlarının da kendimize mahsus sanki haricin muavenetinden istiğna göstererek İslam menfaati demeyerek “Tatar menfaati” diye mechul bir noktaya doğru koşmaya başlarsak bu mechul noktanın mezar olmadığını nereden biliyoruz? Zaten Avrupa’nın bu iftiraklara son derece ehemmiyet vererek büyük büyük teşebbüslerde bulunması -açık söyleyelim- Yemen Hicaz kıtasında urbana mavzer tüfenklerin tevzi olunması Rus Hükumeti’nin naşir-i efkarı olan Novoye Vremya’nın sanki yangın içerisinde kalmış adam gibi bağırarak ikide birde Panislam teşekkül ediyor mahvoluyoruz diyerek efkar-ı umumiyyenin zihnini tahrişe çalışması ve bundan makasıd-ı hasisesi için bir fayda beklemesi hiç teemmüle hacet bırakmadan ittihada olan mümkün olacağını alenen gösteriyor açıktan açığa anlatıyor. Fakat binlerce eyvah ki biz hala anlamıyoruz. Hala kendimizi sekizinci asr-ı miladi mes’udiyetinde zannederek yalnız mes’udlara yakışan emn ü rahat içerisinde mışıl mışıl uyuyoruz fakat gözümüzü açacak olursak kendimizi garplıların ağzında çiğnenmek için keskin dişlerinin üzerine koyulmuş bir halde görürüz. Resmi haberlere ehemmiyet vermezsek bugün Yemen’in bunların asıl müşevvikleri kim?... Kocaman İran -bilmem ki hangi alçakların iğfaline kapılmışızdır arada bir mezheb bürudeti hüküm-ferma olduğundan- hatırımıza bile gelmiyor. Bugün İran lukata hükmünde bulunuyor. Hayatı Rus Şark barometrik dilleri daima fırtına üzerinde durmasına vabestedir. Bütün evlad-ı Türkün mehdi olmakla beraber vaktiyle medeniyetini bütün aleme gösteren fütuhatıyla cihangirliğiyle bütün dünyayı hayrette bırakan Türkistan kıt’a-i cesimesi hakıkı bir misal teşkil ediyor tarih meraklıları tarih-i kadimde okumuş oldukları Asur Keldan devrini ameliyatıyla görmek nice mezahimlere katlanarak hesabını yalnız Allah bilen bir miktarda kanlar dökerek tamir ettiği bu diyarı bugünde sanki bir yangın geçirmiş.. Sanki bir zelzeleye duçar olmuş gibi bir harabe-zar halinde görür. Ahalisi ise sanki Tih Sahrası’nda dolaşıyorlar. Mütehayyirdirler sersemdirler bilmek namına bir şey varsa o da yalnız inattır. Hak olsun nahak olsun bir şey akıllarına gelmezse inat etmek hakıkati güneşi Bunların şimalindeki Tataristan Zaten bu isim çoktan silinerek dahili Rusya ta’bir olunuyor. Tatarların kendileri dedir. Koşuyor kat’-ı mesafe etmek istiyor fakat nereye doğru yürüdüklerini kendileri de bilmiyor… Daha doğrusu bir mechule bir karanlığa bir de din namına dolaşan fetvalara ve bu fetvaları veren mechulü’s-sima müftilere bakınız olur şeylerden değil….. Afganistan Belucistan Cavaların halleri ise bizce bütün bütüne mechuldür. Acaba bu hallere neden giriftar oluyoruz? Cevabı da pek sadedir: Kendi kendiliğimizden beynimizde ittihadın temerküz edememesinden. Birkaç senelerden beri matbuat aleminde Pan-islam’a dair makaleler gözüküyor. Hatta bazen ötede beride ittihada dair cem’iyetlerin teşekkül ettiğine dair ender olmak üzere de havadislere tesadüf olunuyor. Fakat yine de bu lezzetli lezzetli makaleler ile sütunlar dolusu program yazmağın öte tarafına geçilemiyor. Ameliyyat cihetine gelince sormayız!.. Çünkü…... Fakat emin olalım ki karşımızda Avrupa denilen cesim bir kuvvet bulundukça bizleri ancak bir şey kurtarabilir ki o da Pan-islam’dır. Daima gözümüzün önüne teşekkül etmiş bulunan Pancermen Pan-islav cem’iyetlerini getirelim bunların teşekkülü zahiren bu iki ırkın yek-diğerine karşı muhafaza-i hayat eski satvetlerini iade edemeyecek dereceye kadar ezmek için alet olarak istimal olunabileceğini hatırdan çıkarmayalım. Ne kadar ihtiyatlı davranırsak o kadar kar etmiş oluruz. Evet hayatımızı ancak Pan-islam sayesinde muhafaza edebileceğiz. Zannedersem bizleri bundan men’ edecek bir şey yoktur. Siyasete dokunacakmış. Fakat bu siyasetin bizim zararımıza olmakla beraber vehm ü hayal derekesinden ilerlemeyen bir siyaset olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım. Çünkü İslamların yapabileceği Pan-islam ancak kendilerini müdafaa için olup hiçbir tarafa fikr-i taarruzu mutasavver değildir. Zira bir dakikalarını bile kaybetmeden asırlarca çalışsalar bile diğerlerine taarruz eder bir kuvvete malik olamayacaklar. Onun için bu siyaset ancak bir vehm ü hayalden bir te’sir bırakmaz. Binaenaleyh bunun içinden bir siyaset aramak Avrupalıların zararına gibi telakki ederek iğbirarlarını mucib olacak demek pek gülünçtür. Adeta kendimizi Avrupalılara rakip olur dereceye vasıl olmuş gibi bir hülyaya kaptırmış oluruz. Fakat şurasını söylemeden geçemem: Avrupalılar burada bir şey kaybediyorlar ki o da bu millet-i azimenin cehaletinden bil-istifade yutmak fikri. Fakat açıktan açığa kendi zararımıza olan bu fikirleri nazar-ı i’tibara alarak buna riayet etmek için kendi hayatımızı tehlikeye koymak da pek o kadar akla sığar şeylerden değil zannederim. gelince biraz ağırlaşıyor. Hatta adem-i muvaffakiyyet ihtimalatının tasavvuru bu gaye-i mes’udeyi bir Anka gibi gösteriyor. Fakat mey’us olmamalı. Zira esbabına tevessül edildiği takdirde vücuda çıkmayacak bu alemde hiçbir şey yoktur. Acaba bunun esbabı nedir? Kanunisani tarihiyle Petersburg’tan Osmanischer Lloyd gazetesine ber-vech-i ati yazılıyor: Rusya Meclis-i Mebusanı’nda muhafazakaran fırkasına riyaset eden Kont Olsoviev bu son günlerde Panslavizm efkarının aleyhinde mühim nutuklar irad etmiştir. Bu zat evvel-emirde Rusların aksa-yı şarkta duçar oldukları hal-i esef-iştimalden bahsetmiştir. Mumaileyh demiştir ki: “Rusya’nın Mançurya’da duçar olduğu kanlı mağlubiyetler Nasyonalist ve Panslavist fırkalarına ders-i ibret olacak şeylerdir. Fakat hayfa ki o fırkalar erbab-ı tarihten istifade etmek istemiyorlar. Rusya politikasının asırlardan beri attığı hutuvat-ı fütuhatkarane bundan beş sene evvel duçar-ı te’hir oldu. Rusya hükumeti aksa-yı şarkta hal-i cumhuriyyette bulunan Moğol unsurunun zararına icra-yı fütuhat etmişti. Fakat her türlü intizarın hilafına olarak muharebe Moğol unsurunun değil İslav unsurunun uyuşmuş olduğunu göstermiştir. Zira gençleşmiş olan Japonya son derece büyük bir kuvvet ibrazına muvaffak olmuştur. Şimdi alem-i let-i Osmaniyye memalikinde icra-yı fütuhat emelinde bulunmak ve senelerinde Rusya’yı mahvolacak hale getirmeye bais olan ahvalin bir kere daha tekrarına sebebiyet verebilir. Alem-i İslam bugün bir devre-i cedid-i teceddüde dahil olmuş bulunuyor. Rusya’nın alem-i İslam’ın zararına fütuhat beri alem-i İslam’a karşı tecavüzkarane davranmıştır. Bugün Rusya’ya siyaseten ve idareten lazım olan yerleri değil belki etnoğrafi icabına muvafık olan mahalleri işgal etmek lazımdır. Günden güne gençleşmekte olan Devlet-i Osmaniyye’nin delaletiyle ehl-i İslam’ın tecavüze başlayacağı zaman pek de uzak değildir. Bunun delili bir müddetten beri memalik-i Osmaniyye’de essir bir kuvve-i nazariyyeye malik olanlara mechul değildir ki asırlardan beri peygule-nişin-i atalet olan Rus ahali-i müslimesi yavaş yavaş uyanıyor bilahare neticesi iyi olmayacak bir hareket asarını gösteriyor. Bugünden itibaren Rusya’nın akılane politikası bu olmalıdır: Şimdiye kadar yed-i hükmüne geçmiş olan yerleri muhafaza etmek ve buralarda asar-ı medeniyyeti teksir eylemek.” TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ocak Üçüncü Cild - Aded: Böyle bir sahte ünvanla diyanet-i celile-i İslamiyye aleyhinde neşrolunan Türkçe Mısır’da matbu’ bir Cizvit kitabı müsadif-i ıttıla-ı acizi oldu. Lisan-ı ecnebiden mütercem meşhun bulunan bu eser-i kem-ayar hangi bir mü’minin piş-gahına konulsa der-akab kemal-i teneffür ve istihkar ile yere fırlatacağı azade-i irtiyab ve mütercim-i naşirine karşı yağdırılacak lanetler de bi-hesabdır. Ağyar ve ecanib canibinden din-i mübin-i İslam hakkında ağraz-ı ma’hudeden dolayı neşriyat-ı safsatakaraneye devam olunduğu ma’lum ise de bunun istiğrab olunacak ciheti yoktur. Fakat bu evrak-ı habisenin din-i ali ve Kur’an-ı Kerim ile Nebiyy-i zi-şan aleyhi salavaturrahman Efendimiz hazretleri hakkında gayet müstehiffane ve müfteriyane tecavüzat ve isnadatı ihtivasıyla beraber neşrine tavassut eden şahs-ı bi-vayenin da’va-yı İslamiyyet’te bulunması ve eser-i batılını bir tarih-i hakıkı olmak üzere din kardeşlerine! ithafla kınız daha dibacede ne hezeyanlar savuruyor: “Hakıkı tarih ayine-nüma bir fotoğraf levhası gibidir. Böyle olmayan ve tarih namı verilen kitaplar ya gafilane yahud gafil-şikarane asardandır. “Hakıkı tarih namının levazım ve mahsusatını haiz bir tarih-i İslamiyyet vücuda getirilerek din kardeşlerimizin piş-i lerek diyoruz. Çünkü üç mühim lisan-ı İslam olan Arap ve Fars ve Türk dillerinde yazılmış böyle bir tarih bulunmadığını tahkık ettik. Bu yoksulluğun sebebini ez-cümle müslüman hükümdarlarının istibdadında aramalı. Tarih aksam-ı ulumun en ziyade göz açanıdır. Göz açıklığıyla istibdad ve vam-ı nasa yutturabilmek için mütercim-i mütecasir evvela bu mukaddimat-ı dil-firibane ile bilcümle tevarih-i İslamiyye’yi vesaik-i ilmiyyeyi nazar-ı i’tibardan düşürmeye yelteniyor. Siyer ve şemail-i nebeviyye ile meslek-güzin ashabı ve ahval-i ciddiyyet-meal hülefa-yı izamı muhtevi olan müdevvenat-ı sun sened-i sahih an’ane-i mevsule ve mevsukaya müstenid bulunursa bulunsun onun nazarında la-şey menzilesinde rine te’lif olunan asar-ı kadime ve cedide-i İslamiyye serapa muhalif-i hakıkat ve mugayir-i ciddiyyet efsanelerden ibaret addolunurmuş. Niçin? Çünkü bunları ortaya koyan misyonerler değil belki müslümanlar imiş. Müslümanlar ise asr-ı saadet-i Peyamberi’den itibaren kamilen müstebiddan ve zaleme ellerinde esir ve mecbur-ı müdahene imişler derun-ı kitapta saçacağı ifk u iftiralara nazaran efrad-ı müslimin dinlerinin esası olmadığını peygamberlerinin “haşa” sahtekar ve mu’cizat-ı celile ve siyer-i pak-i Muhammedi’nin düzme şeyler olduğunu bilmezler ve hakayık-ı ahvali fark etmezlermiş cümlesi hayalata dalmışlar gaflet ve cehalet vadilerinde puyan olup kalmışlar [demektir.] tarih-i İslam müstenidat-ı diniyye var ise hepsi sahtedir gafilane yahud gafil-şikaranedir diyor. Yani müdevvenat-ı İslamiyye’nin bir kısmı cahillerin ale’l-gafle mucizat-ı nebeviyyeye hakıkat nazarıyla bakanlar risalet-i Ahmediyye’ye suret-i ciddiyyede mutekıd bulunanların kısm-ı diğeri de kendileri hakaik-i ahvale agah oldukları halde ahad-ı nası dam-ı mekr u iğfale düşürmek onları bi-esas olan i’tikadlarını muhafaza ile safvetlerinden istifade etmek fikrinde olanların mahsul-i aklamıdır demek istiyor. Vay gidi tarih-şinas!.. Vay gidi vakıf-ı ahval-i nas!... Asar-ı celilesiyle bütün alem-i medeniyyeti tezyin müessir-i fahiresiyle aktar-ı cihanı tenvir etmekte olduğu yar u ağyarın taht-ı i’tirafında bulunan bil-cümle esatin-i ulema-yı a’lamı ekabir-i hükema-yı İslam’ı bu dereke-i acz ü mezellete tenzile çalışmak doğrusu cür’et olunur cinayetlerden değildir. Fakat terbiye-i diniyyeden mahrum olan insan bazen zeharif-i dünyaya meclubiyet bazen de mahz-ı cehalet yahud bevval-i bi’r-i Zemzem gibi ne suretle olursa olsun arzuyı tecek havsala-i beşere sığmayacak halat ve muamelat irtikabına da cesaret ediyor. Bina-berin bu cür’et-i caniyaneden dolayı arız olan hayret ü istiğrabımızı mülahazat-ı mezbure ile tahfife gayret ettikten sonra sadede rücu’ ediyoruz. Balada menkul ibarat-ı sahife-i mefasid-perveraneden üç nevi’ iddia-yı garib bariz olmaktadır ki her biri diğerine müterettib oluyor. Hakıkı tarih-i İslamiyyet vücuda getirerek din kardeşlere ihda etmek isteniyormuş. Çünkü kütüphane-i İslam böyle bir tarihten külliyen mahrum imiş. Zira Asr-ı Saadet’ten beri beyne’l-müslimin tevali eden dan vermezmiş. Yekdiğerini mürevvic olan bu iddiaların hiçbiri doğru değildir. Hele birincinin butlanı meydandadır. Zira vücuda getirdiği asar-ı ecnebiyyeden seçip çıkardığı bi’l-intihab tercüme ve neşreylediği şey tarih-i İslamiyyet değil bil-akis tahrif-i muş en müdhiş bir tarih-i mel’anet mecmua-i ekazib her ma’nasınca baziçe-i cehalet olduğu herhangi sayfasına edna mertebe atf-ı nazar ile aşikar olur. batılıyla– din kardeşlerim ünvan-ı kazibiyle yad olunan ahali-i olunuyor. Artık bundan daha sahte da’va-yı uhuvvet daha nifak-cuyane hareket nasıl olur bilemeyiz. yet’te elsine-i selase üzere tedvin olunmuş bi-nihaye asar-ı tarihiyye mevcuttur. Bunların içinde kemal-i tedkık ve ciddiyet üzere bitarafane yazılmış yekdiğerini müeyyed ve musaddak binlerce kütüb-i mu’tebere bulunmaktadır. Muhakemat-ı amikayı muhtevi Tarih-i İbni Haldun ve mine’l-kadim Avrupa’da ve ahiren Mısır’da tab’ u neşrolunan Tarih-i Ta beri ve Berlin’de tab’ı ikmal olunmak üzere bulunan Taba kat-ı Asar-ı Adide-i İmam Mes’udi gibi müdevvenat-ı azime yar u ağyarın enzar-ı dikkat ve itibarını erbab-ı basiret ü idrakin Bilhassa siyer-i nebeviyye ve ehadis-i şerife daha karn-ı evvelde esanid-i sahiha ile zabt u ihata edilmiş ve bütün tefasil ve teferruata varınca gayet müdekkıkane bir tarzda bilcümle afak-ı İslamiyye’ye neşr ü ifaza kılınmıştır. Hasais-i İslamiyye’den olan ittisal-i sened sayesinde edvar-ı eslafta güzeran olan vekayiin kaffesi tamamen mazbuttur. Hiçbir milletin tarih-i kadiminde bu derece intizam runüma olmamıştır. Eimme-i ehadisin akval ü ef’al ve tekarir-i nebeviyyeyi cami’ olan sünnet ve siret-i Muhammediyye hakkındaki tedkıkat-ı muşikafaneleri hayret-efza-yı erbab-ı vukuftur. Fakat bu takım asar-ı İslamiyye’den bir tanesini bile eline almamış ömründe mecalis-i ulema ile teşerrüf etmemiş olan cahilin bu cihetlerden bi-haber kalıp da asar-ı ecanibden istifadeye yelteneceği emr-i tabiidir. Öyle adamın vücuda getireceği eser de işte böyle yüz karası olabilir. Üçüncü iddianın butlanı da vareste-i izahtır. Çünkü hükümdaran-ı hadis ve tarihe ait binlerce kütüb-i İslamiyye’yi ortadan kaldırmaya teşebbüs eden görülmüş değildir. Zaten bunun daire-i ye bütün dünyaya intişar ettiği halde bir iklimde bulunan bir halife yahud bir padişah veya vali böyle bir teşebbüs-i mecnunanede bulunacak olsa idi ne yapmaya muktedir olabilirdi. Hakıkat-i hal meydandadır. Her müessirin mahiyeti asarıyla belli olur. Daha karn-ı evvelde te’lif olunan kütüb-i siyer ve ehadis-i münife kamilen bugün eyadi-i müsliminde tedavül etmektedir. İstila-yı küffar ile bazı memalik-i İslamiyye’de hayli asar-ı ilmiyye imha ve itlaf edilmiş birçoğu da diyar-ı ecnebiyyeye götürülmüş ise de ümmehat-ı ulum-ı hasebiyle taarruzdan masun kalmıştır. Bilfarz sair müellefat ve asar tamamen ortadan kaldırılmış olsaydı bile haiz olduğu tevatür-i kat’i ve himaye-i Sübhani sayesinde mahfuziyeti temin olunan Kur’an-ı bahirü’l-bürhan ile bizzat müelliflerinden bi-nihaye zevat tarafından ahz u telakki edilmiş bütün cihan-ı İslamiyyet’te şayi ve münteşir olmuş bulunan Kütüb-i Sitte-i ehadisin temadi-i mevcudiyyeti bilcümle hakaik-i diniyye ve ahval-i tarihiyyemizin her türlü şüpheden vareste olarak ala-tevali’il-asar sübutuna kifayet edeceği emr-i aşikardır. Usul ve mebani-i İslamiyye tamamen ve harfiyyen mazbut olduğu gibi ilel-ebed masun ve mahfuz olarak kalacaktır. Hiçbir esas-ı dinimiz hiçbir suretle kabil-i tağyir değildir. Böyle bir tağyir ve tahvil tasavvur eden şahıs ahmaku’l-humeka ve echel-i cüheladır. Mesela adl ü ihsanın akdem-i vezaif-i İslamiyye olması Kur’an-ı Mübin’de bervech-i sarahat mezkur suver ve keyfiyat-ı icraiyyesi binlerce ehadis-i şerife ile sabit ve meşhur olduğu halde hilafına hareketi bu hakıkat kabil-i setr ü ihfa olur mu? Yahud ifa-yı salata muvazib olmayan bir recül-i fasık ne kadar müteneffiz olursa olsun farziyet-i salavata dair ayat ve ehadisi imha edebilir mi? Ceberut ve istibdadın te’siri olsa olsa müstebidin kendi muvacehesinde birtakım hakaiktan bahsedenlere bed-muamele etmekten ibaret olabilir. Bu naşir-i mütecasir ve mütecahilin maksadı –istibdad ve tahakküm intişar-ı maarife adem-i müsaade ile revac bulacağı kaziyesine istinaden– kulub-ı safiyye ashabına karşı bir mugalata-i avam-firibane ve telbis-karane serdi ile nübüvvet ve risalet gibi mebani-i celile-i İslamiyye’yi hedm ü diyye ve içinde Kur’an-ı azimüşşan dahil olduğu bütün mu’cizat-ı nebeviyyeyi tezyif ve inkardan ibaret olduğu eser-i mel’anet-i pür-habasetini mütalaa eden zevata ihtara hacet göremeyiz. Bunun fikr ü i’tikadınca ulema-yı İslam’ın yazıp neşrettikleri kitaplar hep yalan efrad-ı müsliminin cezm ve teyakkun ile teşerrüf eyledikleri hakaik-i diniyye Dozy düsturuna tevafuk etmediği için kamilen hata-ender-hata olup yalnız kendisinin pey-rev olduğu Cizvit papazlarının neşr ü Bu halde naşir-i mezburun asıl ihvanı meslektaşları bulunan memalik-i İslamiyye’ye duhulü memnu “Güneş” namı verilen mahut varak-pare-i muzlimin ma’hud muharrirleri ve onların emsali olduğu bi-iştibahtır. Kitab-ı dalalet-nisabına da ayn-ı muamele icra olunmak lazımdır. Manastırlı İsmail Hakkı dığını söylemek kendisinin süluk etmediği bir yola başkalarını başkalarında görünce ta’yibe kalkışmaktır. Bu sıfatla muttasıf olan adam evvelen cahildir; saniyen noksanını itiraf ediyor hükmündedir; salisen maksadı fena himmeti dun demektir. Cahildir çünkü esasen ilmi fazlı olmadığı halde böyle bir iddiada bulunursa halk o iddia ettiği ilmin yahud fazlın zahirde bir eserini göremeyeceği yani o adam umumun nef’ine hadim bir te’lif meydana getirmemiş bir hakıkat keşfetmemiş bir müşkil halleylememiş olmakla beraber herkes müddeasını tasdik ediyor zannında bulunduğu için şu hakıkatten gafil oluyor ki insan mesmuatını meşhudata tatbik etmek fıtratındadır; binaenaleyh işittiğini gördüğüne mutabık bulmadığı gibi bütün o mesmuatı sahibinin yüzüne çarpar bu suretle herifin da’vası kendi aleyhine dönerek halkın nazarından düşmesine sebep olur. Kezalik kendileri büsbütün muhalif bir cihete müteveccih oldukları halde halkı başka bir gayete irşad etmek isteyerek muvaffakiyet ümidinde bulunanlar şüphesiz gaflet-i mahz içinde kalmış cehl-i mürekkeb erbabıdır. Zira bilmiyorlar ki ef’al akvalden kat kat müessirdir. Evet söz hem sıdka hem kizbe muhtemel olduğu için sami’ kabulde mütereddit bulunur; lakin iş böyle olmayıp bir emr-i meşhud olduğu için karşısındakine hakkıyla te’sir eder nefsinde bir intiba’ hasıl eyler de imtisal Kendisinde mevcut bir noksanı başkasında görünce ta’yibe kalkışanlar ise bilmiyorlar ki aharın ayıbını yadetmek kendisindeki kusuru başkalarına ihtar etmek demektir. Öyle ya! Nakıse-i tekebbür ile ma’lul olan bir adam başkasının kibrini zemmetti mi hiç farkına varmaksızın kendini zemmetmiş olur. Noksanını itiraf ediyor hükmündedir. Zira kendisinde olmayan bir meziyetin vücudunu iddia etmek kendisinin ragıb olmadığı bir meziyete başkalarını tergıb eylemek kendisinde mevcut meayibi başkalarına isnad ile takbihte bulunmak olsa olsa dinleyenlere kendi fazl u kemalini anlatmak halkı irşad etmek istediği gayete kendisinin vasıl olmuş bulunduğunu göstermek başkaları hakkında ta’yib ettiği nakaisten nefsinin azade olduğunu bildirmektir; ta ki herkes kendisine ta’zim etsin de bu suretle kendisine bazı menafi’ te’min eylesin. İşte o adam bu hareketi ile kendisinin hiçbir şeye hiçbir meziyete nail olmadığını nefsine karşı söylemiş oluyor. Öyle ya eğer iddia eylediği kemale hakıkaten sahip ola idi fazlının asarı – bu gibi da’valara hacet bırakmaksızın – rif’at-i kadrine ulüvv-i makamına şahit olurdu. Hem o zaman kendisini medh yahud başkalarını zemmetmeye hiçbir sebep göremezdi. Belki asar-ı fazileti bu maksadı tamamıyla her kim evsaf-ı fazıladan biriyle temeddüh külfetinde bulunur yahud başkalarının kadrini indirmek suretiyle izhar-ı kemale talip olursa işte o adam faziletten hali olduğunu itiraf ediyor demektir. Zira hakıkat kendisine şehadet etmediği Maksadı fena himmeti dun demektir. Zira bu sıfatla muttasıf olan adam fazilet sahibi olmasını asla istemez kemale vusule çalışmaz. Onun istediği her ne suretle olursa olsun maişetini te’minden ibarettir. Böyleleri basit fikirli adamların yanında bulundu mu bütün düşündükleri onların zihinlerini çelmek saydığı evsaf-ı kamilenin kendisinde bulunduğuna; başkalarına isnad ile muaheze ettiği nakayisten kendisinin münezzeh olduğuna inandırmak bu suretle bazı amal-ı hasiseye vusul için onların muavenetlerini te’min eylemek yahud hırs u tamaını teskin için onlardan bir lokma kapmaktır başka bir şey değildir. Böyleleri adeta dolandırıcılar hırsızlar menzilesindedir ki aradaki fark isim ihtilafından ibarettir. Fiil ile teeyyüd etmeyen sözün en rezil bir vasıf olmasına gelince; çünkü bu hal fenalığı bedaheten sabit olan birtakım evsafın mevcudiyetine delalet eder. Şayan-ı teessüftür ki ahalimizin çoğunda hatta kısm-ı a’zamında bu sıfat mevcuttur; daha doğrusu kavlini fiilen telere yazmaktan utanıyoruz. Lakin ağyarın muttali’ olduğu bir ayıbı gizlemekte ne fayda vardır? Bunları sayıp dökmek bir vazifedir. Öyle ya! Belki bu suret intibaha medar olur. Evlerin içindeki hususi meclislere herkese mahsus mahallerdeki umumi mahfillere gidince birçoklarına rast geliyoruz ki akli nakli bütün ulumu okumuş; yüksek yüksek kitaplar mütalaa etmiş mebahis-i celileye vakıf olmuş; birçok serair-i fenniyye keşfeylemiş; bundan başka tahsil ile meşgul olduğu zamanlarda şiddet-i zeka ile kuvvet-i hafıza ile iştihar eylemiş olduğunu söyler durur. Kezalik öylelerini görüyoruz ki hasmını ikna; talibini müstefid etmek hususunda kabına hiçbir alimin varamayacağı dereceye vasıl olmuş kelamıyla ezhan-ı meyyiteye ruh bahşediyor fikirlere esrar-ı kainatı birer birer telkin ediyor. Kendilerinde ilim yahud ta’lim sıfatı bulunduğu zannolunan her kime sorsanız öyle cevaplar alırsınız ki herkes bu mesleğe salik olsa ulum intişar edecek maarif taammüm eyleyecek sanırsınız. Lakin bir de nefsül-emri düşününce görüyoruz ki meydanda ne telifat var ne tasnifat ortadaki birkaç eser de ya ma’na cihetinden nakıs yahud lafız itibariyle müellifin maksadı anlaşılmayacak kadar bozuk. Binaenaleyh vücudu ademine müsavi. Tahsilde bulunanlar ise uğrunda ömürlerini heder ettikleri maksad-ı muazzezi idrakten daima aciz. Bu sözümüze delil ise zavallıların başlı başına bir işi başa çıkaramamaları öğrenmek istedikleri bir sanatı ileri götüremeyerek daima başkalarına muhtaç olmalarıdır. Halk içinde öyleleri var ki mesalih-i amme hakkında hasb-i hale girişecek olursanız umur-ı milletin gavamızını şerhe başlayarak ne yapılmak celb-i menfaat def-i mazarrat let ma’rifet müsavat gibi ruh-i terakkıyi kafil olan esbabı te’min için nasıl bir usul takibi icab edeceğini saatlerce anlatır da sonra bu işlerden biri kendisine tevdi olununca bakarsınız ki herif hayırdan alabildiğine uzak şerre son derece yakın; müsavat tarafına hiç yanaşmıyor; adaleti kabahat görüyor. Kendi hevesatından ağrazından başka bir şey düşünmüyor; hem bunu kendisi için bir hak addediyor. Bununla beraber söze da’va-yı hakka gelince evvelki mev’izelerinden hiç utanmıyor. Lisanı talakat-ı sabıkasını asla kaybetmiyor. Şayet birisi kendisine azıcık muarız çıkacak olursa mahvına yürümek istiyor. Yine halk içinde öyleleri var ki beşeriyete isabet eden bütün musibetlerin menşei haset buğz tefrika menafi’-i şahsiyye meyli menafi’-i umumiyyeye karşı mübalatsızlık gibi esbabdan ileri gelir gibi sıhhati müsellem birçok sözler söylüyorlar. Eğer hergün bin kişi ile konuşsanız aynı ikrarda bulunarak kendisinin olanca kuvvetiyle ittihada itilafa mayil olduğunu tefrikanın başkaları tarafından ika edildiğini iddia eder. Lakin bu muhavere esnasında öteden beri gelerek karşınızdaki adamdan ufacık bir hakkını mütalebede bulunsa hem de talebinde ne kadar mümkünse o kadar insaniyyet-karane davransa bakarsınız ki herif gayzından yılan gibi kıvrım kıvrım kıvranıyor. Kezalik ihvanından birine arız olan bir felaketi izaleye yahud bir biçareye muavenete da’vet olunsa derhal taallüle vahi birtakım mazeretler serdine başlar. Yahud imtina ediyor istikbar ediyor bu benim işim değildir diyor. Şayet ziraate sınaate nafi yahud terbiyye-i umumiyyeye müfid bir emr-i hayra müzahereti taleb edilse bakıyorsunuz ki işi istihfaf teklif edenleri hamakatle itham ederek: Bu işin bana ne aidiyeti var? Avam ile benim münasebetim nedir? Allah onları başkaları vasıtasıyla merzuk etsin diyor. Bu mübarek zat öyle zannediyor ki ülfet ittihad uhuvvet gibi gayetler kendisinin de umuma karşı te’min edeceği bir menfaat yahud def’ine çalışacağı bir mazarrat mukabilinde olmayacak sade başkaları tarafından te’yid edilecek; daha doğrusu kendisi kimsenin nef’ini düşünmeyecek de herkes bunun faydasına çalışacak... Bunlar ne beyinsiz heriflerdir! Taşıdıkları fikirler ne saçma fikirlerdir! Va.. esefa ki adetleri cidden çok!.. Yine halk içinde öyleleri var ki nası adle irşad ediyor insafa da’vet ediyor. Lakin kendi menfaat-i hususiyyesine azıcık na-muvafık gelen bir hakkı ayakları altında çiğneyerek maksad-ı mahsusuna doğru ilerlemekten hiç çekinmiyor. Sonra bu hareketini ya tarafdaranından olduğunu yahud işi olup bitinceye kadar hamiyyet-furuşluğu vazife-i Yine halk içinde öyleleri var ki: Zalimleri mürtekibleri Lakin bakıyorsunuz ki başkalarında muahaze ettiği rezailin hepsini birer birer yapıyor. Bunu ef’alin cay-i muaheze olması başkalarından sudur etmesi itibariyle imiş gibi kendisinden sadır olunca bütün seyyiat hasenata inkılab ediyor! Bu saydığımız adamlar dünyada iyi nedir kötü nedir doğru nedir eğri nedir bilmezler bunların yalnız vaktiyle duyup belledikleri ismini bilirler. Evet bu mahiyetlerin yalnız ismini öğrenmişler lakin ma’nasını anlamamışlar ancak sırası gelince cahil pespaye şeref-i insaniyyetten mahrum bir sürü mahlukat-ı safiledir ki vücudları hey’et-i ictimaiyye için bir züldür bunlar hayvaniyyet derekesinden bir parmak yükselememişlerdir. En kat’i hakayıkı bile itiraf etmezler. Dünyada lezaizden maada bir şey tanımazlar hatta o anı hazz-ı zail olduğu gibi o histen de zühul ederek aynı zevkin tekerrürüne kadar bihis yaşarlar. Kezalik kötü namına da kendilerine muvakkat birtakım alam veren esbaptan maada bir şey bilmezler. O alamın eseri kalktığı gibi hiç musab olmamış gibi olurlar. Aynı alamı başkalarında görseler te’sir-i elimini derhatır edip de biçareye bir nazar-ı teessüfle bakmazlar. Binaenaleyh bunların indinde bir şeyin hüsn ü kubhu kendilerine nisbetle başka diğerlerine nisbetle yine başkadır. Gerek mahiyyet-i hüsn için gerek mahiyyet-i kabih için gerek hakıkat-i nafi’ için gerek hakıkat-i muzır için bunlarca bir suret-i sabite yoktur. “Maslahat-ı amme” “menfaat-i umumiyye” “hukuk-ı vataniyye” gibi ma’nadan hali bir yığın tumturaklı elfaz ezberlemişler ağızlarında çiğneyip duruyorlar. Bununla beraber söyledikleri yaptıkları işlerin fenalığından masun kalacak değillerdir. Cehaletleri hiç şüphe yoktur ki pek fena bir akıbet ğiliz. İstiyoruz ki iş sözden çok olsun. İstiyoruz ki büyük küçük bütün ebna-yı memleket lisanen tahsin etmekte oldukları fezaili ihraza muktezasınca harekete sa’y etsin de sahibinin söylediği sözlere ehil olduğuna o faziletinin kendisi şahidi olsun; şeriate kanuna mutabık a’mal-i saliha meydan alsın; mesalih bir tarik-i müstakım takip etsin herkes ihtiyar ettiği mesainin semeratından hazzını istifa eylesin; bu suretle hem menfaat-i amme hem menfaat-i hassa teeyyüd eylesin. Lakin içi boş sözlere ma’nasız tantanalara gelince bunlar şiddet-i acizden neş’et eder ki hiçbir menfaat te’min eylemez. söz söyleyeceğiz. Usul ve kavaidi vüs’atlice bir ictihad az çok bir rey ile karışık kıyas için meydan-ı fıkhiden bir yer bir mevki’-i meşru’ vermek istemeyen bir fırka öteden beri muhaliflerine karşı pür-feveran bulunuyordu. Bunlar bütün mesail-i fer’iyye bütün mesail-i fıkhiyyenin ancak nassa ancak asar ve sünene müstenid olması lazım geldiğini söylüyorlardı. Said bin el-Müseyyib ve rüfekası Süfyan-ı Sevri ve rüfekası ve bunların ashabı bu zümre-i ehl-i sünnetten idi. İşte bu fırka bütün kuvvetleriyle bütün mevcudiyetleriyle asar ve süneni tetebbu eder onun meydana çıkmasına gayret eyliyorlardı. Bütün ef’al bütün muamelelerini sünen ve asara tevfik etmeye çalışıyorlardı. Bunlarca bir fakıh için ictihaddan ziyade bir muhaddis bir hafız olmak daha makbule geçiyordu. Hele hıfz için pek ziyade itina olunurdu. Adeta ilim hıfzdan ibaretti. İçlerinde binlerce ehadis-i şerifeyi senedleriyle beraber an-zahri’l-kalb okumaya rivayet etmeye muktedir olanlar kesretle mevcuttu. Balada dahi anlaşılmış olduğu vechile İmam Malik hazretleri kendi asrında bu ehl-i hadise riyaset ediyordu. Fakat vefatından sonra bazı ashabı o hazreti imam ittihaz ederek onun tasavvur buyurduğu gaye-i emeli artık ta’kib ettiler. Bunlarca İmam Malik hazretleri teveccüh ettiği hedefe vasıl olmuştu. Binaenaleyh o hazret nihayet-i ömrüne değin o tarik-i sünnette ne kadar kat’-ı mesafe etti ise suretle Mezheb-i Maliki teessüs etmişti. Fakat göreceğiz ki bu tarikin tekamülü için daha pek çok çalışmak icab ediyordu. Daha henüz hedefe vusul vukua gelememişti. Evet bir fırka ki o hazretle takayyüd etmemişlerdi onlar bu tarikte ilerlediler.. Hep eskisi gibi çalıştılar. Asar ve sünenin tetebbuatında devam ettiler. Irakilerden Hicazilerden bir kısm-ı ekserisinin Ebu Hanife ve Malik bin Enes radiyallahu anhümaya takayyüdleri bunlar için bir fütur vermedi. Bil-akis daha ziyade çalışmalarını gaye-i emellerinin meydana gelmesi için daha ziyade gayret etmelerini tevlid etti. Onlar –Şafiiler ve Malikiler– imamlarına takayyüdlerini artırdıkça bunlar da daha yukarıya daha esaslı bir nokta-i sabiteye rabt-ı kalb etmek istiyorlardı. Şu sıralarda idi ki İmam Şafii hazretleri zuhur etti. Yine bunlardan bir kısmı Şafii radiyallahu anhı iltizam ettiler. Mezheb ve usulünü kabul eylediler. Bu mezhebe salik olanların artık evvelce bulundukları tarikte ilerlemeyecekleri tabii ziden uzanıp gelen silsile-i terakkınin müntehası idi. Binaenaleyh onlar için şu nokta-i sabitede kalmak icab ediyordu. Dar fakat uzun olan o tarik-i sünneti ta’kib edenler yine nevmid olmadılar yine ilerlediler. Fakat artık hayli muvaffakiyata mazhar olmaya başlamışlardı. İçlerinde bütün bilad-ı İslamiyye ve merakiz-i ulumda seyr u seyahat ederek asar ve sünnetin tetebbuatına hasr-ı vücud eden muktedir münekkid birçok alimler geldi. Bir sünnetin bir hadisin tarik ve senedini bulmak vüsukça kuvvetinin ne derecede olduğunu anlayabilmek için haftalarca aylarca seyahati kendisi yetişti. Tarih karn-ı saninin nısf-ı diğerini sıralamakta iken bu tarikin nokta-i müntehası tekamüle vasıl olmak üzere olduğu görülüyordu. Artık ehl-i hadis ve sünnetin dühatından olan Abdurrahman bin Mehdi Yahya bin Said el-Kattan Yezid bin Herun Abdürrezzak Ebu Bekr bin Ebi Şeybe Müsedded Ahmed bin Hanbel İshak bin Raheveyh Fazl bin Dekkin... hazeratı kibar-ı tabiin zamanından başlamış olan tarikın üzerinde bütün terakkı ve tekamülün tecelli ettiği bir müntehaya vasıl olduğunu bütün halleriyle tebşir ediyorlardı. Bunlarda bütün sünen ve asar toplanmıştı. Hatta hadisin mazhar olduğu terakkıyat ve tekamülata tercüman olarak Müsned’ini enzar-ı aleme vaz’ etmişlerdi. tamam olmak üzere iken diğer taraftan bütün mesail-i fer’iyye bütün füruat-ı ameliyye kanaat-ı vicdaniyyelerince sabit olan usul-i mertebeye irca’ ve tatbik ediliyordu! Bu usulden en ön sırada Kur’an-ı Kerim geliyordu. Nass-ı Kur’an vücuh-ı muhtelifeyi muhtemel ise tefsir ve tercüme için sünnete müracaat olunurdu. lerde olduğu gibi burada uzun uzadıya tenkıdata lüzum görülmüyordu: Sünnet-i şerife ister meşhur ve müstefiz olsun; ma’mulün-bih olsun ister olmasın.. Sünnetin bir belde ahalisine yahud ehl-i beyt-i Resul’e ihtisası da ihticaca mani olamazdı. Elverir ki sünnet olduğu sabit olsun.. Sonra fukaha-yı ashab ve tabiinin akval ve asarına müracaat etmek lazım geliyordu... Burada dahi Hicazlılar Iraklılar gibi bazı takayyüdata tabi değildiler: Sahabi Tabii hangi kavimden hangi belde ahalisinden olursa olsun akvaline asarına müracaat olunabilirdi. Fakat bu mes’ele hakkında daha ziyade kuvvetli olanın mezhebi tercih olunurdu. Esbab-ı tercihin mefkudiyeti suretine mes’elede olan ihtilaf zikredilirdi. Bundan sonra Kitap ve Sünnet’in imaat ve iktizaatına ve kıyasa müracaat eder; böyle de muvaffakiyet hasıl olmazsa tevakkuf buyururlardı. leri halde şu usulün haricine çıkmadılar. Mesleklerinde sabit-kadem oldular. de rüsuh ibraz etti. Medid bir sa’yin sürekli bir tetebbuatın neticesi olmak üzere Müsned’ini meydana koydu. Bu eser-i güzin şu mezheb erbabı için pek yüksek bir tabaka-i muvaffakıyyeti tebşir ediyordu. Pek uzun bir zamanlardan beri hitama ermek üzere olduğunu gösteriyordu. Filvaki’... Ahmed bin Hanbel hazretlerinin ilimce hıfızca mesleğinde rüsuhça akran ve rüfekası miyanında teferrüd etmekte olduğu görülüyordu. Diğer taraftan talebe ve şakirdanının kesreti onların bu tarikte olan hazakat ve maharetleri bununla beraber üstadlarına şiddet-i merbutiyyet ve teslimiyyetleri Hazret-i İmam için bu tarikte bir imtiyaz-ı ma’nevi te’min ediyordu. Artık zaman geçtikçe bir taraftan akran ve rüfekası azalıyor öteki taraftan ashab ve ehibbası çoğalıyordu. Kendisi de kemal-i germi ile sa’y u gayretinde devam ediyordu. İşte bütün bu ahval Hazret-i Ahmed’in bu tarikte mevki-i mualla-yı imamete irtika etmek üzere olduğuna şehadet ediyordu. Evet son günleri hakıkaten bu mezhebin imamı olarak tanınmaya başlamıştı. İşte uzaktan uzağa gelen iz İmam Ahmed radiyallahu anhın meslek-i fıkhisinin bütün safahat-ı tekamülü irae ederek bir şahsiyet kesb etmişti. Artık mezheb-i Hanbeli bed’ ediyor... Ba’zı dem tertil edip nazm-ı kerim-i Kevseri Bir tefekkür eylerim hükm-i celil-i Ve’n-hari Zevk-i fikret hal-i istiğraka sevk eyler beni Bir muhayyir levhadan bina-yı şevk eyler beni Levha amma rü’yeti ateş-zen-i idrak olur Akl-ı hikmet-pişe seyr-i dehşetinden çak olur Levha amma kibriya-yı Halık’ın bir levhası Name-i esrar-ı ehl-i kurbetin bir safhası Levha amma geh olup hayret-feza efkarıma Kumlu bir vadi ki sahnı rize-seng ü ferşi har Canibeyni duş-ber-duş-i teali kuh-sar Belki mer’i dağlarından mevzi’-i beyt-i Huda Sath-ı rigistanı lakin pay-i merdümden cüda Cilve-gahı olmamıştır feyz-i ma’muriyyetin Hal-i na-abadı hala yadigarı hilkatin Etmemiş bir kuşesinde kimse menzil ihtiyar Onda bir mihman-ı sairdir semum-i bi-karar Saha-i huşkunda yok bir cür’a ya bir katre ab Belki hak-i sine-çaki görmemiş zıll-i serab Her şikaf-ı pehn-i atş-aludu guya bir dehan Riziş-i baran için olmuş küşad-ı asuman Kendi sakittir o efgan-ı hazini dinliyor Etmede kühsarının ardında hurşid ihtifa Sanki olmuş ser-te-ser bir buk’a-i makber-nüma Sakin ü sakit olan her zerresinde yok hayat Galiba hamuş-ı mevt olmuş bu yerde kainat Yalınız afak-ı tengi eylemekte pür-sada Nale-i kalbe enin-i ruha benzer bir sada Bir sada amma iki dilden huruşan olmada Bir sada ki: Ya büneyy’ezbahuke maza-tera Bir sada: Ruhi fidake ente if’al ma-teşa Bir sada: Me’murum evladım! Seni zebh etmeye Bir sada: Memnunum Allah’a şehiden gitmeye Bir sada: Oğlum! İtaat etmesi bir dağ-ı dil Bir sada: Lakin baba! İsyanı da kabil değil Bir sada: Yavrum! Veda et valid-i dil-bendine Bir sada: Hakkın helal et ey peder ferzendine Zahir olmakta bakınca çeşm-i hayret-pervere Ses gelen canibde dehşet-bahş-ı dil bir manzara: Dest ü payı rişte-i teslime bağlı bir vücud Eylemiş pişani-i tekrimini vaz’-ı sücud On iki on üç yaşında gayr-ı baliğ bir çocuk Bişe-zar-ı kurba bir şiblü’l-esed bir yavrucak Ayn-ı vahdet-bini sedd etmiş cihan afakına Kalb-i hak-endişini rabt eylemiş Hallak’ına Hak-i tire üzre yatmakta vücud-ı ekmeli Sanki haverde amud-ı subh-ı sadık münceli Vech-i safvet-perveri alude-i reml ü türab Söylüyor solgun lebi olmuş da müştak-ı memat “Uktuluni ya sikati inne fi katli hayat” Titriyor fevk-i serinde tiğ-i ateş-bar ile Bir mükerrem pir-i fani kendini icbar ile Kasd-ı mecburisi etmiş kül gibi simasını Vechi andırmakta reng-i lihye-i beyzasını Bir taraftan çarpıyorken kalbi evladım! diye Bir taraftan azim olmuş oğlunu zebh etmeye Bir elin üftadenin koymuş cebin-i safına Bir elin vaz’ eylemiş şemşir-i bi-insafına Çeşm-i şefkatle bakarken yerdeki ma’sumuna Seyf-i cevher-darı yaklaştırmada hulkumuna Dest-i lerzanında seyf ü çeşm-i giryanında yaş Azmine karşı dilinde bir enin-i can-hıraş Şöyle bir ma’nayı ifham eylemekte nalesi Ki: Eğer mani’se evladım İlahi! Hıllete Alem-i evsana i’lan eylemişken vahdeti Nara düşmekten sıyanet etmemiştim kendimi Şimdi de zebh eyledim bir danecik ferzendemi Aşk-ı feyyazın yakarken kalb-i mihr-abadımı Ben çekinmem kesmeden bir sevgili evladımı Hüccet-i izanı olsun emrini tebcilimin Kat’-ı hulkumunda tekbiratım İsmail’imin Tek ser-i maktu’una giysin şehadet aferin Varsın olsun ser-büride oğlu bir peygamberin Tek teehhür etmesin infaz-ı fermanın senin Varsın olsun bir kuzum rahında kurbanın senin Zebhine evladının azm etti artık validi Cüst-cu eyler gibi destinde bir rah-ı giriz Azm-i İbrahim’e tabi olmuyor şemşir-i tiz Seng-i harayı ederken darbesiyle çak çak Kesmiyor ol gerden-i pür-nuru tiğ-i hevl-nak Eydi-i pür-ra’şe teşdid eyledikçe malişi Hissedilmekte o gerden üzre seyfin nalişi Ki: Bana kat’ etmeyi emreyliyor azm-i Halil Mani’-i kat’ı buna olmakta ferman-ı Celil Kabza-i pür-zur-i hullet durma bir dem kes diyor Dest-i kudret seyrimi tevkıf edip kestirmiyor Kesmemek emrin bana vermekte Ma’bud-ı Melik Tiğ-i çupinim eğer olsam da ser-ta-ser çelik Şive-i takdire karşı gark-ı hayretken Halil Bir semavi kebş ile olmakta nazil Cebrail Ki: Sana sad müjde ey peygamber-i ali-cenab Ettin ifa-yı vazife eyleme artık şitab Remz-i in sadakt’eyle ma’na-yı neczi’l-muhsinin Nur-ı pak-i Ahmed-i Muhtarı hamil bir cebin Olmamak lazımdır elbet böyle mevzu’-i zemin Dest-i teslimiyyetinden kıl küşade bendini Kaldırıp yerden kucaklar muhterem ferzendini Suziş-i firkatle yanmakta zavallı maderi; Al götür evladını bekletme artık Hacer’i. Ku’udu serir-i saltanat ve hilafete pek büyük zül olan hakan-ı mahlu’un kurmuş olduğu bina-yı şidad-ı istibdad bir hizbullahü’l-galibin hamiyet-i alem-pesend-i millet-perveranesiyle zir ü zeber olduktan sonra otuz üç senedir akvam-ı mütecavirenin menfaatlerine musibetten musibete tedenniden tedenniye uğrayan bu necib ümmet bu muazzam millet her türlü terakkı ve tealinin badi-i müstakilli olan hürriyetin ulviyetini meşrutiyetin meşruiyetini padişahlarının ne derecelerde hiss-i kerim-i übüvvet ve şefkatle mütehalli buyurulmuş bir timsal-i müşahhas-ı Osmaniyyet olduğunu hakkıyla takdir ederek kendisinin hitab-ı izzetine mazhariyet ve liyakatini isbat edecek birçok faziletler gösterdi. İşte donanma ianesi de hissiyyat-ı necibe-i vatan-perveranenin feveran-ı hamiyyetinden neş’et eden ali bir fütüvvettir. Lakin erbab-ı servet ü yesar sıfat-ı kaşifemiz olan Osmanlılığın icab ettiği hamiyet ve mürüvveti bab-ı gına mevcudiyeti riyaset-i mufahhame-i risalet-penahi yesi’ne emniyetsizlik gösterip de hadis-i şerifinin vüsukuna mı i’timad etmiyorlar? Yoksa verdikleri bizim mi haberimiz olmuyor? Her ne ise verecekleri ianeleri eğer müsaade-i ilahiyyesine istinad kalarda bulunanlara bir taziyane-i teşvik olur; hem de bir müddetten beri kansızlıkla hamiyetsizlikle itham edilen Osmanlıların hun-ı la’lin-i hamiyyetlerinin pek ziyade galeyanda bulunduğunu alenen ibraz ile hem bizi ve hem kendilerini suizan isminden kurtarmış olurlar. Allah ism-i a’zamı anılınca onun azamet-i şanından titreyenler ayetleri tilavet edilince imanları artanlar beri gelsinler ve işitsinler ki kulları için daima hayrı irade ve ihtiyar buyuran Zat-ı ecell ü a’la Hazretleri buyuruyor. Bizden karzen para istiyor. Mukabilinde ed’af-ı kesiresini ihsan buyuracağını vaad buyuruyor. Allahu Teala Hazretlerinden daha doğru söyleyen var mıdır? Bu halde acaba bir mü’min mümkün ve mutasavver midir ki Allah’ın hazinetü’l-gayb-ı ihsanından kat kat bedelini vermek murad-ı inayetiyle uzattığı yed-i kudretini reddedip de değil midir? Hani Allah’ın rızasını taleb edenler? Hani o ağniya-yı şakirin ki hasbünallah desinler de rıza-yı Bari’yi istihsal Ey mütemevvilin-i ümmet! Görüyorsunuz ki vatanın selameti uğruna can vermekten başka sermayeleri olmayan fukara-yı sabirinin teaffüf ve gına-yı kalb ile dişlerinden tırnaklarından artırdıkları üç beş kuruştan bir şey çıkmıyor! Aman Allah aşkına artık kise-yi hamiyyetinizin ağızlarını açınız! fermanını yerine getirmekten geri durmayınız: Veriniz veriniz ki bakiyye-i emvaliniz mutahhar ağniya-yı şakirinden bulunduğunuz müsellem olsun! Hamiyetli her ferd-i Osmani’nin donanmaya iane vermek emel-i muazzeziyle birçok fedakarlıklarda bulunduğunu görüp duruyorsunuz da hala biçare milleti nar-ı intizar ile yakıp kavuruyorsunuz! Hala içinizde Averof’un milleti için yet sahibi çıkmıyor! Siz bu ittihad-ı milliye bigane kaldıkça biz acaba bunlar da mı o adları batasıca erkan-ı istibdad gibi hala tekasür-i emval ile iftihar edip duracaklar diye şüpheye düşüyoruz. Allah için olsun milleti bu şüpheden kurtarınız. Eğer servet yalnız müfahare için yalnız fukarayı kahr Allah’ın vüs’at-i kerem ü ihsanına uğrayanlar sia-i maliyyelerine nisbeten ve Mün’im-i Hakıkı Hazretlerine teşekküren külliyetli ianelerde bulunsalar acaba fakir mi olurlar? Şükür izdiyad-ı ni’mete sebep değil midir? Şayed fakir olacağız havfından imsak ediyorlarsa mutlaka nefsin temayülatına mutlaka şeytanın tesvilatına kapılmış oluyorlar. Cenab-ı Hakk’ın kemal-i fazl u kereminden verdiği servet ve gınayı ketm ile hakkullahı edadan imtina eden erbab-ı servet ve hisset bilmiş olsunlar ki mahalline masruf olmayan emval ne kendilerine ne de evlatlarına hayır değil şerdir. Muttasıl servet iddihar edenler azab-ı elim ile mübeşşerdir. Lika-yı ahireti idrak saadetine mazhar olan bir mü’min kalb-i selimden başka hiçbir şeyin revacı olmayan dar-ı ahiret için bütün servetini ardına mı bırakır? İmanın alamatından değil midir ki sahibini taat u hasenata tergıb etsin. Yoksa nefisleri için takdim edecekleri şeyin ceza-yı cezilini indallah bulacaklarından emin mi değiller? Yoksa yoksa alacakları gemileri idare edecek kaptanların fıkdanından mı korkarak para vermekte tereddüd ediyorlar? Onlar emin olsunlar ki alacakları Dritnoları hir etmiş olduğu denizlerde at gibi oynatacak ve ecdadımıza hayrü’l-halef olup da sancağımızı şereflendirecek kaptanlarımız yok değildir. “Biz Türkler” diye kendisini Osmanlılara takdim eden ali-cenab amiralimizin saye-i feyzinde Avrupalılarla duş-be-duş-i i’tila olacak birçok kaptanlar yetişmektedir. Artık insaf edelim. Cihan-ı medeniyetten utanalım. Milletçe teşebbüs ettiğimiz bir işi meydana çıkaralım. fehvasınca güftar u reftarlarından artık sulh u silme temayülleri olmadığı gün gibi aşikar olan büyük fikirli komşumuz ! bize karşı kemal-i germi ile muharebe tedarikinde bulunuyor! Zırhlılar alıyor! Girit erbab-ı bar bağırıyor da zenginlerimize hala tanin-i zübab kadar te’siri olmuyor! Cidd-i vatan imandan cüz olsun imanın en ednası diye tavsiye olunsun da şefkatli mader-i vatanımızın bir uzv-i mühimmi olan Girit’i çatır çatır koparmak için yolumuza çıkan kutta’-ı tarikın eline kılıç verircesine bir vaziyet alalım! Vatana muhabbet böyle mi olur? Ana hakkı böyle mi ödenir? Enbiyanın meb’us olduğu buk’a-i mübareke; Kabe’yi Beyt-i Makdis’i havi olan kenzullah böyle mi muhafaza olunur? Kur’an-ı Kerim’in ahkamına hareket edilir? Geliniz! İane etmekte isti’cal ediniz! Nasa birr ü ihsan ile emredip de nefislerinizi unutmayınız! Elbette siz ey zenginler! Bir yere gelseniz Girit’in Yunanistan’a ilhakına sedd-i ahenin olacak bir Dretnot değil birkaç tanesini alabilirsiniz veriniz! Kendi eliyle bir akçe vermek kendinden sonra bin altına vasiyet etmekten hayırlıdır. Mal ile cihad etmek düşman mizi mallarımızı cennet ile iştiraya taliptir. Acaba cennetten rının ikabından dolayı halasa çare arayanlar müflihun zümresine dahil olmaya talip olanlar zamanımızda hakkın kuvvet olduğunu takdir edenler Girit’teki mukaddes hukuk-ı hükümranimizin bir an evvel tasdik ve teslim olunduğunu görmek arzu edenler a’damızın şematetlerine nu harb ü darbden vikaye ile Avrupa’nın teveccühünü kazanmak ser-tac-ı iftiharımız olan Osmanlı namını aleme hürmet ve muhabbetlerle yad ettirmek talebinde bulunanlar donanma iane-i milliyyesine şitab eylesin. Hemen Cenab-ı Hak iki ısba’-i Rahmani arasında olan kalplerimizi hayır cihetine imale buyursun amin. Küre-i arzda liva-i Ahmedi altına tecemmu’ eden akvam-ı muhtelife-i İslamiyye’nin mütekellim oldukları elsine add ü ihsadan efzun ise de başlıcası Arap Fars Türk-Tatar Urdu lisanlarından ibarettir. Malumdur ki bu kitle-i muazzama-i İslamiyye’yi teşkil eden üç yüz üç yüz üç elli milyon müslümanın hemen hemen bir rubunun lehçeleri Türk-Tatar lehçeleridir. sından beri din-i mübinin şan u şerefini i’la uğrunda bezl-i mechud ederek lisanları lisan-ı Kur’an olmadığı halde onun edebiyatında ve ondan iktibas olunan kaffe-i ulum u fünunda pek büyük eazım yetiştirmiş oldukları vareste-i beyandır. Eslaf ahlaf “rahimehumullah” sultanü’l-elsine olan lisan-ı Arab’ın bir lisan-ı dini olduğunu ve bütün müslümanların buna şiddet-i ihtiyaçları bulunduğunu pekala keşf ü kusur etmeyip var kuvvetleriyle te’lifatlarını lisan-ı Arab üzerine tedvine şitaban olmuşlardır. Ve ba-husus o zamanlar lisan-ı Arab’ın bugünkü Fransız lisanı gibi lisan-ı umumi şeklini alması onların bu babdaki larına her nedense layık ve lazım olduğu derecede ihtimamı vermediklerini lisanımızın hal-i hazırı irae etmektedir. Kaffe-i akvam-ı mütemeddine kendi lisanlarına bir “mes’ele-i hayatiyye” nazarıyla bakarak terakkı ve tevessü’ü ahirede lisana verilen ehemmiyyet-i azime çok ileri gitmiştir. Çünkü bir kavmin kesb-i kemal etmesi mevcudiyyet-i siyasiyyesini kazanması zengin bir lisana yani “hızane-i ulum u fünun” ıtlakına şayan edebiyatı vasi’ bir lisana sahip olmağa mütevakkıf olduğu erbab-ı deha nezdinde müsellem hakaik-i bedihiyyedendir. Ez-cümle akvam-ı mütemeddineden İngilizler Almanlar Fransızların lisanlarını ele alalım; bunlar bundan az vakit mukaddem lisan ıtlakına layık olmayacak bir hal-i ibtidaide ve ulum u fünundan mahrum bulunuyor iken mesai-i fevkaladeleri sayesinde bugün o derece tekemmül etmiştir ki adeta bütün ulum u fünun-ı atika ve cedidenin tercümanı kesilmişler. Bu lisanlara tercüme edilmemiş asar-ı ilmiyye ve ahlakiyye kalmamıştır. Hatta bu son zamanlarda elsine-i şarkiyye mekteplerinden mezun müsteşrikler ve bilad-ı Arabiyye’de ulum-ı diniyye ve ahlakiyyemizi tahsil ile uğraşan garblılar o hayret-efza sa’y ü ictihadlarıyla kütüb-i diniyyemizden Buhari-i Şerif ve Mesnevi-i Şerif gibi daha nice tarihe siyere ahlaka vesair ulum u fünuna dair olup kütüphanelerin köşelerinde atılıp kalmış hatta isimlerini bile hala kulaklarımız duymamış asar-ı kıymetdarı lisanlarına tercüme ederek benimsemişler ve bir taraftan da muttasıl tercüme etmektedirler. Biz ki bin seneden beri bir tahriri ve edebi lisana malikiz bu kadar müddet zarfında lisanımızın kelimatını cem’ edip ne mükemmel bir kamus ne de kavaidini bi-hakkın zabt edip muntazam bir sarf nahiv kitabı vücuda getirmediğimiz gibi; lisan-ı celil-i Arab üzerine tedvin edilmiş müellefat-ı diniyye ahlakiyye ve fenniyyemizin çoğu daha doğrusu hiçbirisi bi-hakkın usul-i tercümeye aşina zevat tarafından lisanımıza nakledilmemiştir. Halbuki elli altmış milyonluk bir cem’iyet-i muhtereme-i kam-ı Kur’aniyye’yi fehm ü idrak edebilse de mütebakısinden lisanımıza tercüme edilen asarı anlamak iktidarını haiz olanları eslaf ve ahlafın bu babdaki noksan sa’y ü ictihadlarının kurbanı olup gidiyorlar. ulemamız ve ba-husus bizim muhitimizin uleması nezdinde lisan-ı mader-zadımız üzerinde şedid bir hiss-i nefret uyandırmıştır. Bu zevatın çoğu az çok lisanımız üzerine yazılan bir eseri alıp mütalaa etmeye tenezzül etmedikleri gibi Türkçe eserlerden feraiz-i diniyyesini öğrenenlere “Türkiyat ve tevarih mollası” demek gibi istihza-amiz tabirlerle söylediklerini sem-i itibara almazlar. Hatta mekteplerimizde yarım yamalak okunan nahiv sarf coğrafya hesap... Hülasa leyhinde tabi’ ve mahkumu oldukları hükumetle hem-dest-i vifak olarak ısrar eylemektedirler. Bilmem bu acıklı safdilce harekata ne vakit hatime çekeceğiz!.. Şimdiye kadar ne olmuş ise olmuş hiç olmazsa yirminci asırda biz müslümanlar ve ba-husus sınıf-ı ulemamız milel-i hakime kendi nüfuz ve idareleri altında bulunan akvam-ı mahkumenin lehçelerini saha-i alemden silmek veyahud terakkı ve tealisine sed çekmek için gun-a-gun hıyel ve desais mesail-i hayatiyye karşısında mütenebbih müteyakkız olmayışımız hakıkaten her mü’min-i mütebassırın kalbini dağdar eden ahval-i müessifedendir. Lisanımızla lisan-ı Arab’ın yekdiğerine olan münasebat-ı diniyyesiyle bir lisanla mütekellim “Türk-Tatar” akvam-ı İslamiyye’si efradının taarrüb etmek ihtimali olmadığı nazar-ı ma-i edyanı üzerine lisan-ı dinimiz üzerine telif ve tedvin edilen kaffe-i dürer-i hakaiki lisanımıza nakl ü tercüme etmeleri derece-i vücubda olduğu meydana çıkar. Zira kavl-i celilinin mantuk-ı münifince Peygamber-i Zi-şan’ın varis-i tebliğ ve tebyini olanlar bu vazife-i mukaddese-i diniyyeyi ancak bu suretle bi-hakkın ifa etmiş olurlar. Aks-i halde mesai-i diniyye ve ilmiyyelerinden mensup oldukları ümmetin kısm-ı a’zamı faide-mend olamazlar. Bundan başka lisanımızın bir derece edebiyatına vakıf olarak onun üzerine mütercem asarı okuyup anlayabilecek ehl-i imanı hüküm ve mezaya-yı diniyyemizden mahrum bırakmak reva-yı hak mıdır? Yoksa feraiz-i diniyyenin maadası ahlak siyer ve sair ulum-ı şer’iyyeye kesb-i vukuf etmek kıf olan ulum-ı Arabiyye’yi öğrenmek farz-ı ayn mıdır? Hayır! Eğer böyle olmuş olsa idi ümmet-i Muhammed’in kavm-i necib-i Arab’dan madası üzerine bir emr-i sa’b tahmil edilmekle düstur-ı muhkemine muhalefet edilmiş olurdu. Şu kadar var ki kelam-ı celil-i ilahiyi ehadis-i nebeviyyeyi fukaha-i izamın bunlardan istinbat istihrac ettikleri ahkam-ı şer’iyyeyi bilip nasa tebliğ etmek bir emr-i dini-i zaruri ve bu ise lisan-ı Kur’an’ı tahsile mütevakkıf olduğundan bir kaza veya vilayet ahalisine lisan-ı Arab’ın edebiyatına ve onun üzerine tedvin edilmiş kaffe-i ulum-ı diniyyeye vakıf rical yetiştirmek farz-ı kifayedir. Hakkı Nef’i Şeyhülislam Yahya Efendi Nedim Şeyh Galib Cevdet ve Ziya Paşalar gibi bazı halef dinen uhdelerine terettüb eden hıdematı epeyce ibka etmişler “rahimehumullah”. Asrımızda ise bu ihtiyaç daha ziyade kesb-i şiddet ederek yalnız asar-ı Arabiyye’yi lisanımıza nakletmekle mündefi’ olmuyor. Çünkü düstur-ı ilahisine vardır ki o da garb medeniyetinin netice-i mesaisi olan ulum u fünuna kesb-i vukuf eylemektir. Bu maksad-ı meşruun az bir zamanda meydana gelerek beyne’l-İslam taammüm etmesine yegane çare-saz olacak bir tedbir-i acil varsa o da teşekkülünü arzu ettiğimiz “Encümen-i Tercüme”dir. nen merbut olan müslümanlara karşı olan vezaif-i meşruasından birisi ve hem de pek mühimmi olan “Encümen-i Tercüme”yi teşkilde kat’iyyen ihmal göstermemelidir. Hatta bu lüzum ilim ve faziletin yegane hadimi olan devr-i sabık evailinde keşfedilerek bu hususta bazı zevat tarafından teşebbüsatta dahi bulunulmuş ise de işe başlar başlamaz derhal duçar-ı indiras olmuştu. Hükümat-ı garbiyye terakkı ve tealileriyle tev’em olan bu gibi encümenleri bizler vadi-i gaflette puyan iken te’sis etmekle medeniyyet-i fazıla-i İslamiyye’yi tedkıke koyuldular. Bizler ise o medeniyyet-i hakıkıyyeyi beşeriyete insaniyete ta’lim eden Nebiyy-i Zi-şanın ümmeti olduğumuz halde halen onu natık asarı lisan-ı mader-zadımıza nakl ü tercüme edememişiz!.. Şunu da temenni ve ihtar ediyoruz ki “Encümen-i Tercüme” azalarını akvam-ı garbiyye lisanlarından başlıcaları olan Fransız İngiliz Alman İtalyan lisanlarına esaslı bir surette aşina ve usul-i tercümeye bi-hakkın vakıf zevat teşkil etmelidir. Ve ba-husus encümenin asar-ı Arabiyye tercümesi hey’etini üstad-ı şehir Manastırlı İsmail Hakkı ve fazıl-ı muhterem Hacı Zihni Efendiler ve Babanzade Ahmed Naim ve Darülfünun müdiri İsmail Hakkı ve dar-ı mezkur edebiyat muallimininden Mehmed Akif Beyler gibi bi-hakkın usul-i tercümeye aşina zevat teşkil ederse makam-ı hilafet alem-i İslam’a hakıkaten büyük bir hizmet etmiş olurdu. Kemalat-ı beşeriyyeyi kuvveden fiile çıkarmayı arzu eden beni nev’imi iki sınıf üzere buluyorum: Bir sınıfı lisan-ı Arabi’yi taallüm ile elsine-i saire tahsilini asla nazar-ı ehemmiyyete almıyor. Diğer sınıfı lisan-ı ecnebiyi öğrenmeye ihtimam edip lisan-ı Arabi’yi taallümde tekasül gösteriyor. Halbuki terakkıyyat-ı beşeriyye ve hizmet-i mukaddese-i diniyye ve vataniyye lisan-ı Arabi ile lisan-ı ecnebiyi dahi tahsile saik bulunuyor. Birinci sınıfın lisan-ı ecnebiyi öğrenmekten iba ve imtinalarından efkar-ı umumiyyelerinde lisan-ı ecnebiyi tahsilde güya bir mahzur-ı şer’i var imiş gibi bir şey anlaşılıyor. dam etmediklerinden lisan-ı Arabi’nin elsine-i saire üzere sabit olan fazl ü rüchanını takdir edemedikleri hissolunuyor. Sınıfeynden her biri bu hal üzere devam ederler ise birer kanatlı kuş gibi per ü bal-i kemalleri nakıs kalacağından evc-i bala-yı terakkıye vasıl ve said olamazlar. Bi-kadri’l-imkan terakkıyyat-ı beşeriyyenin gayet-i kusvasına baliğ olamayacakları gibi onlardan matlub olan hizmet-i celile-i diniyye ve vataniyyenin dahi kemaliyle ifa olunamayacağı vazıhtır. Şu halde her iki sınıfın tekemmülüne hail olan şüphelerini hall ü izale ile münteha-yı kemalat-ı beşeriyyeye tayerana müstaid bir tair-i kudsi gibi olmaları hususuna hass ü tergıb fikriyle lisan-ı Arabi’nin elsine-i saire üzere rüchanını beyan ve lisan-ı ecnebi tahsilinde asla bir mahzur-ı şer’i bulunmadığını Fahr-i alem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aşiret-i akrebini bulunan kavm-i Kureyş’in lisan ve lügati indallah efdal-i elsine ve lügat olduğundan Kur’an-ı metin lisan-ı Arabi-i mübin üzere nazil ve kaffe-i ümem ve enam arasında ahkam-ı celilesi münteşir olmuştur. kelam-ı celili ile hadis-i şerifi bu matlabı isbat için kafi ve vafidir. Bu ecilden lisan-ı Arabi’nin elsine-i saire üzere fazl ü rüchanı olduğunda iştibah etmek hiçbir müslimin şanından değildir. Lisan-ı Arab’a aşina olan kimse vukufu sebebiyle esas-ı din-i İslam olan ayat-ı Kur’aniyye ve ehadis-i nebeviyyenin maani-i zahiresini fehm ü idrak edeceğinden lisan-ı Arabi tahsili farz-ı kifayedir. Öyle ise lisan-ı Arabi’yi taallüm veya ta’lim eden zevat-ı kiram veya bu hususlara sarf-ı himmeti tervic eyleyen evliya-yı umur ind-i İlahi’de ecr-i cezile nail ve erbab-ı hakıkat nezdinde medh ü sitayişe mazhar olacakları vareste-i beyandır. Lisan-ı ecnebiyi taallüme gelince aklen ve naklen kabih ve mahzur değildir. Aklen kabih olmadığı zatında ilmin sıfat-ı kemal cehlin sıfat-ı noksan olması ulü’l-elbab için bedaheten malum bir emirdir. Sıfat-ı kemal olan bir şeyi taallümün kabih addolunmayacağı zaruridir. Naklen kabih ve haram olmadığı vücuh-i adide ile müsbittir. Birincisi: Lisan-ı ecnebiyi taallüm nazar-ı şari’de müstakbeh olsaydı lisan-ı mezkuru muhtevi kaffe-i elsine ve lügatı Ebu’l-beşer Hazret-i Adem aleyhi’s-selama ta’lim ve taallümünü Kitab-ı Mecid’inde bi-inkar nakl ü beyan buyurmaz Kur’aniyye’den ayet-i kerimesi natıktır. mayan kimselerin derecede mütesavi olmadıklarını tansis eden esteizü billah ayet-i celilesi umumundan lisan-ı ecnebiye ilmin şer’an memnu olmayacağı bi-tariki’l-işare müstefaddır. Üçüncüsü: Hazret-i Risalet-penah Efendimiz’in risaleti Kelam-ı Mecid’de kavl-i şerifi mantukunca kaffe-i nasa amm ve ayet-i kerimesi mazmun-ı münifince Kur’an-ı mu’ciz-beyanın mislini ityan ile taleb-i muaraza ins ile vaki olduğu gibi cin ile de vaki olduğuna mebni Efendimiz’in risaleti ins ü cinne şamil ve kaffe-i enam elsine-i muhtelifeleri üzere Resulü’s-sakaleyn Efendimiz’in kavmidir. Binaen-ala-zalik sure-i İbrahim’de ayet-i kerimesi işaret-i seniyyesinden Resul-i Zi-şan Efendimiz’in tefhim-i meram ve tefehhüm-i kelam hususunda her kavim ile sühuletle lisanlarına göre mükaleme ve muhatabe etmek için elsine-i muhtelife ve lügat-ı şetta sahipleri olan bütün ümem ve enamın lisanlarına aşina olduğu istinbat olunmuştur. Lisan-ı ecnebiye ilm mahzur veya mekruh olsaydı lisan-ı ecnebi dahil olduğu halde elsine-i muhtelifeyi Hüda-yı Hakim Habib-i Kerim’ine muttali kılmaz idi halbuki rına Efendimiz’in vakıf olduğunu zikrolunan ayet-i celile işaret buyurmuştur. Dördüncüsü: Risalet-penah Efendimiz Zeyd bin Sabit radiyallahu anha hitaben buyurunca Zeyd bin Sabit Hazretleri nısf-ı şehr mikdarı bir müddet zarfında Yahudilerin kitabet ve lügatlerini taallüm ve hatta Resulullah Efendimiz’in kavm-i Yehud’a gönderilecek mekatibini lisanlarına göre kitabet ve onlardan gelen merasili Efendimiz için kıraat ettiği senedat-ı sahiha ile Zeyd bin Sabit Hazretlerinden rivayeten Buhari-i Şerif’te masturdur. İşbu hadis-i şeriften maslahat-ı müslimin Beşincisi: Lisan-ı ecnebiyi tahsil caiz ve mübah olmadığı farz olunsa hadis-i şerifinin istilzam ettiği yani bir işten maksad ne ise hüküm ona göredir kaide-i fıkhiyyesi mucibince ecnebi lisanını tahsilden maksad adat-ı fasidelerine süluk ve ittiba değildir. Belki terakkıyyat-ı hazıraya göre fünun ve sanayi’-i nefiselerini iktisabdır. Ecnebinin maarif ve sanayiini tahsil ise hadis-i hikmet-amizi mantukunca caiz ve mübahtır. Öyle ise lisan-ı ecnebiyi tahsil dahi caiz ve mübahtır. Ecnebi hikmet ve san’atlarını tahsilden de garaz mülk ve vatanı imar ve din ü milleti ihya ve i’la etmektir. Bu san-ı ecnebiyi taallüm dahi cezmen vacibdir. da’vet ile cihadın asarı mukatele ile cihaddan ekmeldir. Bu ecilden Hazret-i Risalet-penah Efendimiz İmam Ali kerrema’llahu veche Hazretlerine hitaben buyurmuşlardır. Mukatele kelimesi yerine ile İbn Mace satı’a ve berahin-i katı’a bastıyla onları din-i İslam’a da’vet Hüccet ü bürhan ile mücahede ise eseri görülünce mukatele kavl-i celili mantukunca cevahir-i nüfus-i insaniyye Hak Sübhanehu ve Teala Hazretlerinin bu alemde mahlukat arasında mezid-i ikram ile kendilerini tahsis buyurduğu cevahir-i şerifedir. Zatlarında fesad yoktur. Fesad hemen kendileriyle kaim olan sıfattadır. Hücec ü berahin serdiyle cihad lisanlarını bilmedikçe müteyesser olamayacağından lisan-ı ecnebiyi tahsil farz-ı kifaye olur. Zira farz-ı kifayenin tevakkuf ettiği şey farz-ı kifayedir. Şu halde farz-ı kifaye olan bir şey nasıl mahzur addolunur. şer’isi bu vechile de sabit olmaktadır. Bolvadin Beşeriyet semalara çıkmış bulutların sine-i tezadından elektriğin necm-i nurunu -bir ağaçtan meyve iktitaf eder gibi sür’at ve sühuletle- almış denizlere dalmış dalgaların şahika-i telatumunda buhar kuvvetinin amud-i nuranisini bularak –ailesinin kah maişet ve muaşeretine bir mizab-ı ab kurar gibi kolaylıkla– kainatın seyl-i şuununa cereyan-gah-ı fevkindeki amal-i tayeran-ı beşere hadim bilmiş; ruy-ı semadaki kehkeşanları tarik-ı terakkıyyatı önüne meşail-i sedad gibi ikame eylemiş. Fakat terakkıyat ve ihtiraatının yad-ı ulüvvüyle mübahi ve mağrur olan beşeriyet adalet-i mutlakayı –o mahiyyet-i hakıkıyyesi layıkıyla bilinememekte elektriğe o beşerin yed-i zabtına tamamıyla girememekte buhara benzeyen– adalet-i mutlakayı bulabilmiş midir? Zannetmem. Adalet-i mutlakayı ne padişah hakim me’mur nam-ı muhtelifü’l-mahiyyeti altındaki eşhas-ı maddiyyeden biri bulabilmiştir ne de hükumet mahkeme-i parlamen ünvan-ı mütebayini’l-medlulü altındaki eşhas-ı ma’neviyyeden biri! Padişahan-ı selef içinde Selim-i Evvel gibi visade-i saltanatı kalb-i millet olan bir Osmanlı hükümdarı kürenin bütün topraklarını kalem-rev-i hükumetine idhal etse yine nazar-gah-ı kanaatini dolduramazken bir alimin pay-i şebdizinden sıçrayan çamur parçasını –ser-i terettübüne ziver-i müebbed bilecek derecelerde– iğtinam edermiş. Bir hükümdarın şan-ı hakkaniyyet-perestisine bundan mübeccel delil mi olur? Fakat Selim-i Evvel dediğimiz bu adl-i müşahhas adl-i mutlak tevsim ettiğimiz o merdüm-giriz nurun dest-res-i infilakatı olabilmiş midir? Zannetmem! Meşrutiyeti her devletin meşrutiyetinden daha ihtiyar – ve fakat vücud-ı şebabi gibi– her devletin meşrutiyetinden daha zinde olan İngiltere hükumetinin parlameninde musademat-ı efkar arasında –bazen makbereler zulümatında fosforların güneşin zuhuru kadar parlak– bir surette barika-i hakıkatin tuluu görülmüştür. Fakat bu musademat-ı efkar bulutları arasında adalet-i mutlaka –velev ki bir gölge gibi müşevveş ve muzlim velev ki bir şerare [gibi] zaif ve gayr-ı sabit bir şekilde olsun– tecelli edebilmiş midir? Zannetmem! Hazret-i Ömer’i alalım; mezarındaki kemiklerine Frenkler –salib-i adalet gibi– tapar toprağındaki siyahlıkları müslümanlar fikr-i adalete ait gurub levhalarının zılal-i bakiyyesi bilir. Zemini –yıkılmaktan masun bir taht-ı saltanat– fezayı –zabt edilmekten muarra bir tac-ı mübahat– bilen bu vebal-i zulüm gibi– ağır gelirmiş. Altındaki taht –paymal edilen hukuk-ı ibad gibi– nigah-ı saibine çirkin görünürmüş. Düşünmeli ki yalnız hükumetin esas-ı adilini te’sis değil dinin istikbal-i alisini te’yid eden bir halife nasıyesi cebin-i tefekkürünü –bir taşın pek de nevaziş-kar olmayan elleri arasında– uyuturmuş. Düşünmeli ki huzur-ı vakarı kayasireye ra’şe-i mehabet veren bir halifenin felah-ı din ü kavm için daraban eden kalbi –etbaının ayaklarından arta kalan topraklar arasında– sükun bulurmuş. Vücudu hak-i uryan başı seng-i haşin üzerinde olduğu halde bu emir-i zi-şanın uyuduğunu tarih bize rivayet ediyor. Fakat adalet-i mutlaka ey nur-ı fevka’s-sema Ömer o halife-i adil-i İslam bile pay-i istiğnasıyla kırdığı taht-ı saltanatın enkazı üzerine değil dest-i adaletiyle tatyib ettiği kalplerin ta’mir ettiği gönüllerin balayı ta’zimine çıksa –ey Adl-i Mutlak– yine sana yetişemez. Gelelim sadede: Ey mahkemelerin ebvab-ı her-dem küşadesi önünde ictima eden halk-ı müsted’i mehib bir sükutun cismaniyetleri kadidleri şeklinde duran şu hakimiyet kürsilerinin önünde –sizler ey müsted’iler– sada-yı şikayet ve tazallümün bir şekl-i adali ve uzvisi gibi yükseldikçe o mehabetli sükut ile bu fecaatli sadanın mev’id-i telakısi ancak nisbi bir adaletin sayha ve saha-i zuhurudur. Hakimiyet kürsilerinin yeşil renkli çuhaları ile maktul ailelerinin mazlum dudmanlarının kara çehreli sütre-i matemleri arasında en kısa tarik –adalet-i nisbiyye– tarik-i muhtasar ve müfididir. Arzıhaller istid’alar tazallüm-nameler hetk edilmiş birer bakire ırzının zıll-i matemi ile gasb edilmiş birer masum hakkının dem’a-i tazallümünden terekküb eylemiş birer midad-ı beyan ile yazılsa bile –ey giryende vicdan-ı müsted’iler– sizler bu arz-ı haller mukabilinde mehakimden hükümler istihsal eder i’lamlar alırsınız. Hükümler istihsal edersiniz ki şümul-i mealleri arz-ı hallerinizin ma’nalarından daha vasi’ ve daha metindir. İ’lamlar alırsınız ki aded-i sahayifi arz-ı hallerinizin aded-i kelimatından daha çoktur. Çünkü mahkemelerin vasiü’ş-şümul hükümler verecek muktedir hakimleri kesirü’s-sahaif ilamlar yazacak faal katipleri vardır. Fakat adalet-i mutlakayı öyle bir mahkemeden bekleyiniz ki oraya arz-ı halsiz ve isimsiz müracaat edilir. İsmi ise mahkeme-i kibriyadır. Burada der-miyan ettiğim fikir ve maksad istemem ki su-i tefehhümden tevellüd eden ve pay-ı hiddetin zemin-i gubar arasında bir sehm-i i’tirazın cerihadar vürudu olsun. Maksadımı açık söyleyim: Hiç şüphe yoktur ki şuabat-ı hükumet lerdir. Ve yine hiç şüphe yoktur ki hakimler redi çehreli masiva mahiyetli birtakım gayr-ı meşru’ emeller bir sürü gayr-ı ma’kul münakkısların firifte-vicdan mağlubları olmaktan her zaman mütealidir. Fakat bendeniz adalet-i mutlakanın fıkdanındaki sebebi evvela kanunlara irca ederim. Evvelen: her memlekette vazı’-ı kanun muhittir. Hiçbir yerde – ne bir şahs-ı maddi ne bir şahs-ı ma’nevi– vazı’-ı kanun olamaz. Eşhas-ı maddiyye ve ma’neviyye kanunların vazı’ları değil katipleridir. Mesela vazı’-ı Kanun-i Osmani –hasren– muhit-i Osmanidir. Şu kaziye teslim edilince adalet-i mutlakanın müddeiyyat-ı mevcudiyyetine sorarım hangi muhit o mertebe-i kemalata varmıştır ki muhassalası ancak adalet-i mutlaka olan lıdır. Saniyen: Kanunlar muhitler ilcaatının insanlar tarafından gördüğü telakkıye göre bir şekl-i taayyün alır. Halbuki beşeriyyet-i hazıra bir insaniyyet-i mütekamile midir ki –telakkısi sun. Binaenaleyh adalet-i mutlakanın civar-ı tecellisine – Zat-ı Uluhiyyet’in kurb-i kibriyası gibi– beşeriyet yükselmekten acizdir. Salisen: Hakimler ki kanunun bazen yed-i lutf u sıyaneti bazen pay-i kahr u zecridir hepsi aynı seviyye-i ahlak ve hilkatte midir. Hakim vardır ki -hasenat-ı adli izhar etmektekanunun yed-i yemin ü mü’temenidir. Yine hakim vardır ki –şer ve bedbahtiye delil olmakta– bir yed-i yesar derekesindedir. Hakim-i mü’temen bir yed-i yemin-i sıyanet gibi bir hemzde fikirlere ceriha-dar kalplere sokulur. Hakim-i mühin bir yed-i yesar-ı sirkat gibi kise-i zer-i meşhune ceyb-i ihsan u atıfete dalar ve oradan çıkınca begal-i ekabire daman-ı mülkün her tarafını kuşattı. Binaenaleyh hükkam-ı Osmaniyye yarak– umumen Mecelle’nin ta’rif-i ma’rufuna muvafık hilkat ve ahlakta adamlardan intihab edildi. Lakin her hakim kanunun meal ve maksadını aile ve muhitinden aldığı terbiye meslek ve mektebinde gördüğü tahsil dairesinde; dimağındaki tefekkür kudreti vicdanındaki tahassüs melekesi mertebesinde; nazarına ait hikmet teemmülüne has vüs’at derecesinde tayin eder. Hakim var mıdır ki bütün bu mezayat-ı böylesini memleketimizde değil harikat-ı hilkat yetiştiren bir muhit-i muhayyelde de bulamayız. Sıratımüstakım risalesine arasıra makale takdim etmeyi kendim için mu’tad edinmiş ve bunu bir şeref addederidim. Bugünlerde ise meşagil-i seferiyye ve menasik-i hacc-ı şerif dolayısıyla bir şey yazamayışım hazır söylenmiş sözlerin cem’ine beni sevk etti. Bu cümleden olarak Hidiv-i Mısır Abbas Hilmi Paşa Emir-i Mekke vali vekili Emin Bey Efendi hazeratıyla daha birkaç zevat-ı kiramın bir gece vuku’ bulan bir ictimalarında vekil-i müşarün-ileyh tarafından risalenin mesleğine tevafuk ettiği takdirde derc ü neşr buyurulması babında. Hilafet-i Kübra-yı İslamiyye’nin mihman-ı zi-şanı devlet-i muazzama-i Osmaniyye’nin mahbub-i vicdanı hidiv-i mufahham Paşa Hazretleri! Bendeniz saat-i hayatiyyemde hatıra-i mübeccelesi ile’lebed payidar kalacak olan şu mesud dakikada iki nokta-i nazardan dimağ ü vicdanımda uyanan efkar-ı ulviyye ve hissiyyat-ı necibenin tesiratı altında bulunmaktayım. Bunların birincisi hayat-ı resmiyyemin gaye-i amali itibariyledir ki hilafet-i İslamiyye ve hükumet-i Osmaniyye’nin en pak ve nezih anasır-ı güzidesinin on iki milyon Mısırlının timsal-i ulvisi olan zat-ı ali-i hidivanelerinin şu belde-i mübarekede zat-ı şevket-simat-ı Hazret-i Padişahi ile Devlet-i Aliyye’ye karşı pek büyük bir hiss-i merbutiyyet ve aşk-ı hamiyyetle perverde buyurdukları hissiyyat-ı ta’zim-karane ve temenniyyat-ı Huda-pesendaneyi telakkı eylemekle mübahi ve mes’ud oldum. Mekke şehri gibi sıdk u ihlasın minber-i kudsisi olan bir belde-i tahireden yükselen sada-yı bülendleri o nida-yı hakıkattir ki bunun bundan on dört asır evvel şu cibal-i mübareke arasında tereffü eden esvat-ı celile gibi samimi olan taninleri kızgın kumlu çöllerin ak köpüklü denizlerin üzerinden bir aks-i sada-yı iman-ı kudsiyyetle bir sür’at-i fikriyye ile geçecek; bu suretle Kahire’nin aşk ve emellerini leyecek ve bir hayırlı evlad bir müşfik pederi dil-şad edecektir. Binaenaleyh bu peyam-ı alinin bütün nifak ve mefsedetlere rağmen te’min edeceği zaferi tevlid eyleyeceği hayr-ı müstakbeli bütün mevcudiyyet-i mütefekkire ve mütehassisemle bütün hürmet-i vicdaniyyemle selamlarım. tebcil ettiği bir tarih-i mukaddese merbutiyyet cihetiyledir. Evet Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in tebliğe me’mur buyurulduğu Kur’an-ı Kerim uhuvvet-i beşeriyyeyi haleldar eden cinsiyet duvarlarını yıkmış; hatt-ı altına da’vet eyleyerek birçok vücudlara bir ruh ifaza etmiş birçok milletleri ümmet-i vahide haline getirmiştir. Bunun bir Mısırlının aşkı eski pagodların harabeleri üzerinde tefekküre varan bir Hindlinin rüyasıyla hem-ahenktir. Maveraü’n-nehr kıyılarında beşiği sallanan bir Türk Atlas dağlarında mezarı kazılan birbirinin matemiyle dil-hundur. Biz bu sürur ve elemlerimize ümid ve emellerimize iştirak ederiz; birbirimizin eazım ve dühatıyla iftihar eyleriz. Bize bu ders-i uhuvveti bu ruh-ı ittihadı veren bugün ihram-puş-i müsavat oldukları halde tavaf buyurduğunuz şu Kabe-i Muazzama’dır. Kabe-i Muazzama üç yüz milyon ihvan-ı dinimizin kıble-gahı olan bu beyt-i İlahi tavaf olunduğu zaman her İslam’ın hafızasında buraya hizmet eden birçok eazımın birçok dühatın isimleri uyanır ve alel-husus bunların arasında Kavalalı Büyük Mehmed Ali Paşa’nın sima-yı dindarı göz önüne gelir. Bendeniz de Beyt-i ilahi[’yi] ilk defa tavaf eylediğim vakit böyle oldum. Sizin cedd-i muhtereminiz bizim ma-bihi’l-iftiharımız olan o mübarek vücudu tahattur ettim. Kendisi için perverde edegeldiğim hiss-i ta’zimi vicdanımda pür-galeyan buldum. Eğer müsaade buyurursanız bu tuhfe-i hürmeti zat-ı ali-i fahimanelerine onun ruh ve dehasının yaşadığı vücud-ı muhtereme arz ve ithaf edeyim. Maarif-i umumiyye nazırı Emrullah Efendi eslaf-ı kiramın kütübhane-i irfan-ı millete bir yadigar-ı güzini olan pek çok asar-ı nadire ve nefise-i İslamiyye’nin bazı Avrupa matbaaları tarafından tab’ ve temsil edildikleri halde memleketimizde nüshaları madum denilecek derecede mahdud olduğunu nazar-ı dikkate alarak o gibi asarın Matbaa-i Amire’de tab’ ve temsili için erbab-ı vuk u f ve ihtisastan mürekkeb bir hey’ete havale-i keyfiyyet edilmesini tensib eylemiştir. Mezkur hey’ete Meclis-i Maarif azasından Hacı Zihni Efendi Hazretleri riyaset edecektir. Elsine-i ecnebiyyeden lisanımıza tercüme edilecek kitapların da Matbaa-i Amire’de tab ve temsili esbabı istikmal kılınacaktır. Balkan Gazetesi Filibe müftisi Süleyman Faik Efendi nazar-ı dikkatine vaz’ ediyor: Müfti Efendi! Samia-i vicdanınızı biraz açınız. Bilmeyiz haberiniz yok mu? Süpürge Baba Cami’-i Şerifiyle Bey Mescid Cami’-i Şerifi partizanlar tarafından ekin anbarı ittihaz edilmiş ekin deposu yapılmış! Halbuki evkaf-ı İslamiyye idaresi bu mebani-i İslamiyye aylığı müezzin aylığı ödüyor. Bundan böyle namazı ekinler mi kılacak? Eğer bu camiler lüzumsuz ise bir fetva-yı şerif ısdar ediniz de yıkılsınlar daha iyi? Her halde bu gibi hakaretlerden rezaletlerden olsun masun bırakılmış olur. Osmanischer Lloyd’un muhabir-i mahsusu yazıyor: Kanunievvel-i Rumi’nin on sekizinci günü Aftasov ve Karimov namında iki müslüman Rusya’nın Ufa şehri mahkemesinde muhakeme edilmiştir. Bunlar geçen yaz bir kitap neşrederek bunda mekteplerde okunmak üzere Tatar lisanıyla tertip olunan kitapların Rus hurufuyla yazılıp Tatar hurufuyla yazılmaması hakkında Maarif Nezareti’nce ta’mimen tebliğ olunan bir kararın geri alınması zımnında müslümanlara bir arz-ı hal imzalanması tavsiye olunuyordu. Bu arz-ı hal Petersburg’a gönderilip nezaretin kararı geri alınmıştır. Lakin kitabı neşredenler “İttihad-ı İslam” fikrini neşretmekle taht-ı muhakemeye alınarak kitabı neşredenlerin her biri birer aylık kal’a-bendlik cezasıyla mahkum edilmiştir. Tanin’in Anadolu muhabiri Sivrihisar’dan yazıyor: Müslüman mekteb-i rüşdiyyesi yetmiş yaşından aşağı olmayan otuz beş kırk senedir muallimlik ettiğini söyleyen lakırdısını size duyurabilmek için ağzını kulağınıza bitiştiren bir muallim-i evvel ile muhtellü’ş-şuur marizü’d-dimağ refikinin taht-ı idaresindedir. İhtiyar muallim tababetten kimyadan hikmetten her şeyden bahsediyor. Mekteplerin vazifesi hükumete me’mur yetiştirmek olduğundan sırf buna çalışılmasını mektepten mesela bir mal müdiri nüfus me’muru çıkarılmasını söylüyor. Birçok şeyler söylüyor. Fakat hastalığı ihtiyarlığı hasebiyle evinden ancak ayda bir iki defa çıkabildiğini vazifesini sine haram olduğunu teslim etmiyor. Buraya hiç yanaşamıyor. Çocuklar içerde oynamakla itişmekle meşgul bir gürültüdür gidiyor. Burada nezafet taharet hıfzus-sıhhaya riayet gibi şeyler yoktur. Bunun yanındaki ibtidai mektebi de böyle yüzden fazla küçük talebesi olan bu mektebe girilirken –bütün diğerlerinde olduğu gibi– pis ve müteaffin bir hava burnunuzu dolduruyor. Diğer tarafta yine bu Sivrihisar’da Ermeni mekteplerine giderseniz büsbütün başka bir manzara karşısında bulunuyorsunuz. Yeni yapılmış müteaddid dershanelere taksim edilmiş bir bina nazik bir müdür sınıflarda tedrisatla meşgul dört beş genç muallim sonra derin bir sükut içinde çalışan talebe görülüyor. Bu çocuklardan lalettayin hangi birine sorsanız size her şeyden ma’lumat veriyor. Hele Türkçe’de bunlardan bazısının Türk çocuklardan pek ileri giderek hatasız kıraat ve imlaya muvaffak olduklarını görmek kalpte takdirle karışık bir hiss-i te’sir uyandırıyor. Daha ötede beş altı yaşlarında kız ve erkek çocuklarına mahsus bir mekteb-i sıbyan var ki üç dört muallimenin taht-ı terbiyyesindedir. Mektepte en son usul-i tedris ta’kib olunuyor. Cümlesine yeknesak elbise giydirilmiş olan kız ve erkek çocuklar her şey hakkında oynarken gülerken ma’lumat alıyorlar. Bu ziyaretten hem memnun hem de İslam mekteplerinin halini düşünerek mahzun avdet ettim. Türkiye’de yaşayan anasır-ı muhtelife arasında terbiyyei fikriyyece her gün umku tezayüd eden bu boşluk devam ettikçe itilaf ve müsavatın nasıl teessüs edeceğine bir türlü aklım ermiyor. Bu farkı anlamak için en küçük hücra bir köşedeki muhtelif unsurlara mensup mekatibi gezmek ve görmek kafidir. İslamlar ve Türkler cehaletlerinde ne kadar musır iseler Hıristiyan vatandaşlar çalışmakta bilhassa istikbal memleketin atisinde alakadar olanları cidden endişelere düşürecek bir tehlike-i ictimaiyye başlıyor. Mesela yarın ordu bütün evlad-ı vatandan terekküb edecek tabii hukuken müsavat vazifeten müsavatı tevlid eyleyecektir bilmem acaba o vakit karşısında bulunacağımız emr-i vaki’ bizi ikaz edebilecek mi? Emin olalım ki Artin Yorgi orduya terbiye-i ibtidaiyyeyi ufak tefek ta’limleri öğrenmiş oldukları halde geleceklerdir. Halbuki Mehmed bunları öğrenmek anlayabilmek için üç beş aylık bir zamana muhtaçtır. Binaenaleyh daha kışlaya girerken Yorgi ile Mehmed arasında beş ay var demektir. Bu tefavüt yalnız hayat-ı askeriyyeye münhasır değildir. Bil-umum vezaifte bu tehlike vardır. Buna karşı kemal-i teessürle Bilakis her yerde bir tezebzüb adem-i emniyyet devam edip gidiyor. Bu gidişle halimiz ne olacak? Kendi kendimizi aldatmak müdhiş hakıkatleri yaldızlı hulyalarımızla mezc etmek hastalığından hala kurtulamıyoruz. Memleketimizi ahval-i ictimaiyyemizi öğrenmemekte tanımamakta ısrar ediyoruz. Galiba tehlikeleri düşünemiyoruz. Bu esbab-ı hakıkıyye iyice teemmül edilirse anasır-ı muhtelife arasındaki aheng-i i’tilaf ve imtizacın ancak seviyye-i fikriyyede müsavat teessüs ettiği günden itibaren başlayacağı tezahür eder. Binaenaleyh hükumet itilaf-ı anasır mes’ele-i hayatiyyesi için ne kadar sarf-ı mesai etse bence akım kalacaktır. Ancak maarife mekteplere edilecek himmetler memleketi vatanı tahlis edebilir. Ve illa... Tren Haydarabad’a yakın geliyor bir istasyonda Haydarabad polisleri vagona oturdular herkesin isimlerini ve nereye ineceklerini yazdılar bize de sordular ve yazdılar bizim arkadaş beyden hiçbir şeyler sormadılar. Tren Haydarabad’a geldi ben de çantamı elime aldım çıktım istasyondan doğru Doktor Talib Efendi’nin hanesine gittim. Talib Efendi asıl Osmanlı tebeasından ve Anadolu Kürtlerinden eski bir hekim-i hazık imiş. Bombay’dan aldığımız tavsiye ile kendilerine misafir olduk. Akşam Talib Efendi’yle biraz sohbet ettikten sonra kuşe-i istirahate çekildik. Gece rahat rahat uyumuşum sabah kalktım Talib Efendi bize çay getirdi bir fincan çay içer dediler: – Misafirinizin bize refakatine müsaade ediniz ser-komiser cenapları huzuruna taleb ettiler. Misafirin bütün rahatını kendileri deruhde ediyorlar... Talib Efendi keyfiyyet-i hali bize söyledi biz de: Güzel dedik. Yalnız bir çantamız vardı elimize aldık. Talib Efendi’nin kapısından çıkınca orada silahlı birkaç polis gözüme zaman muteber misafir olduğumu güzel anladım. O sırada sivil polis on dört yaşlarında bir çocuğu tutarak bir şeyler söyledi. Çocuğun ağlamasına bakmayarak getirdi benim elimde olan çantayı çocuğun başına yükletti. Ben çantayı çocuğun başından aldım çocuğa birkaç para verdim. Polise Farisi lisanında dedim ki: – Bana istediğin kadar zulmedebilirsiniz fakat benim eşyalarım için alemin evladına aziz çocuğuna zulmetmeye hakkınız yoktur. Polis sükut etti çocuk yoluna gitti. Biz de tahte’l-muhafaza ser-komiser cenapları huzuruna geldik. Ser-komiser kıyamen bizi istikbal etti güzel bir iltifat ile yer gösterdi. Ben hemen Farisi lisanıyla ser-komiser cenaplarına nasihat etmekte söylemeğe bilmezmiş yanında Farisi bilir bir adam varmış hemen getirtti çaylar fülanlardan sonra tercüman vasıtasıyla bana dedi ki: – Vazife-i İslamiyyet vazife-i insaniyyet bizde sizin gibi adamları ta’zim ve tekrim ile mülakatı icab etmiş iken biz sizi böyle tahkir-amiz bir sıfat ile istikbale mecbur olduğumuzu bil-itiraf afvınızı istirham ederim. Bu özür kabul olunur özürlerden değildir maamafih tekrar edeceğim biz ortada bir alet olduk ne yapalım birader size böyle muamelede mecburuz... buyurdular. O vakit kendimizin mükemmel taht-ı tevkife alındığımızı hissettik bunun üzerine ben telgrafhaneye gidip Rusya konsolosuna telgraf vermek için ser-komiserden müsaade istedim. – Evvela yerinizi tayin etsinler sonra çekersiniz dediler. Biz ser-komiser cenapları huzurundan çıktıktan sonra polis idaresinden polis idaresine gittik. İki taraftan silahlı polisler mükemmel tantana ile gidiyoruz. Akıbet Yusuf Bazar ta’bir ettikleri bir yere getirdiler. Orada bize bir hücre verdiler. Hücrenin genişliği üç adım uzunluğu dört adım. Pencere filan yok. Bize dediler: – Burada ikamet edeceksiniz hücrenin kıymetini de şimdi veriniz. Ben dedim: – Eğer ben sizin taht-ı tevkifinizde isem hücre hakkını da verdikten başka bana yiyecek de vereceksiniz; yok benim kendi ihtiyarımda ise ben kendime münasib yer bulur akçesini de veririm. Artık bizim burada kalacağımız tahakkuk etti hücre parasını da verdiler yemek de getirdiler sonra ben iki polis ile telgrafhaneye gittim Bombay’da olan Rus konsolosuna telgraf çektim. Tekrar hücreye avdet ettim korku filan yok. Maamafih hayli keyfim bozulmuş. İkindi vakitleri polisleri söğmeye kadar vardım kavga ettim. Dedim: – Beni hapishaneye götürünüz ben burada yatmayacağım madem mahbus imişim merkez hapishane daha güzeldir... Sonra akşam vakitleri beni bu hücreden çıkarıp Mevlevi Envarullah Sahip dedikleri ulemadan bir zatın hanesine getirdiler. Burada dahi tahte’l-muhafaza bulunuyorum. Kapıda birkaç polis hizmete hazırdır. Mescide giderim arkamda polis kütüphanelere giderim arkamda polis. Ne ise bereket versin Rusya konsolosu bizim telgrafı alır almaz müdahalede kusur etmemiş; iki günden son bize hürriyet emri geldi. Bu hürriyet de yirminci asra muvafık hürriyet olup medeni İngilizler hürriyetidir. Ben Haydarabad Deken’de gün ikamet ettim fakat hep taht-ı murakabede idim. Avdetimde yolda dahi resmen polis maiyyetimde bulunuyordu. Maamafih polis benim ile Bombay istasyonuna geldikte nısfulleyl saat . Polis uyumuş Hoteli’ne geldim. Hemen sabah oldu saat sekizde polisler bizim arkamıza düştüler. rada İngilizlerin tuttukları yol kedinin hiddetlenmesine benzer. dukları zulümlerini setretmek istiyorlar. Halbuki bütün alem nazarında müsbet ve malum şeylerdir. hukuk-ı insaniyyeden mahrumdur. Avam hukukunu söylemeye hacet bile yoktur. Hindlilerden ikmal-i tahsil etmiş bir zabit İngilizler nazarında nefer ile müsavidir. Hindli büyük bir rütbe sahibi olsa bile bir yerde hizmet ettikleri halde İngiliz kapitanına nefer gibi itaat eder. İngiliz kapitan ona selam vermezler. İngiliz kapitan ile bir sofrada yemek yiyemez. Maaşları ise sülüs derecesinde ve ila-gayr-ı zalik... Hepsi yirminci asra muvafıktır. Şurası şayan-ı taaccübdür ki şu Hindli zabitler bu hale hiç arlanmazlar ve guya böyle yapılmak lazım gelir diye telakkı ederler. nebze. Nasib olursa ben bütün ahvali teftiş ederek yazacağım. Bu gibi muameleler Hindistan’da umur-ı adiyyedendir. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ocak Üçüncü Cild - Aded: – – Eser-i mezburun yine dibace denilen “İfade-i Mütercim” kısmında deniyor ki: Bu ifadesinde naşir-i mütecasir dindarlığını iki şeyle isbat ve irae ediyor. Evvela asl-ı kitapta bulduğu şeyleri aynen ve tamamen tercüme edip redd ü kabule dair mülahazat-ı zatiyyesini not olarak kaydedeceğini vaad ediyor. İşaret-i mezbureyi havi hayli notları vardır. Fakat hiçbirinde müellifin kelamını muaheze etmiş değildir. Elbette! Akl-ı selim mahsulü i’tikad ettiği hakıkatlere karşı ne diyebilirdi. Binaenaleyh daima ne kadar vazıhü’l-butlan olursa olsun onun sözünü te’yid ve tenvire çalışıyor hatta icab ederse ayetler ve hadisler uydurarak tervic-i batıla cehd ediyor. şeklindeSözünü not yapmıştır. Böyle bir ayet acaba Kur’an-ı Kerim’in neresinde hangi suresinde var imiş. İşte bununla da kendisinin nasıl bir cahil-i cesur olduğu anlaşılır. Halbuki velev bilmeyerek bilakayd olsun Kur’an’dan olmayan bir kelamı Kur’an addetmek bir ayet-i kerimenin Kur’aniyetini hu aleyhi ve sellem” ashab-ı kiramdan bir zatın ismi yad olundukta “radiyallahu anh” işaretini vaz’ etmekten ibarettir. Bu işaretler ilave olununca kelam haiz-i tebcil olacağından zu’m-ı batılınca ne kadar açık küfrü ne derece büyük şenaati muhtevi olursa olsun erbab-ı mütalaa nezdinde şayan-ı kabul görülecek demek olur ki bu nümayiş dindarlıktan ziyade kurnazlık eseridir. Fakat mütalaaya tenezzül edecek erbab-ı diyaneti bu derece zahir-perest ve bi-temyiz farz etmek de her ahmakın karı değildir. Naşir-i mezburda zaten biraz şaibe-i akl u dirayet bulunsaydı aleme böyle en galiz küfürleri yutturmak imkanı olmadığını fark u temyiz eylerdi. Hiç olmazsa şurasını bilmesi Kerim’in Kelamullah olup Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin kullara tebliğe me’mur olduğunu kendi tarafından müretteb ve mü’ellef olmadığını cezmen bilir i’tikad eder. Böyle i’tikad etmeyen kimse müslüman olamaz. Naşir-i hasirin her kelamı ayn-ı hakıkat olmasını tab-ı mel’anet-nisabının her sayfasında bi-nihaye küfürler saçıyor ve daima Kur’an-ı Azimüşşan’ı tezyife yelteniyor. Öyle bir kitab-ı mukaddes hakkında gayet adi bir kelam olmakla beraber Muhammed’in s.a. kendi telifidir diyor. Bilhassa “.” sayfada Kelamullah ile Resul-i Ekrem Efendimiz hakkında bi-ser ü bün birçok türrehat gayet mantıksız kelam serdettikten sonra bak daha ne hezeyanlar savuruyor: “Benim fikrim sorulunca ben şuna kailim ki az ma’ruf kütüb-i kadime-i Arabiyye içinde Kur’an kadar az hüsn-i zevk gösteren Kur’an kadar az aslı olan Kur’an kadar ifrat derece mutneb ve usandırıcı bir kitap tanımıyorum. Hikayatında bile pek çok tekerrür vardır. Arab’ın alelumum san’at-ı hikayede maharetleri inkar olunmaz. Hikayelerinin kıraati ez-cümle makamatta pek çok olarak tesadüf olunan hikayelerini okumak hakıkı bir telezzüz-i sanaatkardır. Bu hikayelerde her şey bir derece müessir ve haile-engiz bir surette tasvir olunur. Muhammed s.a.in hikayatının ekserisi Tevrat ve Zebur’da aynen mevcut olup Yahudilerden işittiği menakıb-ı enbiyayı hikaye ediyor. Mekkelilerin zevkleri o kadar fena değildi. Hind ve İran hikayelerini dinlemeği Muhammed’in s.a. hikayelerini dinlemekten daha ziyade severlerdi. O zaman herkesin bildiği san’at-ı nazma Muhammed s.a. aşina değildi. Binaenaleyh nazmen söylemedi.......... Evvela kahinler gibi mukaffa olarak kısa ibareler dan ziyade uzun ibareler yaptı. Ve kafiye hususunda pek çok tesamühte bulundu ki hüsniyyat olmak şöyle dursun hakıkı hatalar teşkil eder. Bu hatalar kelam-ı ilahi olan bir kitabın gayrı kitapta bulunmuş olsaydı pek şedid meydan-ı muahazeye konulurdu. Muhammed s.a. lisanda da üstad değildi. Suubetle terkib-i kelam ederdi. Fikrini ifade için kelimeleri derhal bulduğu nadiren vaki olurdu. Kur’an’da tesadüf olunan kesretli tekrarlar bunu kısmen izah eder…” Bu türlü türrehat-ı bi-edebanenin vuzuh-ı butlanı ileride neşredeceğimiz makalat ile kat kat tezayüd edecektir. geçen nam-ı akdes-i Resul’e de s.a. işaretini vaz’ ile güya memalik-i Osmaniyye’de bulunan ehl-i İslam şübbanını erbab-ı fikr ü mütalaayı kendi gibi bi-temyiz ü vukuf bir alay sebük-mağzan zannıyla öyle hülya ediyor ki emr ü tavsiyye-i telbiskaranesi mucebince hezeyan-ı mahz olan bu efsanelere kapılarak onlar da mülhid olup dinden çıkacaklar bu sayede kendisi milyonlarca liralar sarf ettikleri halde Hind’de Çin’de Afrika diyarında bulunan müslümanları idlale kadir olamayan her türlü fedakarlıklarıyla beraber haib ve hasir kalan misyonerler vesair naşirlere karşı ihraz-ı tefevvukla ser-efraz olacak masonlar arasında nam u şan kazanacak. Heyhat! Emin olsun ki la’n u nefrinden başka kazanacağı yoktur. Mecnunane teşebbüsatın sonu daima haybet ve hüsrandan ibaret kalır. Yine o kısımda deniyor ki: “Bugün ehl-i İslam için ‘Tarih-i İslamiyyet’ten daha ziyade nafi mütalaa ve mülahazası daha ziyade kati’yyü’l-lüzum bir kitap yoktur i’tikadındayız. Hurafat ve iğfalat ile dolu asar-ı gafilane veya muğfilanenin mevsim-i revacı saye-i feyz-i tekamülde çoktan geçti.” Aferin! Ey mütefelsif-i bi-iz’an!.. Bu cür’et-i mağrurane ki bütün alem-i İslamiyyet’e karşı gayet amiyane olan bu tahakkümat-ı bi-şuuranene ne kadar izhar-ı hayret edilse azdır. Kemal-i tehalükle din düşmanlarından istiare etmiş olduğun bu zeharif-i kaside ortaya sürdüğün bu saçma sapan ğe yelteniyorsun. Sen ehl-i İslam’ı senin gibi fevz u felahtan bi-vaye eşhas-ı dalalet-ihtisastan ale’l-amya perestişkarı bulunduğun Doktor Dozy gibi adüvv-i iman en adi bir yavegu şarlatandan ders-i diyanet almağa müftekır ve mütenezzil güruh-ı bi-vayegan mı sanırsın? Vay şaşkın vay!.... Evet! Hurafat ve iğfalata kapılmakta olanları rah-ı hakıkate hakkında gayet memduhtur. Fakat ehl-i İslam hiçbir vakit hurafata tabi’ olarak vadi-i iğfale atılmış şah-rah-ı hak ve hakıkatten tebaüd ettirilmiş değillerdir. Akaid ve ahkam-ı diniyyeleri yegan yegan berahin-i akl u nakle müstenid olarak güneş gibi parlaktır. Din-i İslam’da vehm ü hayale mübtena esas-ı gayr-ı kavim üzere müesses bir rükün na-ma’kul bir hüküm değil hatta bir nokta-i muzlime bile bulunmaz. Şark ve garba aktar ve afak-ı aleme zinet-saz olan ulema-yı hikmet-amuz-ı İslam hazeratı bütün a’da-yı millete mübtedi’lere mülhidlere kaffe-i mücadiline karşı her asır ve zamanda münazarat ve mübahesat-ı ilmiyyeden geri durmayarak usul ve fürua müteallik ahkam-ı İslamiyye’nin her noktasını tenvir ve izah etmişlerdir. erbab-ı basiret ü iz’an nezdinde iktisab-ı rüchan u teali etmektedir. Terakkıyyat-ı hazıradan bil-istifade “matbuat-ı Arabiyye” vasıtasıyla sarf olunan himmetler sayesinde ezcümle el-Menar mecellesinde cereyan etmekte olan muhaverat-ı miyye kat’iyyat-ı riyaziyye gibi bedihiyat şeklini almış hiçbir şüphenin meydan bulmasına imkan kalmamıştır. “Saye-i feyz-i tekamülde mevsim-i revacı zail oldu” dediğin “asar-ı gafile ve muğfilane”den lehü’l-hamd din-i İslam’da eser yoktur. İdhaline yeltenen olmuş ise de sevad-ı a’zam-ı müslimin arasında te’siri müşahede edilmemiştir. O ta’birat ve ıtlakata bi-hakkın şayan olan senin “büyük bir sulü” diye tervicine yeltendiğin ifrat-ı sena ve tecavüz-i hadd ile ayyuka çıkarmak istediğin o ma’hud Dozy’nin evrak-ı alude-nifakı gibi asar-ı mefsedet-nisardır ki bütün hayide küfürlerle mala-maldir. Cehil ve mükabereye mukterin tekzib ü inkarlardan başka bir hüner ve ma’rifeti havi değildir. Serapa şantajlıktan ibaret bu ifk u iftiraların hangisi bir delil ve bürhana benzer az çok nazar ve iltifatı calib olacak bir istinada maliktir. Erbab-ı temyiz ü insaf tamamen tetebbu edecek olsalar sayfalar dolusu bu hezeyan-namenin neresinde akıl ve hikmete fenn-i mantıka ve kanun-ı münazaraya muvafık bir şaibe-i hakıkat bulabilirler? Fakat kemal-i cür’et ve inhimakle vaki’ olan bu tavsiye ve iltizamından da anlaşıldığı üzere senin nazar u itikadınca: “Müslümanların anane-i tarihiyyeleri bunu iş’ar ediyorsa da ben buna itimad edemem” kezalik “buna karşı Muhammed s.a. Allah’a bu sözleri söyletmeğe kendisini mecbur gördü” “Muhammed s.a. o esnada ortaya bir vahiy koduysa da bunun hodgamlık olduğu aşikar olduğundan!..” gibi mülhidane ve mücrimane sözler akl-ı selim erbabına şayan büyük bir eser-i irfan derin bir im’an addolunmak şarlatanlığın revacından ibaret imiş. Sen kendi vicdanına bunu hakıkat diye kabul ettirebilirsin. Lakin herhalde emin olmalısın ki bir kafirin bi-perva ve pek tabii olarak sarf edebileceği zaten malum olan bu takım bi-asl u esas kelimat-i küfriyye mü’minlerin muhafaza-i imanlarına katiyen halel getirmeyecektir. Bütün mesainiz beyhude ve hebadır. Müreccah olan kavle göre bu sure Mekkidir. Öyle rivayet ederler ki İmam Şafii: Kur’an namına yalnız bu sure nazil olsaydı insanlara elverirdi insanlar yalnız bu sureyi teemmül etmiş olsalardı kafi gelirdi; dermiş. Muhakkaktır ki ashab-ı kiramın ikisi bir yere gelince bu sureyi biri diğerine okumadan diğeri de ona selam vermeden ayrılmazlarmış. Ashabın şu adeti teberrük içindir zannında bulunanlar yanılıyorlar. Zira bu sure-i güzini okumaktan maksad içindeki maaniyi hususiyle hakkı sabrı tavsiyede bulunmayı karşısındakine evvel onda bir vasiyyet-i hayr varsa kendine celb etmiş olsun. Alem-i hilkatteki eşyadan yahud şuun-ı ka’inattan birine yemin etmek Kitab-ı İlahi’de cari olan adetullah muktezasıdır. Bundaki maksad ise insanlara o cay-ı kasem olan şeye mine’l-ezel mevdu’ olan hikmeti ihtar etmek; şayed insanlar onda bir nevi’ şer tevehhüm etmişlerse hata etmekte olduklarını fenalığın şerrin o eşyada olmayıp o eşyayı isti’mal edenlerin yahud o surette i’tikad edenlerin kendilerinde bulunduğunu anlatmaktır. Öyle dinler var idi ki erbabı gerek bu kainat-ı zamaniyyenin gerek onun ihtiva ettiği mevcudatın kevn ü fesad olduğunu; binaenaleyh saadet-i hakıkıyye talebinde bulunanlar vakından kaçmak nefislerini bu alem-i kevn ü fesadın fevkınde bir aleme tahsis ve tecrid etmek icab edeceğini zannederlerdi. larını açıktan açığa bildiriyor. Kitabullah’ta varid olan bu esalib-i kasem o gibi zanda bulunanların hatalarını kendilerine bildirmek için ihtiyar olunmuş usul cümlesindendir. Yani bu eşya hikmet-i ilahiyyeye mazhariyet hususunda öyle bir mertebede bulunuyor ki Cenab-ı Hak onunla yemin ediyor; güya ki Cenab-ı Hakk’ın ta’zimine arz-ı istihkak ediyor. Artık her şeyin halıkı olan bütün mevcudatın feyz-i vücudu kendi vücud-ı ezelisi ile kaim bulunan Hallak-ı azimin ta’zimine mazhariyet kadar büyük şeref olabilir mi? “Asr” zamanın ma’lum olan bir cüz’üdür ki o da mütekellimin başkalarıyla beraber içinde yaşadığı müddettir; ister bu müddet senelerin adediyle takdir olunsun da mesela yüz sene densin isterse hiç miktarı ta’yin olunmasın. Yahud öğle ile akşam arasındaki vakt-i ma’ruftur. Burada her ikisinin de ihtiyarı doğru olabilir. İnsanlar evvelkine sövüp saymayı adet etmişlerdir. Evet herkes bulunduğu asırdan müştekidir. Sırası geldikçe bu asır cehalet asrıdır; alçaklık mürüvvetsizlik asrıdır; menfaat-perestlik ahlaksızlık asrıdır; der. Hayra dair murad ettiği şeylerin kaffesini de kendisinden asırlarca evvel geçmiş olan zamana isnad eder. Onun için Cenab-ı Hak asrın namına yemin etmek suretiyle bu i’tikadın kalplerden silinmesini insanlar tarafından tahkiri ediyor. kabilelere mensup olan işsiz birtakım Arapların Harem’de yahud sair mahallerde toplanıp gıybet gibi ötekini berikini maskaraya almak gibi hiç faydası olmayan şeyler ile iştigal ettikleri zaman olduğu için zihinlerde bu zamanın fena bir zaman olduğu şerden başka bir işe yaramadığı zannı iyice yer etmiştir. İşte Cenab-ı Hak bu fenalığın zamanda olmayıp kendilerinde olduğunu yoksa o zamanın yerleri gökleri yaratan Halik-ı Azim’e cay-ı kasem olacak derecelerde şeref sahibi bulunduğunu binaenaleyh böyle bir vakti o vaktin şanına yakışacak surette geçirmek ulvi işlerle imrar eylemek a’mal-i seyyie yüzünden musab olacakları hüsrandan bu suretle kurtulmak lazım geleceğini beyan buyuruyor. Kelime iki ma’nadan hangisine alınırsa alınsın buradaki kasem Cenab-ı Hakk’ın bize irad etmiş olduğu bir hakıkati te’kid için varid olmuştur ki o hakıkat de insanın hüsran Zira halkın birçoğunun zannına göre bu surede istisna edilen a’malin ahvalin haricinde öyle işler vardır ki hiç hüsranı mucib değildir. Hatta bu cemm-i gafirin i’tikadına göre saadet-i hürriyyet-i fikr hürriyyet-i ef’al namıyla hiçbir fenalıktan hiç bir fuhuştan geri kalmamak ukbada helaki mucib olsa bile dünyada nefsin hiçbir hazzını diriğ etmemek ile olurmuş; yine bu i’tikada göre ümmetler içinde öyleleri varmış ki efradı hevesata tebeiyyet etmek şehevata esir olmakla beraber iktisab-ı servette devam ettikçe şevket ve satvet esbabını te’min eyledikçe mes’ud olmaktan geri kalmıyorlarmış; birbirlerine hakkı sabrı tavsiye etsinler ister etmesinler; müsavi yılamayacak kadar çoktur. ’ daki harf-i ta’rif istiğrak içindir ki kavli şerifindeki istisna da buna delalet eder. Lisan-ı Arab’da harf-i tarif ile olan istiğrak mantıkıyyunun kazaya-yı külliyyede kullandıkları küll lafzıyla olan lam-ı ta’rif nekreye muzaf olup cinsin cemi’-i efradına ta’mim-i hükm kasdolunan “küll”e müsavi değildir. Bu lam-ı ta’rifden ancak inde’l-muhatabin mahud olan istiğrak kasdolunur. Çünkü lam-ı ta’rif lisan-ı Arab’da ahd ile gerek ferdde gerek efradda cinsin ta’rifi için gelir. Hiç bir zaman ahdden mufarık olmaz. Kezalik nahviyyunun ahd-i zihni içindir diyerek nekre ile arasındaki farkı ta’yinde izhar-ı hayret ettikleri lam-ı ta’rif de böyledir. Yani ahdden hali değildir hasais-i lisana vakıf olmayanlar fark lafızda lafzın icra-yı ki bu bir vehm-i fasiddir. Çünkü bir adam uşağına çarşıdan et al demiş olsa bundan dünyada bulunan her türlü et dünyada bulunan her türlü çarşı anlaşılmaz. Belki efendinin kasdettiği uşağın da satın almağa alıştığı bir nevi et ile oturdukları memleketin esvak-ı mahsusası kasdedilmiş olur; her ne kadar biri taayyün etmese de. İmdi ahd ile ta’rif lamdan asla mufarık değildir. Ahd-i zihni için gelen harf-i ta’rif ile ma’ruf isim ile nekredeki ma’na arasında fark ise hasais-i lisanı bilen için açıktır. Üzerinde ahkam-ı insaniyye cari olan bu gibi şuunda mevzuubahis edilen insan ise sinn-i rüşde baliğ hayrı şerri farık bulunan insandır; yoksa böyle yerde ne sinn-i mükellefiyete girmemiş çocuklar ne de mecnunlar kimsenin aklına gelmez. Eğer yerine denilmiş olsa idi o zaman bunlara da şamil olurdu. Lam-ı ta’rif kül lafzının eda ettiği ma’nayı ancak karine ile verebilir. Binaenaleyh ayetteki lef efradına şamildir. İster bu efrad enbiyanın tebligatına mazhar olsun isterse olmasın. “Husr” lügatte dalal helak noksan ma’nalarına gelir. Yapmış olduğu işin insana iras ettiği her bir şey husrdur. Hüsran hasaret de bu ma’nayadır. Zira insan o işiyle bir fayda talebinde bulunuyordu. Halbuki netice böyle zuhur etmeyerek sa’yi kendisini istediğinden mahrum bıraktığı bil-akis çekindiğini başına getirdiği için husra ma’ruz kalıyor. Yani kasdında dalale düşmüş nefsinin arzusunu is’af hususunda naks göstermiş rahat taleb ederken ta’aba giriftar olmuş oluyor. Sana elem veren seni mahrum bırakan nefsinin sıkıntısını kalbinin ıztırabını mucib olan her şey aradığın zevk için bir noksandır. Sen istirahat-i kalb refah-ı maişet istihsali maksadıyla bir iş işler de bil-akis ıztıraba düşer isen kasdında dalale sa’yinde hasara uğramış olursun. Atideki husr mutlaktır; dünyevi yahud uhrevi kaydıyla mukayyed değildir. Ati-i surede musarrah evsaf ile ittisaf etmeyen her mükellef için gerek bu hayat-ı faniyyede gerek onu ta’kib edecek hayat-ı bakıyyede hüsrandan bir hisse vardır. Zira yukarıda söylediğimiz vechile sure Mekkidir; Mekki surelerdeki hitap ise birçok ayetlerde umumidir. suresinde olduğu gibi. Bu irda ne azim minnet ve lütuf ki bu lütuf cinsinden olarak Halime üzerine ecr ü mükafat muzaaf kılındı. Halime-i Sa’diyye’nin ümidvar olduğu bir mukabil-i dünyevi olmaksızın Resul-i Ekrem’i irda etmesi nezd-i Bari’de aman ne kadar şayan-ı kabul bir lütuf imiş ki bu lütfuna yine kendi cinsinden olarak kat kat ecr ve mükafatlar ihsan olundu. Öyle bir sal-i kaht u galada koyunlar zebun iken semirdiler bir katre süt vermez iken mebzulen süt verdiler daha bu kabil nice nimet ü mükafatlar ile taltif olundu. Halime Hazretlerinin o nevzad-ı muhteremi irda eylemesi nezd-i ilahide pek mübeccel bir lütuf olmaya idi hakkında böyle pey-apey da harf-i nida ve lam meftuhtur. münadi ve te’vili iledir. Nida ancak akıle veya akıl nida eder güya azametine mebni kendisinden da lam maba’dindeki muzaafeden manaib-i fail onun üzerine atf-ı ma’na-yı aslisi olan isti’la ita’lil zuuftan hal ve zamir minnete raci’. Halime-i Sa’diyye hakkında zikrolunan niam ve eltafın rayegan buyurulması Cenab-ı Hak onu Resul-i Ekrem Efen dimizin irdaı gibi bir fi’l-i cemile muvaffak kılmasından ve bu da Halime’nin sebk-i saadetinden neş’et eylemiş olmak la nazım hazretleri diyor ki: Allah nası bir saide musahhar kıldıkta onlar da saiddirler. Cenab-ı Hak insanları bir said ve mübareğin muhabbet ve hizmetine musahhar ve muvaf fak kıldıkta o muhabbet ve hizmet sebebiyle onlar da said ve ferhunde olurlar çünkü o saidin yümn ü saadeti muhib ve hadimlerine de şamil olur. Eserde diye varid olmuştur. Meal-i şerifi: Kişi sevdiği ekabir ile beraberdir. Her ne kadar onların a kısmı hadis kitaplarında yer alır. bk. meli ile amel etmese de demektir. Yine eserde diye vürud etmiştir. Meali: Ervah cümu’-ı müctemia ve enva-ı muhtelife olup bunlardan alem-i ervahta tıbaı birbirine tevafuk edenleri alem-i eşbaha duhul eylediklerinde i’tilaf ettiler ve alem-i ervahta tıbaı birbirine tevafuk etmeyenleri alem-i eşbaha duhullerinde ihtilaf ve nefret üzere oldular demektir. Ama bunun hilafına olarak salihin talihe ve bil-akis talihin salihe muhabbeti gibi bazen meşhud olan ahval ya talihte salihin sıfatına muvafık bir sıfat-ı cemile veyahud salihte talihin sıfat-ı habisesine muvafık bir sıfat-ı habise bulunmak suretiyle beynlerinde la-büd bir cihet-i camia olmasından neş’et eder ve mahza bundan dolayıdır ki bazen salih ve talih arasında üns ü muhabbet hasıl olur. Rivayet olunur ki sulehadan bir zat mülhidlerden birini sevdiği cihetle acaba kendisinde mülhidin sıfatına muvafık bir sıfat mı var diye endişe etmesi üzerine Cenab-ı Hak o mülhidde hubb-ı al-i beyt sıfat-ı cemilesi bulunduğuna o salihi muttali’ kıldı ki bu sıfat-ı cemile o salihin sıfatına muvafık idi. Halime Hazretleriyle zevcinin ve evladının bil-vücuh saadetleri tahakkuk etti a’zam-ı saadetleri olmak üzere şeref-i İslam ile müşerref olmak bahtiyarlığına da nail oldular. Kıt’a-i atiyyede Halime-i Sa’diyye’nin nail olduğu saadete ve bu saadetin bütün Beni Sa’d kabilesi efradına amm ve şamil olduğuna işaret olunmuştur: Nazım hazretlerinin havi-i hikmet ve mev’ize olan bu beytine ulema-i bedi’ nezdinde “kelam-ı cami’” ıtlak olunur. Kelam-ı cami: Bir hikmeti veya mev’izeyi veya bu gibi mesel-i sair mecrasına cari hakaikten birini az bir kelime ile müştemil olan sözdür. Ebu et-Tayyib el-Mütenebbi’nin şu sözü gibi: Cem’inde “cevami’ü’l-kelim” denir. Nazım kuddise sırruhu hazretlerinin sözlerinde kelam-ı cami’ pek çoktur. teshirden mazi. Teshir: Ram ve münkad eylemek ve takdirindedir. de cevabiyedir ki şart-ı nazm-ı celilinde olduğu saidin cem’idir. sarın tarikınde usul ve kavaid itibariyle ayrıca bir teceddüd pek büyük yardımı olmuştur. Asar ve sünnetin cem’ ve tetebbu’u uğurunda vatanı olan Bağdattan Kufe Basra Mekke Medine Yemen Şam Cezire...ye kadar seyr ü seyahat etmiştir. Cenab-ı Allah kendisine binlerce hadisi hıfz edebilecek kadar geniş bir kuvve-i hafıza ihsan eylemiş idi. Hazret-i imam eslaf-ı kiramdan tevarüs tarikıyle telakkı ettiği usul ve kavaid-i müteferrikayı tamamıyla kabul etmekle beraber onları bulundukları mefhum ve ma’na dahilinde Sonra bütün mesail-i fer’iyye-i fıkhiyyeyi şu usul-i sabiteye usulü dairesinde tenkid eyledi. üzerine bina ediyordu: - Nusus. Bir mes’ele hakkında Kitap ve Sünnet’ten biri mevcut bulunursa mutlaka ona temessük eder. Hilafında vukua gelen kavle -gerek sahabiye gerek tabiiye mensup olsun- zerre kadar atf-ı ehemmiyyet etmezdi. Evvelce zikredilen Fatıma binti Kays’ın Ammar bin Yasir’in nafaka ve cünübün teyemmümü hakkında rivayet ettikleri hadislere Hazret-i Ömer’in muhalefeti sabit olduğu halde Ahmed bin Hanbel hazretleri onları kabul ediyordu. Ali Osman Talha Ebi bin Ka’b Ebi Eyyub radiyallahu anhüm hazeratı iksalden dolayı gusül vacib olmadığına kail oluyorlardı. Hazret-i Aişe bil-akis guslün vacib olduğuna dair hadis rivayet ediyordu. İbni Hanbel hazretleri bu hususta da sünnet tarafında kaldı; iksalden dolayı guslün vacib olması tarafını tercih etti. Muaz ve Muaviye radiyallahu anhüma müslimin gayrimüslimden miras alabileceğine kani bulunuyorlardı. Halbuki miş bulunduğundan müslim ve gayrimüslim beyninde mutlaka tevarüs mefkuddur diyordu. - Fetava-i ashab. Bu mes’ele hakkında ashabın fetva yahud kavli bulunursa Hazret-i İmam da bunu kabul buyurur; artık başka bir delil taharri etmeğe lüzum hissetmezdi. - Ashab-ı kiram ihtilaf ederlerse nususa en karib olanını tercih eylerdi. Bu malum olmazsa hiç bir tarafı tercih etmeden vukua gelen ihtilafı beyan buyururlardı. - Ehadis-i mürsele ve ehadis-i zaife. Redlerini mucib bir şey bulunmadıkça bunları kıyasa takdim eylerdi. - Kıyas. Evvelki dört usule irca’-ı mes’ele mümkün olmadığı surette biz-zarure kıyasa müracaat ediyordu. tün kavaid-i külliyye ve füruat-ı ameliyyesi şu usul dairesinde cereyan eyler katiyen harice çıkmaz. Zahire bakılırsa İmam Ebu Hanife İmam Malik İmam Ahmed bin Hanbel hazeratı beyninde ihtilaf vukua gelmemek hepsince muteberdir. İmam Şafii ise ikinci üçüncü usulü re’sen kabul etmiyor; dördüncüde dahi ehadis-i mürsele pek sıkı bazı şurut dahilinde kabulüne mazhar olabiliyor. Binaenaleyh mezheb-i Hanbeli ile mezheb-i Şafii beyninde geniş bir açıklık bulunmak lazım gelirdi.. Halbuki teftiş ve tetebbu’ bu mülahazanın tam aksini mezheb-i Hanefi ile mezheb-i Hanbeli’dir. İkincisi mezheb-i Maliki ile mezheb-i Hanbeli’dir. Hanbeli ile Şafii üçüncü derecede kalır; binaenaleyh bunlar yekdiğerine en yakın olan mezheblerdir. Nusus mezahib-i erbaaca birinci merci’dir. Hiçbir mezheb erbabı nas mevcut bulunduğu surette başka bir delil aramaz. Fakat nususa olan nazarlar mütefavittir: Hanefilerin nususa olan dikkatleri pek incedir; maanisini tahlil ederek gavamıza infaz-ı nazar hususunda pek ali bir makam Lakin Sünnet’in nusus sırasına geçirilebilmesi için hayli takayyüdata tabi bulundurulması icab ediyor. Hanbelilerce ehadis-i sahihadan ma’dud bir hadisin Hanefilerce bazen ehadis-i zaife sırasına bile geçemediği görülüyor. İşte bahusus şu gibi ahval iki mezhebi hayliden hayliye teb’id ediyor: Hatta Hanbelilerin Hanefilere karşı bazı ta’n ü teşni’lerini da’vet ettiği bile meşhud oluyor. Nususta elfaz ve maaninin iştiraki umum ve husus efrad ve terkib hakıkat ve mecaz... Hep birer menşe-i ihtilaftır. Nasih ve mensuhlar hakkında vukua gelen ihtilaflar da sair avamilin icab ettirdiği açıklığa inzimam ediyor. Mezahibin arası açıldıkça açılıyor... Hanefiler bir mes’eleye dair tetebbuatları neticesinde nusus-ı mu’tebere mevcut bulunmadığına kani olduktan sonra bittabi’ ictihada ve kıyasa müracaat ediyorlardı. Halbuki mezahib-i sairece bilhusus rivayet ve nakil babında hayli vasi bir yol ta’kib eden Hanbelilerce o mes’ele mensus bulunduğundan Hanefiler mahall-i nasda kıyas ve re’ye müracaat etmekle itham olunuyorlardı. Fakat bütün bu açıklığa rağmen Hanefiler Hanbeliler Malikiler beyninde netice likiler Şafiiler Hanbeliler beyninde ihtilafat-ı fer’iyye hayli vüs’atle mevcut bulunduğu halde İmam Ahmed bin Hanbel hazretleri ashabının ulema-yı Maliki ve Şafii’den istifta edebilmelerine müsaade buyurduğu rivayet olunuyor. Anlaşılıyor ki aradaki şu açıklık ancak ihtilafat-ı fer’iyyeden ancak bazı usulca ihtilafattan neşet etmiyor. Filvaki İmam Ebu Hanife İmam Ebu Yusuf İmam Muhammed vahide nisbet olunuyorlar. Beynlerinde göze çarpacak derecede bir i’tilaf mevcuddur; yekdiğerlerine karşı ta’n ü teşni’ ettikleri de görülmüyor. az çok te’sirini teslim etmekle beraber açıklık hadisesinin esbab-ı ciddiyyesini başka cihetlerden aramak lazım geldiği şüphesizdir. Balada arz edildiği vechile Malikiler Şafiiler Hanbeliler hepsi bir silsileden ayrılmış; ruhları meslekleri esasen vahiddir. Malikiler silsilenin bidayet Şafiiler vusta Hanbeliler nihayet noktalarında teşe’üb etmişlerdir. Binaenaleyh bu mezhebler arasında zaten bir münasebet-i ırkıyye mevcuddur. Beynlerinde usulce füru’ca bazı ihtilafat varmış; olsun beis yok. Çünkü mesleken müttehiddirler. Nasıl ki heb-i Hanefi’de ictima etmelerine mani olmuyor. Bu halde evvelce arz edildiği vechile bilumum fukaha ve müctehidin iki merkeze mensup oluyorlar ki: Irak Mekteb-i Fıkhisi Hicaz Mekteb-i Fıkhisi’dir. Birinci mektebe mensup olan mezahib-i meşhure: Mezheb-i Hanefi mezheb-i A’meşi mezheb-i Şu’bi mezheb-i Hasan-ı Basri mezheb-i Müzni mezheb-i İmami mezheb-i Zeydi mezheb-i İbazi.. heb-i Şafii mezheb-i Hanbeli mezheb-i Rahuyevi mezhebi Hazi-mi… Şüphesizdir ki mezahibin şu suretle tasnifi füruat ve kavaid-i fıkhiyyece ittihad ederek “Irakı” ve “Hicazi” olmak üzere iki teşkil etmeleri itibariyle değildir. Belki bütün şu mezahibin ruhunu teşkil eden iki usul-i ictihad meşhud oluyor ki mezahib tabiatleriyle yekdiğerinden ayrılarak iki silsile irae etmelerine sebebiyet veriyor. yenin istihrac ve istinbatı için bezl-i mesai; fıkh-ı İslam’ın tevsi’ ve te’sisine sa’y u gayret ediyorlardı. Bu suretle mükemmel bir fıkıh meydana geldi. İşte Irakılerce ictihad: “Tevsi’-i ahkam ve te’sis-i fıkh-ı İslam için kanun-ı mahsus dairesinde edille-i erba’adan istimdad etmektir.” Hicazlılar istihrac ve istinbat-ı ahkam etmekten ziyade ahkam-ı celile-i mevcudeyi usul-i hamseye tatbik etmeye sarf-ı mesai ediyorlardı. İşte bu tatbikat iki buçuk asra karib uzun bir zaman zarfında… Nihayet İmam Ahmed bin Hanbel hazretlerinin sa’y-ı medid-i fevkaladeleriyle hitama erdi. Binaenaleyh Hicazlılarca ictihad: “Ahkam-ı şer’iyye füruat-ı fıkhiyyenin usul-i hamseye tatbik ve tevfikı için kavanin-i mahsusa dairesinde tetebbuat-ı ric’iyyede bulunmaktan ibarettir.” Görülüyor ki iki mektebin ruh ve esaslarını teşkil eden o iki ictihad mefhumca hakıkatçe yekdiğerlerine mübayindirler. te’sis ve tevsi’-i ahkam için ötekisi ahkamın inde’ş-şer’ mu’teber ve mu’teddün-biha olması için ictihad ediyor. rafa mahsus yekdiğerine mukabil iki nevi’ ictihadın kabul olunması noktasına rücu’ eder. Bu iki mektep arasında olan muhtelifat da tetebbuat-ı ric’iyye neticesinde mazhar-ı kabul olmayan veyahud başka bir suretle tezahür eden mesailden ibaret oluyor: Hatta ekseriyet üzere Hanbeliler ile Şafiiler ve Malikilerin beynlerinde vukua gelen ihtilafat da şu kabildendir. Evet bu açıklığın arz ettiğimiz gibi iki nevi’ ictihada rücu’ etmesi bu iki silsilenin bu iki mektebin ibtida-yı teessüslerinde –mesela devr-i Maliki’de– mübhemiyete hayli boğulmuş mehtapta bir gölge gibi hafi bir halde görülüyordu. Fakat devr-i Şafii’de bu ibham bu hafa hayli azaldı. Devr-i Hanbeli’de ise tamamen zail olmuştu. Çünkü bu tarik silsile-i Hicaziyye teessüs ettiği gibi kalmadı terakkı tekamüle doğru yürüdü. Bit-tedric ilerleyerek devr-i Hanbeli’de müntehasına vasıl olmuş idi. İşte bu zaman arada olan açıklığın hangi noktadan neş’et etmiş olduğu bütün vuzuhuyla meydan-ı aleniyyete çıkmış idi. Bütün bunlara rağmen hakıkat-i hal nazar-ı mülahazaya alınırsa iki mektep arasında olan açıklığın pek zahiri pek suri bir şey olduğu anlaşılıyor. Zira bu açıklık vesait usul meslekler beyninde olan bir ihtilaftan ibaret olup netice i’tibariyle hepsi müttehid bir gaye-i emelde nokta-i vahidede birleşirler. Evet yollar başka fakat hedef vahid. Birisi te’sis ve tevsi’-i ahkam için çalışıyor ötekisi o ahkamın şer’an mu’teddün-biha olup olmadığını meydana koymak için tetebbuat-ı ric’iyye tarikıyle nazar-ı teftiş ve muayeneden geçiriyor. Mektepler arasında açıklığı mucib ayrılıklar işte bu kadarcık bir şeyden ibarettir. Arada başka hiçbir şey yoktur. Nazm-ı eş’ar; tefekkür ilham denilen iki halet-i akliyye neticesidir. Tefekkür bir meleke bir kudret; ilham mevhibe-i mahsusa-i fıtrattır. malik olabilirler fakat pek az kimseler nasibe-dar-ı ilhamdır. Tefekkürde akıl icra-yı te’sir eder ilhamda mutavaat. Zira biri insanın zatında ru-nüma diğeri mevhibe-i alem-i baladır. Bize bu kuvveti bahşeden bizden daha kuvvetlidir. Aklın bu iki hassası şairin kalbinde yekdiğerine suret-i kaviyyede merbut olduğu halde mütecellidir. Bazı ashab-ı vecd ü halin ibadat ü ta’at ile celb-i istiğrak eylemeleri kabilinden olarak şair de tefekkürüyle ilhamı da’vet eder. Peri-i dil-ara-yı nazmın ref’-i nikab-ı ihticab etmesi şairin sükun sükut ve cem’iyet-i hatırla mevcudiyet-i maddiyyesinden tecerrüd eylemesine vabeste olduğu gibi bir alem-i nevin-i diger suretinde tecelli eden bu alem-i dahiliden tamamıyle müstefid olması da alem-i hariciyle kat’-ı alaka eylemesine mütevakkıftır. Alem-i maddi ne zaman şairin nazarından nihan olursa alem-i fikr ü hayal o zaman piraye-saz-ı saha-i beruz olur. Şuaraya has olan teessür ü heyecan tabiiyet-i ammenin fevkınde bir ulviyet-i mübecceleyi haizdir. Kalb evvel-be-evvel hayatın icabatından olan meşagil-i süfliyyeden tasfiye edilmedikçe sünuhat için imkan mutasavver değildir. Zira fikir üzerindeki bar-ı alayıkı atmadan alem-i balaya per-güşa-yı i’tila olamaz. Tarihleri rumuz ve serairle meşhun olan kavm-i Yehud ma’bedlerinin hin-i inşasında semadan nur-ı ilahi nazil olsun diye ateş yakarlar idi. Asar-ı edebiyyenin bu nokta-i nazardan tedkık ve muhakemesiyle ülfet edilmiş olaydı ihtimal ki intikad bir şekl-i nevin ahz ederdi. Nev’-i tefekküratını ta’yin hakıkı bir şairin yed-i ihtiyarında ise de mahiyet-i ilhamatını ta’yin kat’a daire-i iktidarı dahilinde değildir. Şair alel-ekser meksub değil mevhub olan dehasının hükmüne tabi’dir. İnsan şair olmak haysiyetle söylediği bir söze insan olmak itibariyle bazı kere bigane kalır. Bu söz vehle-i ulada garib görünür fakat belki de doğrudur! Ne mutlu o kimseye ki deha demek olan bu iki kudreti zatında cem’ etmiş ola. Böyle bir adam hangi asırda hangi memlekette olursa olsun ister felaket-i aile içinde ister ihtilal zamanında –yahud bunların hepsinden ziyade teessüfe şayan olmak üzere– bir devr-i lakaydi ve kadr-na-şinaside zuhur etmiş bulunsun istikbalinden emin olmalıdır. Çünkü vakt-i merhununda zuhuru muhakkak olan güzide-gan-ı fıtrattandır. Hal başkalarının ise istikbal mutlaka onundur. O zaman er geç hulul eder. O fıtrat-ı ber-güzide de efkarından gıda-çin ilhamatıyla reyyan olduğu halde şairin: Ey ma’şer-i nas! İşte benim haverim oraya nasb-ı nigah-ı i’tibar edin! Mazmun-ı ulviyet-meknununu mutazammın olan sözünü savt-ı bülend ile tekrar ederek o cemm-i gafirin içinde Mahuf hevl-nak rüya ile memzuc bir uykunun sabah-ı heyecanında bulunuyorum. Bütün müfekkirat-ı müdrikemi topluyor ta’akkul ve tasavvur ediyorum ki; gördüğüm bir rüya değil belki bir hakıkat bir hakıkat-i müdhişe evet! Bir hakıkat-i müdhişe ve hevl-engiz ki; milyonluk kitle-i muazzama-i İslamiyyet’in mebna-yı esasisini mu’tekadat-ı kudsiyye-i diniyyesinin erkan-ı asliyyesini ta temelinden harab u berbad ediyor. Sonra buna karşı da bütün bu cemaat-ı kesirenin istinad-gah-ı hayatiyyeleri muhafız-ı ma’neviyyetleri olan ulema ve müverrihin-i İslamiyye de sükut ile vakit geçiştiriyorlar. Efsus sad-hezar efsus! Ki bir taraftan küsür senelik bir bina-yı metin-i i’tikada baltalar vurulurken diğer taraftan bu tahribat-ı vicdan-suza karşı ihtiyar-ı sükut eyleyen ulema-yı kiram ve bilhassa ulum-ı müdevvene-i hazırayı dinin mezaya-yı ulviyyesiyle tevhid iktidarında bulunan o fuhul-i baltasıyla kat’iyen reh-i azminde manialar tasavvur etmeksizin yıkıp savuran bir Doktor Dozy’ye karşı müdafaa lüzum-ı acilini hissetmiyorlar. Devr-i istibdadda bulunmuş olsa idik ihtimal ki bu gibi müdafaatın adem-i serbesti-i matbuat dolayısıyla kabil olamayacağını beyan-ı i’tizarda serd edebilirlerdi. Acaba şimdi ne ma’zeret gösterebilirler? Şimdi öyle vasi’ bir saha bir saha-i münakaşa ve mübaheseye malikiz ki ilm ü irfanından milliyet ve diyaneti muhafaza hususunda rehberlik etmekten istinkaf eden muktedirin medhuller sırasına kaydedilebilir. Dozy’nin tetebbuat-ı tarihiyyesinden bir kısmını Tarih-i ri-i hakıkat kalbinde bir hiss-i cüst-cu peyda oluyor. Acaba ecnebilerin İslamlar hakkındaki tedkikat-ı tarihiyyeleriyle bizimkiler arasında ne fark var? diyor. Nihayet bu arzuya tabi olup da o tarihi okuyanlar görüyorlar ki; ecdadımızın karn-ı hazıra kadar bize kıymet-dar bir hediye-i ma’neviyye olmak üzere ithaf eyledikleri reh-i müstakım-i diyanet parçalanıyor temelinden sarsılıyor. Eğer kari’ itikad-ı tammeye malik ve bin-nisbe de tarihe vakıf ise onun indinde bu rivayat ve akval pek o kadar te’sir edemiyor. Ya maazallah! Bu hasisadan mahrum ise birdenbire firifte-i fikr-i ecanib olarak tutageldiği tarik-i hakıkatintima-yı diyaneti salıveriyor daha doğrusu nazarında bir hakıkat suretinde tecelli eden o akval-i müverrihi ahkam-ı kudsiyye-i İslamiyye’nin her birinin mefsuhiyetini asılsızlığını diyor. Ey ulema ve müverrihin-i İslamiyye! Maksad-ı celiliniz millet-i İslamiyye’yi böyle gözleriniz karşısında umman-ı bipayan-ı rafiziyyete sürüklenmiş görmek değildir değil mi? Siz bugün rahber-i ashab-ı din ü iman tanıldıkça her ferdin sizden bir hakk-ı istizahı olduğu gibi ben de olmaktan bilis-tifade sizden samimane istirham ediyorum ki: sahifeyi mütecaviz olan o tarihe belki sahifelik bir cevap vesaika mübteni i’timada şayan delail ile müveşşah ve müzeyyen bir cevab-ı şafi verilsin de o zaman şimdiye kadar ahkam-ı metine-i esasiyyesiyle payidar olan bu din-i celil-i hususatta ecanibe tebeiyyet-i za’f hissiyle mütehassis olanlara da imdat edilmiş olsun. Konferans Edat isim ile fiilden büsbütün farklıdır. Çünkü isim bir şey gösterir. Fiil hem bir şey gösterir hem de bu şeyin zamanını ve sahibini tazammun eder. Edat ise kendi başına kendi hesabına bir şey gösteremez alet mesabesinde kalarak Bunu biliriz. Edatların isme ve fiile böylece hizmetkarlık etmesinde en evvel göze çarpan bir cihet var.. Bunlar hizmet ettikleri kelimelere ya bitişerek onlarla beraber yürür.. Ya ki bitişmeyerek onların ilerisinde gerisinde bulunur. Nitekim “sütlük” “sütçü” “sütlü kahve” sözlerindeki “lük çü lü” parçaları etle tırnak gibi yapışma suretinde isme bitişmiştir. Kezalik “sütü” “sütçüyü” “süte” “sütçüye” sözlerindeki “ü yü e ye” parçaları ayakkabı gibi takılma suretinde isme bitişmiştir. Ve keza “Süt içildi” “İçeceğim” sözlerindeki “il” ve “di ecek” ve “m” parçaları yapışma ve takılma suretiyle fiile bitişmiştir. Ama “İştiha ile içtim” “Sıhhat için içtim” “Faidesinden naşi içtim” “Su gibi içtim” “Sütü de içtim; suyu da” “İçerim de içmem de” “Hem içerim hem mem” “Yemekten evvel içerim” “Artık içerim” “Erken içerim” “Yazın içerim” “Sabahleyin içerim” “Çok içerim” “Kaynayınca içerim” “Severek içerim” “Seve seve içerim” sözlerindeki “ile için den naşi gibi de hem ne ya yahud den evvel erken yazın sabahleyin çok kaynayınca severek seve seve” kelimeleri isme ve fiile bitişmemiş onların yanında gölge gibi kalmıştır. Bu misallere bu misallerdeki hallere nazaran edat en mı munfasıl ve müstakil. Muttasıl ve gayr-ı müstakil edatlar hem kırıntı ve hem oyuntu halindedir… Munfasıl ve müstakil edatlar ise kendi başına iş göremese ve oyuntu halinde bulunsa da kırıntı halinde değildir. Müstakil neviden olan edatların “ile sebebiyle hasebiyle şayed eğer gerçi sonra başka gah bazı belki çünkü bari zira bile hatta işte artık daima asla fakat hemen meğer” falan filan gibi hayli efradı var. Bunlardan başka “binaenaleyh binaberin ezcümle liecl bilihtiyar bilaihtiyar bi’ssıhhati ve’l-afiye maatteessüf alel-ade ber-vech-i bala alavechi’t-tafsil hakıkaten rağmen” vesaire gibi şeyler de bu zümreden.. Hatta bizim kavaidcilere göre “evet hayır hay hay ah oh eyvah hayfa vah el-hazer zinhar haydi” gibi nidalar ve bu kuvvetteki kelimeler de bunlarla beraber. Söz içinde ma’naları ta’dil ve tetmim etmek yolunda iş gören bu nevi’ müfred ve mürekkeb kelimeler hizmet ettikleri kelimelere alel-ade hallerde tekaddüm eder. Bunlar onların mef’ulü olur zarfı olur hali vesairesi olur. “Ah” “eyvah” gibi nidalar ise ma’naca da müstakildir.. Yanında bulundukları kelimelerin tabii de değildir. Bunların her biri başlı başına bir cümledir. Bu sebeple bunları kuru birer edat saymak pek doğru değildir. “Müstakil edat” namıyla telakkı ettiğimiz bu nevi’ kelimeleri tahlil etmek gayet uzun ve güç bir iştir. Bunları bu kadarla bırakmak çaresizdir. Bunları bu kadarla bırakıp diğer kısma gelelim. Asıl edat lafzı müstakil olmayan edatlardır. Çünkü yalnız bunlar kırıntı halindedir alet mesabesindedir. Bu nevi’ edatlar ya isme hizmet eder ya fiile... Ya a’male yarar ya Bu yapışma ile ya yeni bir kelime teşekkül eder ya evvelden müteşekkil bir kelime maksada göre kullanılır hülasa bunlarla isim teşkil edilir tasarruf edilir fiil teşkil edilir tasrif edilir. Bu suretle asıl edat diye saydığımız bu sınıf pek tabii dört nev’e ayırılır: İsim teşkiline yarayan edat ismi isti’male yarayan edat fiil teşkiline yarayan edat fiili isti’male yani tasrife yarayan edat… Bu tasnif çocukların zihnini yormayacak sade bir tasniftir. Onun için bendeniz bunu tercih ve tervic ediyorum. Bunları sıra ile birer birer gözden geçirelim… Birinci derecede isim teşkiline yarayan edat… Bunlar takım takım… Bir takımı “lik lık ci li siz cek ceğiz cak cağız ce si msi mtirek mtırak deş daş” gibi bir isimle bir sıfattan başka bir kelime teşkiline hizmet eder. “Kömürlük” “odunluk” “yeşillik” “karalık” “kömürcü” “odunlu” “kömürsüz” “köycük” “kasabacık” “çocukcağız” “Türkçe” “balsı” “pekmezimsi” “ekşimtırak” “sarımtırak” “yoldaş” gibi. Bunların bazıları pek işlek bazıları kullanılmaz halde metruk… Bir takımı “m-m n-n k-i nin-si ..-i m-miz n-nız lerin-leri li de den” gibi birden ziyade kelimeleri terkiple bir kelime işi gördürmeğe hizmet eder. “Benim kitabım” “senin kitabın” “odanın kapısı” “dağ başı” “onbaşı” “sütlü kahve” “dağda bağ” “etten kale” “baştan kara” gibi. Bunlarda da türlü türlü haller var… Bir takımı “mek mak meklik maklık me ma ş yiş m l n ş t dır dırt dırttır” gibi mastar nevinden kelimelere yardaklık eder. “Görmek” “bakmak” “görmeklik” “bakmaklık” “görme” “bakma” “görüş” “bakış” “görüm” “bakım” “görülmek” “görünmek” “görüşmek” “bakışmak” “bakıtmak” “baktırmak” vesaire gibi. Bunlar da türlü türlü… Bir takımı “ici ücü inici ünücü n an ik ük k ık uk ak ken kan gan ağan gin kün kın gın ç” gibi müştak kelimelerden yeni kelimeler çıkmasına vasıta olur. “Görici” “görücü” “görünücü” “gören” “bakan” “kesik” “düşük” “ürkek” “kırık” “bozuk” “korkak” “döğüşken” “çalışkan” “alıngan” “kaçağan” “gergin” “düşkün” “şaşkın” “dargın” “güleç” gibi. Bunların içinde pek çok şeyler aralarında pek çok başkalıklar var. edatlardandır. “ler” edatı bunların aralarına da girer sonlarına da takılır. “Sütler” “sütlükler” “benim kitaplarım” “odaların kapısı” “sütlü kahveler” “dağ başları” “onbaşılar” “dağda bağlar” vesaire gibi. Bu nevi edatlar birbirine tedahül de eder. “Sütsüzlük” “sütlüksüz” “sütlüksüzlük” “sütsüzlükten” “sütsüzlüklerinden” gibi. Son misalde “siz lik ler i den” suretinde beş edat birbirine tedahül edip yüklenmiştir. üstüne ve hatıra gelenlerini söyleyivermekten ibarettir. Yoksa bunların daha pek çok emsali ve pek çok ince farkları vardır. kelimelerden bu türlü teşkilat yapıldığı zaman Türkçe edatlara bedel çokluk Farisi edatlara tutunup Arabi kalıplara dökülürler.. Farisi’den “gah istan zar sar lah gede” gibi mekan ve zaman gösteren “i i mend yar nak ver in” gibi nisbet gösteren “ar kar gar ger ban van var an” gibi failiyet gösteren “var veş asa manend san” gibi teşbih gösteren “dan” gibi alet ve “çe” gibi tasgir gösteren edatları alıp “seher-gah” “güzer-gah” “tab-istan” “Arab-istan” “lale-zar” “seng-sar” “seng-lah” “mey-gede” gibi “Bağdadi” “derd-mend” “hüş-yar” ve emsali gibi “hari-dar” “kam-kar” “bağ-ban” ve emsali gibi “divane-var” “mahveş” “cennet-asa” ve emsali gibi “rik-dan” ve “tarih-çe” gibi binlerce süslü lugatlar ibda ederler. Arabi kelimeleri “mef’al mef’il mif’al fa’il mef’ul faal fail” gibi kalıplara döküp “mektep” “menzil” “miftah” “katib” “mektub” “gammaz” “hevin” gibi genişlikler ihtira ederler. Kezalik masdariyet için “i” ve “yet” edatlarıyla “siyahi” “hünerveri” “cahiliyet” “ademiyet” gibi tasarruflar yapmak yoluna giderler. Bizim “ce” yerinde Farisi’nin “ane” edatıyla “cahil-ane” “tıfl-ane” derler. Ne yaparlarsa yapsınlar ne derlerse desinler burada dikkat edilecek nokta şudur: Böyle mülemma ve süslü ta’birlerin i’malini lügatçıya ve lügate bırakmalı isti’malinde ötekilerden daha az ve daha toplu… Mef’uliyet edatları diye tanıdığımız “i yi e ye de den” parçaları bu nev’in en yüzde kerestesi.. Kezalik sıfatların üstüne gelen “en pek” kelimeleri de bunlardan.. Gördüğümüz “lik ci li siz cek ceğiz ce” ve “m-m n-n n-im miz…” kırıntılarıyla istifhama yarayan “mi” edatının ve “ile için üzere” vesaire gibi müstakil vasıtaların burada da işleri var. Burada sözü uzatmamak yeni kelimeler meydana gelir bu kelimeler lisanın demirbaş malı olarak mal defterine lügat-namesine yazılır. İkinci derecedekilerle bu hazır lügatlar söz içinde aşağı yukarı yürütülüp kullanılır bunlardan istifade edilir. Sözü kısa keselim.. Fakat “mi” edatı hakkında bu münasebet üzerine bir misalle nazarları celbetmemek haksızlıktır. Çünkü söz içinde şüpheli görülüp de anlatmak istenen noktaya kolayca yapıştırılıveren bu mübarek edatın kullanışı zannolunur ki lisanımıza vergi bir şeydir. Mesela “İzmir’den biraderden bayramda posta ile mektup almak” gibi bir sözü “İzmir’den mi biraderden bayramda posta ile mektup aldınız?” “İzmir’den biraderden mi bayramda posta ile mektup aldınız?” “İzmir’den biraderden bayramda mı posta ile mektup aldınız?” “İzmir’den biraderden bayramda posta ile mi mektup aldınız?” “İzmir’den biraderden bayramda posta da posta ile mektup aldınız mı?” suretinde bu edat sayesinde her şüpheli noktasından didiklemek ne nazenin bir kolaylıktır! Üçüncü derecede fiilin teşkiline yarayan edat… Bunlar da takım takım.. Bir takımı “l n ş t dır dırt dırttır” gibi bir nazardan fiile bir nazardan masdara ait.. Bir takımı “ici diğer cihetten müştak isimlere ve sıfatlara ait… Bir takımı “di miş r er ır ur ecek acak e meli malı se sin sün” ve “up yup eli yeli yalı ince yince dikçe dıkça dikte dıkta diği dığı” vesaire gibi sırf fiil teşkiline hadim. Elbette bunlarda da birçok iş var. Dördüncü derecede fiilin tasrifine yarayan edat… Bunlar ismin isti’maline yarayan edatlara tekabül ediyor gibi… Sanki fiil sigaları bu nevi’ edatlarla isti’mal yoluna giriyor. Şu farkla ki bunlarda isimleri işleten edatlardan fazla hüküm ve isnad kuvveti de var. Bu da bunların fi’l-i cevheriden ruh almasından ileri geliyor. Fiil bahsinde aşağı yukarı dört beş şekil içinde bulduğumuz “zamir-i fi’li”ler işte bu nevi’ edatlardan ibarettir. Vakıa zamirlere “edat” denmek adet değilse de bunların kırıntı şeklinde kalan bu nev’ine o nazarla bakmak yanlış bir şey değildir. Ucundan tutup çektikçe çorap gibi sökülen edat bahsini de burada kesip artık maksadı icmale başlıyoruz. Taşralarda Hutbe ve Hatibler Bir vakitten beri muhterem Sıratımüstakım gazetesinin sütunlarını revnak-dar eden hutbeler mes’elesi ekser yerlerde alıyoruz. Fakat bu ıslah mesail-i şer’iyyeye vukufu olan bazı hatip efendiler tarafından icra olunduğu söyleniyor. Taşralarda ki bu mübeccel vazife birtakım naehiller yedlerine geçmiş öyle galat ibareler türlü türlü teganni ve sadalar ile kıraat olunan hutbeleri istima ettikçe insan duçar-ı te’essüf oluyor! Bu vazife-i mukaddesenin ifasına me’mur edilen kimselerde bir kabiliyyet-i vicdaniyye olsa da samiinin teneffürünü celbetmeseler… Bu cihet ise külliyen mefkud. Evvelce bu vazife-i mübecceleyi ifa edenler senelerce tahsil görmüş kendisi sınıf-ı belagatta bir meleke kesbetmiş söylediği sözde bir te’sir husule getirecek talakata malik kimseler ifa ederlermiş. Acaba ahlafı bu meslek-i ulviyi ahiren birtakım Bu vazife-i mukaddese öyle kimseler elinde kaldı ki evvelki ruhaniyete o halavet ve şuaatına birdenbire bir küsuf arız oldu. Onun tezyin ve tenvir edip de bütün ahlak-ı seyyieleri hal-i salaha irca eden o hutbeler şimdi öyle bir raddeye geldi ki hemen lafz-ı du’adan ibaret kaldı. Halat-ı salifesinden hiçbir eser hissedilmiyor ziya-i hakıkat bidatlar içinde boğulup gidiyor. Bu bidatlar şems-i hakikatten füyuzat-ı mübarek va-zife suistimal olunuyor. Hatibin sözü cemaat üzerinde icra-yı tesir etmiyor. Halavet-i asliyyesinden hiçbir şey hissedilmiyor. Bu kadar te’enniye sebep nedir? Hatipler mi hutbeler mi? Kabahat hangi cihette olduğunu insan idrakten aciz kalıyor. Zaman-ı saadette hutbeler o hafta içinde cereyan eden şuun ve ahvalin bir ma’kes-i hakıkısinden hatipleri uyanık zevattan ta’yin etmeliler. Vazife-i hitabeti ifa eden zatın terakkıyyat-ı fikriyyesi cemaat üzerinde fevkalade asarını gösterir. Memleketin emniyyet-i istikbali de buna merbuttur. Cemaati ne gibi şeylerden tahzir ne gibi şeylere teşvik etmek lazım geleceğini takdir etmek kolay bir mes’ele değildir. Hatip olan zat memleketin ruhuna ve ahval-i aleme vakıf olmalıdır. Siyaset-i alemden ihtiyacat-ı ictimaiyyemizden bi-haber bulunan bir adam ümmeti ne suretle müstefid ve salaha da’vet edebilir? İntibah-ı İslam’a en müessir bir suretle hizmet etmesi lazım gelen bu mesleğin tensiki acil ve lazımdır. Asıl şayan-ı teessüf olan ciheti hakıkat-i ahvalin yakın vakte kadar mechul kalmasıdır. Zamanımız hatiplerinin sine o vazifenin ehli olmadığını söylemiş olsan “Berat-ı alişanımı tahkir ediyorsun!” diye feryada başlıyor. Hatır iltimas beliyyesi bu ciheti de bozdu. Ekser hatiplerin natıkaları pek mahdud. Halbuki ifham-ı meramdan aciz olan bir kimse vazife-i hitabeti nasıl ifa edebilir? Çünkü söz kadar müessir söz kadar hissiyyat-ı kalbiyyeyi musavver bir tercüman yoktur. Madem ki hutbe va’z u nasihattir. Öyle ise zamana tabidir. Ahval-i umumiyyeye mahsus ve muntazam hutbeler sayih memleketin harabiyetine ve ümmet-i İslam’ın ahlaklarının bozulmasına sebep oluyor. Tenessül bi-nefsihi denilen ma’ruf nazariye faraziye-i maddiyyunun bir mütemmiminden başka bir şey değildir. Bu faraziye en büyük bir müşkil bir muamma olan mevcudat-ı zevi’l-hayatın menşei mes’elesini halletmek maksadıyla bir lüzum-ı kat’i üzerine tevellüd etmiş bir mütemmimi lazımdır. Burada tenessül bi-nefsihi nazariyesinin esasını ve mübahesat-ı tenkıdiyyeden husule gelen netayici birkaç söz ile teşrih edeceğiz. Bu nazariyeye göre mevcudat-ı zevi’l-hayat bi-zatihi madde-i gayr-ı uzviyyeden iştikak eylemiştir. Yani gayr-ı uzviyyatın maddesinin malik olduğu kuvvetten başka hiçbir şeyin müdahalesi olmaksızın “hayat” zuhur eylemiştir. Fakat madde-i hayat-darın suni olarak terkib edilememesi ve Pasteur’un hiçbir zi-hayatın hatta en süfli zerrat-ı hurde-biniyyenin bi-nefsihi madde-i gayr-ı uzviyyeden tevellüd etmeyeceğini gayr-ı kabil-i redd ü cerh bir surette isbat etmesi ve tecrübe ve hiçbir hal ve vak’a ile tetabuk eylememesi bu nazariyenin ne kadar esassız olduğunu gösterir. Pasteur’un şayan-ı hayret bir surette bu nazariyeyi daire-i ilm ü fenden çıkaracak surette redd ü cerh etmesi bütün hükemayı ve hatta maddiyyunu bile murakabeye vardırmıştır. Bugün bu nazariyeyi yalnız Jena Darülfünunu diyor ki “karbonun azot ve anasır-ı ma ile tesadüfi olarak şibh-i albüminiyye husule getirmiştir. Haeckel bu madde-i kimyeviyye-i faraziyyeyi teklifsizce bir şahs-ı zi-hayat derecesine kadar götürüyor ve buna “moner” namını veriyor. Haeckel’e göre monerler tenessül bi-nefsihi tarikıyle tevellüd etmiş eşhas-ı zi-hayattır. Fakat tedkıkat ve zuhurat Haeckel’in tasavvuratını üç defa ve üç suretle kat’i olarak tekzib etmiştir. Şöyle ki: Monerin i’lanı hükema-yı maddiyyunu ser-mest-i sürur ederek hemen tabiatta bunu keşfetmeye ve bu hayale bir mevcudiyyet-i hakıkiyye vermek istediler.’de Huxley ka’r-ı deryada muhat mucus halinde bi-şekl olarak hayali olan moneri bulduğunu i’lan etti ve bunu Haeckel’e büyük gürültüyü mucib oldu. Tenessül bi-nefsihi her tarafça tastik edilmeye başlandı. Fakat muzafferiyeti pek az devam etti. Birkaç sene sonra Haeckel tarafından icad edilen “Bathybius” yine kendi tarafından tekzip olundu. ’de Milne-Edwards bir zi-hayat-ı ibtidai gibi telakkı edilen şeyin sünger ve zoofitler tarafından ifraz ve ifrağ edilmiş ve alat-ı saydiyyeye yapışmış birtakım mevadd-ı muhatiyye olduğunu fünun akademyası önünde isbat ederek bi-nefsihiye bir darbe-i şedide indirdi. Bir taraftan Haeckel vahidü’l-hücerat sınıfından ve fakat nüvesiz birtakım monerler keşfediyordu. Fakat fünun-ı hurde-biniyyenin terakkısi Haeckel’in nüvesiz dediği hüceratın nüveli olduğunu ve nüvesiz sahib-i hayat bir hücre olamayacağını isbatta teehhür etmedi. “Moner” bir zat-ı mevhum ve Haeckel’in isti’mal ettiği vesait-i müşahedenin kifayetsizliğinden mütevellid bir eser-i hatadır. Her şeye rağmen Haeckel inadında ısrar ediyor ve moneri tenessül bi-nefsihi nazariyyesini canlandırmak için vesait buluyor. Fakat mes’eleyi saha-i tecrübiyyeden harice çıkararak ve arz üzerinde ilk zat-ı zi-hayatın zuhuru zamanında bi-nefsihi tenessülün vukua geldiğini iddia ile ucu bucağı bulunmaz bir hufre-i amikaya atarak teftiş ve tekzibi gayr-ı kabil bir ahval-i mahirane ile ifadat-ı müstebidanesini tasdik ettirmek istiyordu. Filhakika hiç sıkılmaksızın “Her ne kadar bugün tenessül bi-nefsihi vaki olmuyorsa da her halde bidayette vukua gelmiş ve bu suretle bir ibtidai moner zuhur ederek mevcudat-ı saire ondan tevellüt etmiştir” diyor. Va hayfa ki ilm-i ensac monerin olmadığını ve fizyoloji alem-i hayatın menşeinde böyle bir şeyin bulunmadığını mevad ile tagaddi eder: Madeni azoti müvellidü’l-ma-i karboni. Yine fen isbat ediyor ki yalnız klorofilli olan yeşil nebatat kuva-i şemsiyyeden bilistifade havanın hamız-ı karbonunu tahlil ve karbonu tesbit ve onu müvellidü’l-ma-i karboniyye teşkil etmek üzere anasır-ı ma ile mezceder. Binaenaleyh yalnız yeşil nebatat yahud umumiyetle klorofil hassasına müşabih başka bir maddeyi havi olan zevil-hayat mevadd-ı gayr-ı uzviyyeden kendilerine lazım olan gıdalarını tedarik ederek bizzat daim ü kaim olabilir. Renksiz protoplazmayı havi “fetor mikrop hayvanat” gibi zevilhayat böylece mutlak surette yaşamaya muktedir değillerdir bunlar yeşil nebatat tarafından ihzar edilmiş maiyyet-i karboniyyeleri sarf u istihlak ederler. Demek oluyor ki kürre-i arz üzerinde ilk zuhur eden zevil-hayata dair bir nazariye koymak iktiza ederse fünunun şu mütalaatına göre “İlk zi-hayat bir yeşil nebattır” demek lazımdır. Haekel’in moner faraziyesi artık bu şeraite göre istinadsız kalmış olur. Bu albümin kitlesi nasıl kendi kendine daim olabilir? Klorofilden mahrum olan bu renksiz moner tagaddisi için lazım olan maiyyet-i karboniyyeyi veya mevadd-ı uzviyyeyi nasıl i’mal edebilir? Taazzuvsuz bünyesiz muhatiyyü’ş-şekl bir zi-hayat tasavvur etmek kolaydır. Fakat böyle bi-şekl bir kitleden zi-hayat yapmaya gelince fizyoloji protesto eder. Filhakika bir zi-hayat taazzuvla beraber bir gaye-i bedihiyyeye hadim alaim-i tagaddi ve nesebi izhar etmelidir ve tekessür hassasına da malik bulunmalıdır. Bir zi-hayat morfoloji ve fizyoloji nokta-i nazarından ne kadar basit olursa olsun yine en mükemmel bir şahs-ı ali kadar muhtelittir muğlaktır. Zira alaim-i hayatiyye bütün zevi’l-hayatta aynıdır. Meslek-i maddiyyun hata ile mala-mal bir meslektir. Bir zararı daha var yeyi ve esbab-ı faileyi inkar ederek ecsam-ı gayr-ı uzviyye müdekkikinin gözlerine perde olarak daire-i teftişatı tahdid eder ve insanı tenbelliğe sevk eder. Sıratımüstakım ceride-i mergubesinin üçüncü cildinin altmış sekizinci numaralı nüshasında Bin Bir Hadis-i Şerif cami ve şarihi peder-i mağfurları Arif Bey’in tertip ve neşreyledikleri kitab-ı mübareğin hakıkaten bir eser-i mualla-yı kıymet-dar olduğunu takdiren mütemessik-i din-i Ahmedi olan ümmet-i naciyyenin sıdk-ı taviyyet-i diyanet-perverisine bu nuhbe ve o safha-i garrayı tevsi’ ile onun feyz-i bi-intiha-yı lahutisinden tezyid-i feyz-i cavidani ettirmek ümniyye-i halisanesiyle Kudüs ulema-yı be-namından Neşaşibi Ali Rıza Efendi tarafından dest-i tazarru’ u niyaz ile taleb-i hacat eyleyenlerin kulub-ı haşianelerini ruhaniyetle dolduran mektubunu okudum. Gönlüm öyle ister ki; bu eser-i kıymet-dar nüsha-i nadireden inkişaf ederek kulub-ı safapezir-i ehl-i imanı hıdemat-ı ma’neviyye-i rahmet-avere müstağrak etmek üzere şems-i taban gibi dide-i iftihar-ı ümmete nevin bir sütre-i nur-a-nur içinde intişar eylesin. düstur-ı celile-i Cenab-ı Mustafavisiyle daima tebcil-i kadri zımnında nüfus-ı zekiyye-i mü’minin ve muvahhidinin kalplerine beşaretli muhabbetler feyizli sürurlar şaadardan serapa tenevvür ederek ihtiyacat-ı asra muvafık ve tekemmülat-ı beşeriyye ve medeniyyeye bais bilcümle akval ü ef’aliyle her bir müslimin saha-i teceddüde atacağı hatve-i terakkı bilhassa işbu düstur-ı celil-i nebevinin o lücce-i azimet-i hakıkatiyle müteradif ve muhazi olsun da garb hükema-yı felasifesi İslamiyet’in muhkem ve metin esaslar üzerine ibtina eden ahlak nazariyelerine kesb-i vukuf ile nam-ı meali-ittisam-ı İslam’ı kemal-i şerefle takdir eylesinler… Kalbimizde doğan bu yeni amaç mümkinü’l-husuldür. Çünkü; hikmet-i İslamiyye zaten bizim ahlak-ı fikriyye-i ictimaimizde tamamıyla yer tutmuş ve istikbalen de medeniyyet-i aliyyenin gayesi kusvası olmak üzere gösterilmiştir. Fakat yalnız gayret himmet lazım… Bu kabil hakayıkı kendimce cüstücu ederken aklıma mektepler geldi. Mekatib-i bulunan evlad-ı vatanın bu nüsha-i kübra ile istifade-i fikriyye ve ahlakiyyelerini bir kat daha tenmiye edebilecek surette işbu eser-i kıymet-darda münderic ve ehadis-i nebeviyyeden müstahrec hikemiyat-ı İslamiyye’den bilhassa ahlaki ticari zirai…. vesair şuubat-ı ilm ü fenne muvafık üç yüz kadarını cem’e muvaffakiyetle talebe-i ulumun enzar-ı düm. Maksad-ı çakeranem; velev ki murane kabilinden olsun evlad-ı vatana karşı manen borcum olan hizmeti ifa edebilmektir. Fevaid-i külliyyesi zahir olan bu maksad-ı hayrın hayyiz-ara-yı husul olabilmesi için merhum-ı müşarun-ileyhin mahdum-ı necabet-mevsumları Celaleddin ve Necmeddin Beyefendilerden büyük bir safiyetle istizana cür’et ve cesaret eyler. Ve işbu varak-parenin lütfen ceride-i ferideleriyle neşrine delalet ve inayet buyurmanızı İslamiyet ve insaniyet namına rica ederim efendim. – – radın faide ve zararda yekdiğerine şerik olmak ma’nası murad ise İslamiyet’in şarktan garba kadar bu derece tevessü’ü nık bir halde olmaları iklimen yekdiğerinden farklı bulunması hasebiyle ahval-i hususiyyelerinde bir tezadın teşekkülü…. Ve daha sair birtakım esbabın vücudu bu ittihadı yek nazarda imkan haricinde bırakıyor. Evet yek nazarda diyelim. Çünkü görülen şu esbab-ı mania tedkık edilecek olursa birtakım esbab-ı sathiyyeden başka bir şey değildir. Olmasa bile İslamiyet kendinin kuvvet azametiyle bunları birer birer esbab-ı adiyye derekesine indiriyor. İttihad hayat mes’elesidir. Halbuki İslamiyet değil böyle hayata taalluk eden mesaili taht-ı te’mine almamak hatta ufak tefek şeyleri bile nazar-ı tedkıkinden geçiriyor. Binaenaleyh ittihada doğru yürüyecek yolumuzda ne gibi müşkilata tesadüf olunmak mutasavver ise bunlar adi bir kusurdan ibarettir. Ve önümüze Sedd-i İskender çekseler ve çekilse bile İslamiyet’in kavanin-i muazzaması önünde bunun kıymeti ancak örümcek yuvası kadar olabilir. Onun için İslamiyet’in bu kavanin-i muazzamasını nazar-ı tedkıkimizden geçirerek tarik-ı endaz olan kavl-i şerifinin hamil olduğu evvel kurtaralım. Hiçbir İslam tasavvur etmiyorum ki bu ayet-i kerimeyi okuduğu vakit kalbini bir azab-ı vicdani istila edip de lerzan olmasın. Geçende “mağripte yaşayan bir kardeş maşrıkta yaşayan kardeşini matbuat vasıtasıyla bulabilir” demiştik. Eğer esbab-ı ittihadı yalnız şu mübarek matbuatımıza hasredecek olursak işler pek kolaylaşır. Birkaç ayat ve ehadisi karıştırarak onlardan birkaç şey istinbat ederek “bütün millet-i İslamiyye’yi bir noktaya cem’e yegane hadim matbuattır” diye hüküm veririz. Mes’elenin içinden kolay kolay çıkar gideriz. Fakat mes’ele daha etraflıca düşünülerek ittihadın kıymetdar bir şey olduğu kadar bir de husulü pek müşkil olduğu nazar-ı dikkate alınırsa esbabını da İslamiyet’in en büyük erkanı arasından aramak lazım gelir ki buna nisbeten matbuat tarik-i ittihadın kapısı olmaz da belki anahtarı derecesinde kalır. Matbuatın insana te’siri havass-ı hamseden olan işitmek veyahud görmek vasıtasıyla icra olunup bunlardan –sem’ ü basar– hangisi olursa olsun insanda husule getireceği te’sir mücerred bir his mücerred bir meyilden ibaret olup bunlardan bilahare bir samimiyet veyahud bir nefret tevellüd eder. Bunlardan hangisi tevellüd ederse etsin yalnız sem’ ü basar derecesinde kaldıkça kalplerde hakıkı bir samimiyet veyahud hakıkı bir nefret cay-gir olamaz. İşte samimiyetin kalplerde cay-gir olması için sem ü basar vasıtasıyla icra-yı tesir eden kuvvetten daha müessir bir kuvvete ihtiyaç messediyor ki bu kuvvet olsa olsa insanları birbirine daha yakından tanıtan mülakat müsahabe olabilir. Fakat bu mülakat müsahabelere ekseriyetle saik matbuat olduğunu da hatırdan çıkarmayalım. O halde tarik-i ittihadın anahtarı matbuat Eğer ittihaz edilen meslek ortalıkta deveran eden menafi’ bir ise esna-yı mülakatta ittihadın husulü yüzde doksan dokuzdur. İşte mülakat esbab-ı ittihad olacak kadar mühim bir derecede olduğu için din-i mübin-i İslam’ın en büyük bir kere vakt-i muayyende Beytullahu’l-Muazzam’ı ziyaret etmesi farz kılındı. Bu ziyareti farz kılmaktan maksad bittabi insanları boş boşuna birtakım mezahime duçar ederek ve pek çok masraflar yüklettirerek ateş gibi sıcak kum sahralarını dolaştırmak değildir. Belki pek ali maksadlara mebni farz edilmiştir. Evet bu kıt’a-i mübareke üzerinde bütün aktar-ı alemde kain efrad-ı müsliminin bir yere toplanıp Beytullahu’l-Muazzam ye’ye dair müzakerelerde bulunmak ve bu sayede ırkan cinsen muhtelif olan bu kadar ümmet-i Muhammediyye’yi yekdiğerine tanıtarak ittihadlarına zemin hazırlamak için farz kılınmıştır. O halde aktar-ı alemden her sene Hicaz’a doğru fevc fevc akan huccac-ı kiram hazeratı bütün millet-i İslamiyye tarafından adeta umur-ı İslamiyye’yi bakmak için teessüs etmiş kongreye gönderilen birer vekillerdir. Resmen olmasa bile ma’nen bunlara umur-ı İslamiyye’ye dair pek çok şeyler tevdi olunup bu vazifelerinin edası vicdanlarına müfevvezdir. Hatta haclarının hacc-ı mebrur olması dahi şu vazifelerinin edasına vabeste olduğu der-hatır oluyor. Zira hacdan Cenab-ı Hakk’ın maksadı yalnız taabbüd olmayıp bununla beraber İslamiyet’e büyük büyük menafii istihsaldir. Bir iş emrolunduğu vakit bundan kastolunan maksad tamamıyla hasıl olmadıkça bu fiilin mükafatına nailiyet hiç mutasavver olmayacağı bir emr-i tabii olduğundan haccın mebrur olması dahi hacdan ne gibi maksad kasdolunduysa bi-tamamihi hasıl olmadıkça mutasavver değildir. O halde haccın mebrur olması ibadetle beraber mesalih-i umur-ı İslamiyye’ye bakıldığı takdirde mutasavverdir. Burada şayan-ı dikkat noktalarından biri haccın vakt-i mu-ayyende icra olunmasıdır. Eğer hacdan maksad yalnız bu kadar meşakk u mesarif ihtiyar ederek yalnız bir ay taabbüd hangi vakitte olursa olsun icrası mümkündür. Ortalıkta buna mani olacak bir şey yoktur. Fakat böyle olmadı vakt-i muayyende sahib-i iktidar efrad-ı müsliminin bir yere toplanması farz edildi. bize bildiriyor. Fakat biz zavallı İslamlar hangi işimizi teemmülle muhakeme ile yapıyoruz ki dinimizdeki bu gibi hikmet-i bahireleri anlayalım Cenab-ı Hakk’ın gösterdiği bu gibi vesailden müstefid olalım! Hiç inkar edilemez ki hac denince zihnimize ancak uzun bir şimendöfer vapur seyahati deve yorgunlukları bol bol mesarif esna-yı rahda gördüğümüz tahkir-amiz muameleler geliyor. Ve bundan ümid edecek bir şeyimiz varsa o da menafi’-i uhreviyyedir. Fakat ahiret dünya ile kaim iken bu menafii neden yalnız menafi’-i uhreviyyeye hasrediyoruz? Halbuki böyle bir hasra hiç mahal yoktur. Nebiyy-i Zi-şan Efendimiz Hazretleri ahiret için çalışmayı emir buyurmuşsa dünyayı da meskutün-anh bırakmamış demiş ki: “Dünyanız körükörüne çalışmak hiçbir aletsiz ahval-i dünyeviyyeyi ıslah etmek olmaz. Bittabi çalışmanın yollarını göstermiştir lan füruzatın her biri yalnız ahiretimiz için birer hazırlık olmayıp bir de yegan yegan mesalih-i dünyeviyyemiz için zimmetimize vacib edildiğine hamletmeye bizleri ne men ediyor? Cehalet değil mi? Son zamanlarda bazı hafifü’l-meşreb materyalistlerimiz haccı yalnız kum sahralarında dolaşmaktan ibaret addettiklerinden cesaretlerini “Adam sen de şu kum Arapları arasında dolaşmaktan ne ma’na çıkacak? Bunun yerine uzun uzadı bir Avrupa seyahati yapılırsa daha karlı çıkmaz mıyız? Ve daha ibret-amiz bir seyahat olmaz mı? demeye kadar Bu saçmaların kimlerin ağızları ile söylendiğini ve hangi büyük kafalı dur-bin ecnebilerin ne gibi hırs ve cahlarına binaen saçtıkları tohumlar idüğünü şimdilik bırakalım da yalnız kendi mahsulat-ı fikriyyeleri olarak kabul edelim ve bu tefevvuhatlarında kendilerini biraz da ma’zur görelim. Çünkü materyalistlerdir. Bu gibi akval-i mücerrede ancak onların ağzından çıkabilir. Ruhaniyet ma’neviyattan bir şey anlamazlar ki semtine uğrayabilsinler. Matmah-ı nazarları ancak kalıpta zahirde kalır öte tarafına geçemezler. Fakat bizler onların şu muhakkirane baktıkları buk’a-i mübarekeyi Cenab-ı Hak tarafından inayet buyrulmuş dünyevi ve uhrevi balde vücudumuzu terbiye edecek gıdaları zer’ etmek için mükemmel bir mezraa diye telakkı edelim; eğer İslamların bir nimet görecekse o nimet şu mezraanın yetiştireceği nimetler olduğunu cidden i’tikad edelim; ve bu nimetlerden pek yakında tagaddi ederek çürümüş ruhsuz vücudlarımıza yeni bir hayat verelim; cismimizin kaybettiği kuvvetleri bu gıdalarla telafi ederek sağlam bir vücuda malik olalım. Bidayet-i İslam’dan bugüne kadar seneler geçti asırlar geçirdik fakat bu kıt’a-i mübarekeyi mesalih-i umur-ı İslamiyye’ye bakılacak bir yer ittihaz ederek Cenab-ı Hakk’ın farz buyurduğu bu hacc-ı şeriften de bil-istifade ittihad-ı anasır-ı Sebebine gelince: Bidayet-i İslam’da millet-i İslamiyye pek mahdud olarak bit-tabi’ bu gibi esbaba müracaata lüzum hissedilmiyordu. Büyüyerek birkaç ırka münkasem olduktan sonra ise avam takımı derin bir hab-ı gaflete havas takımı tüleri bunları rahatsız etmiyordu. Eski neş’eleri kema-kan bakı idi. Onun için bu silaha sarılıp da… Evet bu arz-ı mukaddes üzerinde ictima ederek hacdan bilistifade ittihadın temellerini kurup da el birliğiyle ileriye doğru terakkıye doğru gitmek akıllarına gelmiyordu. Hiç hissetmeden vücudları tedrici bir inhitat ile çürüyordu. Ve bu çürümüş vücudlardan tebahhur eden reva’ih-i müteaffine bütün aleme maya başlamıştı. Hatta bugünkü terakkılerine İslamiyet sayesinde vasıl olan nankör Avrupalılar “İslamiyet mani’-i terakkıdir” diyerek bizim mini mini mültecilerimizi avlamağa kalkmışlar. Fakat bizler hiç aldırmıyorduk; avlanmış olan bu mini miniciklerimize bir nazar-ı nefreti fırlattıktan sonra onlara karşı yapılacak muamele yalnız şu izhar-ı nefrettir zu’m-ı fasidiyle yine eski ataletimize dalıyorduk ve her şeyi unutuyorduk. Hele bunların terbiyesi hatırımızdan bile geçmiyordu. Bu gibi çocukluk alaimi terbiyenin noksanından olduğu aklımıza bile gelmiyordu. İslamiyet’in neden böyle tedenniye doğru gittiği anlaşılmıyordu. Fakat şimdi ise her şey anlaşılmaya başladı. Muhafaza-i hayat ittihadla ileriye doğru yürümekle olacağını bugün anlamayan bir adam yoktur zannederim. Binaenaleyh İslamiyet’in bu ittihad için gösterdikleri tariklerden hazırladığı aletlerinden istifade ederek ri daima ileri… Bu da gayet mühim bir mes’eledir. Umumiyetle İngiltere hükumeti taht-ı idaresinde tamamıyla hürriyyet-i matbuat hükmü caridir zannolunur ise elbette Hindistan’da dahi matbuat hürdür zannolunacağı şüphesizdir. Evet Hindistan’da da matbuat hürdür fakat yine bizim dediğimiz gibi yirminci asır hürriyetidir!.. Sünniler her vakit kendi mezheblerinden başka ne kadar mezheb var ise –Şii Rafızi Bühre İsnaaşeriyye Hindi Parsi vesaire– istediği kadar ta’n ü sebbedebiliyor. Hatta alihelerini böyle sebbedecek olursa hiç mani yoktur. Şialar Hindiler de kendilerinden başka mezheblerin cümlesini ne kadar isterse o kadar sebbedebilirler. Hindistan halkı İngilizler tarafından o kadar güzel terbiye olunmuşlar ki artık bundan ziyadesi hiç tasavvur olunamaz. Biri diğerine karşı ifrit gibidir. Gazeteler risaleler hep biribirinin aleyhindedir. Bunlar yekdiğeri aleyhinde bulundukça hükumetin memnun olduğunu bu milletin hamakatinden hükumet istifade edeceğini ve etmekte olduğunu hiç kimse hatıra bile getirmediği gibi kimsenin haberi de yok herkes hürriyyet-i matbuattan istifade ediyorum zannediyor. Halbuki hükumetin ahvaline ve memleketin idaresine dair bir söz söylemek bile mümkün değildir. Değil matbuatta ağızdan bir söz söylediği işitilirse sual hüküm filan yok hemen ecel ceziresine göndermekte imişler. Hatta İngiltere parlementosu bu hususu nazar-ı itibara alıp birkaç kereler hükumetten ne için böyle muhakemesiz muamele olunuyor diyerek istizahatta bulunmuş. Hükumet de diyormuş ki: “Böyle icab ediyor” başka bir söz de yok. Kimsenin de bir şey demeye hakkı yok. İşte yirminci asra muvafık hürriyet! Hindistan’da bir zamanlar –Rusya’da olduğu gibi– gazete pek çokmuş şimdi hükumete kavuk sallamağı iltizam etmişler yahud da “hablü’l-metin” gibi senede birkaç bin ruble Rusya [İngiliz!] hükumetinden istifadesi olanlar kalmış diğerleri hep kapanmış bazılarının sahipleri de taht-ı tevkife alınmış hatta şimdiki gazete sahiplerinden bazıları hükumete hafiyelik bile ederlermiş. Ama racih ve nevvabların idarelerini ne kadar iftira ve bühtanlar ile sebb ü ta’n ederlerse o kadar da İngilizler biçare nevvablara gazetelerini gösterip “İşte sizin idarenizden halk şikayet ediyor siz etmekte imiş. Ama İngiliz idaresine dair hiçbir söz söylemek caiz değildir belki bil-akis İngiltere idaresi şöyle iyi böyle iyi diye birtakım medh ü sitayişte bulunmak lazım gelir. ne itale-i lisan etmek için de bir derece vardır. Ama İslamiyet’e ve diğer mezheblere ne kadar uzun ve ne kadar ziyade itale-i lisan olunursa o kadar makbul ve meydan o kadar açıktır. Eğer bir adam yeniden bir mezheb dava eder de meydana çıkarsa ne gibi mezheb olursa olsun yalnız iftirak-ı millete sebep olduğundan meydan açıktır. Bundan birkaç sene mukaddem Lahor kurbunda Kadyan karyesinde “Allam Ahmed” namında biri zuhur ederek nübüvvet dava etmiş kendisi beklenen Isa olduğunu iddia eylemiş akıbet kendi cehenneme gitmiş ise de mezhebi bakı ve Nureddin nam halifesi de mevcuttur. El-an kırk bin kadar da tebeası varmış bunların da esas mezhebleri ahkam-ı Kur’aniyye’yi kamilen inkar etmekmiş. Ve bunlardan başka Hindiler arasında dahi mezahib teceddüd etmektedir. Ari mezhebini dahi tecdid etmişler bunların hepsi hususi risaleler ve gazete sütunlarında makaleler ile hep biribirine hücum etmekte imişler. Mezheb çoğaldıkça hükumetin canına can koşuluyor. Fakat İngilizlerin mescidlere tasallutuna gelince “Ahmed Nagar” mescidleri gibi asar-ı atika numuneleri olan mesacid ve kubur-ı evliyayı asker için kışla eyyam-ı sayfta bazı mescidleri madamaları teneffüs-hane tenezzüh-hane ittihaz edegeldikleri halde bunun hakkında yerli matbuatın bir kelime söz söylemeye hakkı yoktur. Ahmed Nagar mescidi bundan dört yüz sene mukaddem bina olunmuş usul-i mimariyyesi Avrupa mühendislerinin dahi nazar-ı dikkatini celbetmiş asar-ı atikadandır. Can Bibi Mahal Salavat Han namları ile meşhur makamat-ı mukaddese-i İslamiyye el-an her kim bir söz söylerse ecelsiz öldüm demektir. Değil Hindli bir adam için hatta ecnebi olsa bile Hindistan’da bulundukça bir söz söylemeye hakkı yoktur. Eğer benim bu yazdıklarımı bilseler neuzü billah… Hala yalnız muharrir olduğumu bildikleri için ne kadar ta’zib etmektedirler her gün arkamda üç beş hafiye dolaşmakta olduğunu bundan mukaddem yazmıştım. Yukarıda mezkur Ahmed Nagar mescidleri hakkında birçok Hindlilere sordum: Niçin beytullah olan mesacidin bu suretle tahkır olunmasına rıza gösteriyorsunuz? Ne için bunları matbuat alemine çıkarmıyorsunuz? Avamın böyle bir mescidin vücudundan bile haberi yok. Havas ise: Aman böyle şeyleri söylemeyiniz derler. Bundan başka bu babda izhar-ı esef eden yahud bir söz söyleyen adam görmedim. Hindistan halkı hakkında hürriyete dair şunu da arz etmek isterim: Hindistan’da ister asker ister polis iki türlüdür: Beyaz ve siyah ta’bir olunurlar. Beyazlar İngilizlerdir rütbesi aşağı olsa bile amirdir. Siyahlar yerli Hindilerdir. Müslim gayrimüslim hepsi müsavi. İşte şu polisler elinde iki türlü silah bulunur: Biri bir buçuk arşın tulunda kamış sopa… Diğeri yarım arşın tulunda kalın demir gibi ağır hususi yapılmış sopadır ki eğer bu sopa ile vuracak olursa hiç şüphesiz ölümdür fakat ben bu sopanın mahall-i isti’malini görmedim. Ama birinci uzun sopa hergün her yerde müsta’meldir. Hususen mescidlerde Ramazan-ı şerifte zenginlerin zekat vermesi zamanında bu dayak pek mebzuldür. Ben kendim Bombay’da bulunduğum zaman “Minare Mescidi” nam mescid dahilinde mübarek ramazan-ı şerifin ’inci günü iftarından on dakika evveldi iki polis şu uzun sopa ile beyaz sakallı bir ihtiyarı dövdüler yetmiş yaşında olan bi-çare adamcağız can acısından tahammül edemeyip kendini müdafaa etmekteydi. Sonra bazı adamlar araya girip biçareyi kurtardılar. Ben vak’ayı bizzat kendim gidip ertesi günü serkomisere söyledim. Zannederdim: Hiç olmazsa mesciddeki polislere tenbih eder de mescid dahilinde böyle harekete mani’ olur. Halbuki ser-komiser benim taaccüb ettiğime taaccüb eyledi. Bu Sonra Bombay gazetesi idaresine gittim orada vak’a-i hali kemal-i taaccüb ve teessüf ile söyledim. Gazete sahibi dedi: “Biz polis idaresi aleyhinde kat’iyen bir söz yazamayız...” Ben şimdi Hindistan’dan Hicaz’a azimet ediyorum ama Hindistan hakkında birçok hakayıkı sırası gelince alem-i matbuata vaz’ edeceğim. Şimdi de Hicaz ve mevsim hakkında mufassal malumat vereceğim hususen Hindistan hacıları hakkında ve İngiltere hükumetinin hacılara muamelesi hakkında tafsilat-ı atiyye gelecektir. Petersburg’tan Kanunısani tarihiyle keşide kılınan bir telgraf-name mealine göre Buhara şehrinde Sünniler ile Şiiler arasında iki gün pek kanlı müsademeler vuk u’ bulmuştur. Buhara hükumetinin talebi üzerine asayişi iade etmek üzere bir Rus müfrezesi sevk edilmiştir. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Şubat Üçüncü Cild - Aded: – – Sübhanallah bu adam! Din-i mübine şiddet-i gayzı ve kaybetmiş de bi-perva açıktan açığa efrad-ı müslimini ilhada tiyle şu telbisatın hülasa-i müfadı: Ey müslümanlar sizin mutekadat-ı kadime ve hissiyyat-ı samime-i İslamiyyeniz serapa hatiattır hurafat ve iğfalattır. Çünkü siz onları kütüb-i diniyyenizden aldınız kendi ulemanızdan telakki ettiniz onun hakıkı müslüman olamadınız. İmdi geliniz nefs-i cahilenizin Doktor Dozy namındaki cizvit papazına tabi olunuz alelamya onun sözlerini tutunuz Tarih-i İslamiyyet namını verdiğimiz bu eser-i fazılanesine dercettiğimiz türrehatı mahz-ı hakıkat biliniz. Zira o akl-ı selim sahibi bir profesördür binaenaleyh layuhtidir. O ne söylerse büyük bir ihata-i nazar derin bir im’anla bitarafane söyler. Artık ona karşı niçin denilmez ondan delil ve bürhan aranmaz. Onun söylemiş olduğu bir söz ne kadar ifk ü iftira olursa olsun Kur’an’a hadise tevatüre ve icma-i ümmete el-hasıl herhangi bürhan ve hüccete en celi ve en kat’i bedahete muarız bulunursa bulunsun benim intihab ettiğim bu eser-i dil-pezire girince hakıkat olur gider kabul olunması icab eder. Cümleniz yiğit ve bahadır olunuz şecaat ve metanetinizi muhafaza ediniz alem-i İslamiyyet’e karşı ne türlü isnatta bulunursa bulunsun haşa sümme haşa peygamberinize masru’ hepsine riya mübtelası hala bulunduğunuz dine sahte ihtiram ettiğiniz Kitab-ı Kerim’e de düzme desin ne kadar istihfaf ederse etsin şecaat-i ruhiyyeniz muktezasınca müteessir olmayınız bu zahm-aver hakıkatlere katlanınız ne lazım gelir? Varsın bundan sonra mürşid-i hidayet-penahınız! Doktor Dozy merci’-i yeganeniz de onun te’lifi olan Tarih-i İslamiyyet namını verdiğimiz bu kitab-ı mefsedet olsun. İnsaniyete hizmetimiz hasebiyle ona ve bana dendiği gibi size de yine müslüman denir. Nam ü ünvanca bir ziyanınız olmaz. Şecaat-i ruhiyyenize bir halel gelmez… demek olur. Vay! gidi şaşkın vay!... Meclub-i heva bu cahil-i bi-intibah kıyas ediyor ki biz bu takım müfteriyatı bu çeşit müzahrafatı yeni işitiyoruz şimdi duyuyoruz. Halbuki bunların ekserisi kurun-ı uladan beri din düşmanları tarafından tasni’ olunarak fırsat elverdikçe etrafa savurulmakta müslümanların mış olduğu halde İslamiyet’in taammüm-i intişarına mümanaat Hakıkat ve Hakk’ın saltanat-ı samedaniyyesi önünde makhur ve zelil olanlar işte asıl bu zümre-i süfehadır ki hurşid-i hakaik-i İslamiyye dide-i za’f-nak-i basiretlerini kamaştırmış bina-berin din-i mübinin berahin-i katıa ve hücec-i satıasına karşı avam-firibane yave-guyane safsatalar ve maglatalar ile mukabeleye mecbur kalmıştır. Bunların bir taifesi eracif-i mel’anet-karanelerini öyle Doktor Dozy gibi senetsiz sepetsiz kavl-i mücerred kuru iftira olarak değil belki bir sürü delil-i fasitler ihtira ederek türlü türlü şüpheler katarak ortaya sürmüşlerdir. Fakat hakaik-i kat’iyye ve berahin-i neyyire-i İslamiyye’ye karşı cümlesi giriftar-ı haybet ve hüsran olmuştur. Mesela sinin-i ahirede birçok rahipler misyonerler para kuvvetiyle celb olunan bu takım münafıklar Kahire’de nimiz aleyhinde ihtira’ edilmiş olan müşagabata hilye-i hakıkatten atıla daha birçok türrehat-ı batıla ilavesiyle el-Hi daye nam-ı batılı altında dört cilt olmak üzere Arapça bir eser-i dalalet-perver neşrettiler. Fakat ne kazanabildiler? Hiçender-hiç!... Karşılarına Beyrut’ta sakin Yusuf Nebhani namında bir alim-i Muhammedi çıkıp Nücumü’l-Mühtedin ve Rücumü’l-Mu’tedin ismiyle müsemma bir kitab-ı müstetab telif ü neşrederek bütün hainleri mebhut asar-ı batılayı berheva etti bıraktı. Nasıl ki daha akdem Rahmetullah Dehlevi Efendi Hazretleri’nin – Hindistan’da Protestan papazları vesaire ile mükerreren nazarat ve mübahesat-ı şifahiyyede – serd eylediği berahin-i akliyye ve nakliyye ile nesh-i edyan ve tahrif-i enacil ve butlan-ı teslis ve risalet-i Muhammediyye ve i’caz-ı Kur’an gibi mebani-i mühimme-i İslamiyyemiz suret-i kat’iyyede sübut bulmuş en dehşetli muarızların kaffe-i i’tirazatı def’ ü ibtal olunarak Hind ahali-i İslamiyyesini iğfal için tertip olunan muhacematın önü alınmıştır. Müşarünileyh hazretlerinin te’lifatından Mısır’da matbu tevidir. Ancak bu kabil mübahesat-ı ilmiyyeyi havi asar-ı ceyyide ve aliyyeyi din ile alakadar olanlar arar bulur. İstişkal ettiği hakaik-i gamizaya bu sayede agah olur. Her okuduğu asar-ı dalalet-şiara bağlanıp kalmaz. Zannederiz ki Doktor Dozy’nin perestişkar-ı muhlisi olan bu naşir-i mütecasir müdevvenat-ı celile-i İslamiyye ile asla münasebeti olmadığı gibi Türkçe’ye tercüme olunan er-Ri saletü’l-Hamidiyye nam kitabı da okumuş anlamış değildir. Çünkü biraz ma’lumat-ı diniyyesi olsa o kitabın mündericatına olsun vakıf bulunsaydı din-i İslam’ın gerek maddiyyine gerek sair muarızine karşı ne derece haiz-i ulviyyet ve metanet-i delaile malik olduğunu öğrenir her akıde-i İslamiyye’nin gayet kavi ve kat’i bürhanlara müstenid bulunduğunu anlar da öyle Doktor Dozy’nin Mösyö …in daha bilmem kimin ifk ü iftiradan şetm ü istihzadan ibaret sefihane ve serseriyane yahud faraziyyat-ı zevahir-binane avam-firibane sözleriyle akaid-i müsliminin kabil-i tezelzül ü ıztırab olmadığını ve olamayacağını fark ederdi ve bu sayede beş on kuruş istifade arzusuyla duçar-ı la’n-i ebedi olmaktan reha-yab olabilirdi. Perestişkar-ı mezbur kendisinin büyük bir ihata-i nazar derin bir im’an göstermekle mümtaz ve kat’iyen bitaraf bir sahib-i akl-ı selim olmasını i’tikad hadis-i şerifte taharrisi emrolunan hikmet-i dalle-i adile her sözüne alel-amya iti mad etmekte olduğunu i’lan eylediği Doktor Dozy’nin beya natı kaffe-i müslimin nezdinde de hırz-ı can edilmek lazım geleceğini tervic-i siyakında tahrif-i hakaika cür’etle bak da ha ne şarlatanlık ediyor: Din muameleden ibaretdiyen bizim Peygamberimiz’dir. Alim fazilet-kar olan her ferd hadis-i şerifi iyice mülahaza olunursa Meftun-ı kemalatı meclub-ı tasniat-ı bi-gayatı bu lunduğu iblis-i pür-telbis adüvv-i mücahir-i İslamiyyet ma’ hud Dozy’yi alem-i İslamiyyet fevkine çıkarmak onu yega ne bir akl-ı selim bir kuvve-i kudsiyye sahibi bir dahi-i bimüdani gösterebilmek için bütün ekabir-i din-i İslam bil cümle ulema-yı a’lamı muhtevi milyonlar belki milyarlarca cemaat-i İslamiyye’yi kendi fikrince muameleleri fıkdanın Abdurrahman Ali el-Haci Uydurma hadis olduğu “Tarih-i İslamiyet” tefrikas dan naşi haziz-i esefle fürumaye ve bi-din dereke-i nada nisine indirmeye çalışan bu şahs-ı bivaye ve bi-iz’anın ma hiyyet-i ma’neviyyesi burada sarfına cür’et ettiği türrehat ile de inkişaf etmektedir. tına dair vaki olan şu itiraf-ı mücrimane alem-i İslamiyyet namına kendisine reddolunur. Zaten ikrar-ı hüccet-i kasıra olup onunla yalnız mukırr ilzam edilir gayrısı hakkında te’siri olamaz. Arasına yalan yanlış birkaç hadis katarak tervic-i batıla alet eylediği diğer sözleri de fıkra fıkra ayrılarak ber-vech-i ati iptal olunur: Evvela der-miyan ettiği bir kıyas-ı faside nazaran İslamiyet bina-yı metin-i alisini baltalamaya yeltenen o müdhiş düşman Dozy haini de müslüman addolunurmuş. Zira müslümanlık laaya hasr-ı evkat ile tahakkuk edermiş Dozy de saat-i hayatını tedris ve mütalaa ile geçirmiş ibadullahın tenvir-i ezhanına te’min-i menafiine çalışmış. Binaenaleyh namazı orucu tahkır eden imanı ve insafı olmayan Doktor Dozy de müslüman hem de pek çok müslümanlardan bin kat ziyade müslüman addolunmak lazım gelirmiş. Bu kıyasın her mukaddimesi fasit olduğundan bizzarure neticesi de fasittir. Müslümanlığın kuru isimle sabit olacağını kim iddia edebilir. Her zaman müslüman isim ve şeklinde münafıklar bulunur. Zaman-ı saadette reisü’l-münafikın olan habisin de ismi Abdullahdı. u salat ile de tamam olacağını biz hiçbir zaman iddia etmeyiz daima itiraf ederiz ki bunlardan başka daha pek çok vezaif ü erkan-ı İslamiyye vardır hakkıyla müslüman olabilmek diniyye hikmet ve maslahattan hali değildir. Nasıl ki ibare-i cemilesiyle bütün vezaif ü erkan-ı celilemizin iki esas-ı ali üzerine bina kılınmış olduğu ifade buyurulmuştur ki biri evamir-i halka ibraz-ı şefkatle ibtal-i hukuktan mücanebet eylemektir. Bu iki esasın birine ibtina kılınmamış hiçbir teklif-i şer’imiz yoktur. Bu halde İslamiyet’te namaz ve oruç gibi feraiz-i diniyyenin hiç dahli olmayıp da – her neye dair olursa olsun – tedris ve mütalaa ile iştigalin kafi olacağını Müslümanlık’tan sad merhale dur ahkam-ı İslamiyye’yi idrak ve takdirden mehcur şahs-ı mütehakkim-i pür-şürurdan başka kimse iddia edemez. Namaz ve oruç İslamiyet’in bina kılındığı erkan-ı hamseyi teşkil eden vezaif-i celileden olduğu zaruriyyat-ı diniyyeye aşina olan her müslümanın bildiği bir hakıkattir. Binaenaleyh esas-ı İslamiyyet’i münkir olmayan din-i mübinden bil-külliyye tearri etmeyen kimse namazı ve orucu la-şey menzilesinde tutamaz. Allahın emirlerini saygı ile kabul etmek ve Allah’ın yarattıklarına Namazı ve orucu İslamiyet’ten hariç bırakıp da erbab-ı salatı cehele-i ibadetkaran ta’bir-i galiziyle yad eden Hallak-ı Zülcelal’e ifa-yı secde keyfiyyet-i meşruasını “Ser-bezemin dem be-heva mi-koned” terennümatıyla istihfafa yeltenen bir şahıs hiçbir vakit mü’minler ile uhuvvet-i diniyye davasında muhıkk olamaz. Görülüyor ki bu sure-i kerimedeki iman da mutlaktır hiçbir şey ile mukayyed değildir. Bununla beraber muhatabın umuma karşı olan hitaba en mülayim gelecek bir surette ta’rif için şöyle demelidir: Iman nefsin hayr ile şerrin fazilet dat üzerinde hayra razı olan lakin şerre razı olmayan fazileti nigehban bulunduğunu yine o itmi’nan ile bilmesi; mahlukatı arasından dilediğini esrar-ı İlahiyye’sinden bazısına mahrem ederek bu mümtaz insanları ebna-yı beşere tarik-ı reşadı göstermek kuluba hevesat-ı fasidenin nasıl girebileceğini ukula delail-i sahihanın hangi tarik ile dahil olabileceğini bildirmek vazifesiyle mükellef tutmuş olması da o Vacibü’l-Vücud’un asar-ı rahmetinden bulunduğuna i’tikad etmesidir; ta ki beşer o delail-i sahihaya teveccüh etsin; o tarik sin; kalbinde hevesat-ı fasideye karşı açık duran menafizi kapasın o gibi hevesatın ileride me’mul olan sereyanına da kat’i ebedi bir azim ile müdafaada bulunsun. sure-i celilesindeki kavl-i keriminin medlulü olan iman budur. Yoksa buradaki makrun olan bir tasdikten ibaret değildir. Zira hüküm her mekanda ve her zamandaki insan üzerine mahmul olduğu sellem’in ümmetine münhasır kalmayarak mazide halde Sure-i celilede kelam-ı ahkam insandan bir hükm-i ammın takriri içindir ki Hazret-i Peygamber’in risaleti de bu ammın hükmüne dahil olur. Binaenaleyh Hazret-i Peygamber’in risaleti kendisine tebliğ olunup da seneden ve delaleten kat’iyyeti sabit olan nususun kaffesini tasdik etmeyen adam gerek umumiyeti i’tibariyle bu nassın hükmünce gerek diğer surelerdeki birçok ayette mündemic nusus-ı tafsiliyye Yoksa iman nasın i’tikad ta’bir ettiği o mahiyyet-i mücerrede değildir ki aklın vicdanın dahli bulunmaksızın sırf taklidden ibaret olduğu halde bile kabul edilsin. Zira bu kabilden olan iman mürselinin enbiyanın risaletini nübüvvetini tasdik etmiş olan birçok ümmetleri hüsrandan kurtaramamıştır. Asıl imandan maksud ruhun itmi’nanına kuva-yı ruhiyyenin mu’tekadata kemal-i inkıyadına makrun olan tasdiktir. Nitekim ayet-i kerimesi bu hakıkati sarahaten natıktır. İşte Cenab-ı Hak tarafından insanların dünya ve ahirette hüsrandan necatı ebediyen kendisine menut kılınan iman bu imandır ki ileride biraz daha izah ederiz. Lakin nasın babalarından işiterek öğrendiği bir müslüman çocuğunun kalkıp da ma’nasını mahiyetini anlamaksızın diline doladığı sevk-i hamiyyetle müdafaasına kalkıştığı bir mecusi çocuğu da bu suretle yetişir– indellah hiçbir kıymeti haiz değildir. Nezd-i ilahide mazhar-ı kabul olan iman kendisine nazil olduğunu idrak eder; kezalik o i’tikad-ı kalbidir ki samim-i kalpteki mevkiini yine kalp takdir eyler. İşte hayat-ı hakıkıyye-i ruh denilmeğe şayan olan ruhun bütün levazım-ı kemalini ihzar eden iman bu türlü imandır. Lakin hakıkatte iman olmadığı halde iman dedikleri mahiyet ervahın badi-i helaki olan insanları girive-i mahve sürükleyen felaket-i mahzdan başka bir şey değildir. Suredeki a gelince: Zevk-i selimin tab’-ı müstakımin reddetmediği birtakım a’mal-i hayrdır ki havas ve avama nef’i dokunan cümlesinin umur ve mesalihiyle hemahenk bulunan a’mal-i ma’rufedir. Bu a’malden bir kısmı bütün mahlukata ifaza-i hayr u ihsan eden Hallak-ı Kerim’e karşı arz-ı şükrandan ibarettir; her din-i sahihin mer’iyyet-i ahkamı zamanında amir olduğu ibadet-i sahiha gibi. Bir kısmı da tarik-i hayrda bezl-i mal etmek bi-çarelere muavenette bulunmak esna-yı hükmde adilane davranmak mazlumları gadrden kurtarmak gibi tafsili mucib-i tatvil olacak daha birçok harekat-ı marziyyedir. Bir kısmı da emanet gibi iffet gibi insaf gibi ihlas ve muhabbet gibi evsaf-ı kerimenin mahall-i suduru olan melekat-ı fazıladır. etsin ister ruha ait bir vasf-ı batıni şeklinde görünsün bunların kaffesi salihat-ı a’mal cümlesindendir. A’mal-i melekata taalluk eder; zira nefs mücahede ile a’male alıştırılırsa artık o a’mal adet şeklinde sudura başlar. Şerayiin her ümmete amir olduğu ahkam da bu a’mal idadına dahil olduğu gibi peygamber gönderilmeyen ümmetlere aklın göstermiş olduğu harekat-ı fazıla da yine bu a’mal sırasına girer. Salihat-ı a’malin öyle esasları vardır ki bütün ebna-yı beşer indinde ma’ruf olup hiçbir ümmet indinde cay-ı ihtilaf olmaz; birkaç satır evvel zikrettiğimiz esaslar gibi. İşte bu nükteye mebnidir ki o esaslar Kitab-ı Mübin’de ma’ruf ezdadı ise münker tesmiye edilmiştir. Yani evvelkilerini ervah-ı selime kabul ediyor ötekilerini ukul-i sahiha inkar ediyor. bulunmasıdır. batıl mukabilidir ki ma’nası hemen herkesçe malum olmakla beraber nasın kısm-ı a’zamı bu ma’nayı cüziyyata hamlederken yanılırlar. Mesela içlerinden biri kalkar da butlanı pek aşikar olan bir batılı hak suretinde telakkı etmek ister. Eğer suredeki hak kelimesi tavsiye eden adamın telakkısine mahmul olmak lazım gelseydi o zaman ma’na şöyle olurdu: Her biri arkadaşına hakkıyetine mu’tekid olduğu şeyi tavsiye ve o tavsiye ettiği şeyi kabul etmesini taleb eder. Halbuki bazen muhatab mütekellimin hakkına kail olamayacağı için artık tevasi bir nevi’ tenazu’ şeklini alır. Öyle ya her biri diğerini istemediği bir şeye da’vet etmiş oluyor ki bu da aynıyla niza’dır. Binaenaleyh ma’nayı bu suretle haml sahih olmaz. Sahih olan iki şahıstan her biri diğerine hak i’tikad etmiş olduğu şeyi taharri ile tavsiye etmesidir ki bu suretle karşısındakini taharri-i delaile asl-ı hakka vusul için tedkık-i nazara sevk etmiş oluyor. Eğer muhatabının bu taharrisinde dalale doğru gittiğini görürse delil ikamesi suretiyle reşada çevirecek istidlalde taksirini anlarsa ikaz eyleyecek umurun bevatınına nüfuz etmeksizin zevahiriyle iktifa tabiatinde olduğunu hissederse im’an-ı fikr ü nazarda bulunmasını ihtar edecek. Şimdi bu iki arkadaştan biri diğerine karşı ne gibi vezaifle mükellef ise diğeri de o suretle kendini mükellef tutacak. Bunlardan her birine tevasinin farz olması kebir için mübah yahud vacib olan şeyi sagır için de mübah yahud vacib kılar; şu kadar ki bu hal her birinin aharın hakkına riayet etmesine mani olmaz. vasiyetinin edasındaki tarıkten başka bir tarık vardır ki her kavim bu tarıki adab-ı muhatabaları icabınca bilir. Tevasi-bi’l-hak salihat-ı a’mal idadına dahildir. Lafzen zikrolunmasındaki nükte kadrini i’la etmek bunun da başlı başına medar-ı necat olan bir asıl bulunduğuna işaret eylemektir. Tavsiyye-i hakta bulunan bir adam kendi vasiyeti ile amil olmasa bile şu vazifeyi eda etmiş olmakla necat bulur yani necat yalnız tevasi-i bil-hakka menuttur zannında bulunmak doğru olamaz. Ayet-i kerime Kur’an’ın bütün nev’-i kelama ma-bihi’r-rüchanı olan tarik-i icaz üzerine varid olmuştur. Yoksa murad hak üzerinde olan ve hak ile vasiyette bulunan demektir. Zaten inde’l-ukala müsellemdir ki bir şeyi tavsiyede bulunan halkı bir şeye da’vet eden adam ancak kendisi o şeyden büyük bir nasib alandır. Öyle ya bir olmayan adam nasıl olur da başkalarını o işi yapmağa da’vet eder. Yahud etse de muvaffak olabilir? Kendileri münkerattan çekinmedikleri halde nası ma’rufa sevk edenlere gelince bu bir da’vet-i sahiha addolunamaz. Zira böyleleri usul-i da’veti bilmiyorlar. Bunlar bu da’vetlerinde muvaffak olmak şöyle dursun nası isal etmek istedikleri gayetten büsbütün tenfir ediyorlar. Kitab-ı Mübin’deki hitab ise inde’l-ukala me’luf ve ma’ruf olan tarzdadır. Zaten denilip denilmemesi şunu beyan içindir ki hüsrandan necat efrad-ı ümmetten her birinin evvela bizzat hakka haris olması sonra da her birinin o hakkı kavmine tavsiyede bulunmasıyla kaimdir. Zaten bir kimse hakkı görünce arkadaşına tavsiyede bulunmak ister ise bittabi kendisi de hakkı gördüğü gibi kabul etmek ister. Adeta bu ibare-i cezilede mü’minlerin hak ile tevasi etmeleri kendilerine tevcih olan vasiyyet-i hakkı kabul eylemeleri mensustur. Dördüncü Karn-ı Hicriden Sonra: mezhebe hiçbir şahsa takayyüd etmeyen ashab-ı iktidar pek ziyade azalmıştı ve günden güne azalıyordu. Nihayet bir gün hiçbir sahib-i cehd ü iktidarın kalmayacağından korkuluyordu. Çünkü artık bunun alaimi görülmeğe başlamıştı. Evvelleri olduğu gibi ulum-ı İslamiyye fıkha mesai-i deliyye ilm-i tarih… İşte ulemadan olacağı me’mul birçok zevat ayrılmış; şu ulum-ı muhdese ve ulum-ı dahile ile iştigal etmeye başlamıştı. Bütün bu ulum için fukahanın dahi az çok rağbetleri olmuyor değildi. İlm-i fıkh en ziyade ulum-ı cedeliyyeden ulum-ı felsefiyyeden müteessir oluyordu. meydana gelmiş idi. Şuubat-ı ulum çoğaldıkça salik ve mütehassısları dahi o nisbette artıyordu.. Fakat ilm-i fıkh ve beraber isti’dad-ı milli gizli bir surette duçar-ı inkısam oluyordu. mebadi-i idbarı oluyor. Eimmeden birinin mezhebini kabul eden ulema beyninde moda olmaya başladı. Bu hal gittikçe terakkı etti. Her taraf kendi mezhebine dair vesaik topluyor; delail hazırlıyor; her bu hal o kadar ilerledi ki büyük küçük hatta umera bile buna iştirak eder oldular. Adeta mübahese meclisleri o zamanın hususi “temaşa”ları sırasına geçti. Tabii galebe edenler hükümdarlar tarafından nail-i mükafat oluyorlardı. Bu hadise meydan-ı fıkhide iki türlü te’sir icra etti: - Her mübahis kendi mezhebi dahilinde tetebbuat icra ettikçe onu müdafaaya çalıştıkça tabii olarak mezhebine olan muhabbeti şiddet-i merbutiyyeti tezayüd ediyordu. - Mübahisin kendi mezhebine olan şiddet-i muhabbet ve merbutiyyeti ve onu müdafaa için sa’y u gayret etmesinden aksülamel tarikiyle hasmı kalben ve ruhen tebaüd ediyor adeta taassuba kadar ilerliyordu. Mezahib teessüs ettikten sonra bulundukları merakiz dahilinde kalmadı. Coğrafya itibariyle ve daha sair münasebat hasebiyle müstaid olduğu cihata intişar etti. Mezheb-i Hanefi Maveraünnehr’e ve Türkistan’a mezheb-i Maliki Mağribiler ve Berberiler ile Endülüs’e kadar ilerlemiş idi. Bu iki memleket müstesna olmak üzere Mezheb-i Şafii her memlekette bulunuyor; mezheb-i Hanbeli merkez ve havalisinde Bu mezheblerden hangisi olursa olsun gittikleri biladda din-i mübin-i İslam’ın yegane bir mezhebi gibi telakkı olunuyor; başka mezahim dahi mevcut bulunmadığından artık kendi hududu dairesinde müstaid olduğu kadar tevessü’ ediyordu. Hele hükumet-i mahalliyyece de mazhar-ı kabul olursa büsbütün resmiyet kesb eder; ulema ve hükumet vasıtasıyla avama dahi nüfuz ederek müntehasına vasıl olur; hatta taassup derecesini buluyordu. Binaenaleyh o memleketlerde tabiidir. Hükumetçe kazanın infazını ahalice iftanın kabulünü te’min için hakim ve müftiler mezhebin fukaha-yı kadimesinden birine istinad etmeği mecburi biliyorlardı. Bağdat Kufe Medine… gibi merakizde iki sınıf ulema mevcut bulunuyordu: - Hiçbir mezheble takayyüdü bulunmayıp bitaraf kalanlar. - Mezahibden birini az çok iltizam edenler. Hariçte ise bitaraflığını muhafaza eden ulema pek az bulunuyor; bulunsa bile ifta ve kaza gibi umur-ı resmiyyede kullanılamazdı. Merakizde olan ahali ta öteden beri istediği alime müracaatla ekseriyet üzere nazar-ı itibara alınmazdı. Müracaat olunan fakıh bitaraf ise telakkı ettiği usul üzere nusustan anladığı veyahud eslaftan işittiği vechile buralarda bulamazsa kendi Bu fakih taşralarda olanlar gibi bir mezhebi iltizam edenlerden hile cevap verirdi. Mezhebinde bir istinad-gah bulamazsa eimmesinin akvalini nas makamında tutarak usul-i mahsusasıyla mezhebi dahilinde ictihad eylerdi. sirinde dördüncü karn-ı hicriden sonra ahval değişti. Artık müftiler ve fukaha içinde bitaraf olanlara tesadüf olunmuyordu. Esasen bulunsalar bile onların fetvalarına müracaat edecek ahali kazalarını infaz edecek hükumet kalmamıştı. Mezhebler müstaid oldukları kadar intişar ettikten sonra takarrür ve resmiyet kesb etmişlerdi. Binaenaleyh “ictihad fi’şşer’” uful etti. Yerine de “ictihad fi’l-mezheb” kaim oldu. muhdes olan usul-i ictihad bilerek bilmeyerek adeta mecburi bir surette kabul edilmişti. Savab olan tarik-i ashabdan udul edilerek nusustan uzaklanılmış idi. Ashab-ı kiramın tabiin tebe-i tabiin hazeratının meslekleri terk edilerek tamamen yeni bir meslek kabul olunmuş idi: “İctihad fi’l-mezheb.” Bu devirde olan ulema ekseriyet üzere usul ve kavaidde üstazlarına ittiba etmekle beraber füruatta istihrac ve istinbattan geri durmuyorlardı. Tariklerinde usullerinde serbesti de yok değildi. Fakat bununla beraber ictihadda olan revnak ziya artık sönmeye meyletmiş idi; hareket terakkıye doğru değil tedenniye doğruydu. Bu meslek birdenbire kabul olunmazdı. Bu bir neticeydi ki mukaddematı eimme hazeratının kendi asırlarında hafi bir surette ihzar edilmeye başlamıştı. Hele bu hal Ebu Hanife tarzda anlaşılıyordu. Hazret-i Ebu Hanife’nin İbrahim Hanefi ve rüfekasını İmam Malik’in ulema-yı Medine’yi iltizam buyurmaları bu neticenin ilk mukaddimelerinden addolunabilir. zamlar pek zahir değil idiyse de ashablarının üstazlarını iltizamları Ebu Hanife ve Malik hazeratının ashabında olan evvelce ta’rif edilen ictihad-ı eimmenin ashabı devirlerinden geçmemişti. Bu devirlerde dahi ekseriyet üzere “ictihad fi’lmezheb” ve “usul-i tahric” hüküm-ferma idi. Sonra gelen devirlerde usul-i tahriç bütün ma’nasıyla kuvvet buldu. dahi bu devrin ictihadlarında ma’na-yı hakıkısini buna yakın olan bir dereceyi de göremediklerinden ictihadlarını “ictihad fi’l-mesail” diye tabir etmeye mecbur olmuşlardır. Bundan sonra gelen devirlerde velev pek ziyade dar olan kayıtlar ile mukayyed de olsun ictihad ve ta’birine şayan bir mesaiye tesadüf olunmaz. Bütün bunların makamına “tahric” daha sonraları “taklid” kaim olur. Bu ta’biratın az çok hususiyeti var gibi görülüyorsa da devr-i eimmeden sonra bütün mezahibin manen ruhen aldıkları vaziyet yekdiğerlerine pek ziyade benzer: İctihad-ı meşru’dan uzaklaşmakta aynı tariki ta’kib ederler. Onları taklid-i mahza aynı mukaddemat isal eyler. Onun için bu ta’biratı ta’mim etmekte vesair mezhebe de teşmil etmekte bir beis tasavvur edilmiyor. Evet icabat-ı zamaniyye ve siyasiyye ile Irak mekteb-i fıkhisinden teşe’üb eden Mezheb-i Ca’feri de Mezheb-i Zeydi de ictihad fi’ş-şer’ denilebilecek kadar bir vüs’at meşhud oluyorsa da ictihad fi’l-mezheb hala devam ediyor. virde ictihadın ma’na-yı asliyyesinden zerre kadar bir şey kalmamıştı. Fakat buna benzer bir şaibe mevcut bulunduğundan “ictihad” kelimesini büsbütün atmak münasib görülemiyor. Binaenaleyh bu devreye “müctehidin fi’l-mesail” tabakası denilmiş idi. Bu tabakada ulema seleflerinin merviyyatlarını fetava ve müçtehedatlarını kabul ile telakkı ettiler. Diğer taraftan bunları ta’lim suretiyle ahlafa naklediyorlardı. Bir hadisenin hükm-i şer’iyyesini bilmek için şu mesail-i menkule içinde taharriyat icra eder ekseriyet üzere aradıklarını bulurlardı. Şayet sarih bir merci’ bulamazlarsa fukaha-yı kadimenin Kitap ve Sünnet üzerinde yaptıkları ictihadı şu menkulata tatbik eder; onun iktizaatından imaatından istihrac ve istinbat-ı ahkam eylerlerdi. Kıyas da hayli işlerine yaradı. Evet ahkam-ı menkule çok defalar makısün-aleyhin vazifesini ifa edebilirdi. İşte bu suretle meydana gelen mesail-i fıkhiyye zıldı. taplar ezberlenir öğretilir tahlil olunur imaatı iktizaatı bulunur… Bu iştigalat bütün eyyam-ı tahsiliyyeyi istiab ederdi. Asar ve sünen artık nazar u i’tibardan sukut etmek üzere idi. Bütün bunlar taklide doğru bir hareketti. Devr-i tahric… Edvar-ı muzlime-i taklidin ilk safhası… Bu tabakada ictihad ictihaddan bir zerre değil şaibesi bile kalmamıştı. “Mütunu ke’n-nusus” bir düstur-ı a’zam Devr-i tercih devr-i temyiz… İlm-i fıkıh tarihinde pek az münevver iki levha-i siyah… Bundan sonra zulmet-i mutlaka devri bundan sonra Nazım hazretleri Cenab-ı Halime’nin Resul-i Ekrem sallallahu teala aleyhi ve sellem Efendimiz’i irda etmesi bereketiyle müşarun-ileyha nezdinde ba’del-kaht vüs’at hasıl olduğu ve kendine kendi ameli cinsinden olarak koyunlarının bol bol süt vermeleriyle mükafat edildiğini takrir ettikten sonra şimdi de kavlinde zikreylediği muzaafenin ne mertebeye baliğ olduğunu temsil tarikıyle henüz gök yaprağına muntazırdılar. Halime-i Sa’diyye’nin kat kat ecr ü mükafatına bais olan emr-i rıdaı ve bu sebep habbe olmak üzere kendisinden yedi başak husule gelmiş tohum tanesine andırıyor halbuki müşarün-ileyhanın kat kat nail olduğu nimet ve ihsanlar cümlesinden olarak ekinlerinde bu derece feyz ü bereket zuhura geldiği vakit nebatat bi’l-külliyye mefkud olduğu cihetle fukara ve zuafa hububatı görmek şöyle dursun hububatın henüz gök yaprağına muntazır oluyorlar da onu bile göremiyorlardı. Nazım hazretleri sözü sure-i Bakara’da vaki’ ayet-i kerimesinden muktebestir ve atideki lafzını hazf eylemesi bu adedin hususi murad olmayıp belki onunla mutlak kesret murad olduğuna tenbih içindir. Ayet-i celilenin meal-i münifi: Mallarını fisebilillah alel-ıtlak mallarını vücuh-ı birr ü hayra sarfedenlerin nafakaları her sünbülesinde yüz habbe olmak üzere yedi sünbüle tanesine andırır ki ondan bir sak sürüp yedi dala ayrılır ve her dalın yüz aded taneli bir başağı olur. İnbat eden Cenab-ı Bari iken ayet-i kerimede inbatın habbeye isnad buyrulması linden mecaz-ı aklidir. Temsile gelince: Kadı Beyzavi Tefsiri’nde mastur olduğu üzere bir tohum tanesinden yedi yüz ve daha ziyade tane husule geldiği mısır buğdayında ve karaca darıda ve pek mahsuldar arazi buğdaylarında meşhuddur. Bu olmasa bile temsilde farz ve takdir kifayet edip temsilin sıhhati için mümes-selün-bihin bil-fiil vukuu iktiza etmez. Mübteda-i mahzufa haberdir ve kelamda teşbih vartakdirindedir. Tarahabbe kelimesinin vahidi olarak buğday arpa vesair gallelerin mef’ul ve nin cem’idir. Sünbüle: Ekinin ta’bir da haliye ve asf mübtedadır. Aynın fethi ve sadın sükunuyla maba’dine mütealnazm-ı şerifindeki zamir kabilindendir. telaffuz olunur: munfaildir ve takdirindedir. Zuafa: zaifin cemidir. Esselam ey hadaret-i bakiyye-i bahar ile mütetevvic latif orman! Ey müteferrik çemenzar üzerinde gunude sararmış evrak-ı eşcar! Esselam ey sevimli eyyam-ı ahire! Tabiatın bu reng-i matemi ve ahzanı ile teellümat ü ıztırabat-ı ruhaniyyem ne kadar da hem-ahenk enzarımı ne kadar da taltif ediyor. Hutuvatım sükun-abad vadiye doğru mütefekkirane larak bir levn-i ısfirar irae eden güneşi görmek neşrettiği hafif ve zaif ziyanın delaletiyle ayaklarımın ormanın zılal-i kesifi içinde meşy ü cevelanını hisseylemek ne kadar da mahzuziyetimi mucib oluyor. Evet hazanın bugünlerinde tabiatın bu dem-i ihtizar-ı va-pesininde enzar-ı teyakkuz ve letafet-nisarının puşide-nikab olduğu zamanlarda pek başka pek ruh-istinas bir cazibe buluyorum bu bir dostun bir yar-i canın vedaını andırıyor aynıyla mevtin ebediyen kapayacağı dudakların son tebessümüne benziyor. Ufk-ı hayatı terke amade bulunduğum bir zamanda ümidin hal-i istiğrak içinde mahv u bi-nişan ettiği uzun günlerimi yad ile ağlayarak yine bu ormanlara; bu latif vadilere atf-ı nigah-ı tahassürden bi-hakkın müstefid ve zevk-yab olamadığım bu bedayi-i tabiatı müştakkane temaşadan men’-i nefs edemiyorum. Ey zemin-i piraye-dar ey mihr-i rahşan ey nazra-firib vadiler ey baştan başa çeşm-i can ü im’anı tenvir eden bedayi-i tabiat! Lahd-i sükunumu muhat olan bu yerlerde bir katre sirişk-i şükran u minnet arz ve ithafına mecbur ve medyunum! Bir muhtazırın meşammına hava ne kadar muattar aksediyor ziya ne kadar saf güneş ne kadar dilnişin ve latif görünüyor! Ben şimdi zehir ile memzuc olan cam-ı şarab-ı hoş-güvarı cür’asına varıncaya kadar boşaltmak istiyorum hayatımı katre kalmıştır!. Belki ümidin dem-i zevali olan bugünde henüz benim için bir lahza saadet-i istikbal mev’ud ve mukarrerdir!... Belki beyne’l-beşer benim için mechul bir ruh ruhumla aşinalık izhar ederek bana bir cevap vermek lütfunda bulunur!. Şükufe rayihasını nesime hayatını bir şems-i dırahşana tevdi’ ile sukut eyliyor; bu iki suret de ma’na-yı vedaı mutazammındır. Ben de dem-i vapesin ve ihtizarda bulunuyorum; an-ı iğtirabımda ruhumdan da etrafa hüzn ü letafetle memzuc bir ahenk münteşirdir. Ey muhtazır şukufe-i vahdet-güzin dön Olmuş idin yegane bu vadi için şeref Bad-ı şimal eyliyor evrakını bugün Piraye-i zemin iken efsus hep telef Bizler de ayn-ı hadiseye ser-nihadeyiz Yek-tavrdır vedaımızın var tevafuku Bir yaprağın düşer yere ayn-ı zamanda biz Bir zevke elveda’ deriz bu telahuku: Der-piş ile zavallı beşer zar u dil-harab Eyler heman hakikate vehminden intikal Tevlid eder hayal-i beka şöyle bir sual: Ömr-i beşer mi Zühre midir haiz-i nisab? Sözü çok uzattık. Mes eleyi toplu tutmaya o kadar çalışmakla beraber dallandırdık dağıttık. O halde ki asıl maksud olan cihet ikinci üçüncü derecedeki tafsilat arasında karışacak ve kaybolacak dereceye geldi. Bunun için sözü büsbütün keserken işin ana çizgilerini bir daha kabartıp yüze çıkarmak fazla olmaz. Tedrisatı nasıl yürüteceğiz? Söz bunun üzerine idi. Evet tedrisatı nasıl yürüteceğiz? Bunda birinci esasımız sadelik.. Her ne ki sadedir onu alacağız. Her ne ki sade değildir onu bırakacağız. Bu esasa binaen tedris işinde her şeyden evvel kitabı bir tarafa koymuş gibi hareket edip kaideleri lisanın kendi sinesinden çıkaracağız.. Taliplerimizi bu türlü çalıştıracağız bu yolda harekete alıştıracağız. Hele muallim kitabı veya kitapları süzmüş ve elemiş olarak bu usule dökülecek olursa işin çorap sökülür gibi kendini göstereceği kendi kendine kolaylaşacağı şüphesizdir. den evvel söylediğimiz sözlerin birtakım parçalardan hasıl olduğunu onları şakirdlerimizin kendilerine parçalattırarak göstereceğiz her soydan sözler bulup bunları ortaya dökerek parça parça didik didik ettireceğiz. O halde ki herkes bir söz karşısında kalınca onu kendi başına söküp parçalarını görmeye göstermeye meleke hasıl edecek… Kelimeyi taksim ederken peşin peşin kelime üçtür beştir demeyeceğiz. Kelime bizce kaç cins ise o cinsleri cami misalleri gelişi güzel gibi fakat bizce evvelden düşünülmüş hazırlanmış olarak ileri süreceğiz. O halde ki herkes bunların bir türlü değil üç veya beş türlü olduğunu ayan ayan görecek bunlara ayrı ayrı adlar takılmasına ihtiyaç hissedecek. Biz o zaman buna şu ismi ve buna şu ismi versek nasıl olur? gibi ufak ufak yardımlar edeceğiz… Ta’rif ezber ettirmeyeceğiz. Kaide ezber ettirmeyeceğiz. Şakirdlerimizi anlaşılmaz efsunlar okuyan bakar körler haline düşürmeyeceğiz. Papağanlaştırmayacağız. Onlar mes eleleri kaideleri anlayacak. Anladığını icabında anlatacak. Anlayan elbette anlatır anlatamıyorsa anlamamış demektir… Daima hissettireceğiz ki Türkçe Türkçe’dir. Türkçe’de meramı Türkçe lügat ile Türkçe kaide ile anlatmak ve yazmak asıldır. Arabi’ye Farisi’ye dökülmek tutunmak bid’attir… Sözlerin cümlelerin mütemmimlerle yavaş yavaş nasıl büyüdüğünü göstereceğiz. Hülasa gücü daima kolay cihetinden kavrayıp kolaylaştıracağız. Bunlardan başka da bazı şeyler söylemek isterdim. Öyle şeyler ki onların her biri ancak bu kadar birer musahabeye sığabilir. Mesela cümleye ve cümlenin mütemmimlerine dair yazıya imlaya ponctuation denilen işarat-ı tahririyyeye dair kıraata dair lisanımızın bugünlerde gazeteler ağzına düşen sadeleştirilmesi işine dair birer musahabe daha yapılabilse diyordum… Vakit bulabilirsek belki de şu Ramazan gecelerinde bir şey yaparız. Bugün görüyoruz ki kavaid fikri tezelzülde. Herkes bir akılda herkes başka bir ictihada tabi. Lisan ve kavaid aleminde adeta bir anarşi bir fetret hüküm-ferma. İş kanununu buluncaya kadar bu hal devam edecek. Bu da bir inkılaptır. Bu fetret esnasında işin sevk ü idaresine bakanların muallimlerin kalem sahiplerinin basireti lazımdır. Bunlarda lisanın atisi için birtakım esaslı fikirler olmalı. O fikirler nedir? çe kelimelerle anlatılabilen mefhumları Türkçe söylemek. Olabildiği kadar Arabi ve Farisi terkib yapmamak. Arabi ve Farisi ve Fransızca lüzumsuz kelimeleri yavaş yavaş taramak atmak.. Kendi kendine Türkçeleşen lügatleri hüsn-i telakki edip bunların emsalinin çoğalmasına yol açmak.. Kelimeleri ağızdan çıktığı gibi yazmaya adım adım yaklaşmak.. Türkçe kelimelerin yazılışındaki mantıksızlık üzerine nazarları celb ile mantıka uyan misallere imtisal etmek.. Arabi ve Farisi kelimelerin imlasında Türkçe’ye daha mülayim sade şekilleri tercih etmek.. Dillere dolaşan lafzi ve ma’nevi galatları hataları ıslah u tashih yolunu tutmak.. Türkçe’de temiz İstanbul Türkçesi’ni numune tutarak sadeliğe doğru biraz daha ilerlemek.. Lügatlerin ma’nalarını tahdid ü ta’yine gayret etmek.. Türkçe’nin bir taraftan yeni yeni lazım lügatler yeni yeni lazım ta’birler ıstılahlar ulum-ı mütearife ve kelam-ı kibar denilen meşhur ta’birler yolunda mütearif cümleler edinmesine himmetler sarfetmek vesaire vesaire. Bunların her biri dediğim gibi birer musahabe ile tafsil edilmelidir. Fakat bu kadarı da işe yarayabilir. Bunları birer mühim esas gibi hatırlarda tutmalıyız; sıra düştükçe zemin oldukça nakarat gibi tekrar etmeliyiz. Bu esaslara tarafdarlar peyda etmeliyiz. Böyle yaparsak lisanımız için beklenen kemal bi-mennihi teala yakın bir istikbalde kendini gösterir. Tekrar ederim ki söz çok uzandı. Fakat zannımca bu mes’ele bundan az sözle anlatılamaz ve anlaşılamazdı. Hasılı ben de oruç yerken yakalanan herifin bu kadar yemesem hiç tutamayacağım dediği gibi bu kadar söylemesem hiç söyleyemeyeceğim diyeceğim. Hani Hoca Nasreddin – kuyuda gördüğü ayı çıkarmak için konu komşuyu toplayıp sarkıttığı çengelin bir yere takıldıktan sonra kurtulmasıyla herkes sırt üstüne düşerek ayı gökte gördükleri vakit– çok yorulduk ama ayı da yerine getirdik dememiş mi? Bizimki de hemen böyle. Bilmem ki ayı yerine getirebildik mi? Hutbelere Dair Sıratımüstakım’de Tükçe hutbe numunelerini intizar eder zat-ı muhterem tarafından hutbelerin Türkçe olarak tilavet edilmeleri aleyhindeki bendini gördüm. Doğrusu taaccüb ettim. Hutbeyi Türkler arasında Türkçe okumak bid’at-i seyyie O zat-ı muhterem hutbeden maksad-ı asli ne olduğunu şerait-i Cuma esbabını iyice tedkık ü ta’mik buyurmamış olmalıdır ki böyle bir emr-i hayra bid’at-i seyyie nazarıyla baksın. Arap olmayan ilm ü ma’rifete susamış akvam-ı İslamiyye’ye Arapça hutbe okumak ne kadar faydasız ne derece muzır olduğunu der-piş etmemiş olmalıdır ki Arapça olmayan hutbe “te’siratını müfevvit” olacağına zahib olsun. Bilakis tecrübe ettim; hüsn-i tesiri görüldü. Cenab-ı Fahr-i Kainat Efendimiz Hazretleri tarafından kavm-i Arab’a lisan-ı kavm üzere hutbeler sadır olmuş iken biz de bil-kıyas akvam-ı saire-i İslamiyye’ye lisanları üzere hitabete me’muruz. Arapça bilmeyen Türkler Arnavutlar Boşnaklar arasında Arapça hutbe okuyan hatip efendi iddia ederim ki bid’at-i seyyieyi icra ediyor. Hutbeyi anlamak yalnız Arapların hakkı değil bütün akvam-ı İslamiyye’nin bu şerefle müşerref olmaya hakları vardır. Bilmeliyiz ki Süryanice tekellüm eden akvama lisan-ı Arab üzere kitap Arapça risaletini ifa eden resul nebi gelmemiştir. Saika-i hüsn-i niyyetle bend-i mezkurunu yazmış olan zat-ı müşarün-ileyh unutmasın ki kiliseler hutebası hep tuhaf tegannilerle seci’lerle hutbeler okuyorlar. Bu ise ciddi vakur olan dinimize yakışmıyor. Hutbelerden maksad ve meramı istifade-i maddiyye ve ma’neviyyelerini istihsal için geçen Ramazandan ibtidaen Türkçe hutbe mev’ize kısmını okumağa başladım. Bid’at-i seyyie değil min-gayr-ı haddin me’mur olduğum bir emr-i aliyi hakkıyla ber-vech-i meşrut ifa etmekte olduğumu i’tikadım ber-kemaldir. Hatta bu emr-i hayırda birinci isem iftihar ederim. Ulema-yı Kiram!... Efkar-ı umumiyye-i diniyyeyi teşviş ve diyanet-i İslamiyye’yi tezyif etmek maksad-ı redianesiyle -Abdullah Cevdettarafından Türkçe tercüme ve Tarih-i İslamiyyet namı tahtında manzuru olmuş ve müfteriyyat-ı dallesine vakıf olduğunuz halde neden bu ana kadar laubaliyane davranıyorsunuz. Her ne kadar bu kitabın muhteviyatı sırf kizb ü iftiradan ibaret cahil bulunduğundan bunların bu turuk-ı fasideye men’-i sülukleri çaresi nazar-ı dikkate alınarak niçin bir çare ittihaz edilmedi? Yoksa müdafaaya lüzum mu hissedilmiyor? La-reyb hakıkatten ari bu iftiraları gören bir sahib-i din ve akl-ı selim tasavvur olunamaz ki vicdanen muazzeb müteellim olmasın. Bu kitab-ı menfurun Tıbbiye Mektebi’nde icra eylediği su-i tesiri enzar-ı hamiyyetinize arz ediyorum. Sahib-i eser – ki mütercim – bu fikr-i batılı Tıbbiye Mektebi’nde neşr ü ta’mim etmek maksad-ı zahirisini iltizam edip fiyatça da bir nev’-i teshil göstermiş ve maalesef hezeyan-nameyı mütalaa eden efendilerin ekserisi o fikr-i sakıme o re’y-i batıla meyilleri müşahede edilmiştir. Böyle dalal ve hezeyan-ı vahiye karşı birçok refiklerimle münakaşa ve müdafaada bulundum. Hepsinin verdiği cevap şu oluyordu: – Evet! Alimlerimiz buna karşı ne vakit bir şey yazar ve yazdıklarını aklen ve fennen isbat ederse o vakit biz de hakıkate karşı bir şey demeyiz. kışmak ma’lumu i’lam kabilinden olacaktır. Bedihidir ki hakıkat-i diniyye hiçbir vakit bozan[?] hizy ve butlan olamaz. Fakat malumunuzdur ki vakit başka söz de başka olmalıdır….. El-yevm nur-ı şems-i zahire ayan olan din-i selim-i İslam’ın hakıkatine kail ve musaddık pek çok Avrupa eserlerini ve mütefenninlerini dahi müşahede ediyoruz. El-haletü hazihi görülüyor ki din-i mübin-i Muhammedi’yi lekedar etmek maksad-ı hasiranesini ihtiva etmiş olan şu batıl eseri ortadan kaldırmak ve tevlid ettiği ve edeceği te’sir-i seyyie karşı lazım gelen tedabiri ittihaz etmek bize rehber ve menar olacak ulema-yı İslam’ın vezaif-i mühimmesinden olmuştur. Meşrutiyetle idare olunduğumuz halde şimdiye kadar dafaaya vicdanen mes’ul oldukları gibi dinen de mes’ul olamazlar mı? O kitaba karşı bir cevab-ı şafi ve vafiyi havi asarın neşrini hamaset-i diniyyenizden intizar ederim. – – Ortalıkta ne kadar dedikodu dolaşırsa bunların asıl menşei rüesadır. Rüesa bir şey yapmak istiyor; umum ise kendine taalluku olduğundan bittabi bu iş hakkında birtakım musib ve gayr-ı musib efkar der-miyan ediyor. Böyle bir müsademe-i efkardan hakıkatin parlamasına ramak kalmışken –gayr-ı musib efkarın kesretinden mi nedendir– nagehani o dedikodular vücuda geliyor. Bu sırada eğer rüesa hakıkaten sahib-i iktidar iseler maharet-i siyasiyyeleri sayesinde vücuduna sebebiyet verdikleri bu dedikoduların etrafını kendileri alarak iras edeceği zarardan milleti kurtarmış olurlar. Eğer yoktan bir şey iseler harekat-ı na-şinasaneleriyle daha birtakım dedikodulara sebebiyet vermiş olurlar ki bundan mutazarrır olacak ancak millettir. Demek bu dedikoduların menşei rüesa olup alamını çeken de millettir. Bütün alemde bir intibah hasıl olalı beri Rusya İslamlarının ahvalini tedkık edecek olursak görürüz ki aralarında ardı arkası kesilmeyen birtakım dedikodular deveran ediyor. Bunlar yavaş yavaş efrad-ı nası zehirleyerek aralarına tefrika düşürüyor aheste aheste inkıraza doğru sürüklüyor. Ma’lum ya! Bir milletin ne kadar şevket ve azamete malik olursa olsun iftiraka tahammülü yoktur. Aralarına bir kere bu tefrika girince hemen yuvarlanıverir. belki derece-i terbiyyelerini. Çünkü böyle şeylerin şahsiyetle kat’iyen alakası yoktur. Terbiyeleriyle beraber bir de terbiye-gahlarını gözden geçirelim. Çünkü insana muhitin pek ziyade te’siri vardır. Çürümüş yarısı yere yatmış tulu sekiz arzı yedi arşın cesametinde bir bina tasavvur ediniz. Pencereleri kırık rüzgar geçmesin diye deliklerine de yastık havlu gibi şeyler sıkıştırılmış… Kapısından içeri girer girmez havuz namıyla ma’ruf bir sahnesi var. Bir havuz ki bir bataklıktan hiç farkı yok.. Eğer köşelerinden tavattun eden ihtiyar kurbağalar da kendilerine mahsus ahenk-dar sadalarını salıverirlerse artık bu anda insan tamamıyla bir bataklıkta olduğuna kesb-i emniyyet eder. Duvara fülana tutunmadan öte tarafa geçmek mümkün değil. İleriye doğru ihtiyatsızcasına bir adım attığın gibi hemen arkan üzere düşeceğin şüphesizdir. Havuz ta’bir edilen bu kurbağalığın öte tarafı yüz yüz elli kadar cemm-i gafirden mürekkeb bir kalabalıktır. Bu kalabalığa larda ikamet edenlere benzer solgun benizli birtakım insanlar tarafından sarılmış ve üzerine de mütevahhişane nazarlar fırlamış olur. Bu insanları size eski Tatar medrese talebesi ve şimdiki re’s-i karda bulunan rüesa diye takdim ederim. Artık bu anda kulağına gibi birtakım kelimeler şaşkınlara mahsus bir eda ile telaffuz edilerek garib garib sadalarla işitilmeye başlar ki bunların da bir hazırlık olduğunu.. Evet istikbal-i millet için hazırlık olduğunu beyana lüzum yoktur. Bu zevat-ı muhteremenin kendilerini böyle bir kalabalık içerisine sokmaktan yegane maksadları ve yegane emelleri istikbalde re’s-i kara geçerek millete bol bol hizmetler göstermekti. Malum olduğu üzere asıl Rusya Tatarların vatanı olarak bunun uğruna çalışmaya ve siyasetine karışmaya dünyalar kadar hakları olsa da Kazan Ruslar tarafından istila edildiği zamandan beri üzerlerine indirilen bar-ı azimin sıkleti bellerini doğrultmaya müsaade etmediğinden ister istemez birtakım zillet ü meskenet içerisinde yuvarlanıyorlardı; meydan-ı siyasetten gittikçe uzaklaşarak bu alemden de isimleri silinmişti. Binaenaleyh bunların tasavvur edebildiği re’s-i kar ancak bir şey olup o da ruhaniyettir. Onun için hazırlık da ruhaniyete mahsus bir hazırlıktır. Vaktiyle felek bizlere ne kadar ters çevrilerek bütün siyasetimizi altüst etmiş ise de ruhaniyetimize icra-yı tesir edememişti. Binaenaleyh menasıb-ı ruhaniyye bol bol olması hasebiyle bütün maarifimiz de ancak ulum-ı diniyyeye münhasır kalmıştı. Şimdi diyeceksiniz: Madem ki işiniz gücünüz ulum-ı diniyye tahsili olmuş ve bütün ömrünüzü buna hasretmişsiniz o halde medrese köşelerinden mevki-i riyasete suud eden zevat-ı muhteremenin ulum-ı diniyyede yed-i tula sahibi olması hikem-i bahire ve hakaik-i kıymet-efzanın halli hususunda yegane merci’ olmaları lazım gelir. Çünkü hep uğraştıkları ve hep tahsilleri ulum-ı diniyyeden ibaret. Bütün ömürlerini buna hasretmişler. İnsan ömrünü bir şeye hasredecek olursa elbette o şeyde ihtisas kesbeder…. Fakat va-esefa ki hakıkat-i hal böyle değildir bizim bu yürüttüğümüz nefsü’l-emri nazariyelerimizin taban tabana zıddıdır. Kendilerini bir teşrih-haneye götürüp dimağlarını taharri edecek olursak yalnız şunları buluruz: Sarf nahivden birkaç kaide mantıktan bir iki nazariye kelama dair de şöyle duman mahdud olmak üzere birtakım mesail bundan maada bir deh[?] adet kadar na-mütenahi noktalar buluruz ki bu da birtakım davalardır. Bunlar üzerine bir de kütüb-i mütedaveleden maada kitapların ibaresini hatasız okuyacak kadar kuvvete de malik vaları dimağından feveran ederek temevvüc ettiği vakit hocamızı bu dalgalar arasında birdenbire kayıp ediveririz. Ama bu kadar malumat kifayet etmeyecekmiş kuru davaların ehemmiyeti yokmuş; İslamiyet üzerine salıverilen hücumlara cumlara göğüs gererek kuvve-i ilmiyyeleri sayesinde bütün milleti ma’nevi zararlardan masun bırakmak lazım gelecekmiş; zimamları ellerine tevdi’ olunan avamın efkarını da İslamiyet ruhuyla tenvir ederek bu mübarek kuvve-i ma’neviyyenin hamil olduğu siyasiyatı hikmet ve felsefeleri daima gençlerimizin kulaklarına fısıldamak icab edecekmiş; binaenaleyh siyaset vadisinde bir Bismark hikmet ve felsefe babında ise bir Felatun olarak yetişmeleri lazım gelecekmiş; varsın nefsü’l-emrde öyle olsun fakat hoca efendinin nefsü’l-emr hücum vaki olarak sürülmek istenilen lekenin hangi noktalara ecvibesini hazırlamak birinci vazifesi iken nagehaniyyü’z-zuhur birtakım hücumlar karşısında bulundukça birden bire şaşalıyor. Hatta bazen oluyor ki bu hücumlar kendini de zehirleyerek pusulasını şaşırtıyor. Fırka-i muhalife esna-yı hücumda hikmet ve felsefe vadisine saparak İslamiyet hakkında birçok mugalatalar yapıyor. Buna karşı bizim reisimiz ebkem… Pek himmet buyurup da seslenmek isterse yüz karalığından başka bir şey yapamıyor. Neden? Çünkü fırka-i muhalife hikmet ve felsefe vadisinde ta’mik ederek burada İslamiyet aleyhine bir mugalata hazırlamakla uğraştıkları vakit bizim din hamilerimiz daha ibaresindeki kavaid-i sarfiyye ve nahviyyeyi tahlil ile uğraşıyorlardı. Felsefe-i diniyye ile uğraşmaya vakitleri yoktu. Herif tarihi bir noktaya istinaden dehşetli bir hücuma koyuluyor buna karşı ise bizim ulemalarımız tarafından bir sükut… Reh-i tahsile kadem-endaz olur olmaz karşısına pek çok ve pek karışık mebahis çıkarılmıştır ki zavallı bunlar arasında gömülmüş kalmış. İçerisinde dolaşırken her şeyi unutmuş dünyayı hatta adab-ı münazarayı bile. Onun indinde hakıkati itiraf ayn-ı mağlubiyyet ayn-ı cehalet; bir batılı iddia ve onda ısrar da ayn-ı galibiyyet ayn-ı ilmdir… ki daha inatçı sadası daha keskin ise; umumun hüsn-i teveccühü de ona matuf idi ve ismi de “münazır” ünvan-ı mübecceli ! terdif olunarak zikrolunuyordu. Bu bittabi herifin medar-ı iftiharı oluyordu. Binaenaleyh herkeste bu derece-i kes bu hastalığa tutulmak istiyordu. Ah!... Keşke bu münazara namı verilen bi-edebane sebb ü şetimler şu atalet-hanelerin zulmet-alud kuşelerinde gömülerek kalmış olsaydı!.. Bugün dimağlarımız bu hale gelmezdi. Şimdi alamını da bu kadar çekmezdik. Va-esefa ki ta zamanımıza kadar devam ediyor. Ahlakımızı zehirleyerek ümmet-i Muhammedi’yi birbirine düşürüyor. Bazılarımız “Elhamdülillah artık bu beladan kurtulduk” demek istiyorlar ama… Ta a’mak-ı ruhumuza kadar icra-yı te’sir eden böyle bir sinir hastalığından kolay kolay kurtulmak mümkün mü? Heyhat!.. Henüz bakı ve ber-devam. Ancak mecrası değişmiş. Ma’lum ya! Yirminci asır her şeye yeni bir renk veriyor. Hatta bazılarını bütün bütüne çarhından çıkararak diğer bir mecraya sevk ediyor. Artık bu tebeddüle yirminci asır kanunu desek sezadır. İşte bizim medrese münazaraları da bu kanuna tabi tutuluyor. Devr-i kadimde münazara hep eski mantık kelam üzerine yürütülüyordu. Şimdi ise mecrası değişerek yeni bir mecrada deveran ediyor ki o da dindir. Evet münazara din üzerinde cari oluyor. Bir de sahne-i mübareze tazeleniyor. Devr-i kadim sahnesi ziyafet medrese köşeleri gibi yerlerdi. Şimdi ise matbuat. Tam yirminci asra muvafık. Fakat kafalar yine eski kafa… Çünkü görülüyor ki mevzuubahis olan madde münazırın seviyye-i irfanının dahilinde midir haricinde midir? Daha böyle bahislerin sırası mıdır değil midir?.. Buraları nazar-ı i’tibara alınmayarak dizginler ala-halihi bırakılıveriyor. Elbette böyle münazaraların pek pahalıya mal olacağı devr-i kadim münazaralarına nisbetle akıbeti daha tehlikeli olacağı şüpheden varestedir. Çünkü münazara yorgunluktan başka bir netice vermeyen mantık ve elfaza dair yürütüldüğü esnada tarafeyn istediği kadar çarpışsınlar elde edilecek şey ancak bir yorgunluk olup kaybedilecek şey de yalnız vakit idi. Fakat şimdi bu kadarla da kalmaz belki daha kıymetdar şeyler kayb edilir ve daha vahim neticeler tevellüd eder. Çünkü milletin mu’tekadat-ı kudsiyyesi hakkında çarpışılıyor. Elbette bu vakit millet bigane kalamaz. Tarafeynin mızrağından fırlamış şerareler milletin tam ihtisas noktası üzerine sukut ederek kalpleri cayır cayır yakar. Bunun husula getireceği alam da raya doğru sürükler. Nifak namına cidal namına bunlara da bir hisse ayrılır. Zaten öyle oldu: Bütün ömrünü sefalet içerisinde geçirmiş ve zahiren “İslam” nam-ı mübeccelini taşıyan bir dini bugün bu meydan-ı münazarada isbat-ı vücud etmiş kendine bir hisse ayırıyor da birtakım davalara yelteniyor. Ağzı da bir mikyas-ı şeriat kesilmiş din namına keyfe-ma ittefak sı burasıdır. Çünkü böyle haller mine’l-kadim bir milletin inkırazına mukaddime olagelmiş. Çünkü bir iş erbabı olmayanlar tarafından idare olunursa elbette sonu helak ve izmihlaldir. Bunlar hep rüesanın harekat-ı siyaset-i na-şinasanesinden tevellüd eden dedikodulardır ki mes’uliyeti de elbette onlara teveccüh eder. Tarih ilk evvel onları pençe-i muahazesine alacaktır. Bugün Rusya İslamları arasında dolaşan dedikodulardan zikre şayan olanlarından bir ikisini arz edeceğim: Biri din ve mavera-yı dini yekdiğerine karıştırmak mes’e’lesedir. Eski medrese diplomatlarından biri bugün “İbadullahın kaffesi ister İslam ister Nasara ister Mecusi olsun ruz-ı mahşerde mutlaka Cenab-ı Hakk’ın afvına mazhar olarak azab-ı cehennemden halas olacaklar” diye bir davayı disi gayet fazıl bir zat olup bu davasını ayat-ı kerime ve ehadis-i Nebeviyye-i şerife ile isbat edeceğini de söylüyor. Ne dersiniz buna?.. Elbette ilmi cihetini erbabına zamanımızın en güzide ulemasına terk edelim de sahib-i davayı bu gibi davalara saik ne olduğunu anlamaya çalışalım. Elbette bunda umumun miyan olunmuştur. Çünkü maksadsız hiçbir dava der-miyan olunmaz. Maamafih bizler burada zikre şayan bir maksad olmak nazarından söylemiş diyemeyiz. Çünkü herkesin ma’lumudur ki bugün millet-i İslamiyye’nin terakkıyatı bu gibi şeylerin bilinmesine vabeste değildir. Evet çehremiz çatık hepimizde bir düşükünlük hükümferma. babı nev’-i beşerden olan Mecusilerin ruz-ı mahşerdeki hallerine acıdığımızdan ve onlar için şimdiden bir yevm-i matem ne böyle bir afv-ı umumiyi i’lan ederek yüzlerini güldürelim yevm-i matemlerine artık hitam verelim de herkes bundan sonra işi gücüyle meşgul olsun diyelim. Belki bu düşkünlüklerin esbabını başka yerden aramak lazım gelir. Binaenaleyh Musa Efendi’nin bu davasını istikbal-i millet için diyemeyiz. O halde?.. O halde diyeceğiz ki: Sakım bir tarz-ı tedrisin netayic-i tabi’iyyesidir. Onunçün burada maksad aramak nafiledir. Dolaşan dedikodulardan daha birini arzedeceğim: Hele bu pek garib. Yukarıda dimağını taharri ettiğimiz diplomatlardan biri tarih yazmaya yeltenmiş. Hem bizim bildiğimiz gibi vekayi’-i maziyyeyi yalnız şöyle olmuş böyle olmuş demekle değil belki “üstüvarın” hakıkı ma’nasıyla... İntikad tarikiyle… Bu divaneliğe insanın güleceği gelir. Fakat gülmeyelim de zavallı adamcağızın haline acıyalım. Çünkü zavallının tarih yazmak hususunda hayali o kadar büyümüş ki olur şeylerden değil. Herif Resul-i Ekrem Efendimiz’in hayat-ı hususiyyesi hakkında birtakım şeyler saçmaladıktan sonra din-i mübin-i İslam’ın bir din-i semavi olmayıp yalnız Hazret-i Muhammed’in hin-i sabavetinden beri terbiyesine itina edilerek daima kendine nebi olacak diye ilka edilegeldiğinden husule gelmiş indi kavanin olduğunu işrab etmek istiyor. Eserin bazı yerlerinde nebi olduğunu teslim gibi bir sahte tavır takınsa da bunun pek riya-karane ve bir eser-i havf olduğu besbellidir. Zavallı adamcağız! Birtakım efkar-ı fasidesini yutturmak lisan kullanıyor ki insan bunu gördükçe kendini en kurnaz bir misyonerin neşriyatı karşısında bulunduğuna hükmeder. şeklindedir. Çünkü Resul-i Ekrem’in fetanet ve zekavetinden mübalağalarla bahsetmek kurnaz bir misyonerin usulüdür. Bunun altında gizlenen maksad ve bundan beklenen menafi’ İslamiyet’in bir din-i semavi olmayıp yalnız bir eser-i zeka olduğunu yutturmaktır. Bir kere İslamiyet’i din-i semavi sırasından çıkarmaya muvaffak olursa artık öte tarafı kolaydır. Çünkü medeniyet-i hazıra namına ahlakı bozulmamış bir milletin bir din-i semaviye mütemayil olacağı ve bunsuz yaşayamayacağı bedihidir. Bu sayede bizim misyoner de maksadına vasıl olmuş oluyor. Kurulmuş tuzaklar pek yolunda… Değil mi? Fakat ne çare ki bizim koca imamımız pek geç kaldı “İsabet”in ne vakit te’sir edebileceğine biraz isabet edemedi. Çünkü bu gibi saçmasapanlar bugüne kadar misyonerler ağzından kerrat ile merrat ile söylendiğinden kurulmuş bir tuzak olduğu alem-i İslam nazarında tamamen teayyün etmiş anlaşılmıştır. Bugün misyonerler cem’iyeti böyle desais değil bir imamın ağzından hatta kerametiyle uçmak derecesine vasıl olmuş bir şeyhin ağzından söyleseler bile en deni bütün ömrünü sefaletlerde geçirerek İslamiyet’in kadrini bilmeyen en adi bir İslam’a bile yutturamayacaklarını kendilerine ihtar ederiz. Binaenaleyh böyle desaisle uğraşmanın vakti geçmiş olduğunu anlamaya çoktan vakit gelmiştir. Maamafih son bir oyun olacağına da emniyetimiz ber-kemaldir. Çünkü Rusya’da böyle şeylere ne ile mukabele olunacağını artık gördüler. Onun için boş boşuna para sarfetmezler zannederim. Bu safsatalara karşı bütün matbuat pür-ateş kesilmişti. asumanı gürletiyordu. Miskin! Bunları işitince kendini müdafaaya kalkışmasın mı! Keşke sükut ede idi!.. Galiba kimseye danışmadan cevaba kalkışmış olmalı damdan yıkılmış gibi oldu: Bizim koca müverrih-i münekkid zannettiğimiz adam meğer Altıparmak ve Doktor Abdullah Cevdet Tarihlerini kopya ederekten bu eseri meydana getirmiş Bugüne kadar zannetmem seviyye-i irfanı bu derece olan bir adam böyle bir işe cesaret ettiği görülmüş olsun. Aferin koca imam!... Abdullah Cevdet Tarihi’nden iktibasen yazıyorum diyor. Eğer burada olan şeylere vicdanen kani olarak yazmış tebrik etmelidir. Bu hezeyanları tertip ederken elbette bu kadar muvaffakiyetlere nail olacağı Rusya’nın ta öbür köşesinde tarihten bi-haber bir imamı iğfal ederek bu hezeyanlarını kopya etmeye kadar yeltendirmekle zavallı imamcağımızın başına kıyametler kopartacağı hatırından geçmemiştir. Şimdi Abdullah Cevdet’e vereceği hediyeleri hiç rencide olmadan versin. Çünkü bu muvaffakiyatı yalnız onun sayesindedir. Maamafih bu muvaffakiyetlerin pek zahiri ve pek mahdud olduğunu da ma’al-iftihar Doktor Dozy cenaplarına arz ederiz. Çünkü umum Rusya İslamlarının salabet-i diniyyeleri fevkaladedir. Böylelere pabuç bırakanlardan değildirler. Nasıl ki Abdullah Cevdet Türkiye’de lanetlerle mukabele olundu ise Rusya’daki bu vekilinin de bununla ve daha şiddetle mukabele olunacağı bedihidir. Zaten öyle oldu ve olacaktır. Dahası var: Bu koskoca müverrihimiz tetebbuat-ı fazılanelerini! daha ikmal edememiş imiş. Bir de Kur’an-ı Azimü’ş-şan hakkında tedkıkatta bulunarak bin üç yüz bu kadar senelerden beri bu Kitab-ı Celil hakkında beslenilen fikirleri mümkün olduğu kadar tashihe çalışacakmış. Bakalım daha ne hezeyanlar kopya edecek… Garibi de şurasıdır ki bazı bulanık sudan av avlamak yolunu ta’kib eden menfaat-perestan bu herifi de cedidler sırasına yorlar. Ve buna karşı Yulduz refikimizde Cedidi imzasıyla bir zat müdafaada bulunuyor. Bunun neresi cediddir acaba! Bilmeyiz ki.. Evet cedide hamle hiçbir sebep yoktur ne zahiren ve ne de batınen. Çünkü bir kere kendisi usul-i cedide mektebinde terbiye olunmayıp Kazan vilayetinin Çistay oradan da nefyolunmuş bir heriftir. Kopya ettiğini iddia ettiği kitaplardan biri de Altıparmak ki hurafatla mali bir kitaptır. Diğeri Abdullah Cevdet Tarihi’dir ki meşhur misyoner Doktor Dozy’nin kalemiyle yazılmış kitabın tercümesidir. Misyonerlerle cedidcilerin araları nasıl olduğunu anlamak isterseniz Ortodoks misyonerlerinden meşhur İlminskiy’nin Rus Synod Mahkemesi reisi müteveffa Payidev Nefisef’e yazdığı mektubuna bir göz gezdiriniz. İlminskiy’nin hiçbir mektubu yok ki orada cedidcilerden şikayette bulunmasın. Binaenaleyh misyonerlerin amaline hizmet eden bu herifin cedidcilerle kat’iyen ve katıbeten alakası yoktur. Cedidcilerin amali misyonerlere hizmet değil belki bil-akis millet-i Buna ne lazımsa hepsini yapmaya adeta Cenab-ı Hak indinde ahd ü peyman etmişler gibi fikirlerinde sabittirler. Zaten Mösyö İlminskiy’nin o vakitki telaşı da buna mebni idi. Binaen-ala-zalik bu maskeli herif maskesini bırakarak arkadaşları yanına gitsin veyahud İlminskiy’nin hempalarına olunur. Bizler harekat-ı mecnunaneleriyle sahnemizi telvis eden bu gibi serseri takımından artık bıktık usandık. Artık tahammül edecek yerimiz kalmadı. Çekilsinler bir an evvel çekilsinler fakat maskelerini alaraktan. Eğer bu hususta inat edecek olurlarsa maskelerini biz alarak ne gibi amale hizmet eden süprüntüler olduklarını alem-i İslam’a irae edeceğiz ve buna mecburuz. Zira bizim elimizde sahne-i siyasette böylelerin rollerini ifa etmeleri hiç işimize gelmez…! Bu hafta ajansların getirdikleri telgraflar alem-i İslam’ın –maddeten ufak fakat manen büyük– hücra köşelerinde şayan-ı teemmül haberler veriyorlar. Edvar-ı sabıkada böyle şeylere sokaktaki serserilerin mudarebatı kadar ehemmiyet verilmez sahaif-i matbu’ata asla geçmezdi. Din bizi rabt u tevhid etmiş iken hami-i din-i mübinimiz olması lazım gelen hükumet-i keyfiyye bizi yekdiğerimizden ayırır; çektiğimiz alam u ekdarı kardeşcesine anlatmaya daima bize bir sedd-i sedid oluyordu. Hamdü lillah bugün nail olduğumuz hürriyet böyle sedleri esasından yıkıyor bütün alem-i İslam’ın hami-i yeganesi bulunan Osmanlı İslamları ile bütün anasır-ı İslamiyye’yi birleştiriyor. Demek hürriyet-i Osmaniyye hürriyet-i İslamiyye’yi daha doğrusu vahdet-i İslamiyye’yi te’sis ediyor. tar-ı İslamiyye’de olan bu hareketler İslamların bir devre-i terakkı ve tealiyete süluklerini artık dünyada bir mesai-i layetenahi ve bir cidal-i ba-isbata mecbur ve mükellef olduklarını anlamış bulunduklarını gösteriyor. Buhara her ne kadar şimdilik küçük ve Rus’un taht-ı himayesinde bir emaret olarak kalmış ise de a’sar-ı sabıkada cihangirane bir devlet olarak Asya’nın kısm-ı azamıyla Avrupa’nın bir kısmına bile Kuşçu gibi hikmet-şinaslar Farabi gibi feylesoflar yetiştirdiği gibi ehl-i İslam’ın Kur’an-ı Kerim’den sonra en vacibü’lihtiram olan Sahih-i Buhari’mizin sahibi İsmail Buhari hazretleri gibi muhaddisler gayr-ı mütenahi bir surette ulema fuzala müctehidin fukaha yetiştirmiş ve birçok hükemanın da tahsil-gahı bulunmuştur. Bugün kısm-ı küllisi müslim olmak üzere iki milyon nüfusu vardır ki bunların asl-ı hükumeti teşkil edenleri yani emirleri sülale-i Timur’dan bulunan Türklerdir. Hatta konuştukları lisan bile Türkçe’dir. Fakat kuvve-i teşriiyye ekseriya Tacikler elinde bulunur ki ahalinin kısm-ı a’zamı ulema ve fuzala bu sınıfa mensuptur. Bunların lisanları Farisi’dir. Muamelat ve icraat-ı hükumet de hep lisan-ı Farisi üzere olup ta’limat ve tedrisat da yine lisan-ı Farisi üzeredir. Bugün Buhara’nın o muhteşem medreseleri azamet ve terakkıyyat-ı maziyyelerinin bir timsal-i mücessemidir. Bugün Buhariler mevki-i düveliyyelerini gaib ve kuvvetlerini zayi’ etmişler ise de medaris-i fahirelerini zayi etmemişlerdir. Hemen - bin talebe o medreselerde tahsil-i ilahiyyat ile meşgul bulunurlar. Fevkalade zengin olan medreselerinin tedrisatını azıcık benin mikdarı kat kat tezayüd edeceğine hiç şüphe yoktur. Yakın zamanlarda başlayan ıslahat-ı fikri ve teceddüd galeyanı an-karib Buhara medreselerinin halet-i maziyyelerinin Buhara’da zikrettiğimiz iki sınıftan başka Türk ırkına mensub birtakım kabail bulunduğu gibi bir miktar Yahudi de vardır. Bu Yahudiler dinen son derece serbest bulundukları halde asıl lisanlarını kaybederek Farisi lisan üzere tekellüm ederler tarz-ı maişetleri de katiyen Buharalılardan fark olunamaz. Ahali-i mezkureden mada bir de ekseriya saray ve daire-i hükumette kuvve-i icraiyyede bulunan birtakım Şiiler vardır ki asıl burada bahsedeceğimiz bugünkü ihtilal ve mukateleye sebebiyet veren sınıf bu kısımdır. Bu Şiiler an-asl sülale-i Timur’un muzafferiyetleri hengamında Horasan ve Maveraünnehir’de bir hükumet-i muazzama teşkil ettikleri asar-ı sabıkada bugün harabeleriyle bütün kulub-ı müslimini dağdar eden birçok ulema-i izamın maskat-ı re’si bulunan Merv şehrini İraniler elinden aldıkları zaman oradan otuz bin kadar İranileri yani sırf Şiileri esir ederek Buhara’ya nakletmişler tabii bunlar ile birçok adat ve merasim-i seriya saray ve devair-i hükumette hademe olarak kullanılmışlardır. Nihayet bunları Rus’un Asya-yı Vusta’yı istilasından mukaddem yani bütün cihanda kulluk ve köleliğe hitam verilmezden mukaddem emirler tarafından tedrici bir surette azad edilmişler yani hür edilmişlerdir. Azad edildikten sonra saray ve devair-i hükumetten ihraç olunmayıp hıdemat-ı sabıkalarında ibka edilmişler ve mürur-ı zaman ile terfi-i rüteb ede ede büyük büyük mansıbları ihraz etmeye muvaffak olmuşlardır. Buhara şehr-i şehirinin her tarafına getirerek hayliden hayliye sahib-i nüfuz olmuşlardır. Elbise adetlerinde hep Buharalılara taklid etmişler ise de kalben ma’nen daima mevlaları bulunan Buharilere bir adüvv-i mutlak kesilmişler daima memleketi bütün bütüne ellerine geçirmek hulyalarına düşerek Buhara emirlerine veliahtlarına türlü türlü vesveseler verip birçok mel’anetler şeytanetler icra ederek babayı evlada; evladı babaya sevkederek Buhara hükumet-i muazzama-i İslamiyyesi’ni muharebat-ı dahiliyye ile sefil bir halde bırakmışlardır. A’sar-ı sabıkada Buhara birçok muhasaralar mukateleler görmüş daima muhkem bir kale ile muhat kalmaya mahkum olmuş ve bunun yüzünden türlü türlü emrazın mühlik vebaların baziçe-gahı Buhara olup kalmıştır. Bir taraftan daima yekdiğerini bitirmeye sevk eden ve diğer taraftan Buhara hükumetini zayıf bir halete koyan alelekser o Merv köleleridir. Bunlar her ne kadar merasim ve adette biraz Buharilere taklid etmeye mecbur kalmışlar ise de hissiyyat-ı mezhebiyyelerini katiyen unutmamışlar unutmak değil biraz tagyir bile etmemişlerdir. Bu cihettendir ki daima bunlar mevlaları olan Buhara ahalisini yani Sünnileri hak-i helaka sermek emelinde kalmışlardır. Kendileri daima idare-i umur-ı memleket bilmeyen emirlere izhar-ı sadakat göstererek mevaki-i aliyyeyi ele geçirmişlerdir. Rusya Asya-yı Vusta’yı istila ederek nihayet Buhara üzerine yürüdüğü vakit Buharilerin en büyük vezirleri seraskerleri hep bu Şiilerden daha doğrusu Merv kölelerinden çıktıkları vakit Rusların dört topları ne kadar çölleri yürüye yürüye bütün kuvvet-i müktesebesini zayi etmiş bir müfreze askerleri General Kaufmann taht-ı idaresinde bulunuyordu. Buhara’yı tarik-i helake sevk etmek emelinde bulunan Merv köleleri vaktin emiri Muzafferüddin’i türlü türlü hıyel ü desayis ve ihafe ile firar etmeye mecbur etmişlerdir. Hatta bütün hazine ve esbab-ı harbi almaya bile fırsat bıraktırmamışlardı. Emir Vessam bütün etbaı ve Merv köleleriyle kaçtığı vakit hazine ve malzeme-i askeriyye düşman elinde kalmaya ramak kalmış iken Mühtedi Osman Bey namında bir zabitin taht-ı idaresinde bulunan beş yüz kadar Buhari ile hunrizane bir muharebe ederek Rusları Zerefşan şehrinden bu tarafa geçirmemişlerdir. Bu fırsattan bil-istifade an-asıl Kazan Türklerinden bulunan Usta Ali namında biri bırakıp kaçtıkları hazineleri epey bir kısım mühimmat-ı harbiyyeyi düşman elinden tahlis etmiştir. hara yine emaretini muhafaza edebilmiştir. harebe ederek memleketini milletini dinini muhafaza eden Osman Bey Merv köleleri tarafından emir-i müşarünileyh merhuma edilen tecessüsat ve telbisat-ı melanet-karaneleriyle şehid edilmiştir. Alelekser deniliyor ki Buhariler cebanetlerinden dolayı Rus’un bir topundan firar gibi bir ar-ı şenii irtikab ettiler. Bu hüküm katiyen doğru olamaz. Buhariler merddiler. Hepsi şehid olmak için orada hazır bulunmuşlardı. Amirlerinde bozukluk fenalık bulunmamış olsaydı Buhariler muharebeden hiçbir vakit kaçmazlardı. Ruslar Asya-yı Vusta’yı birdenbire istila etmeyip tedrici bir surette istila ettiklerinden o vakit komşuları bulunan birçok hanlık ve emaretler ile muharebe ede ede nihayet Buhara’ya takarrüb etmeye başladıkları anlaşılmış olduğundan ona göre ihzarat-ı harbiyyede bulunmuşlardı. Alem-i medeniyyete cihan-ı ilm ü ma’rifete ebedi üstadlar yetiştiren medaris-i kadime-i İslamiyye’de usul-i tedris değişip de müdavimlerinin elfaz-ı münazaatı içinde bunalmaya başladıkları zamandan itibaren ulema-yı İslam’ın ma’lumat ve müktesebatında – umumiyet itibariyle– bir tebeddül bir eser-i inhitat ru-nümun oldu. Evvelce din hep ilim diğerinden cüda düştü. Mukaddema din ilme ilim dine istinad ettirilerek ulema-yı İslam bütün cihan-ı ma’rifete meydan okuyorken bir sıra geldi ki düşmanların seng-i itirazları altında ezildiler kaldılar. Her şeyi bütün hakayık-ı diniyyeyi yalnız sarf ve nahiv yalnız kadim bir mantıkla isbat ve müdafaa mümkündür zannettiler. Halbuki diğer taraftan ulum u fünun günden güne büyük bir tecelliyata mazhar oluyordu; ulum-ı riyaziyye ve felekiyye ulum-ı ictimaiyye ve felsefiyye ulum-ı tabiiyye tababet teşrih… de yeni yeni keşfiyat ve terakkıyat vücuda geliyordu. Alem-i ilm ü fendeki bu keşfiyyat-ı bedia-nüma bu terakkıyyat-ı hayret-feza edyan aleyhinde müdhiş cereyanlar husulüne badi oldu; çünkü o afaktaki mu’tekadat-ı diniyye ilm ü fenle kabil-i tevfik ü te’lif değildi. Bunun üzerine büyük büyük mezhebler meslekler zuhura geldi; batıl olmakla beraber müntesipleri çoğaldı; çünkü edyan-ı saire uleması onlara müdafaadan aciz kaldılar dinlerini o ulum u fünuna tevfik edemediler birçoğu da o güruha iltihak etti. İşte bu sırada ulema-yı İslam ortaya çıkarak bütün hakayık-ı mübeccele-i İslamiyye’yi ilm ü fen nokta-i nazarından tahlil ve teşrih ederek her lisanda eserler neşredecek ve İslam’ın akl u hikmet ilm ü fen üzerine müstenid ve bütün insanlar için ittibaı elzem bir din-i sahih-i umumi olduğunu bütün cihana tanıtacaktı. Terakkıyat ve teceddüdat müşahede olundukça hakayık-ı İslamiyye’nin hayfa ki o ulema namını taşıyan zevat tamamıyla alemden bi-haber tamamıyla ilm ü fenden mahrum idiler; ne o keşfiyatı ta’kib ederler ne de o cereyanlara o itirazlara akıl erdirirlerdi; onlar daima kurun-ı vusta mesalik-i felsefiyyesinin ruh-ı felasifeye fırak-ı dalleye o zaman verilen cevapları tekrar etmekle vazifelerini ikmal etmiş i’tikadında geçinirlerdi. Müslümanları böyle atıl münzevi yalnız geriye doğru hareket eder bir kitle-i za’f u meskenet halinde gören düşmanlar “İslamiyet mani-i terakkıdir” diye etrafa zehirler saçmaya başladılar. Bu maraz-ı dalaletin daire-i sirayeti tevessü ede ede ta memleketimize mekteplerimize kadar geldi; o saf kalpli; o hakka karşı daima kamil bir iman ile münevver temiz yürekli müslüman evlatlarını da bu veba-yı ma’neviye musab eyledi. Diğer taraftan ahlaksızlık da bu ahvale inzimam ederek nihayet beyne’l-İslam öyle bir batın yetişti ki bugün dinin harici düşmanlarından evvel onların hidayetine çalışmak mecburiyetinde kalındı.. Bunun mes’uliyyet-i ma’neviyyesi kime aittir?... Tamamıyla himmetsizlik eden ifa-yı vazifeye müsaraat göstermeyen ulema-yı İslam’a!... Onlar elfaz münakaşaları içinde boğulmayacaklardı ulum u fünunun bütün keşfiyat ve terakkıyatını ta’kib ederek cihanın her ne tarafında olursa olsun her bir hakıkı hatve-i terakkınin delail ile isbat edeceklerdi. İslamiyet’in mani-i terakkı değil bütün nev’-i beşer için hadim-i teali olduğunu bütün erbab-ı fenne onların nokta-i nazarlarına göre isbat ederek kendi nazariyeleri kendi sözleriyle kendilerini ilzam edeceklerdi. Fakat ne çare ki onlar da ekseriyetle hakıkatten cüda düşmüşlerdi!.. Şimdiye kadar bu maksad-ı aliye dair pek çok eserler yazılmak lazım gelirken sadra şifa-bahş olacak yalnız Risale-i Hamidiyye Tercümesi gibi birkaç eser ortaya konabilmiştir. Ulum u funun-ı hazırada en ziyade haiz-i nisab-ı şöhret tanılan zevat iltizam-ı sükutla himmetsizliklerini izhar edip durmuşlardır. İşte evlatlarımız bu maraz-ı ma’hud ile musab pek az olan mütefekkirimiz bu ahval-i teellüm-nümun şöhret-şiar bir hekim-i hazık Milaslı İsmail Hakkı çıkıp Din-i mühimmesini ilm ü fenne tatbik ederek bir eser neşrediyor. Mahzun gönüllere yeniden neşe giryan kalblere ümid veriyor muzlim vicdanlara nur serpiyor. Dinini sevenler İslamiyet’e böyle hizmetin yolunu bilerek ibraz-ı mesai ederler Hakk’ı sevenler kulluğunu böyle ifa ederler. Bu da ulema-yı kiram için şayan-ı imtisal bir hareket ve bir intibahtır. Dinsizlik cereyanlarının önüne durmak isteyen rüesa-yı din yirminci asrın silahı olan ilm ü fen eslihası ile mücehhez olarak meydan-ı mübarezeye çıkmalıdır. Ancak o surette – eskiden olduğu gibi – muvaffakiyet bizde kalır. Bu eser-i mühimmin şimdilik mündericatını yazmakla ceğiz. Müellif-i muhteremini tebrik eder ve diğer erbab-ı fennin de bu eser-i hayra tebeiyet etmelerini temenni ederiz. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Şubat Üçüncü Cild - Aded: – – rada bize karşı “söyleyene bakma söylediğine bak” mealindeki tavsiyye-i hakimanesi müddei-i makalin iman ve İslam’ından bahsetmenin zaid ve bi-lüzum olmasını muktezidir” diye bir sual tevcih olunabilirse de cevabı gayet asandır. Evet! Biz de teslim ederiz ki doğru söz söylemek mü’min ve muvahhid olmaya mütevakkıf değildir. Ancak İslamiyet perdesi altından münafıkane kelimat-ı tezviriyye sarfıyla iğfal-i avama tasaddi eden bir mutasallifin bi-gayr-ı hakkın tahassun etmek istediği mevki-i aliye layık olmadığını beyandan da hiçbir vakit geri duramayız. Öyle bir şahsın mevki ve mahiyeti ta’yin ve teşrih olunmak iktiza eder ki ne garazla ransın. Diyanet-i İslamiyye aleyhinde neşrolunan asar-ı ecnebiyyeyi bitarafane olarak tercüme edip erbabının enzar-ı dikkatine arz edenlere ulema-yı müslimin asla gücenmezler. Belki böyle bir fesat vuk u unu ihbar ile icab eden müdafaayı ortaya koymaya bais olacaklarından naşi memnuniyet ihraz ederler. Fakat amme-i nası iğfal garaz-ı fasidiyle “Ben de müslüman olduğum halde icra ettiğim taharriyat ve tedkıkat neticesi olarak bu neşriyatı ayn-ı hakıkat bularak kabul ediyorum siz de kabul edin” diye tervic-i ebatile yeltenenlerin su-i niyyet ve maksadlarını izhar için teşrih-i mahiyyetlerine mecburiyet hissedecekleri zaruridir. Çünkü ümena-yı din-i mübin bu yolda hareket etmeyecek olsalar vazifelerini ihlal etmiş olurlar. İslamiyet’in mücerred tedris ve mütalaa-i kütüb menafi-i hiçbir suretle kabil-i tashih olmadığı aşikardır. Hususen uluhiyete esas-ı nübüvvete iman ve i’tikadı olmayan ve İslamiyet aleyhinde hiçbir iftiradan geri durmayan bir müsteşrik mücerred kütüb-i İslamiyye’yi mütalaa etmiş olmakla nasıl müslüman addolunabilir? Halbuki iman ve İslam ta’birleri beyninde ma’na-yı ıstılahi itibariyle teradüf olmasa bile telazüm-i sübutunda iştibah yoktur. Müslim olan kimsenin ahkam-ı ilahiyyeye inkıyad-ı kalbisi her hükm-i şer’iyi icmalen olsun kabul etmesi lazımdır. Bu inkıyad ve kabulde vasıta-i tebliğ olan Nebiyy-i Zişan’ın nübüvvet ve risaletini kudsiyet ve nezahetini yakınen bilmek cezmen tasdik etmekle vücud bulur. Binaen ala zalik risalet-i Muhammediyye’yi tasdik etmeyen bir şahıs mü’min olmadığı gibi müslim de olamaz. Mütercim-i mezbur da bu cihetin farkına vararak ma’nayı miyyet olan bir şahsa sadık olamayacağını anlamış olmalı ki naklettiği bir hadise istinaden ma’na-yı diger mülahazasıyla sıhhat-i ıtlak iddiasına cür’et ediyor. O hadisin doğrusu dir. Fakat merkum Dozy böyle zehr-alud bir eser-i menhus yazmasından dolayı eliyle ve diliyle müslümanları ne mertebe rencide-hatır ettiği meydandadır. Hatta elinden gelse kim bilir daha neler yapardı. Bu halde onun şerr-i dest ve afet-i lisanından müslimler selamet buldular mı ki bari bu ma’naca müslim addoluna bilsin. Hem de Hıristiyanlık’ta bu mertebe mutaassıb bulunan herif ne ma’naca olursa olsun kendisine müslüman Zaten müslümanlara karşı mütercimin yaptığı bu nümayişler dir. Elhasıl tedris ve mütalaa hakaik-i İslamiyye’ye dair bile olsa itikad-ı hakkıyyete iktiran etmedikçe hiçbir kıymeti haiz olamaz. İbadullahın nef’ine tavassut etmekte hüsn-i niyetten ari oldukça bir fayda tazammun etmez. İman ve ihlas dairesinden dur olarak rıza-yı Bari taharrisinde olmayan kimselerde dolayı zannetmeyiz ki bu makuleler müteessir veya mahcub olurlar bila-tereddüd hükmederiz ki mütercim-i bi-iz’an nazarında kabil olduğu kadar hayret ve heyecana düşürmek de menafi’-i lah ta’biriyle muradı kimler olacağı vazıhan anlaşılır. Ancak makale-i salifemizde inba olunduğu üzere bunların bu türlü emelleri bi-inayetillah haybet ve hüsran ile neticelenmektedir. Ağleb-i ihtimale nazaran Dozy denilen herif yaptığı şarlatanlıkların müslümanlarca nazar-ı nefretle telakki olunarak te’sir-i matlubu hasıl etmeyeceğini hissettiği halde zu’munca kendi milletdaşlarının menafiini vikaye din-i İslam hakkındaki nefretlerini tezyid ile muhafaza-i milliyyetlerine gayret arzusuyla bu eser-i pür-dalali kaleme almış dekaik-sencan-ı müsliminin enzar-ı ıttıla’ ve temyizlerine ma’ruz olup da rüsva-yı enam olacağını hatırına getirmemiştir. Bu halde memalik-i hasır kalsaydı ehven-i şer addolunurdu. Fakat çoktan beri kemin-gah-ı fırsatta müterassıd bulunan naşir-i bi-temyiz lede’t-taharri bu evrak-ı tezviri eline geçirmesiyle beraber tavaif-i müslimin aleyhine bir silah-ı mekidet olmak üzere der-akab tercüme ve neşrine ictisar etmiş şerare-i mel’anetin afak-ı İslamiyye’ye intişarına vasıta olmuş maahaza özrü kabahatinden büyük olmak kabilinden evvela “Benim maksadım din kardeşlerimin piş-i ıttıla’larına hakıkı bir tarih-i İslamiyyet takdimidir” diye hayırhahlıktan dem vurmuştur. Şimdi de tenvir-i ezhan te’min-i menafi’ sözlerini katarak mefsedet-i vakıasını kat kat artırmış oluyor. / hazelehu’llah Halbuki kendisinde zerre kadar dirayet ve hüsn-i niyyet bulunan bir zat müntesib olduğu din-i mukaddesin Peygamber-i zişanına Kitab-ı Kerim’ine karşı kantarsız küfürler lisan-ı edebe yakışmayan iftiralar ve bühtanlarla mülevves ve müdennes böyle bir evrak-ı habiseyi bi’l-intihab tercüme ve neşir ile düstur-ı diyanet ittihazını tavsiye etmek şöyle dursun müdafaa gibi bir emel-i meşru hamil olmadığı halde eline almaya bile tenezzül etmeyeceği azade-i beyandır. Gerçekten bitaraf olup zerre kadar sahtekarlığı kabul etmeyen birtakım ecnebi tarih-şinasları elsine-i şarkıyye uleması tarafından neşrolunmuş birçok tarih-i İslamiyyet kitapları Hicaz ve Mısır seyahatnameleri işitiyoruz ki bunların birkaçı lisan-ı Arabi’ye de tercüme olunmuştur. Ezcümle Mısır Maarif Nazır-ı esbakı merhum Ali Mübarek Paşa ma’rifetiyle Fransızca’dan Arapça’ya tercüme olunan “Sidyo” tarihi manzurumuz olmuştur ki bunun bais-i istifade ve bitarafane olduğu mütalaasıyla müsteban olur. Fakat naşir-i mezburun çoktan beri gözettiği fırsat-ı fesadı ehl-i İslam’ın ten tenvir-i ezhana hizmet edilmiş olacağı cihetle bu takım asar-ı ciddiyye onun nazarında tercümeye değil mütalaaya bile şayan görülemeyeceği tabiidir. İşte yalnız bu cihetleri nazar-ı dikkate alanlar onun ne çeşit mahluk olduğunu anlamakta tereddüd etmeyeceklerinden gerek kendisi gerek metbu-ı dalalet-meşbuu olan Dozy gibi eşhas-ı fitne-engizanın yazmış olduğu hadis-i şerifine mi yoksa fermude-i alisinde mezkur zümre-i süfehaya mı dahil olacaklarını ta’yinde güçlük çekmezler. Bu hadisle beraber bir de hadisini yazmıştır. Fakat bu sonraki hadis mevzu olup sahib-i risalet Efendimiz’e iftira-yı mahzdır. Bir saat taleb-i ilmde bulunmak bin sene ibadet etmekten efdal imiş haşa!... Bunun doğrusu olup İbn Abbas radiyallahu anh rivayetiyle böyle bir hadis-i zaif vardır. Buna nazaran bir saat taleb-i ilmde bulunmak bir gece kıyamından bir gün taleb-i ilme devam etmek de üç ayın nafile sıyamından efdal oluyor. İlim şamilü’n-nef’ bir ibadet-i müteaddiyye olmak hasebiyle ibadat-ı saireye nisbeten bu kadar bir efdaliyeti haiz olabilir. Fakat şüphe yoktur ki bu fazilet de erbabı hadis-i şerifinin de lafız ve ma’nasını mevaki-i şümulünü müslümanlar daha Aristoteleslerin Büzürcmihrlerin Sokrat ve Bukratların kable’l-İslam güzeran olan bütün hükemanın adab ve ahlaka fenn-i mantık ve tababete usul-i idareye dair sözleriyle intifadan geri durmadıkları gibi terakkıyyat-ı sınaiyye ve saireye müteallik bulunan gayrimüslim erbab-ı fünun ve ashab-ı tecarübün asarını tercüme ve mütalaa ve kendilerinden tederrüs bulunan desatir-i hükm-i şer’iyye sayesinde hususatın hiçbirinde hiçbir ferdin sözüne ale’l-amya kapılmazlar. Peygamber-i zişanımız ve gibi düstur-ı hikmet olan ehadis-i münifesiyle bizi tesviyye-i umur-ı dünya ve tanzim-i ahval-i memleket hususunda muhayyer bırakmış Çin diyarından bile fevaid-i ilmiyye sanayi-i medeniyye celbini emr ü ferman buyurmuşlardır. Ayat-ı Kur’aniyye ve ehadis-i nebeviyyede tevcih ve sena buyurulan “hikmet” din ve dünyaca nafi olacak fevaid-i ma’neviyye veya iktisadiyye te’min edecek her kavl ü fi’le şamil ise de bizim hariçten isticlab ve iktifasına lüzum görebileceğimiz akval ü ef’al-i nafia yalnız dünyaya ait olan aksam ve teferruata münhasırdır. Dine ve esas-ı temeddüne dair hikmetler hiçbiri Kitab-ı Kerimimiz ile sünen-i seniyye-i Nebeviyyemizden hariç kalmak ihtimali yoktur. Bu beyanımıza karşı münakaşaya cür’et edebilmek insanın bi’l-külliyye basar ve basiretten mahrum olmasına mütevakkıftır. Binaen-ala-zalik buna dair tafsil-i kelamı addederiz. Doktor Dozy’nin perestişkar-ı ma’hudu ise din-i mübin ahkamına hatta nübüvvet ve risalet gibi en birinci esaslarına mübayin kelimat-ı küfriyyeyi taraf-ı risalet-penahiden tavsiye buyurulan hikmetler idadına idhal ile hadis-i mezkuru da su-i isti’male cür’et sahtekarlığa gayret etmesi büyük bir şenaattir. O kadar büyük ki dünyada bunun fevkinde fezahatkarane şarlatanlık vuku’ bulmamıştır dense becadır. Abd-i mü’mine taharrisi tavsiye buyrulan hükm-i aliyye içinde onun iman ve İslamiyet’i selb ü imha edecek şeylerin vücudunu en çılgın divaneler bile tahayyül edemeyeceği aşikardır. hadis “ Sizin tur. Olsa bile onun anladığı gibi din-i mübini muamele-i sırfadan ibaret kılmak ma’nasına mahmul olamaz. Belki maksad gibi ehadis-i şerife delaletiyle ahkam-ı muameleyi de dinden hariç bırakmamak ibadat gibi muamelat-ı dünyeviyyenin de ehemmiyetini ifade etmek olacak. Bir de cür’ete bakın ki hadis dediği bu ibaredeki “muamele”yi hüsn-i muaşere ve kendince neden ibaret ise o ma’naca terbiyye-i ictimaiyyeye hamlediyor da bütün müslümanları bundan hali görerek hey’et-i umumiyye itibariyle bila-istisna cümlesini bed-din ve belki bi-din addeyliyor. Onun nazarında müslümanlar yalnız namaz kılmak oruç tutmak bilirlermiş bilcümle tavaif-i Hıristiyaniyye ve Museviyye vesairenin aşina bulundukları “muamele”ye müslümanların hiçbir ferdi aşina değilmiş bizler kamilen terbiye-i hu sitize-cu kimselerden ibaret imişiz. Aramızda bulunan sair milletleri cemaatleri hep terbiyeli adamlar farzettiği halde müslümanları gayet vahşi hüsn-i bu hali müslümanlığı mani-i temeddün ü terakkı addetmeye yeltenen düşmanlara katılmak onların menafiine çalışmak değil de nedir. Böyle bir bühtan-ı azimi irtikab ise menafi’-i maddiyyeye meclub olan süfeha-yı nastan başka kimin karıdır? Sair milletlerde olduğu gibi bizde de böyle bed-ahlak ve menfaatperest kesanın vücudunu inkar etmiyoruz. Fakat lehü’l-hamd pek az olduklarını bilmekle müteselliyiz. “Sabr” ise bütün ahlak-ı fazılanın anasıdır ki Kur’an-ı Kerim’de yetmiş yerde zikrolunmasını mertebe-i faziletini gösterir bir delil olmak üzere irad ederler. Bu adedi tayin o kadar büyük bir fayda te’min etmez; bize lazım olan Kitabullah’ta sabrın sena ile zikrolunduğunu erbab-ı sabrın fevz ü felah ile tebşir edildiğini söylemekten ibarettir. Sabır nedir? Sabır ruhun bir melekesidir ki: Tarik-i hakta tahammülü müşkil olan şedaide katlanmak nefsin hoşlanmadığı meşakkatlere razı olmak ancak o meleke salafzıyla yani din-i İslam’ın en büyük rüknü herkese yani yesinde mümkün olabilir. O halde sabır öyle bir haslettir ki bütün hasletlerin kemali ona taalluk daha doğrusu ona tevakkuf eder. Sabrın fikdanı yahud zaafı kadar büyük musibet kesb-i zaaf etmiş olan bir ümmetin her şeyi zayıf olur; esbab-ı kuvveti külliyyen biter. Buna misal olarak bugünkü akvam-ı müslimeden bilfarz birindeki noksan-ı ilmi irad edelim: İşte nazar-ı im’an ile bakacak olursanız bu felaketin sebebini de sabrın zaafında bulursunuz. Zira görüyoruz ki şuubat-ı ilmden birine intisab eden adam o şubede ihtisas sahibi olacak kadar uğraşmaya mesail-i gamizayı tahkik kik derecesine vardıramadığı için firaş-ı taklide yan gelip yatıyor. Hiçbir meşakkate hiçbir mücahedeye ma’ruz kalmak gündüzlü çalışmış olmalarını lisan-ı hürmetle yad etmekle kendi ataletinden mütevellid kusurunu örtmüş oluyor. Halbuki selefe karşı hakıkı bir hürmet beslemiş olsa idi onu kendine rehber ittihaz eylerdi; onun mesleğine salik olurdu; tarik-i taharride ihtiyar ettiği metaibin bir kısmına olsun katlanırdı; eslaf nasıl kendilerinin masum olamadıklarına mu’tekid Şimdi böyle bir adamın bir şey öğrendiği farz edilse bile halkı malumatından haberdar etmeye bildiğini onlara öğretmeye sabretmeyeceği gibi kendindeki fezaili tamim için vesait taharrisine de kalkışmayarak daha birinci muarazada evinin bir köşesine büzülerek bir takımlarının dediği gibi halkı Allah’a bırakır kendisi hiç meşgul olmak istemez. Bir talib-i ilm bir sene yahud iki sene devam eder; sonra tahsil güçlükleri yüz göstererek dersi bırakır yahud okuduğunu hakkıyla anlamak hususunda müsamahakarane davranır; yahud babası mesarif-i tahsili kısmak isteyerek oğlunu kendisi da artık taleb-i ilmden vazgeçerek vadi-i cehle dalar ki bu felaketlerin hepsi sabrın zaafından ileri gelir. Tama’kar bir adam malını bezledemez; muttasıl bir taraftan biriktirmek için mücahede eder durur. Birçok hayırlı para olsun veremez. Bu suretle vatanına milletine zulmetmiş; kavmini ümmetini pençe-i fakr u helake bırakmış olur. sabrındaki zaaftan başka bir şey bulamayız. Evet bu adam vahimesinde dolaşıp günün birinde üzerine çökmekle kendisini tehdit eden zaruretin hayal-i mehibine karşı durabilecek bir sabra bir metanete malik olaydı hem kendisini hem de kavmini öldüren bu mühlik hastalık ile bu hırs ile malul olmazdı. Bir müsrif şehevat-ı nefsaniyyesi uğrunda birçok paralar heder eder; bir hevesine mağlub adam muharrematın içine dalar. Nihayet mameleki biter hali fenalaşır; izzet zillete servet sefalete inkılab eder ki bunların kaffesi hevesat-ı nefsaniyyeye karşı sabretmemekten nefsi mezleka-i helake atılmaktan alıkoyamamaktan başka bir sebebe tabi değildir. Eğer o adam temayülat-ı nefsaniyyesine karşı mücahede hususunda sabr u metanet göstermiş olsaydı malı elinden gitmez kendisi de bu felakete düşmezdi. Elhasıl bütün rezaili saymak cümlesinin esbab-ı evveliyyesini araştırmak istemiş olsak ya sabrın zaafında yahud fikdanında karar kılarız; kezalik bütün fezaili tadat etmek ve fezailin ma-bihi’l-hayatı olan menbaı taharri eylemek murad etsek yine sabra varırız. Pekala mevkii bu kadar ali olan bir haslet Kitab-ı İlahi’de bilhassa zikrolunmaya iktisab-ı liyakat etmez mi? “Hak” ilmin medar-ı hayatı itmi’nanın ma-bihi’lkararı aklın bais-i yakıni olduğu gibi “sabr” da fezailin yegane sebeb-i celbi rezailin en kavi dafii salihat-ı a’malin başlıca vasıta-i mevcudiyyetidir. O halde böyle celil iki asl-ı a’mal-i insaniyye arasında bilhassa zikrolunmak suretiyle şanı i’la edilmeye cidden şayandır; ta ki nüfusun nazar-ı lahını kafil olacak bu iki aslın ihrazından başlansın. Şu söylediklerimizi nazar-ı im’ana alanlar ayet-i kerimedeki hakkın ne olduğunu anlar ki o da –zikrolunan evsafı nefsinde cem’ edenler istisna edilmek şartıyla– bütün insanların hüsran içinde bulunmasından ibarettir. Bununla beraber biraz daha izahat vereceğiz. Bizim beyan etmiş olduğumuz ma’naya göre iman nüfus-ı beşeriyyenin etvarından bir tavırdır ki insaniyet bulunduğu su-i halden kurtulmak için o tavra yükselmiştir. Nüfus-ı beşeriyye şehevata meyl hususunda behaim gibidir. Bir farkı varsa geçmişteki bir zevkini tekrar istihzar etmek atideki hazzını temsil edebilmekten ibarettir. Binaenaleyh ülfet etmiş olduğu lezaizi istihsale müstakbelde o lezaizin birkaç katını te’mine matuf olan hırsı itibariyle sair nüfus-ı hayvaniyyeye tefevvuk etmektedir. Her nefis hevesatının matuf olduğu gaye-i zevki tahsil için kuvasını istimal eder. Şimdi efrad-ı beşerin her biri kendisi için leziz yahud nafi’ tahayyül ettiği bir şeyi elde etmek nahoş yahud muzır telakki ettiği bir şeyi mahveylemekten başka bir şeyi düşünmezse bundan büyük ne fenalık tasavvur olunabilir? Öyle ya arzu ettiği şeyi başkasının elinde görünce gasbetmek için hücum edecek yahud kendisine muzır addeylediği şeyi mahv için savlette bulunacak. Bu muhacimin tecavüzünü men’ için ise hücuma ma’ruz olan şahsın kuvvetinden başka mani de yok. İçlerinden hiçbiri de hayrın yahud şerrin faziletin yahud rezilenin aslını musaddık değil. Herkesin indinde hayır hoş yahud nafi gördüğü şeyden ibaret ama o şey başkası için fena yahud muzır olmuş bu cihet kendisince müsavi. nini temyizden ibaret olan asla şuuru lahık olmadığı farzolunan nüfus-ı beşeriyye için bundan büyük mahrumiyet bundan büyük felaket mutasavver midir? Kim bu asla iman etmez kim sure-i Leyl’de varid olduğu vechile “hüsna”yı tasdik eylemezse şüphesiz hüsran-ı mübin içinde kalır. Bu asla şuuru lahık olmayan her ferdin dalalden suihalden hissedar olması pek tabiidir. Sonra diğer efrada karşı olan muamelatında bittabi haksız davranacağı için kendisine isabet eden eza onlara da isabet eder; binaenaleyh azab-ı derun bu hüsrandan nasibi ise ferdin nasibinden kıyas kabul etmeyecek kadar büyük olur. Bu alem-i kevnde her bir hareket her bir amel kendine müntehi olan o kuvve-i uzmaya o kudret-i fevka’l-hayale o hikmet-i samiyyeye o saltanat-ı kahireye iman etmeyen masivanın bu azamet-i hıred-fersaya musahhar olduğunu teslim eylemeyen adamın nazarı kasır basireti zayıf vehmi azim itimat ettiği esas pek mütezelzildir. Karşısında gördüğü kuvvetlerin her birini mevcudiyetine masdar zanneder; şuun-ı hayatiyyesinde sahib-i tasarruf görür. Kendisine sebebini anlamadığı şer isabet edince yine o kuvvetler arasından hatırına gelen birini sebeb olmak üzere tahayyül eder; yahud emeği sebk etmeksizin bir hayır isabet edecek olursa vahimesi o hayır için ale’l-amya bir menba’ icat eder. Binaenaleyh nazarında ilahlar çoğalır; turuk-ı esbab münsedd olur. Artık şuun-ı hayatiyyesinde i’timad sahih olmayacak şeylere istinada başlar. Bu ise putperestliğin menşe-i zuhurudur ki ukul-i beşeriyyenin fesadına efrada akvama nazil olan ve hala nazil olmakta bulunan hüsrana sebebdir. Lakin gördüğümüz bütün kuvvetlerin bir kuvvetten sadır olduğuna o kuvvetin de bir iradenin tedvir etmekte olduğu nizama tabi’ bulunduğuna iman eden kezalik tesadüf edeceği hayrın yahud şerrin sebebine vakıf oluncaya kadar taharride bulunmak yahud işi mukadder esbaba vardırmak her bir akıl için vacib olduğuna i’tikad eyleyen adam şüphe yoktur ki bu dalalin şerrinden emin kalır; kainatta mevcud olan eşyanın kaffesi nazarında müsavi görünür. Cümlesinin bir imtiyazı olmayacağını arada bir fark varsa hasais-i saire net-yab olur; o kuvve-i vahideye itimadı artarak a’mal ü ef’alinde onun vaz’ etmiş olduğu kanun-ı ezelinin kat’iyen haricine çıkmaz esbab u müsebbebatın tabi’ olduğu nizamdan güzar olur kudret-i ilahiyyeden anlayabileceği mertebeyi anladıktan sonra hiçbir şeyden korkmaz olur. Bu hikmet-i samiyyenin insanlar arasında doğru yolları gösterecek şükuk ü şübehat perdelerini açacak mübeşşirler münezzirler zuhurunu icab edeceğine iman etmeyen; o mümtaz mahlukların dava-yı risaletlerini te’yid eden delaile karşı göz yuman adam bu mürşidlerin vesateti olmaksızın fetlerden hakıkatlerden mahrum kalır; şuun-ı hayatiyyesinden birçoğunu anlayamaz; ef’alinin kısm-ı a’zamında tarik-i savabı göremez. Hayra çalışmak isterken şerre düşer menfaat ümid ettiği yerden zarar görür. Pekala bundan büyük hüsran ne olabilir? Arkadaşım: – Ma’hud Tarih-i İslamiyyet’i okudun mu? – Hangi Tarih-i İslamiyyet ? – Doktor Dozy isminde biri vaktiyle bir Tarih-i İslamiyyet yazmış bunun feyzinden memleketi müstefid etmek için sahib-i hayrın biri de lisanımıza tercüme etmiş. Bu kitap İs lamiyet hakkında gayet müdhiş intikadatı ihtiva okuyan ların bünyan-ı i’tikadını zir ü zeber ediyor. Her halde müta laası elzem bir kitap şimdiye kadar okumadığına teessüf olunur. – Evet Sıratımüstakım’de de bu kitap hakkında bazı şey ler gördüm. Merak ettim. Okuyacağım. Çok şey! İslamiyet hakkında müdhiş intikadatı ihtiva mebna-yı akıde-i nası zir ü zeber ediyormuş ha? Olabilir. Fakat herkes için değil. Öy le olur olmaz sademat ile devrilen mebna-yı i’tikadın zaten temeli yok demektir. Her bina bir olmaz. Bazısı ufak bir sad me pa-berca-yı istikrar olarak kalır. Ancak insanın kendisinde hüsn-i niyyet olmalı. Mebna-yı i’tikada vurulacak en müdhiş darbe insanın o binayı yıkmak hakkındaki azm-i mahsusu dur. Her sadmenin önüne geçilir. Fakat bu sadmenin önü ne kimse geçemez. Azim onun i’mar ve muhafazasına mas ruf olursa teveccüh eden her sadme boyunun ölçüsünü alır. Geldiği yere gider. – Ben onu bunu bilmem kitap müdhiş vesselam insan okudukça altüst oluyor. Lakırdı ile iş olmaz. Reddedilmeli cevap verilmeli yoksa… – Oo! Dozy’nin semmiyat-ı küfr-aludunun “doz”u sana da fena te’sir etmiş adeta muvazeneyi kaybettirmiş! O kadar telaşa lüzum yok kendine gel. İslamiyet bidayet-i zu hurundan bu ana gelinceye kadar binlerle Dozy’lerin hü cumuna ma’ruz olmuş göğüs germiş o bina öyle kolay ko lay yıkılmaz. – Evet doğru. Fakat kuru lafla da iş olmaz. Bir şey hak kında varid olan itiraz onun müdellelen reddiyle def’ edile bilir. Yoksa kavl-i mücerred redd-i davaya hüccet olamaz. – Ben reddedilmesin demedim ki! Bu sözleri söy lüyorsun madem ki bu kitap İslamiyet hakkında intikadat-ı müdhişeyi ihtiva bünyan-ı akıde-i nası zir ü zeber ediyor muş ulema-yı izam hazeratı için reddi ehemm-i vecaib ak dem-i feraizdir. Onlar dururken seninle ben mi reddine kı yam edelim? İş bize kaldıysa vay hale! Hudud-ı vatana te cavüz eden bir düşmana karşı hepimizin silah-be-dest ola rak müdafaaya şitab etmesi farz olduğu halde hududullahı tecavüz eden harim-i pak-i iman u i’tikadımıza kirli ayakka bilarıyla girmek isteyen bir düşman-ı dini olanca kuvveti mizle def’ ü tenkil etmek fezail-i insaniyye namına kalbimizde hüküm-ferma olan hissiyyat-ı mübeccelenin menşe-i aslisi olan din-i celilimizi son dereceye kadar müdafaa eylemek kaffe-i feraizden akdem olduğunu onlar bilmezler mi? Yalnız ümid ederim demekle iktifa etmem. Sana kaviyen söylerim ki bu düstur-ı dalalin muhteviyat-ı muzırra ve mudıllesi yakında müdellelen redd ü cerh edilir. Demek siz bu kitabı okudunuz öyle mi? – Evet okudum! – Peki nasıl buldunuz? – İyi bulmadım. Neşvemi kaçırdı safvet-i kalbiyyemi ihlal etti. Keşke okumasaydım. Kendim için demem ama muhakemesi ma’lumat-ı diniyyesi noksan olanların i’tikadını sarsacak mahiyette buldum. Fikren metanet-i matlubeyi haiz olmayan gençler üzerinde fevkalade su-i te’sir icra edeceği bence muhakkakat-ı kat’iyyedendir. Onun için nur-ı iman ile numune-nüma-yı bihişt-i berin olan birtakım kulub-ı safiyye zulmet-i küfr ü ilhad ile hemhal-i niran olmadan reddine himmet edilse dine yani bize büyük bir hizmet edilmiş olur. Yine bu kitabı okuyanların daire-i iman u i’tikaddan çıkmaları yüzde doksan dokuz diyebilirim. – Sözleriniz beni de ürkütür gibi oldu. Fakat kendi hesabıma değil evlad-ı vatanın hesabına. Çünkü ben dinsizliğe alem-i insaniyyeti tehdid eden afat-ı müdhişenin en dehşetlisi nazarıyla bakanlardanım. Kendi evladımı tanıdığım bildiğim kimseleri o varta-i hüsrana o mezleka-i hizlana düşmekten daima tahzir dinsizliğin tazammun ettiği vehamet-i müdhişeyi olanca kuvvetimle tasvir ederim. Madem ki ezhan-ı ammeye böyle bir zehr-i katil saçılmış bunun padzehri bulunmalı te’siri izale edilmeli. Onu erbabına terk ile şu din-i cedid-i medeniyyet olan dinsizlik hakkında birkaç söz söylemek isterim. Halka nasihat vermek mutadım değildir. Hatta söyleyeceğim sözlere muhtaç bir kimse bile tasavvur etmem. Ancak mukteza-yı hal beni bu hususta birkaç söz söylemeye mecbur ediyor. Söyleyeceğim sözler belki bu kitabın müdafaasına kadar bir tedbir-i ihtiyati bir tedbir-i vakı olur ama sen söylediğim sözlere sade suya sözler bir mizac için sade suya çorbadan muvafık bir gıda olmadığı gibi mu’tel olan bir kalbe de bu gibi sade suya fikirlerin bazı kere çok hüsn-i te’siri olur. Kırk bir derece hararet içinde yatan bir hastaya külbastı yedirilirse harareti sıfırda kararı verir. Onun için benim sade suya fikirlerim de maraz-ı Bak birader ben sana fikrimi söyleyeyim: İnsan gıda-yı maddisinin iyisine fenasına nasıl dikkat ederse gıda-yı ma’nevisi demek olan efkar u ma’lumatının sahih u fasidine de öylece dikkat etmelidir. Aldıklarını bulduklarını midelerine dolduran şikem-perestan akıbet maraz-ı imtila ile bizar bunun neticesi olarak nasıl zebun-ı alam-ı bi-şumar olurlarsa her gördüklerini her ranlar da akıbet o uzv-ı mühimm ü naziki rahnedar ederler. ebediyyeye nisbeten la-şey hükmünde olan bu hayat-ı faniyyenin hitamıyla neticelenirse hiç olmazsa ondan ötesi halelden masun kalır. Halbuki dimağın imtilası imtila-yı mideye benzemez. İmtila-yı midenin bir müshil ile def’i mümkündür demiş idim. İmtila-yı dimağın bin müshil ile def’ine bunun neticesi ise pek vahim yani hüsran-ı ebedidir. Eğer Dozy’nin sözleri de böyle bir imtila-yı dimağı tevlid edecek mahiyette ise vay okuyanların haline! Kuvve-i hazımesinden emin olmayan bir kimse ekl ü şürb hususunda ihtiyata nasıl riayet ederse kuvve-i temyiziyyesinin selametinden emin olmayan kimse de bu gibi hazmı temsili güç fikirleri dimağına doldurmamalı. Çünkü mes ele mühim akıbet vahimdir. Aklın garib halatı vardır. Elindeki vesait mükemmel olmazsa ada taalluk eden mesail-i mühimmede akıllarını hüsn-i isti’mal edemeyenler pek de hakıkate te’min-i vusul edemezler. Büyük büyük zararlara uğrarlar. Fakat garibdir. Herkes her şeyde aczini itiraf eder de mesail-i diniyye gibi mebahis-i aliyyede kat’an aczine kail olmaz. Hakim-i zu-fünun kesilir. Mesela birisine bir şarkı söyle dersiniz. Musikıye intisabım yok der. Şu saatimi tamir ediver dersiniz. Saatçi değilim demekten çekinmez. Sonra Allah var mı yok mu? diye sorarsanız sersiz bünsüz birçok şeyler söyler. İnsanı sorduğuna soracağına pişman eder. Din hususunda ceri cesur olanlar Alemde bedihi gibi görünen pek çok şeyler vardır ki nefsü’l-emr muktezasına mağlub olursa bu gibi şeyleri bila-tereddüd kabul eder. İnsaf edelim. Kozmoğrafya kitaplarında okumamış olaydık bir gün bedahet derecesinde bir hakıkat-i sabite olmak üzere arzın hareketini mi kabul ederdik yoksa güneşin hareketini mi? Hiç şüphe yok ki güneşin hareketini kabul eder idik. Çünkü vehle-i ulada zihnimize şu fikir tebadür ederdi: Adam sen de gören göz şahid ister mi? düşünecek tereddüd edecek ne var? Arzın hareketi nasıl kabul olunabilir? O koca kitle dağlarıyla denizleriyle bir kere yerinden oynayıp bulunduğumuz noktanın aks-i cihetindeki noktaya müteveccih olursa üzerinde ne var ne yok hepsi tepe taklak olur gider. İşte size aklın bedaheten sübutuna hükmettiği bir hakıkat-i kazibe! Fakat biz bunun bir hakıkat-i kazibe olduğunu “Galile” mücerrede nisbeten ma’na getirir sözlerden olmadığını anladıktan sonra bildik. Mes ele yalnız bizim ictihad-ı aklimize kalmış olaydı ihtimal ki ilelebet güneşi döndürür arzı yerinde durdururduk. Akıl için bu imkan-ı hata her şey hakkında vardır. İnsan aklının bir mes ele hakkında verdiği bir kararı Akl-ı vahidin ictihadı hüccet-i sahiha olamaz. Akıl kendi gibi milyonlarla akılların mahsul-i ictihadıyla mücehhez müsellah olmasa idi bugün her şey hakkında böyle birçok yanlış hükümler verir idi. rini daima ihtiyat ile telakkı eder; vücuh-i ihtimalatı nazar-ı dikkatten dur tutmaz. Mesela bundan birkaç sene evvel bir adam çıkıp da dünyada ecsam-ı kesifeden nüfuz eden bir ziya varmış diyecek olsa hikmet-i tabiiyyeye karşı mecnunane bir isyana cür’et ettiğinden dolayı ihtimal ki ağzına iki tokat vurulurdu. Şu sözleri söylemeden maksadım her şeyde ba-husus me-bahis-i diniyyede iltizam-ı teenninin vücubunu tavsiyeden bil-i kıyas değildir. Alel-ekser cezası ahirete de kalmaz. İnsan dünyada belasını bulur. İsimlerini şer ile yadetmek mahzuru olmasa burada birkaç kişinin inkar u ilhad yüzünden şu son zamanlarda duçar oldukları avakıb-ı müdhişeden bahsederdim; fakat ne lazım. Bugün Avrupa maddeten ne kadar terakkı ediyorsa ma’nen de o kadar tedenni ediyor. Bu tedenninin sebebi de dinsizliktir. Zira edyan-ı batıla dinsizlikten ehvendir. Hele şu son zamanlarda dinsizliğin alem-i insaniyyete açtığı rahneler bütün Avrupa ukalasını düşündürmeğe başladı. Dinsizlikte cem’iyyat-ı beşeriyye için mehazir-i azime mütalaa eden bu feylesofların bazıları edyan-ı mevcudeden birini kabul etmemekle beraber cem’iyyat-ı beşeriyyenin akayid-i diniyyeden mücerred olarak bekasına imkan görmüyorlar. Terakkıyat-ı asriyyeye muvafık yeni ve “reforme” yani ıslah edilmiş bir dinin vücub-i te’sisine kail oluyorlar. Fakat bu dinin kuvve-i te’yidiyyesi nedir bilmem bunlardan kimi bu lüzumu sarahaten beyan ediyor kiminin mütalaa-i asarından bu netice çıkıyor. Bu hususta iltizam-ı ifrat edenler i’tikadına göre bu din mevzuat-ı beşeriyyeden olacak bütün esasları kat’iyyet-i riyaziyye derecesinde birtakım istidlalat-ı akliyyeye müstenid bulunacak; haric ez-havas olan alem-i mücerredatın daha doğrusu bu alemin bizim göremediğimiz safahatının serairine “ispiritizm”in ianesiyle kesb-i vukuf edilecek; cennet cehennem vesaire gibi şeyler alem-i maddiyyattaki keşfiyat-ı fenniyye sırasına geçecek bunların vücud veya ademi inkarına mecal kalmayacak surette isbat edilecek; Cenab-ı Hak ile doğrudan doğruya –fakat onların tensibi vechile– münasebata girişilecek; onun bizden gizlediği serair meydan-ı alaniyyete çıkacak ortada gizli kapaklı bir şey kalmayacak dünya ve ahiret bu din-i cedid vazı’larının arzusuna iradesine muvafık surette tensik edilecek Cenab-ı Hakk’a haşa sümme haşa işte din senin peygamberler vasıtasıyla tebliğ ettiğin dinler gibi değil medeniyetin terakkıyat-ı hazırasına muvafık ve böyle olmalı denecek. Bu fikrin ne dereceye kadar doğru olduğunu siz ta’yin ediniz. Fakat şurası muhakkak ki bugün bütün ukala dinsizlikle cem’iyyatı beşeriyyenin devamı bekası mümkün olmadığına kail. Çünkü insaniyet lafzının tazammun ettiği ma’na din ile kaimdir. Şimdi bir muteriz çıkıp dese ki: Evet öyle söylüyorsun ama ben birçok adamlar biliyorum ki hiçbir din ile mukayyet olmadıkları halde en mütedeyyin adamlar kadar faziletkar. Buna ne diyelim? Evet doğrudur birçok adamlar kendilerini herkesten yüksek bir seviyede göstermek bu suretle ihraz-ı şöhret etmek gibi iddiaların hepsi bir gösterişten başka bir şey değildir. Onların cümlesi son nefeste tövbeye niyet etmiştir. Başları sıkılınca yine herkesten ziyade “Aman ya Rab” derler. Zaman-ı serrada böyle i’tikadlar çok görülür. Fakat vakt-i darrada o i’tikadda sebat edecek erbab-ı metanetin adedi gayet mahduddur. Hatta Avrupa ulemasından meşhur “Litre”nin firaş-ı ihtizarda bir katolik papazı celb edip kendisini vaftiz ettirdiğini bir kitapta görmüştüm. Halbuki bazı vukuat aks-i kazıyyeyi müeyyid olsa bile bu dava için bir hüccet-i sahiha teşkil etmez. Çünkü cem’iyyat-ı beşeriyye idrakat-ı mütefaviteden müteşekkil onu teşkil eden efrad her şeye müstaid her şeye kabildir. Hoş zaten bir dinsizin fazilet dediği muktezasına tevfik-i hareket ettiği kaide-i sabite de telkın-i dini eseridir ya. Din tapayı attıktan sonra ne fazilet kalır ne bir şey. O kimse fart-ı mükaberesine binaen dini dinin gösterdiği yola salik oluyor; haberi yok! Yoksa dinsiz bir adam için ne fazilet vardır. Ne de vicdan. Bunların vücudunda ısrar ederse davası kavl-i mücerredde kalır. O gibi adamlar fazilet namına nefislerinde hüküm-ferma olan hissiyyat-ı mübecceleyi kendi mahsul-i ictihadları sanırlar. Muhitin adetin terbiye-i ibtidaiyyenin taht-ı te’sirinde bulunduklarını unuturlar. Bunların hali suyun içindeki sepete benzer suya atılmış olan bir sepet derunundaki suyu kendi malı zanneder. Sudan çıkarılınca emr ber-aks olduğunu anlar. Hakıkı bir dinsizin atideki sözleri müddeamızı te’yid için güzel bir delil olabilir: “Bu kadar büleha vaye-mend-i ni’met-i ikbal oldukları halde niçin birtakım ashab-ı akl u nüha şedaid-i guna-gun “Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar nebatat ve hayvanat gibi hareket edecek iken fikirlerini fena bir terbiyenin herze ve hezeyandan ibaret bir felsefenin çürümüş köhneleşmiş edyanın telkın-kerdesi olan bir hiss-i vazife ile perverde bu suretle ahmakçasına feda-yı nefs ediyorlar. Bunun neticesi kemal-i cesaretle mekteb-i tabiata girmeli oradan ders-i süluk almalıyız. O mektep öyle bir mekteptir ki asla insanı aldatmaz asla yalan söylemez. Çünkü orada insan beyhude sözlere muhayyel masallara değil vukuat-ı sahihaya müstenid bir ta’lim bir terbiye görür. Kim ki şedaide karşı silahı mükemmel ise yaşamaya ancak onun layık olduğunu öğretir. Azmimize hail olan endişelerden mümkün olduğu kadar tez kurtulmalıyız bir kere bakınız tabiat hayvanata hiç bu gibi endişeler vermiş mi? Hayvanat her gün birçok sirkatler birçok katiller ika ettikleri halde türrehattan ibaret olan kavaid-i ahlakiyyemizi onlar hakkında tatbik ve icra bu suretle kendilerini müttehem etmek asla hatır u hayalimizden geçmiyor. Vicdan denilen şey köhne bir i’tikad-ı batılın son hayal-i bi-mealidir! Onu mahv ü na-bud etmek için bir nazar kafidir.” Benim fikrimce bu adam Hakıkaten şayan-ı takdirdir. Çünkü dinsizlik ne demek olduğunu bi-hakkın anlamış. Çünkü kendi malı olmayan fezaili kendine mal etmeye kalkışmak hem dinsiz hem de faziletkar geçinmek ne odur ne de budur. Dinsiz olunca böyle olmalı. Şimdi gelelim dinsizlerin haline: Dinsiz bir adam gayet karanlık bir gecede fırtınaya tutulmuş yelkensiz dümensiz safrasız bir gemi gibi bu umman-ı havadisin emvac-ı müdhişesi arasında çalkanır durur. Nihayet sahil-i selamete ermeden dehşetli bir kayaya çarpıp parça parça olur. Eğer dinsiz olmak ezvak-ı mümkine-i beşeriyyeden istenildiği kadar hisseyab olmak maksadına müstenid ise emin olmalı ki Cenab-ı Hak asla buna meydan vermez. Su-i i’tikad ashabının dimağından isti’dad-ı telezzüz hassasını derhal nez’ eder. Din gittiği dakikada insanın gözüne bir siyah gözlük takılır. Dünya insanın nazarında bir zindan-ı bela kesilir. Bütün mevcudatı simsiyah görmeye başlar. Afak bir kemend-i ateşin gibi boğazına geçmek için dakika-be-dakika darlaşır. Kalp her türlü mezaya-yı insaniyyeden tearri eder. Dinsiz ailesi efradına kendisini me’kel ittihaz etmiş bir alay mahlukat-ı muzırra nazarıyla bakar. Beni nev’ine karşı hiçbir muhabbet hiçbir şefkat hissetmez. Buhran-ı küfr ü zab yakazası endişe-i bi-hesab olur. Kuşların nagamat-ı can-fezası giriv-i matem ezhar-ı nev-baharın hande-i inkişafı girye-i derd ü elem gibi gelir. Nereye baksa çin-i cebin-i la’n ü nefrin görür. Bütün mevcudatın kendisine diş gıcırdatmakta olduğuna hükmeder. zarında bir levha-i matemi-reng-i bela kesilir. Onun için fazilet bir lafz-ı bi-ma’na vicdan kayd-ı tahzir-i büleha muhabbet bir maraz şefkat ukul-i kasıra mahsusatından vehmi bir arazdır. Din gidince bünyan-ı fezail yıkılır hissiyyat-ı mübeccele namına kalpte dimağda ne varsa hepsi birer birer çekilir. Saha-i kalb bomboş tam takır kalır. O sahayı tenvir eden ne kadar şule varsa hepsi söner. Onun yerine payanı olmayan bir meydan göz gözü görmeyen bir zindan kaim olur. O zindanın her tarafından mübhem muhiş müdhiş sadalar aksetmeye başlar. İşte buna zulmet-abad-ı küfr ü ilhad derler ki aynıyla cehennemdir. Orada insanın dimağına istila eden efkar-ı i müdhişe-i muzlimede o cehennemin ateşin taziyaneli zebanileridir. Cenab-ı Hak dinsizlere azab-ı ekberin numunesini burada bu suretle gösterir. Bu buhran-ı akli ve asabinin neticesi ne olmak lazım geleceği tarihinde Fransa’da dinsizlik yüzünden her sene bin beş yüz kişi intihar ettiği halde el-yevm sekiz on bin kişi Olayım kayddan azade deyen kayda düşer Deliden uslu haber nale-i zencir verir Hayatın şedaidine ancak din ile mukavemet edilir. Dünyanın lezzeti de bu his ile kaimdir nazm-ı celilinin medlul-i münifi vechile insanı bu dünyada öyle kayd-ı tekliften azade başıboş gezdirmezler. İnsan maddeten nasıl birtakım kuyud u şuruta tabi ise manen de öyledir. Bizim görmediğimiz bir kuvvet daima bize nigerandır. Dünya dinsizlerin nazarında bir levha-i siyeh-reng-i beladır demiştim. Bunu ben demedim o şirzime-i hasirenin pişvayanından olan “Jules Soury” söylemiş. Bakınız alemi nasıl görüyor: “Alemde boş ve faydasız bir şey varsa o da sunuf-ı nebatat ve hayvanattan birtakım tufeyliyatın bu seyyare-i süfliyyenin sathında bir madde-i jeng-alud gibi zuhur etmesi bir müddet labis-i kisve-i vücud olduktan sonra adem-abad-ı fenaya çekilip gitmesidir. “Adimü’t-teessür ve fakat mevcudiyeti hasebiyle zaruriyyü’l-vücud demek olan hal ü şanı eczası beyninde bir mübareze-i şedideden teaddiden hileden insanı telh-kam etmek hususunda meraret-i memattan bed-ter bir aşk u muhabbetten ibaret bulunan bu alem-i vücud insan gibi şuur-ı nefsi hassasıyla mecbul nüfus-ı müdrike nazarında bir rüya-yı şeamet-intimadan adem bin kere kendisine müreccah bir hayal-i küduret-mealden başka bir şey değildir. “Tabiat bizi yarattıysa biz de onu birtakım nuut-ı mafevkal-kemal olan rida-yı şa’şaa-peyma-yı dest-gah-ı endişemizde nesc eyledik!!” Zihi lutf u mürüvvet! Feylesofun tabiata bu suretle tahmil-i bar-ı minnet etmesi Nef’i’nin bir kasidesindeki şu beyti andırıyor ise de davaca ondan çok yüksektir. Haşre dek ab-ı hayat-ı sühan bakıdir Andırıp zinde kıla nam-ı Süleyman Han’ı “Kalb-i beşeri memnun ve mahzun eden hayal-i bi-meal yine onun mahsul-i fikr-i icadıdır. Zulmetten sükuttan ibaret olan bu kainatta daima bidar ve peymane-keş-i zehrabe-i ekdar olan yine insandır. Zira alemde hassa-i tefekkür ona münhasır gibidir. İnsan şimdiye kadar i’tikad ve muhabbet ettiği şeylerin cümlesinin bahirü’l-butlan hüsn ü cemal hayr u kemal gibi ma’kulat-ı sırfa ile bütün ulum u fünunun hilye-i hakıkatten ari ve suhriyyattan nişan olduğunu henüz anlamaya başladığı gibi birçok zaman ma’budlarla kahramanlara taabbüd perdesi altında sade-dilane nefsine perestiş ettikten sonra ümid ve i’tikad misüllü şeylerden tecerrüd eyleyerek bizzat tabiatın da hiç-ender-hiç olduğunu zahiri bir nümayişten bir mekr ü iğfalden ibaret bulunduğunu hissetmeye başladı!” Ferid Muhterem Efendim Tarih-i intişarından beri büyük bir fikr-i terakkı ve teali ta’kib eden ve her bir hatve-i terakkısinde nail-i emel olan Sıratımüstakım bugünlerde hakıkaten bir enmuzec-i bedi’ oldu. Bu kadar zamandan beri kendisinden beklemekte olduğum hatve-i tekamülü artık bu andan itibaren attı. Öyle ya bin şu kadar seneden beri şa’şaa-i nuraniyyeti ufk-ı vesi’-i medeniyyeti kaplayan şu mübarek din bu mukaddes tarik-ı necat böyle Dozylerin bilmem kimlerin pay-ı tahkıri altında ne için ezilsin? Dün bizim ma’rifetimizden bizim şa’şaa-i medeniyyetimizden tenevvür ederek şu alem-i terakkıye kadar suud edebilen erbab-ı felasife-i ecnebiyye bugün attıkları müteaddid seng-i ta’rizlerle bu din-i ulvinin a’mak-ı ma’neviyyetini ne için lekedar etsinler? Vurmak istedikleri hançerler ve cefalarıyla ne için bu muazzam milleti dağdar etsinler? Avrupalılar kıtaat-ı atika mütemekkinleri binlerce seneler sa’y u gayret ederek bulamadıkları bütün bu terakkıyat u tealiyat-ı hazıra-i fenniyye ve ictimaiyyeyi mücerret İslamiyet’ten almadılar mı? Bir vakitler Endülüs mektepleri birer darülirfan-ı umumi değil mi idiler? Yine o meden hiçbir saiye lüzum görmeden ilerledi yükseldi o dereceye geldi ki bugün liva-yı Muhammedi’nin saye-i felahında bulunanların adedi üç yüz milyona baliğ oluyor. Fakat evet maat-teessüf sonradan bu millete arız olan bir illet-i ruhiyye saikasıyla ve birçok esbabın taht-ı te’siriyle bütün bu yek-vücud kitle-i azime ayrıldı parçalandı her bir azası bir iklime bir arza dağıldı. Avrupalıların medeniyetteki terakkıleri her bir şeyi kabulde olan faaliyetleri o şeyi derhal kendilerine temessül ederek benimsemeleri yüzünden biçare müslümanların arasına nifaklar girdi. Bütün bu nifaklar Avrupalıların arayıp da bulamadıkları esbabdan birisiydi. Kendileri de derhal bunu takviyeye azmeylediler. Bütün o şa’şaalar söndü bütün o lem’alar mahvoldu. İslamlar öyle bir hale geldiler ki birbirini tanımamaya birbirlerini mevcudiyet-i milliyyesini kendi mevki-i ictimaisini Avrupa’dan öğrenmeye başladı. Avrupalılar da bunu ni’me’l-vesile buldular. Yalan yanlış birçok eserlere Tarih-i İslamiyyet süsü vererek mevki-i intişara koydular. Artık bunu okuyan biçare müslümanların haline acımamak gayr-ı kabildir. Bütün bu sözleri yazmaktan maksadım şu iki haftalık Sıratımüstakım’i işgal eden bir mücadele-i diniyyedir. Evet Doktor Abdullah Cevdet’in tercüme eylediği Doktor Dozy’nin bir eseri içindir. Yukarıdaki bütün ifadelerimde ihtimal ki badi-i tenkıd efkar u mülahazat vardır. Fakat emin olunuz ki eğer efkarımı öyle üç satıra sıkıştırmak gayretinde bulunmasaydım belki beş yüz sahifelik bir eser-i mühim kaleme almak icab edecekti. Her halde bu sözlerim badi-i tenkıd olmamalıdır. Eğer yazılarım da Sıratımüstakım sahifelerinde yer tutacağını bilmiş olsam bütün efkarımı makaleler tarzında tımızda hatta dinimizde ahlakımızda siyasetimizde malik olduğumuz noksanları o büyük büyük rahneleri birer birer piş-i enzara takdim ederdim. Bütün bu suallerle ulemamızı tahrik ederek binlerce hakayıkın sahne-i sübuta vaz’ına vesile olurdum. Ne fayda ki bu ümidim gayet zayıf bulunduğundan böyle bir mektupla ben de fikrimi bir dereceye kadar izah edebilmek cesaretine düştüm. mail Hakkı Efendi’nin Tarih-i İslamiyyet hakkında müdafaalarını okuyorum. Muallim-i muhteremin cümlece ma’lum olan vukuf-ı küllisi ile böyle mühim bir mes eleyi redd ü cerhe teşebbüsü bu acizi belki bu dinin hakıkı hadimlerini cidden mesrur u handan eyledi. İşte bu münasebetle aciz bast-ı efkara cür’et-yab oldum. Muallim-i muhteremin Abdullah Cevdet hakkında söylediklerine bütün kalbim ve bütün mevcudiyetim ile iştirak ederim. Şimdi münakaşa edecek bir nokta görüyorum: Böyle eserler Türkçe’ye tercüme edilsin mi edilmesin mi? Bana kalırsa derhal buna bir cevap verilmek lazımdır: Evet eğer kabilse Avrupa’da İslamiyet’in aleyhinde yazılan bütün eserler tercüme edilsin fakat bu eserler Abdullah Cevdet’in yaptığı gibi parlak bir mukaddime ile alem-i İslamiyyet’e dolma olarak yutturulmağa kalkışılmasın. Belki ulemamızı teşvik ederek reddiyelerini yazdırmaya muvaffak olmak belki: “Ey müslümanlar! Siz üç yüz milyon olduğunuz halde; dininiz şöyle muhkem böyle doğru diye iddia eylediğiniz halde; bakınız bir Avrupalı size ne kadar bühtanlar ediyor sizin o saf o nezih dininize ne hezeyanlarla hücum ediyor. Nasıl sükut ediyorsunuz? Müdafaa ediniz! Hakıkat hiçbir zamanda perde-i hafada kalamaz…” Dedirtmek için tercüme edilmelidir. Evet evvela dertlerimizi bilmeliyiz. Bir tabip gibi olmalıyız. Yanına gittiğimiz hastanın bütün ahval-i ruhiyye ve maddiyyesini saatlerce tedkık ederek mükemmel bir teşhise koyulmalıyız. Ondan sonra tedavisine çalışır isek muvaffak olacağımız pek kat’idir. Öyle ise biz de muhitimizden bigane kalmamalıyız. Avrupalıların aleyhimizdeki bühtanlarına ifk ü iftiralarına kulaklarımızı kapamamalıyız. Çünkü bu bir aczin meal-i tasdikinden başka bir şey değildir. Halbuki biz bu dereceye tenezzül eder miyiz! Haşa. O halde eserler tercüme edilmeli. Ve müdafaaları da derhal erbab-ı ilm ü ma’rifet tarafından yazılmalıdır. Muallim-i muhterem makalesinin bir yerinde binlerce kitaptan bahsederek İslamiyet’in na-mütenahi tarihlerini zikrediyor ve artık İslamiyet’in tarihe ihtiyacı olmadığını söylüyor. Ah ey üstad-ı muhterem bilmiş olsan… Evet bütün şu hal-i hazırdaki gençlerimizin a’mak-ı kalbiyyelerine bir sokulmuş olsan hele şu mekatib-i aliyyemizin herhangi birisine bir kulak vermiş olsan Abdullah Cevdet’i belki mazur görürsün. Ahlak-ı milliyyemiz sönüyor. Bugün mektep sıralarını bu sukut-ı milliyye karşısında titrememek gözlerinden kanlı yaşlar akıtmamak kabil olmuyor. Ah acıyalım ileride mukadderat-ı milleti ellerine teslim edeceğimiz bütün bu erbabı münevvereye bütün kalbimizle bütün ruhumuzla acıyalım. Ahlaksız bir millet mahkum-ı zevaldir. Lisansız bir kavim her vakit duçar-ı izmihlaldir. Dini ahlakı lisanı duçar-ı inhitat olan bir millette hissiyyet ü muhabbet-i vataniyye aramak muvafık-ı akl u hikmet midir? İçtimaiyatımız mevcudiyet-i milliyyemiz bir tufan-ı velvele-engize tutulmuş parçalanmak derekesine takarrub etmiş bir sefineye benziyor. Uyumayalım evet uyumayalım; bu gençlerimiz bu nev-residegan-ı besleyelim terbiye-i fikriyyelerini mükemmel verelim; ki ictimaiyatımızdaki şu tedenni-i seri’ birden bire mübeddel-i terakkı olsun. Öyle ise evvela esbab-ı sukutu ta’yin edelim. Mülkümüzde otuz seneden beri binlerce tazyikata rağmen ulum u fünun terakkı eyledi fen olanca şiddetiyle ilerledi. Bugün hakıkaten erbab-ı fenne malik bulunuyoruz. Maatteessüf fennin bu terakkıyatına göre yani erbab-ı fennimizin tezayüdüne göre hocalarımızda ulemamızda bir terakkı görülemedi. Daha doğrusu erbab-ı fen çoğaldıkça hocalarımız tedennide son bir sür’atle ilerliyorlardı. Bütün buna bir de terbiye-i valideyndeki tekasül inzimam eyledi. Çocuklarımız doğar doğmaz mürebbiyeler ellerinde bulundu. Peder ve valide vazifelerini dünyaya evlad getirmekten yaptılar. Çocuklar büyüdü. Mekteplere girdiler. Türkiye’de asarın mefkudiyetine ben de bu hususta dahil olduğum halde karar verdiler. Hikmetleri kimyaları tabakatı bütün asar-ı fenniyyeyi Fransızca’dan okumaya mecbur oldular. Bu ulum u fünun onları biraz da felsefeye sokmak istedi. İşte biraz da atıp tutmak devri var. Gustave Le Bon’ların Camille Flammarion’ların Dozy’lerin bittabi eserlerini de okudular. Halbuki Türkçe bir eser-i dini yoktur dediler. Asarın pekçoğu Arabi Farisi kaleme alınmışlardı. Kısas-ı Enbiya Tarih-i Cevdet Naima İbn Haldun vesaire vesaire tarihlere kaldılar. Bunları da ya okudular ya okumadılar. Ekserisi okumadılar. Ne için okumadılar? Burasını da sükutla geçemeyeceğim. Evvela kitaplar zamanlarına göre makbuldür kanununu tahattur etmediler. Mesela birçok kitaplar okudular. Orada mesela teşekkülat-ı arz hakkında garib akla mantığa fenne sığmaz fikirlere tesadüf ettiler. Bir de ilm-i hey’etin bugünkü terakkıyatını göz önüne getirdiler. Tereddüde düştüler. Burası yalan olursa her yeri de yalandır deyiverdiler. Birisi çıkıp da: – Yahu vakıa o kitap öyle yazıyor ama bu üç yüz sene evvelki mes eledir. Dünya o zamanları hakıkaten bilinemiyor böyle zannediliyordu. Fakat bugün öyle değil böyledir denerek Kur’an ile hal-i hazırı isbat etmedi. edip de Hey’et’i ehadis veya Kitab-ı Celil ile isbat etmedi. O halde bir mütefennin ne yapmaz. Avrupalılar bize hurafat-perver diyorlar masalcı diyorlar; kim ne söylerse söylesin ben yalnız evet yalnız bu fikirlerini kabulde muztar kalıyorum çünkü hurafatın pek çoğunu hacelerimiz kürsilerde söylüyorlar. Bugün hiç kim olur ise olsun herhangi bir hocayı dinlemiş bulunur ise bulunsun derhal bir şey istidlal eder: Evet zannederim ki fen başka din büsbütün başkadır. Yani ahkam-ı celile-i Furkaniyye ve ehadis ile fennin hal-i hazır terakkıyatı arasında birbirini redd ü cerh eden büyük bir zıddıyet vardır der. Halbuki bugün fen kat’iyen sabit ve muhakkaktır. Olsa olsa neuzu billah Kur’an hadis yanlıştır der. En sonra bunun yanlışlığı da uluhiyete isnad akl-ı selime muhalif olduğundan Allah kelamı değildir der içinden çıkar. Nitekim böyle binlerce kişiyi dinlemişimdir. Şu meslekte on beş senedir çalışıyorum. en birinci emeldir. Bugün binlerce hakayık altında doğrusu eziliyorum. Acıyorum şübbanımıza erbab-ı kemalimize bu yeni yetişen fakat her dem tesemmüm eden genç dimağlara acıyorum. Bir de ulemamızın uykusunu ataletini piş-i dikkate alıyorum. Artık müellim kut-bahş seylabeler gözlerimden dökülmeye başlıyor. Ya Rabbi! Ne vakit ulema-yı dinimiz de fenni ariz u amik mütalaa edecekler. Erbab-ı fen ile bu ulemanın arasında ne vakit bir sulh kongresi akdolunacak? Bu iki şeyin ayrı ayrı olmadığı ne vakit bildirilecek? Ne vakit hakıkı erbab-ı felsefe yetiştireceğiz? Ne vakit hakayık-ı İslamiyye’yi bütün cihan-ı ma’rifete neşredeceğiz? Ben istiyorum ki ölmeden bunları göreyim de gençlerimizin enzarına vaz’ ederek: Bakınız bütün bu edillelere ne diyeceksiniz? diyeyim. Vakıa şahsım itibariyle elhamdülillah bunlara kadirim. Fakat bu hal ne için taammüm etmemeli; ne için bu noksanlarımızı görmemeliyiz? Bugün Avrupa’da binlerce eserler vardır. Mümkünse onlar hep tercüme edilmeli hepsinin de müdafaaları verilmelidir. Bu teşekkülat-ı zi-hayat maddesi o kadar merak-engiz bir şekle girmiştir ki biraz fen görmüş bir kimsenin bunu tedkıke yeltenmemesi gayr-ı kabildir. Bu esas üzerine materyalizm çıktı pozitivizme olanca kuvvetiyle yürüyor. Despotizm de aynı hatvelerle terakkı ediyor. Schopenhauer’ın fikr-i batılını bile binlerce kişi kabule yelteniyor. Bütün bunlar hakkında şimdiye kadar Ahmed Midhat Efendi’nin bir Müdafaa’sı bir de Beşair-i Muhammediyye gibi birkaç eser yazılabilmiştir. Bu hal böyle devam ederse ben kendi nefsime ahlak-ı milliyyemizi ebediyen kaybediyoruz diyeceğim geliyor. Dinime olan fart-ı ibtilamdan ahlak-ı milliyyemize vurulan darbelerin nereden geldiğini öğrenmek sevdası bende bir hastalık hükmüne geçmiş olduğundan her kimin yanına sokulsam derhal mizan-ı tedkıki onun a’makına infaz ettirir hissiyat-ı diniyyesini anlarım. Bir ramazan gelir camiden çıkmam fakat her gün bir yerde kalmam muttasıl vaizleri tartarım. Sonra anlarım ki vaizler hakıkaten vazifelerini bilmiyorlar nasara-yensuruyu henüz bitiren zat-ı muhterem diyerek ortaya çıkıyor meydan-ı müsabakaya atılıyor. Dünyada i’tiraf en müdhiş en güzel bir tarik-i vicdanidir. Evet i’tiraf edelim ki biz bütün bu felaketlere kendimiz sebep olduk. Biz bütün o felaketlerin kusurunu anlayacaktık hastalığımızı teşhis edecektik de şimdi tedaviye o suretle başlayacaktık bana kalırsa muvaffak olamadık. Kim ne söylerse söylesin işte tarih meydanda. Ah hakıkat ne kadar acıdır. Fakat ne kadar zehr-nak bulunur merkum diye hitap eylediğimiz Prut kıyısında ölümünü mahvini bağışladığımız Rusya bizden ne müdhiş intikam aldı. veddetine kuvve-i ilmiyye ve terakkıyyat-ı fenniyyede muavenet medyun olduğumuz Fransa bir zaman bir mülteci değil miydi? Na-mütenahi kitle-i mehibesiyle ticaretimizi elimizden almaya çalışan Almanya bir vakitler ma’dumdan başka bir şey miydi? Bir vakitler bir Pomeranyalı ile bizi mukayese etmek tenezzülünde bulunmayan Avusturya ne Onlar hep söndü? Hep uful etti. Biz bilemiyorduk. Terakkıyatı tüfeğin namlusunda zannetmiştik. Bilmiyorduk ki hariçte daima harple meşgul bir devlet dahilen bir inhitat-ı ictimaiye mahkum olur. Burada bahis siyasete dökülüyor. Bu yaparsa kendine yapar.” ricamı sizin vesatetinize müracaat ederek icra ediyorum. Anlasınlar ki bugün şu sahne-i medeniyet-i İslamiyyemizi teşkil eden erbab-ı münevverenin yüzde doksanı rah-ı dalalettedir. Onlar yollarını şaşırmış biçarelerdir. İrşad etmeli. Nur-ı barika-i İslamiyyet’i ve onun bütün safahat-ı lem’apaşını ulemamızın üzerine düşen hem pek mühim bir vazifedir. Bütün bu mütalaalarımdan ifrat u tefrit anlaşılmasın. Taassubu kaldıralım demekten maksadım da dinin ziyaını tabii tecviz değildir. Eğer maksad şeriat-ı mutahhara-i İslamiyyet’in noksaniyeti olsaydı yukarıdan beri devam edilen feryada hiç lüzum görülmezdi. Taassup yine olmalı fakat merhum Şeyh Muhammed Abduh’un dediği taassup olmalı. Şübbanımızı elimizde tutmanın yolunu bulalım. İleride onlar vatanın en muhterem en mübeccel müdafileri olacaklardır. O halde terbiye-i milliyyelerini takviye terbiye-i fikriyyelerini tenvir edelim. Hep bütün bu reddiyeleri bütün bu izahatı mümkün olduğu kadar açık bir surette yazalım avamımız da anlasın. Öyle zatlar bilirim ki Sıratımüstakım’i elimde gördükleri zaman: – Hala mı eski kafa? derler. O biçareler mecnundurlar. Onları tarik-i savaba idhal edeceğim diye uğraşmak istihzalarını da’vetten başka bir te’sir icra etmez. O halde ben hülasaten şunu söyleyebilirim ki elsine-i ecnebiyyede yazılmış İslamiyyet aleyhindeki bütün kitaplar Türkçe’ye tercüme edilmeli. Sonra onlara mufassal reddiyeler müdafaalar kaleme alınmalı. Bu suretle milletimize layık olduğu bir şerefi vermeye çalışmalıyız. sıta Sıratımüstakım bence pek muhterem ve muazzez tanıdığım o müessisleridir. İnşaallah bunları hiçbir zaman piş-i dikkatlerinden dur etmezler ve bütün bu hususat için Sıratı müstakım ’lerini tezeyyün ederler. cahedede ilk hatveyi attılar. Ödemişli M. Refik Bey’in de bihakkın şayan-ı dikkat hitabı beni mesrur eyledi. Ne vakit ulema-yı kiramımız elsine-i ecnebiyye tahsil ederler ve ne vakit fünunun kaffesine az çok aşina olurlar ise ne zaman fenden tevahhuş yerine büyük bir saik olurlar ise o zaman anlayacağım ki bu millet artık terbiye-i milliyye ve ulemamız bi-hakkın veresetü’l-enbiya imiş. Bunu ancak zaman gösterecektir. Kütübhane-i millimiz ne zaman birçok müdafaalarla dolarsa o zaman mevcudiyet-i milliyyemizi göğsümü gere gere bir Avrupalı’ya söylemeye kalkışacağım. dır ıstılahta ahkam-ı şer’iyye-i fer’iyyeyi delailinden istinbat ahkamı istinbat muktedir olabilecek derecede sahib-i meleke olan zata ıtlak olunur. Ömeru’bni’l-Hattab Efendimiz hazretlerinin Ebi Musa el-Eş’ari’ye kavl-i alileriyle tavsiye ve kasdettikleri ictihaddır. Yani bir müslime bir emr-i dini hadis oldukta evvelen Kitabullah saniyen Sünnet’e ittiba’ edilir ve ol mes ele hakkında Kitap ile Sünnet’te bir sarahate dest-res olunamayınca ictihad olunur. Bu hale nazaran dır. Fakat erbab-ı usule ve fukaha-yı kirama ma’lum olduğu üzere farz kılınan bazı tekalif-i şer’iyye aczin tahakkuku halinde sakıt olacağından ve şerait-i ictihadı cem’ ü ihatadan ulema-yı zamane aciz bulunduğundan zaruret-i acze binaen bu farz-ı kat’i de sakıt olmuştur. Sadr-ı İslam’da ekser-i ulema şerait-i ictihadı haiz olup avam ise onları taklid ederlerdi. Fakat sonradan şerait-i ictihad teyessür-nüma-yı husul olmamaya başlamış olduğundan müsliminin kaffesi amme menzilesine tenezzül ederek taklid ile mükellef oldular. Bu iddia muvafık-ı nefsü’l-emr değildir. Bizce taklidin bab-ı ictihadın seddiyle aklı ta’til etmenin esbabı ikidir: Kurun-ı vustadaki ulemanın mugayeret-i fikriyyeleridir. Çünkü ulemadan birinin bir mes’elede ahkam u şeraitine tevfikan vaki olan ictihadında diğerleri –ilmen daha dun mertebede oldukları halde bile– mahza taklid ü mütabaatı miş ve bu suretle lügat-i Arabiyye’de melekesi olmayan birtakım eacim bu zümreye iltihak ederek ihraz edemedikleri o mertebe-i kusva erbabına erbab-ı ictihada tetavül etmeğe başlamış olduklarından bab-ı ictihadı sedden ahsen bir vesile bulunamamıştı. Evvel zamanlarda ekser düvel-i İslamiyye’nin lisan-ı Arabi duğu mertebe ehemmiyet verilmiyor ve bab-ı ictihadın seddinde bir fevkaladelik görülmüyordu. Bir siyaset-i cahilanedir. Bu siyasetin ruhu ve mürevvicleri o vakitki yani dört yüz tarih-i hicrisi hududuna doğru zuhur eden müluk-i İslamiyye’nin istibdadıdır. Bu siyasette din ahkam-ı din aramamalıdır zira bir müstebidin arzusu meyli belki de menfaati bu babda amil-i yeganedir. Bab-ı mayacaklarını usul ü nusus-ı kat’iyyeden ahkam u tealim-i şer’iyye istinbat ederek cumhuru ilzam ve dine ahkam-ı dine münkad edecek müctehidler bulundukça vakit vakit o ahkam-ı diniyye ve tealim-i şer’iyyeye inkıyad ve mütabaat mecburiyetiyle müstebiddane hükümran olamayan o müluk-i müstebide; ulema-yı cahilenin muaraza ve akvalleriyle nurunu itfa etmiş oldukları bab-ı ictihadı elleriyle büsbütün kapadılar. Hazret-i Ömer’in Ebu Musa el-Eş’ari’ye hitabı ve bundan daha sarih olarak risalet-meab Efendimiz’in Hazret-i Muaz’a olan kavl-i ma’ruf ve meşhuru bizim için bir delil-i kafidir. da ihtilaf yoktur. Asıl ihtilaf aczin tahakkukuna mebni bu farzın suk u t edip etmemesindedir. Burasını anlamak için evvela şerait-i ictihadı anlayalım ki onlar da dörttür: Maani ve aksamıyla beraber ilm-i Kitab’a vukuf Metin ve senediyle beraber ilm-i Sünnet’i bilmek İlm-i mevarid-i icmaı bilmek Vücuh-ı kıyası bilmek Şimdi hiçbir asrın bu şeraiti haiz müctehidlerden hali kalmadığını muarızlarımıza söyleyecek olursak hemen vadi-i deti zamanından beri İslamlar bu gibi ihtilafatta medar-ı istinad olacak kuvveti tezamun-ı dini için zaruri olan o kuvve-i kübrayı kaybederek bu suretle bir devr-i ihtilale girmiş oldular o mecami’-i diniyye o cem’iyat-ı ilmiyye nerede kaldı? sinde muarızlarımıza mülayemet ve mümaşat ederek bu bahsi muhtasar geçmekle beraber bir sual iradından vazgeçemeyiz: Suyun fikdanına mebni farz-ı vudu sakıt olursa da tul-i müddet teyemmüm ile eda-i salat etmek ve su taharrisine sa’y eylememek caiz olur mu? Alacağımız cevap hiç şüphe yoktur ki caiz değildir. Hususiyle suyun bulunması ihtimali mevcut olursa binaenaleyh biz deriz ki mecmu-ı ümmete nisbetle fariza-i ictihadşerait-i lazımeyi haiz zevatın adem-i vücuduna binaen sakıt olmuş farz edelim. Fakat evladımızı mertebe-i kusva-yı ma’rifete yavaş kurtarabilecek bir ta’lim-i ciddiye mazhar kılmak vücubu bedidardır. İşte bu sayededir ki tedricen vuku’ bulacak teali ve tekamül ile bu asırda olmazsa herhalde gelecek asırda şerait-i ictihadı haiz ve ictihada kadir evet artık o fariza-i mukaddeseyi ifa edebilecek adamlarımız yetişir. Yetişince de kendimizi mecburiyet-i taklidden aklımızı da hal-i muattaliyyetten kurtarmış oluruz. Hakka ki biz müslimler ictihada muktedir değilsek mertebe-i ictihada vusul vesailine malikiz. Müctehid olabilmek için balada beyan olunan şerait-i erbaayı biz başka bir üslub ile üç şeyde hasredebiliriz: Lügat-i Arabiyye’yi elsineyi tullaba hakim ve akl u müfekkirelerine rasih olacak bir ta’lim-i sahih ve ciddi ile öğrenmek. Kur’an-ı Kerim ile sahih sünneti ve a’mal-i salifin ile neş’et-i İslam’ın tarihini –vehm ü te’vil ve terdid ile duçar-ı tezelzül olmayacak derecede– bilmek Safa-i nefs ihlas-ı kalb taharet-i hulk isti’dad-ı fıtrat. Eğer bu üç şeyi ihata edebilecek bir neslin yetişmesinden me’yus olacak olursak kendimizi hayvanat-ı ucema menzilesine indirmiş ve bizim din-i mukaddesimiz ile millet-i Eğer evladımızı bu mertebe-i kemale isal edebilmek için ulum-ı müstahdeseden istiane etmek tariki bizim için la-büd tinbata yardım için fehm ü ihatası kolay emsilesi kesir ameli risaleler telifine kavaid-i ilmiyyeyi amelen tatbike çalışmalıyız. Biz ma’şer-i tüllab-ı müsliminin en büyük ve na-kabil-i tahammül musibetlerimizdendir ki fenn-i tefsir ve hadisi kikat u tedkıkat ile ömrümüzü izaa ettiğimiz halde o kitaplar müelliflerinin anladıklarını başka bir suretle anlamaktan veya bir re’yi başka türlü görmekten memnu olalım. O halde o ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife ile mesail-i usuliyye ile bizi neden bu kadar işgal ettiniz? sualini üstazımıza soracak olursak tefsir hadis okumak hayr u bereketi daha fatin ve dahi ise bunlar yani tefsir ve hadis; zihinleri tenvir ve nahiv lügat belagat fıkıh mantık kelam gibi diğer ulum u fünuna müteallik mesaili tezkir ettiğiçün tefsir ve hadis okuyanlar ulum-ı saireyi kavaidine tatbikte meleke peyda ederek daha basir ve “rasih fi’l-ilm” olurlar cevabını verir. Buna nazaran tefsir ve hadise dair müdevvenat dinimizi bize anlatacak kütüb-i ilmiyye değil birtakım tatbikat kitapları demektir. Maahaza tefsir ve hadis bahsini bir tarafa bırakalım ilm-i usule ne diyelim ya? Neden onun tahsiliyle bu kadar müddet mere ve gayeti saadet-i diniyye ve dünyeviyyeyi ihraz edebilmek ye’yi ma’rifetten ibarettir” diyorsunuz o halde ömrümüzü sarf ile öğrendiğimiz bu ilmin beyan ettiğiniz bu semeresine vasıl evet saadet-i diniyye ve dünyeviyyeye nail olmak için takatimizi bezl ile ahkam-ı Rabbaniyye’yi öğrenmeye neden terk etmiyorsunuz? Hiç şüphe etmiyoruz ki üstazın cevabı medid bir sükut olacaktır. Bu suretle ilm-i usul öyle bir ağaca benzer ki ilmen ümmet ve felasife-i fukaha birtakım müşkilat iktiham ederek onun garaz u tenmiyesiyle uğraşmış oldukları halde meyveleri Niçin o meyveleri iltikat etmeyelim? O semereleri iktitaf etmeyeceksek neden bize de size de faidesi olmayan işlerle hem bizi hem kendinizi yordunuz? Hasılı kelam ictihada mümanaat edenler zaman-ı hazırda şerait-i ictihadı haiz kimse bulunmadığını iddia edebilirler usuliyyeyi tatbike muktedir kılacak derecede bir tahsil görmek Ümmet-i İslamiyye’ye takdim olunacak en büyük ve en faydalı hizmet mehafil-i diniyye ve medaris-i ilmiyyemize bu suret ve usul-i tahsili te’sise çalışmaktan ibaret bulunacak ve bu da ulum-i taklidiyyenin tarikat-ı ma’hude üzere tahsilinden daha kolay olacaktır. Hepimiz görüyoruz ki ulum-ı taklidiyyeyi tahsil edenler bütün ömürlerini bu uğurda sarf ettikleri halde –pek azı müstesna olmak üzere– bir faide-i kat’iyye elde edememişlerdir. Birçokları da ulema-yı taklide ulema müfid olmadıklarını söylüyor ve ulema-i taklidden münevverü’l-fikr olanlar hiç şüphe yok ki ulum-ı saireyi de tahsil edenlerdir diyorlar. Ulum-ı taklidiyye ümmet-i İslamiyye’yi bu cidal-gah-ı hayatta diğer akvama ve milel-i saireye karşı gayet harec ü hatar-nak bir mevkide durdurdu: Evet eslafımızın mütekaddimin-i fukahanın görmedikleri birtakım turuk ve şürekat-ı ticariyye teessüs muamelat-ı nas tebeddül ve birtakım ahval teceddüd etmiş ve mukaddiminin ictihad ve takrir ettikleri ahkamın tatbiki kesb-i usret etmiştir. Nikat-ı sevaim ahkam-ı rikaz rakık ve mükateb şehadet kat’-ı tarik cihad irtidad ahkamı riba sarf ahkamı cinayat u diyat mesaili nerede kaldı? Bu inkılab-ı azim ve tebeddül-i külliye bir nazar-ı la-kaydi ve bu suretle mühmel bir küme insandan ibaret kalmak mı? Yoksa kavl-i me’suruna müraaten ve kavl-i şerifinden itti’azen hadisat ve teceddüdat-ı vakıaya bir nazar-ı hakimane ve müdekkikane ile bakarak bazı ahkamı bir delil ve hüccete maslahata göre usul ve kavaid-i şeriata tatbik etmek mi mukteza-yı din ü vera’dır? Bir de sorarız ey üstaz-ı fakahet-simat! Siz hem filan imam filanca kitabında şöyle demiş ve tilmizi filanca zat da haşiyesinde böyle tahkik etmiş diyor hem de o imamın ictihadına ve tilmizi olan şeyhinizin tahkıkatına mugayir birtakım işlerle mesela mehakim ve mecliste birtakım şürekat-ı iktisadiyye vesair hususat-ı dünyeviyye ile iştigal ediyorsunuz. Acaba bu hal neden ileri geliyor? Hiç şüphe yok ki kütüb-i atikada zaman-ı te’lifleri ilcaatına tabi’ olarak münderic ahkam-ı fer’iyyenin tatbiki imkansızlığından neş’et ediyor. Çünkü mürur-ı zaman ile tabai-i insaniyye tegayyür etmiş telif olundukları zamanda yani edvar u a’sar-ı salifede tehaddüs etmeyen birtakım vakıat u hadisat zuhur eylemiştir. Ezmanın tegayyürüyle ahkamın tegayyürü inkar olunamayacağı esası dahi kavaid-i şer’iyyemiz icabatındandır. Muamelat-ı nasa taalluk eden bu vakıat ve hususat hadise-i ticariyyede medar-ı amel ve hüküm olacak birtakım ahkam-ı şer’iyyeyi delail-i diniyyemizden istinbat etmezsek o vakit bu muamelat hakkında ne şer’-i şerife muvafık bir hüküm verebiliriz ne de bu a’malden hasıl olacak nemaya kazanca –pek vasi’ ve semahatkar olan şeriat-ı garramıza nazaran– helal diyebiliriz. Ulema-i mütekaddimin ilm-i usulün semeresini istinbat-ı ahkam olarak gösterdikleri halde müteahhirin-i fukahamız lafta tehaddüs etmemiş bir mes’ele hakkındaki hükm-i şer’i sorulacak olsa cevap bulunamıyor. Mucib bu tevakkuf ve acziyle şeriat-ı garranın ol babda bir hükmü ihtiva edemeyecek bir derecede zayıf olduğunu söylüyor. Ve o mes’elenin saillerin arzularına veya Avrupa kanunlarına nazaran hall ü tesviye edilmesini vacip kılıyor. sahib-i şeriata karşı bundan büyük küfran-ı ni’met olur mu? Yoksa edyanın ahiri ve cemi’ ezman u a’sarda ihtiyacat-ı beşeriyyenin kaffesini cami’ ve zamin olan din-i celilimiz durur iken o mesaili hall için başka bir dinin sahaif-i ahkamını mı karıştıralım? Diğer müteşerri’lerin kanun vazı’larının aklen bizden daha mütefevvık ve hükmen daha sahih olduklarına zahib olalım da nefsimizi hacr ve ni’met-i ilahiyye olan aklımızı ta’til mi edelim? Bahşayiş-i Rabbani olan din ve aklı imate ve nurlarını vusul için yegane tarik olduğunu nasıl iddia ederiz. zumsuz hiddet ü şiddet gösterecek olan muarızları muharrir-i makale insafa da’vet eder. Ve onun da muasırin-i fukaha hadın lüzum-ı temhidini tasdik ederek istinbat u ictihada muktedir kılacak bir ta’lim-i ciddinin te’sisine sa’y u gayret etmelerini teklif eyler. Medine-i Tayyibe hicret-gah-ı Fahrü’l-Mürselin ve reşkendaz-ı sipihr-i berin olmadan evvel orada şehr-i şehirin ahali-i kadimesinden olan ve Hazret-i Mevlana tarafından: beytiyle tarif buyrulan Evs ve Hazrec kabileleri bulunuyordu. Vakta ki o belde-i güzin darü’l-karar-ı Hatemü’n-nebiyyin olmak şerefini kazandı; yekdiğerinin kanını içecek kadar vahşiyane bir hırs-ı intikam besleyen bu iki kabile efradı arasındaki münaferet ve nifak naşir-i tevhid ve amir-i ittihad olan Peygamber-i sahib-reşadın feyz-i irşadıyla dindarane bir müzaheret ve ittifaka tebeddül etti. Şu ittifak-ı dindarane ve ittihad-ı müzaheret-karane sevkıyle hemen tarfetü’l-ayn denebilecek bir zamanda Hicaz’ın vahşi çöllerinden avaze-i işrak imha ve ıssız dağlarında Kelimetullah Efradı ma’dud ve dairesi sur-ı Medine ile mahdud bulunan din-i İslam bu sayede aktar-ı Ceziretü’l-Arab’a intişar eyledi. Ekall-i kalil olan müttehid muvahhidlerin vaz’ında yek-dilane hareketlerinden tefrikasından kurtulamayan kabail-i müşrike fırkaları dağılmaktan başka çare bulamadılar. Ehl-i İslam kılıçlarıyla rüus-ı ebdanı değil rüesa-yı tuğyanı kesti; oklarıyla sudur-ı nası değil makam-ı vesvası deldi; mızraklarıyla kalplerden kan değil kalplere iman akıttı. Nur-ı seher gibi yükselen ve yükseldikçe etraf u afakı parlatan din-i mübin lemeat-ı feyz-a-feyziyle yedi sekiz sene zarfında hire-saz-ı müşrikin oldu. Perdane menişan-ı ezel o nur-ı tabanın etrafına koşuştu şeb-pere tab’an-ı takdir ise vahşet-engiz ve zulmet-amiz yerlere savuştu. Dokuzuncu sal-i hicrinin Recebi idi ki mevsimin yaz olması münasebetiyle Hicaz güneşi suhur-ı cibali yakıp eritecek derecede tab-efşan oluyor havaların kurak gitmesi zemin-i rigistanın feyz-i inbatını kestiğinden Medine’de müdhiş bir kaht hüküm sürüyordu. Hala bile belde-i tayyibenin servet-i yeganesini teşkil eden hurma mahsulatı henüz salkım halinde bulunduğundan muhtacin-i ahali meyvelerin husulünü müştakane bekliyordu. Bu esnada idi ki Şam tarafından bir kafile geldiği ve zeytinyağıyla un getirdiği şehr-i tayyibede duyuldu. Herkes şu kervanın vürudundan istibşar ettiği ve ailesine nafaka tedariki hamil bulunduğu işitildi. Lahm Cüzam Amile Gassan gibi kabail-i mütenassıra-i Arab’ın Rum kayseri Herakl’a “Medine’de sının intikamını almak için tam fırsattır” mealinde bir mektup göndermeleri üzerine Herakl Kubad namındaki serdarı kırk bin kişilik bir ordu ile sevk etmiş bu orduya zikrolunan kabail de iştirak eylemiş. Dehşetli bir kuvvet olarak Belka mevkiine kadar gelmişler! Şu haber hakıkaten nasibedar-ı iman olmayan münafıkın müslümanlar böyle teçhizatı mükemmel ve efradı kesir bir orduya mukabele ve zafer kabil olamayacağını düşünüyor münafıklar ve bilhassa reisleri olan Abdullah bin Übeyy bin Selul habisi “Muhammed Rumlarla muharebe etmesini oyuncak mı sanıyor ben daha şimdiden gerek onu gerek ashabını esir edilmiş ve iplerle bağlanmış bir halde görüyorum” hezeyanatında bulunuyordu. Ey ümmet-i Muhammed! Bilirsiniz ki tarih tekerrür-i vekayiden ibarettir. Dikkat ediniz! Bin üç yüz on dokuz sene mukaddem Medinetü’rResul’ün uğradığı azim teshire bugün vatanımız da ma’ruz bulunuyor. Şimal tarafımızda henüz krallarına taç giydiremeyen Bulgarlar cenubumuzda daha birkaç yıl evvel darbe-i te’dibimizi yiyen Yunanlılar bir kısım memalikimizi istila etmek istiyor. İçimizde bulunan vatan-ı Osmani’nin nan u nimetiyle perveriş-yab olduğu halde a’da-yı vatana gayretkeşlikten kurtulamayan bazı alçak münafıklar da bu istilayı teshile uğraşıyor düşmanlarımızı haklı göstermeğe çabalıyor. Biz bunlara karşı lakayd kalabilecek miyiz? Asla! Kalırsak ne olur bilir misiniz? Atiyyü’z-zikr itab-ı ilahinin muhatabı olmuş oluruz. Bahsi ta’kib ediniz: Vatan muhabbetinin imandan ileri geldiğini ve muhafaza-i vatana her mü’minin me’mur olduğunu ümmet-i merhumeye ta’lim buyuran Peygamber-i vatanperverimiz fırka-i teslisin cem’iyyet-i tevhid üzerine olan şu azmine mukabele emrettiler. Ferman-ı Peygamberi Medine ahalisince bizzat fem-i saadetten tebellüğ edildiği gibi mütecavir-i kabail-i müslimeye tahriren tebliğ olundu. Fedakaran-ı müslimin fevc fevc belde-i mukaddeseye gelip toplandı. Hepsi hıfz-ı din için icab ederse ölmek ve hudud-ı vatana mütecavizane atılacak adımlara cesediyle mania teşkil etmek emelini besliyordu. Fakat menfaat-i şahsiyyesi gayret-i diniyye ve hamiyyet-i vataniyyesine galip olan bazı kesan ağırca davranıyor. Ve orduya iltihak etmeyi mezahim-i seferi göze alarak düşmanla çarpışmayı kerih görüyordu. Böyleleri hakkında hitab-ı celili nazil oldu. Müslümanlar! “Size ne oldu ki fisebilillah muharebe için toplanın denildiği vakit ağır davranıyorsunuz? Yoksa naim-i ahiret dururken hayat-ı dünyaya mı razı oluyorsunuz? Dünyanın meta-ı hayatı ahirete nisbetle kalil ve ehemmiyetsiz bir şeydir” mealinde olan bu ayet-i kerimeyi nazar-ı dikkate alalım. Böyle bir itaba uğramamak için hudud boylarına koşalım. Lakin şimdilik buna hacet yok. Lutf-ı ilahi ile askerlerimiz serhadlerde birer şir-i jiyan gibi kükreyip duruyor. Avaze-i şecaatleri kilab-ı a’dayı uzaktan uzağa av’aveye mecbur ediyor. Elhamdülillah asakir-i beriyyemiz mükemmel. Noksan ve muhtac-ı teavün bir şey varsa o da kuvve-i bahriyyemiz. den iştirak suretiyle donanmamıza yardım edelim. Pişvayan-ı din olan ashab-ı güzinin üsve-i hasenesine iktidaya me’mur değil miyiz? Onlar da malen bedenen fedakarlıktan geri durmadılar. Bakınız: Ortalıkta kaht u gala hüküm-ferma olmasından ve hurma mahsulatının henüz iktitaf edilememesinden efrad-ı müsliminin çoğu zarurete mübtela hatta zad-ı sefer tedarikinden bile aciz bulunuyordu. Nebiyy-i Kerim aleyhi ve aleyhissalatü vetteslim Efendimiz agniya-yı mü’mininin fukara-yı müslimine yardım etmesini ve Müslümanlığın Hıristiyanlığa karşı çıkaracağı şu ordunun teçhizatına iane edilmesini ferman buyurdular ve “Cennet Ceyş-i Usre’yi teçhiz edenler içindir” mealinde olmak üzere tebşirinde bulundular. Teçhizi usret ve müşkilatla mümkün olabilen şu orduya “Ceyşü’l-usre” deniliyordu. Ashab-ı kiram Resulullah’ın emr ü tebşiri üzerine adeta kerem ü semahat müsabakasına çıktı. Sıddik-i Ekber hazretleri dört bin dirhemden ibaret olan cemi’-i mamelekini; Faruk-ı azam emval-i mevcudesinin yarısını bu ordunun teçhizi verdikten sonra beherine bir altın sarf etmek üzere on bin kişiyi teçhiz eyledi. Daha sonra da bin altın getirip piş-gah-ı Muhammedi’ye döktü ve iltifat-ı cihan-derecat-ı Peygamberi’ye nail oldu. Ebu Said el-Hudri hazretleri’nin “Resulullah’ı gördüm ki gecenin ibtidasından sabaha kadar mübarek ellerini kaldırmış İlahi ben Osman’dan razıyım sen de razı ol diye dua buyuruyorlardı” dediği kütüb-i ehadiste zikrolunuyor. Keza mal-daran-ı ashabdan Abdurrahman bin Avf kırk okka altın Abbas bin Abdilmuttalib ile Talha bin Ubeydillah mal-i kesir ve Asım bin Adiyy el-Ensari yüz deve yükü hurma Nisvan-ı müslimin de bu hususta rical-i mü’mininden geri kalmadı. Hepsi kulaklarından küpelerini boyunlarından gerdanlıklarını kollarından bileziklerini ayaklarından halhallarını çıkarıp iane olmak üzere gönderdiler. tuz kırk bin kişilik bir ordu teçhiz edilerek Sipehsalar-ı enbiya aleyhi ve alihi efdalü’t-tehaya Efendimiz hazretlerinin maiyyet-i seniyyelerinde Tebük mevkiine kadar gitti ve koskoca bir Rum devletine hudud boyunda meydan okudu. Orada epeyce müddet tevakkuf buyurulduğu halde düşmanla telakı edilmedi. Çünkü ordu-yı hümayunun Medine’den hareketi duyulmuş ve evvelce Mu’te vakasındaki seyf-i İslam’ın acısı henüz unutulmamış olduğundan gerek Rumlar gerek mütenassır Araplar ordu-yı müsliminin satvet ü mehabetinden ürkerek geri dönmeye mecbur olmuştu. Tebük’te yirmi gün kadar ikamet ve Eyle hükümdarı Yuhanna’dan senevi üç yüz ve Cerba ile Ezrah beldeleri ahalisinden yılda yüz altın cizye alınmak üzere musaleha akdedilerek şanlı bir surette Medine-i Tahire’ye avdet olundu. Ey ümmet-i merhume! Bilirsiniz ki: Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem Efendimiz hadis-i şerifiyle kendi adat-ı seniyyelerine ve hulefa-yı raşidinin harekatına Yine ma’lumunuzdur ki ferman-ı kerimiyle asuman-ı hidayetin nücumu olan ashab-ı güzine iktida etmek mucib-i hidayet olduğunu haber vermiştir. İşte Hulefa-yı Raşidin ve sadat-ı ashab-ı güzin len bir ordunun teçhizine ne kadar fedakarane çalıştıklarını öğrendik Hazret-i Osman hakkında şeref-vaki olan iltifat ve daavatı okuduk. Ey ağniya-yı millet! Siz de o iltifat ve daavata mazhar olmak istemez misiniz? Emval-i dünyeviyyenin isarıyla niam-i uhreviyye kazanmak arzu etmez misiniz? Tabiidir ki böyle bir şeref-i uzmayı arzu etmeyen olamaz. O halde muhtac-ı tekemmül bulunan donanmaya iane ediniz. Emin olunuz ki bunun için vereceğiniz mebaliğ cennetten yer mübayaasıçün papalara verilen paralara katiyen benzemez. Bu nazm-ı celili mucebince Cenab-ı Rabbü’l-alemin ile ibad-ı mü’minin arasında vukua gelecek bir bey’ u şiradır. Ey fukara-yı ümmet! Siz de bir gecelik mesaisinin nısfını fi-sebilillah iane eden Ebu Ukayl hazretlerini taklid edemez misiniz? O Ebu Ukayl ki verdiği ianenin kılletinden herze-guyan-ı münafıkınin hedef-i ları münafıklar istihza ediyor. Halbuki Allah onlarla istihza eder ve onlar için azab-ı elim vardır” mealindeki tehdid-i Rabbanisi nüzul etmiştir. Bir günlük - semere-i sa’yinizin yarısıyla memduhin-i ilahiyyeden olmaya can atmaz mısınız? Bedihidir ki bunun edersiniz. O halde vereceğinizin kılletinden çekinmeyerek buyuruyor. Azlar ind-i ilahi’de bereket peyda eder sevabı çoğalır. Ey millet-i necibe! Zenginlerimiz Hazret-i Osman’a fukaramız Cenab-ı Ebu Akıl’e tatbik-i hareketle fedakarlıkta bulunsun ki ashabın Rum devletine meydan okuduğu gibi teavün-i milli ile alınacak yadigar-ı millet de geride o emvac-ı muhavvife arasında bikes bir kazazede gibi çırpınan ceziremize saldırmak satvet ü şevket-i milliyyemizi göstersin. Bir zaman donanmalarımızın hususi bir cevelan-gahı olan Bahr-i Sefid’in beyaz köpüklerini yararken sagir-i cihangi-ranesiyle yaygaracı ve şımarık bir kavim olan Yunanlıların kulağına: Ta altı asırdan beri tarih-i beşerde Evsaf-ı hamasetle adı şanlılarız biz Yunanlılara şöylece ihtar ederiz ki Şark’ı Roma’yı mahveden Osmanlılarız biz avaze-i tahaddisini isal etsin. Bakı: TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Şubat Üçüncü Cild - Aded: [– –] Naşir-i mütecasirin “ifade-i mütercim” ünvanı tahtındaki ebleh-firibane sözleri makalat-ı salifemizde teşrih olunarak mahiyet-i hakıkıyyesindeki gışave-i tezvir ref’ ve agraz-ı bed-hahanesi kabil-i setr ü te’vil olmadığı meydan-ı alaniyyete vaz’ olundu. Artık bundan böyle Dozy’nin akaid-i İslamiyye hakkındaki isnadatının fıkra fıkra redd ü ibtaline şüru’ ediyoruz. Sabıkan ifade kılındığı üzere isnadat-ı mezkurede zerre kadar şaibe-i hakıkat olmadığı gibi hiçbir iddianın da delil ve bürhana benzer bir şeyle te’yid olunduğu yoktur. Belki öteden beri din-i mübin aleyhinde neşriyatta bulunan misyonerlerin akval-i mücerrede tahkımat-ı cidal-karanesi hücec-i kat’iyye menzilesinde telakkı olunduktan başka en büyük böyle diyorsa da benim buna itimadım yoktur” gibi inat ve mükabere ibrazından ibaret olduğu meydandadır. Tükenmekten muarra en vasi’ sermayesi de “İftira ediniz iftira ediniz! İftiraların tevalisiyle zihinlerde izler kalır” makal-i mel’anet-iştimaline riayeten ifk ü iftiradan ibarettir. İşte Dozy cenapları bu sermaye-i kasidi bol bol sarf ederek üssü’l-esas-ı nübüvvet ve risalet olan vahy-i Rabbani Kur’an-ı Kerim-i Samedani aleyhine ölçüsüz endazesiz küfürler bühtanlar saçmış savurmuştur. Ancak mebna-yı İslamiyyet’i hal-i tufuliyyetinde bir ilm-i hal-i sagir kıraatiyle muahharen birkaç tarih parçaları mütalaasına münhasır kalıp da esas-ı dinden siyer-i pak-i Hazret-i Nebevi’den bi-haber olan şahs-ı bi-iz’an bi’l-iltizam bitaraflığı tezviratı işitmesiyle mahz-ı hakıkat kıyas edeceği mayesi de biraz bozuk oluverince zaten zayıf olan imanı duçar-ı tezelzül olacağı emr-i tabiidir. Binaen ala zalik tezvirat-ı vakıanın cerh ü iptaliyle fesad-ı melhuzun önünü almaya bezl-i mesai erbab-ı iktidara fariza-i zimmet olmuştur. Eser-i mezburda doğrudan doğruya sıfat-ı uluhiyyete hakaik-i nübüvvet ve risalete ait münakaşat bulunmadığı cihetle biz de bu mebahis-i aliyyeye dair tedkıkat ile iştigal etmeyeceğiz Risale-i Hamidiyye tercümesini okuyanları şimdilik bundan müstağni addediyoruz. Ancak saded-i asliye şüru’dan akdem risalet-i Ahmediyye’ye müteallik şükuk ve şübehatı dafi’ bir mukaddime temhidine lüzum görmekteyiz. “Ve minallahi’l-hidayeti ve’r-reşad.” Nübüvvet – İnsanları hayır ve salaha irşad ile te’min-i saadetleri için canib-i ilahiden ıstıfa buyurulan zat-ı şerifin sıfat-ı aliyyesidir. Bu ıstıfa-yı Rabbaninin alamet-i bahiresi bu iddia ile irşad-ı enama kıyam eden zatın medar-ı ıslah-ı umumi olacak malumat ve kemalat-ı harika ile teferrüd etmesi zaman halkının vasıl olabildiği terakkıyyat-ı ma’neviyyede cümlesine haiz-i rüchan olup hiç kimseden istimdada müftekır olmamasıdır. viyyeyi teyakkunla– ihraz-ı haşyet ve ıslah-ı niyyet vasıtasıyla efrad-ı beşeriyyenin terbiyye-i ahlakiyyeleri süratle ilerlemektir. Zira onların zahiren ve batınen müstakım ve salih ve hukuk-ı vacibeye müra’i olmaları nübüvvetin delalet ettiği yevm-i ahire iman etmelerine mütevakkıftır. Yekdiğerine irtibat-ı tam ile murtabıt bulunmaları ahire iman zikrolunuyor. Çünkü ma’rifet-i zat ve sıfat-ı uluhiyyet tahsil edebilmek için insanın akl-ı selime malikiyeti kafidir delalet-i enbiyaya ihtiyaç yoktur. Ama dar-ı ahiretin kat’iyet-i sübutu ihbar-ı enbiya sayesinde bilinmektedir. Binaenaleyh te’sis-i nübüvvetten maksad-ı asli yevm-i ahiri tasdike sevk ve irşad ile nasın ahval-i hususiyye ve umumiyyelerini belki binlercesine cehd ü gayret etmiş olsalar ıslahat-ı mutlubeyi kendiliklerinden elde edemezler. Enbiya-yı izamın en güzide ve müctebası bin üç yüz bu kadar seneden beri alem-i İslamiyyet’in ez-dil ü can metbu’ ve muktedası bulunan Peygamber-i zi-şanımız Muhammed Mustafa “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz hazretlerinin nübüvvet ve risaletleri safahat-ı ekvanın her zerresinde parlamakta olan asar-ı feyz-bahşa-yı inayat-ı sübhaniyye şehadetiyle hurşid-i cihan-tab gibi bahir ve bedidar olmasına mebni isbat ve izah külfetinden tamamen azade bulunmaktadır. kevniyye tevali-i a’sar u edvar ile teceddüd ve teali ettikçe risalet-i Muhammediyye’nin kudsiyyeti revnak-paş-ı sudur-ı erbab-ı basair olmakta devam ediyor. Binaen ala zalik bugün çah-ı muzlim-i cehl ü nadaninin en derin zaviye-i ka’riyyesinde bunalmış menabi’ ve mecari-i zülal-i İslamiyyet’e vukuftan bigane kalmış olanlardan başka hiçbir ferd bu hususta giriftar-ı tereddüd olamaz. Mehasin-i İslamiyyeden bu mertebe gafil ve zahil olan kesan-ı bi-iz’an ise uluhiyet-i mukaddesede bile duçar-ı hayret oluyorlar. nübüvvet isbatı vadisinde icale-i aklam idare-i kelama mecburiyet hissetmeleri mahza bu nevi’ insanların ahvalini mülahazadan münbaistir. Biz de bu ma’zerete müsteniden şu evrakta hayat-ı Muhammediyye siyer-i samiye-i nebeviyyeden bais-i istifade-i ihvan badi-i tezayüd-i itminan olacak suretle bahsediyoruz. Zikredeceğimiz şeyler alel-ekser münkirleri tebkit ve ilzama medar olan ahvale münhasırdır. Evvela Nebiyy-i zişan Efendimizin hil’at-ı nübüvveti iksa buyurulmaları hengamında güzeran olan ahval-i akvam u ümem velev icmalen olsun göz önüne alınmak iktiza eder ki essir-i meşkure-i mes’adet-perveranesi bi’set-i mübarekelerinin fevaid-i la-tuhsası enzar-ı uli’l-i’tibarda tamamen aşikar olsun. Birçok asırlardan beri beynennas hüküm sürmekte bulunan teşaub-i ara ve taaddüd-i ehva te’sirat-ı dehşet-efzasıyla müşagabat-ı diniyye münazaat-ı mezhebiyye çoğalmış nur-ı hakıkatin intimasıyla afak-ı alemi zulmet kaplamışdı alemde nevi nevi bid’atler ve türlü türlü fırkalar peyda olarak bil-hassa İbahiyyin ve Dehriyyin mezhebleri revaç bulmaktaydı. Tesvilat-ı şeytaniyye ile her emr-i batıl ayn-ı hak tanılır heyakil ve evsan suver ve sulban ma’bud diye tapılırdı. Sun’-i beşerle vücud bulan temasilde uluhiyet farz olunur lahutun nasuta hululü mahz-ı hakıkat tevehhüm edilirdi. Avam-ı beşer rüesa-yı ruhaniyyede rububiyet sıfatıyla naibiyyet saadet ve şakavet-i uhreviyyeleri babında keyfe ma-yeşa hakimiyet vücudu i’tikadında bulunarak şan-ı rüesayı fevkalbeşer i’la ile makamlarına karşı mebhut olup kalmışlar onlar da bu i’tikad-ı sahiften istifade ile ittiba’-i mezheblerini dereke-i süflaya indirmişler menafi’-i şahsiyyelerine muvafık ahkam-ı hıll ü hurmet vaz’ ederek tuğyan ve tecebbürün derece-i kusvasına varmışlardı. İttiba cehalet-i amiyane içinde boğularak selasil-i zillet ve esaretle bend edilmiş rüesa metami’-i nefsaniyyelerini istifa huzuzat-i behimiyyelerine tevessülde her kayıddan azade kalmış idi. Binaberin aslı yoktan birtakım müşkilat-ı mezhebiyye ihdas ederek müşacerat-ı daime tevlid nüfus ve emval-i halk üzerine vesait-i gun-a-gun ile tasallutlarını tezyid ederlerdi. Memalik ve büldanın her tarafında kain ahali bu ahval-i pür-ehvalden hali değillerdi. Bilad-ı Arabdaki vahşet ve cehalet ise bütün cihatını olmuştu beyne’l-kabail gasb u garat sefk-i dima gibi a’zam-ı cinayat su-i i’tikad redaet-i ahlaktan mütevellid her türlü seyyiat ortalığı kaplamış hiçbir mahalde rahat ve asayiş kalmamıştı. El-hasıl bütün dünya yeni baştan ıslaha muhtaç bir hale gelmişti. Bu ifadatımız tahlilat-ı şi’riyye tasvirat-ı vehmiyye değil belki bila-şüzuz bütün erbab-ı vukufun sabit gayr-ı kabil-i inkar hakaik-i kat’iyye cümlesindendir. müstebiddaneye inhimakle giriftar-ı şuriş ve hizlan hayret ve dalaleti artıracak zulümat-ı haile içinde ser-gerdan olan akvam ve ahali ellerinde kalmış her türlü şürur ve afata cilvegah olarak şiraze-i intizamdan çıkmış bulunduğu avan-ı zucret-iktiranda iksir-i rahmet-i Huda Cenab-ı Sultan-ı Enbiya “aleyhi ekmelü’t-tehaya” Efendimiz mehd-ara-yı alemi şuhud oldular. Bi-hikmetillah yetim olarak neş’et edip tehzib ve terbiyelerine lerini ikaz ve irşad eyleyecek muallim ve nasiha da asla mukarin olmamışlardır. İçlerinde okur yazar kimse pek nadir olan kavim ve kabilesi efradı gibi kendisi de ümmi idi fakat nazm-ı alisi müfadınca harika nev’inden olarak mebde-i tufuliyyetlerinden vahy ü ilham-ı Huda sayesinde hakaik-ı uluma da aşina kılınmışlardı. Binaenaleyh bazı asfiya-yı ümmeti gibi kendi haklarında “ümmilik” evsaf-ı madiheden ma’dud olmuş ve bu vasıfla enbiya-yı salifinden kesb-i imtiyaz etmiştir. Erbab-ı cidal ve inkar berahin-i katıa-i nübüvvete karşı başka diyecek bulamadıklarından mükabere vadisine saparak kıraat ve kitabetle iştigal ve bu vasıta ile tahsil-i kemal buyurmuş olmalarını iddia etmişlerse de bu iddianın butlanı vücuh-ı atiyye ile zahir ve aşikardır: Anifen ifade kılındığı üzere gayet ender kimseler ba’de’l-istisna kavim ve kabileleri hep ümmi kıraat ve kitabetten bi-behre oldukları emr-i muhakkaktır. nazm-ı celili ile de daha o zaman i’lan buyurulmuştur. Kendisinin yetimliği ve fakirliği de bu itiyad-ı umumiye ilave olunduğu halde taallüm-i kitabet ve kıraate dai bir sebep gösterilemez. Hemşehrileri halkınca zaid ve gayr-ı müsmir addolunan cihete sarf-ı evkat edeceğine kendisi gibi akl u kiyaset sahibi bir zatın te’min-i maişete çalışması daha ma’kul değil midir?.. Ta’lim-i kıraat ve kitabet az vakit zarfında elde edilemez. Muntazam bir dar-ı tahsil bulunmayan zaman ve mekanda öyle bir arzuda bulunmuş olsalardı katlanacağı ziyade meşakkatten başka iştigalleri herkesçe malum olmak hiç olmazsa bir defa görülmek icab etmez miydi? Ümmiliklerini ala rüusi’l-işhad i’lan ettikleri halde hiçbir muarız zuhur etmemesi maz mı? Bu hakıkatin i’lanına dair nazm-ı celilinde irtiyabı mübtiline tahsis ile ümmiliğin şart-ı esasi-i nübüvvet olmadığı da ifade buyurulmuştur. Ma’na-yı şerifi: Habib-i Ekremim! Kur’an’dan evvel sen kitap okumaz elinle yazı yazmazdın. Böyle olmasaydın mübtiller duçar-ı irtiyab olmağa yol bulurlardı. Ama muhık ve münsıf olanlar bu halde de senin risaletinde tereddüd etmezlerdi. Çünkü Kur’an-ı Kerim’e me’haz olabilecek bir kitabın ortada mevcut olmadığını herkes bilir. Kendisine bu yolda emek sarf etmiş bir kimse bulunsaydı Resul-i Ekrem hazretlerinin onu gayet muhterem tutarak ashab-ı kiramına tercih etmesi hatta o kimsenin bu hizmetle teşerrüf ettiğini bazı akranına olsun söylemesi emr-i tabii idi. Böyle bir muamele veya muhavere vukuu isbat olunmak kabil midir? Gerek hane-i saadetlerinde gerek hariçte bir şey yazmak Hin-i taallümlerinde müşahede olunmamak ihtimali farz olunsa bile ba’de’n-nübüvve şuunat-ı mühimmede yazacağı şeyler –yazarken olmasa bile yazdıktan sonra olsun– behemehal velev merak ve tetebbu’ edenlerden bir kişi tarafından müşahede olunmak lazım gelirdi. Böyle bir müşahede dır? Vukuu farz olunan böyle bir taallüm eğer ileride da’va-yı nübüvvet maksadına zeria kılınmak fikriyle ihtiyar edilmemiş ziyet olduğu kabil-i inkar değildir. Yok eğer iddia-yı nübüvvet ve risalet maksadıyla olması farz olunuyorsa böyle bir tedbir ve hilekarlığın ilelebet hal-i kitmanda kalması nasıl tecviz olunur? Tedabir ve hiyel ihtira’ına aşina bil-vücuh mücerreb ve dana olan en büyük siyasiyun-ı felasifenin tertip etmiş oldukları hiyel ve desayis bile mürur-ı zamanla meydana çıkmış alemde hiçbir sırr-ı nihan mektum kalmamıştır. Bu halde kendisine has bir menzil ve me’vası olmayıp bir müddet amcası Ebu Talib nezdinde muahharen Haticetü’l-Kübra hanesinde sakin olarak hiçbir vakit gözden nihan olmayan Nebiyy-i Zi-şan Efendimizin hariçle taalluku aşikar olan herkesin merak ve teftişini calib bulunan tedbir-i mefruzları ebediyyen mestur kalmak ala-tevali’l-ezman hiçbir serrişte zuhur etmemek tasavvur olunabilir mi? El-hasıl ol hazretin yetimlikleri gibi ümmilikleri de emr-i sabit ve kat’i kabil-i iştibah olmayan bir hakıkattir. Muarızların hilafına dair iddiaları hezeyan-ı mahmum nev’inden başka bir şey olamaz. Bununla beraber viladet-i seniyyelerinden itibaren hiçbir lahza himaye-i Sübhaniyye vikaye-i Samedaniyyeden mahrum kalmamış haklarında eltaf ve inayat-ı Rabbaniyye tevali edegelmiştir. Nasıl ki sure-i Duha’nın havi olduğu ayat-ı celilesinde bu ahval kendisine tezkir buyurulmuştur. ahlak-ı akvam ile alude ve bütün hakaik-ı ilmiyye puşide bulunan devr-i fetret ve hengam-ı cahiliyyette hem de putperestlik gibi emr-i batıla münhemik ve hurafat-ı mahzaya mu’tekıd ve mütemessik bir kavim ve aşiret içinde imrar-ı hayat eden bir zatın bulunduğu muhitin te’sirat-ı seyyiesine kapılması mukteza-yı hal ve adet iken halat-ı şayia ve adat-ı kabihadan evvel ol hazretin zat ve sıfatında zerre kadar naçiz bir eser görülmemiş nekayisten ma’dud cüz’i bir leke zuhur etmemiştir. Belki ehil ve ekaribinin bulundukları sirete tamamen muhalif onların hatt-ı hareketlerine külliyyen mübayin bir meslek-i hakimane ve müstakımane ittihaz ve ren vicdan-i paklerini rehber-i reşadet edinmiş ferd-i aferidenin kavl ü fiiline mütabaat etmemişlerdir. Daha mebde-i ömürlerinde vesenilik mebguzları olup bir defa olsun saneme taptığı amcalarına iştirakle ma’budat-ı batıla ihtifalatında bulunduğu görülmüş değildir. Kavim ve aşireti şürb-i hamr ile sekran ingımas-ı şehevat ile müstağrak-ı isyan olurlardı. Kendisi onlardan uzaklaşıp daima Onlar abes ve bi-faide şeylerle iştigal mesail-i vahiyyeden dolayı bazen naire-i harbi iş’al ederlerdi. Ol hazret ise asla iştirak etmez onlarla beraber bulunmazdı. Bir beyit veya kaside inşadı üzerine muasırları vecde gelerek raks ederler hora tepelerdi. Fakat kendisi asla müşareket buyurmazdı. Bu halde şan-ı vala ve siret-i mübarekeleri neden ibaretti? Resul-i Ekrem’in şan ve siretleri de pek ali idi. De’b-i şerifleri ciddiyyet ve istikamet seciye-i seniyyeleri sıdk u emanete mülazemet idi. Bu secaya-yı giran-bahaları daha reyean-ı şebabetlerinde ma’ruf olmağla bütün kabail arasında sadık ve emin ünvanlarıyla mümtazdı. Me’kel ve menakih gibi umur-i tabiiyyede de ifrat-perverliği yoktu. Mesela bir genç ne kadar mühezzib ve münevverü’l-fikr olsa hevesat-ı nefsaniyyeden tecerrüd edemez ol hazret ise devre-i şebabetlerini yaşlı bir kadın ile imrar etmiş ilk zevceleri Cenab-ı Hatice ile yirmi seneden ziyade müddet birlikte yaşamış müşarün-ileyhanın vefatına kadar başka kadın tezevvüc etmemiştir. Sonraki tezevvücleri hep bir hikmet ve maslahata mebni vuku’ bulduğunu izah edeceğiz. Kable’t-tezevvüc dahi kemal-i iffet ve taharet üzere olup bir genç kadına ibraz-ı aşk u muhabbet gibi münkerattan bir şey irtikab ettiği yoktur. Efrad-ı kabileleri ise aşk-ı zenan ve ibtila-yı şehevatta galeyan ile gayet ma’ruflardır. Nasıl ki kasaid-i meşhureleri de buna şehadet etmektedir. Alelekser kasaid-i kadime-i Arab belagatin “teşbib” dedikleri sanat yani ma’şukanın mehasin-i evsafını zikre mübaderet ile bed’ olunduğu ma’lumdur. Allah’a karşı olan imanını fakat bizim bu beyan ettiğimiz tarzdaki imanını kaybeden adamın giriftar olacağı hüsranın en ufak derekesi kudret ve azameti ekvanı muhit olan Kadir-i Mutlak’a kemal-i i’timaddan ileri gelen kuvve-i azimden mahrum kalmasıdır; mahrum kalacağı nimetin en hafif derecesi de şedaide ma’ruz olduğu zaman ruhun en büyük medar-ı istinadından cüda düşmesidir musab olacağı hasarın en naçiz mertebesi ise hevesat-ı müşettite arasında mütehayyir kalarak teveccüh etmesi icab eden veche-i kemali gösterecek hadiden na-ümid olması içinden çıkamayacağı bir şebistan-ı hayrete düşmesidir. Artık hangi mahrumiyet bundan büyük olabilir? Ayn-ı mahrumiyetten ümmetler de efrad gibi nasibedar olur. A’mal-i saliha alelekser iman-ı sahihe tabi olur. Bununla beraber halk içinde şu zannı da besleyenler vardır ki: İman ef’ale te’siri olmayıp batında kalan bir hayali bir mahiyyet-i mücerredeyi ifade eder bir kelimedir; yahud bir şahsın diğerinden medar-ı temeyyüzü olmak üzere ittihaz etmiş olduğu Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden bulunduğuna i’tikad ederek milel-i saireden temeyyüz etmesi gibi. Kezalik her dinde bulunan insanların o dinden zannettikleri her şeye i’tikad etmekle beraber kendilerini o dinin muktezasınca harekete mecbur görmemeleri gibi. Böyle bir iman sahibini hüsrandan kurtarmaz. Şüphe yoktur ki necat için amel-i salih lazımdır. A’mal-i salihayı ise yukarıda icmalen beyan ettik. Bu a’mali eda etmeyenlere gerek dünyada gerek ahirette teveccüh edecek hasar kadar büyük hasar olamaz. Hüsrana o ma’nayı verdikten sonra bittabi anlaşılır ki o imanı kaybedenlerin amel-i salihi terk eyleyenlerin kaffesine şamil olacaktır; ister bunlar kendilerine enbiya tarafından tebliğ vaki olduğu halde gösterilen doğru yoldan sapmış olsunlar; ister ehl-i fetret denilen takımdan bulunsunlar; yahud bugüne kadar hiçbir da’vete mazhar olmasınlar müsavidir. Zira ayet-i kerimedeki hüsr hüsr-i ahiretle mukayyed olduğu gibi hüsr-i ahiret de ebediyetle tahdid edilmiş değil; ayatın sarahatinden şu çıkıyor ki mü’minlerden olmayan yahud a’mal-i salihada bulunmayan hasirdir yani dalalettedir yahud hirmana mahkumdur. Bunun ise hangi zamanda hangi mekanda olursa olsun; hangi hal üzere bulunursa bulunsun bütün sunuf-ı beşere şamil olacağında şüphe yoktur. Sure-i celilede ümemin efradın hüsrandan necatını kafil olabilecek erkanın ikisi zikrolunduktan sonra diğer iki rükün daha varid olmuştur ki bunlardan her biri efradın teavünüyle tamam olabilir. Ferd-i vahid için müstakillen onları eda kabil değildir. Bu iki rükün ise tevasi bil-hak ile tevasi bis-sabrdır. Zira tevasi ancak müteaddid eşhas tarafından olabilir. O halde adedi ne kadar çok olursa olsun efrad-ı ümmet için her biri tanıdığı sair efrada hakkı taleb ve iltizam lunmadıkça hüsrandan necat yoktur. Eğer şahs-ı vahid bu vazifeyi eda eder de başkasına vasiyette bulunur lakin diğerleri onun ifa ettiği bu farizadan geri durur ise cümlesine behemehal dünyada hüsran gelecektir. Zira bir ümmetin kısm-ı a’zamı haktan hakka da’vetten gafil olur; kalplerdeki seciye-i sabr u metanete zaaf tareyan ederse hiç şüphe yoktur ki o ümmetin üzerine batıl müstevli olur; efradın azmi zayıf düşer; hali fenalaşarak nefsini girive-i helak ü izmihlale düşürmüş olur . Lakin ahirete gelince oradaki hasar yalnız fariza-i vasiyyeti eda etmeyene yahud o vasiyeti dinlemeyene kabul etmeyene ait olur. Eğer o vasiyeti ifa eden adam sözünün mesmu’ olması için muhtaç olduğu vesaili elde etmez de muhatabının adem-i kabulü kendisinin nasihat hususunda bir yolda eda ettiği takdirde kabulü me’mul olursa o zaman ahiretteki hasardan kezalik onun da hissedar olması lazım gelir. Münkeratın taammümünü gördükleri halde ağzını açmayan önünü almak için kendilerinde hiçbir hareket görülmeyen bir ümmet hakkında hangi necat mutasavver olabilir? Münkerat ise efradın fesadını ümmetlerin izmihlalini muciptir. Tevasi’ bil-hak ile tevasi bis-sabra iki emir dahil oluyor ki biri emir bil-ma’ruf diğeri nehiy anil-münkerdir. Zira hak etmedikçe bu vazifeyi tamamıyla eda etmiş olamaz. Kezalik a’mal-i salihanın meşakkatlerine sabr ile tavsiyede bulunan adam a’mal-i rezilenin mesavisini a’mal-i hasenenin terkinden husule gelecek avakıbı beyan etmedikçe maksuda zafer-yab olamaz. İşte Cenab-ı Hak emir bil-ma’ruf nehiy anil-münkerden ibaret olan bu iki rüknü de tevasi bilhak tevasi bis-sabr rükünlerine tevdi eylemiş; efradından her biri hisse-i istitaatına düşecek miktarda bu farizayı eda etmeyen bir kavim için dünya ve ahirette hüsrandan necat olamayacağını bize takrir etmiştir. Irad eylediği kısım ile de bu haberi bize te’kid buyurmuştur ki ne bu haberde tecevvüz vardır ne de zımnındaki emirde müsamaha. İmdi hüsrandan kurtulmak isteyen her bir ümmete şu farzı eda etmek vacib olur ki o da hayrı tavsiye şerri nehiyden yahud tevasi bil-hak ile tevasi bis-sabrdan ibarettir. Eğer bir ümmetin ahlak ve adatına arız olan bir inkılab neticesi olarak hayrhahane vesayayı kerih görmek veyahud tevasi bil-hayr farizasını edada müsamaha göstermek felaketi meydan alırsa bu hal o ümmete hasarın teveccühüne dünyada zillet ve helakin ahirette nedamet ve azabın vüruduna bir delildir. Ümmetin böyle bir müsamahasını gördüğü halde ıslahından aciz olduğuna binaenaleyh meydandaki fenalığa yalnız kalben buğz etmek suretiyle kendisinin hüsran-ı dünyeviden olmasa bile hüsran-ı uhreviden kurtulacağına kail olmak hiç kimse için caiz olmaz. Bugünkü müslümanlardan bir kısmı hususiyle ulema sınıfı buna zahib olmaktadır. Halbuki bu zehaplarında pek büyük hata ediyorlar. Avama karşı daima nasihatte bulunmadıkça onların işmi’zaz göstermelerine bakmayarak doğru yolu her zaman beyan eylemedikçe bu vazifesizliğin icab edeceği mes’uliyetten yani mahza sözlerinin mesmu’ olmaması halkın kendilerinden yüz çevirmekte bulunması özrüyle ukubet-i ilahiyyeden necat bulacaklarını zannetmeleri ne büyük hatadır!.. İşte va’d-i ilahi sadık haber ise müekkeddir; te’vile hiç yol yoktur. Bu ulemadan bir kısmı hadis-i şerifi ile ihticac etmek istiyorlar. Lakin bize kalırsa deriz ki emir bil-maruf nehiy anilmünkeri terk hususunda bu hadis-i şerif ile ihticac sahih değildir. Zira rü’yeti halinde bir münkeri tagyir bir emr-i hassa taalluk eder ki o da muayyen bir şahıstan sudur eden muayyen bir münkerdir. Halbuki bazen bir sebeb-i mahsustan dolayı muayyen bir şahsa karşı edilecek muamelede müsamaha cihetine gidilir: Mesela zaleme-i müluktan yahud umeradan birine bunu terk et bunu yapma çünkü münkerdir; yahud şunu yap zira ma’ruftur demek şöyle dursun size evla olan şu yapmış olduğunuz işi yapmamaktır yahud keşke şunu yapmayaydınız gibi bir söz söylemek bile muhtemel değildir. Çok zamanlar bu kabilden bir söz o zalimin tehevvürüyle kailin helakine sebep olur. Lakin emir bil-maruf nehiy anil-münker yalnız böyle mahdud bir daire dahilindeki münkerin tağyirini talebe münhasır değildir. Belki camilerde yollarda çarşılarda meclislerde hususi ictimalarda el-hasıl ahbab ile vukua gelen musahabelerde irad edilecek va’z ü nasihati de şamildir. Buna ise herkes kendi miktarına göre kudret-yab olabilir o halde alel-ıtlak emir bil-maruf nehiy anil-münker farizasını edadan aciz olduğunu zannetmek kimse için mümkün olamaz. Zira şu beyan ettiğimiz vücuhun kaffesinden aciz bir adam nasıl bulunabilir ki aczin bu derekesine hayvanlar bile varamaz. Şu kadar var ki gerek ulemaya gerek ulemadan görünenlere bu farizayı eda için halin zamanın ihtilafat-ı akvamın birincisi kendilerinin tarih-i sahihi akvamın suret-i zuhuruyla ahval-i ruhu el-hasıl efkar-ı batıla kuluba nasıl yol bulur akıl cihet-i hayra doğru ne suretle imale edilir buralarını anlamak kaffesini öğrenmezler ise halkın vebalini kendileri yüklenmiş olurlar. Da’va-yı acz de bir fayda te’min etmez. Zira kıl ü kal ulum-ı sahihada tebahhur eylemelerine baliğan ma-belağ kafidir. İşte kendileri de selef-i salihin tutmuş olduğu meslek dahilinde taleb-i ilm etsinler Cenab-ı Hak onlara zahir olmağı kafildir. Lakin emr-i ilahiyi edadan aciz kalmalarına sebep olacak bi-lüzum mebahis ile ifna-yı hayat ettikleri için nezd-i ilahide şayan-ı kabul bir özürleri olamayacaktır. Daha doğrusu bunlar mazeretlerinin kabul olunmasını değil üzerlerine bir bela-yı asumaninin nüzulünü beklemelidirler! Hatta emir bilmaruf nehiy anilmünker farizasını bi-hakkın eda etmek halkı batıldan alıkoyup hakka mülevvesattan men’ edip tayyibata sevk eylemek için insanın arz üzerinde seyr ü sefer etmesi kalkıp kürenin tulünü arzını ölçmesi asar-ı ecnebiyye içinde mensub olduğu millete nafi’ şeyler var ise ahz muzır şeyler varsa müdafaa için ecnebi lisanları öğrenmesi icabat-ı zamaneden olsa ulema için bu hususta olanca istitaatlerini sarf etmek vacib olur. Zaten birinci karn-ı hicriden dördüncü karn-ı hicriye kadar gelip geçmiş eslaf içinde ulema-yı asrın bu hususta üsve ittihaz edecekleri ne kadar büyük adamlar vardır! Yoksa mahza işin kolay tarafına gitmek için buna muhalif olarak iltizam edilen düşüncelerin kaffesi bir yığın şeytani vesveselerdir ki Kur’an’ın maani-i beyyinesine nazar-ı im’an atf etmekten ulemamızı alıkoyar rahmet-i Rahman’a mazhariyetten mahrum bırakır. Kanun-ı azamet-i hilkatin ihtiva eylediği esrar-ı la yetenahiyyenin asırlardan beri büyüyüp gelen mihr-i ma’rifetle tenvir edilebilen nukut-ı muzlimesi arasında nazarlarımızda münkeşif ve münceli olan bir hakıkat.. Bir hakıkat-i ulviyye var ise o da azamet heybet-i ilahiyye.. Kuvvet ve kudret-i samedaniyyedir. Her zerrede hayret-bahş-ı ukul nice kavanin gizleyen bu azamet bu kudrete karşı beşeriyet zanu-be-zemin-i tahayyürle Öyle kavanin-i mükemmele.. Öyle desatir-i muazzama ki beşeriyet onların tedkık ve tetebbu’uyla nokta-i alü’l-al-i medeniyyete vusul için çabalıyor.. Hakıkate tekarrüb için uğraşıyor. Şüphe bir nura doğru koşmaktır Hakkı tenvir ukul için haktır diyen bir Türk şairinin bu büyük sözüne işte beşeriyet bugün Evet!.. Sütre-i ebsarımız esrar-ı hilkat ve hayatı bize göstermek lütfunda bulunmadı. Onun için bir nur.. Bir nur-ı uluhiyyet.. Bir nur-ı ehadiyyete doğru koşuyoruz. Çünkü “Hakkı tenvir ukul için haktır.” Tedkık ve tetebbu’uyla beşeriyetin nokta-i kemale doğru suuduna sebep olacak bu kavanin mahkum-i acz ü cehalet olan milel ve akvamı ziya-yı hayat-bahşasıyla canlandırıyor.. Uyandırıyor.. Onları da tarik-ı temeddüne sokarak süratle hatve-endaz olmalarını emrediyor. Zira bir zaman gelecek ki bu hakayık-ı ulviyyeye aşina olmayan bir ferd kalmayacaktır. Çünkü ayine-i alem bize mahkum-i atalet olan bir milletin payidar olduğunu göstermiyor. Cümlesi hufre-i inkırazın vadi-i muhavvefine doğru sukut ile na-bud olmuşlardır. ki kamerin parlak şuaatıyla münevver bir gecede kubbe-i eflakin manzara-i hayret-bahşasıyla gaşyolan bir çiftçi tarlasının bir köşesinde dürbünüyle teleskobuyla bu azamet bu heybete nigeran olacak. Kitab-ı aleme yeni bir hakıkat yeni bir kanun ilavesi için uğraşacak. Herkes tedkık ve tetebbu’-i aleme koyulacak. Nice terakkıyat-ı mühimme ile bugün vücuduna ihtimal tasavvur edemediğimiz hakayıka dest-res olunacak. Sükkan-ı sema ile konuşulacak onlarla hembezm-i vifak olarak kesb-i ülfet ve ünsiyyet edilecek. Beşeriyetin bugün önüne geçemediği gayr-ı kabil-i şifa emraz-ı vahimenin her birine birer daru-yi acil keşf ü ensal-i atiyye-i beşerin emn ü istirahatlerine müteallik hususat onlar doğmadan vücuda gelecek muhit-i medeniyyete duhul ile merkez-i medeniyyetin o can-feza o ruh-efza manzara-i bedayi’-nümununa hayretle karışık bir inşirah ile atf-ı enzar edilecek... Vel-hasıl tam ma’nasıyla hakıkat enzar-ı beşeriyyet önünde arz-ı çehre-i ibtisam eyleyecektir. Fakat işte bir büyük söz ki onu hiç hatırlarımızdan çıkarmayalım: Öyle ise tasavvuratımızın husulü anında –ki nokta-i alü’l-ale vusul-i beşerdir– alem küre-i İslamiyyet’in ziya-yı latif-i safa-bahşasıyla münevver olacak beşeriyet o nur-ı hakıkıden istifaza-i hakıkat eylecektir. İslamiyet’in üssü’l-esas-ı metini terakkı daima terakkı değil midir?... Öyle ise işte o nokta-i alü’l-al.. Evet beşeriyetin çabalaya çabalaya gitmek istediği o nokta-i hakıkat esrar-ı hilkat ve hayatı keşifle azamet ve kudret-i Rabbaniyyeye karşı kuvvet ve kudret-i beşerin menzile-i hiçide olduğunu anlamak; acz-i beşeri idrak etmektir. Bugün henüz derya-yı bi-payan olan ulumun kenarına vasıl olanların nokta-i hakıkate doğru pervaz etmeleri için bir şehper-i ihtişam keşfolunamadı. sından bütün alem-i medeniyyeti hayretlere gark ederek çırpına çırpına çıkacak ve enzar-ı beşeriyyet önünde sahne-i hakıkati bütün kuvvet ve şa’şaasıyla tecelli ettirecektir. Bunu büyük bir i’timad bir i’timad-ı kavi ile söylüyorum. Zira kanun-ı azamet-i hilkatin tedkık ve tetebbu’uyla tedvin edilen ve bugün kütübhane-i irfan-ı beşeri tezyin eyleyen ulum u fünun-ı hazıranın kesb-i hakıkat etmiş nazariyat ve düsturatından bir noktası bile sene evvel beşeriyetin nokta-i kemale vusulü için rehber olmak üzere alem-i gaypten gönderilen Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın ihtiva eylediği hakayık-ı ulviyyeye mübayin düşmemiş ve belki te’yid ve tevsik eylemiştir. nazm-ı celiliyle bize aradığımız hakıkat-i ulviyyenin o kitab-ı meknunda mündemic olduğunu tetebbu’umuza vaz’ eylemiş olduğu nice bin ayat-ı beyyinat çözecek muamma-yı hilkat ve hayatı halledecek binaenaleyh Evet.. Yakın bir ati bu parlak günlerin şuun ve vekayi-i hayret-efzasına masdar olacaktır. Filhakika ulum-ı tabiiyye ve felsefiyyenin meşhud-i basıra-i hayretimiz olan terakkıyyatı sayesinde fikr-i dininin en mühlik düşmanları olan maddiyyun iskat olunmakta ve mahlukat ve mükevvenatın madde ve kuvvet gibi iki yed-i amya-yı tabiattan müteşa’ib değil belki kudret-i baliğa-i samedaniyyesine ukul-i beşerin ihatası mümkün olmayan Halık-ı Vahid’in eser-i sun-i uluhiyyeti olduğu yine Avrupalılar tarafından müdafaa edilmektedir. Evet.. Ulema-yı ruhiyyun Sani’ ve Mübdi’-i Ezel’in kuvvet ve haşmet-i la-yemutunu fennin bugünkü terekkıyatıyla tasdik ediyorlar. Kavanin-i la-yetegayyer tabiatın bir tesadüfün saha-i cilveger-i zuhura attığı bir düstur-ı azametnümun olamayacağını tesadüfün bunda icra-yı ahkam edemeyeceğini ef’al-i hayatiyyenin kanun-ı tekemmülün mihaniki bir teamülü olamayacağını ve binaenaleyh mevcudiyet-i beşeriyyenin hayat-ı ebedi ve kemalat-ı sermediye mazhariyetle mümtaz olduğunu delail-i kaviyye ile ortaya koyuyorlar. Öyle ya.. Madde ve kuvvet ma’raz-ı teceddüdat olduğu ve binaberin cism-i maddimiz enva-ı tekallübat ve tebeddülatla tahavvül eylediği halde şahsiyetimizin idamesi ne ile tefsir olunur?.. Ve hususiyle madde-i uzviyye-i dimağiyyemizin mazhar-ı teceddüdat olduğı fennen sabit iken hatıramızın pa-ber-cay-ı sebat olmasını ne ile izah etmeli?.. Şüphe yok ki bizi idare eden cism-i maddimizin gayrı ve tahallülat-ı uzviyyeden masun ve mahfuz bir kuvve-i harikulade bir cevher-i masunü’l-indirastır. Öyle ise madde vasıtasız hayatı saha-i kevne atamayacağı gibi bu cevher-i müessirden münkasem olacağı vareste-i reyb ü gümandır. İşte o şahsiyetimizi şahsiyet-i ma’neviyyemizi idame eden cevher ruhtur. Hezaran ye’s hüzün keder!.. Ki bütün bir hakayık sene evvel Furkan-ı Mübin ile piş-gah-ı tedkık ve tetebbu-i beşere vaz’ olunduğu halde vadi-i müdafaa-i hak ve hakıkate sell-i seyf-i hame ederek atılanlar yine Avrupalılar oluyor. Fennin o hayret-bahş-i ukul nazariyatını tetebbu eyleyenler.. Netayicini bu hakayık ile tevfike uğraşanlar yine Avrupalılar oluyor. Din-i mübin-i İslam’ın muazzam düsturları arasından bu hakayıkı ortaya koymaya onları fennin hakıkat kesb eden nazariyatıyla tevfike kimse cehd ü gayret etmiyor. Ya Rab nedir bu inhitat-ı ilmi!.. Yok mu?.. Bir yed-i beyza-yı canfeza ki vech-i münir-i İslamiyyet’i şa’şaa ve azametiyle enzar-ı yar u ağyar önünde göstersin... Şarktan garba şimalden cenuba kadar nur-ı mübin-i İslam ziya-yı hayat-bahşasıyla alemi istila eylesin... Of!... Yok mu?.. Bir mütefekkir-i tuğra-yı garra-yı İslamiyyetle tevşih ve tevsik eylesin... Bütün bu hazain-i amale kavuşmak.. Evet; karib ve muhakkaku’l-vuku’ olan bu saltanatlı günleri görmek için artık o devre-i ataletin üzerine bir puşide-i nisyan çekerek atiye.. birer meş’ale-i fenn ü ma’rifet tutmaya cehd edelim. Zira: Evet .. artık amiyane fikirlerden .. esatir ve hurafattan .. kuyruklu yıldızlarla teşe’ümden .. köşe bucaklarda fal baktırmaktan .. Nasreddin Hoca .. Kan Kal’ası hikayelerinden vazgeçelim de hakıkati .. daima hakıkati ... araştıralım. Pişgah-ı tedkık ü tetebbu’umuza vaz’ olunan asar-i beyyinatı tetebbu’ edelim... Yürüyelim.. Nokta-i hakıkate doğru pervaz – Muhasebe muharriri Ferid Bey’e– Kardeşim Kanunisani ve numaralı Sıratımüstakım ’de; musahabenizi okudum. Ne güzel müdafaa ne tatlı yazılar... Hakıkaten bütün varlığımızı mevcudiyet-i milliyyemizi diniyyemizi rahnedar edecek ve belki yeni yetişmek üzere bulunan gençlerimizin yeni taze olduğu kadar da işlenmemiş bulunan fikirlerini bozacak; karanlık uçurumlara göre göre bile bile yuvarlatacak olan doktor.. Hayır doktor değil dinsizliğin kondüktörü bulunan Dozy’nin; İslamiyet lafz-ı celili altında toplanmış olan milyonlarca belki daha fazla bir mecmaı gücendirecek bazılarını da perişan bir izmihlale sevk edecek olan saf bir mefsedetle meşbu’ yazılarına karşı yürüttüğünüz musahabeyi kendimce benim fikrimce pek güzel pek doğru hem de pek haklı buldum. Hele orada Jules Soury ve buna tebaiyyet gösterenlerin ne nazarla bu kainatı görebildiklerinden bahsedişiniz ayn-ı hakıkattir. Hem öyle bir hakıkat ki: Bugün fennin tıbbın iki kere iki dört edercesine alem-i medeniyyete fırlatıvermiş olduğu doğruluklardandır. Beşer hilkati icabı tabiidir. Gözleri görür kulakları işitir; burnu hiss-i şammesi vasıtasıyla kokuları anlar; bir şeyin lezzetini hiss-i zaikasıyla duyar; bacakları ile yürür; elleriyle bir şey kaldırır; tutar; atar icabında yine bu alet-i müdafaasıyla kendini himaye vikaye eder. Kalbi vücudunu irva ve iska eden damarların adedini doldurmak o heykel-i hayatinin can-ı hakıkısi olan kanı her tarafa mütesaviyen ve mütekafiyen sevk edebilmek için muayyen vakitlerde zamanlarda muntazaman ve mütefasılan atar. Mide hazmını bilir; karaciğer hasıl edeceği şekerin gudeydat ifraz ve ifrağ edeceği mayianın miktarını tanır fazlasından tevakkı eder. Akciğerler dakikada kaç şehik ve zefir icra edeceğini ve ne miktar müvellidü’l-humuza alıp ne kadar hamız-ı karbon tard edeceğini kendisine varid olan pis kanı ne suretle tasfiye edeceğini pek ezelden ta’lim etmiştir. Em’a harekat-ı devriyyesinin uzviyete bir menfaati olduğunu takdir ederek icrada kusur etmez. Hazmolunan yemeklerin ne miktarı massolunacak ne miktarı kana karışacak ve ne miktarı harice tard olunacak malumdur. Belki ruhun; havass-ı hamsenin ve daha beşerin izhar-ı acz ettiği bilemediği nice merakizin makarrı; pek nazik bir uzv-ı mühim olan dimağ; vukuat-ı hayat-ı dahiliyye ve hariciyyeyi hissederek bizi haberdar eder. Şimdi bunlardan birinin ifrat veya tefrite varması yahud bu hal-i tabii diye gördüğümüz tanıdığımız ahvalin başkalaşması bittabi bir hal-i maraziden başka bir şey olamaz. Fenn-i hazır da böylece kabul ediyor. Bugün her düşünen her uğraşan teslim eder ki: Kainatı Jules Souryler gibi ifrat derecede görenler; dini Dozyler gibi ehemmiyetsiz addedenler bir maraz-ı akli ile me’uf olduklarına şüphe istemez. Çünkü: Fen madem ki yürümeyi hal-i tabii addedip de felci hiç yürüyememezliği bir maraz diye telakki ediyor; o halde beşeriyetin ta ibtidasından beri mevcudiyetini gördüğümüz okuduğumuz işittiğimiz dinliliğin bir hal-i tabii ve bunun haricinde olan dinsizliğin de bir hal-i marazi olduğunu kabulde tereddüd etmez. Bazen beşer mübtela olduğu emraz-ı asabiyye veya akliyye neticesi tabiatının haricinde görür işitir konuşur; bazen de tek bir hayal-i muzaaf olarak göze çarpar. Bu bir galat-ı hissi olduğu gibi dini de hiç olarak görmek havass-ı tabiiyyesinin bir tagayyürat-ı maraziyyeye duçar olduğunu O halde beyne’l-beşer tanıyabildiğimiz görebildiğimiz ve bizde mahkeme-i kübra-yı adalet olan dimağımızda; yer etmiş iz bırakmış olan ahval-i tabiiyyeden bellediğimiz halatın bir şekl-i ahara inkılabı nasıl bir maraz ise pek eski hatta her şeyden eski olan dini de bir nazar-ı nefretle görenler emraz-ı asabiyye akliyye ve ruhiyye müntesibin ve mütehassısları Bunlar ancak alemde her şeyde kendilerini görürler; kendi fikirlerini beğenirler; fikir-i uzmalık benlik bunlarda temerküz etmiştir. Binaberin bunların sözleri hem kanunen hem de şer’an makbul olmadığı gibi beşeriyete bu maraz-ı şibhü’s-sarinin sirayetine bi’t-taklid meydan vermemek için tecrid edilerek kendi menfaatlerine tedavi olmak içindi. İkametgahları olan darüşşifaya göndermekten başka fikrimce çaresi yoktur zannederim. Sıratımüstakım’in geçen haftaki nüshasında tıbbiyeden M. Nuri Dücani isminde bir efendi tarafından serd edilen mütalaat küliyyen hilaf-ı hakıkat olduğu gibi kısm-ı askeride de bu isimde hiçbir efendi yoktur. Tababet bütün ulum ve fünunun esas ve maderidir. Biz tıp talebeleri hasbe’l-meslek fen ve felsefenin her bir cihetlerini okumuş onlarla tenvir-i zihin etmiş olduğumuz için her türlü hakıkati idrak edecek bir dimağa mütefekkir münevver bir dimağa malik bulunduğumuz niyyetini ve aralarındaki fark-ı azimi takdir edenlerdeniz. Binaenaleyh hakkımızda vaki olan şu isnadatı kendi namımıza şiddetle reddederiz. Hemen her nüshasını hukuk-ı İslamiyye’yi müdafaaya hasreden Filibe’de münteşir Balkan refikimizin muharrir-i muktediri mücahid-i şehir Edhem Ruhi Beyefendi’ye karşı Bulgar hükumeti tarafından evvel ve ahir reva görülmekte olan muamelat-ı i’tisafiyye bu son günlerde her türlü hudud-ı tahammülü tecavüz etti. Koca mücahidin nihayet tevkifine kadar gidildi. Bulgar hükumet-i hazırasının tavır ve mişvar-ı garibi ve muahedat ile müemmen hukuk-ı İslamiyyeyi la-şey telakkı ederek mahv ü izaasını dahil-i daire-i iktidarı farz etmekte olması malum ise de alem-i medeniyyete karşı hukuk-ı muhtereme-i beşeriyyete bu derecelerde açıktan açığa taarruza cür’eti me’mul ve muntazır olmadığından Edhem Ruhi Bey kardeşimizin tevkifi haberi muhitimizde azim hayretler teessürler husule getirmiş ve bu hayret ve teessür çok geçmeden muhık bir hiddete münkalib olarak Edirne ve gibi hükumet-i Osmaniyyece de tecavüzat-ı vakıadan dolayı teşebbüsat-ı tebaa-perveranede bulunulmuştur. Nihayet Bulgar hükumeti yapılan yolsuzluğu şekl-i kanuniye ifrağ ederek bidayeten ittihaz olunan tevkif kararını esbab-ı kanuniyyeden dolayı istinafen fesh ettirmek suretiyle bir girizgahı halas bulmuştur. Alem-i İslamın teessürlü birkaç gün geçirmesine sebebiyet veren şu vak’a-i müessifenin ledüniyatına nüfuz ile mes’eleyi tedkık edelim. Bulgaristan serapa partizanlık illetiyle musabtır. Mevki-i iktidara geçen her fırka muhalifi farz ettiği fırkaları ve onlara zahir gördüğü bitaraf zevatı hırpalamakla te’min-i mevki’ edeceğine kanidir. İşte bu cümleden olarak Balkan refikimizin Bulgarların menafi’-i hakıkiyyesine muvafık olan neşriyat-ı bitarafanesi fırka agrazının mahsul-i ilkaati addolunarak Edhem Ruhi’ye karşı hiss-i adavet-perverde edilmekte ve asarı da ara sıra tevkif iz’ac tehdid suretleriyle tecelli eylemektedir. Hukuk-ı İslamiyye’yi muhafaza hususundaki vezaifini hakkıyla takdir edemeyen Filibe Müftisinin ahvalini tenkıden Balkan sütunlarında meşhud olan fıkarat Bulgar hükumet-i hazırasınca bittabii hoşa gitmeyerek meclubu bulundukları Müfti Efendi’nin matlub olan muhafaza-i mevki’i teşebbüsatına müzaheret gösterilmekdedir. Müfti Efendi hazretleri ise bu son günlerde Bal kan neşriyatından pek ziyade müteessir olmuşlar ve hatta kayı göndermişlerdir: Tanin refikimizin istihbaratına göre hükumete karşı resmi şikayet dahi efendi-i mumaileyh canibinden vuku’ bulmuş ve zavallı Edhem Ruhi Bey müretteb bir sanianın mağdur-ı Balkan neşriyatını aleyhte görenler esbab-ı şikayeti izale etmeli İslamları rencide etmekten çekinmelidirler. Edhem Ruhi Bey Bulgar hükumetinden bir lütfa muntazır olmadığı gibi müfti olmayı dahi asla hatır ve hayalinden geçirmemiştir. Bütün feryatları mütevaliyyen hukuk-ı İslamiyyeye Edhem Ruhi Bey’in fıtraten mütehallik bulunduğu hayırhahlık hissiyatıyla Bulgaristan hükumet-i hazırasını ikaz hususunda da haylice hizmeti sebk etmiştir. Bugün Bulgaristan’ın Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ile itilafı sayesinde te’min edeceği birçok fevaid vardır. Bulgar hükumetinin meslek-i hazırı ise bu fevaidin başkaları tarafından iktitaf edilmesine müsait bir tarzda bulunuyor. Edhem Ruhi bütün mevcudiyetiyle bu dekayıkı vatanını seven menafiini takdir eden Bulgarların enzar-ı ibret ü intibahına vaz’a çalışmış fakat efsus şu doğru sözler avakıb-bin olmayan hadidü’lmizac zevatı böyle çocukcasına teşeffilere sevk eylemiştir. Edhem Ruhi Bey Veçerna Poşta Dnevnik gazetelerinin bi-ser ü bün olan neşriyatının Bulgarlığa iras edeceği mazarratı teşrih ve böyle faydasız sebb ü şetmden yine Bulgarların mutazarrır olacağını Balkan sahifelerinde delail-i adidesiyle tebyin ve tavzih eylemiştir. Eğer bu iki gazetenin neşriyatına karşı Osmanlı matbuatı da mukabele tenezzülünde bulunsa sıl ve ümid-i teveddüd ve itilaf büsbütün zail olacaktı. İşte Edhem Ruhi Bey Bulgaristan hükumeti için bir mes’ele-i hayatiyye olan şu noktaya hükumetin nazar-ı dikkatini da’vetten hali kalmıyor ve ser-karda olan zevatın Bulgaristan’ı nasıl bir mehlekeye sürüklemekte olduklarını enzar-ı uli’nnühaya kaffe-i safahatıyla arza muvaffak oluyordu. Nihayet Edhem Ruhi mükafat yerine zindan ile mukabele gördü. Ve bu ihanete de bir din kardeşi alet olmak mazhariyetiyle musab oldu. Yalnız burada bizi müteselli eden bir cihet varsa o da memleketini hakkıyla seven Bulgaristan’ın durendiş evladı yapılan mezalime teessür hususunda bizimle hem-his bulunuyorlar ve şu halleriyle her suretle şayan-ı esef olan bu kabil hataların tekerrür etmeyeceği hakkında ef’ide-i müteessiremize reşha-paş-ı itmi’nan oluyorlar. bat-ı mevcudiyyet eden kavam-ı dine selamet-i umumiyyeye hayr-ı vatana ciddi ve hakıkı hizmetler gösteren rical-i daha ilave ettiler. Hakıkaten itiraf etmelidir ki verese-i enbiya olan ulema-yı din-i mübin sehab-ı istibdadın afak-ı bilad-ı İslamiyye’den çekildiği günden beri mesalik-i saire erbabına birçok hüsn-i misaller göstermişler ve iş görmek tuü’l-amel durmadan ise hüsn-i niyyet ve ulüvv-i himmetle harikalar icat edilebileceğini isbat etmişlerdir. Sadr-ı meşrutiyyette birer cenin-i sakıt gibi zuhur edip zuhuru anında uful eden müessesat içinde biz “Cem’iyet-i den ve en buhranlı zamanlarda memleketi buhrandan kurtarmaya çalışmak ve efrad-ı halkı nokta-i salime-i hakıkate cem’ ü irca etmek suretiyle bu varlıklarını bi-hakkın isbat eden hiçbir zümre-i irfan görmedik. Beyanü’l-Hak’lar Sıratımüstakım’ler ilmi ve dini mecmua olmakla beraber kendileri için ilk hatvede ta’yin ettikleri meslek-i ciddiyyet üzere kemal-i azm ü sebat ile yürümekte daimdirler. Ve itiraftan çekinmeyiz ki bu sebatlarıyla bütün olacak bir numune göstermiş oldular. Müntesibin-i ilmiyyeyi baştan başa mutaassıp bilerek bunlarda kat’iyyen isti’dad-ı tenevvür görmek istemeyenler ziyy-i ilme bürünmüş bazı nadan kimselerin dalalini ulemayı hakıkıyyeye dahi haml ü teşmil daiyesinde bulunanlar ve hatta haddi daha ziyade tecavüz ederek; dinin mani-i terakkı hail-i medeniyyet olduğunu iddia edecek derece-i ilhada gidenler insafları var ise bugün asar-ı zahire ile mertebe-i kemali istidlal tarikine giderler de bu silsile-i isnadatı olduğu yerde bırakıp hakkı teslim ederler. Hükumet-i mutlakanın en ziyade zulm-i kahharanesine hedef olan meslek-i ilminin bütün darabat-ı kahr u tedmire rağmen muhafaza-i hayat etmesi mensubini için az şeref değildir. Filvaki bu tarikin ciddi bir himmet-i ıslahkaraneye deki ma-fatın cebir ve telafisi azm-i Huda-pesendanesinden naşidir ki kemal-i hulus-i bal ve safiyyet-i kalb ile teşebbüs edilmiş bunca asar-ı himmet ile karirü’l-ayn-ı mübahat oluyoruz. Noksan görülüyor ve fakat derhal ikmali çarelerine tevessül ediliyor. Alem-i İslamiyyet vatan-ı Hilafet ulema-yı dinimizden çok büyük hizmetlere muntazırdır. Vücudlarıyla iftihar ettiğimiz ve fakat ma’dudiyetlerine müteessif olduğumuz birkaç fazıl zevatın tezayüd-i emsaline muhtacız. Medaris-i ilmiyyenin bu hale getirilen teşkilatı bu ümniyenin te’minine kafi olamazdı. Vatanın birçok efrad-ı zekiyyesi alem-i İslam’ın müstaid-i tenevvür birçok dimağı bi-sud bir guşiş-i medid rakkıde bundan üç yüz sene evvel için bile bir meslek-i salim addedilemezdi. Nitekim görülüyor ki selatin-i maziyye ahdindeki mükemmeliyeti idrak etmek için oldukça gayret lazım. On beş yirmi sene tahsil-i ulum uğrunda fedakarane masrufenin sinin-i mesainin ehemmiyetine muadil gelemiyor. Hemen –birkaç harika-i istisnaiyyesinden kat’an nazar– denilebilir ki zamanların bir hayli kıymetli kısmı bi-semere kalıyor heder olup gidiyor. Teşekkür olunur ki müntesibin-i fazıla-i ilmiyye bu siningüzar yaralarına kendi elleriyle merhem-saz olmaya teşebbüs ettiler; kendi derdlerine yine kendileri çare buldular. Sırf Şeyhülislam Efendi hazretleriyle Ders Vekili efendi hazretlerinin vesair ulema-yı kiramın niyyet-i ali-himmetaneleriyle dün Tabhane Medresesi’nde ifa edilen merasim-i müteyemmenenin tarih-i İslamiyyet’te bir devre-i intibah ve terakkı küşad edeceğine kailiz. Kısm-ı mahsusumuzda derc eylediğimiz fihrist-i dürus çeşm-i im’ana gösteriyor ki atılan adım pek azim-karanedir. Teşebbüsün celalet-i kadri bir ciddiyyet-i müstakarra ve müstemirreye iktiran ederse iktitaf edilecek semere pek parlak olacaktır. Telahuk-ı a’vam ile daha ameli bir rütbe-i tekamül ihraz edeceğine şüphe olmayan bu program şimdiki halde fedakar ve muktedir muallimlerin mevcudiyet ve taaddüdüne lüzum gösteriyor. İleride medaris-i İslamiyye’ye tatbiki mukarrer olan bu silsile-i ulum içinde öyle mühim şubeler var ki bunların bütün erbab-ı ihtisasını tarik-i ilmi ricali arasından tefrik kabil olamayacağını tahmin etmekteyiz. Zira memleketimizin bilcümle ashab-ı irfanı bu yolda sarf-i nakdine-i himmet ü hamiyyet eylemelidirler. Bilhassa Maarif-i Umumiyye Nezareti’nin böyle münhasıran rical-i ilmiyye tarafından teşkilat-ı umumiyyesi ihzar edilmiş ati-i tekamülü taht-ı te’mine alınmış bir teşebbüs uğrunda muavenet-i lazımesini diriğ eylemeyeceğini ümid ederiz. Hükumetin bu husustaki fedakarlığı vatana birçok hayırlı unsurların yetişmesine badi olacak ve bu yüzden hem vatan-ı Osmani’ye hem de cihan-ı İslamiyyet’e hizmet edilmiş olacaktır. Siyaset-i dahiliyyelerinde mübalatsız görünen akvamın; meslek-i haricileri için ne kadar dindar göründüklerini sanadid-i mezhebiyyenin neşriyyat ve telkinat-ı diniyyelerinden ne derece istifadeye çalıştıklarını nazar-ı itibara alacak olursak bu vadideki ihmal ve gafletimiz affolunmaz dereceleri de geçtiği anlaşılır. Biz bu hatamızı ancak medarisin ta’mir edebileceğiz. Biz meaşir-i İslamiyye’nin necah ve terakkısi için yegane tarikin habl-i metin-i irfana temessük eylemekten ibaret olduğuna kani olduktan sonra medaris-i ilmiyyenin ıslah ve terakkısine bütün azm-i vicdanisiyle rabt-ı kalb etmeyecek hiçbir ferd tasavvur edilemez bu hususta irad edilecek birçok şevahid-i nakliyye ve akliyyeden başka memleketimizi bir nazar-ı nakkad ile tedkık etmiş ve akvam-i şarkıyye ve münteşiresiyle isbat eylemiş olan Mösyö Mismer nam zatın serd ettiği ifade-i atiyyeyi erbab-ı fikr ü basiretin enzar-ı mülahazasına arz etmekle iktifa ederiz: – Şarkın terakkı ve tekamülü ve akvam-ı İslamiyyenin seviyye-i irfanının derecat-ı kemale imkan-ı tealisi Avrupa mekatibini taklid ile değil; medaris-i mevcude-i ilmiyyelerinin Bi-minneti’l-kerim Makam-ı Meşihat-ı Ulya ve Ders Vekalet-i Celilesince bilumum medaris-i ilmiyye ve İslamiyye’de tatbik edilmek üzere tanzim edilen cedvel-i dürusa ve ez-an cümle ulum-ı riyaziyyenin ta’lim ve tedrisine bed’ ü mübaşeret vesile-i müteyemmenesiyle dün cennetmekan Fatih Sultan Mehmed Han hazretlerinin asar-ı mübareke-i hayriyyesinden bulunan Tabhane Medresesi’nde bir resm-i bihin icra kılınmıştır. Mezkur Tabhane Medresesi’nin dershanesi sandalyeleriyle tefriş ve tezyin olunmuş ve duvarlara sancaklar ta’lik edilmişti. Bu resm-i müteyemmene rical-i ilmiyye fuzala-yı be-nam ile vükela ve nüzzardan münasib görülenleri rüesadan bazı zevat da’vet edilmiş ve taraf-ı ali-i fetva-penahiden kendilerine tezkireler irsal olunmuş bazılarına da telgrafla beyan-ı ma’lumat edilmiştir. Alessabah medresenin kapısından itibaren dershaneye kadar olan mahalde talebe-i ulum efendiler saf-beste-i ihtiram olmuşlardı. Kapının haricinde ise la yuad zevat hazır bulunuyor idi. Polis ve belediye me’murini temin-i intizam vazifesini ifaya çalışıyorlardı. Saat dörde çeyrek kalarak Şeyhülislam Efendi hazretleri müteakıben ayan reis-i muhteremi Said Paşa hazretleri Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa hazretleri biraz sonra ulema-yı zevi’l-ihtiram daha sonra Meclis-i Meb’usan reis-i sanisi Mustafa Asım Efendi hazretleri vükela-yı fiham ve bilahare Sadrazam Paşa hazretleri dershaneye gelerek ahz-ı mevki etmişlerdir. Bu resm-i alide ayan mebusan ve eşraftan da pek çok zevat hazır bulunmuşlardır. Buhurdanlardan bir ıtr-ı saf u dil-ara intişar eylediği halde bi-iznillahi teala derse bed’ olunarak Batumlu Hafız Süleyman Efendi ile Fatih Cami-i şerifi imamlarından Filibeli Arab Mehmed Efendi taraflarından birer aşr-ı şerif kıraat edilmiş bunu müteakip meşahir-i ulemadan ve Fatih dersiamlarından Gürcü Hafız Mehmed Said Efendi hazretleri tarafından Buhari-i Şerif tedrisine ibtidar kılınmıştır. Müşarünileyh hazretleri bir minderde kaid ve alelusul biniş labis oldukları ve pişgahlarında bulunan rahlede Sahih-i Buhari bulunduğu halde tefsire başlamışlardır. Mehmet Said Efendi hazretlerinin tefsir eyledikleri hadis-i şerif ma’na-yı ulvi birçok asırlar tamamıyla keşf ü tefsir olunamamış man hazretlerinin devr-i saltanatlarında şeyhülislam olup hem müşarün-ileyh cennet-mekan hazretlerinin eb-i ziyy-i satvetleri Yavuz Sultan Selim-i Evvel hazretlerinin müsteşar ve mu’temeni bulunan Ebussuud Efendi hazretleri buna muvaffak olmuşlardır. Mehmed Said Efendi hazretleri hadis-i şerifi tefsir eyledikten ve derse hitam verdikten sonra ders vekil-i muhteremi Halis Efendi hazretleri umuma hitaben medaris ve maarif-i İslamiyye’nin icmalen tarihçesini ve sonraları nasıl ve ne sebeple şems-i taban-ı ilmin afak-ı İslamiyye’den zeval ü gurubunu ve ulüvv-i himmetin takasuruyla umum bilad-ı İslam’da hiref ve sanayi servet ve kuvvetin hareket-i kahkariyye ile dereke-i esfeliyyete sukutunu ve bu yüzden bu kadar milyon müslümanların nasıl zillet ve meskenete giriftar ve a’dalarının istilasıyla esaret ve hakarete duçar olduklarını mücmelen beyan ve ba’d-ez-in telafi-i mafata el birliğiyle ve kemal-i cidd ü ihtimam ile sa’yın vücubunu mutazammın ve gayet beliğ bir nutuk irad eylemişlerdir. Müşarün-ileyh hazretlerinden sonra Sadrazam Hakkı Paşa hazretleri irad-ı nutka başlayarak evvelce maarif-i İslamiyye’nin terakkı ve tekamülüne son derece gayret ve himmet olunduğunu ve bu fikre hükumet-i Osmaniyye’nin de vaktiyle met maarifsiz beka-pezir olamayacağını takdir eyleyerek gayet metin ve rasin esaslar üzerine ibtina edilmiş bir daire-i maarif teşkil ve bu gibi darüt-tedrisler te’sis ettiğini ve bunların da levazım-ı saire-i hükumet gibi ihmal olunarak hal-i tezebzübe duçar olduğunu beyan eyledikten sonra teşebbüs-i hazırın pek büyük bir menfaat temin edeceğini söylemiş ve gayet uzun sürüp maatteessüf zabtı kabil olamayan bu nutukta şu sözleri de sarf eylemiştir. “Kendimce düstur hadis-i şerifi mantuk-ı münifince ki resm-i küşada bu hadisin kıraatiyle ibtidar olunmuştur bu işin maarifimiz için pek faydalı olacağını bundan da istibşar ediyorum.” Sadrazam Paşa hazretlerinin nutuklarından sonra Meclis-i Mebusan’ın reis-i sanisi Mustafa Asım Efendi hazretleri zemin ve zamana muvafık gayet müessir ve veciz bir nutuk hazretleri kıyam ederek ulema-yı İslamiyye’nin terakkıyyat-ı fenniyye ve medeniyyeye ne büyük ne ali hizmetler ibraz buyurmuş olduklarını müeyyid gayet beliğ bir nutuk irat eylemişlerdir. Badehu Maarif Nazırı Emrullah Efendi hazretleri de bir mufassal nutuk söyleyerek maarif nazırı olmak sıfatıyla bu mes’elede en ziyade kendisinin alakadar olduğunu ve bunu pek büyük bir memnuniyetle telakki eylediğini ityan ve terakkiyyat-ı garbiyyeden bahseyledikten sonra böyle ali bir teşebbüsün saiki hükumet olmak lazım gelirken sırf ulema-yı kiram hazeratı tarafından tasavvur ve icra edilmesinin maarif-i Osmaniyye için bir fal-i hayr addolunacağını beyan ve müteşebbislere teşekkür eylemiştir. Nutukların hitamından sonra ulemadan bir zat tarafından müessir bir dua kıraat edilmiş ve bunun ile resm-i bihine nihayet verilerek huzzara şerbetler kahveler ikram olunmuştur. babda vuku’ bulan mesai ve ikdamatı bilcümle huzzar tarafından pek büyük teşekkürlere layık görülmüştür. Filhakika müşarün-ileyh hazretlerinin gerek ders cedavilinin tanzim ve tertibi ve gerek resmin ihzarı hakkında ibraz buyurdukları himmet-i fevkalade tebrik ve teşekkürlere layık olduğundan biz de burada kendilerine teşekkürü vecaibden addeyleriz. Elhamdülillahi Rabbil-alemin vessalatu vesselamu ala seyyidina Muhammedin ve alihi ve sahbihi ecmain. Bugün bir maksad-ı mübeccelin icra-yı resm-i iftitahı mukaddem yine aynı maksad üzerine ictima vuku’ bulmuştu. Ol vakitte de bütün eazım-ı millet bütün erbab-ı iktidar bu kubbenin altında ahz-ı mevki’ eylemişler senelerce fahiş bir taassubun mücessem bir cehlin te’siri altında ezilen bu beldede maarif-i İslamiyye’nin ilk çerağını ikad eylemişlerdi. Satvet ve şevketin en sağlam istinadgahı maarif olduğunu kün olacağını takdir eden Cenab-ı Fatih hazırun miyanında bulunuyor ve ikad olunan bu nur-ı maarifin daima mütezayid bir şa’şaa ile payidar olması esaslarını fatihane bir azm Evet Cenab-ı Fatih Fatih’teki sekiz darülfünunu te’sis ve bunların idadisi makamında olan tetimmeleri ve tahsil-i ibtidaiye mahsus olan medaris-i hariciyyeyi inşa eylemezden bir az evvel bu darülfünunu teşkil eylemiş ve ilk dersine kendileri de halka-i tedriste bulundukları halde bu dershanede başlanılmış idi. Maziye aidiyeti cihetiyle i’zam ediliyor zannedilmesin. Bu darülfünunlar öyle kavi esaslara vaz’ edilmişti ki biz bunları istikmal değil olduğu gibi muhafaza edebilseydik o vakitteki nisbet-i terakkı ve medeniyyemizi şimdiki mevkiine düşürmezdik. Bütün aktar-ı İslamiyye’deki erbab-ı iktidardan mürekkeb bir hey’et-i tedrisiyyenin tertibiyle bu darüttahsiller dört devre-i tahsile tefrik edilmişti ki okuyup yazan yani tahsil-i ibtidaisi bulunan bir talib evvela “ibtida-yı haric” namı verilen medreselerde ikmal-i tahsil eyler burada isbat-i ehliyyet ettikten sonra “ibtida-yı dahil” denilen ikinci devre-i tahsile terakkı eyler. Burayı da ikmalden sonra “musıla” namı verilen tetimme medreselerine terfi eylerdi. Burada da silsile-i ulumu tekmil eyledikten sonra arzu ettiği şube-i ilmde kesb-i ihtisas için “sahn” namı verilen bu darülfünundan birine kabul olunabilirdi. İhtiyacın gösterdiği lüzum üzerine fünunun müstakillen tahsili icab etmekle Kanuni Süleymaniye Medreseleri’ni te’sis etmiş; hadis tıp riyazi ve tabii mütehassıslarını yetiştirmek esaslarını Bu darülfünunlara mahsus ayrıca “tetimmeler” yani “musıla”lar teşkil edilmiş ki ibtida-yı dahil ve haricde ma’lumat-ı umumiyye ta’bir-i hazırıyla ma’lumat-ı idadiyye tahsil edilir; buradan arzu eden tıb ve fünun-ı riyaziyye ve tabiiyye tahsili için Süleymaniye tetimmelerine gider arzu eden de ilahiyat ve hikemiyat fıkıh hadis ve edebiyyat-ı Arabiyye tahsili için Fatih tetimmelerine nakleylerdi. Bu tetimmelerde namını alır ve ismi o vakitki Ruznamçe-i Hümayun’a kaydedilerek hükumetçe haiz-i resmiyyet olurdu. Kudret-i ilmiyyesini lara senelerce devam ederek mesleklerinde kesb-i ihtisas eyledikten sonra içlerinden iktidar ve kemallerini telifleriyle münazaralarıyla isbat edenler daha doğrusu hakıkaten kıdvetü’l-ulemai’l-muhakkıkın olanlar müderris rüusuna nail olurlar ve haric itibar edilen medreselere müderris tayin olunurlardı. esaslara vaz’ edilmiş ve edvar-ı tahsiliyye arasındaki aheng-i muş ve erbab-ı ihtisasın tayin ve tefriki için şimdiki maarif memleketlerinde ittihaz edilen tez imtihanı usulü bizde beş asır evvel tatbik edilmekte bulunmuştur. Bir milletin sehpa-yı saadeti ki mekarim-i ahlakiyye kudret-i fikriyye ve satvet-i maddiyyeden ibarettir birine tari olan hastalık der-akab diğerlerine sari olur ve yekdiğerinin sukutunu tesri’ ile o milleti bulunduğu evc-i saadetten en acz-aver bir mevkie tenzil eyler. Hey’et-i ictimaiyyemizin bu sehpa-yı saadetine on birinci asırda arız olan hastalık sebebiyle bütün bünyan-ı rasin-i milliyemiz inhilale yüz tuttuğu ve bir tekamül-i ma’kus ta’kib eylemeğe başladığı sırada te’sis edilen şu bünyan-ı maarif de sarsılmış ve en evvel tedrisat miyanından hikemiyat kaldırılarak yavaş yavaş fünun-ı müsbete feza-yı İslamiyyet’ten tebaüd eylemiş afitab-ı maarif artık şarkı bırakarak daha şa-şaalı bir surette garptan tulua başlamıştır. Garb terakkı ede ede bugünkü hale vasıl olmuş memleketimiz ise gide gide bir mahşer-i cehl ü nadani halinde kalmıştır. Hakıkati beyandan ictinab etmeyelim fikrimizi serbest söyleyelim yekdiğerimizi aldatmayalım. Acı acı hakıkatleri umumun enzar-ı intibahına mekşuf bir surette arz eyleyelim ki hatamızı anlayabilelim. Çünkü hatayı anlamak hakıkate doğru ilk adımı atmak demektir. Evet! Biz şiddetli bir inhitatın esiriyiz. Mevcudiyyet-i milliyemiz dehşetli zincirlerle bağlanmıştır. Bugün biliyoruz ki bu zincirleri kırmak bu inhitata göğüslerimizle mukavemet ederek bu memleketi feyz-a-feyze sevk etmek üzerimize mütehattim bir vazife-i diniyyedir. Seneler Sabah Dersleri Öğle Dersleri Ey huzzar-ı kiram! Satvet ve saadet-i İslamiyye ve milliyyemiz ki teyid ve teyidine dinen mecburuz mevkufun-aleyhi olan esbabına teşebbüs etmek dahi üzerimize farz-ı ayndır. Din bu evamirini en yüksek sesle asırlardan beri mensubinine tefhim ediyor. Din feryad ediyor ki: Satvet ve saadet mekarim-i ahlak üzerine müsteniddir. Benim kavaninim mekarim-i ahlakınızın itmamı ve secaya ve ahval-i ruhiyyelerinizin hakıkaten insanlığa layık bir şekle ircaı üzerine müessestir. Geliniz hepiniz bu noktada birleşiniz vazife-i diniyyenizi ifa ediniz din kelam-ı ulviyyet-nisarıyla akl-ı insaniye en büyük bir paye veriyor ve bizi kemalat-ı akliyyemizin tezyidine ve idrakatımızın en yüksek mevkilere is’adına sevk ediyor. Biz ise aklın vesait-i tekemmülüne müracaat şerefinden kendimizi mahrum bırakıyoruz. Din emrediyor ki; ecr ü mesubat-ı ma’neviyyenin onda dokuzunu emr-i ticarette arayınız biz ise kendi ticaretimizi her yerde başka ellere teslim etmişiz. Satvetin diğer cihetten nuyoruz. Evet! Bu din-i celil-i Muhammedi ki edyan-ı saire gibi yalnız i’tikadat ve ibadata münhasır olmayıp bütün hadisat-ı tiyacına kafi kavanin-i metine ile taht-ı te’mine almıştır gerek ibadat ve i’tikadatın ve gerek ictimaiyyatın mütevakkıf bulunduğu bütün ulum-ı müdevveneyi saha-i tasarrufumuza geçirmeye amirdir. Dinimizin netice-i lazımesi olan bu hakıkat bugün düşünülmüyor. Ve ta’kib edilmiyor. Fakat mebde-i İslamiyyet’e yakın olan asırlara ruh-ı İslamiyyet’in emraz-ı ictimaiyyeden ari bulunduğu zamanlara atf-ı nazar edecek olursak bu hakıkatin bugünkü cihan-ı medeniyyeti hayretlere duçar eden tecellilerini görmemek kabil olamıyor. İbtida-yı İslam’daki ulum ve fünuna olan rağbetler müessesat-ı ilmiyye ve hayriyye teşkilindeki sa’y u gayretler revaku’l-hikmeler beytü’l-hikmeler darü’l-irfanlar milyonlarca kitaplar ve kütüphaneler te’sisi insanlığın değil yalnız dinimizin uluma karşı verdiği teşvikin netayicidir. Bunları arzdan maksadım asar-ı eslafımızla iftihar etmek değil nasıl bir halef olduğumuzu anlatmaktır. Medaris-i İslamiyyemizin usul-i tedrisini ıslah ile beraber fünun-ı hazıraya ait dersleri ilave ediyoruz. Kaviyyen ümid eyliyoruz ki az zaman zarfında telafi-i mafat ederek maarif-i şebbüsümüzün saha-i tekemmüle isali pek büyük muavenetlere gayretlere mütevakkıftır. Biz her türlü gayret ve fedakarlıklara amadeyiz. Hükumetimizin muavenetinden de eminiz. Cenab-ı Hak’tan ise ümidimiz ber-kemaldir. Efendilerim Deminden irad-ı makal buyuran zevat-ı kiramın beyanat-ı hakimanelerine bir şey ilave edemem müsaadenizle yalnız bir iki söz söyleyeyim: millet-i İslamiyye envar-ı ulumla tenevvüre ve o vasıta ile zalam-ı cehli izaleye dinen me’murdur. Bunun ta tercih etmişler ve maaş ve maadımız için saadet ve selamete riyaziyye dahi tedris olunacağı beşaretiyle mübeşşer olduk. Riyaziyat zihni ıslaha ve muamelatı sahih düsturlara binaya sebep olduğu için bu teşebbüs teşekküre ehak olduğu gibi ulema-yı salifenin eserlerine de muvafıktır. Zira nısfunneharın mesahası hall-i gayr-ı muayyen usulünün icatı usturlabın sahih eser-i irtifa almaya kafi hale ifrağı müsellesat-ı müsteviyye ve küreviyyenin icadıyla felekiyyata tatbiki cebirde rakkısi hendeseyi Mekteb-i Tıbbiyye’ye tatbik ile mebhas-i ziya-yı hendesi te’sisi felekiyatta daire-i husufun meylinin tayin ve tashihi Bağdad Şam Merağa Semerkantta rasathaneler de devr-i itilasında bu meslek-i aliye iktifa etmişti. Lakin sonraları tezekkürü mucib-i alam olan ahvalden dolayı tevsi-i ulum vecibesine itina olunamadı bu defa ilmin ihyası fikrinin hayat bulması teşekkürat-ı azimeye müstehaktır. Kuvve-i icraiyye bu hususta mesai-i kamile sarf edeceğini vadediyor. Kuvve-i kanuniyyenin de kendine taalluk eden vazifeyi tamamen ifa edeceğine şüphe edilmemelidir. Efendilerim Selatin-i Osmaniyye’nin a’zamlarından olan Ebu’l-Feth Sultan Mehmed Han-ı Sani İstanbul’un fethiyle beraber bu darülulumu te’sis buyurmuşlar. Birkaç asır sonra hey’et-i devletin ve ulema-yı kiramın bu medresede ictimalarını fal-i hayr adderim. Malumunuzdur ki Hazret-i Fatih ve cüyuş-ı mansuresi alem-i vücuda gelmezden evvel onlar mefhar-ı enbiya aleyhi ekmelü’t-tehaya Efendimizin mediha-i risaletpenahilerine mazhar olmuşlardır. Binaenaleyh o hüdavendigar-ı maali-asarın nam-ı azamet-ittisamlarını bugün bu mahfilde tebcil etmeği de bir vecibe addediyorum. Ulum-ı şettada yed-i tulası müsellem olan müfti’l-enam hazretlerine zaman-ı me-şihatlerini medarisin tekemmülü fikrini ta’kib ettiği için mensub olduğum Hey’et-i A’yan namına kendilerini tebrik ederim. Diğer nutukların maalesef zabtı kabil olamadığından derc edilememiştir. Dest-res olduğumuz halde onların da neşredileceği tabiidir. Muharremin ’inci günü Buhara’da ser-zede-i zuhur olup dört gün imtidad eden vak’a-i müessifeye dair hilaf-ı hakıkat rivayat şüyuu ihtimaline mebni hal-i temasta bulunduğum vak’anın kaffe-i safahatını Sıratımüstakım karilerinin enzar-ı tedkıkine vaz’ etmeği münasip gördüm. Menabi-i mevsukadan istihsal eylediğim malumatın sıhhatini her suretle te’mine hazır bulunduğumdan Darü’l-Hilafe’ce mes’ele başka suretle telakki olunmuş ise tashihi mütemennadır. – ki Muharrem’in on birinci Cumartesi gününe musadiftir – Buhara’da bulunan Şiiler adatı kadimeleri vechile vezaif-i diniyyeden addettikleri matem merasimini icra için reisleri olan Kuş Beyi tarafından şehrin haricinde tayin olunan talim meydanında toplanırlar. Bu merasimi seyir için birçok ahali ile beraber iki yüz kadar da Taşkend ve Hokand talebesi oraya gider. Şiiler icra-yı ayin ederken Hokand talebesinden biri her nasılsa kendini zabt edemez güler Şiiler bunu istihzaya haml ile ayine karşı bir hakaret telakki ederler. Gülen zatın üzerine hücum ederek evvela darb ve cerh; ba’dehu itlaf ederler. Mes’elenin kesb-i vehamet ettiğini gören sair talebe bu hücumdan müteessir olursa da adedi binlere baliğ ve her biri kılıç ve hançerlerle müsellah olan muhacimine karşı gelmeğe cesaret edemediklerinden derhal şehre dönüp medreselerdeki talebeyi keyfiyetten haberdar ederler. Fakat hakıkati tahrif suretiyle ber-vech-i ati ifadatta bulunurlar: – Arkadaşlar talim meydanında icra-yı ayin eden Şiiler üzerimize hücum edip rüfekamızdan dördünü itlaf eylediler. Kalkınız ehl-i sünnetin belki İslamiyyetin hukukunu müdafaa ve muhafazaya şitaban olunuz... Talebe ise esasen Şiiyyete karşı adavet-perverde etmek suretiyle yetiştirilmiş olduğundan bu tahriz ve tehyicin semeratı der-akab iktitaf olunur. Odununu tişesini sopasını kazmasını yakalayan kendini sokakta bulur. Evvela Attarlar Çarşısı’na hücum edilir üç dört dükkan yağma ve tahrip ve Şiilerden birkaç kimse cerh ve bir şahıs da katledildikten sonra bütün sokaklara yayılırlar. Nerede bir İrani rast gelirlerse cum ederler. Bunu gören Kuş Beyi talebenin şu hareketini şahsına karşı da bir taarruz şeklinde telakki ederek mukabele sini is’af etmeyen talebe üzerine ateş eder. Muhacimlerden bazısı yaralanır. Tam bu esnada A’lem ve Şebka müftileri mahall-i vak’aya yetişir. Meydanda mecruhen yatmakta olan dört talebenin maktuliyetleri tahakkuk ettiği takdirde kısas icra olunacağını vaad ve ifham ederek şuriş içinde bulunan talebeyi bir dereceye kadar teskin ve dağıtmağa muvaffak olurlar. Maamafih hal-i iğtişaş akşama kadar devam eder. Akşam talebe medreselere çekilir. Fakat tam gece yarısında sokaklarda zuhur eden münadiler ortalığı tekrar velveleye verir: – Ey müslimin! Ey talebe! Haberiniz olsun Şiiler silahlanarak Cuybar’da toplanmışlar sabah erkenden üzerinize hücum edecekler.. tarzında vaki olan münadi i’lanları üzerine bütün gece şuriş ve gulgule ile geçer. Erkenden bütün talebe Medrese-i Mir-i Arab ile Mescid-i Kelan beynindeki meydana toplanarak tedafüi ve tecavüzi muharebe planları hazırlamakla meşgul olurlar. İşin başka bir renk almakta olduğunu gören müftiler akıbeti vahim cereyanın önüne geçmek için Erike-i aliye teveccüh ve orada bulunan Kuş Beyi ile müzakere-i keyfiyyet ederek Kuş Beyi İranileri müftiler de talebeyi teskin için sözleşirler. Müftiler oradan talebenin mecmaı olan Mir-i Arab meydanına gelip nesayih-i lazımede bulunur. Ve katillerin müstehak oldukları cezaya behemehal çarptırılacağını vadederek talebeyi tekrar dağıtmaya muvaffak olurlar. Hatta dershaneler bile küşad olunarak tedrise başlanır lakin Kuş Beyi’nin vadine rağmen öğleye doğru muhaliflerin Nakıb Cuybar Hıyaban medreselerine hücum ederek külliyetli miktarda talebeyi katl ü cerh ettikleri haberinin şüyuu üzerine talebe yine dershaneleri terk ederek ellerine her ne geçerse bi’l-istishab iki bin kadar cemm-i gafir halinde Hıyaban tarafına şitaban olurlar. Hıyaban etrafını askerin taht-ı muhafazaya aldığını görmekle beraber yine hücumdan geri durmazlar. Kadı olan reis ve müftilerin mahall-i vak’ada teskin için sarf ettikleri gayret tamamıyla akım kalır. Mukatele bütün şiddetiyle devam eder. Telefat en ziyade talebe cihetinde görülür. Çünkü muhalifler tüfenk tabanca gibi mükemmel silahlarla müsellah oldukları halde talebe yalnız sopa ve balta piyadeden mürekkep üç yüz kadar asker mevcut ise de onlar da teskin-i mukateleye muvaffak olamadıkda daha doğrusu makamat-ı aliyyeden mütereddidane aldıkları evamire binaen kat’i bir hatt-ı hareket tayin edemez bir halde bulunuyorlardı. Maamafih şayan-ı teessüftür ki hiss-i tefrika asker arasına da girmiş ve asayişi muhafaza ile mükellef oldukları halde onlar da yekdiğerine ateş etmeğe başlayarak neticede tarafeynden on kadar zayiat olmuştu. tün büyük konakların duvarlarını istihkam ittihazı suretiyle ateşlerine devam ettiler. Bir aralık üç dört İraniyi takiben elli kadar talebe bir çıkmaz sokağa girer. Bunu gören İraniler derhal etrafı ihata ederek üzerlerine bil-hücum ateşe başlarlar. Beri taraftan Sünniler tahlise yetişinceye kadar talebeden yalnız biri hayatını muhafazaya muvaffak olur bakisi tamamen hak-i helake serilir. İraniler maktülleri konaklarına çekip gizlemekte ve mecruhları da içeriye alıp katletmekte bugünkü mukatelenin neticesinde Sünnilerden Şiilerden raddelerinde telefat vukua gelir. Mecruhlar ise bittabii daha fazladır. Akşam üzeri her iki taraf maktul ve mecruhlarını meydanda bırakarak çekilir. Talebe Mir-Arab Gönüldaş ve Divan Beyi gibi cesim ve metin medreselerde tahassun ederek geceyi orada geçirir. Gece yarısında Cenab-ı Ali’nin emriyle teskin-i ihtilale me’mur olan Nasrullah Bey pervaneci medreselere gelir. Ve bu gece Erike içerisinde bulunan Şiiler oradaki Sünnileri kılıçtan geçirirler ki hep me’murin-i hükumettir. Sabahleyin tekrar mevaki-i muhtelifede mukatele baş gösterir. Cenab-ı Ali’nin emriyle yeni Buhara’daki Rus konsolosunun maiyetinde bulunan iki yüz Rus askeri Buhara’ya dahil olarak Rus bankasını ve ticarethaneleriyle diğer mevaki-i mühimmenin muhafazasına me’mur olur. Ve Cenab-ı Ali’nin emriyle Kermine’den gelmiş pervaneci Nasrullah Bey müftileri ve başka eazım-ı rical-i devleti cem’ ederek hazret-i emirin vesayasını yani mehma-emken mukateleyi teskine sarf-ı gayret eylemelerini daire-i iştialini tevsi etmiş etraftaki kasabalara ve köylerde de mukatele bütün şiddetiyle hüküm-ferma bulunmuş olduğundan böyle va’z ü nasihatlerle bu vaka-i müessifeye çare-saz olmak güç belki gayri mümkün idi. Binaenaleyh bu kabil teşebbüsler kargir ve müessir olmamakta ve inna fe b−i-ruh olarak yuvarlanmakta idi. Hıyaban tarafındaki Şiiler o tarafta tesadüf ettikleri her şahsı Sünni zannıyla katleylemekte ve beri taraftaki Sünniler de önlerine çıkan her ziruhu Şii zannıyla hak-i helake sermekte idiler bugün de akşama kadar böyle devam etti. Hatta geceleyin bile ara sıra tüfenk sadaları ve can-hıraş naralar Buhara muhitini şu velvele içinde boğmakta idi. Nihayet akşam üzeri tekrar Cenab-ı Ali’nin emriyle on iki top ile Rus askeri Semerkand’dan gelerek Buhara’ya dahil olduklarından ertesi gün için bir dereceye kadar asayiş temin olunmuş ve geceleyin bu asker münasib görülen mahallere yerleştirilmekle beraber kısm-ı küllisi Hıyaban tarafında İranilerin muhafazasına me’mur olmuş idi. Sabah kalktığımız zaman Şiiler mahallesinin Rus asakiriyle Sünniler tarafının Buhara asakiriyle kamilen ihata ve işgal edilmiş olduğunu gördük. Mahaza bugün de ufak tefek vukuattan hali olmadı. Bugünkü vekayiin en mühimini teşkil eden hadise etraftaki köy ve kasabalardan binlerce ahalinin Şiileri katliam etmek üzere Buhara’ya müteveccihen yola çıkmalarıdır. Bereket versin ki ulema-yı Buhara öne atılarak güç hal ile bunları teskine ve mevtınlarına iadeye muvaffak oldular. Bugün akşama doğru yapılan hesaba göre Sünnilerin zayiatı yüz doksana baliğ olduğu halde İranilerden maktul düşenler yüzü tecavüz eylememekte idi. Bunun sebebi ise işaret ettiğimiz vech üzere İranilerin müsellah olması ve diğerlerinin sopadan başka bir alet-i taarruzları bulunmamasıdır. Sabahleyin Kermine’den Veliahd Alim Han Efendi Buhara’ya muvasalet etti şehzade hazretleri güzargahının her iki canibinde saf-beste-i ihtiram olan ahali; Şiilerden gördükleri mezalim ve eziyetleri tadad eylemekte ve bu vaka-i fecianın da başlıca müsebbibleri Şiilerin reisleri olan Kuş Beyi Mir Ab kumandan Seyyid Ali olduğunu ağlayarak arz edip bunların azlini taleb ve nin naibi general ile yeni Buhara’daki konsolosun naibi Haydar Hace Efendi Buhara’ya gelip tekmil sokakları ve medreseleri dolaşarak ahaliye ve talebeye Kuş Beyi’nin azlolduğunu ve Mir Ab ile Seyyid Ali’nin de hazret-i emir tarafından müstehak oldukları ceza ile tecziye edileceklerini tebliğ eylediler. Bu tebligat-ı sükun-bahşa üzerine ahalide biraz sükunet görüldü. Sabahleyin naib-i valinin delaletiyle bugüne kadar tarafeynden ne kadar telefat olmuş den kimsenin mesul tutulmamasına ve bundan sonra hangi taraftan bir katl veya cerhe sebebiyyet verilecek olursa mütearrız tarafın mesul tutulacağına dair bir vesika tanzim olunarak bütün müftiler ile İranilerin eazımı tarafından imza ve tahtim olundu ve şu suretle vaka-i elimenin tamamıyla önü alınarak asıl müsebbib olan müşevviklerin taharrisine şüru edildi ve gecenin hululüyle beraber Kuş Beyi taht-ı muhafazada Kermine’ye hazret-i emirin huzuruna götürüldü. Sabahleyin ba-emr-i Cenab-ı Ali Çar-cuy valisi Mir cenabları gelerek muvakkaten Kuş Beyi’nin yerine oturdu. Ve Cuma namazına kadar kadı kelan reis on iki müfti ve tüccar ve muteberandan başlıcaları Yahudilerin büyükleri ve İranilerin pişvaları Mir ile naib-i valinin delaletiyle erike-i alide toplanıp yekdiğeriyle barıştılar. Ve bundan sonra maazallah böyle bir hadisenin adem-i tekerrürü için bütün mevcudiyetleriyle çalışacaklarını taahhüt ederek dağıldılar. lasası bundan ibarettir. Hiç bir mü’min tasavvur edemeyiz ki şu vak’ayı okuyup da dil-hun ve müsebbiblerine lanet-han olmasın. Bilhassa bütün müslümanların belki tekmil insanların yekdiğeriyle nazar-ı i’tibara alarak kardeşce yaşamaya cehd ü sa’y eyledikleri bir zamanda Buharalıların böyle bi-ma’na ihtilaflarla yekdiğerin kanını dökerek şeriat-ı İslamiyye’de katıbeten memnu olan garet ve tahribe cür’et ederek muazzez memalik-i güdaz bir musibettir. Buhara’da Sünnilik ve Şiilik ihtilafı o kadar ilerlemiştir ki her an böyle bir hadisenin zuhuruna intizar edilebilir. Bu hale bazı telkinat-ı cahilane sebebiyet vermekle beraber hükumetin dahi bu hususta pek büyük hataları vardır. Rical-i hükumet hep Şiilerden terekküb ettiğinden Buhara’nın asıl sahipleri olan Sünniler daima mazlum ve mağdur olmakta ve aralarında lazıme-i müsavat temin edilememektedir. Birçok hanedanlar İran’dan firara muztar kalan tarafdaran-ı istibdadın hükumete bi’l-intisab taassup ve cehaletlerini Buhara’ya tatbik etmekte olmaları yüzünden mahv u na-bud oldular. Hükumet kasasına toplanan mebaliğin kısm-ı azamı da Meşhed’deki tekyelere sarf olunmakta ve bir kısmını da serkarda bulunan zevat namlarına ecnebi bankalarına tevdi edilmektedir. Mevaid-i ahireye nazaran bu zalim hakimlerin kaffesi azlolunup yerine diğerleri tayin olunacaktır. Ahali şimdi bununla mütesellidir. Lakin bizim bugün en büyük derdimiz Taşkent’ten gelen naib-i valinin hala Erikede ca-nişin-i mevki’ olması ve Rus’un askeriyle topu Buhara’nın cabe-ca mevaki-i muhtelifesine yerleştirilmekte bulunmasıdır. Acaba! Rus askeri ne zaman avdet edecek diye bütün Buhara ahalisi endişede bulunuyor. Ve bir an evvel Rus askerinin çekilmesini istiyorlar. Görülüyor ki ihtilal-i vaki’ dini olmaktan ziyade siyasi bir şekil almıştır. Kuş Beyi’nin ihtilal esnasındaki hıyanet ve teşviki tezahür etmekte ve İranilere külliyetli mikdarda esliha ve cephane tevzi’ ettirmiş olduğu vesaik-i adide ile meydan-ı sübuta vasıl olmaktadır. Bundan maada Kuş Beyi tarafından vak’adan mukaddem kendi namına bi’leri tarafından da ecnebi bankalarına külliyetli meblağlar tevdi edilmiş olması ma’nidar addolunuyor. Hükumetin Rusya askeri hakkındaki tebligatı atideki fıkradan ibarettir: “İğtişaş tamamen teskin olunduktan sonra Rus askerinin Buhara toprağından çekileceği resmen umum ahaliye i’lan olunur.” Bazı civar kasabalarda ve köylerde henüz ara sıra katl ü cerh vukuatı haber alınmakta ise de oralarda Şiilerin nadir ve ahiren ta’yin olunan zevat ise emr-i idarede mutabassır ve muktedir bulunduğundan sükun ve asayişin tamamen Şunu da ilave edelim ki bu hadiseden iki gün mukaddem usul-i kadim taraftarı olan Müfti Mehmed Razık hazretleri rışmış esna-yı vak’ada ise A’lem Gıyaseddin Müfti ile Müfti Re’s-i karda bulunan müftilerin bilhassa Buhara’nın muhterem üstadları Müfti Mehmed Razık ile Müfti Mehmed vahat eylemeleri bütün alem-i İslam’ı memnun ve mahzuz edecek vekayi’-i sarredendir. Bundan sonra el ele vererek ta’mim-i maarif ve ıslah-ı mekatib ve medaris için çalışacakları derkardır. Binaenaleyh böyle elim ve can-hıraş hadiselerin vukuuna imkan kalmayacağı hususatında bu ittifak ve itilaf bir beraat-i istihlal addolunabilir. Muvaffakıyyetlerini Cenab-ı Hak’tan tazarru’ ederiz. Zira bu ve emsali mülk ü milleti tahribe bais olan ahval-i müessifenin yegane sebebi cehaletle ahlaksızlıktır. Asıl illet bunlardır. Tedaviye buradan başlamak iktiza eder. Cehl ne nisbette zail olursa alem-i İslam o derecelerde müterakkı olur. Maarif maarif daima maarif!.. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Şubat Üçüncü Cild - Aded: – – Maahaza zamanını ataletle geçirmeyip bir aralık kesb ve ticaretle iştigal buyurmuş teşebbüs-i şahsiden hali kalmamışlardır. Daha sonraları halvette ibadet münacat-ı cenab-ı ehadiyyete hasr-ı himmet etmekteydi. Kırk yaşını ikmal edince duş-i hümayunlarına hil’at-i risalet iksa buyuruldu. Bunun üzerine halkı Hakk’a da’vete başladı. Kainatın bütün zerratına varınca cühela-yı nasın isnadına cür’et ettikleri malayanilikten kaffe-i nekaisten münezzeh ve mukaddes bir Sanii bir ilah-ı Zülcelal’i olduğunu takdir müddeasını hücec ve berahin ile tenvir buyurdu. Her hususta akl u fikr istimalini emir taklid-i amiyaneden zecr etti. Kaffe-i efrad-ı beşere hürriyet i’lanıyla rüesa-yı din ve dünyaya perestiş derecesinde huzu’ ve inkıyadı kaldırdı doğrudan doğruya Cenab-ı Bari’den istiane ancak dergah-ı Şeriat-ı münevverelerinde her insan için –kimseye muris-i zarar olmamak şartına riayetle beraber– gerek ruhun gerek kuva-yı bedeniyyenin her matlubunu i’taya mezuniyyet verilmiş tezehhüdde mübalağaya ayin-i ruhbaniyyete değil! Belki her insan madamü’l-hayat sa’y u amele şart-ı mezkura riayet kaydıyla bütün azayı ve kuva-yı mevduayı ma-halaka lehinde tasrife tergıb olunmuş tayyibatın kaffesi her hususta adl ü ihsana riayet ve dince muhalif bulunanlara muamelat-ı hasene ib-razıyla bezl-i müsalemet ma’kal ve mülayim olan arzularına muvafakat hengam-ı harpte bile ahkam-ı İslamiyyede ta’mik-i fikr maksadıyla müracaat eden eşhası darü’l-İslam’a kabul ve siyanet emir buyurulmuş ve kabul-i diyanet için cebr ü ikrah ikaına müsaade gösterilmemiştir. Hakıkat-i hal zikrolunan minval üzere olduğu şu ayet-i kerimelerden de müsteban olmaktadır: El-hasıl ol zat-ı sütude-sıfat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat min-kıbelillah mazhar olduğu füyuzat sayesinde akl-ı insaniyi kayd-ı esaretten rüesaya karşı iltizam-ı ubudiyyetten tahlisle efrad-ı beşeriyyeyi vaye-dar-ı hürriyet kılacak alem-i ve muamelat-ı kamile gayet mu’tedil ve terakkıye müsaid usul-i metine te’sis ve teşri’ buyurmuş ancak bu fırsata nail ve bu vesaite malik olduktan sonra akl-ı isti’dad-ı fıtrisini temeddün ü terakkıye sülukla ihraz-ı teali edebilmiştir. kemal-i sür’atle tarih-i alemde misli na-meşhud harikulade bir suretle haiz-i nisab-ı umran u medeniyyet olmuş garbiyyun müftehir bazı kesanın mütecahilane iddialarına rağmen– şarkta işrak eden envar-ı İslamiyyet’in şuaat-ı garba vüsulünden sonra güç hal ile ihtida edebilmiştir. Rüesa-yı ruhaniyyenin inkisar-ı nüfuzlarından evvel ihtilalat-ı hun-rizane ile kazanılan ıslahat-ı siyasiyyeden akdem Avrupa’nın güzeran olan ahval-i tarihiyyesine vukufu olanlar –insaf ederlerse– bu hakıkati teslimde tereddüd etmezler. Elhasıl bütün dünyanın ıslah-ı ahval ve intizam-ı umuru hep Nebiyy-i Ümmi Efendimiz’in te’sisine muvaffak buyuruldukları kavaid-i İslamiyye ve mebani-i ma’delet-karane sayesinde vücud bulduğu kabil-i iştibah olmayan hakaik-i kat’iyye cümlesindendir. Beyanat-ı salife ile ümmiliği emr-i muhakkak olan bir zatın mu’cizat-ı kevniyye-i bi-nihayesi nazar-ı mütalaaya alınmasa bile bu asar-ı harikaları ortada parlayıp dururken minindillah mürsel inayet-i sübhaniyyeye mazhariyetle mübeccel olmalarını inkara musır olan insafsızlar ne türlü kaçamak yolları bulabilirler. Hakıkat-i halin mertebe-i bedahete vüsulüyle beraber hala inkar ve te’vile sapılmakta olması akl-ı selime hayret vermektedir. Ol hazretin ümmiliği kabil-i inkar olmadığını fark edenlerin bir kısmı onu teslim ile beraber laletta’yin bir şahıstan şifahen telakkı-i ma’lumat etmiş olmasını rünmekle beraber mülahazat-ı atiyye ile butlanı aşikar olur. [ Nahl /] ayet-i celilesinin esbab-ı nüzulü hakkında bu Resul-i Ekrem Hazretlerinin bu tarikle telakkı-i ma’lumat etmiş olmaları varid-i hatır olan herhangi ihtimale bina edilecek olsa birçok mehazir-i akliyyeyi istilzam etmesine mebni umur-ı mümkineden ma’dud olamaz. Binaenaleyh her reyi ta’yin edebilmek için ihtimalat-ı mefruzayı göz önüne almak lazımdır. Şöyle ki telakkı-i mezkur ya kable’n-nübüvve yahud ba’de’n-nübüvve vaki’ olur. Kable’n-nübüvve vukuu farz olunduğu takdirde ya vatan-i aslileri olan Mekke ve civarında yahud hariçte memalik-i sairede vukuu iddia olunur. Kable’n-nübüvve haricen vuk u u ihtimalindeki butlan vareste-i izahtır. Çünkü ol hazret kavm ü kabilesi bilcümle Mek-ke ahalisi arasında ma’ruf ve matmah-ı enzar-ı enam bulunduğu cihetle müddet-i medide gaybubet etmesi onlara hafi kalamazdı. Eğer böyle bir gaybubetleri vaki’ olsaydı asr-ı mübareklerinde bulunan husema-yı din tarafından ortaya atılarak iştibah den başka menba-i feyzi medar-ı istinad-ı irfanı olmadığını her zaman neşr ü i’lan buyurdukları halde ferd-i aferide böyle bir ihtimal-i telakkı der-miyan edememiştir. Resul-i Ekrem’in kable’n-nübüvve yalnız Şam cihetine iki seferleri vardır biri zaman-ı büluğlarından akdem amcaları Ebu Talib diğeri sal-i hayatlarının yirmi beşincisinde Cenab-ı Hatice’nin gulamı Meysere ile birlikte olarak vuku’ bulmuştur. Bu seferlerin hiçbirinde kafileden ayrılmamış kimse ile hususi mülakatta bulunmamıştır. Bir de – anifen zikrolunduğu üzere – yetim ve bikes ve emr-i maişeti gayr-ı vasi’ olan kendisini fazilet-i ilme irşad edecek müeddib ve hamisi bulunmayan bir zat böyle bir fikri nereden alabilir ki tahsil-i uluma kıyam etsin o sırada kendince en mühim ve emr-i tabii olan gaile-i maişet ve umur-ı ticaret mühmel bırakılarak gözüne görünmez olsun. Hatta ecnebi memalikinde sakin ve ırk ve mezhebce mübayin olan bir zatın mesleğine tabi’ olarak onun mine’l-kadim mütearef aba ve ecdaddan müntakil i’tikadat-ı me’lufeye mugayir ta’limatını tamamen kabule mecburiyet hissetsin. Akla adete kanun-i tabiate külliyen mugayir farz-ı muhale şebih böyle en baid ihtimallere vücud verebilmek Elhasıl Resul-i Ekrem’in sair diyara azimet etmiş olmaması taallüm için külfet-i azime ihtiyarına dai bulunmaması haricen taallüm vuku’ bulmadığına delil-i kafidir başka türlü mevani’ ve mehazir serdine hacet yoktur. Mekke-i Mükerreme ile civarında sakin bir kimseden telakkı-i maarifte bulunmaları da vücuh-ı atiyye ile iptal olunur: Böyle bir telakkı ale’t-temadi gizli tutulmak mümkün olamazdı behemehal müşahade vukuuyla malum olurdu. Bu babdaki kıyl ü kalin ne mahiyette olduğu balada izah olundu. Muallim farz olunan şahıs abede-i evsandan olsa putperestlik aleyhinde söz söyleyemez Tevrat’ta İncil’de sair kütüb-i semaviyyede mezkur akaid-i muvahhidine agah olamazdı. Eğer taife-i Yehud’dan olsa Hazret-i Isa a.m. ile validesinin vekayi’-i sahihasını beyan edemez müşarünileyhimanın fazl u nezahetleri i’tirafında bulunamazdı. Nasrani olsa İsa’nın uluhiyetini salb ve katl vak’asını ekanim-i selase i’tikadını inkar edemez tahrif-i kütüb ve ibtida-i ruhbaniyyet gibi Kur’an-ı Kerim’in muhtevi olduğu fezayih-i Nasraniyye’yi kale alamazdı. Hiçbir dine müntesib olmayan mübtediinden biri olsaydı kendisi hadd-i zatında ma’ruf olmak Resul-i Ekrem hazretlerine telkinatta bulunmasına medar olacak bir alaka-i tarihiyyesi bilinmek lazım gelirdi. Böyle bir muallim-i hakim farz olundukta ibtida eylediği din-i cedide bizzat kendisi da’vet etmek yahud kulub-ı nasta mehabet husule getirecek şiir ve hitabet veya cah u servetle ma’ruf ve a’van ü ensarı kesir bir zatı tavsit eylemek daha ma’kul ve münasib olup dururken hadd-i zatında ümmi ve bikes bir yetimin ta’lim ü terbiyesine hasr-ı evkat bi-lüzum tekellüfat ihtiyar etmesi akl u hikmete sığmaz. Muallim-i mezkurun ümmi bir zatı bu mertebe tehzible akaid-i aba ve ecdadını tahvil asla işitmediği vahiy ve nübüvvet ve tenzih ve tevhid mesailini zihninde tesbit edip kendisini bu yolda bir i’tikad-ı samimiye mazhar kılabilmek Böyle bir hakim-i bi-hemta ise gayet iştihar ile müştehir olmak emr-i zaruridir. Halbuki Mekke ve civarında değil bilcümle bilad-ı Arab’da bu derece haiz-i kemal bir zat işitilmiş değildir. Devr-i cahiliyyette güzeran olan huteba ve şuara-yı Arab’ın en bala derecede olanları da ma’lumumuzdur bunların hayli parlak sözleri bulunur. Fakat Kur’an-ı Kerim’deki usul ve mebani-i aliyye gibi medeniyet-i sahihaya esas olacak saadet-i hakıkıyye te’min edecek düstur-ı hikmet Arabi bilmiyoruz. Tevarih-i edebiyye ve kütüb-i muhaderat meydandadır. Böyle bir hakim-i bi-nazirin vücuduna vakıf olan var ise ihbar etsin. Yoksa öyle farz u tevehhüm ile da’va kazanılmaz. Bu muallim neden dolayı nefsini ketm ü ihfa etsin niçin bir kimseye olsun Hazret-i Resul’ün ta’lim ve tezhibinde bulunduğunu açmasın kezalik kabil midir ki kable’n-nübüvve muallimi bulunan zata Resul-i Ekrem bezl-i ihtiram etmediği halde o zat buna katlansın ifşa-yı esrar edip de zümre-i münafıkıne iltihak etmesin. Gerek hariçten gerek dahilden olması mefruz bir kimseden taallüm-i nebevi vaki’ olmadığı şununla da katiyen ma’lum olur ki Resul-i Ekrem hazretleri kırk yaşına baliğ olup da min indillah me’zun ve me’mur olmadıkça izhar-ı da’va buyurmadıkları gibi kasas u hikayat ve ahkam u lerdir. Hadd-i zatında ümmi olan bir zatın fırsat buldukça şundan bundan istima’ ile cem’ ve telfik edeceği ma’lumat-ı mütenevviayı defter-i hatırata bedel kuvve-i hafızasına tevdie mecbur olacağı derkardır. Mahfuzatın zihinde takarrürü halde eğer ma’lumat-ı nebeviyye mahz-ı sima’ ile telakki edilmiş medar-ı tezekkür olacak hiçbir kayd-ı işarete iktiran etmemiş derme çatma malumattan ibaret olsaydı mürur-ı zamanla zihninden dökülüp saçılması da’va-yı nübüvvet hengamında haliyyü’z-zihn kalması emr-i tabii olurdu. Bir de böyle azim bir da’vaya kendiliğinden kıyama hazırlanan kimse davasını tasrih etmeyerek evvelce bir mikdar mümarese ve tecrübede bulunmak emr-i zaruridir ki o esnada cay-gir-i zamiri olan azm ü niyetinden arzusu hilafına bazı nişaneler bariz olur. Ba’dehu tedrici suretle da’vasını ortaya koyabilir. Yoksa Resul-i Ekrem hazretleri gibi nazm-ı şerifi vefkınca ömrünün tamam kırk senesini kavm ü kabilesi arasında kemal-i sükut ve sükunetle geçirip de günün birinde –evveli de ahiri kadar– kavi ve metin bir da’vaya birdenbire kıyam edemez. Kezalik böyle bir emel ve arzuda fikr ü endişede bulunmuş olsalardı –erbab-ı cidal ve mükaberenin zu’m ettikleri gibi – senenin on bir ayını rahat ve sükun ile geçirip de yalnız Ramazan aylarında inzivaya çekilmekle te’min-i meram edemezlerdi. Halbuki bu inziva mes’elesi de tamamen doğru değildir belki gar-ı Hira’ya amed-şüde başlamaları nübüvvetten altı ay evvel güzeran olan müddete münhasırdır. Daha evvel bütün evkat-ı mübarekesini ailesi içinde imrar ederdi. Hem de iddia olunan fikr ü endişeye tutulmak insanın aklını bil-cümle havassını kuva-yı idrakiyyesini zabt ü ihata edeceğinden kendilerinin bir meşgale-i daime büyük bir telaş içinde bulunmalarını herkesin hissetmesi iktiza ederdi. Maahaza böyle bir telaş ve ıztırab-ı daimi iz’acatı arasında peyda olarak bilhassa – atide bahs ve iptal olunacağı üzere – Dozy gibi a’da-yı hakıkatin azv ü isnad ettikleri hysteria sekir illeti istila ederek büsbütün vücuddan düşmesi kuva-yı dimağiyyesinin giriftar-ı inhitat olması lazım gelirdi. Evvel-ahir kendileri ilhamat-ı Rabbaniyye ve irşadat-ı Sübhaniyyeye mazhar kılınmasalardı meşhud ve ma’lum olan sabır ve metanet-i harikaneleri devam edemez o hakimane tedabirin icra ve ifasına muktedir olamazdı. Tahsil ve taallümün ba’de’n-nübüvve olması ise asla mutasavver değildir. Çünkü nübüvvete ait ahkam ve hakaik bilinmediği enbiyanın haiz olması zaruri bulunan evsaf u kemalat ihraz edilmediği halde da’va-yı nübüvvete nasıl kıyam olunur; evvela hiçbir şey taallüm etmiş olmayan bir şahs-ı ümmi nübüvvet ve risaleti ne tarikle tasavvur edebilir! Aslı yoktan böyle bir da’vaya ictisar edince bilinmesi la-büd olan hakaik ve dekaiki kendisine tamamen ta’lim edecek bir üstaz-ı kamil bulacağını ne ile kestirebilir? Saniyen balada zikrolunan mehazir-i akliyye bu takdire göre daha ziyade kesb-i vuzuh etmektedir. Mesela zat-ı risalet-penahide böyle bir iftikar ve ihtiyaç farzedildiği takdirde ba’de’n-nübüvve bazı zevat ile halvet etmesi bir defacık olsun bir kimseden taallümde bulunması müşahede olunacak ve böyle mühim ve ma-bihi’l-istinad tedrisatta bulunan muallim bil-cümle ashaba tafdil hatta vasiyet-i hilafetle kadri tebcil olunmak bir emr-i tabii olacak idi. Elhasıl ashab-ı kiram içinde Resul-i Ekrem’in emirlerine rak kelimat-ı hikem-gayatından istifadeye müsaraat göstermeyen bir ferd bulunmadığı emr-i kat’idir. Makam-ı risalete arz-ı ta’zimat babında kaffesi yeksan idi. Hiçbir sahabi bu vazifede taksir ve tekasül etmezdi. Eğer te’sis-i nübüvvet hususunda hizmet-i vakıa belki inayet-i harikası sayesinde teferrüd etmiş bir üstaz bir müdir bulunsaydı böyle müsavata katlanmaz imtiyaz-ı mahsus talebinden geri durmazdı. Halbuki hiçbir vakit böyle bir da’va-yı teferrüde kıyam eden olmamıştır. Cümle ashab-ı kiramın ikrar ve i’tiraflarıyla sabittir ki onların me’haz-i ulumları Kitabullah ile ehadis-i nebeviyyeden bulunan ulumun gayrı bir ilim ile mümtaz bir ferd ma’ruf değildi. Bir de eğer bil-farz asr-ı nebevide böyle bir hakim-i zişan muallim-i adimü’l-akran mevcut olsa idi Resul-i Ekrem hazretlerinin i’lan-ı risalet buyurmalarından evvel ilim ve felsefe derece iktidar ve ehliyet sahibi bir zat kendi menafiini takdirde o kadar bi-temyiz tahmin olunabilir mi ki kendi nefsini ma’dum menzilesine tenzil edip de da’va-yı nübüvveti şakirdine terk etsin. Makam-ı risalete karşı ifası zaruri olan tebcilat ve ihtiramatı kendi tarafına celbetmeyip de ihtiyar-ı zatisiyle fevt ederek her şeyden mahrum kalsın. Gözleri kör kulakları sağır eden şiddet-i taassuba giriftar olanlar buna da ten başka çaremiz yoktur. Şimdi iradı mu’tad bir mes’ele kalıyor ki nereye gitsem nerede bulunsam hiç istemediğim halde hall ü izahı için birçok mes’elesi ef’al-i ihtiyariyyenin abde yahud Halık-ı abde nisbeti mes’elesidir. Tabii inkar edemem gerek Müslümanlık maz. Şu kadar var ki zamanın hadisatın inkılabı bu azim mes’elede insanların kıble-gah-ı hakıkate teveccüh etmesine Kitabullah’a isr-i Nebi’ye müracaat eylemesine pek büyük medar olmuştur. görülen inhimak da sabrın zaafı yahud fıkdanı envaından bir nevidir. Vicdan şehadet eder his de bu şehadeti te’yid eyler ki: Bir adam eliyle kılıcını kaldırsa da başkasına vurup öldürse işte katil odur. Vak’ayı gören haber veren “Filan filanı öldürdü yahud vurdu yahud tecavüzde bulundu” der binaenaleyh ef’alin hangi ibaddan sadır olmuşsa ona nisbeti lazım geleceği mübahaseye münazaraya muhtaç mesailden değildir. Kur’an’da gibi birçok ayat-ı kerime var. Sonra ayeti de var ki bununla ihticac ediyorlar. Eğer buradaki ’ dan murad bizzat ameldir demiş olsak yine amel insanlara nisbet edilmiş olur. Zaten şeriatin bütün ahkamı bu asıl üzerine kaimdir. Öyle ya eğer abdin fiili kendisine aid olmasa idi o fiil ile mükellefiyeti batıl olurdu. Zira bir şahsın kudreti haricinde bir işi işlemeye da’vet olunması kezalik irade ve ihtiyarının müdahalesi olmayacak bir teklif ile mükellefiyeti ma’kul olamaz. Eğer katilin fiili kendi fiili olmasa idi ceza-yı kısas mümteni’ olarak bizim his vicdan abdden sadır olan fiil abdin kendi fiilidir hükmünde müctemidirler. Bütün eşyanın Cenab-ı Hakk’a raci’ olması kezalik mümkinatın vücudu Cenab-ı Hakk’a nisbeti diyet mutasavver olamaması delil ile sabit hatta bedahet derecesine vasıl olan şeylerdendir. Bunun gibi sözler kudret-i ilahiyyenin azameti bahsinde daima irad olunur. Eğer Allah ister ise bize vermiş olduğu kudret-i ihtiyarı selb eder ki her gün gördüğümüz bir haldir. Mesela bir şeyi tedbir ederiz de sonra onu elde edeceğimiz zaman evvelce hesap etmediğimiz birçok manialar zuhura gelir. Kezalik bir işe başlarız da ikmaline kudretimiz yetmez. Bu mesailin hiçbirisi cay-ı niza’ değildir. İlm-i ilahinin olmuşa olacağa şümulü delil ile sabit olan erbab-ı diyanet indinde şüphe götürmeyen hakaiktandır. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın her şeyi bildiği gibi yaratmış olduğuna i’tikad etmek insanın kendince de bedihi olduğu üzere nefsinden sadır olacak a’malin yine kendisine nisbetini ikrar eylemek nefsinde vücudunu hissettiği ihtiyarı kınmak müslime vacip olur. Bundan daha ilerisine infaz-ı nazara kalkışmak üzerine gerekmez. Zaten müşriklerin tarzındaki iddiaları taraf-ı Hakk’tan merdud olduğu gibi ma’nası mütevatir birçok ehadis-i şerife insanları kadere esrar-ı kadere dalmaktan nehyetmiştir. Eğer abd bi-hakkın sabretmiş olsa idi Cenab-ı Hakk’ın kendisi için ta’yin etmiş olduğu hadde gelince orada tevakkuf ederdi de insanlara min-tarafillah gösterilen hudud-ı ilahiyyeyi teaddi için böyle inhimak göstermezdi. Ben bu mes’ele hakkında daha fazla söz söyleyecek değilim. Çünkü o zaman sabirin zümresinden çıkmış esrar-ı kadere dalanların arasına katılmış olurum. Saika-i hevese tebeiyetle abdin fiili olmadığına i’tikad lazımdır vehminde bulunan kimse Kitabullah’a muhalefet etmiş Resulullah’a karşı isyan göstermiş olur. Sözümde Allah’a olan adam din-i ilahiden huruc etmiş şeriat-i ilahiyyeyi muattal bırakmış olur. O halde mü’min-i billah olan bu sözü söylemekten hazer etmelidir. Cenab-ı Hakk’tan niyaz ederim ki cümlemizi salahımızı mucib a’male sevk etsin; fazl u kerem-i ilahisi sayesinde bize tevasi bil-hak tevasi bis-sabr Şimdi bazısının hatırına şöyle bir sual gelir: Eğer bu sure-i celilede zikrolunan şey efrad-ı mükellefinden her biri hakkında cari bir hüküm ise eğer bu sıfatı haiz olmayan hüsrana mahkum ise eğer bu sıfatlardan büyük mikyasta nasibedar olanlar bu hüsrandan yakayı kurtarıyorsa nasıl oluyor da bu dünyada mes’ud birçok gayri mü’minler saadetten mahrum mü’minler görüyoruz? İşte mesela Japonyalıların hali meydandadır ki kendileri putperesttirler. Kezalik Avrupalıların kısm-ı a’zamı gözümüzün önündedir ki içlerinden pek çoğu ne Allah’a ne peygamberlere inanmıyorlar. Haydi bakalım bunlara mü’min olan akvamı mesela müslümanları bir mukayese et? Bu suali şöyle def’ ederiz: Göz önündeki akvamın bir kısmında görülen saadet-i zahiriyye uzaktan serabın parıldamasını andırır ki yanına yaklaşılınca hiçbir şey olmadığı görülür. Max Nordau bir eserinde şöyle söylüyor: “İnsanlar öteden beri hakıkati aramışlar daima da aramaktadırlar. Lakin aradıkları gayetten hiçbir zaman şimdiki kadar uzak değildiler. Hangi ailenin kapısını çalıp da bu yuvaya saadet uğradı mı diye sorsan içeriden gelen bir ses: İster isen bir başka kapıyı çal aradığın şey bizim evimize uğramadı der.” Müellif bu sözleri neden sonra söylüyor biliyor musunuz? Bütün Avrupa akvamının bulundukları hali o halin saadete mahrumiyete nisbetle mevkiini zikrettikten ahval-i umumiyyeyi saydıktan medeniyette kendilerine yetişemeyen akvamı bile acındıracak onların isrine iktifadan vazgeçirecek kadar elim bir mevcudiyet içinde bulunduklarını söyledikten sonra müellif bu felaketlere sebep olarak garplıların haktan tebaüdünü batıla temayülünü taleb-i servette sabr u kanaatten mahrumiyetini hevesat-ı şehvaniyye arkasında puyan olarak bu saikin bütün evamirine karşı müfrit bir mutavaatını Bütün bunların menşei kendilerinin her şeyi yaratan zevi’l-hayatın rızkını kamil olan mevhub oldukları kuvvet mikdarınca kesbleri esbabını takdir eden İlah-ı Vahid’e i’timaddan mahrumiyetleridir. Eğer aynı felaketin Japonları ne kadar müteessir ettiğini putperestlikten mütevellid olup ruhta itmi’nan kalpte sükundan eser bırakmayan evhamın onları ne kadar müteellim ettiğini bilmiş olsa idin bu kavmin mes’udiyetine hükmetmek senin için biraz zor olurdu. Şayet onlarda saadetten bir eser varsa o da tevasi bissabrın yahud emanet gibi sıdk gibi ulüvv-i himmet gibi nab-ı Hak tarafından bu hayat-ı faniyyedeki saadete vesile lanların – eğer varsa – haline gelince bu da ayat-ı kerimede varid olan hükme muhalif değildir. Zira hiçbir akıl: Saadet servetten refah-ı maişetten ibarettir; isterse kalp ateş-i ye’s ü elem ile yansın demez; saadetten böyle bir ma’na anlamaz. Belki saadet ruhun sükunu kalbin rahatı vicdanın itmi’nanı kanaati arzu ettiği şeyi istihsal için çalışması sa’yin yolunu bilerek sonra mesaisinin müsmir olması için kendisini o yola sevk eden Hadi-i Hakıkı’ye rabt-ı kalb etmesiyle kaimdir. Hiç şüphe etmem ki hangi kıt’ada bulunursa bulunsun hangi kavmin içinde zuhur ederse etsin ta’rif eylemiş olduğumuz tarzdaki bir mü’minde sen böyle bir itmi’nan bulacaksın. Lakin demin irad eylediğimiz mesel müslümanların umumiyeti hakkındadır. İşte hiçbir laimin levminden korkmamak şartıyla söylüyorum ki bunların içinde bi-hakkın mü’min olan; a’mal-i salihada bulunan tevasi bil-hak tevasi bis-sabr farizalarını yerine getiren hem kendi nefsinden hem Halık’ından hoşnud olacağı gibi saadetten mahrum bir taife olsa o yine hakimdir. Şekayı yani hirman-ı saadeti ancak başkalarının ervahına müntabi’ eşkalinin kendi ayine-i kalbine lince eğer hasir iseler hüsranları şu dört rüknü kaybetmiş olmalarından naşidir. Öyle ya! İmanı ele alırsak bunlar onun yalnız lafzıyla bir de babalarından analarından tevarüs etmiş oldukları ibarat ve suver ile iktifa etmişler; ma’na-yı imandan hiçbir şey kalplerinde ruhlarında yer etmemiş. Tevhid-i Bari hususunda en ileri gideni bile vesile gibi vasıta gibi hiçbir suretle te’yid-i Huda’ya mazhar olmayıp sırf kendi ihtiraı kendi tezviri olan birtakım esami ve elkab altında işrakte en önde bulunuyor. A’mal-i salihaya gelince avam-ı müsliminin kaffesinde havassının kısm-ı a’zamında görülen haset adavet azamet cehalet atalet gibi nekaisle nasıl cem’ ü telif olunabilir? Tevasi bil-hak tevasi bis-sabra gelince meydanda bundan da hiç eser görülmüyor. Meydandaki münkeratı görüyorlar akaide girmiş fesadı hissediyorlar da herkes gördüğüne duyduğuna karşı sükutu muhafaza ediyor. Güya aralarında nasihate dai nusus varid olmamış. Şayet biri diğerine haklı bir nasihatte bulunacak olsa beriki kıyameti koparıyor kendini kadri tenzil edilmiş hakkına hürmet olunmamış telakkı ediyor. Başkaları da bu zavallı nasihin hareketini takbih eyliyor. Pekala; bu haldeki bir kavim hüsranda kalmaz da ne olur?... Eğer bu kavim dine rücu’ etse de şu dört asl-ı metini ifa eylemiş olsa görürdünüz ki Cenab-ı Hak tarzındaki va’d-i ilahisini eda ederdi de evvelce beyan buyurmuş olduğu suretindeki tehdid ve inzarın ihatasından müslümanlar masun kalırdı. Halime onu memeden keserek ceddine götürdü halbuki Resul-i Ekrem’in memeden kesilmesinden naşi Halime’de şiddet-i teellüm var idi. Halime-i Sa’diyye o tıfl-ı muhteremi memeden kestikten iki veya üç ay geçmesi üzerine beyt-i atide zikrolunan sebepten naşi ceddi Abdülmuttalib Hazretlerine götürüp teslim etti ve fakat Resul-i Ekrem’in rıdaı hasebiyle nezdinde hayrat ve berekatın tevalisini müşahede eden Halime müddet-i rıdaın nihayet bulmasından dolayı zaten pek müteellim iken büsbütün müstağrak-ı alam u ekdar oldu. Halime’nin Resul-i Ekrem’i ceddine iadesi iki kere vuk u a gelmiştir. Birincisi Resul-i Ekrem Efendimiz iki yaşını doldurduğu zamandı. Bunun sebebi bir şir-har müddet-i rıdaını alarca mu’tad olmasıydı. Halime de adet vech ile Resul-i Ekrem’i iki yaşını doldurdukta Abdülmuttalib hazretlerine Ekrem’in firakı giran geldiğini görmesine ve bu aralık Mekke’de zuhur eden vebadan selameti mülahazasına mebni tekrar Resul-i Ekrem’i Halime’ye vermişti. İkincisi Resul-i Ekrem Efendimiz iki yaşını bitirip üzerinden iki veya üç ay daha geçtiği vakit şakk-ı sadrı için gelen melaike-i kiramı Halime taife-i cin zanneylemesiyle o vakit vuku’ bulmuş ve bu defa Resul-i Ekrem’i cedd-i emcedi; nezdinde ibka edip Halime’ye iade eylemediğinden Halime hazretleri müteessir olarak Habib-i Huda’dan müfarakat eylemişti. Nazım hazretlerinin kavline nazaran bu beyitten birinci iade zihne tebadür ediyorsa da beyt-i atide cümlesiyle vaki olan takyide veya talile ve bundan bir beyit sonra dahi diye Cenab-ı Halime’nin Habib-i Huda’dan müfarakat eylediğini tasrih etmesine göre maksadı ikinci iadeyi zikr ü beyan olmakla bu beyit zahirinden sarfedilip ikinci iadeyi haki olmak üzere şerh edildi. Bir rivayete göre Halime-i Sa’diyye Resul-i Ekrem’i ceddine değil validesine götürmüştü. Fakat ced asıl olduğundan ve bir de Resul-i Ekrem’in validesi cedd-i emced-i nebevi hazretleri belki bu mülahazaya mebni olmalıdır ki cedd-i pak-i Resul’ü zikreylemiştir. takdirindedir ve mahzuf olan ta’diye haliyedir. Fasl: Çocuğu memeden kesmek nın sı zarfiyet içindir. Zamir Halime’ye muahhar de ta’lil içindir. Ve fisal: Çocuk Halime onu ceddine bir vakitte götürdü ki ol vakit melaiketullah onu ihata etmiş ve Halime de onları şeyatinü’lcin sanmış idi. Yahud melaike-i kiram Resul-i Ekrem’in etrafını kuşatmış ve Halime de bunları taife-i cin zanneylemiş olduğundan Resul-i Ekrem’i cedd-i emcedine götürdü demektir. Hasılı Cenab-ı Halime o tıfl-ı muhteremi cedd-i emcedine götürüp teslim ettiği vakit melaike-i kiram onun şakk-ı sadrı için etrafını kuşatmışlar idi müşarun-ileyha ise bunları şeyatinü’l-cin sanıp Resul-i Ekrem’e eza ve cefa edecekler korkusuna düştüğünden bir şey isabet edip aile-i muhteremesi nezdinde mesul olmamak için onu hemen Abdülmuttalib hazretlerine teslime müsaraat eylemiş idi. zarfiyet veya ta’lil içindir. de zamir Halime’ye rada zaiddir. karinin cemidir. Karin şeytan Halime’nin Resul-i Ekrem’e vecdini cedd-i emcedi gördü bir halde ki o vecdden neş’et eden ateş ile Halime’nin derunu yanıp tutuşuyordu. Cenab-ı Halime o tıfl-ı mübareği Ekrem’e fart-ı muhabbet ve taallukundan mahruku’l-fuad olduğunu müşahede etti. nın zamiri cedde raci’. de birinci zamir Haliona mütealliktir. Ehl-i tarik ıstılahatından bu ma’nadan me’huzdur. cümlesi haliyeta’lil muahhar mübtedadır. Lehib: mübtedanın sıfahaşa- Şu edvar içinde birçok asar meydana getirildi binaenaleyh kütüb-i fıkhiyyenin yukarıdan aşağıya doğru sıralanmış birkaç tabaka teşkil etmesi lazım geliyor. Asar-ı müteahhire daima asar-ı mütekaddimeye takliden tahrir edilmiş bulunduğundan bin-nisbe mütekaddim olanların ötekilere nazaran daha ziyade kıymet-i fıkhiyyeyi ve ilmiyyeyi haiz olmaları fıkhi kıymet-i ilmiyye nokta-i nazarından ictihad fi’l-mezheb devrinde mesela İmam Muhammed tarafından yazılan bir esere rekabet edemeyeceği şüphesizdir. Fakat mes’ele müteahhirince böyle telakkı olunmuyor fikr-i taklid füyuzat-ı fıkhiyyeyi o kadar tazyik o kadar tahdid ediyordu ki asar ve sünenden marza-yı eslaftan en baid en uzak olan kütüb-i fıkhiyye mevki-i tedavüle kabul olunuyor. alud bir devr-i taklid bir devr-i cehalet başlar. Geriye doğru olan hareket-i tedriciyye ile nihayet noktai hüküm etmeye başlamış idi. Fikr-i taklid ezhan-ı ulemada bütün kuvvetiyle yerleşmiş; artık bunun aleyhinde bir söz söylemek caiz değildi. Çünkü ulema buna kani idiler; buna Zaten bu devirlerde yetişen ulema ictihaddan pek baid bulunuyorlardı. Ortalıkta onların fikirlerini okşayacak hiçbir eser mevcut değildi. Kur’an-ı Kerim asar ve sünen sevab ve ibadetten başka bir niyetle okunmuyor; onlar bila-ma’na elfaz kabilinden bir şey itibar olunuyordu. Tedavülde olan kitaplardan birçoğu kendileri sağı solu fark edemeyen mukallidler tarafından cem’ u tertib edilmiş; kıl ü kalden ibaret bir şeyler idi. Sönük fikirleri ikad edebilecek bir müşevvik görülmüyordu. Ulemada görülen bu sönüklük bu atalet-i fikriyye hükümdarların ümeranın da hiç canlarını sıkmıyordu. Çünkü efkar-ı ulemanın kapalı olması onların menfaatleriyle tevafuk ediyordu. Binaenaleyh ulemanın hükumet-i emaret tarafından ikaz olunmak ihtimali de mefkud idi. ulema ve fukaha da veresetü’l-enbiya olarak kemal-i istirahatle geçinip gidiyorlardı. Artık eskisi gibi değil hükumetle ilim barışmış idi. Vaktiyle yalan bahaneler icat edilerek enva-i işkencelere atılan şefkatsiz cellatların elinde ta’zib olunan ulema ve fukaha artık rahatı bulmuşlardı. Bu devir bir devr-i sükut ve istirahat cekti? Tasavvur ediniz ki mütefekkir olan bir zat bir alim ulema-yı salifenin ashabın Hazret-i Peygamber’in mesleğini tarikini der-hatır eyler ve onların nokta-i nazarlarını tekrar keşfeder de sonra meydana koyarsa muasırlarınca bu nasıl telakkı olunurdu? -Hüsn-i kabul ile mi?... Hayır; tarih bunu kat’iyen tekzib eder. Tarih-i İslam bu babda kaydettiği yüzlerce faciayı enzar-ı temaşanıza vaz’ eder. Bu gibi birçok zatlar rahatlarının ihlal olunmak istenildiğini gören ulema hırs ve menfaatlerinin tahdid olunmak üzere olduğunu düşünen padişahlar tarafından tezenduk ettiği bahane edilerek zulüm ve itisaflar altında mahvedilmez mi boğan bu gibi sahne-i fecayi’ insanları mütehayyir bırakır… kahası.. nokta-i nazarlarını kaybetmiş fakat müttefikan menfaat-i şahsiyyelerini ta’kibe koyulmuşlardı. İslamiyet de merkezden ayrılmış bir seyyare gibi nokta-i mechuleye doğru yuvarlanıyordu. Bu esnalarda idi ki başkaları nokta-i nazarlarını gaye-i emellerini ta’yin ettikten sonra bütün kuvvetlerini pazuya vererek bir isti’cal-i fevkalade ile ilerliyorlardı. Her dakika her saniyede bizi fersahlarla geride bırakıyorlardı.. Biz yine mes’eleyi hakkıyla anlayamıyorduk; hep gidiş o eski gidiş idi.. Bir vakitler inan-ı İslamiyyet münteha-yı nazarları ma’lum nin yedinde olarak küre-i arzın en uzak köşelerine kadar isal eyledikten sonra bütün bu hasletlerden mahrum birtakım umeranın yed-i zalimanelerine geçmişti. Fakat bu herifler yine azim-perver ulemanın fukahanın nazar-ı tenkidlerinden tarassutlarından kurtulamadılar. O büyüklere karşı eylediler. En şefkatsiz en vicdansız cellatlar onlara musahhar kılındı. Bütün bunlara rağmen ulema hazeratı mesleklerinde sebat ettiler. Son demlerine son nefeslerine kadar mücadelelerinde devam buyurdular… Fakat bu iman hakıkate karşı bu inanış kulub-ı ulemada olan eski rüsuhunu tedrici bir surette kaybetmeye başladı. Bu hal-i esef-engiz mağlubiyete doğru bir hatve idi. Evet mağlubiyete doğru… Nihayet bir iki devri müteakib ulema fukaha tamamen mağlub olmuşlardı. Bu mağlubiyet taklid ile başlamış “Bab-ı ictihad mesduddur” cümle-i meş’umesinin elsine-i ibada düşmesiyle resmen i’lan olunmuştu. birlikte tulu’ edip birlikte gurub ederler. Meş’um olan “taklid” zulmet-i menhuse gibi beraber olarak zuhur ediyorlar. Devr-i menhus-i taklidin başladığı tarihten itibaren alem-i diyor.. Ulemanın bütün malumatı. Daha doğrusu bütün mahfuzatı bir sürü kıl ü kalden dedikodulardan ibaret kalır. İlim fazilet kesret-i mahfuzat ile kıl ü kal de iksar ile takdir olunmaya başlar. Medreselerde olan tahsil şu akvalin hıfzına hasredilir. Gittikçe fikirlerde olan nur ziya azalır. Bu hal batnen-ba’de-batnin devam ettikçe efkar-ı ulemada bir uyuşukluk hasıl olur. Bir insan bir müslüman için kalp ruh mesabesinde olan istiklal fikri tamamen söner i’timad alennefs dahi zerre kadar kalmaz tamamen biter.. Artık ulema haib ve hasir olarak geceye dahil olurlar. Artık bunların kuvve-i hayvaniyyelerinden maada bir kuvvetleri bir nüfuzları kalmaz. Nihayet zümre-i avama iltihak eder giderler.. men mahrum kalıyorlar. Menabi’-i envar-ı İslamiyyet ile müsliminin arası açılıyor. Zamanına göre mekanına göre hidayet-i İslamiyye’den istifade envar-ı Kur’aniyye’den istinare olunmadıkça İslamiyet batnen ba’de batnin za’fiyete duçar oluyordu. Bugün alem-i İslam’da görülen bütün za’fiyet Hülasa beni beşer için veba gibi kolera gibi ortalığa çöken taklid belası da zihinlerini fikirlerini tesmim ederek ulemayı mahvetti. Bu suretle ilim de kalktı. Netice olmak üzere Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin mu’cize tarikıyle fakat kemal-i suzişle yanarak yakılarak bir tahzir olmak üzere buyurmuşlardı. İşte bu hadis-i şerifin sıhhati sübutu tamamen meydana çıktı. Çünkü hadis-i şerifte ihbar olunan keyfiyet-i müessife ayniyle vukua geldi. O mukaddes İslamiyet zebun mukallidlerin elinde kaldı. Onu a’daya karşı müdafaa edebilmek değil zillet ve meskenetleri içinde boğulup kalmış olan bütün kuvvetlerini sarfederek İslamiyet’in kudsiyetini ulviyetini setretmeye çalışırlar. İslamiyet’in hikmetini kuşe-i ibhama atmak ilmini kıl ü kal ile tahdid etmek kavaid-i hukukiyyesini zalim göstermek istiyorlar İslamiyet’in Buhari aciz şeriatin kasır olduğuna kail olmak güya bir iyilik güya bir ittika sayılırmış gibi şu hallerinde ısrar ediyorlar. İslamiyet güya efkar-ı insaniyyeyi tahdid ederek müstaid olduğu terakkıyata mazhar olmasına mani oluyormuş gibi göstermek arzu ediyorlar… Sözleri özleri eserleri hep bu ahval-i esef-iştimale delalet ediyor. İşte bu zümre-i gafilin “rü’us-ı cühhal”dir. Cehalet bunları azdırmış? Kendileri de alemi azdırıyorlar.. Beliyye-i taklid bizi ve ma’neviyatımızı o kadar ezdi. O kadar söndürdü ki artık dinimizin milletimizin buna tahammülü kalmadı. Mukaddes dinimiz dillerde destan necib milletimiz baziçe-i alem oldu. Devr-i taklid başlandıktan sonra milletimizde azim iftiraklar husule geldi. Kuvvet inkısama uğradı. Asakir-i İslamiyye nereye giderse mağlub oldu. Çünkü hem hükumetin hem tebeanın kuvve-i ma’neviyyeleri sönmüştü. Umur-ı idare evvelkisinden ziyade ecnebi ellere düşmüş İslamiyet’in nokta-i nazarı tamamen kaybolmuştu. Cengiz Hülagu vak’aları bütün bu hali meydan-ı aleniyyete ihrac etti. Artık merkez-i Bunları müteakıb memalik-i İslamiyye’de bir izmihlal bir indiras hissolunmaya başladı. Birçok vilayetler merkezden ayrıldı. Çünkü merkezdeki kuvve-i maddiyye zaifleştiği gibi yek diğerlerini rabteden kuvve-i ma’neviyye de adeta yok denilecek bir hale gelmişti. Merkezden ayrılmış olan o parçalar gitgide a’da tarafından bel’ edildi. Sonraları memalik-i cuttu. Bu hal bir eser-i tesadüf değildi. Zira tarihte tesadüf olmaz vukuat-ı tarihiyye mutlaka hafi bir silsile teşkil eyler. bi alem-i İslam’ın idbara meyletmesi taklid arttıkça bu halin dahi tezayüd etmesi hülasa bir tarafın teessürüyle ötekisinin müteessir olması bu ma’naların beyninde ne derecede kavi bir merbutiyet mevcud olduğunu meydana çıkarır. Zaten öteden beri arz edilmekte olan mukaddimeler fıkralar bu hakıkati lüzumu kadar izah etmiştir. mağlubiyete duçar edildikten sonra artık tab u tüvanı kesilerek ağyarın daha doğrusu düşmanların aguş-ı himayetine atıldı. Onlar tarafından o suretle himaye o suretle tedavi olunuyordu ki ilaç diye yutturdukları zehirler ağular az çok sağlamca kalan cihetlerini dahi uyuşturuyor bütün bütüne hem haricen öyle kemiriliyordu ki artık mahv u inkiraza doğru yürüyordu. Evet mahv u izmihlal mahv u inkiraza doğru… Bugün de öyle bir hale gelmişiz ki bundan sonrasına ne din tahammül edebilir ne millet.. “Fıkhımız şu bulunduğu haliyle hayat-ı ictimaimizi idare edemiyor; nakıstır lüzumu vechile istihrac ve istinbat ederek tevsi’ edelim” deniliyor. Fakat aldıran yok. Bab-ı ictihadın mesdudiyeti ileriye sürülerek kütüb-i mevcude ve havaşilerinde olan kıl ü kalin toplanılması lüzumu ihtar olunuyor. Bu suretle de ictihada da lüzum kalmıyormuş… Fakat kimin ne zoru var ki o boş zahmetleri ihtiyar ederek çıkmaz sokaklara sapsın. Bu kıl ü kalden birçoklarının kail ve senedleri de malum değil. Birçokları da vech-i gayr-ı meşru’ üzere istihrac olunmuş. Daha doğrusu o kıl ü kallerin hepsi de belki ancak yüzüncü vasıta ile bir sened-i şer’iye din-i kiram hazeratına müstenid pek az kütüb-i fıkhiyye mevcuddur. Bu kıl ü kali ibadatımızda muamelatımızda düstur ittihaz etmek bir mukallidin diğer mukallide taklidinden başka hiçbir şey de değildir. Şu halde ne yapmalıyız? İhtiyaç hayata taalluk ediyor; onun için mühim. Bir gün bir saat te’hiri caiz değil. Binaenaleyh vakit geçirmeden hemen icabına tevessül olunmak lazım. Fakat ulema sakit. Çünkü bu iş ictihaddan başka bir tarik mesdud! Düşünülüyor ki bütün bu müşkilata rağmen mes’elenin kolay ciheti de var. Frenk hukuk-şinasanınca bab-ı ictihad mesdud değildir. Binaenaleyh onlardan fıkh-ı İslam’a dahi vuk u fu olan bir müctehid da’vet olunup da ictihada taalluku olan cihetlerin düşünülmesi ona havale olunursa iş kesb-i sühulet eder. Hele ulema-yı kiram hazeratı da caiz görülmeyen bir işi – ictihadı – irtikabdan kurtulurlardı. İşte böyle yapılmalı deniliyor. Ne çare... İhtiyaca karşı gelinemez; yapılır; hem de pek tabii olarak… Ey “Bab-ı ictihad mesdud”dur diyen ulema-yı kiram! olur değil mi? Ne dersiniz? Es-selam ey mevt ey münci-i semavi! Sen bana hiçbir zaman o mahuf ve musibet-engiz çehrenle görünmezsin; medid bir zamandan beri sana isnad olunan dehşet ve haşyete ben asla kail olamam. Bazu-yı mukavemet-suzun dest-i pür-zurun benim nazarımda bir seyf-i muhribi hamil değildir; nasiyende zulümden hiçbir nişane; bakışlarında biganelikten hiyanetten bir eser göremiyorum. Beşerin alamını Rabb-i Rahim tarafından me’mur ve meb’ussun sen insanları helak etmez halas eylersin! Yed-i sema-seyrindeki o ziyaya karşı kapandığı zaman; sen daha saf daha ruşena bir subh-ı safa ve saadet şeklinde yetişir müjganımı açar müstağrak-ı envar edersin. Ümid-i beka seninle beraber gelir ve bir makbere üzerinde canlanarak refik-i iman ve vicdan olur ve işte o mes’ud demde enzar-ı iştiyakım daha latif bir aleme ma’tuf bulunur! Gel artık gel gel de beni bu alaik ve selasil-i cismaniyyeden kurtar. Gel kapanıp kaldığım mahbesi aç; gel bana kanatlarını iare et neden gecikiyorsun? Görülüyor ki nokta-i ezel ü ebedim; medar-ı menşe’ ve maadım olan bu sitare-i mechule doğru benim müteazim benim mütemayil bulunmaklığım muktezi. Beni o sitareden kim uzaklaştırdı? O rabıtadan kim ayırdı? Ben neyim? Ve ne olmaklığım iktiza eder? Ölmek üzere bulunuyorum da henüz doğmak ne demek olduğunu bilmiyorum. Akıl namına mihmanım olan ey nedim-i ruh u na-peyda; senden istizahatım da pek bi-sud bana ifaza-i hayat etmezden evvel cilve-gahın hangi sema idi? Hangi kudret ne gibi bir irade seni bu bi-sebat küreye fırlatıp atıverdi? Seni bu mahbes-i tin-alude kapayan nasıl bir eldir? Ne türlü revabıt-ı hayret-efza ne gibi münasebat-ı hafiyye ecsamı seninle seni ecsam ve ebdan ile birleştirdi?.. Ruh hangi gün maddiyyattan tecerrüd eyleyecek? Hangi bir lane-i safa ve kaşane-i saadet-bahşa için arzı terk edeceksin? Her şeyi unuttun mu?. Makbere-i sükuna çekilip de yeniden hayata mazhar olduğun zamanda mı böyle nisyan içinde bulunacaksın?.. Geçireceğin devre-i saniye-i hayat yine bunun aynı mı olacak? Yoksa aguş-ı ebediyyete menba ve mevtınına ric’atle alaik-i faniyyenin her türlüsünden serazad ve hukuk-ı ebediyyene nailiyyetle matlabınca kam-ran ve zevk-yab olabilecek misin? Hedef-i amali ezvak-ı dünyeviyye ve nefsaniyyeye ma’tuf ve maksur ve o esas üzerine mevzu’ olan hakim-i Yunani Epikür felsefe ve mesleğine tabi’ bulunanlar bu mes’elede şöyle bir feryat koparacaklardır: “Ne vahi ümid!. Tedkık-i tabiate nefsinde az çok kudret hisseden bir mahluk; dimağ namına vücud-ı beşerin bir noktasına gizlenmiş bir çizgi görebilir; akıl denilen cevher ise o şekl ü hattın tarz-ı nümüvvüdür. Böyle bir şeye mi aldanıyor mağrur oluyorsun? Ne cinnet!. Bir kere etrafına bak: Her ibtida için bir yete müteveccih her şey ölmek için doğuyor. Hudareti sufrete tahavvül eden çemen-zarda çiçeklerin de sarardığını görüyorsun; şu orman içinde her sakından her varakından hayatın cereyanı göze çarpan cesim ağaçların; senelerin sıklet ve tehacümüne tab-aver olamayarak sonunda çürüyüp kurudukları hak ü kiyaha münkalib oldukları da işte meydanda. Bin-nihaye enharın kuruduğu hatta semavatın.. semavatın da bir renk-i ısfirar irae eylediği açıktan açığa manzurun oluyor. “Evet zamanın bizi keyfiyyet-i neş’et ü zuhurundan haberdar etmediği bu sitare; güneş dediğimiz bu cirm-i münir bile mail-i inhitat u zeval. Fenaya inkılab eden insanların hala ve sükuna makar olan tabakat-ı semaviyyede kendileri kadar beyhudedir; o aradıkları günü asla göremeyeceklerdir! Baştanbaşa etrafında hüküm-ferma olan tabiatta açıkça görüyorsun ki a’sar a’sar üzerine gubar gubar üzerine yığılmış. Zaman; daha ilk hatvede istinad ettiğin güvendiğin şeyi de heder edecek. Tekmil mevcudiyetin tabut namına bir tahta pareden ibaret. Böyle bir halin nesine güvenilir? Beşeriyete has olan bu cinnet hakıkatte ma-fevka’t-tahayyüldür! Zavallı insan umk-ı mekabirde yeniden hayat bulacağına kani en sonra atılacağı girdab-ı felaket içinde mahv u kem-nam olacağını mülahaza etmiyor da ebediyet tasavvurunda bulunuyor!” Sizin bu iddia ve feryadınıza bir diğeri de şöyle cevap verebilir: Ey kürre-i arza hakim geçinmek isteyen hükema! Beni bu hata içinde terk ediniz; ben bu türlü bir hayatı seviyorum; ben ümid-var olmak isterim. Zaten pek zayıf olan ukul-ı beşer o derece teşevvüşata ve mugalatata mütehammil değil. Evet akıl bu merhalede sükut eder; fakat his denilen hassa-i mümtaze size i’ta-yı cevabdan aciz kalmaz. Kendi hesap ve mülahazatıma gelince: O zamanki piş-i nazar-ı im’anımda tecelli eden bu bi-payan tabakat-ı semaviyyeyi her biri başka başka bir tarik-i sabit ta’kib eden bu ecram-ı muzieyi; fezada hükümran olan esirin tesadüm ve temasıyla eşyaya sari hayatı şümul-i nigah-ı i’tibar eylerim. O zaman ki arzın samia-çak bir tarraka ile rehin-i fena ve inhidam olduğunu işitirim. O zaman ki kürre-i devvarın şümustan tebaüdle hal-i infiradda kaldığını ebna-yı beşerin ebedi bir zalam içinde giryan olduklarını görürüm. O zamanda ki bu hüzn-engiz ve dehşet-resan menazirden nişane olmak üzere her tarafım bir herc ü merc ve hala ile sademat-ı mevt ve hüsran ile muhat bulunur: Ben işte o zaman pa-ber-zemin kıyam olarak o hadisat-ı müdhişenin iras edebileceği haşyete karşı pak ve nezih bir kalp ve iman ile o bir yığın enkaza tahavvül eden avalimin fevkınde ebedi bir fecrin tuluuna intizar etmek sermedi bir saadetin tecellisinden ümid-var bulunmak isterim!. Muhterem Sıratımüstakım’in geçen haftaki nüshasında müntesibin-i fenden Vasıf imzasıyla münteşir ve Tarih-i İslamiyyet mekatib-i aliyye talebesinin hissiyat ve ma’lumat-ı diniyye den bi-nasib olduklarına ve Tarih-i İslamiyyet’i hüsn-i telak kı ve kabule pek meyyal bir mahiyette bulunduklarına dair bir fıkra müsadif-i nazar-ı hayret oldu. Hüsn-i niyyetle hare ket ettiği zannolunan muharrir-i makalenin bu isnad-ı te vehhüm-karisini mekatib-i aliyye talebesinin hissiyat-ı umu miyyesine vakıf olmamasına ve ihtiyatsızlığına atfeylemekle beraber bu babda bir iki cümle söylemek icab ediyor: Bir iki ferdin hareketi nasıl bir hey’et-i ictimaiyyenin mi zan-ı makasıdı olmak icab etmezse mekatib-i aliyyeye men sub bir nihayet iki kişinin telakkı-i dindeki hataları binlerce ferdin şahsiyet-i ma’neviyyesini temsil eden mekatib-i aliyye namı için bir şaibe olamaz. Mekatib-i aliyye talebesi umumen bu şaibeden teberri eder ve teali-i din hususunda en kavi bir unsur olduğunu ve olacağını beyan ile isnadat ve tevehhümat-i mesrudeyi su ret-i kat’iyyede reddeyler. Sıratımüstakım vasıtasıyla Belgrad’da Bayraklı Camii Şerifi hatibi Mehmed Remzi Efendi hazretlerine: Es-selam ey fikr-i münevver ey hamiyyet-i mücesseme sahibi fazıl-ı muhterem! yen ora ehl-i İslamı’nın kulubunu tenvire ve hutbedeki maksad-ı celilden istifadeye ibtidara muvaffakiyetinizi Sıratımüstakım ’in yetmiş dördüncü nüshasında kemal-i fahr u mesar la okudum. Bu babdaki himmet-i dindaranelerine maat-teb rik teşekkür ederim. Fakat ol babdaki tebşiratınızın ikmalini yani ilk defa meşrutiyete ve zamana muvafık okuduğunuz Türkçe hutbenin aynen suretini Sıratımüstakım’de görmek ve karirü’l-ayn olmak emel-i mahsusundayım bakı ve mi nellahi’t-tevfik. Avamı tenvir ve ifaza-i irfan esbabını te’min bizim için mesail-i hayatiyyedendir. Bu vadide atılacak her adım aziz vatanımızın beşaret-i selametidir. Bütün emellerimizi mesaimizi bu gaye-i mes’udeyi te’min edecek esbabı i’dad ve tehyieye hasretmeli gece ve gündüz bunun için çalışmalıyız. Geçen nüshalarımızda Işık risalesi münasebetiyle bu lüzumu yine mevzubahis etmiş avamın tehzib-i ma’neviyyatını Aşık Kerem hikayelerinden Köroğlu masallarından Kan Kalesi hurafelerinden beklemenin vatana karşı ne derecelerde azim bir cinayet olduğunu izah eylemiştik. Avama yazılacak eserlerde ne gibi mevzular intihabı lazım geleceğini gösterdi. Fakat çi faide eserin daire-i intişarı arzu ettiğimiz derecelerde tevessü’ edemedi. Hayr u nef’i mahdud bir muhite münhasır kaldı. Bu hafta yine bu mevzuda kaleme alınmış istifadeli bir eserin intişarını görmekle bahtiyar oluyoruz. İsmi sername bedayi’-nüvisidir. Feyizli bir müessesenin mürebbi-i irfanı Mekteb-i Harbiyye alayı üçüncü bölük kumandanı olan müellif Ömer Fevzi Bey eserini gayet sade her türlü tekellüf ve tasannudan azade bir üslup ile yazmış ve hatta bazı tasvirleri sehl-i mümteni tabirine bi-hakkın ma-sadak olmuştur. Şu himmetinden dolayı müellif-i muhteremi bütün samimiyetimizle tebrik eder ve daha bu kabil nice nice asar-ı nafiayı kütüphane-i milliye ithafa muvaffakiyetlerini eltaf-ı ilahiyyeden temenni eyleriz. Eser kırk ders üzerine müretteptir. Her ders başlı başına bir kenz-i fazilettir. Müellif el-haletü hazihi en mühim ihtiyacımızın tehzib-i ma’neviyat olduğunu derin bir nüfuz-ı nazarla teyakkun etmiş “Ma’neviyat askerin ruhudur” düsturunu ser-name-i makal ittihaz eylemiştir. Nitekim müellif “Maksad”da da bu esası teşrih ederek diyor ki “Askerin ruhu ma’neviyattır ma’neviyatsız asker bir kalıptır. Ma’neviyatı bozuk bir asker ise muzırdır. Efradı harbe hazırlamak evvela kuva-yı ma’neviyyesini sonra kabiliyyet-i maddiyyesini ihzarla olur. Çünkü müessir maneviyyattır.” Ma’neviyat bir milletin nazım-ı saadeti olduğundan bu düsturun hükmü bütün efrad-ı millet hakkında muteberdir. Bahusus Osmanlı milleti bir millet-i müsellehadır. Lede’l-hace her ferd askerdir. Binaenaleyh bilfil vazifeyi yapanla her zaman için yapmaya namzet bulunan arasında fark yoktur. Havass; müktesebat-ı irfaniyyesi sayesinde ma’neviyatını tehzibe muvaffak olur. Fakat zavallı avam; fıtri Hudadad olan isti’dad-ı mealisini terbiye ve tenmiyeye muvaffak olmayarak bil-akis ma’neviyatını yıpratan zehirli hurafe ve efsanelerin te’sirat-ı fecia-i mütetabiasına zebun kalarak hasired-dünya vel-ahire sırrına mazhariyetle mahvolur gider. Bizim için ne elim bir netice ne müessif bir akıbettir ki biçarelerin ma’neviyatını tehzib şöyle dursun hudayi nabit bir halde bile muhafazaya muvaffak olamıyoruz. Hakimiyyet-i milliyyeyi alkışladığımız halde efrad-ı milleti haiz bulunduğu hukuk ve vezaifi farik bir mertebeye is’ad edemiyoruz. Ca’li ahvalden taklidden bir türlü kurtulamıyoruz. Bütçemizdeki maarif tahsisatımız hala bir milyon lirayı bulamadı. Vatanın her köşesinde el’an hakim-i mutlak cehalettir. Ümid-i terakkı mahzar-ı dehşetinde daima lerzandır. Bu acı hakıkatleri teemmül etmeli i’mal-i fikirden bir an hali kalmamalıyız. Zavallı avamımıza köylülerimize acımalı şah-rah-ı terakkıye şamiyyesinden bile fedakarlıkta bulunmaya tahassüsat-ı bedayi’-perveranelerimizi ayaklar altına alarak lisanın son derecelerde sadeleşmesi fikrine taraftar ediyor. Sıratımüsta kım ’deki lisan neşriyatı hep bu maksadı te’min içindi fakat bi-sud münakaşalar arasında gaye de heder olup gitti. Şimdi esasına ittiba ile bari sade bir lisan ile yazılmış asar-ı nafiayı tamime ve bu kabil asarın adetlerini teksire çalışalım Işık Ma’neviyat-ı Askeriyye Dersleri risalelerinde mezaya-yı matlubeyi buluyo ruz. Köylerimizin en hücra noktalarına kadar bu eserleri isal etmek Aşık Kerem’leri Aşık Garib’leri Arab Zenci Şahmeran ’ları artık harim-i saadet ü terakkımize sokmamak cümlemize bir vecibe-i hamiyet ü gayret olmalıdır. Işık’ tan bir iki numune nakletmiş idik Ma’neviyat-ı Askeriyye Dersleri ’nden birkaç parçayı muhterem karilerimizin enzar-ı kadr-danilerine arz eyliyoruz: – – Afganistan: miyye ile Makam-ı Hilafet beynindeki kuvve-i rabıta-i ma’neviyyenin şiddetini bi-hakkın takdir eden bazı erbab-ı siyaset-i ecnebiyye bu inkılabın umum millet-i İslamiyye’ye te’sirden hali kalmayacağını kalben tasdik ettikleri gibi lisanen de “Osmanlıların intibahı umum millet-i İslamiyye’nin intibahıdır” demekten vazgeçmemişlerdi. Bunların vaktiyle bazı dur-endiş siyasiyunun müfekkiresinde büyüyen birtakım ihtimalat-ı mevhumenin matbuata akseden meş’ale-i kazibesi gibi telakki olunmuştu. Çünkü üzerimize yaslanarak tırnaklarını ta a’mak-i kalbimize indirip en hassas noktasını bile tahribe uğraşan garplılar böyle şeylerde pek müteyakkızane davranarak intibah-ı İslam’a ve bunun netice-i tabiiyyesinden olan ittihad-ı İslam’a rağmen ne yapmak ve ne gibi fedakarlıklara katlanmak lazım gelirse hepsini yapacakları hatırımıza geliyordu: İntibah-ı Osmani hududun öte tarafına geçip de alem-i İslam’da büyük bir te’sir icra edeceği zahir-i hale nazaran akla sığmaz şeylerdendi. Vakıa İnkılab-ı Osmani’den şimdiye kadar bir buçuk sene geçtiği halde sahaif-i vekayi-i İslamiyye’nin kısm-ı a’zamına atf-ı nazar edecek olursak yine eskiden daha feci birtakım ahval-i müessifenin karşısında bulunduğumuzu görür müteessir oluruz. Maamafih ender olmak üzere bu dur-endiş siyasiyunun hakıkı bir dur-bin diplomat olduklarını isbat edecek vekayie de tesadüf olunur. Filhakika bu haberler her bir tavır ve vaziyetimizi taht-ı tarassutta bulundurarak cüz’i harekatımıza büyük büyük ma’nalar veren; yekdiğerimize olan az bir temayül-i tabiimizi sütunlar dolusu ihtimalat der-miyan ederek tefsirlere kalkışan; habbe kadar hatalarımızdan kubbeler yapan; el-hasıl üzerimize atf-endaz olan nazarları bir dürbin camı kesilerek bütün vekayi’imizin sureti dimağlarına bu dürbin vasıtasıyla intikaş edip muhakemelerini de buna göre yürüten menbalardan taraşşuh ettiği için birtakım mübalağalardan hali kalmayacağı der-hatır oluyor ama… Fakat ruhaniyete olan i’tikad-ı kamilimiz Osmanlılarla sair milel-i viyyeyi nazar-ı i’tibara aldırarak Osmanlıların intibahı behemehal umum millet-i İslamiyye’nin intibahını mucib olacağı kaziyesini bila-i’tiraz kabul ettiriyor. Binaenaleyh bu dur-endiş diplomatlara deriz ki evet bundan sonra bilumum millet-i da-i ataleti atacak vakitleri artık geldi. Çünkü bunlarla ruhen müttehid olan Osmanlılar işte atıyor. Osmanlıların sair millet-i yekdiğerine nisbeti gibidir. Cisimde müteessir olan şey ancak ruhtur; o halde Osmanlıların Binaenaleyh fikrinizde pek isabet ediyorsunuz. Bugün hamd olsun bütün millet-i İslamiyye hal-i intibahtadır. Ahval-i fecia-i müessife maddesine gelince: Bu da bir nevi’ emaret-i intibahtan malum a! İntibah demek derin bir hab-ı gafletten peyda olarak kendine gelmek beşeriyete rücu’ etmek; etrafında dolaşan birtakım ahval-i sakımenin vehametini takdir etmek; vücudundan bir kısmı muztarib olduğu vakit husule gelen alamı duyabilecek bir hale gelmek demektir. Bazı ırk oluyor ki böyle bir halin karşısına birdenbire çıkıverince itidalini kaybederek ahval-i sakımesini yoluyla na-i beşerin tahammül edemeyeceği birtakım fedakarane teşebbüslere mübaşeret ediyor. Fakat bunlarla derece-i beşeriyyeleri beyninde daha dağlar olduğundan bittabi bütün bu hareketler aks-i te’sir icra ederek dediğimiz ahval-i fecia-i müessife husule geliyor. Eğer bu ahvalin bir intibah eseri olduğunu nazar-ı i’tibara almak icab ederse me’yus olmamak ve belki de memnun olmak lazım gelir. Çünkü su birtakım Bugün yukarıda zikri geçmiş dur-endiş diplomatların fikrinin sahih olduğunu doğrudan doğruya isbat edenlerden biri Afganistan’dır. Afganistan’ın ef’al-i atiyyesi öyle memnuniyet-bahş bir halde gidiyor ki buna kesb-i ittila eden her bir müslimin yüzü gülmemek kabil değil. Bugün Afganlılar her ne kadar millet-i İslamiyye’nin yabancısı ise de siyaset nokta-i nazarından gerek mevki-i coğrafisi hasebiyle ve gerekse zeka ve faaliyetleri itibariyle millet-i İslamiyye’nin atisi için pek mühim bir unsurdur. Bunu hakkıyla anlamaklığımız için elli sene mukaddem Asya-yı Vusta’da kaybettiğimiz siyaset ancak şu mübarek ırkın pek dağınık ve zayıf bir halde olduğundan dolayı elden kaçırıldığını der-piş etmekliğimiz kifayet eder zannederiz. Merhum Emir Abdurrahman Han hazretleri ahir ömründe müyesser olduğu muvaffakiyyata o vakit dest-res ola idi Rusların Türkistan’daki mağlubiyetleri muhakkak idi. Zaten bunu Emir Abdurrahman hazretleri dest-i mübarekleriyle yazdıkları tarihte birçok hakaik-i muknia Bugün Afganistan’ın mevki-i coğrafisi gözden geçirelecek olursa millet-i İslamiyye’nin kuvvetli bir Afganistan’a ne kadar ihtiyacı olduğunu kendi kendinden tebeyyün eder. Afganistan Pamir Yaylaları’nın kurbunda dört tarafı üzerinden bad-ı semum geçmiş diyar-ı İslam-ı gurbet-asa ile muhat bir vaziyette bulunuyor. Şimal kısmına bundan mukaddem birkaç defa ahvalini anlatmakla kulub-ı müslimini yaraladığımız yedi milyon nüfus-ı İslamiyye’yi havi Türkistan kıt’a-i cesimesi tesadüf ediyor. Şarkında ise vaktiyle Emir Timur’un yüz binlerce mücahidin-i İslamiyye’yi yoluna kurban eden Hindistan kıt’a-i azimesi bulunuyor ki o vaktin bir yadigarı olmak üzere bugün elleri ayakları İngilizler tarafından bağlı yetmiş milyon nüfus-i İslamiyye’yi havidir. Cenubunda Belucistan hükumet-i İslamiyye’si olup şimdilik ahvali bir dereceye kadar bize mechul ise de son zamanlarda nun edecek bir halde olmadığı anlaşılıyor. Garp ciheti kamilen zün önündedir. O halde Afganistan yüz milyona baliğ biçaregan-ı terakkı ve intibahın kuvve-i ma’neviyye-i İslamiyye ve ihtilat-ı beyne’l-beşer sayesinde bütün civara sirayet edeceği tabiidir. Bu sirayeti daha bir şey kolaylaştırıyor ki o da Afganistan’ın bugünkü zimam-ı umur-ı devleti “Şark Bismarkı” namıyla ma’ruf Emir Abdurrahman han Hazretlerinin mahdumu Habibullah Han hazretleri gibi genç bir dahi-i siyasinin elinde bulunmasıdır. Öyle bir hükümdar ki ehass-ı amali menafi’-i İslamiyye’dir. Nezd-i şahanelerinde Afganistan’la komşu memalik-i İslamiyye’nin terakkısi beyninde hiçbir fark yoktur. Afganistan’ı nasıl ma’mur bir halde görmek arzu ederse sair diyar-ı İslam’ı da o surette görmek ehass-ı amal-i şahaneleridir. Binaenaleyh o civar memalik-i meyecektir. Etrafını kuşatmış bu yüz milyon bi-çaregan-ı İslam’ın haricin te’sirinden başka hiçbir vakit kendi kendinden bu sefalet ve bu zillet u miknet içerisinden başlarını kurtaramayacakları meydandadır. O halde yegane ümid garplıların boğazına pek o kadar sığmayacak bir hal-i mükemmeliyyete gelen Afganistan’ın harice dest-i muavenetini uzatabilecek bir dereceye gelmesidir. Bugün millet-i İslamiyye buna cidden muhtaçtır. Hatta hayatı iktizasındandır. Afganistan’ın Makam-ı Hilafet-i İslamiyye’ye olan vaziyet-i siyasiyye-i hazırası Avrupa matbuatına nazaran fevkalade memnuniyet-bahş bir haldedir. Petersburg gazetelerinden biri bu husustan bahsederken diyor ki “Bugüne kadar Afganistan hakkında perverde olunan fikirler istibdad altında ezilerek her türlü terakkıyat ve teceddüdattan mahrum retti. Fakat bugünkü hali bunun aksini bildiriyor: Afganistan hükumeti ıslahat-ı harbiyyesi hususunda Türkiye’ye müracaat ederek memleketine muktedir genç Türk zabitleri da’vet ediyor. Türkiye de icabet ederek muallim sıfatıyla zabitan göndermeye karar vermiş.” Buna dair Rusya İslam matbuatında birçok bendler görülüyordu. Fakat Osmanlı matbuatı sükutla geçirdiğinden aslı olup olmadığına şüphe ederek mahafil-i siyasiyye-i ecnebiyyede takım ihtimalat-ı mevhume-i nazariyyeye hamlediyorduk. Maamafih aslı olacağını da kaviyen me’mul ederiz. Çünkü Afganlıların eskiden beri Osmanlılara ne kadar merbut olduklarını biliriz! Vaktiyle Afganistan Hamid’in kanlı parmaklarından yakasını kurtarabilerek vatanlarını terke mecbur olan bazı şübban-ı vatanın ümm-i müşfiki olmuştu. Bu bahtiyar memleketin vatan-perver hükümdar-ı a’zamı Habibullah Han hazretleri de peder-i rahimi olmuştu. Kahire’de orada burada muzmahil bir halde bulunan zabitan-ı Osmani’ye karşı aguşunu açarak: Geliniz evladlarım! Kıymetiniz Yıldız Hakimi olmuşsunuz… Efsus ne horid! İşte size bir vatan daha diyerek hakıkaten de pederane muameleler ediyordu. Da’vetnameler vasıtasıyla Afganistan’a celbediyordu. Binaenaleyh Petersburglu refikimize bu zabitan celbi Osmanlılarla Afganlıların mevcuttur. Bu ihtilattan tevellüd edecek menafiin büyüklüğüne gelince: Devlet-i Aliyye’nin merkez-i İslam olup Afganistan’ın da milleti-i İslamiyye indindeki ehemmiyeti balada mezkur vechile olduğunu nazar-ı i’tibara alırsak pek kolay takdir ederiz. Zabitan-ı Osmani orada re’s-i karda bulunarak Afganistan’ın saadeti için çalışınca Afganlıların Osmanlılara ne derecelerde takarrüb edeceği malumdur. Afganlılar Osmanlılarla ihtilata başladıktan sonra samimiyet o dereceye varmıştır ki hatta kendilerini Osmanlılar’ın bir cüz-i mühimmi diye i’tikada başlamışlardı. Zaten bu Hazret-i Emir’in bir nutkunda sarahaten mezkurdur. Bu nutkun bizce ehemmiyyet-i fevkaladesi olduğundan burada zikredeceğiz. Hazret-i emir buyuruyorlar ki: büyük ve kendisi kadar kıymetdar ve pek çok ma’naları havi olan nutk-ı alileri bu sözler umum millet-i İslamiyye’nin hal-i esef-averine acıyarak bu büyük kalpten nebean ederek döküldüğü vakit kim bilir… Bizim Yıldız mahlukatı İslamiyet’i daha ne suretle baltalayacaklarını düşünüyorlardı. İslamiyet’in başına yaptıkları birtakım rezaletleri ne suretle ikmal edeceklerine yol arıyorlardı. Makam-ı Hilafet-i İslamiyye’yi gasben işgal eden hükümdar-ı zalim de etrafına birtakım namussuzları toplayarak zulmüyle gadriyle dünyaları yakıyordu. Erbab-ı namus ise çekilmiş gitmiş idi. Bazıları dediğimiz vech üzere Asya’nın ta öbür köşesine kadar çekilerek hükümdar-ı ali-şanın etrafına toplanıyorlar da İslamiyet’in terakkısine orada çalışıyorlardı. Bu hükümdar-ı a’zam da ye-i İslamiyye’nin neşr ü ta’mimi için hiçbir himmet ve gayreti diriğ etmeyeceğine dair bunlara söz vermek kadar bir eser-i tenezzül ve terahhum gösteriyordu. Fakat bu vakit bu büyük kalbin a’mak-ı tahassüsatında bir ukde mevcuttu. Nezakete pek ziyade riayetkar olduğundan bunu harice çıkarmak Makam-ı Hilafet’le doğrudan doğruya münasebet peyda etmek kabil olmayıp terakkıyyat-ı İslamiyye uğrunda üç beş tane mağdurin-i siyasiyyeden başka kimse ile bi-hakkın çalışamayacağı deleri birer birer hallediyor. Çünkü idare-i Makam-ı Hilafet hakıkı İslamların ellerine geçiyordu. Nisan tarih-i muazzamı Makam-ı Hilafet İslamiyet’in insaniyetin adüvv-i ekberi olan o mülevves şahsın yed-i gasıbanesinden tahlis edilerek sahib-i meşruuna iade ediliyor. Artık bundan sonra terakkıyat-ı nan birtakım mağdurin-i siyasiyye değil belki alem-i siyasette pek parlak mevkileri ihraz edenlerdir. Binaenaleyh ba’dema şübban-ı vatan Afganistan’a giderse vatanlarından mağduren gitmeyecekler belki me’muren gidecekler. Orada yapılacak ıslahat programları da bir iki kafanın mahsulü tefekkürü olmayacak bi-mennihi’l-kerim merkez-i İslamiyyet’te müctemi bir ümmet-i mütefekkire-i mü’minenin zübde-i nistan istifade edeceği zannolunur ise de hakıkat-i halde Makam-ı Hilafet istifade edecektir. Ve daha doğrusu bütün millet-i İslamiyye… Osmanlı Hükumeti bir saltanattan ziyade bir Hilafet’tir. Siyaset-i İslamiyyesi her şeyden kuvvetli ve mukaddestir. Çünkü üç yüz altmış milyon kadar ebna-i beşer bu siyasete kalben merbut taht-nişin olan zat-ı ali-şan da Halife-i Resulullah tanıldığından alem-i İslamca bütün ma’nasıyla muhterem i’tikad olunur fakat acı acı itiraf ederiz ki bu merbutiyet ve bu i’tikadın bugüne kadar siyasete te’siri hiç mesabesindedir. Sebebi ise pek zahirdir! Bütün millet-i İslamiyye’nin sanki rıdır. Eğer bunlar İslamiyet ruhuyla terbiye olunmak şartıyla uyanacak olur ise Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin siyasetine ne derecelere kadar te’sir edeceği vareste-i izahdır. Binaenaleyh millet-i İslamiyye’nin İslamiyet ruhuyla terbiye olunarak uyanması hükumet-i Osmaniyye’nin pek büyük siyaseti kar edilemez. O halde …? İşte Afganistan….! Zaten Hazret-i Emir: “Afganistan Devlet-i Aliyye’nin siyaset-i şarkiyyesinde sağ kolu mesabesindedir” kavl-i siyasisi buna işaret idi. O halde eğer hükumet hakıkaten Afganistan zabitan göndermeye karar vermişse kendisini bütün mevcudiyetimizle alkışlarız. Yok eğer boş boğaz gazetecilerin şayiatından ibaret ise bu hususta nazar-ı dikkatini celbederiz. Edirne Valisi Hacı Adil Bey Efendi hazretlerinin Meclis-i Umumi-i Vilayet’te irad eylemiş oldukları nutkun vali-i müşarün-ileyhin huzur-ı hümayun-ı Hazret-i Hilafet’de şeref-i müsule nailiyeti sırasında mantukunu müeyyid müsadif-i nazar-ı memnuniyyet olan beyanat-ı aliyye-i Cenab-ı Hilafet-penahiye dair olan aksamı Edirne’de münteşir Afitab gazetesinde manzurumuz olmakla aynen ber-vech-i zir naklolunur: Lisan-ı Kur’an olmak hasebiyle bil-umum ehl-i tevhid Türkçe gibi hükumetçe lisan-ı resmi olarak kabul edileceğini el-Arab refikimiz tebşir ediyor. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Hilafet-i kübra-yı İslamiyye’yi haiz bulunduğundan Arapça’nın lisan-ı resmi-i Hilafet ittihazı pek münasiptir. Bu tasavvurun bi-mennihi’l-kerim kariben hayr-ara-yı husul olduğunu görmekle bahtiyar ve müftehir oluruz. Mısır’da meşrutiyet i’lanı için Hizbülvatani Cem’iyeti Hidiv nezdinde teşebbüsatta bulunmuştur. Muarızlardan reisü’n-nuzzar ahiren suikaste hedef olarak vefat etmiştir. Terakkı cereyanının önüne geçilemeyecek er geç Mısır nail-i meşrutiyyet olacaktır. Hindistan için İngiltere hükumeti tarafından meşrutiyete şebih bir şekl-i idare esası ihzar olunuyor. Bosna’da Kanun-i Esasi bu hafta i’lan olunmuştur. Petersburg’ta inşa olunacak cami-i şerifin kariben vaz’-ı esas merasimi icra olunacaktır. Merasime Osmanlı ve veliahtlarıyla birlikte bizzat hazır bulunacaklardır. Vilayat mu’teberan-ı İslamiyyesi matbuat müntesibleri da’vet olunmuştur. Bu emr-i hayrın husulü için Emir müşarün-ileyh canibinden sebkeden himemat ve muavenat-ı nakdiyyeden dolayı bütün alem-i İslam müteşekkirdir. Rusya’nın dördüncü Duma’sı için intihab kanunu ıslah olunarak daha fazla İslam aza intihabına muvaffakıyet hasıl olacağı istibşar olunmuştur. Rusya’da en çok nüfuslu aşiretlerden olan Kırgızların göçebelikten sarf-ı nazar ederek köyler te’sis etmek üzere müsaade-i resmiyye istihsaline teşebbüs ettikleri müstahberat-ı sarredendir. Bu sene huccac miyanında Times gazetesi tarafından bir muhbir bulundurulduğu ahiren tahakkuk etmiştir. Rusya medaris ve cevamiindeki cihatın ehil olarak teayyün eden ulemaya verilmeyip ala-tariki’l-irs evlada lunan zevata tevcihi suretiyle müesses teamülden ve tanılan heyecan vardır. Rusya Kırım’ı istila ettiği sıralarda ahali-i mahalliyyeye ban hukukunu tanımış idi. Bunların nesli Rusya kanunları mucebince imtiyazdan müstefid olduklarından Rusya’da sınıf-ı ulema ikiye bölünmüştür: . İmtiyazlı ulema Duhovni Zvania . İmtiyazsız ulema Hin-i istilada peder ve cedleri hakk-ı imtiyazı ihraz etmediği cihetle kendilerine bu hukuk tanınmayan kısım ları haklarında tatbik olunmazdı. Asker olmazlar hanelerine asker iskan olunamaz kendilerinden bedel-i iskan dahi alınamazdı. Menasib-i ruhaniyye tesmiye olunan vezaif-i meşruiyye münhasıran kendilerine aid idi. feleri kanun icabınca behemehal kendilerine teveccüh olunacağını bildiklerinden tahsil-i ilme asla çalışmaksızın nail-i menasıb olmakta öte taraftan vücuduyla hakıkaten bütün alem-i İslam’ın iftihar edegeldiği eazım-ı ulema hiçbir menfaat-ı dünyeviyye elde edemeyerek zelil bir vaziyette kalmakta men-fe-yevma ulum-i İslamiyye’nin indiras ve inkirazını müeddi olmaktadır. Bugün ulema-yı nesliyye ulema-yı hakıkıyyeye hiçbir vakfı bulunmamak hasebiyle tesahub edilmeye lüzum görülmeyen hidemat-ı şer’iyyeyi bırakmışlar cüz’i menfaat-i dünyeviyyesi mahsus olan vezaif-i şer’iyyeden hiçbirinin bu ehil zevata tefvizine rıza-dade olmamışlardır. Ve teyakkun ile çaresine bakacak Kırım ricali miyanında kimse bulunmamış ve pek çok fedakarlıklarla istihsal olunan imtiyazat-ı nafia bile ümmet-i İslamiyye’ye cehl yüzünden bir bela-yı mübrem olmuştur. İşte alem-i İslam’ın son asırlardaki uyuşukluğu netaici… Ahkam-ı şer’iyyeye muvafık olarak imtiyaz istihsali mümkün iken bu cihete yanaşılmamış Rusya’nın ruhbanına kıyasen tanımak istediği hukuku aynen kabul etmek suretiyle şer’-i şerife karşı mübalatsızlık gösterilmiştir. Menafi’-i ‘acileyi saadet-i acileye tercih ederek Kırım’ın harabisine sebebiyet verilmiş ve Kefevi gibi eazım yetiştiren bir muhitin ezimme-i ulumu dürüst imla yazmaktan bile aciz cehelenin eyadi-i keyfiyyesinde mel’abe olarak bırakılmıştır. Ulemanın böylece ikiye inkisamı ittifakı nifaka muhabbeti hasede talebi tekasüle ilmi cehle çevirmiş ve Kırım’ı da gayya-yı cehalete sürüklemiştir. Maamafih terakkı ve tekamülü hiçbir kuvvet durduramayacağından bu kuyudun fiilen temadisi kabil olamamış bugün her türlü müşkilata rağmen şer’i hizmetin ancak üç dört yüzü ulema-yı nesliyyede maadası ulema-yı şer’iyyede kalmıştır. Ulema-yı nesliyye bu defa nail-i meram olmak hukuk daiyesinde bulunmakla müteselli oluyorlar. Düşünmüyorlar ki te’min edecekleri hukuk ve imtiyazat nedir? Rusya kanunlarında kamçı değnek cezası kalmamış olduğundan bu imtiyaz tabii mevzubahis olunamaz. Vergi ve asker kanunları ise bugün bila-istisna bütün Rus tebeası hakkında mer’idir. Şu halde imtiyaz olarak hidemat-ı şer’iyyeye münhasıran nailiyet keyfiyeti kalıyor. Hükumet kuvvetiyle bunun te’mini halinde ise birçok cevami ve mesacid ve medaris ve müessesat-ı İslamiyye’nin muattaliyeti lazım gelir. Bu gaye ise intibah-ı İslam’ı arzu etmeyenler için arayıp arayıp da bulunamayacak nimetlerdendir. Nitekim Rusya hükumeti tarafından bu son günlerde verilen emirlerde altı aya kadar ulema-yı şer’iyyenin vazifelerinden çıkarılarak yerlerine ulema-yı nesliyyeden zevat intihabı lüzumu ihtar edilmiştir. Hükumet altı ay sonra şu kararını mevki’-i icraya korsa halin ne olacağı hakkında Rusya ukala-yı İslamiyyesi endişede bulunuyorlar. Ulema-yı nesliyyeyi ikaz ise müstahildir. Zira menafi’-i dünyeviyyeden başka gözlerine bir şey görünmüyor. Nihayet cehalet ihtiras istibdad yüzünden altı ay sonra zavallı İslamların yegane ellerinde kalan camileri de kapanacak değerli milliyet-perver alimleri vazifelerinden mahrum kalacak çocukları ümid-i istikballeri birkaç kuruş uğruna mahv u tebah olup gidecek. Ulema-yı nesliyye de te’min-i hukuka muvaffakiyetle ! dil-şad ve be-kam olacak. Devletlü necabetlü Selahaddin Efendi hazretlerinin kerime-i muhteremeleri devletlü ismetlü Behiye Sultan hazretleriyle Viyana Sefaret-i Seniyyesi Ateşe Militeri Erkan-ı Harbiyye Binbaşısı İsmail Hakkı Beyefendi hazretlerinin ve şehzade-i müşarün-ileyh hazretlerinin diğer kerime-i muhteremeleri Rukiye Sultan hazretleriyle Evkaf-ı Humayun Nazırı Şerif Haydar Beyefendi hazretlerinin mahdumları Şerif Abdülmecid Bey Efendi hazretlerinin emr-i mesnun-i akidleri şeref-sudur buyurulan irade-i seniyye-i Cenab-ı Hilafetpenahi mucebince ve bin bir kise mihr-i muaccel ve bin bir kise mihr-i müeccel tesmiyesiyle şeyhülislam devletlü semahatlü Hüseyin Hüsnü Efendi hazretleri hazır oldukları halde teyemmünen Dolmabahçe Saray-ı Hümayunu’nunda icra edilmiştir. man arasında hasıl olan şu müsahereti alem-i İslam büyük meserretle telakkı edecektir. Cenab-ı Hak müteyemmen buyursun amin. Tesalya Yenişehri müftisi Yunan maliyesine bir meblağ borçlu olduğu bahanesiyle taht-ı tevkife alınmıştır. Mumaileyh müfti efendi kendisinden taleb olunan vergiyi evvelce tediye etmiş olduğunu beyan ile tevkifine karşı protesto ediyor. Osmanlı sefiri Nabi Bey bu mes’eleden dolayı Yunan Hariciye Nezareti nezdinde şiddetli protestolarda bulunmuş ve mütecasirlerin te’dibini taleb eylemiştir. Bu fuzuli tevkiften dolayı bütün Yenişehir müslümanları fevkalade müteheyyic bulunuyorlar. Fas Emiri hazretlerinin Fransa’dan vuku’ bulacak istikrazın şeraitine karşı irae buyurdukları asar-ı muhalefetten dolayı iki hükumet arasındaki münasebetin gerginleştiği haber alınmıştır. Fransa hükumeti tarafından saat müddetli bir ultimatom tebliğ olunacağı rivayet olunuyor. Bu ultimatom bir te’sir göstermediği halde Fransa tedabir-i şedide ittihaz edecek bilhassa Darü’l-Beyza gümrüklerini işgal eyleyecektir. evvel-emirde devletler haberdar edilecektir. Müstakım bir siyaset ta’kib olunmayarak tahassüsat-ı yevmiyyeye göre ta’yin-i meslek usul-i sakıminden alem-i Ümid ederiz ki Emir hazretleri bütün makasıd ve ef’alinde terakkıyat-ı İslamiyye’yi gaye ittihaz etmek suretiyle dahili ve harici la-yetegayyer bir siyaset ta’kib ederler de alem-i lan bu müz’ic üzüntülerden kurtarırlar. Abdullah Cevdet Bey’in din-i İslam aleyhindeki Tarih-i duhul ve intişarı matbuat kanununun otuz beşinci maddesi hükmüne tevfikan Meclis-i Mahsus-i Vükelaca taht-ı karara alınmıştır. Geçende Afrika-yı merkezide seyahat ederek İslamiyet’in suret-i intişarı hakkında tedkıkatta bulunan Doktor Karl Kuhn Reuters Ajans vasıtasıyla İngiliz gazetelerine şu mektubu göndermiştir: “Hiç şüphe yoktur ki İslamiyet Afrika’da süratle intişar etmektedir. Hatta daha garibi Avrupalılar Afrika’nın neresinde neşr-i medeniyyete teşebbüs ediyorlarsa İslamiyet mutlaka orada kök tutmaktadır. Birçok zamandan beri İslamiyet yerler müslüman erbab-ı ticaretiyle müslüman ulemasının gayretiyle İslamiyet’in taht-ı nüfuzuna girmiştir. Bugün nüfuz-ı nubi Afrika’da tevessü’ etmektedir. Afrika yavaş yavaş büyük bir müslüman memleketi haline girmektedir. Yalnız Habeşistan şarki müstemlekesi ahalisi lafzen hıristiyandır. İslam mühtedilerinin büyük bir taassuba düşerek Avrupa menafiine münafi harekatta bulunmaları her vakit mümkündür. Merkezi Sudan’da bulunan Yağan kabaili Avrupalıları pek sevdiğinden hıristiyan edilmesi ve bu suretle İslamiyet’in dahilinde olduğundan hemen buna teşebbüs edilmelidir.” Fa’tebiru… Hasarı yalnız maddi zararlara inhisar eden ve lillahi’lhamd ve’l-minneh nüfusça hiçbir zayiatı mucib olmayan Çırağan harik-i müessifinden dolayı Halife-i Zi-şan-ı İslam hazretlerinin güya ağladıkları yolunda Rusya matbuat-ı İslamiyyesinde dığı ve alat-ı musikiyyenin bi’l-umum mekatib-i İslamiyye’ye kabulü hakkında güya hatt-ı hümayun-ı Hazret-i Hilafet-penahi teşir Yulduz refikimiz İstanbul’dan aldığı haberin leim bir maksad için hassaten ihtira edilmiş eraciften bulunduğu cihetle tekzib olunur. Matbuat hayat-ı akvamın tercüman-ı hakıkat-beyanıdır; bir milletin terakkı ve tealiye azim yahud inhitat ve cak matbuatıdır. Binaenaleyh arzın bütün kıtaatına yayılmış üç yüz milyonluk koca bir alem-i İslam’ın ne halde bulunduğunu anlamak muntazaman matbuatını tedkık ve ta’kibe tevakkuf eder. Bunca asırlardan beri birbirinden cüda düşen bu kadar milyon kardeşlerin yekdiğeriyle tanışarak birleşerek hep birlikte din-i celilimizin vaz’ buyurduğu medeniyet-i hakıkıyyeden bi-hakkın müstefiz olmalarını gaye-i emel edinen Sıratımüstakım bu haftadan itibaren bütün matbuat-ı ma’şer-i İslam’ın merkez-i kulubu bulunması hasebiyle bu gibi teşebbüsat bizim için bir vecibe-i diniyyedir. Daima makasıd-ı aliyyeye vusul için küçükten başlayarak tedrici bir surette ilerlemek muvafık-ı hikmet ve maslahat bulunduğundan biz de bu maksad-ı ulvi için şimdilik bir kısm-ı mahsus açarak tarik-i azmimizde bir hatve daha atıyoruz. Elhamdülillahillezi bi-ni’meti tetimmu’s-salihat. Atiyen bu babda daha vasi’ mikyasta bezl-i mesai olunması hakkında tekarrür eden hatt-ı hareketin rehin-i muvaffakiyyet olmasını eltaf-ı sübhaniyyeden tazarru’ ve niyaz eyleriz. Bahçesaray’da Kırım münteşir Tercüman gazetesi Girid mes’elesinden bahisle diyor ki: Niçin Girid’in bir avuç balıkçısı ile zeytincisi adanın ehl-i mecbur eder de “Dur!” diyecek insaniyet görülmez? Niçin bir avuç Yunanlı koca bir Avrupa’nın sözünü dinlemez ve yüz bulmuş çocuklar gibi kimseye rahat vermez de yine ses çıkaran bulunmaz. Niçin Girid Adası’na geniş imtiyaz ve muhtariyet vermeye hazır bulunan Osmanlı hükumetinin konferans teklifine lazımınca kulak verilmez? Şikayetlerinden sonra düvel-i hamiyenin tereddüdleri esbabını teşrih ederek Rusya politikasına karşı ber-vech-i ati Yine Tercüman gazetesi Buhara mes’elesinden bahis ile diyor ki: Bakü’de münteşir Sada gazetesi İslam’ların mevcudiyeti Vaktiyle Mısır General Konsolosluğu’nda bulunan ahi ren Lordlar Kamarası’na me’mur olan Lord Cromer’in eseri ma’lumundan bahseden Tercüman gazetesi: Astrahan’da münteşir İdil gazetesi Sırbistan veliahtının Bulgaristan Kralı Ferdinand’ı ziyareti münasebetiyle yazdığı bendde diyor ki: Kazan’da münteşir Yulduz gazetesi Bosna Meşrutiyeti’nden bahis ile diyor ki: Rusya ceridesinin Kanunievvel tarihli nüshasında böyle gürültülü bir ünvan ile gayr-ı ma’lum. O... Efendi küçük bir makale dercettirmiş. O... Efendi’nin ne maksadla bu makaleyi yazdığını bilmek bizce ehemmiyetli değil; ancak Rusya gibi Rusya hükumetinin yarı resmi bir ceridesine –ki muharrirleri arasında Mösyö Sirumyasnikov gibi şarkı pekiyi tanıyan zatlar da vardır– böyle bir saçmanın girebilmesine şaşıyoruz. Bakınız O... Efendi neler haber veriyor: Hangi eski zamanların sekiz on aciz hanlıklar mı? Oh el-hamdülillah! O halde bahse de değeri yok… Biz Türk gazetelerinde ittihad-ı İslam efkarından sarf-ı nazar hatta efkar-ı İslam’dan bahis bir fasıl bile bulamıyoruz O... Efendi keşfiyatının menabiini gösterse fena olmazdı. Lakin bu ne demek? Hem mavera-yı Kafkas müslümanları yani ahali dindaşlarına yardım ediyor hem de “Bereket versin ahali hayır-hahlarını hiç anlamak istemiyor.”! Makalesinin nihayetinde muharrir efendi biraz insafa gelip şöyle diyor: Anlaşıldı: Cinayet-karane neşriyatta avam-ı halk değil efkar-ı münevvere ashabı ve onun da ufak bir cüz’ü bulunurmuş. Bununla beraber muharrir izhar-ı insaf ile istintacatın sıhhat ve isabetinde şüpheye düşüyor. Ortada fol yok yumurta yok iken bu gıdgıdaklara ne lüzum vardı? Eğer Rusya hey’et-i tahririyyesinin müslüman gazetelerini ta’kibe hahişi yoksa bari Kafkasya’da Rusça neşrolunup müslüman hayatını irae eden matbuatına bir göz salsın: Henüz bahsettiğimiz makale gibi şeyleri dercetmek ortaya kargaşalık çıkarmaktan başka hiçbir semere vermez. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mart Üçüncü Cild - Aded: – – Resul-i Ekrem Efendimiz hazretlerinin filhakıka ümmi olup hiç kimseden şifahen telakkı-i ma’lumatta bulunmadıkları suret-i kat’iyyede sabit olunca tebliğ-i Kur’an ve te’sis-i şeriata muvaffakiyetleri artık min indillah mürsel ve te’yidat-ı samedaniyye ile mübeccel olmalarından başka atfolunacak bir cihet kalmıyor. Bu babda daha ziyade itminan tahsili için tavk-ı beşeri fevkinde mertebe-i i’caza baliğ bulunan belagat-i Kur’aniyye’yi de düşünmeliyiz. Çünkü ol hazret ahd-i celillerinde mevcut bülega-yı Arab’ın en birinci medar-ı fahr u mübahatları olan nazım ve nesir inşa ve hitabet ile asla iştigal buyurmamış onlar ile müsabakaya rağbet ederek sanayi-i kelamiyyenin hiçbirinde haiz-i iştihar olmamış. Hatta o zamanlarda gayet ma’ruf birer encümen-i daniş hükmünde olan suk-i Ukaz gibi meşherlerde de nadiren görülmüşlerdi. Kable’n-nübüvve telaffuz buyurdukları kelimat içinde derece-i nihayede haiz-i belagat addolunacak bir kelam-ı şerifleri mervi değildir. Bu halde harikulade bir belagati haiz olan Furkan-ı Kerim hangi kuvvet ve kudret ile neşir buyuruldu onda görülen üslub-ı lub-i ali ki evveli ile ahiri beyninde belagat-i harika itibariyle zerre kadar fark bulunmuyor her kısmı i’cazda yeksan oluyor. olamayıp daima tederrüc tarikiyle tekamül ihraz eder ilk edilen kelamlar daha parlak daha beliğ oluyor. Bu tenasüp ve ittihad kelam-ı ilahiye hastır. Bir de bülega-yı Arab bizzat tanzir-i Kur’an-ı Kerim’e kadir olamadıkları gibi nübüvvetten evvel veya sonraki kelimat-ı nebeviyyenin birini dermiyan ederek işte bu da mertebe-i Halbuki Kur’an-ı Kerim tebliği hengamında Resul-i Ekrem hazretleri daha ziyade itina üzere bulunmuyorlardı. Her ayet-i celile akıb-i vahiyde nasıl tebliğ edilirse öyle kalırdı sonradan rücu’la bazı kelimatı tarz-ı ahara tahvil edilmezdi; bazen aynı zamanda kendi kelimat-ı şerifelerini de der-miyan buyururlardı. Fakat aradaki fark ve tefavüt yine gün gibi aşikar görünürdü. Şurası da mülahazadan dur edilmemeli ki eğer Kur’an-ı Kerim kendi kelamı olsaydı kabil-i tanzir olmadığını ne suretle cezm edebilirdi? Cemi’-i nasın – velev yekdiğerine zahir ve muin olsalar – bir kısa suresine bile nazire ityanından aciz kalacaklarını fermude-i sübhanisine istinaden cazim bulunmasaydı bütün bülega-yı Arab’a meydan okuyabilir mi hatta tebliğat-ı kat’iyyesiyle kendilerini tevbih ve tehdid edebilir miydi? Da’vet-i ilallah vezaifine ibtidar eylediği hengamda havl ü kuvvetinden tamamen ari idi. Halk ise me’lufları bulunan adat ve itikadata meftun. Gönüller da’vet buyurduğu din-i cedide adavetle meşhun idi. Kendileri kemal-i şiddetle onların efkarını tesfih taptıkları esnamı tenkis etti bundan dolayı o kadar şedaide mülaki tehacümat-ı süfehaya ma’ruz oldular ki tesbit-i ilahiye mazhar cazim-i necah u zafer olmayan bir zatın bu ahvale karşı sabr u metaneti muzmahil pa-yi azm ü mukavemeti mütezelzil olmamak mutasavver değildi. Vekai-i harbiyye ve sairede a’danın tertip eyledikleri en müdhiş mekaidden katl ü istisal maksadıyla icra ettikleri tarassudat-ı desise-karaneden ‘ısmet-i ilahiyye sayesinde necat buldu. Sırr-ı celili her zaman aşikar oldu. Ümmet ve ashabına tebliğ buyurduğu feth ü nusret çar-aktar-ı cihanda ihraz-ı miknet ve te’sis-i hilafet tebşiratı harfiyen tahakkuk etmiş ahval-i gaybiyyeye müteallik bilcümle ihbarat-ı seniyyeleri asarı aynen müşahede kılınmıştır. Mesela müddet-i muayyene zarfında Rum’un kavm-i Fars’a galebesi “sure-i Rum” ibtidasında ihbar buyurulduğu vechile zuhur etmişti. Halbuki o sırada kendilerinin gayet-i zaafı ve düşmanlarının kemal-i kuvveti hasebiyle Rumların galibiyeti asla me’mul edilmezdi. Resul-i Ekrem hazretleri de mevaki-i bilad ile ahval-i vekai-i ümeme bina-yı hükm eden rical-i siyasiyyeden değildi tekzib ve istihzaya medar olabilecek bir hüküm i’tasına mecburiyeti de yoktu. Binaenaleyh kendi re’y ve mülahazalarıyla böyle bir ihbarda bulunmuş olmaları tasavvur olunamaz. Hasbelicab vuku’ bulan gazevat-ı nebeviyyenin her biri delailü’n-nübüvve cümlesinden bir harikayı bir mu’cize-i uzmayı ihtivadan hali değildir. Mesela Bedir ve Uhud vak’aları Furkan-ı Kerim’de beyan buyurulan pek çok havariki muhtevi olduğu gibi Ahzab vak’a-i azimesi de dünyada misli görülmemiş bir harika-i bedia olup risalet-i Ahmediyye’nin şevahid-i satıasındandır. Haiz olduğu inayet-i same- [ Rum /-] Diyar-ı Arab’a en yakın bir mata’biri kinayat-ı adedden olup ’ten dokuza kadar olan meta’birinin dokuza kadar ihtimadaniyyeyi tezkir için ayet-i celilesi ne-i Münevvere’yi cemi’-i cevanibinden kuşatmışlar Resul-i Ekrem Hazretleri de şehrin etrafına az müddet zarfında hendek kazıtmış ve mahsur oldukları halde yirmi günden ziyade mukavemette bulunmuşlardı. Muahharen Cenab-ı Bari bir gece kulub-ı a’daya ru’b-ı azim ilkası ve dehşetli bir rüzgar tasliti ile cem’iyetlerini perişan eyledi fermude-i sübhanisi vefkınce mukateleye hacet olmaksızın mü’minler halas oldu. kım parlak muzafferiyyatını da Doktor Dozy gibi ashab-ı itisaf ve mükabere tesadüfe haml ile te’vile yelteniyorlar bu suretle de kendilerini maskara ediyorlar. Sultan-ı Enbiya hazretlerinin ta’limiyle iştigal etmiş bir muallim-i mahsus bulunmadığı tahakkuk etmesi üzerine bazı mübtilin o esnada Mekke’de bulunan Yehud ve nasaradan bir şeriat-ı cedide tanzim etmiş olabileceğini iddia etmişlerdir. Bu iddianın butlanı da erbab-ı basiret nezdinde bilvücuh hüveydadır. Evvelen: İ’lan-ı nübüvvet esnasında Mekke-i Mükerreme’de bulunan ehl-i kitap hey’et-i ictimaiyye has-ı ma’dudeden ibaretti. Bunların birkaçı köle olup Kureyşilere hizmet eder bir ikisi de demircilik gibi bazı sanayi-i adiyyede bulunurdu. Mekke’de bulundukları en nazik zamanlarda Resul-i Ekrem hazretlerine nazil olan ayat-ı Kur’aniyye’nin ehemmiyeti ise gayri münkerdir. Böyle en mühim siyasiyatı muhtevi tebliğat-ı nebeviyyenin bu takım cühela-yı nastan müsterak olmasını hangi akl-ı selim tecviz edebilir? Saniyen: Arap Yehud ve nasarasından iltikat olunan ma’lumat-ı müteşettite şeriat-i aliyye-i İslamiyye’nin havi olduğu nası bu nevi’ şeylerden ibaret farzolundukta bedahet-i akl kalabilmesi ne suretle tevcih olabilir? “Haşa” onların iddia ettikleri gibi olsaydı o zamanlardan itibaren bugünlere kadar Yehud ve Nasara beyninde şayi bulunan eacib-i esatirden mesela bin beygir kuvvetini haiz olan makine gibi hareketle cesim binaları devirmesi pulad gibi zincirleri koparması de esir ve natüvan olması gibi vehmiyatı havi Şemsun Gazi [Samson] kıssası misillu batıl efsanelerden mes’ele-i lahutiyyedeki adalil-i itikadiyyeden salb ü katl ve teslis gibi azviyyat-ı sahifeden hatta Cenab-ı Hakk’ın Hazret-i İbrahim’i ziyaretle kavm-i Lut’a dair ma’lumat alması bazı enbiya ile musaraa “güreş” etmesi avakib-i umuru takdir edemeyerek nev’-i insanı halk ettiğine nadim olması kabilinden Tevrat’ta mezkur türrehat-ı acibeden hali kalabilir miydi. ekser hatalarına da iştirak etmek emr-i tabiidir. Kezalik mesail-i fenniyyedeki galatat-ı ma’rufeden bir şeyin Kur’an-ı Kerim’de veya ehadis-i sahihada bulunması çoktu. Mesela şemsin filan zat için bir müddet vuk u fu veya birkaç derece cihet-i şarka doğru rücu’u iddia olunuyordu. Kütüb-i semaviyyeye isnad olunan bu faraziyenin inşikak-ı kamer mucize-i celilesine kıyası maa’l-farık olduğu Risale-i Hamidiyye tercümesinde müberhenen izah olunmuştur. Kezalik hayyelerin türab ile tagazzi etmesi Aden kıt’asında Şeddad’ın cennet-i alaya nazire olmak üzere bir şehr-i dilara bina etmesi ve o şehrin el-an gözden nihan olarak mevcut olması ma’kul görülürdü. Devr-i fetrette cühela-yı kavmi içinde imrar-ı hayat eden ümmi bir zat dine ait mesail-i mütedavilenin sahih ve fasidini temyize kadir olabilir mi ki fasidlerinden tehaşi ile te’sis edeceği şer’e yalnız sahih olan aksamı derc etsin. O sıralarda şüyu’ bulan hurafat münteşir olan ara-yı faside ise o mertebeye varmıştı ki en müdekkik alimler için bile içinden çıkmak kabil olamazdı. Salisen: Ehl-i kitabın mekr ü tagşiş adetlerini bilen onların semen-i kalil mukabelesinde enva-i tahrifata ve iftiraata cür’et etmekte olduklarını cezmeden bir zat o makule kimselerin beyanatına i’timad bilhassa cühelasından telakkı edeceği perişan sözleri mahz-ı hak i’tikad eder de min indillah münzel olması iddiasında bulunur mu? Medine’de bulunan en büyük alimlerini bile tahmik ile kitaplarının havi olduğu hakaik-i diniyyelerini fehm ü idrakten aciz bulunduklarını beyan ve avam mezheblerini celb ve iğfal için ne türlü ların akvaline itimad etmiş olabilir mi? Rabian: Aklen ve adeten kabil olur mu ki ümmi bir zat hurafat ile mahlut hikayat-ı İsrailiyye’yi tertibat-ı laika ve şübehatı izale edecek tafsilat-ı lazımeden hali olarak ahad-ı nastan istima’ suretiyle ahz u telakkı edip de ümmetlerin tarih-i hakıkılerine enbiyanın suret-i da’vetlerine vakıf olsun [ Hayatının her gününve mahza bu sayede tertib-i ezmine ve ta’yin-i emkineye riayetle beraber havadis-i mühimmenin tefasilini ümem-i salifenin eazım-ı ricalini ve her birinin sergüzeşt-i ahvalini zikr ü beyan edebilsin. Hatta vekai-i azimeye dair bazı biladın mevki-i coğrafisini de göstersin. Nasıl ki gark-ı Firavun kıssasında nazm-ı celili ile Bahr-i Ahmer’in Mısır’a nisbetle mevkiine işaret buyurulmuştur kendisine ve kavmine bil-külliyye bigane olan kasas-ı maziyyenin bir tanesini yazmaya iktidar-bahş olacak taallüm ve derrasında bulunmamış iken beynlerinde takdim ü te’hir ika etmeyerek hadisatı birbirine katmayarak tertib-i tabii üzere hem de münasebat-ı vakıayı fevt etmeksizin Yusuf ve Musa serd ü ityan eylesin. Okumak yazmaktan bi-behre avam-ı nastan birini mülahaza edelim. Mesela cahil bir Fransızla hayli müddet musahabede bulunan adi bir Türk veya Arap ondan Fransa tarihine müteallik bir alay malumat-ı müteferrika ahzetmekle bize Fransızların tarih-i sahihini takrir edebilir mi? Hiçbir hususta galat ve evhama kapılmayarak onların bil-cümle ara ve efkarını mebani-i mu’tekadatını edvar-ı salifedeki meşahir-i ricalini ve ezman ve mevakii tayin vekayi beynindeki sergüzeşt-i ahvalini zikr ü beyana kadir olabilir mi? Heyhat heyhat!. Kur’an-ı Kerim ise ülül-i’tibara ibret ve terbiye-i ictimaiyye te’sisinde muhsenatı bais-i hayret olacak derecede kısas ve ahval-i salifini serd ü ityanla beraber münasebet düşürdükçe akaid-i İslamiyye’nin delail-i akliyyesine hidayet ve muhalifini tebkit edecek beyanat-ı kat’iyyeye işaret etmektedir. ye’nin her biri kalb-i insanı tathir ve nefs ü bedeni ıslah nokta-i mühimmesine müteveccih olup tamamen mer’i tutulmaları sayesinde ahval-i din ü dünya fevkalade kesb-i Şeriat-ı İslamiyye’yi şerayi’-i salifeye mukayese edeceğimiz fasl-ı mahsusta tebeyyün edeceği üzere cümlesi asl-ı vahidden teşa’ub ediyorsa da kable’l-İslam ma’ruz oldukları tahrifat-ı azime sebebiyle ol derece teşettüt hasıl olmuştu ki bir ümmi zatın sa’y u gayreti ile değil bütün ukalanın ictima’ ve ictihadıyla bile ta’dil ü ıslah çaresi bulunamazdı. Yeniden vahy-i ilahiye ihtiyaç emr-i aşikar idi. Haşiye: Ve mine’l-garaib… İntikad u ibtaline bezl-i gayret etmekte olduğumuz sahte Tarih-i İslamiyyet hakkında Tasvir-i Efkar sahibi Ebüzziya Beyefendi hazretleri tarafdarlık etmeye başladı. İki maha karib müddet içinde gazetesine menafi’-i umumiyyeye ait yazacak bir şey bulamayıp da bilmem ne saika ile heyecan-ı fevkaladeye giriftar olarak o eser-i mel’aneti himaye vadisinde geçen gün iki sahife dolduracak uzun bir baş makale dercettirdi. İşte o makale-i acibede: Evvelen; eser-i mezburun hükumet-i seniyye tarafından men’ olunmasına pek hararetli surette itiraz ediyor vükelayı devleti bu men’a saik olan kuvve-i ma’lume-i diyaneti kuvve-i mechule! ta’biriyle ehemmiyetsiz gösteriyor sebeb-i kafi addedemiyor. Saniyen; İ’lan-ı resmide Abdullah Cevdet Bey’in eser-i te’lifi ta’biri olmadığı halde “Bu eser onun telifi olmayıp Doktor Dozy’nin telifidir. Cevdet Bey bi’l-intihab bunu tercüme ve neşretmekle sahib-i eser addolunamaz” diyor. Salisen; Bu eser bir müdekkıkin üç Darü’l-Ulum muhabir ve müntesibi olan meşhur bir tarih mualliminin himmetiyle vücud bulmuş gayet vakıfane ve bitarafane olarak hiçbir fikr-i garaz-kariye hiçbir niyyet-i gayr-ı haliseye ve kat’an bir fikr-i tenkid ve muahezeye ibtina etmemek üzere yazılmış bir eser-i güzinden başka bir şey değilmiş hatta kendisi iki gece zarfında tekmil kitabı mütalaa ile bilmediği şeyleri hep öğrenmiş. Rabian; Asla kendi eseri addolunmadığı halde Cevdet Bey’in bu eser sayesinde ecell-i derecat mesubata nail olacağını tahmin ediyormuş. Çünkü sırf millet-i İslamiyye’ye bir hizmet-i diniyyede bulunmak maksadıyla bu eser-i güzini bi’l-intihab tercüme ve neşretmiş imiş. Hamisen; Ebüzziya Bey hazretleri Cevdet Bey’in diyanet ve fatanetini bildiği cihetle yalnız din-i İslam aleyhinde bulunmayacağına emin imiş. Çünkü bir insan ne kadar hür olursa olsun kendi dinini tashif sadedinde irad-ı efkar edemezmiş. Fakat serd-i felsefiyyatla umum edyan hakkında tenkidat icra olunabilirmiş bu muamele mugayir-i diyanet değilmiş. Sadisen; Cevdet Bey serapa din-i mübin-i İslam aleyhinde olması farz edildiği halde bile mahza redd u cerhine teşebbüs edeceklere bir zemin-i tedkık hazırlamış olan bu eserini… yok Doktor Dozy’nin tercüme olunan kitabını neşretmesi sayesinde “Rahmetullah” Efendi ile Katib Çelebi derecesinde şayan-ı tebcil olmak iktiza edermiş. Çünkü müşarün-ileyhima hazeratı da redd-i Nasara hakkında büyük himmetler sarf etmişlerdir. Cevap Vükela-yı devleti bu hizmet-i diniyyeye saik olan kuvve-i mechule ta’bir olunan bais-i kavi her neden ibaret olursa olsun hadd-i zatında gayet ali ve muhterem olduğu bizce musaddaktır. Çünkü geçenleri hesaba katmadığımız halde bugün mevcut olan üç yüz elli milyon müslümanların dinlerini peygamberlerini kitab-ı mübareklerini ve muazzez mukaddes tanıdıkları bil-cümle erkan ve şeair-i celilerini ta esasından hedm ve tağyire tezyif ve tahkıre alet ittihaz olunan bir eser-i mel’aneti ortadan kaldırmak makam-ı celil-i Hilafet-i İslamiyye’nin vekilleri bulunan zevat-ı kiramın en birinci vazifeleri olduğu ca-yı iştibah değildir. Onlar böyle hareket etmeyecek olurlarsa bütün memalik-i İslamiyye’nin herc ü merc haline tahavvül edeceğini bilirler. Tercüme ve neşr ile vücud bulan bir kitap mütercim ve naşirinin eseri addolunamayacağı iddiası pek gülünç bir efsanedir. Telif müellifin tercüme mütercimin eseri olduğu aşikardır. Bir de madem ki bu eserde Cevdet Bey bi-vechinma müessir değilmiş neden dolayı mesubat-ı uhreviyyenin ecell-i derecatına layık görülüyor? Bu muamele de hadis-i neameye şebih başkaca bir garabet-i tahakkümiyye teşkil ediyor. Doktor Dozy’nin birkaç Darü’l-Ulum’a müntesib meşhur bir tarih muallimi olması intikad-ı İslamiyyet hususunda bitaraflığını hiçbir suretle isbat edemez. Madem ki kendisi mutaassıb bir nasrani görünüyor ve madem ki bilamuceb din-i aliye karşı tecavüzatta bulunuyor. Hangi delil seden fikr-i tenkıd ve muahezeden ari olduğunu vicdan-ı münevver kabul edebilir. Mes’elenin asıl can yeri işte burasıdır. Hak ile batıl bu noktada seçilir. O eser-i mel’aneti okuyan bir mü’min-i muvahhid daha baş taraflarında seyyid-i kainat sürur-ı mahlukat “aleyhi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz Hazretlerine haşa sümme haşa sar’a ve cünun isnadıyla bütün halat-ı seniyye-i vahy ü risaletin hayalat-ı batıla addolunduğunu görür de hangi vicdanla bitarafane yazıldığını kabul eder. Sonra mütalaaya devam ederek bütün siyer-i şerifeyi tahrifle ağza alınmayacak dun fikr-i garaz-karane ve su-i maksadla değil belki niyyet-i halisane ile tercüme ve neşredilmiş olmasına kail olur? Kitab-ı mefsedetin ne maksadla tercüme ve neşrolunduğu en balasındaki İfade-i Mütercim zirinde izhar olunmuştur. Orada mündericatın ayn-ı hikmet ve mahz-ı hakıkat olması der-miyan edilerek bilumum müslümanlara kabulü tavsiye edilmiş ve şayet ulema-yı İslamiyye tezyifine kıyam eder diye medar-ı intikad olacak kütüb-i İslamiyye hiçlik mertebesine tenzile çalışılmış olduğu halde Ebüzziya Bey hazretleri mütercim-i mütecasir ile üstadlık alaka-i mübeccelesiyle beynlerinde mün’akid hubb u müvalata riayeten bundan bahsetmeyerek te’vilat-ı barideye sapıyor bu kadarla da kani olmayarak naşir-i muma-ileyhi eazım-ı ulemayı din derecesine is’ada çalışıyor. Hakıkat-i hal bütün safahatıyla kendisini gösterip dururken Bil-akis suizan tevlidine badi oluyor. Hatta fıkra-i ahire iyice teemmül olunursa maatteessüf bu zan kuvvet buluyor. Çünkü bilcümle edyanı iptale sai olan kimse bittabi kendi dinine de ibraz-ı adavet etmiş olur. Böyle mülahazat-ı felsefiyye yerin dibine geçsin. Bu kıyasa karşı “Eyne’s-sera mine’s-süreyya” demekten bini i’laya himmet eden hadimlerine hedm ü tahribine sai olanlar müsavi tutuluyor. “Rahmetullah” Efendi hazretleri mukaddema bi’letraf zara meclisleri teşkil ederek onları ilzam ve tebkit ile ilelebet merhumun eser-i dil-peziri de küfriyatı nakil ve tervicle imla edilmeyip bazı edyan ve mezahibin garaib-i ahval ve adatını haki bulunmuştur. Bunların hiçbiri din-i mübin aleyhine neşriyat-ı fesadiyyede bulunmuyor. Dozy’nin şerrü’l-halefi ise bütün müzahrefat-ı küfriyyeyi bir yere toplayıp tervicine gayret ediyor avam-ı müslimini ulemadan tenfir ile idlale çalışıyor. Batıl sözlere daha ziyade revaç vermek için ayetler ve hadisler de uyduruyor. Nasıl ki hem-meşreplerinden bir muharrir de vaktiyle yazdığı makalenin başında kendisini mazhar-ı tevfik-i ilahi göstermek arzusuyla “Bu ayet-i kerimenin ma’nasını müfessirin-i kiram anlayamamışlardır asıl ma’na şundan ibarettir ki!....” diye tafra-füruşluğa kıyam ile kendisini rüsva-yı enam etmişti. Bu eski sahifeler karıştırılsa meydana daha neler çıkarılır. Şimdilik sözü bu kadarla keselim. Efendim Abdullah Cevdet Efendi’nin tercüme etmiş olduğu Tarih-i na geçirdiğiniz uzun etekli geniş kollu makaleyi tanıdıklarımdan birinin ihtarı üzerine okudum. O takriz-i beliğin mu’tad-ı kadiminiz vechile lafız ibare münakaşasıyla meşgul olan kısmını geçiyorum. “Bugünkü günde hiçbir müslim ne kadar hür-endiş olursa olsun mütemessik olduğu dinin aleyhinde hame-ran-ı tenkid olamaz” tarzındaki hükm-i kat’inize ne yalan söyleyeyim kaletini duş-ı kifayetinize aldığınız “diyanet ve fatanetini bildiğiniz” Abdullah Cevdet Efendi elindeki tercümesiyle sizi tekzib edip duruyor! Evvela şunu söyleyeyim ki bendeniz kimsenin akıdesine müdahale etmek kimsenin telakkiyat-i vicdaniyyesini teftişte bulunmak itiyadında değilim. Zaten Müslümanlık hiçbir ferde başkalarının i’tikadını teftiş hakkını vermemiştir; vicdan casusluğunu Kur’an sarahaten men’ eder. Ahad şöyle dursun Peygamber’de bile kulub-i ümmet üzerinde murakabe hakkı yoktur. Kim ben müslümanım derse nezd-i Risalet’te müslüman tanılır. Demek isterim ki şahsını şimdiye kadar hiç görmediğim Abdullah Cevdet Efendi acaba mü’min-i muvahhid midir? Yoksa mülhid midir? sorup öğrenmek aklıma bile gelmemişti. Zaten bu seviyedeki adamların imanından bir şey kazanmayan Müslümanlık tabii ilhadından da asla müteessir olmaz. Ancak siz ne söylerseniz söyleyiniz Müslümanlığı esasından sarsmak rabıta-i vahdeti koparıp atmak maksad-ı sarihiyle yazılmış bir eseri tercüme eden; fakat zannettiğiniz yahud zannettirmek istediğiniz gibi “Bakınız ey müslümanlar! Yabancılar dininiz hakkında neler söylüyor! Bunları görünüz okuyunuz da ona göre müdafaada bulununuz..” diyerek değil “Ey müslümanlar! Din diye sarıldığınız mahiyetin ukul için efkar için ne müdhiş bir kayıt olduğunu anlayınız. Daha ne zamana kadar böyle hurafata esir olup kalacaksınız?” nida-yı tezyifi her kelimesinden yükselen bir adamı müslüman yahud müslümanlık muhibbi tanımakta ma’zurum. Çünkü demin de arz etmiştim ya! Bendeniz zahirciyim. Abdullah Cevdet Efendi’nin yine zat-ı alinizden mervi olan fatanetine gelince ayıp değil a buna da aklım yatmıyor: Zira bu memleketin selameti ekseriyyet-i mutlakayı teşkil eden müslim unsurları rabıta-i İslam ile birbirine sımsıkı bağladıktan sonra gayrimüslim akvamı da rabıta-i vataniyye hakıkattir ki ihatası pek geniş bir zekaya tevakkuf etmez. Pekala! Abdullah Cevdet Efendi Dozy’nin yaptığı bir kör baltayı eline alır da Arnavud’u Türk’e Türk’ü Arab’a Arab’ı Laz’a Laz’ı Kürd’e Kürd’ü Çerkes’e Çerkes’i Gürcü’ye sımsıkı bağlayan; hem de aradaki cinsiyet münazaatını bertaraf edecek surette bağlayan bu tek rabıtayı kırmaya çalışırsa bu sersemliğiyle eser-i fetanet mi göstermiş olur? Abdullah Cevdet Efendi’nin tercümesi elli seneden beri merak ettiğiniz halde bir türlü öğrenemediğiniz Vehhabiliği size öğretmiş de onun için pek münşerih olmuşsunuz! Bir kere umman-ı irfanınızın böyle bir katrenin imdadına arz-ı hakıkate muttali olacaksınız diye zihn-i ma’sum-ı İslam namütenahi sümum ile zehirlesin mi? Salisen Vehhabiliği sordunuz da size izah edecek kimse çıkmadı mı? Yedi yüz yirmi iki sahifelik eseri iki gecede bitirmişsiniz de gayet vakıfane; bitarafane yazılmış bir te’lif-i güzindir buyuruyorsunuz. Sonra “Serapa isnadat-ı garaz-karane ile mali bile olsa redd u cerhine teşebbüs edeceklere bir zemin-i tedkık hazırlamış olacağı için” Abdullah Cevdet Bey’e büyük bir paye veriyorsunuz. Siz bu sözünüzle eseri şöyle dursun mütercimin mukaddimesini bile okumamış yahud anlayacak kadar i’mal-i fikr buyurmamış olduğunuzu i’lan ediyorsunuz! Acaba Vehhabiliğin mahiyetini de elli dakika zarfında böyle mi anladınız? Hele müteahhirin içinde en ziyade hürmet ettiğim fazıl-ı haluk Rahmetullah merhum ile Cevdet Efendi arasında yürütmek da kaldım. İzharü’l-Hak sahibi Müslümanlığı müdafaa ederek hakkını ağyara teslim ettiriyor onlara mübarek elini öptürüyor; Cevdet Efendi sena-karınız ise bize hayatımıza kasteden bir düşman-ı İslam’ın elini öptürmek istiyor! Yunus’la farkı rifatin beyne’s-semai vessemek! Katib Çelebi merhumun tercüme ettiği Tarih-i Nasara da müddeanızı te’yid etmez zannederim şayet mütercim-i merhum tercümesinin başına Cevdet Efendi gibi bir mukaddime-i hakkınız olurdu. Kitabın men’i hususunda Meclis-i Vükela’ca verilen kararı tedkık bana taalluk etmeyeceği için geçiyorum. Yalnız telkıh-i cüderi gibi hususatta bile hükumetin müdahale-i cebriyyesini hürriyete karşı tecavüz addetmeye zihnim yatmıyor. Makalenizin bir kısmında “Hükumet men’ etmiş olmasaydı biz bu kitabı görmeyecek işitmeyecek idik. İlan olunur olunmaz bir nüshasını edinmeye tab’an bir inhimak hisseyledik buldurup aldık çünkü görmek ve hakıkati bilip halka da bildirmek erbab-ı neşriyyatın vezaif-i esasiyyesindendir” buyuruyorsunuz. Tercümenin İstanbul’da intişarı bir buçuk sene oldu. Yalnız muhit-i Osmani’de değil bundan alem-i İslam’da kıyametler koptu kör gördü sağır işitti. Antalya meb’us-ı muhtereminin hususiyle hakıkati bilip de halka bildirmek vazifesiyle muvazzaf olduğunu söyleyen bir sahib-i neşriyyatın olmasa gerek. Haydi bunu geçelim lakin siz hakıkati böyle mi anlarsınız? Zavallı halkın tenvir-i fikrine böyle mi hizmet edersiniz? Bir Dozy peyda oluyor Peygamber hakkında söylemediğini bırakmıyor. Sonra bir Abdullah Cevdet geliyor o sözleri bize mahz-ı hakıkat göstermek istiyor. Bundan münfail olan alem-i İslam’a karşı da efendimiz çıkarak Dozy’nin sözleri hakıkat Abdullah Cevdet Efendi tercüman-ı hakıkattir hizmeti ise Rahmetullah’ın mücahedesi kadar büyüktür diyorsunuz! Hüsnü Atıf isminde bir tabip arkadaşım vardı ki vaktiyle Abdullah Cevdet Efendi ile aynı mektepte aynı sınıfta olduğunu söylerdi. Pek sevdiğim bu zat ile konuşurken söz bazen edebiyata intikal ederdi. O zaman Hüsnü Atıf Cevdet Efendi’nin bazı şiirlerini okur mütalaamı sorardı. – Birader! Doğrusunu istersen ben bu adamın sözlerinde o kadar yükseklik görmüyorum. Kariha yoksulu selika züğürtü bir heveskar. Bugün çocuklar var ki çok daha düzgün şiir söylüyorlar. – Haydi bu sözünü kabul edeyim. Fakat şurasını bilmelisin ki Cevdet’in meziyeti yalnız edipliğinden ibaret değildir. Fünuna vakıftır. Hususiyle şimdi Avrupa’da tahsil ediyor. Günün birinde vatanına dönerse göreceksin ki ne kadar ulum ne kadar fünun getirecek! – Ona diyeceğim yok. İnşaallah büyük bir adam olur da memleketimizin birçok ihtiyacatını te’min eder. Benim demek daha nafi’ şeylerle uğraşsa… o yar-i can ile daima aramızda bu gibi muhavereler geçtiği birçok hamule-i fünun ile gelecek diye on yıl kadar bekledim. Filhakika Cevdet Efendi elindeki Tarih-i İslamiyyet tercüme-i rekikiyle çıkageldi! Zavallı Hüsnü! Hem kendini hem beni aldatmışsın! Dozy’nin eserini senin Abdullah Cevdet’inin lisanından kıyas kabul etmeyecek kadar düzgün bir lisan ile tercüme edecek çocuklar bulayım. Beklediğin bu mu idi? “Hiç yapacak görecek mevki-i tatbik ve icraya koyacak lebriz olmuş ve mülkün her köşesi salah u selamete müstağrak bulunmuş gibi Meclis-i Vükela kitap men’iyle meşgul oluyor.” buyuruyorsunuz. Pekala! Acaba Antalya meb’us-ı muhtereminin Tasvir-i Efkar sahibinin piş-i azminde hiç teşebbüs edilecek iş kalmamış mı ki Tarih-i İslamiyyet gibi bir tezvir-nameye altı sütunluk takriz yazıyor; Abdullah Cevdet Efendi’yi tutup ekabir-i ümmetten Rahmetullah’ın yanına çıkarmak istiyor? Evet Cevdet Efendi bu eseri yalnız tercüme etse idi yani ne muaheze ne istihsan yolunda kendisinden bir söz söylemese idi kimse bir şey demezdi. Lakin mütercim öyle hezeyanlar istifrağ ediyor ki böyle bin takriz-i beliğ ile yaldızlansa yine ümmet-i merhumeye yutturulamaz efendim! numaralı Tasvir-i Efkar’ın ser-sütununda ma’hud Tarih-i İslamiyyet hakkındaki makaleniz mütalaa olundu. Orada “Şimdi umum ebna-yı memlekete sorarım! Ve hatta bu kitabın men’ine Meclis-i Hass-ı Vükela’yı sevk eden kuvve-i mechuleden sual ederim! Şu Vehhabi mezhebi ve onun sebeb-i zuhuru ve el-yevm bulunduğu hal u mevki hakkında bana ve benim gibi öğrenmek isteyenlere Türkçemizde hangi kitaba müracaat etmek lazım geleceğini lütfen tayin ve işaret buyursunlar” diye bir sual irad buyurmuşsunuz. Acizleri de ebna-yı memleketten bulunduğumdan senesinde Kırkanbar Matbaasında tab olunan Eyüp Sabri Paşa merhumun sahifeden ibaret Türkçe Tarih-i Vehhabiyyan nam kitabına ve yine paşa-yı merhumun Mir’ at-i Haremeyn ile Ceziretü’l-Arab nam asar-ı nefiselerine ve Tarih-i Cevdet’e müracaat buyurmalarını tavsiye ederim. Herhangi bir şeye i’tiraz yahud taarruz eden bir şahsın evvel-be-evvel nazar-ı dikkate alacağı cihet taarruz ettiği şeyin en nazik en hassas noktasına hücum etmektir. Çünkü o nokta zedelendikden sonra nukut-ı saire tabiatiyle hükümden ehemmiyetten sakıt olur. Meydan-ı mübarezede yekdiğerine karşı sell-i seyf eden eder. Çünkü galebenin en kestirme tariki budur. Mesela hasmından biri elindeki kılıncı karşısındakinin kalb-gahına sokmaya muvaffak olursa aza-yı sairenin kuvveti metaneti selameti kaç para eder? İsterse bir adamın kolundaki kuvvet bin beş yüz okkalık bir cismi top gibi yerinden fırlatacak derecede olsun kalbinden cerihadar olduktan sonra kolundaki kuvvetle ne iş görebilir? ni onlar da dinin en nazik en hassas noktasına vurmak füru’-ı yıkmak istiyorlar. Din-i Celil-i İslam’a ayn-ı suht ile bakan bu mu’terizler daha doğrusu bu mütearrızlar siyer-i nebeviyyeyi yegan yegan nazar-ı tedkık ve muhakemeden geçiriyorlar. Hazret-i Peygamber’in kaffe-i mealiyi kaffe-i fezaili zatında cem’ ettiğini kizb şanından olmadığını bütün ahvalinin bütün ef’alinin numune-i mekarim hülasa-i fezail olduğunu görüyorlar. Ef’al-i Peygamberiden bazılarına taarruz etseler bile o gibi taarruzları aksini iddiaya mecalleri kalmayacak surette def’ ediliyor. İsnadat ve itirazat-ı vakıalarının garaz taassup adavet gibi rezailden münbais olduğu eski paçavra gibi yüzlerine vuruluyor; utanır gibi oluyorlar fakat kalplerinde perverde eyledikleri hiss-i husumet nazm-ı celilinin medlul-i münifi vechile hali kalmıyor. Akıllarını fikirlerini muhakemelerini daire-i naire-i udvan ile akıllarına kasri bir istikamet veriyorlar. Hah! Şimdi mes’elenin can alacak noktasını bulduk şimdi mübini yıkmaya Hazret-i Seyyidü’l-Mürselin’ini haşa sümme haşa sar’a illetiyle malul göstermeye kıyam ederek kendilerinin cinnet derecesini fersah fersah geri bırakan maraz-ı taassupla maraz-ı hıkd ü hasedle musab olduklarına bürhan gösteriyorlar. tarafından ta’kib olunan mesleğe süluk ile kitabının otuz altıncı sahifesinde şu yolda idare-i lisan ediyor “Evvelleri ulema Muhammed s.a.’in hastalığının sar’a olduğu i’tikadında bulunuyorlar idi. Fakat Muhammed s.a.’in tercüme-i halinin son muharriri “Sprenger” ki yalnız müsteşrik değil tıpta da doktordur. Muhammed s.a.’in hastalığına “histerya-yı adali” namını veriyor. Muhammed s.a.’de olduğu derecesine vasıl olunca bu hastalığa bizim memleketlerimizde bazen kadınlarda ve daha ziyade nadir olarak erkeklerde tesadüf olunur. “Hastalık hamlelerden feveranlardan ibaret idi. Hamle hafif olduğu vakit bu hastalığa has olan o takallüs ve inbisat-ı adale arazları görülüyor idi. Dudaklar ve dil titriyor yor idi…… ilh..” Tarih-i İslamiyyet tercümesinden naklettiğimiz şu parçanın gerek makabli gerek maba’di mütalaa edilecek olursa muallim Dozy’nin Hazret-i Peygamber’e hasta gördüğü yahud onun i’tikadınca gördüm zannettiği şeylere de hastalığın neticesi olan dalalet-i histen mütevellid bir hayal-i bimeal demek istediği anlaşılır. kü İslamiyet’in mebna-aleyhi üssül-esası bu suretle çürütüldükten sonra ondan ötesi kendi kendine çürüyecek temelsiz bina gibi yıkılacak! Öyle ya haşa sümme haşa sar’a veya cünun gibi bir bir şekl-i haricisinden füru-i avarızından başka bir şey olmaması lazım gelen dininin ne hükmü ne ehemmiyeti olabilir? Çünkü vazıı mariz; vaz’ ettiği din de netice-i maraz! Re’yine itimad ettiğim birçok kimselere bu iddianın butlanını verdiler: Filhakika bu kitabın en ruhlu yeri burasıdır. Bu dava yalnız muhakemat-ı akliyye ile def’ edilemez. Bunun reddi etmeli. Buna fennen ne yolda cevap verilmek lazım geleceğini ondan sormalı; İslamiyet’in hey’et-i umumiyyesi hakkında der-miyan olunan itirazata gelince bu itirazat bu intikadat bundan evvel birçok fuzala tarafından nasıl def’ edildiyse yine öylece belki daha etraflı daha mükemmel bir surette def edilebilir. Bana kalırsa bu cihet mucib-i külfet atideki suret daha ziyade muvafık-ı akl u hikmettir. Mesela muallim Dozy hayatta olup da kendisine sorulsa Dozy’nin bu suale vereceği cevap ikiden hali olamaz idi. Yani ya mütedeyyinim yahud değilim diyecekti. Mütedeyyinim demiş olmasına nazaran kendisine şu yolda bir sual irad edilebilirdi: Madem ki mütedeyyinsiniz şu halde Hazret-i Musa’nın Tur-i Sina’da Cenab-ı Hak dehşet-i tecelliden yere düşüp saatlerce kendine gelememesiyle bizim peygamberimizin Allah’ın bir mahluku bir vasıta-i tebliği olan Cibril-i Emin’i görmesi ondan telakkı-i vahy etmesi vahy-i ilahinin te’siriyle hane-i saadetlerine gelip “Aman beni örtün” demesi beyninde ne fark görüyorsunuz? Hazret-i Musa için imkanını kabul ettiğiniz bir şeyin Hazret-i Muhammed için imkanını kabulde ne hak ile tereddüd ediyorsunuz? Neden Hazret-i Musa’ya bu tecelliye mazhariyetinden dolayı masru’ demiyorsunuz da bizim peygamberimizi böyle bir nakıse ile tavsif ediyorsunuz? Eğer Hazret-i Peygamber’in Cibril’i gördüm telakkı-i vahy ettim demesi hakk-ı ali-i risalet-penahilerinde böyle bir tevcihi müstelzim oluyorsa bu tevcihin kendilerinden iki bin üç yüz şu kadar sene evvel gelen Hazret-i Musa’ya da teveccüh etmesi lazım gelirdi. Madem ki Hazret-i Musa hakkında böyle bir isnadda bulunmuyorsunuz Hatemü’n-nebiyyin hakkındaki bu cür’etiniz nizden başka neye hamlolunabilir? Hem öyle bir husumet ki aklınızı insafınızı muhakemenizi zir ü zeber etmiş! Enbiya-yı zi-şan içinde hangi peygamber var ki bu suretle mazhar-ı vahy-i ilahi olmasın bunların hepsine haşa sümme haşa masru’ mu diyeceksiniz? Mecnun mu diyeceksiniz madem ki diyemeyeceksiniz niçin bizim Peygamberimiz’in hakkında böyle bir isnadda bulunuyorsunuz? Hazret-i Adem’den bi’set-i seniyyeye kadar gelip geçen enbiyanın karşı ihtiyar-ı sükut edip de Hazret-i Peygamber’e karşı ne hak ile bu kadar cür’et-karane idare-i lisan ediyorsunuz; dindar olduğunuz cihetle mahsusat-ı enbiyadan olan bu havariku’l-adatı kabul etmeniz lazım gelmez mi? Enbiya-yı saire için mümkün olan bir şey neden bizim Peygamberimiz marazda ısrarınız aklınızın noksanına insafınızın fıkdanına delalet etmez mi? Sizin bir mariz-i taassup olduğunuzu göstermez mi? Bilmem Mösyö Dozy kendisinin dindar olması bir de ikinci ihtimale yani Mösyö Dozy’nin hiçbir din ile mütedeyyin olmaması ihtimaline göre idare-i lisan edelim. Eğer Flemenkli muallim hiçbir din ile mütedeyyin değilse burada nazar-ı itibara alınacak iki nokta vardır. Yani bütün enbiyaya karşı böyle bir isnadda bulunur ise yalnız din-i İslam’ı değil edyan-ı semaviyyenin kaffesini çürütmek Yok enbiya-yı saireye karşı bu gibi isnadatta bulunmayıp da yalnız Hazret-i Peygamber hakkında böyle bir isnada cür’et ediyorsa münhasıran İslamiyet’e karşı bir hiss-i husumet perverde ediyor demektir. Şıkk-ı evvele yani enbiya-yı saireye de bu gibi nekayisi hiti fevkalade büyür; edyan-ı semaviyyeyi inkar eden ne kadar feylesoflar varsa hepsi o dairenin içine girer. Mes’ele bu şekli ahzettikten mahiyeti değişir yani inkar-ı mutlak alemine karşı edyan-ı semaviyyenin hak olduğunu isbat gibi bütün feylesoflarla bütün münkirin ile çarpışmayı istilzam edecek bir münakaşa-i uzma kapısı açılır. Mesalik-i muhtelife-i felsefiyye salikininin istinad-gahları olan delail-i akliyye ve fenniyyeyi zir u zeber edecek edille-i akliyye ve fenniyye Dozy şeraresinden zuhur eden bu yangın bütün afak-ı felsefiyyeye istila eder. Çünkü zat-ı mes’ele tabiat-ı maslahat bunu iktiza eder. Çünkü edyan-ı semaviyyenin hak olduğunu esasından bu şekle girdikten sonra yukarıda dediğimiz gibi bütün mesalik-i felsefiyye erbabıyla çarpışmak lazım gelir. Bu bahiste ise Dozy cenablarının ehemmiyeti kalmaz. Tarih-i İslamiyyet müellifi bütün felasifeyi muhit olan o dairenin Hem o zaman yalnız din-i İslam’ın hak olduğunu isbattan hiçbir şey çıkmaz. Yalnız o cihete hasr-ı mesai etmek bir binanın temelini atmadan kiremidini koymağa kalkışmağa benzer ki aklen muhal ve belki noksan-ı akla dalldir. Çünkü mes’elenin bir netice-i kat’iyyeye iktiranı için bütün münkirini muhit olan o dairenin karşısına ne kadar edyan-ı semaviyye varsa hepsini muhit olacak bir daire çizilecek o dinlerin aklen kabulünde tereddüd edilen mahsusatı birer birer nazar-ı tedkık ve muhakemeden imrar reddine çıkıp da: Mes’eleyi amma büyüttün sadedden amma çıktın biz Dozy’nin kitabından onunla mübahaseden bahsediyoruz sen davayı kainata sirayet ettirdin bu nasıl söz nasıl fikir? diyecek olsa mu’terizin bu sözü vehle-i ulada haklı gibi görünür. Halbuki değildir. Çünkü bu da’vanın Dozy’ye karşı delail-i kat’iyye ile isbatı bütün münkirin-i felasifeye karşı kü mes’elenin şekli tabii olarak kesb-i umumiyyet eder. İş bu dereceye geldi mi hilkat-i Adem’den bi’set-i seniyyeye kadar güzeran olan ahvalin kaffesi birer birer tedkık muhakeme edilir ki bu kadar vasi’ ve mühim bir bahiste yalnız muallim Dozy’yi değil bütün Avrupa hükemasını muhatab Edyan-ı semaviyye bir silsile son halkası da din-i İslam’dır. Bu silsileye -esası itibariyle- ister yukarıdan dokunulsun son halkasının daha ziyade müteessir olacağı bedihidir. Hal böyle iken münkir-i edyan farz edilen Dozy’ye karşı yalnız din-i İslam’ı müdafaaya kalkışmak şu misalin aynı olur. Mesela dolu bir hazinenin içindeki su hariçten derununa düşen herhangi bir şeyden dolayı safvetini kaybetse tasfiye edilmiş olur mu? Yapılacak şey ya o suyun hepsini tasfiye etmek yahud ala-halihi bırakmaktır. söyleyeceğim söz bu idi. Kitabın en ehemmiyetli bir noktasının böyle basit bir surette reddedilmesi belki bazı kimselerin hande-i istihfafını celbeder. Çünkü akli hikemi fenni münakaşat yok. Dava pek basit bir cevap ile reddediliyor. Emekle elde edilmeyen bir şeyin ise halk nazarında ehemmiyeti yoktur. Benim gayet basit olan bu fikrimin de ayn-ı suretle telakki edileceği bence muhakkakattandır. Arzu edeydim bu bahsi başka bir kalıba dökerek beş on sahife yazı yazabilirdim. Fakat lüzum görmedim. Çünkü mesleğim neticeye en kısa yoldan gitmektir. Benim fikrimce bu kitabın kalb-gahı bu noktadır. Kalp rahnedar edildikten sonra aza-yı sairenin selametinden hiçbir faide hasıl olmadığını burada yine tekrar ederim. Şu redd-i basit ile kitabın en mühim noktası tezelzüle uğruyor zannederim. Çünkü Dozy Peygamber’e isnad-ı kizb etmeyip kendi nübüvvetine kendi de kail idi diyor. Eğer davaya bu noktadan başlamış olsa idi. Bu hatıra Dozy’ye karşı tabii bir cevab-ı savab olamazdı. Bir ümmet bir kavim hiçbir vakit fikr-i ictihaddan hali kalmamalıdır. Bu fikir sönerse o ümmet o kavim için inkırazdan milletin terbiye-i ictimaiyyeleri ancak fikr-i ictihad ile hadd-i kemale erer. Medeniyetlerin terakkısi dahi efkar-ı ulemada talet çökmüş bir kavim inkıraza mahkumdur. Vaktiyle ümmet-i İslamiyye’de sevk-i ihtiyaçla fikr-i ictihad uyanmış idi. Evvelce arz edildiği vechile bu fikr-i ictihad ettiğimiz vasi’ miktarda terakkı etti. Zaman-ı ashabda ictihad tikçe mecrası darlaştı. Bir mahdudiyet içine alındı. Ahval-i müslimin dahi fikr-i ictihadla beraber terakkı etti; yine ictihadla beraber tedenniye yüz tuttu. Fahr-i kainatı aleyhi ekmelü’t-tahiyyat Efendimiz hazretlerinin ve sair bu mazmunda olan ehadis-i şerifesi Hazret-i Peygamber Efendimiz ümmet-i İslamiyye’nin fikr-i taklid ve cehaletten dolayı düşecekleri vartayı nur-ı nübüvvetle evvelce keşfetmiş bulunduğundan yanarak yakılarak bu gibi ehadis-i şerifeyi ısdar buyuruyorlardı.. Fakat emri değil tahzir suretiyle… Mümkün müdür ki ol Hazret nokta-i nazarlarına vasıl olmadan ümmet-i İslamiyye’nin inkırazlarına sebebiyet verebileceğini kestirdiği menhus taklid ile emretsin. Belki fıkra-i celilesi ümmetin beliyye-i taklid ile hayırsız emniyetsiz bir hale geleceklerini cümle-i zeyliyyesi de bu maksadı te’yid eder.. Hele vukuat bu mes’eleyi büsbütün izah etti. Bu ehadisi şerifenin sıhhat ve sübutları hatta bi-tariki’l-mu’cize ihbar edilmiş oldukları da bütün vuzuhuyla meydana çıktı. Ümmet-i İslamiyye nasılsa bu ehadis-i şerifeyi nazar-ı dikkate almadı. Açılmış bir çığırı kaybetti. Tarik-i ictihadı bırakarak taklide saptı. Alem-i İslamiyyet mahv u inkıraza yaklaştı. Bütün bu hal gözümüzün önünde dururken: “… Hadd-i zatında zamanın müctehidden hali kalması vukuunu farz ve takdir etmekten asla muhal lazım gelmez. İmdi zamanın müctehidden hulüvvü mümteni’ olsa idi imtina’ı iktiza ederdi muhal lazım gelirdi; halbuki bunu mucib bir emr-i harici mefkud…” gibi sözlerin ne hükmü kalır? Zamanımızın hikmetinde felsefesinde dahi biriyle “imkan imtina’ muhal-i akli”lerin bir ehemmiyeti kalmamış iken bu mes’ele-i şer’iyyede ba-husus din-i İslam’ın şeriat-ı garra-yı Muhammediyye’nin ruhu mesabesinde olan ictihad hakkında hele bab-ı ictihadın mesdudiyeti hakkında böyle “imkanlara muhal-i aklilere…” sarılmak pek soğuk düşer işte beliyye-i taklid bizi şu derekelere kadar indirdi de şöyle zahir pek zahir yanlışlıkları da hissedemez bir hale geldik. Ya Rab! Bir milletin bir kavmin uleması ileri gelenleri şu kadar bilgisizlik artık buna ehemmiyet vermemek bunu takdir etmemek bizi pek büyük tehlikelere ilka edebilir. Bu hakıkat bütün vuzuhuyla meydana çıktı: Vaktiyle tarik-i savabtan cüz’i bir inhiraf kaldı işi anlamadan mahv u müzmahil olacak idik. Artık kavmimizde milletimizde ziya-yı İslamiyyet’i söndürmek muz hal-i mezellet ve dalaleti temessük ederek geriye doğru maziye doğru dönmek lazım. Evet ta Asr-ı Saadet’e asr-ı ashab ve tabiine kadar; Hazret-i Peygamber’in hayriyetini kadar…. Mazi-i İslamiyyet’in ta sadrına kadar yükselelim de bizzat envar-ı nübüvvetten bizzat ashab-ı kiram ve tabiin-i med bin Hanbel… hazeratının derslerinden ilimlerinden hiçbir vakit münevver bir istikbale götüremez. Biz bu hususta ancak dinimiz şeriatimiz hususunda maziye dönelim hem de pek kadim bir maziye…. Tarih dönmez tarihte rücu’ yoktur diyorlar. Fakat biz dönelim. Biz rücu’ edelim. Fakat hak için savab için.. Hak savab mazide olsa da dönülür alınır. Şakaveti cehaleti sürüklendiğimiz yolun üzerinde istikbalde olsa da almayalım.. Hak daima haktır. Batıl daima batıldır. dığı gibi bugün de İslamiyet ancak şu sayede kurtulur tekrar şu sayede müstaid olduğu makam-ı mualla-yı tealiye Biz müslümanlar terakkıyyat-ı ma’neviyyemizi mazide terakkıyyat-ı maddiyyemizi istikbalde aramalıyız… Bizim için en mühim düstur-i hareket budur. Her gecenin bir gündüzü her usrun iki yüsrü oluyor. Ümid ederiz ki asırlardan beri müstemirren devam eden şu zulmet-i cehalet şu fetret-i ilm artık kalkar; nur-ı İslamiyyet tekrar tulu ederek münevver bir sırat-ı müstakım açılır. Ahali-i Vukuat-ı tarihiyye ehadis-i salifeyi tasdik etmişti. Şüphesizdir ki hadis-i şerifini dahi tekit eder. Biz buna bütün samimiyetimizle olamaz… Eminiz ki Hazret-i Allah artık müslümanlarda İslamiyet’te olan şu sönüklüğü şu fetreti izale eder. Eminiz ki hak üzerinde sebat eden mücahidler müctehitler İslamiyet’in nazarını tayin ederek kemal-i sabr u sebatla ahali-i İslamiyye’yi umum insanları oraya saadete saadet-i mutlakaya doğru sevk eder. tenvir zulmet-i cehalete şakavete galebe zulmeti haksızlığı mahvetmiş olur. ve ayat-ı Kur’aniyyesi’nin sırrına mazhariyetle gaye-i kemale ermiş; bulmuş olur… Şimdiye kadar tarih-i ictihada dair bir eser yazılmamış olduğu malumdur. Bu babda ilk fakat pek küçük bir hatve olmak üzere acizane birkaç makale yazıldı. Bunlarda sırf tercüme ve nakil usulü ta’kib olunmayıp mümkün mertebe vesaik-i ma’lumenin yardımıyla mechulat-ı tarihiyyeye intikal usulü esas ittihaz edilmiş olduğundan esna-yı istintacda ihtimal ki bazı zühul ve hatalar vaki olmuştur. Bina-berin ilim namına erbabı tarafından bu babda vuku’ bulacak tenkidatı muhıkka kemal-i memnuniyyetle telakkı olunacaktır. Bütün bu çocukları orada kendi hal ve alemlerinde bırakınız; enfasımla büyüyüp yükselen habab-ı kebud-reng ü se-maviyi bu mini mini mahlukatın nefehat-ı masumanesi mi ihlal edecek? Bunu size söyleyen kim? Seslerinden sada-yı palarından oyunlarından feryadlarından şiir ve ilham peri-lerinin tevahhuş eyleyeceklerini size kim haber verdi? Geliniz çocuklar hepiniz birden topluca geliniz. Şöyle yanıma yaklaşınız etrafıma toplanınız gülünüz koşunuz nağme-saz olunuz!. Nazarlarınız ruhumu şule-i zerrin sun! Bu dünyada hariçten aksedip de silsile-i efkarımızı perişan ve aheng-i tasavvurat ve beyanımızı ihlal etmeyecek; bizleri ibtisama heves-nak eyleyecek bir şey varsa o da sizin şe-matetiniz sizin o lahuti nağamatınızdır! Bu masumane şemateti bu esvat-ı tarab-engizi ihlale tasaddi etmek ne müessif ne elim keyfiyettir! O cem’iyyet-i tıflaneden hin-i mübaadetimizde kalbimizin daha nezih daha saf ve latif hissiyat ile meşhun bulunacağına nasıl kail olabilirsiniz? Hunin ve ateşin tahayyülatım arasında nazar-ı ların bana haşyet-resan olacağını nasıl olur da zannedebilirsiniz? Sükun ve vahşete makarr bir hanede geçirilen hayat nazarınıza daha cazib daha latif mi görünüyor ki o sureti etfalin zümre-i şetaretine şematet-i masumane ve şevk-averine tercih ediyorsunuz? Bu fikirden bu nazariyeden uzaklaşınız; beşeriyete has olan hiss-i rahm ü rikkat öyle bir hale rıza gösteremez. Muzlim bir semanın inkişaf ve tenevvürü nasıl güneşin hıyat-ı şua ve iltifatına arz-ı iftikar eylerse kalb-i şair de ayn-ı iftikarda bulunur. O kalbe inbisat ve incila bahşeden de tebessüm-i tıflanedir! Geliniz geliniz çocuklar! Bahçeler hali avlular merdivenler hep sizi bekliyor! Tahtalar üzerinde tavanlarda sütunlarda şadi ve şetaretle koşunuz sıçrayınız! İnfilak-ı sabah melal-i gurub gibi tahavvülat asla vazifenizde olmasın; siz hemen saharide uçuşan arılar kelebekler gibi cüst ü çalak cevelan ediniz terane-perdaz olunuz! Ey evan-ı sa’d-iktiran-ı tufuliyyet ü şebab! Hangi semte hangi noktaya müteveccih isen şevkim saadetim ruhum nağamatım da o noktaya müteveccih ve o isri muakkibdir. Garibdir ki peygule-i sükun ve inzivada işitilebilen adi sözler intizamdan ari laklakiyyat asamm ve gılzet-akin kalplere aheng-dar bir surette akseder. Vecd ü istiğrak içinde bulunan bir ruh ise; rüzgarın emvacın evrak-ı eşcarın tabiatta hakim olan sair bil-cümle asarın akis ve şematetinden notalar teşkil eyler gizli bir konser vücuda getirir. Bu noktadaki tehalüf-i isti’dad ve tecelliyat hayret-efzadır. Benim nazariyem benim fikrim pek başkadır: Dünya ne olursa olsun insanlar ne halde yaşarsa yaşasınlar istikbal ne tavır ve istidadda bulunursa bulunsun; bu suver ü eşkal vazifemde değil. Gerek mükedder bir halde bulunayım gerek müteselli Cenab-ı Hak ne suret yaşamaklığımı irade buyurmuş arasında ancak şematet-i etfalin hüküm-ferma olduğu bir hane dahilinde bulunmak daima hayat ve şetarete makarr olan öyle bir aşiyanede yaşamak isterim. Alem-i İslam için mesail-i hayatiyyeden ma’dud olan bir mühimme hakkında nazar-ı dikkat-i fazılanenizi celbetmeyi vecaib-i hamiyyetten görüyoruz: Pekiyi bilirsiniz ki: Asırlardan beri alem-i İslam; a’dası tarafından hassaten icat olunan ve sebeb-i tefrika ve teşettüt-i efkar olan akval ü ef’alden pek ziyade mutazarrır olmuştur. Bugün her mü’min vüs’ü derecesinde bu esbab-ı tefrikayı izaleye ve beyne’lmüslimin teşettüt-i kelimeyi mucib olacak akval ü ahvalden tevakkıye vicdanen mükelleftir. Ahyar-ı ümmetten ma’dud olan meb’usan-ı millet için bu mükellefiyet bi-tariki’l-evleviyye sabittir. Halbuki geçen Cumartesi günü Meclis’ce Yemen’e dair cereyan eden müzakerede irad buyurulan bazı kelimat bu lazımeye tamamıyla mugayirdir. Siz o gün hiçbir mütemekkin ihvan-ı müsliminden bir kısm-ı mühimminin diğer mü’min kardeşlerine karşı hissiyyat-ı adavet ile mütehassis bulunduklarını der-miyan ettiniz. Merkez-i ulum olan Buhara’yı cehl ü udvan yüzünden bir şure-zar-ı vahşete çeviren Sünni ve Şii tefrikalarını Darü’l-Hilafe’deki Meclis-i Şura-yı Milli’de Sünni ve Zeydi diye tanzir edercesine olan bu sözlerin Meclis-i Milli’mizin ta’kib etmekte olduğu mesleğe muhalefetini ve cami’a-i İslamiyye muktezeyatına mugayeretini ve in’ikas edeceği muhitlerde husule getireceği te’sirat-ı sakımeyi düşünmek istemediniz. Mamafih Yemen’de Zeydiyyü’l-mezheb olanlar fırsat buldukça Sünniler aleyhine kıyam ederler tarzında olan bu ağır ithamatın iki milyon halkı ne derecelerde rencide edeceğini bilahare teemmül ederek bu efkarı tatmin eyleyecek surette i’ta-yı tarziyyeye ve hasıl olacak su-i tefehhümleri tine kani olduğunuz anlaşılıyor. Ve bin-netice ahval-i ruhiyye-i vet devr-i istibdadın Zeydilerin kalbinde husule getirdiği cerihaların tedavisiyle uğraşıldığı sırada bir millet vekilinin bu cerihalara nemek-paş olması ne ile tefsir olunabilir? Şüphesizdir ki mucib-i kanaati olacak bazı delaile dest-res olmuş demektir. Şu halde sorarız ki böyle bir hükm-i kat’iyi verecek Mücerred Yemen’in hal-i hazırı ise müşteki olanlar yalnız Zeydi tevsim ettiğiniz kısm-ı ahali midir? Hükumete karşı der-miyan olunmakta olan metalib-i erbaaya Şafiiyyü’lmezheb olanlar iştirak etmiyor mu? Dört milyon Yemenli bu dört şeyde müttefik ve müttehid bulunmuyor mu? - Hudud-ı şer’iyyenin Yemen’de tamamıyla tatbiki - Me’murların haric ez-kanun muamelat-ı keyfiyyelerine nihayet verilmesi ve emzice-i mahalliyyenin ve ahalinin ahval-i ruhiyyesinin daima nazar-ı dikkatten dur tutulmaması esbabının te’mini - Tekalif-i şer’iyyeden maada olan vergilerin afvı ve mükerrer cibayete meydan verilmemesi - Sadat ve ulema ve rüesa-yı aşayirin kadimen olduğu vech üzere muhterem tutulması ve lede’l-icab me’muriyetlerde luku yoktur. Zeydilerin hükumete derece-i irtibatına gelince: Paşa’ya teslim ile isbat etmişlerdir. Bundan büyük bir bürhan olamaz. Teşevvüşat-ı hazıraya bil-fiil iştirak noktasında da Zeydiler teferrüd etmemişlerdir. Bütün Yemen bu da-i udal-i müessif ile musabdır. Şafiiyyü’l-mezheb olan İdris’in harekatı da meydandadır. Bir de Sünnilik Zeydilik ne demektir? Sünni lafzından nasıl bir medlul anlıyorsunuz? Ve bu medlulden ayrılık gayrılık gibi bir fark çıkarmaya nefsinizde nasıl bir salahiyet buluyorsunuz? Kur’an-ı Azimüşşan’a sünnet-i Resulullah’a mütemessik ehl-i imanı camia-i Ey meb’us-ı muhterem esasını unutmayınız ve camia-i İslamiyye’nin Kitabullah ve Sünnet-i Resulullah olduğunu daima nazar-ı i’tibarda tutunuz. İslamlar arasında mucib-i tefrika olacak su-i tefehhümler husulüne sebebiyet vermekten tevakkı ediniz. Rızayı Bari ve irşad-ı Nebevi’ye mugayir olan şu siyaset-i muzırranın sakameti kiraren miraren bit-tecrübe anlaşılarak tevhid-i kelimeden başka çare-i necat-ı İslam bulunmadığı hakıkati artık bugün gün gibi aşikar oldu. Şarkan ve garban bütün anasır-ı İslamiyye her türlü su-i tefehhümleri aradan kaldırarak birleşmeye liva-yı Muhammedi altında toplanmaya sai bulunuyor. Merkez-i Hilafet’te müctemi’ muhterem bir Meclis-i Milli’de bu kabil faydasız sözlerle ashab-ı cidd ü sa’yin mesaisini işkal etmeyiniz. Bil-akis bu gayeyi te’mine iştirak ile talakat ve fesahetinizi te’lif-i beyne medar olacak hususatta isti’mal ediniz. Ancak bu cihete masruf olacak himemat ile ihvan-ı mü’minin ve müntehiblerinizi dilşad edersiniz. Alem-i İslam’ı müttehid ve müterakkı görmek arzusuyla meşhun tahassüsat-ı kalbiyyemize tercüman olan şu ifadatın samimiyetine emin ve mutmain olunuz. Efkar-ı İslamiyye’yi tesmim etmek ve bu suretle İslamiyet neşredildiği yeni bir şey değildir. Tabiidir ki bunların çoğunun tercümesine tenezzül olunmamıştır. Tercüme olunan eserler da Doktor Dozy tarafından yazılan bir eser-i garaz-karaneyi bi’l-intihab tercüme eden ve tercümesi kifayet etmemiş gibi mütalaat-ı hainanesini de ilave ve birtakım dolambaçlı cereyanlar suretinde süsleyerek tab’ u neşrine ictisar etmekle beraber ehl-i İslam’a tuhfeten tavsiye ve takdim eyleyen Doktor “Abdullah Cevdet” nam bed-hahın Tarih-i İslamiyyet ’ini gördüğümüz günden beri ar u hicab-ı insaniyyet ve sıl olan teessürata iştirak eylemiş ve çoktan beri bu babda hissiyyat-ı İslamiyyemize tercüman olacak bir reddiye ile ta’dil-i teessürat zımnında ashab-ı hamiyyet u faziletin himemat-ı dindaranesine medd-i nigah-ı ibtisar etmiş idik: Ahiren üstad-ı muhterem Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretleri eser-i mezkurun mahiyetini risale-i muhteremelerinde anlatmaya başlar başlamaz emelimizdeki isabetin te’sirat-ı hasenesiyle siyrab olduk. İnşaallahu Teala tevali edecek makalat-ı atiyye-i fazılaneleriyle tecelliyyat-ı İslamiyye’nin bir kat daha kadri tebeyyün edecektir. Lakin yine bu vesile ile risale-i muhteremelerinin yetmiş beş adetli nüshasında mezkur kitap hakkında dercedilen diğer mektuplarda Abdullah Cevdet’in harekat-ı ma’lume-i na-becası takbih olunduğu sırada memleketimizde şu eser-i menhusun tesirat-ı seyyiesine uğrayacakların evvela mektepliler ve mekatib-i aliyye talebesi olacağı zikr ile endişe ediliyordu: Fil-hakika; yakın zamanlarda böyle bazı kendini bilmez ve fakat liva-i İslamiyyet gölgesinden bir adım dışarı atamaz nankörler bu münevver ve müesses min indillah olan dinimizi lekelemek için ber-vech-i mesrud Avrupa’dan li-garazin taraşşuh etmiş fikirleri kendi fikirlerince güya bir felsefe-i zatiyye add ve dinsizliği de bir süs ittihaz ile şu memleket-i yoktu ki bu zati süslere istibdadın da gereği gibi yardımı oluyordu. Va-hayfa ki nice saf-dilanın böyle herze-guyane kapıldığı da müşahede olunuyordu. Evet bu biçare ulum-i İslamiyye’den belki hasbeten-lillah iki kelime bilmiyordu. O zaman ulemadan iki zat bir yere gelemezdi ki hakıkati vechen mine’l-vücuh bildirsin veya neşretsin; ashab-ı hamiyyetten iki zat birleşemezdi ki bir fazıla müracaat edip de bu gibi işlerin men’ine sahip arasın. Ma-hasıl bu vatan hab u hüsran ile geçen o günlerde hiss-i İslamiyyet’ten muarra çok adamlar besledi yine bu vatan sahib-i fazl u irfan nice adamlar kaybetti. Müdafaasız olan meydanlarda onlar kendi hesaplarına güya serapa-cünban oldular. Lehülhamdü velminneh meşrutiyet; bu safsata modalarını esasından tahrib etti. Bu güruh-ı bed-bini tahcil edecek erbab-ı hakaika ve biz talibin-i Biz mekteplilerin ve bilhassa mekatib-i aliyye talebesinin bu safsatalara aldanmak şaibesiyle lekelenmek ve mektup sahiplerinden Vasıf Efendi’nin: “Hele şu mekatib-i aliyyemizin herhangi birine kulak vermiş olsan Abdullah Cevdet’i belki mazur görürsün ahlak-ı milliyyemiz sönüyor bugün mektep sıralarını işgal eden binlerce genç parlak fikirli şübban-ı vatan İslamiyet’in daha henüz bir kelimesini bilmiyorlar. Belki İslamiyet’e öyle bir nazar-ı nefretle bakıyorlar ki insan bütün bu suk u t-ı milliyye karşısında titrememek gözlerinden kanlı yaşlar akıtmamak kabil olmuyor” gibi sutur-ı endiş-averanesine biz Osmanlı Darülfünunu İslam talebesi alet olmak şöyle dursun hem Vasıf Efendi’nin efkarını reddeder ve umumumuz özü sözü kalbi vicdanı pak kavi müslüman oğlu müslüman olduğumuzu bulunduğu ve İslamiyet’in Peygamber-i zişan sallallahu teala aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin aleyhinde Doktor Dozy’yle beraber müfteriyatta bulunan Abdullah Cevdet gibi İslam namını taşıyan dinsizlerin dini şeklinde mekteb-i beyne’l-İslam tefrika ihdasını mucib olacak eserleriyle iğfal olunmayacağımızı ve her zaman bu gibi mülevves asara nazar-ı nefretle bakacağımızı ve inşaallahurrahman muhterem muallimlerimizden daha pek çok hakayık-ı aliyye taallüm ve tederrüs ederek bu imad-ı na-kabilü’l-indirası İslamiyet’in her birimiz daima müdafi-i müstakilli olduğumuz ve olacağımızı ve tederrüs eylediğimiz ulum u fünun ile hakayık-ı alenen beyan ve vecaib-i hakıkati ityan eyleriz. Fi Şubat Sene Fas Ajans telgraflarından anladığımıza göre Fas emiri hazretleri kemal-i nefretle reddeylediği Fransa’nın istikraz şeraitini bu defa tamamıyla kabul eylemiştir. lerden şikayet vesilesiyle geçen haftaki temennimizde muhık olduğumuzu gösteriyor. Abdülhamid-vari olan bu kabil politikalar elbette böyle hacaletle neticelenir. Teessüf olunur ki Fas hükumeti el-an mevki’inin vehametini takdir edemiyor ecanibin ne derecelerde matmah-ı enzarı olduğunu düşünmek Fas rical-i hükumeti teemmül etmelidirler ki; hal-i hazırlarının devamını Fransa ve Almanya menafiindeki tezad te’min ediyor. Fakat bu vaziyet tul-i müddet temadi edemez. Birgün olur ki ihtilaf mübeddel-i itilaf olur. Nitekim son hafta vekayii o günün pek yaklaşmış olduğunu inkar kabul etmez surette enzara çarpıyor. Ajans telgrafları İspanyalıların daire-i nüfuzunda bulunmak hasebiyle bin-nisbe me’munu’l-gaile bulunan nukatın Almanya canibinden emir-i merhum Mulay Hasan hazretleri tarafından kendilerine terk edilmiş olduğu iddiasıyla işgale başlanıldığını haber veriyor. çadan dolayı müteessir ve mütelaşi olacak -nitekim protestolarda bulunmuştur- fakat zaafı dolayısıyla el-hükmü limen galebe düstur-ı la-yetegayyerine ser-füru etmeye mecbur kalacaktır. Maamafih İspanya’nın zayiatı nihayet bir inkisar-ı hayalden ibaret olacağından asıl hançerin Fas’ın kalbine saplanacağı der-kardır. Almanya böyle bir teşebbüste bulunmak için şüphesizdir ki Fransa’nın muvafakatini hafiyyen bir karşılık te’min ederek lamiyye hakkında mebzulen istimal edilmekte olan tamamiyyet-i mülkiyye kaziyesini Fas için taht-ı te’mine alan elCezire mukarreratının ahkamı iki kuva arasında mütesaviyen kendileri iz’ac olunmamak şartıyla her şeyi hoş görüyorlar. Avrupa’nın muvazenesindeki ehemmiyetinden hukuk-ı düvel ulemasının kemal-i ab u tab ile bahs ve teşrih edegelmekte oldukları Berlin Muahedesi ahkamına karşı son zamanlardaki tecavüzat ile netaici meydandadır: Bir iki şedidü’l-meal nutuk mütelaşiyane telakıler sıkı fıkı müzakereler zayıfa sabr u tahammül tavsiyesi ve kuvvetli bulunmamasından dolayı serzenişler kuvanın böbürlenmesi üzerine Avrupa’nın fidye-i sulhu olmak üzere emr-i vakiin tasdiki ve nihayet parlementolarda teşebbüsat-ı vakıayı sulh-i alem Fas hükumeti Paris ve Berlin muahedelerinin bu yoldaki avakıbını ve el-Cezire mukarreratının namzed bulunduğu netaic-i mümaseleyi der-piş ederek ibret-bin ve mütebassır olmalı ve memleketi şah-rah-ı terakkıye isal edecek ıslahat ve istikbal pek muzlimdir. Hükumat-i mevcude-i İslamiyye’nin en kadimi bulunan Fas Devleti’nin yirminci asırda milyonlarca nüfustan mürekkeb olduğu halde taht-ı esarete girmesi bütün alem-i İslam’a gayr-ı kabil-i iltiyam bir ceriha olur. Emir Abdülhafiz hazretlerinin zeka ve basiretlerinden ümid ederiz ki Fas’ın geçirmekte olduğu şu buhranlı dakikalarda deruhde eyledikleri vazifenin derece-i mes’uliyyetini takdir ederler de bir ikinci Ebu Abdullah es-Sağır olmaktan hazeren muhafaza-i mevcudiyyet için icab eden tekamülat-ı maddiyye ve ma’neviyyeyi te’min edecek esbab ve vesaile bir an evvel teşebbüs buyururlar. Tunus Hafta içinde intişar eden rüfekamızın istihsal ve neşreyledikleri malumata göre Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin eyalat-ı muhtaresinden bulunan Tunus ile Trablusgarb vilayeti beynindeki hududun lüzum-ı tahdidinden mütevellid Fransa ile aramızda tahaddüs eden ihtilafın bu defa devletimizin nokta-i nazarı muhafaza olunmak suretiyle neticelendiği anlaşılmaktadır. Hükumetimizin bu mes’elede Fransa’yı muhatap tanıyamayacağından dolayı Tahdid-i Hudud Komisyonu’na Tunus tarafından me’mur olacak zevatın vali-i eyalet canibinden ta’yini iktiza edeceği esasına dair olan nokta-i nazarını Fransa hükumeti kabul eylemiştir. Devletimiz tarafından Tunus’a bahşolunan ferman me’zun olmadığından vehleten şu karar devletimizce fermanın lehimize olan bir hükmünü iskat ve dolayısıyla istinad etmekte olduğumuz esasın tarafımızdan nakzini intac eder bir hal şeklinde telakki olunabilirse de fermandaki o kaydın metbu ile tabi arasında dahili umurda ittihaz olunan bu kabil tedabir-i hududiyyeye şümulü olmayıp Tunus Beyi’nin muahede akdine masruf bulunmasından naşi şu hareketimizle fermanın hükmüne katiyen halel tari olamayacağından havadisin sıhhatı halinde kabinemiz bin-netice ihraz-ı muvaffakiyyet etmiş demektir. Buhranlı bir sırada pek çok keşmekeş-i gavail arasında bu kadarcık olsun bir muvaffakiyet te’mini de müstelzim-i şükrandır. Ma’lumdur ki Tunus Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’ye tabi’ bir eyalet-i İslamiyye’dir. Mahud Cezair Beyi Hüseyin Dayı’nın tokadı mes’elesinden tevellüd eden Cezair felaketinden sonra devlet Afrika’daki hukukunu bir kat daha muhafazaya sai olarak Tunus’a ve Trablusgarb’a asker ve politika me’muru olmak üzere Rüstem Paşa’yı göndermiş ve Kuloğlu namındaki idare-i mahalliyyeyi kaldırmış idi. Hatta Trablusgarp’ta vilayet teşkilatı bu sıralarda yapılmıştır. Gösterdiğimiz şu dikkat ve teyakkuz ol zamanlar dahi Tunus’un istiklalinden bahsetmekte olan Fransa hükumetinin işmi’zazını mucib olmuş ve fakat Tunus’un devlete olan revabıtı inkar olunamaz derecede zahir u iyan olduğundan ve devletin muharebatta Tunus’tan asker bile almakta olduğu cümlece meşhud bulunduğundan şu işmi’zaz bir şekl-i maddi-i itiraz bu garib halet-i ruhiyye hükumetin bir kat daha mes’eleye nazar-ı dikkatini celbetmiş ve müstakbelen her türlü su-i tefehhüme mahal kalmamak üzere Tunus Beyi Sadık Paşa’ya bir me’muriyet fermanı gönderilmiştir ki bu fermanda: - Valiliğin veraset esası kabul olunmak suretiyle Sadık Paşa’nın uhdesinde bırakıldığı ve hall vukuunda varis-i ekberin vezaret ve müşiriyet payesiyle makam-ı vilayete nasbolunacağı. - Hutbe ve sikkenin nam-ı Hümayun’a olacağı. - Sancağın renk ve şeklinde kalacağı. - Tunus’un muharebatta kema-kan devlete muavenet vazifesiyle mükellef bulunacağı. - Revabıt-ı mevcude atiyen dahi mu’teber tutulacağı. Sarahatleri mevcut olduğu gibi emaretin mine’l-kadim vermekte olduğu verginin afvını ve valinin azl ve nasb-ı me’murin ve hükkama ve icra-yı adalete salahiyetini ve mevadd-ı siyasiyye ve harbiyye ve tağyir-i hududdan maada ahvalde düvel-i ecnebiyye ile mukavele akdine de me’zuniyeti muhtevi bulunmaktadır. Devlet Tunus’taki vaziyetini şu suretle ta’yin edince Fransa hükumeti artık hoşnutsuzluğunu ketme lüzum görmeyerek fermanın Tunus’ta kıraatine mani olmağa kalkışmış ve fermanı isale me’mur Haydar Efendi merhumun -Viyana sefiri- karaya çıkmasını men eylemiştir. Biz bu mümanaata o zamanda aldırmamış İngiltere’nin muavenetiyle karaya çıkarak fermanı okutmaya muvaffak olmuş idik. Fakat sonradan siyaset-i hükumete arız olan tezebzübden dolayı Fransa hükumeti meydanı geniş bularak Tunuslulara haddinden fazla ikrazatta bulunmuş ve nihayet Mısır’da olduğu gibi borçların tekessürü dolayısıyla iktisaden Tunus’a tahattiye muvaffak olmuştur. İmdi hasıl olan şu muvaffakiyetten sonra Fransa hükumeti için yapılacak şey fiilen müdahale esbabını ihzardan ibaret kalıyordu. Cehlimizle bu fırsatı dahi rukabaya te’minde gecikmedik. Vatanımızda biddefeat müşahede olunduğu gibi yine bir cahil aşiret beyi taşkınlıklar göstermeye başlamış ve derhal Fransa hükumeti bu aşiret beyinin güya Cezair’e olan tasallutatını men’ bahanesiyle Tunus arazisinde takib-i eş[ki]yaya koyulmuştur. Biz mes’eleyi anlamak daiyesinde iken Fransa hükumeti valiyi sıkboğaz etmek suretiyle Bardo Mukavelesi’ni akdettiriyor. Ve güya bu mukavele ile Tunus Eyalet-i Osmaniyyesi Fransa hükumetinin himayesini kabul etmiş oluyordu. Biz böyle bir neticeyi tabiidir ki kabul edemezdik. Bermu’tad gasb-ı vaki’den dolayı siyasi vaveylalarda bulunduk. Protestolar ettik. Tunus Beyi hukuk-ı düvel nazarında akdine me’zun olmadığı bir şeyi kabul etmiştir. Binaenaleyh ke-enlem-yekündür dedik. Fakat efsus kuvvetin taht-ı te’yidinde bulunmayan bu kabil itirazat hukuk-ı düvel uleması muhitinden başka bir ma’kes bulamamış ve nazariyat-ı masına ve yapılan haksızlığın te’vil kabul etmez surette celi ve aşikar bulunmasına rağmen kuvvetimizin fıkdanı başımızda Abdülhamid bela-yı mübreminin bulunması hasebiyle harekat ve muamelat-ı gasbiyye durdurulamamıştır. Nihayet devr-i istibdad mesail-i sairede olduğu gibi bu mes’eleyi de ilave eylediği kör düğümlerle meşrutiyete devr eylemiştir. Maamafih Abdülhamid’in devr-i menhusunda Fransa’nın buradaki Tunuslular üzerinde hakk-ı himayesi kabul olunmamış ve hatta şimdiki Tunus valisinin Fransa’yı ziyaretinde merasim-i mukteziyye sefirimizin delaletiyle vuku’ bularak yeniden bir suimisal teşkiline meydan verilmemiştir. Şimdi Fransa hükumeti mevcudiyetinden bahsettiğimiz kör düğümleri çözmekten ise büsbütün kat’ını istemekte kabinemiz de çözmeye sai bulunmaktadır. Hükumetin meslek-i haricisi hakkında kariben icrası mütevatir sadra şifa verir malumat ile mes’eleyi enzar-ı umumiyyeye vaz’ buyururlar. Hindistan’ı tekmil cevelan ettikten sonra Hicaz-ı mağfiret-tıraza Hindistan hacılarıyla beraber azimet eyledik. Hindistan’daki pisliğin ne derecede olduğunu mukaddema yazmıştım. Hindistan hacıları hakkında vereceğim ma’lumatı sonraya te’hir ederek şimdilik şunu arz edeceğim: Binmiş olduğumuz vapur alel-ade mil süratle seyreder bir vapurdu. Derununda bin yüz elli kadar hacı olduğu halde vapur üzerinde yerler o kadar vasiydi ki üçüncü mevkide bile çok yerler açıktı. Maamafih vapur me’murları Hindistan halkının pisliğinden o kadar korkarlarmış ki birinci mevki kamaralarıyla üçüncü mevki beyninde tefrişatça hiçbir fark yoktu. Kamaraların mefruşatı kamilen toplanmıştı. Böyle muamele yapmakta ma’zur imişler. Çünkü kamaralar hacılar tarafından pislenmiş her yere hatta salonlara kadar odunlar doldurulmuş ve her bir köşesinde de mangallar yakılmış karma karışık bir hale gelmişti. Biz de niçin birinci kamaraya para verdiğimizi bilemeyerek geldik yalnız biz değil otuz kadar birinci kamara yolcularının hepsinde bu hal-i beht ü hayret nümayan oluyordu. Bundan maada vapur tayfaları ve hizmetçiler nazarında dahi birinci mevki yolcusu si aynı tahkiramiz muameleye ma’ruz bulunuyorlardı. Hatta üçüncü mevki yolcularına biletlerine bakarak ne kadar su verirlerse birinci kamara yolcularına aynı muamelede bulunuyorlardı. Ne ise bu cihetten müsavata riayet olunuyordu. Yalnız fiyat üç kat. Derken Babımendeb’den geçerek Kamran Tahaffuzhanesi’ne geldik. Burada İngiliz pençesinden geçeceğimizi tasavvur etmekteydik fakat bizim mütalaamızda hata oldu Osmanlı tahaffuzhanesi Osmanlı doktorları ve me’murları yedi gün vakit geçirdik hatta Japonyalı refikim Ömer Efendi Yamaoka da tahaffuzhanenin intizamından mütehayyir kaldı. doktorları arasında dahi Şükrü Osman Fuad ve Şükrü Mehmed Beyler gayet nazik namuslu ve ciddi adamlardı rüşvet kapısını katiyen kapatmışlardı. Hüccac-ı müslimin ile karantina mevkiinde müddet-i ma’lumemizi geçirdikten sonra Kanunievvel’in birinci günü Kamran’dan hareket ederek arz-ı Hicaz’a teveccüh eyledik Kanunievvel’de Cidde-i Mübareke’ye gelerek bazı ehibba derek alelacele hazırlanmış hayvanlara rakiben Mekke-i Mükerreme’ye azimet eyledik. Elhamdülillah sümme elhamdülillah kemal-i istirahat ile Kanunievvelde tavaf sa’ylerimizi bi’l-itmam Mevlana eş-Şeyh Muhammed Murad Efendi hane-i devletlerine mihman olduk. Ertesi günü ales’s-sabah Cenab-ı Mevlana eş-Şeyh Abdullah Züvavi vesair sadat-ı Mekke’den bir hayli zevat ziyaretimize geldiler biz de bir gün istirahatten sonra vali-i vilayet-i Hicaz Mehmed Emin Bey cenablarını ve emir-i Mekke-i Mükerreme Şerif Hüseyin cenablarını ziyaret ettik ertesi günü Mısru’l-Kahire Evkaf Nazırı Ahmed Hayri Paşa cenablarıyla Hidiv Divanı Reisi Şefik Paşa cenablarını ziyaret ettik ve bir çok ulema-i Mısır ile de kesb-i muarefe ve meveddet eyledik. Kanunievvel ’da vali-i vilayet Mehmed Emin Bey cenabları bize iade-i ziyaret etti ve bugünden itibaren ben Harem-i Şerif’te va’za çıkıp Türki ve Arabi lisanlarında hutbeler okumağa başladım hergün ba’dezzuhr hutbelerimiz devam etti. Hazirun iki üç bini mütecavizdi. Umera ve zabitan da geliyorlardı. Bu sene Hicaz-ı mağfiret-tıraz umumen emn ü rahattadır. Garaibden olmak üzere birinci defa olarak Japonyalı müslüman Ömer Efendi Yamaoka refikim cenabları havl-i Ka’be’de tavaf ederek eda-i hac şerefine de nail oldu. Ömer Efendi Yamaoka hemen otuz yaşını ikmal etmiş bir gençtir: İngiliz Rus Çin Kore lisanlarında mükemmel mahareti olduktan mada Fransız Nemse lisanlarında dahi biraz tekellüm eder vazife-i resmiyyesi de Japonya pay-i tahtı olan Tokyo Darülfünun Mektebi’nde lisan-ı ecnebi muallimliğidir. Demek Ömer Efendi birinci Japonyalı hacıdır. Mekke-i Mükerreme’de bu sene sıhhat-i umumiyye berkemal olup değil emraz-ı sariyye hatta adi nezle gibi hastalıklar bile yoktur. Maamafih ihtiyaten beş gün karantina tayin olunmuştur. Hacılar karantinaya hiç razı değiller her tarafta hususa Hindistan hacıları çok şikayet etmektedirler. Maamafih bu fat şikayetnameler yazmak fikri dolaşıyordu. Arafat’tan inildiği gibi hemen her şey unutuldu bazılarımız Cidde’ye bazılarımız da Medine’ye azimet tedarikinde bulunarak nefsi nefsi oldu gitti. Şikayetnameleri tertip edecek adamlar olmadığı gibi arkasından ta’kib edecek adamlar da çıkmadı. Karantina hakkındaki hacıların şikayetleri asıl karantina hakkında değil belki karantina bahanesiyle yapılmakta olan tecavüzat ve tahkirata karşıdır. Kanun-i sıhhıyye mahdud olmayıp umumen bila-istisna herkese şamil olmalıdır. Bir yerde hastalık olursa karantina da herkes için ales-seviye tayin olunmalı. Halbuki Hindistan’dan akın akın gelip gitmekte olan vapurlar arasında hacı vapurundan mada hiçbir vapura karantina teklif olunmuyor. Rusya’dan her hafta İstanbul’a vapurlar geliyor hiçbirine vapuruna mümanaat olunuyor. Ber-muceb-i kanun bir memlekette hastalık olursa o memleketten çıkmış yolculara bir kere karantina müddeti tayin lazım gelirken Petersburg’da Bombay’da hastalık olduğu zamanda hacıdan maada yolculara karantina değil tebhir bile etmiyorlar. Halbuki hacılara ikişer kat karantina teklif olunuyor: Tur’da Beyrut’ta Feodosya Kırım’da bir şehirdir da karantina oluyor. Bu sene Hicaz’a rahmet çok. Her tarafta şiddetli yağmurlar olup emn ü rahat bereket ümid edilmektedir. Bazı ifratçılar gazete sütunlarında vali vekili Mehmed Emin Bey ve Şerif Hüseyin hakkında reva gördükleri birtakım tefevvühata rağmen umumiyetle Hicaz ahvalinde asar-ı salah görülmektedir: Ratib Şerif Avn zamanında otuz beş mecidiyelere kadar çıkan deve ücretleri şimdi birden bire on sekiz mecidiyeye tenzil olunmuştur; suların kesreti sokakların nezafeti başka senelere kıyas olunmayacak bir haldedir; Mekke-i Mükerreme’de muntazam surette mekatib-i sıbyan açılmış ve halen açılmaktadır. An-karib bedevi çocuklarına mahsus mektepler açılacağı taht-ı karara alınmış ve esbabına teşebbüs olunmuştur. Ve başka cihetlerden dahi re’den gelmekte olan hacı kafilesindeki vukuatta Mekke Şerifi’nin hiç dahli olmayıp ancak delillerden gelmiş bir kusur yahud terbiyesizlik olduğu muhakkaktır. Saint Petersburg’tan Osmanischer Lloyd’a yazıldığına nazaran iki seneden beri Rusya’nın dahili politikasında meşhud olan aksülamel otuz milyonu mütecaviz İslamlar üzerinde bir te’sir husule getirmekten hali kalmamıştır. İs lamlar hal ü mevkilerinin günden güne kesb-i müşkilat etti ğini görünce bittabi adem-i hoşnudi izhar ediyorlar. Müslümanları en ziyade dilgir eden ibtidai mekatibin ahval-i hazırasıdır. İslamlar her zaman kanuna itaat ederek harekat-ı ihtilal-karaneye hiçbir zaman iştirak eylemedikleri cihetle beş sene evvel birçok mektepler küşad etmelerine mezuniyet verildi. Bugün ihtilalciler mağlup oldukları cihetle hükumetin İslamların ettiği hidemata ihtiyacı kalmadı. Pek vahi bahanelerle İslam mekatibi seddediliyor. Mektepleri kapamak için en ziyade tatbik edilen usul İslam muallimlerinin ehliyetli olmadığını bahane etmek tarikidir. Bundan maada ittihad-ı İslam için propaganda yaptıkları bahanesiyle de ekseriyetle mekatib seddediliyor. Rusları en ziyade düşündüren şey Tatarlarda fikr-i milliyyetin tevessü’ etmesidir. İslamlar arasında harekat-ı milliyye bilhassa gazetelerde görülmektedir. Kazan ve Ejderhan vilayetlerinde matbuat büyük terakkıye mazhar oldu. Burada intişar eden başlıca ceraid Pelenemuk ve Sişarim gazeteleridir. Kitap neşredenler de şu son zamanlarda tezayüd etti. Kazan’da bir Tatar tiyatro ve kütübhanesi te’sis edildi. nun değillerdir. milyon İslam’ın Duma’da ancak meb’usu vardır. Halbuki hakkaniyete riayet edilse doksan meb’usu olması lazımdır. Maamafih bu dokuz meb’us da fevkalade sarf-ı gayret ediyorlar. Reisleri olan Has Mehmedov fevkalade cesur zeki ve büyük bir natıkaya maliktir. İslamlar Rusya’da günden güne tezayüd etmektedir. senesinden beri beş sene zarfında bin Ortodoks İslamiyet’i kabul etmiştir. Bu miktar hükumetin işine gelmediği zaman tebdil edilen resmi istatistiklerden alınmıştır. Bu sebeble muhtedilerin miktarı daha fazla olması me’muldür. Bununla beraber Rusya İslamları fedakarlıkları ile temeyyüz etmişlerdir. Saint Petersburg’ta bir cami inşası için açılan iane defteri yekunu bin rubleye baliğ ve daha lazım gelen bin ruble de derdest-i cem’ bulunmuştur. Cami Kronverskiy’de güzel bir mahalde Buhara emiri tarafından ihda edilen bir arsa üzerinde inşa edilecektir. Şubat’ın on altıncı günü Buhara emiri birçok müslümanlar ve bazı rical-i devlet hazır olduğu halde vaz’-ı esas resmi icra olunmuştur. Rus payitahtında pek çok İslam bulunmaktadır. sekiz bin kişi içinde sınıf-ı kibara mensup birçok zevat olduğu gibi artist muharrir tacir ve erbab-ı san’at da bulunmaktadır. Bu kadar kesretli bir cemaatin bir mabedi olmaması şayan-ı nazardı. Bu hal İslamların arasında ittihad ve muhadenet esaslarına mugayir olduğu birçok İslamların menafi’-i müşterekelerine ait hususatta lakayd kalmalarına sebebiyet verdiği nazar-ı dikkate alınmış ve Buhara Emiri bu babda teşebbüsatta bulunmayı vazife addederek mezheb senesinde Emir cami inşası için İslam cemaatine gayet güzel bir mevkide bir arsa ihda etti. Kronverskiy Prusya civarında bulunan bu arsayı emir üç yüz bin rubleye iştira etmişti. Camiin inşası için lazım gelen mebaliğin nısfı cem’ edilmiştir. Camiin vaz’-ı esas resmini halife ve sultanın Saint Petersburg’u hin-i ziyaretinde icra etmek tasavvur edilmişse de bu halin büyük teehhürata sebebiyet vereceği nazar-ı dikkate alınarak bu resmi icra için Buhara Emiri’nin da’veti karar-gir oldu. Emir’in tahta kuudunun yirmi beşinci sene-i devriyyesine tesadüf eden Şubat’ın on altıncı gününde vaz’-ı esas resminin icrası karargir oldu. İnşaat senesinde hitam bulacaktır. Cami Semerkant’taki cami sisteminde iki minareli ve bir murabba şeklinde inşa edilecektir. Cami üç bin kişi istiab eyleyebilecek ve kadınlar için de bir mahall tahsis olunacaktır. Camie bir müezzin ve iki imam me’mur edilecektir. Vaz’-ı esas resminin yevm-i icrasında cami inşa edilecek mahal gayet güzel bir surette tezyin edilmiş ve birçok zevat da’vet olunmuştu. Emir’den maada Ufa ve Orenburg müftileri Saint Petersburg Cemaat-i İslamiyyesi Reisi Ataullah Bayezidi vesair birçok İslam muteberanı ile Osmanlı Sefiri Turhan Paşa ve sefarethane me’murini İran sefiri ve sefarethane erkanı hazır bulunmuşlardı Duma’daki İslam meb’usları reisleri Has Mehmedov ile birlikte isbat-ı vücud ettikleri gibi Petersburg kışlasındaki İslam zabitanı da merasimde hazır bulunmuşlardır. Saat ikiye doğru emir gelmiş ve Başmüfti Sultanov tarafından bir dua kıraat edildikten sonra müşarunileyh ilk taşı Ufa müftisi ikinci Osmanlı sefiri üçüncü taşı vaz’ eylemişlerdir. Ba’dehu tekrar dualar edilmiş ve müteakiben med’üvvine bir ziyafet keşide edilmiştir. Bu resm hazirunda ve HALİNE BİR NAZAR Bugün Tambov vilayetinde dört yüz bine karib ahali-i müslime mevcuttur. Maişetlerini ticaret sınaat ve bir de balık saydiyle te’min ediyorlar. Tabolsky ahalisi umumiyetle maarifin kıymetini takdir edemeyen bir kavim olup karyelerde mescid medrese gibi şeylere ender olmak üzere tesadüf olunuyor. Çocukların darü’l-irfan olan mekteplere gitmesi ancak sinn-i rüşdlerini geçtikten sonra nasib oluyor. Bu da evladlarına bir eser-i terahhum göstermelerinden ileri geliyor. Zu’m-ı fasidlerince çocuğu küçük yaşından mektebe vermek zulüm imiş. Mektebin kapıları kışın nısfı geçtikten sonra açılıyor. Velilerinin fikrince çocuğu terbiye etmek eline bir cüz’-i şerif vererek ancak “Haydi mektebe..!” demekten ibaret olup öte tarafı nesyen mensiyyen bırakılıyor. Bazen bu muhitten açık fikirli tahsile heveskar talebe çıkmakta ise de bunların da istikballeri karanlıktır. Çünkü bir kere böylelerini vilayetimizde terbiye edecek mektep medreseler yoktur. Harice çıkmak isterlerse para lazım. Muavenette bulunan güzelce tarik-i tahsili gösteren zevat da nadir… Zavallı talebe bittabi kendi kuvvetiyle para kazanarak sonra tahsile muvaffak oluyor. Bundan sonra da iş taliin vereceği hükme mevkuf: Eğer talii yardım ederek güzel muntazam mekteplere rast gelebilirse maksadına vasıl oluyor. Aks-i halde ihtiyar ettiği zahmetler sarfettiği bunca emekler boşa gidiyor. tişmiş zevat-ı muhteremedirler. Bu Tambov İslamlarının ahval-i ruhiyyelerine gelince: Gayet sade-dil olmakla beraber hod re’ydirler. Kısa fikirli olduklarından istikbali hiç düşünmezler. Her şey arzularına tabidir. Bir şeyi arzu ederlerse iyi olsun fena olsun mutlaka yaparlar. Bu arzularından döndürmek kabil değil. Döndürmek Maamafih kendilerinde diyar-ı ecnebiye giderek ticaretle meşgul olmak gibi bir haslet eskiden beri mevcuttur. Zaten Sibirya’nın en zengin şehirlerinden olan Tomsk Irkutsk Barnavul şehirlerine herkesten evvel kadem-endaz olan bunlardır. Bundan yarım asır mukaddem dahili Rusya’dan Sibirya’ya giden emtia hep bunların elinden geçerdi. Hatta bugünkü Tomsk milyonerlerinden Koktirin Puşkinon Ruslar bunların hizmetinde idi. Fakat cehalet bu nimetlerin hepsinden mahrum bırakarak işi aksine çevirdi. Dün Koktirinler bunlara hizmetkar iken bugün bunlar Koktirinlere bütün mevcudiyetleriyle hizmet ediyorlar. Nice vakitlerden beri çalıştıkları Sibirya kıtasında bugün bunlar hiçbir şeye malik değil hatta meskene bile. Sebebi de “Burası bizim vatanımız değildir. Binaenaleyh mesken filan gibi şeylerin ne lüzumu var” gibi pek sathi bir fikirden başka bir şey değildir. Fakat dahili Rusya’dan gelen kardeşlerimiz hamd olsun böyle vahi fikirlere kendilerini kaptırmadılar. Beş on sene zarfında kendi himmet ve gayretleri sayesinde sermayeye meskene her şeye malik olarak bugün Sibirya’da mevcudiyetlerini gösterebiliyorlar. Filhakika bunların Sibirya’ya gelmeleri ihtiyarlarıyla olmayıp la olsa bile tüccar sıfatıyla olmayıp belki amele sıfatıyla idi. Binaenaleyh cehaletin bunlara da sirayet ederek bugünkü terakkılerini altüst etmesinden korkuluyor. Zaten bütün işlerini güçlerini müsrif işbilmez beceriksiz baybeççelerine mahdumlarına bırakarak kendilerinin bir emniyet içerisinde visade-i atalete yaslanmaları bu korktuğumuz zamanın pek yakında hülul edeceğini bildiriyor. Rusya’da hürriyet-i diniyyenin i’lanından beri İslamiyet büyük muvaffakiyetlere nail olmaktadır. Neşr-i İslam Rusya’da ve bilhassa Rusya’nın şimal-i şarkisinde kemal-i ciddiyyetle fevc İslam mübelliğleri misyonerleri gönderiyorlar. Ve bu sayede pek çok köylüler İslamiyet’i bila-i’tiraz kabul etmektedirler. Yerli ahali de ahkam-ı din-i Muhammedi’nin ulviyetini teslim ederek İslamiyet’i kabul ediyorlar. Londra’da British Museum Kütüphanesi’nde bulunan ve İslamiyet’in Zuhur ve Terakkısi ile Hayat-ı Hazret-i Muhammed namıyla bir İngiliz alimi tarafından İslamiyet’i müdafaa maksadıyla bundan sene evvel yazılan eserin mesarif-i tab’iyyesine medar olmak üzere Londra’daki din kardeşlerimiz tarafından cem’ edilmekte olan iane için . nüshamızda açtığımız ve muhterem karilerimizin iştirakine ümidvar bulunduğumuz iane defterinin kabdaki i’lanlardan maa’l-mesar müstefad olduğu vechile başkalarınca hilaf-ı olan mikdarı ihtiva etmesinden dolayı bu hafta kapattırılmasına lüzum hasıl olmuştur. Karilerimizin şu tesarü’-i milliyyet-perveranelerine arz-ı teşekkür eder ve evvelki haftaya kadar cem’ olunan kuruşun Galata’da İngiliz Postahanesine Halil Halid Bey namına teslim olunarak numaralı makbuzunun dahi leffen Mir-i muma-ileyhe irsal kılındığını ve geçen haftaya ait olanın dahi der-dest-i irsal bulunduğunu beyan eyleriz. Alem-i hukukumuzun en mübeccel sima-yı fazl u irfanı olan mahkeme-i temyiz reis-i evvel-i muhteremi Hacı Emin Bey Efendi hazretleri encümen-i adliyyenin riyaset-i tahriraneleriyle piraye-dar olduğu zamanlarda mesail-i mu’dille-i kanuniyyenin ara-i saibe-i üstadanelerinden muktebes suver-i hilyesini tazammun eden mukarreratının bir kitap şeklinde neşri hususu için telamiz-i irfanları canibinden mütevaliyen vuku’ bulmakta olan istirhamatı ahiren is’af buyurmuşlardır. Mütehassısin-i erbab-ı hukukun azim meserretlerle telakkı edeceği şu beşareti kariben eserin intişarını tebşir ile itmama muvaffakiyetimizi eltaf-ı ilahiyyeden tazarru ve niyaz eyleriz. |/\|