|\/| _____ SIRATIMÜSTAKİM Cild 6 - Unknown 247482 60059 13670 _____ Din Felsefe Ulum Hukuk Edebiyat Tarih ve Siyasiyattan ve Bilhassa Ahval ve Şuun-ı İslamiyye’den Bahseder ve Haftada Bir Neşrolunur. Cilt Sayı - Mart Ağustos takım bugün altıncı cildinin birinci nüshasını muhterem kari’lerinin nazar-ı vedadına arz ediyor. Şimdiye kadar çıkan cüzlerini ta’kıb etmiş olan erbab-ı meslek tuttuğunu sonra şuunun edvarın inkılabına; efkarın hadisatın tehavvülat-ı bi-hesabına rağmen o mesleğe nasıl merbut kaldığını elbette takdir buyurmuşlardır. Risalemiz hiçbir fırkanın amaline hiçbir cem’iyetin efkarına hizmetkar değildir. O yalnız bir müslüman hükumetinden başka bir şey olmayan Hükumet-i Osmaniyye’nin menafi’-i meşru’asını müdafaa eder makam-ı bülend-i Hilafet’e dünyalar durdukça dinen merbut kalmaları pek tabii bulunan üç yüz bu kadar müslümanı birbirinden haberdar etmeye hepsine birden maali-i mübeccele-i dini dilinin döndüğü kadar anlatmaya bir zamanlar medeniyette ticarette ma’rifette sınaatta azamet ve şevkette mukteda-yı cihan kus anlamak yüzünden vahşete zarurete cehalete zillete meskenete düşen bu kitle-i naimeyi uyandırıp sair milletler gibi onu da bu hayat-ı nuranur-i ma’rifete teşrik eylemeye çalışır. Bu sa’yin semeredar olabilmesi için erbab-ı mütalaanın müz muavenetleri rağbetleri söylememek de bahsi eksik bırakmakdır. Ancak biz şimdiye kadar ifa edebildiğimiz hizmetleri hiçbir zaman kafi göremediğimiz alem-i İslama daha çok yararlıklar göstermek iştiyakına asla karşı duramadığımız mekte kendimizi haklı buluyoruz. Cihan-i tevhidin her tarafında muhabirler peyda etmek şuun-ı İslamı günü gününe ta’kıb eylemek matbuat-ı garbiyyeden havadis nakli kadar külfetsiz masrafsız olmasa gerekdir. Vakıa hizmetimizin doğrudan doğruya hem hükümetimize hem de şeriatımıza raci’ olduğunu bildiğimiz için biz vüs’atimizin yettiği hatta yetemeyeceği kadar fedakarlıkda bulunacağız. Lakin bu mücahedede ebediyen devamımız her halde ihvan-ı dinimizin risalemize gösterdikleri rağbeti bir kat daha arttırmalarına vabestedir. Şimdiye kadar alem-i İslama dair bazen ruha inşirah verecek bazen de uyun-ı hamiyyete kan ağladacak haberler verdik. İnşaallah bundan sonraki şuun hep evvelki kısma dahil olur. Tercüme ber-mu’tad aynen tercemeye nakl edilip meal-i alileri tahşi ye tarzında yazılacak yerde doğrudan doğruya metn-i ter cemeye derc edilmiştir. Übey bin Ka’b radıyallahu anhdan Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Musa Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir kere Beni İsrail içinde hutbeye çıkmıştı. Kendisine “Halkın en alimi kimdir?” diye soruldu. “En alim benim” diye cevap verdi. Bu hususdaki ilmi Allah’a vermediğinden dolayı Allah azimü’ş-şan ona itab etti. Allah teala: “İki denizin bitiştiği yerde kullarımdan biri var. O senden daha alimdir” diye ona vahy etti. “Ya Rab! Onu nasıl bulayım?” dedi. Ona: “Bir zenbil içinde bir balık taşı. Onu nerede gaib edersen o kulum oradadır.” denildi. Musa aleyhisselam gitti. Hadimi Yuşa bin Nun aleyhisselam’ı da birlikte götürdü. Bir zenbil içine de bir balık koyup yüklendiler. İki denizin bitiştiği yerdeki taşın yanına varınca başlarını koyup uyudular. Derken balık zenbilden sıyrılıp kurtuldu ve deniz içinde kendine son günkü gibi bir yol açdı. Deniz hisselam şayan-ı ta’accüb bir şey olmuştu. Yine o gecenin bakiyyesi ile bütün gün gittiler. Sabah olunca Musa aleyhisselam hadimine: “Kuşluk yemeğimizi ver. Bu seferimizden yorgunluk duymaya başladık. Halbuki Musa aleyhisselam emr olunduğu o yerin ötesine geçmedikçe yorgunluk duymamıştı. Hadimi: “Bak hele taşın dibinde barındığımız zaman balığı unutmuşum” dedi. Musa aleyhisselam: “Zaten aradığımız bu idi” dedi. Bunun üzerine kendi bir de baktılar ki esvabına bürünmüş bir zat duruyor. Musa aleyhisselam selam verdi. Hızır aleyhisselam: “Acayib! Bu senin memleketinde selam ne gezer?” dedi. “Ben Musa’yım” dedi. O yine “Beni İsrail Musa’sı mı?” diye sordu. “Evet” dedi. Musa aleyhisselam sonra yine söze başlayıp: “Sana ta’lim olunan rüşd ve hidayetinden bana bir şey ta’lim etmek üzere sana teba’iyyet edeyim mi?” dedi. Hızır aleyhisselam: “Sen benimle edemezsin ya Musa! Bende Allah’ın kendi ilminden bana verdiği öyle bir ilim vardır ki sen onu bilemezsin. Sende de Allah’ın sana verdiği öyle bir aleyhisselam: “Beni inşaallah sabırlı bulursun. Sana hiçbir sında gemileri olmadığı halde yürüyerek gittiler. Bir kayık geçdi. Alsınlar diye kayıkçılarla söyleştiler. Hızır aleyhisselam kayıkçılarca tanındığı için onları navlsız aldılar. O sırada bir serçe kayığın kenarına konup denizden bir iki yudum su aldı. Hızır aleyhisselam: “Ya Musa! Benim ilmimle senin ilmin ilmullahı bu serçenin denizden aldığı yudum kadar bile eksiltmez.” Dedi ve ondan sonra kayık tahtalarından birine el atıp söktü. Musa aleyhisselam: “Adamcağızlar bizi kayıklarına navlsız almışlarken sen yine kayıklarına kasd edip içindekileri batırmak için deliyorsun” dedi. Hızır aleyhisselam: “Sen benimle beraber edemezsin demedim mi?” dedi. Musa aleyhisselam: “Şu dalgınlığımla beni muahaze edip de bana bu işde güçlük gösterme” cevabına verdi. Vakı’ada Musa aleyhisselamın bu ilk muhalefeti dalgınlık eseri idi. Yine gittiler. Diğer çocuklarla oynayan bir çocuğa rast geldiler. Hızır aleyhisselam çocuğun başını eliyle yukarıya doğru çekip kopardı. Musa aleyhisselam: “Hiçbir nefse bedel olmaksızın günahsız pak bir canı nasıl telef ediyorsun?” diye sordu. Hızır aleyhisselam yine: “Ben sana benimle beraber edemezsin demedim mi?” cevabını verdi. Yine gittiler. Nihayet bir karyeye gelince ahalisinden yemek istediler. Ahali onları misafir kabul etmekten iba ettiler. Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır aleyhisselam eliyle işaret ederek doğrulttu. Musa aleyhisselam: “İsteseydin hiç olmazsa bunun andan i’tibaren artık ayrılalım” dedi. Nebiyy-i mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem kıssayı buraya kadar hikaye buyurduktan sonra buyurdu ki: “Allah Musa’ya rahmet etsin. Ne olurdu sabr edeydi de aralarında geçen maceraları taraf-ı Hak’dan bize hikaye olunaydı.” : ziyadesi vardır. - Tercüme Ebu Musa el-Eş’ari radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve selleme biri gelip: Ya Resulallah! Allah yolunda kıtal ne demektir? Kimimiz gazabına kapılarak kimimiz arından dolayı kıtal ediyor. Buna ne buyurursun? diye sordu. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem başını kaldırıp: “Her kim kelimetullah daha ali olsun diye kıtal ederse onunkisi Allah yolundadır.” Buyurdu. Diğer rivayette . Diğer rivayette Buharinin ekser musahhah nüshalarında böyle siga-i ’dür. Abdullah bin Mesud radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bir gün Medine harabelerinde yürüyorduk. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem hurma dalından bir değneğe dayanıyordu. Derken birkaç Yahudiye tesadüf etti bir takımı diğer takımına: “Ona ruhu sorun” dedi. Bir takımı da: “Ona bir şey sormayın. Belki hoşlanmayacağınız bir şey söyler. Bazıları “Ya Ebe’l-Kasım! Ruh nedir?” diye sordu. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem sükut etti. Kendi kendiye: “Ona şübhesiz vahiy geliyor” diyerek yanından kalktım. Vahiy hali sıyrılınca: buyurdu. ven geçen hafta konulamayan nottur: Ayeteyn-i kerimete[y]nin meal-i alisi “İnzal ettiğimiz ayat-ı beyyinat ile hidayeti onları biz halka kitabda beyan ettikten sonra ketm edenler öyle kimselerdir ki kendilerine Allah da la’net eder la’net edenler de la’net eder. Yalnız bu fiillerinden tevbe edip de amel-i salih işleyenler ve ketm ettiklerini sonradan beyan edenler müstesnadır. Zira tevvab ve rahim benim. Va’llahu a’lem.” Cihan-ı mütemeddinede husule gelen bütün terakkiyatın yegane medarı olan üç nevi’ hürriyet hakkında söylenecek sözleri yukarıda muhtasaran irad ettik; bütün o kavaid-i esasiyye-i mü[te]meddinenin mihr-i münir-i İslamiyet’ten aksetmiş naçiz bir lem’adan başka bir şey olmadığını delail-i hissiyye ile gösterdik. Lakin o kavaid-i esasiyyenin netayici suretinde kabul edilecek diğer bir takım kavaid-i taliyye daha var ki onları da kısaca bildirmemiz lazım geliyor; ta ki ayet-i kerimesini ni’met-i akıldan az buçuk nasibedar olanlara karşı izah etmiş olalım. Her insan kendisinin birbirinden mütemeyyiz iki cevherden müteşekkil olduğunu bilir ki onlar da cisim ile ruhdan men yek-diğeriyle öyle şayan-ı hayret bir ittihad ile birleşmişlerdir ki birinin teessüründen öteki de müteessir olur; tebayin olsun. İşte bu şuur sayesindedir ki beşeriyet arzu etmekte olduğu saadete ancak şu her iki cevheri hüsn-i diye rivayet olunuyor va’llahu a’lem. muhafaza edebilmekle vazifelerini ihlal edecek her türlü arızalardan masun bulundurmakla varabileceğini yakınen görerek bunların ikisine birden i’tinada bulunmayı zaruri addeylemiştir. Luk diyor ki: “İnsan için bu alemde vusulü mümkün olabilecek iki şeyin vücudunu istilzam eder ki o da sağlam akıl ile salim vücuddan ibarettir. Şu iki ni’met diğer bütün ni’metlerin esasıdır. Hatta şu iki ni’mete tamamiyle nail olanların menaim-i saireye ihtiyacı yoktur demek de mümkündür. Bunların birinden mahrum olan adam diğer menaimin hepsine birden nail olsa bile ikisini birden cem’ eden bir başkasından daha mes’uddur denilemez. Çünkü gerek saadet gerek hirman ancak şu iki ni’metin vücuduyle yahud fıkdaniyle kaimdir. Sağlam bir akla malik olmayan adam ömrü oldukça şeh-rah-ı saadete yol bulamaz. Vücudu salim olmayan da tarik-i mes’udiyyette ehemmiyetli hatvelerle ilerleyemez. Şu hakayık sabit olduktan sonra deriz ki: İnsan saadet-i ma’neviyyesinin istilzam ettiği metalib-i ruhiyye ile saadet-i cismaniyyesinin icab ettiği metalib-i maddiyyeden ibaret olmak üzere iki nevi’ metalibin mütesaviyen taht-ı te’sirinde bulunuyor. Metalib-i ruhiyye bir takım kavaidin hey’et-i mecmuasıdır ki nefs-i natıka-i beşeriyyenin emraz-ı ma’neviyyeden selametini te’min ederek onu illet-i hilkati olan vezaifini eda edebilecek bir hale getirmekle mükelleftir. Nitekim metalib-i maddiyye yalnız bedeni arızat-ı cismaniyyeden masun tutmaya bu hayat-ı arziyyede cisimden beklenilen vazifeyi ifaya salih bir dereceye getirmeye hadim olan kavaidin hey’et-i mecmuasıdır. İmdi insaniyetin arzu olunan saadete vusulü ruh ile cismin birlikte tehzibiyle her ten ibaret olduğu bugün bütün ulema-yı cihanın indinde münakaşa götürmeyen hakayık-ı bedihiyye sırasına geçmiştir. Halbuki daha insanlar saadeti dağ başlarında oturmak dünyadan büsbütün elini eteğini çekmek yahud bütün ezvak-ı ma’neviyyeyi bir tarafa bırakarak sırf cismani huzuz ile uğraşmak gibi şeylerde ararlarken Müslümanlık bu hakıkati meydana koymuş idi. Şimdi şu sözümüzü biraz tafsil ile izah edelim: Halkın ahvaline nazar-ı im’an ile bakan bir göz fıtratlardaki tebayüne isti’dadlardaki tehalüfe dair dehşetli acibeler görür. Şurada bir mu’tedile orada bir müfrite ötede bir müferrite tesadüf eder. Sonra bunların aralarında da o kadar dereceler bulur ki Cenab-ı Halık’tan başkası için ihata kabil olamaz. Bunların hepsi de a’malde i’tikadatta melekatta birbirine o kadar muhaliftir ki iki zıddı cem’ etmek nasıl gayr-ı kabil ise iki kalbin beynini te’lif de öylece imkansız olur. Evet nev’iyette müttehid insaniyette müşterek olmalarına rağmen tehalüfün bu derecesi şayan-ı hayrettir. Pekala! Nev’-i insaniyi teşkil eden efrad arasında bu kadar şiddetli bir tehalüf neden ileri geliyor biliyor musun? Ecsama savlet ederek onların suver-i maddiyyesini çirkinleştiren bir takım hastalıklar arızalar bulunduğu gibi ortada ervaha musallat olarak onların suver-i ma’neviyyesini de biçiminden çıkaran bir takım emraz ve a’raz mevcud olduğuna şu hal bir delil-i mahsus değil midir? Sonra ya bir müessir nasihatin yahud tehdidin te’siriyle aklını başına toplamış bir serseri azgınlıktan vaz geçmiş bir sefih görüyorsun şu müşahede hakıkı ilacı bulunursa emraz-ı ruhiyyenin de kabil-i izale olacağına vazıh bir delil olmaz mı? Evet ruh bidayet-i emirde her kalıba dökülmeye müstaid bir çocuk gibidir. Eğer bir mürebbi-i hakimin ağuş-ı terbiyyesinde büyüyecek olursa bir ruh-ı müzekka olur çıkar; yok lakayıd bir mürebbiye düşer yahud bir takım fena müessiratın dest-i merhametine bırakılırsa sahibinin başına bela olacak bir ruh-ı şerir olur. Demek gerek hastalığı gerek bir fark varsa cism-i maddinin hastalıkları ile devaları ruh-ı ma’nevinin emraz ve mualecatına benzememesidir. Artık ervahın tarz-ı terbiyyesiyle emrazdan vikayesi hususunda kezalik vazife-i mevduasını ifaya salih bir hale gelebilmesi kolaylaştı demektir. Bu maksada vusul için ne lazımdır? Evet bunun için dört şey elzemdir: biri için münferid bir fasıl tahsis edeceğiz. - - Müteahhirin-i ulema-yı Osmaniyye içinde ihata-i ilmiyyesiyle namdar bir zat-ı fazilet-şiar olup Maraşlıdır. Mukaddemat-ı ulumu vatanı ulemasından ba’de’l-ikmal fudala-yı be-namdan Tefsiri Mehmed Tefsir-i Tibyan müellifi ve Darendevi Hamza efendilerin derslerine müdavemet ve ale’lusul tekmil-i tahsil ile vatanına avdet ve biraz sonra Şam-ı Şerif’e giderek varis-i ulum-ı Muhyiddin-i Arabi Şeyh-i zü’lcenaheyn Abdülgani Nablusi hazretlerinden hadis tefsir tasavvuf gibi ulum-i ‘aliyye tahsiline bezl-i makderet eyleyip ahz-i icazet ve hilafetle Maraş’a muavedet ederek bir tarafdan halka-i tedrisine şitaban olan tullab-ı ilm ü ma’rifete tedris-i ulum-i mütenevvi’aya bir tarafdan da te’lif-i asar-ı nafi’aya mübaderet eyledi. Sinin-i vefire bu vechile neşr-i çaklı-zade dünyadan bekaya irtihal etti. Mısra’ının delaleti olan tarihinde dar-ı na’ime rihlet etti. Maraş’ın kıble cihetindeki mezaristanda defin-i hak-i gufrandır. Sicill-i Os mani ’de Üsküdar’da medfun olduğu gösterilmesi eser-i zühuldür. Asar-ı fazılanesi ber-vech-i atidir: Haşiye-i Tefsir-i Keşşaf ala sureti’l-Bakara Aynü’l-Hayat fi Beyani’l-Münasebat fi Sureti’l-Fatiha Risale fi Ayati’l-Müteşabihat Risale fi Imani Valideyni Resulillah Gayetü’l-Bürhan fi Tefsiri Ayeti’l-Kürsi Haşiye ala Şerhi Dibacei Tarikati Muhammediyye Teshilü’l-Feraiz Sübhatü’l-Kader fi Medhi Meliki’l-Kadir Selsebilü’l-Me’ani Tavzihu Zübteti’l-Menazır Nehru’n-Necat fi Tafsili Ayni’l-Hayat Andelibü’l-Menazır Haşiye ala Şerhi Risaleti’l-Adab li-Taşköprü-zade Takriru’l-Kavanin mine’l-Mantık ve’l-Münazara Risaletün fi Tecdidi Iman Risaletün fi’l-Fetava Cami’u’l-Künuz Cehdü’l-Makal mine’t-Tecvid Tahriru’t-Takrir mine’l-Münazara Risale-i Adiliyye Tehzibü’l-Kıraet otuz cüz’ mikdarındadır Ara’is fi’l-Mantık Şerh-i Velidinihi Haşiye ala Şerhi Metali’ Haşiye ale’l-Hayali Risale fi İtlafi Kilabi’l-Mudırra Mahrukı-zade Cafer Bey tarafından terceme ve tab’ edilmiştir. Tertibü’l-Ulum Bu eserde bir sene akdemine gelinceye kadar medarisde tedrisi iltizam olunan havaşın tedrisinden faide olmadığı ve her fen için mütehassısları tarafından te’lif edilmesi lüzumu musarrahdır. Mısır’da Cami’-i Ezher’de tahsil-i ulum ile meşgul olan Yemen zadeganıyla sair talebe-i ulum efendilerin hususuyla Yemen kıt’a-i vesi’asında münteşir olan “Tarikat-i Merganiyye” reisi Tihame sadatından Şeyh Bilal Ubeyd el-Yemeni hazretlerinin imamü’l-müslimin ve Halife-i Seyyidü’lmürselin hazretlerine karşı ref’-i liva-yı isyan eden kabail-i Yemaniyyeye hitaben bil-icma’ ve’l-ittifak tertib ve iki bin nüshasını ahiren hıtta-i Yemaniyyeye neşr u ta’mim ettikleri “en-Nasihatü’ş-şer’iyye li-kabaili’l-Yemeniyye” serlevhalı Yemen kıt’asında serzede-i zuhur olup bugün “Da’ü’l-udal” gibi vücud-ı vahide-i İslamiyyenin bir uzvuna isabetle a’za-yı sairesini dahi rencide ve muztarib eden maraz-ı mühlik şuriş ü fesad emin olunuz ki mütefekkirin-ı erbab-ı mütefekkirin yakınen müşahede ediyorlar ki: O feyfa-yı vesi’-i nifak u şikakın vukuu ve menba’-ı din ü ahkam olan İmamü’l-müslimin ve Sultanü’l-Arab ve’l-Acem Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerine karşı bu gibi alaim-i isyan ve adem-i çalışan ağyarın teşvikat-ı menafi’-perestanesinden başka bir şey değildir. Bu cihetten bizler yani zirde vazı’u’l-imza olan talibin-i kabailimize aba ve ihvanımıza nesayih-i şer’iyye ile hizmet-i hasenede bulunup tarik-i hakk u savaba acizane da’vet edelim. Ma’lum-ı ma’aşir-i İslamiyyemizdir ki zat-ı ecell ü a’la Kur’an-ı Kerim’inde ve ve ve gibi din-i mübine siyanet-i şe’air-i müslimine da’vet buyuruyor. Bu ecilden deriz ki değil şakk-ı liva-i itaat etmek hatta cümleniz yed-i vahide inkılab edip o dest-i tevhid ve ittihadı da İmamü’l-müslimin ve Emiru’l-mü’minin Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerine uzatarak arş-ı a’tab-ı hilafet-i uzma etrafında tohm-ı nifak u şikak ekenlerin; ve bulanık suda balık avlamaya mütesaddi olan a’danın def’-i şerrine bezl-i can u istita’at edesiniz. Bugün şüphesizdir ki devlet-i kaviyyetü’ş-şekime-i Osmaniyyemiz Yemen’deki ateş-i fitneyi en küçük bir himmetle rahm u şefkat eylemektedir. Nitekim bil-cümle teba’a-i zirdestan-ı hümayunları hususiyle bilad-ı Arab sükkanı her zaman o cuy-bar-ı eltaf u inayetten hisse-mend-i şükran u saadet olmaktadır. Binaenaleyh bizim gibi muhlis ve müşfik evladlarınızın kardeşlerinizin nesayih-i şer’iyyesini dinlemez vadi-i bağy ü tuğyanda inad ü istimrar ederseniz bundan bu na-be-ca mu’anedenizden dolayı kimseyi levm ü takbih etmeyip ancak kendi nefsinizi ta’yib ediniz. Ve biliniz ki sefk-i dima-yı müslimine katl-i nüfusa ziya’-ı emvale kadınların dul çocukların yetim kalmalarına siz sebep oluyorsunuz. Ve biliniz ki huzur-ı ahkemü’l-hakiminde bundan bu dökülen kanlardan yıkılan hanmanlardan yetim ü bi-kes kalan sıbyan u nisvandan dolayı siz mes’ul olacaksınız. Ey Yemen’de ikamet eden peder ve biraderlerimiz! Ey muhterem kabail! Tahattur etmez misiniz ki: Sultan-ı Enbiya aleyhi ekmelü’t-tahaya efendimiz hazretleri kavl-i celili ile bizi medh ü sena buyuruyor. O halde bize ve peder-i muhteremlerimize ar değil midir ki: Sadr-ı İslamda en evvel bu din-i celilin nasir ü zahiri biz Yemenliler iken kurun-ı ahirede bunun aksiyle mat’un olalım. Hususiyle her tarafda şerr ü fesadın çoğaldığı ve ahlak-ı umumiyyeye za’af u fesad tari olduğu ve ecanibin bizi her cihetten ihata ettikleri bir zamanda memduh-ı Muhammedi olmaktan iba vü istinkaf eyleyip haib ü hasir kalmak bizim Binaenaleyh ulema-yı Yemaniyyeden niyaz ü istirham eyleriz ki bu nasihatname-i şer’iyyemizi aktar-ı Yemeniyyede neşr ü ta’mim ile cühelayı irşad ve bağy ü isyanı sükun ü itaate tebdile bezl-i makdur u ictihad ederek inkıyad-gerde-i ferman-ı olsunlar ve mina’llahi’t-tevfik. dar’dan ta Avusturalya büyük adasına kadar muttasıl İslam memaliki olduğunu görür: Anadolu Arabistan İran Hindistan Hind-i Çini ve Cava memaliki… Biz Hilafet-i İslamiyye gibi en mukaddes ve en kavi bir vedi’a-i ilahiyyeye bugün sahib bulunan Osmanlı müslümanları şu memalik-i vesia-i bile haberdar değiliz… Bütün efkar u amalimizi kadim ve vasi’ Asya’nın ufak bir yarım adasından ibaret Avrupa büyülemiştir. Bir arkadaşımızın dediği gibi mekatib-i rüşdiyyede ezberlediğimiz coğrafya kitablarından Fransa’nın köylerine kadar öğreniriz de Şark İslamının payitahtlarından bile haberdar olmaya lüzum görmeyiz! İ’dadi bitirmiş her efendi Napolyon’un mareşallerini ezberden sayar da üç dört asır bütün Hindistan’ı ellerinde tutan Müslüman ve Türk kand’da Açe’de Zengibar’da bir zamanlar kavi muzaffer ve müterakkı İslam devletlerinin teşekkül etmiş olduğundan Adil-i Mutlak ehil olmayanlarda hiçbir emanetini bırakmaz… Sünnet-i ilahiyyesi böyle cari olagelmiştir. Biz de henüz vakit geçmemiş iken o hariku’l-ade kıymetdar ihsan-ı “Sıratımüstakım” yevm-i intişarından beri daru’l-İslam sükkanını yek-diğerine tanıtmak ülfetlerini arttırmak için vüs’ u takatinin yettiği kadar çalışıp çabalamak[ta]dır. Me’haz ve vasıta buldukça memalik-i İslamiyyenin mazi ve hali hakkında haber ve ma’lumat toplayıp kari’lerine vermeye sa’y eylemektedir. Şimdiye kadar Mısır Asya-yı Vüsta bilad-i Mağrib ve Afrika ve Aksa-yı Şark ve Rusya müslümanlarına dair muttariden şuun ve vekayi’ nakl etmişti. Fakat alem-i İslamiyet’in mühim bir kısmı olup lisan-ı şarkide Cava müslümanları ve elsine-i garbiyyede “Cezair-i Hind” denilen adalar ahali-i müslimesi hakkında bugüne değin biraz ikmale çalışıyoruz. Makam-ı hilafette münteşir bir ceride-i İslamiyyenin alem-i bulunmak elbette lazımdır. Sıratımüstakım bunun ihdasına uğraşmaktadır. Ancak bu gayeye erişinceye kadar bil-vasıta ve hikmeti nerede bulursa almakla me’murdurlar. Hind-i Çini Malaka Boğazı ve Filipin ve Malay adalarında pek çok müslüman kardeşlerimiz vardır. Yalnız Felemenk taht-ı hükmünde bulunan müslümanların mikdarı milyonu tecavüz ediyor. Bunların bir kısmı seneden beri bar-ı mahkumiyeti taşıyorlar. Avrupalılarla olan bu temasın yakın zamanlara kadar Cavalıların hayat-ı ictimaiyyelerine te’siri hissolunmakta idi. Felemenk müstemlekat ve ticaret kumpanyaları bu zengin kıt’anın usaresini emip ahalisini esir gibi kullandığı halde birkaç batarya ve alay asayiş ve itaat-i memleketi te’mine kifayet ettikten fazla Felemenk müstemlekesinin tevsi’-i hududuna da muvaffak olmuştu. Ahval-i memleketi hiç bilmediğimizden dolayı vekayi’in Felemenk menabi’inden tereşşuh eden zevahirine bakarak ve biraz da Cavalıları Mekke-i Mükerreme’de gören hacıların rivayetine kulak asarak Cavalı kardeşlerimizin fazla halim ve asayiş-cu olduklarına hükm ediyorduk. Ancak karşı isyan edip adadaki üç dört bin kişilik Felemenk fırkasını epey zedelemişlerdi. Bunun üzerine evvelden beri Cavalılar hakkında takarrür etmiş fikir biraz sarsılmıştı. Sumatra kıyamı üzerine o zamanlar Kırım’da münteşir Tercü man refikımız şöyle yazmıştı: “Müslüman takdir-i ilahiye boyun büker; sabırdan ayrılmaz ama insandır yaşamakta hiçbir lezzet kalmayınca da ölümden korkmaz.” Felemenklilerin cebir ve zulmü her türlü hududu aşmış olmalıdır ki Sumatralı müslüman kardeşlerimizin zalim müstevlilere karşı kıyam edip cesarette keramet gösterdikleri istihbar olundu. “Rus gazetelerinin yazdıklarına göre Sumatra ihtilali vergi mes’elesinden çıkmış imiş. Ellerinde hiçbir şey bırakılmayan yerliler vakı’a kurşundan zehirli oktan başka daha ne versinler? Canlarından ellerini yıkamış bu mücahidler iki Felemenk karakolhanesini hücum ile almışlar; diğer karakolhanelerin de cümlesi taht-ı tehlikede imiş.. Arazi dağlık ahali kamilen gasıb ve zalim Avrupalılara düşman olduğundan bunlar emin değilmiş. Sumatra kıyamı Felemenkin bugün Sunda adalarındaki hakimiyetini sarsıyormuş… “Sumatra kıyamına dair tafsilat veren bir Rus gazetesi: “Demek pek zengin bu adalar Avrupa boyunduruğundan artık kurtulmak istiyorlar!” diye biraz müteaccibane tefekküre dalıyor. Bunda taaccübe mahal var mı ya? Muttasıl boyunduruk altında bulunmaya öküzden gayrı kim razi olur? Felemenkliler bu kıyamını teskine muvaffak olmuşlardı. Lakin Sumatra ceziresini hala ellerine tamamen geçirememişlerdir. Bundan başka son senelerde asıl Cava’da yani Felemenklilerin en eski müstemlekelerinde dahi fikr-i milli ve istiklal seneden seneye tezayüd ve kesb-i kuvvet etmektedir. Mesela bu sene bir müslüman Cava ceziresi “Talang Pernido” yani “Nay-ı Ümid” nam-ı müste’ar-ı şairanesini takınmış bir zatın bir makalesini yazmıştı. Muharrir vatandaşlarını Felemenkce tahsilinden ziyade lisan-ı necib-i Arab tederrüsüne teşvik eyliyor ve bu suretle müstevli zalimlere karşı infi’al ve nefretini izhar eyliyordu. Avrupa medeniyetine temas Cava müslümanlarında dahi tıbkı Avrupalılara mahkum diğer memalik-i İslamiyyede olduğu gibi iki cereyan-ı fikri hasıl etmiştir. Bu iki cereyandan birisi kat’i bir muhafazakarlık diğeri ise düşmana kendi silahıyla mukabele arzusuna müstenid bir nevi’ teceddüd-perverliktir. “Nay-ı Ümid” in birinci cereyan salikininden olduğu anlaşılıyor. Bu hafta aldığımız Fransızca “ Mecelle-i Alem-i İslami ” Revue du monde musalman Hüseyin Caridingrat Efendi’den ve onun te’lif etmiş olduğu Açe Tarihi’nden bahs ediyor. Gerek mezkur cereyanları anlayarak Cavalıların hayat-ı hazırasına gerekse Malay saltanatlarının en kavilerinden olmuş olan Açe saltanat-ı İslamiyyesi’nin vekayi’ini biraz öğrenerek o havali müslümanlarının ahval-i maziyyelerine dair bir fikr-i mücmel edinmiş olmak için Meccelle-i Alem-i İslami’nin mü’ellif ve te’lif hakkında yazdıklarını gelecek hafta inşaallah aynen terceme ve nakl eyleriz. CEBEL-İ LÜBNAN’IN VAZ’İYET-İ HAZIRASI Cihanın en zengin ve en ma’mur addi sezavar olan Lübnan Dağı Beyrut şehrinin şark-ı cenubisinden bed’le şark-ı şimalisine kadar imtidad edip ufkı bir vaz’iyet kazanmaktadır. Mevki’-i tabi’isi letafet-i havası arazisinin kuvve-i inbatiyyesiyle safir-perverlikleri ictihad ve gayretleriyle temeyyüz etmişlerdir. pa’dan Mısır’dan Beyrut’dan ve mahall-i saireden binlerce erbab-ı ticaret ve vicahet tabiatın harika-i san’atını temsil eden o cemal-i bi-keran ile zernigar edilmiş ve Bahr-i Sefid sahiline irkaz edilerek inan-ı semaya kadar yükselmiş olan rengarenk o bi-endaz ve muhteşem cebel-i mezkurun zirvelerindeki latif latif köylerinde sayfiyelerini imrar ederler. Cebel-i Lübnan’ın tarihini safahat-ı maziyyesini mütalaa edenler görürler ki cebel usur-ı salifeden beri yüzlerce buhranlar hevl-nak ıztırablar geçirdikten sonra bu hali şimdiki vaz’iyetini almıştır. Bu buhranların sonuncusu addolunan senesi ihtilalidir ki birtakım eşirranın te’sir-i nüfuzuyla ahali arasında hun-rizane müsademattan ve içlerinden birlerce telefat ve zayi’at gaib olduktan sonra düvel-i ecnebiyyenin müdahalesiyle idareten bir nevi’ istiklaliyete müncer olarak son rolünü oynamıştır. Cebel-i Lübnanlılar müstakillen idare-i şuun ettikleri günden beri şimdiye kadar gerek tekamül-i ictimailerine ve gerek terbiye-i akliyye ve fikriyyelerine hiçbir eser-i ihtimam göstermemişlerdir. Bunun sebebi ise fırkalar ol bi-çare Cebel’deki ahzab-ı siyasiyye arasında günden güne tahaddüs etmekte olan ihtilafat-ı mezhebiyye ve idariyyeden ileri gelmiştir. Fi’l-vaki’ Cebel-i Lübnan’da bir takım münevverü’lfikr erbab-ı kalem zatlar bulunuyorsa da bunlar ya Beyrut darulfünunlarında veyahud Mısır mekatib-i aliyyesinde ikmal-i tahsil eylemiş bulunuyorlar. Cebel-i Lübnan’daki fırkalar beyninde ara sıra vukua gelmekte olan münazaat-ı siyasiyye yüzünden sade kendileri değil belki tabi’ bulundukları hükumeti Hükumet-i Osmaniyye’yi de ma’nen mutazarrır etmekte bulunuyorlar. Bugünlerde zahiren mücadelat-ı dahiliyye-i adiyye rengini almış olan fırkalar ihtilafatı bir gün gelir ki kesb-i ittisa’ ederek büyük bir ihtilali güftüguyu mucib olacak ve bunun neticesi de hükumat-ı ecnebiyyenin müdahale-i fi’liyyesine müncer olacaktır. Bu ise Babıali’nın kail olamadığı ve kabul edemeyeceği bir hal-i şematet-meal olup şimdiden telafisine çalışmalıdır. Fırkaların esbab-ı münazaasına gelince: Cebel-i Lübnan’da maksad-ı aslisi Cebel’in hal-i hazırını ve daha doğrusu senesinde düvel-i muazzamanın müşarekesiyle tanzim edilen “Cebel-i Lübnan İmtiyazı” namındaki kanunun mantukunu muhafaza etmekten ibarettir. İkincisi Liberal Fırkası olup bunun da hatt-ı haraketi imtiyaz-ı mezkurun ahkamını muhafaza etmekle beraber Meclis-i Meb’usan’a a’za göndermek hükumetin vilayatta tatbik ettiği veya etmekte bulunduğu bil-cümle kavanin ve nizamatı Cebel-i Lübnan’da dahi mer’iyyü’l-icra tutulmak gibi daha vasi’ bir surette Osmanlılığını muhafaza ederek daima merkez-i saltanat ile münasebatta bulunmak istiyor. Bunların kısm-ı a’zamı Müslüman ve Dürzi’dir. Muhafazakar Fırkası şimdiye kadar defaatle sabit olduğu vechile pek büyük bir takım siyasi ve idari hatalarda bulunmuştur. Ez-cümle padişahımız efendimizin mümessili olan mutasarrıf paşaya karşı zeban-dırazane bir vaz’iyyet layık göremeyeceği gibi vicdanen ve belki de kanunen mes’uliyet-i şedideyi müstelzim olacağını vehleten hükm eder. Siyyema ki mutasarrıfın zimmetini istilzam eden esbab-ı ba’ise-i mezkure taharri edilip de müşarun-ileyh sade Dersaadet’den sadır olan evamiri Cebelce tatbik etmeye kalkışmasından münba’is olduğunu görürse büsbütün te’essüfden kendini alamaz. Bu tehevvür politikasına karşı yalnız şunu diyebiliriz ki Cebel-i Lübnan’ın terakkı-i maddi ve ma’nevisini teali ve tekamülünü arzu eden ve kendine vatanperverlik süsünü veren marrü’z-zikr Muhafazakar Fırkası’ndan böylece her dem şüzuzkarane bir politikanın ta’kıbi Cebel’in vaz’iyetini zir ü zeber etmekten başka bir netice hasıl olamaz zannındayız. sı Cebel-i Lübnan’ın temami-i istiklaliyyetini muhafaza etmek hevesiyle irtikab eylediği galatları birer birer ta’dad ederek bu yüzden Cebel-i Lübnan ahalisine hissen vaki’ olan zarar u ziyanları göstermekle iktifa ederiz. Evvelemirde mezkur Muhafazakar Fırkası Sadaret-i Uzma’nın evamir-i mükerreresine rağmen Lübnanlılar tarafından Meclis-i Meb’usan’a a’za göndermeyi bütün kuvvetiyle red etmiş ve bu hususda Cebel’in etraf-ı erba’asında çevirdiği entrikalar neşr eylediği avam-firibane mütalaalar sayesinde Lübnanlıları ve hatta bu uğurda bil-mecburiyye müslümanları bile men’e muvaffak olmuş ve işbu hakk-ı sarihlerinden mahrum bırakmıştır. Arada bir sene kadar müddet geçer geçmez Cebel-i Lübnan’ın en mühim iskelelerinden addolunan Cünye Limanı’nın Babıali’nin muvafakatini istihsal etmek şöyle dursun düvel-i mütehabbece mer’iyyü’l-icra kavanin-i ticariyye-i bahriyye ahkamına mübalatsızlık göstermek gibi büyük bir vekahat ile mezkur limanı serbesti-i ticarete küşade etmek emelinde bulunarak tabi’ olduğu Devlet-i Aliyye nezdinde caat edeceği yerde birden bire düvel-i muazzamanın Beyrut’da bulunan konsolos cenerallerine müracaat etmiş ve bereket versin ki konsolos ceneraller Lübnan Muhafazakar Fırkası’nın işbu gayr-ı meşru’ talebine karşı bir tavr-ı istihfafkarane ve daha doğrusu mübalatsızlıkla mukabele etmişlerdir. Kezalik Matbuat Kanunnamesi’nin ahkamı Cebel-i Lübnan’a da şümulü olacağına dair Makam-ı Sadaret’in canib-i mutasarrıfiye vuku’ bulan iş’arı üzerine bit-tabi’ mutasarrıf paşa bunun icra-yı icabına tevessül eylemiş ve gazeteler ile muazzama konsolosları nezdinde Babıali’yi ve mutasarrıf paşayı protesto etmişler. Lakin gene aynı neticeyi yani muvaffakiyet mutasarrıf paşayı iğaza ve daha doğrusu ihafe etmek için hod be-hod matbaalarını iki gün sonra da gazetelerini kapamışlar ve el-an kapalı bulunmaktadır. Bu inadkarane vaz’iyetin esbab-ı hakıkiyyesini taharri edersek sade Babıali’ye karşı ma’siyetkarane bir vaz’iyet almaktan bir politika çevirmekten başka bir netice göremiyoruz. fazakar Fırkası’nın amalini tervic etmediği cihetle tağlit-ı ezhan için daima aleyhinde dur u dıraz ve bed-endişane mütalaalar makaleler yürüdüyorlar. Hatta geçenlerde Muhafazakar Fırkası’ndan müteşekkil olan Cebel Meclis-i İdaresi a’zasından Jorc Bey Zoben namında birisi bir gazeteci kapıda duran yaver tarafından men’ edilmiş mezkur Jorc Bey işbu muameleden münfa’il olarak yaveri loververle vurmak nefer jandarma tarafından yakalanmış ve hapishaneye götürülmüştür. Nihayet a’yan-ı Cebel tarafından muma-ileyhin tahliye-i sebili için mutasarrıf paşadan iltimas etmişler. Mutasarrıf paşa da “Ben hukukumdan vazgeçtim fakat ortada hukuk-ı makam vardır. Bu ise mukaddesdir. Ondan vazgeçemem” demiştir. Biz vekayi’-i mezkureyi bi-tarafane muhakeme etsek bunu söylemeye mecburuz ki mutasarrıf paşanın Cebel-i Lübnan’daki mesleği tam meşrutiyet-perver bir hakimden suduru me’mul olan ciddiyet ve metanet kanuna tatbik-ı hareket etmek merci’inin evamir ve nevahisini tenfiz etmekten başka müşarun-ileyhde bir şey göremeyiz. Fırka ise bilakis ahalinin hele avam tabakasının tadlil-i efkarından devlet-i metbu’alarına karşı hodserane ve biinsafane muamelatta bulunmaktan başka bir meslek ta’kıb ettiğini göremiyoruz. Sad-hezar te’essüf… Ahrar Fırkası ise –ki ekserisi müslümanlardandır– muhaliflerinin daima ahalinin efkarını teskin ve Muhafazakar Fırkası’nın mesai-i bed-hahanelerini keşf ü isbat etmekle uğraşıyor. Hatta ahali beyninde iane-i milliye-i bahriyye için bir mikdar akçe cem’i maksadıyla icra-yı tergıbat ve teşvikattan geri durmuyor. Ve buna da muvaffak olarak şimdiye kadar hayli mikdar para cem’ etmiştir. Var olsun bu Osmanlı ve hamiyetli fırka… Ve’l-hasıl Cebel-i Lübnan’ın şimdiki halet-i ruhiyye ve hayret-amiz bir takım ahval-i esef-iştimale vakıf oluruz. Hatta şurası da ca-yı taaccübdür ki ahali daima yek-dil olarak Osmanlı Osmanlılık ile iftihar ve ancak bu nam altında serbesti-i hayatlarını muhafaza edebileceklerini tasrih etmekte bulundukları bir sırada içlerinden bazılarının böylece bazı def’alar da basiretkarane hareket etmemek ve daima la-kaydane davranmak gibi etvar ve hareketlerini pek müstagreb ve Devlet-i Aliyyemizin calib-i intibahı olsa gerektir… Beyrut’da münteşir er-Re’yü’l-Am gazetesi Sahib ve Ser-muharriri Evet yine zavallı İran! diyeceğiz. Zira bi-çare kendisine her gün indirilen müdhiş darbelerden kurtulmak için müracaat etmediği çareler bırakmıyor; içine düşmüş bulunduğu ye’sin karanlıkları içinde nerede bir şu’le-i ümid bulursa hemen o tarafa koşuyor derdine derman acılarına şifa arıyor. Fakat heyhat! Ağabeyisi bile kendi mevcudiyetini müdafaa Osmanlılar insanların ilk beşiği olan Asya’nın vahşi ovalarından garb taraflarının müsafirperver kucaklarına ilk şitablarından beri bir müddet sağdan sola cereyanlar husule gelmiş; bu cezr ü meddin dalgaları kendini ta Viyana surlarına kadar hissettirmişti. Osmanlı tarihinin nısf-ı ahirinde bu yükselen suların yavaş yavaş geriye çekilmeye mecbur oldukları görüldü; garbın sarp kayaları ona bir hareket-i ric’iyye vermişti. İşte bu hareket el-an devam etmek üzeredir. Evvelce dünyanın mahzeni denilecek kadar zengin bir toprak olan el-Cezire ovaları bu güne kadar ellerimizde çorak bir hale getirildikçe memleketlerinde sığışamayıp dışarıda kendilerine bir lokma bulmak ihtiyacını duyan ecnebiler hasta olduğumuz için yiyemeyeceğimiz bu ekmeği elimizden kapmak üzere etrafımızda vaz’iyetler aldılar. Bu şimdiye kadar bizim bir facia-i tali’imiz idi. Fakat bu gün mes’elenin rengi tamamen değişmiş bulunuyor. Gösterdiğimiz ufak bir hareket düşmanların bütün ümidlerini kırdı. Emellerindeki azmi bir kat daha arttırmaya lüzum gördüler; şimdi bizden daha zaif bulunan sevgili kardeşimiz İran’ın başına saldırıyorlar. Zavallılar evvela bizden istimdad ettiler… Başka ne yapabilirlerdi? Fakat biz onlara ne yapabilecektik? Hemen muhalif cereyanın kuvve-i himayetine sarıldık. Fakat bu tabiidir ki o kadar büyük bir te’sirse veremezdi. Nitekim ki vermedi. Şimdi İran kendi başının çaresini kendi arıyor.. Muhterem kari’ler! Bugün onların müracaat ettikleri çare nedir biliyor musunuz?.. Namıyla ufacık bir kitap o azametli millet ile baş başa acıklı bir hasbihal… Zavallı Acemler İngilizlere “Allah aşkına bir kere bizi dinleyin hal ve keyfiyeti bir def’a iyice anlayın sonra vicdanlarınızın mahkeme-i adaletinde bir muvazene edin ona göre bize karşı olan hareketlerinize bir hüküm verin” diyorlar. Bu kitabdan kari’lerimize bazı şeyler nakl etmeyi münasib görüyoruz.. Bu sahifelik ufacık kitabın başında evvela “Kalküta’da Miting” ser-levhası altında şöyle deniyor: Geçen gün Kalküta’da Acemler tarafından icra edilen bir mitingde İran da’vasının İngiliz milletine arz olunması cenub eyaletlerindeki turuk-ı ticaretin üç aylık bir mühlet zarfında inzibat altına alınması talebi ile asayişin muhafazası didi havi İran’a verdiği nota yalnız Acemleri değil dünyanın her tarafındaki müslümanları hayretlere ilka etti. Daha açık ta’birle nota yalnız İngiltere siyasetinde bir inhiraf gibi değil alem-i İslama karşı büsbütün bir ta’dil-i vaz’iyet gibi telakkı olundu. El-hasıl Sir Edward Grey’in notası Büyük Britanya’nın müslümanların dostu olduğunu bir hamlede hafızalarımızdan sildi. Maamafih Büyük Britanya ile İslam arasındaki münasebat o kadar sıkı bir surette rabıtalanmıştır ki böyle bir halde hiçbir sebeb-i hakıkı olmadan birbirleriyle birden bire bozuşmaları her iki taraf için de pek fena neticeler tevlid edebilmek isti’dadını ha’izdir. Şu ufacık kitabı çıkarmaktan maksad bir çok uzun seneler evvel iki memleket arasında mevcud olan münasebatı; rar te’sisden ibarettir. Ticaret veya sair esbab-ı maişet ile Hindistan’da bulunan Lakin İngiliz millet-i muazzamasının hiss-i adalet ve merdanegisine olan emniyetleri kat’iyyen sarsılmadı; ve onlar bütün doğruya İngiliz milletine arzı mu’azzez memleketlerini bilüzum bir müdahale-i hariciyyeden kurtarabilmek ümidlerini havidir.” Sonra İngiltere’nin “Evvelki siyaseti” namıyla bir takım teşrihata girişilmiştir. Onu şöyle bir hülasa edelim: Bu ana kadar İngiltere Rusya’nın Hindistan’da beslediği muzır emellerden korunmak için daima İslama karşı yumuşak davranmış; İran’ın istiklalini Rusya’nın ihtirasatına karşı muhafaza etmişti. Fakat bugün politika değişti. İki taraf anlaştı lacak olan Rus şimendifer hattına rıza gösterdi. Bunun sebebi acaba İngiltere’nin Hindistan’ı nasıl olursa olsun sakin görmek arzusu mudur? Asya akvamının intibaha başlaması mıdır? Veyahud Bağdad şimendifer hattının yaklaşması mıdır? Kim bilir.. Rusya ufacık Japonlardan yediği sillenin acısını vuratına bir saha-i cevelan gibi görmeye mecbur oluyor… var. Yalnız işin içinde ne olacak zavallı İran’ın başına patlayacak gibi görünüyor… hududlar ta’yin edecekler aralarında bi-taraf bir arazi bulunacak ve istiklal-i memlekete zerre kadar iras-ı halel edemeyeceklerdi. Asya-yı Vüsta işlerindeki vukufuyla mümtaz olan Lord Curzon bu ittifakı tabii Acemleri sevdiği için değil İngiliz nokta-i nazarından düşündüğü halde muvafık göremedi. Ma’amafih i’tilaf bir emr-i vaki’ halini aldı. Sir Edward Grey’in Şubat tarihiyle Sen Petersburg Sefiri Sir Nicolson’a Eylül tarihiyle Tahran Sefiri Sir Sprinif’e Kanunisani tarihiyle Mister Obriyens’e gönderdiği tahriratta Rusya’nın İran hakkında müdahaleyi gücendireceği için yine kendi menfaatleri nokta-i nazarından münasib bulmadığının bulundukları mahallerin Rusya vekillerine arzını tavsiye ediyor.. Fakat bir müddet sonra Reuter tarafından çekilen bir telgraf bakınız ne diyor: “Rusya ile hükumetimiz arasında uzun uzadıya vuku’ bulan müzakerelerden sonra karar verildi ki İran Hükumeti mandasında bir hey’et-i zabıta göndermeye mecbur olacaktır. Burada İran’ın tamamiyet-i mülkiyyesi veya müdahale-i hariciyye mes’eleleri mevzu’-ı bahs olamaz” : Anlaşıldı ki artık İngiltere Rusya ile aynı havayı çalıyor.. İngiltere’nin bu notasında müdahalesini meşru’ göstermek için dayandığı yegane esas İngiltere ticaretinin Cenubi İran’daki emniyeti mes’elesidir? Şimdi acaba İranlıların sormaya hakları yok mudur ki Hindistan hududlarında hergün vuku’ bulan iğtişaşı böyle bir vesile ile teskin etmek için Almanya şöyle bir teklifde bulunsa acaba İngiltere Devlet-i fahimesi o zaman ne yapar? İngiltere Rusya’daki ihtilalleri ne için basdırmaya teşebbüs etmiyor? Lehleri kurtarmak için niye kimse parmağını bile oynatmıyor? Rusya ile Japon Mançuru hakkında sal edebilmiş ve terakkıye doğru hazırlanmakta bulunmuş olan İran rahat bırakılırsa emellerinde muvaffak olacağını pekala ümid ediyor. Ve bunun için de timsal-i hürriyyet bildiği İngiltere milletinin ulüvv-i cenabına müracaat ediyor. Notada şayan-ı tedkık ikinci bir nokta-i nazar daha var. nu ileri sürüyor o halde ne için gümrük idhalat sütununda kette vuku’ bulan inzibatsızlığın teskini oranın hükumetine aiddir; fakat henüz İran Hükumeti’nin buna iktidarı yoktur. Sanki İngiltere İran toprağına ilk evvel mavi çaketler çıkarmakla daha iyi mi etti? Hükumetin nüfuzunu efkar-ı umumiyyede bir kat daha aciz göstererek. Rübab-ı Şikeste’nin mecruh anamız Türkistan’ı acıyarak Lakin genç bir şairimiz İzzet Ulvi Bey bazılarınca artık geçmişlerden ma’dud o büyük san’atkarın eksikliğini dolduruyor: Bir ovada düşünüyor tasalı bir ihtiyar Her yer harab.. her gelen ses sanki baykuş feryadı Semasını korkunç büyük bir kartal kanadı Kapamış hep her tarafda kanlı uzun mızraklar Ey kardeşler! Zelzeleden alt-üst olan yıkılan Bu yer bizim -bu ihtiyar- ilk yurdumuz Türkistan Osmanlılık burdan çıktı bu mukaddes topraktan Layık mı ki bu ananın işi olsun yas figan? Almatuda Yedisuda kar üstünde aç çıplak Bahtsızları -yazık yazık!- yoksulluklar boğacak. Bütün bunlar öz kardeşdir imdad ister isterler Her şey diyor: Cinse yardım!.. Vermem deme ah sakın! Dul kadınlar ve genç kızlar düşmana el açmasın! Tanin refikımizden Novoye Vremya gazetesine Kazan’dan yazılan bir mektubun aynen tercemesi: “Kırk elli sene kadar Kazan’da yaşayanların hepsi bu son senelerde müslümanların Ruslar ile olan münasebetlerinin büsbütün değiştiğini pek açık görür. Müslümanlarda Ruslardan ayrılmak fikri doğduğu gibi Ruslara karşı kalblerinde bir adavet hissi de uyanmıştır. “Kazan Tatarlığı” arasında zuhur eden bu yeni haller yirmi beş sene zarfında dünyanın her köşesinde müslümanların uyanmakta oldukları görülmektedir. Bu hareket Rusya’da; Hive Buhara Kafkasya Kırım Kazan Orenburg Ufa ve sair yerlerdeki otuz milyon müslümanı da ihata etmiştir. senesinde müslümanlar arasında bir umumi İslam Kongresi “Mü’temer-i İslami” yapmak fikri zuhur etmişti. O kongrenin maksad-ı aksası; gah Mısır’da gah Makam-ı Hilafet’te çareler vasıtalar arayacak sonra dini ve siyasi bir ittihad-ı hadın bir an evvel husulü için ibtida Kur’an’ın suret-i tahrir ve tab’ını birleştirmek düşünüldü. Ta ki şeriat-i İslamiyyenin menba’ından istinbatta bir guna ihtilaf hasıl olmasın. Bu vazifeyi Kazan’da el-yevm on a’zadan mürekkeb bir hey’et Müslümanların senesinde Nijeni-Novgorod’daki umumi ictima’ları ittihad-ı İslama pek büyük ve mühim bir hizmet etmiştir. Bu ictima’dan sonra Rusya’nın her tarafında kemal-i ciddiyyet ve faaliyyetle ittihada çalışılmaktadır. Rusya müslümanları muhtelif Türk lehçeleriyle mütekellim olduklarından ittihad-ı İslama biraz müşkilat vereceği nazar-ı dikkate alınarak umumi bir Türk lehçesinin meydana getirilmesi düşünüldü. Buna da en ziyade hizmet edecek lehçe Osmanlı Türklerinin edebi dili olacağı tanılıp kabul edildi. Ve bu lisanın bütün Rusya müslüman mekteplerinde okutturulmasına çareler tedbirler ittihaz olundu. Aynı zamanda Tatar mekteplerinde Rus dilinin okunmaması için de şiddetli propagandalar icra edilmektedir. Kazan şehri umum Rusya müslümanlarının maarif merkezidir. Binaenaleyh Kazan’ın belediye idaresi de müslümanların taht-ı nüfuzunda bulunuyor. Rusların ataleti sayesinde müslümanlar da bir “Türkistan” teşkil etmek ümidi gittikçe meydan almakta ve bu ümid yeni yetişen müslüman gençlerinin dimağlarında pek iyi yerleşmektedir.” Novoye Vremya gazetesinin neşriyatına cevap olarak Osmanischer Lloyd diyor ki: “Rusya İslamları banka ve sair mü’essesat-ı maliyye vücuda getirerek saha-i iktisadda daha fazla bir mevcudiyet sini ta’kıb ediyorlar. Rusya’daki panislamizm sırf bir mahiyet-i kı olamayacağını anlamışlardır.” Novoye Vremya gazetesi bunu anlamamış görünüyor ve bütün dünyayı bilhassa Rusya’yı tehdid eden İslamların ta’assubundan bahs eyliyor. Halbuki bu bir hata-yı fahiş olup efkarı tehyic etmekten başka bir şeye yaramaz. Alem-i nümune-i imtisal ittihaz eylemesi şayan-ı temennidir. Eğer şurada burada birkaç cahil varsa bunlar nazar-ı ehemmiyete alınmaya şayan değildir. Novoye Vremya gazetesi Rus İslamlarının efkar-ı mu’tedilane ve hak-şinasanesini isti’dad-ı san’atkaranelerini terakkıye şerait-i ictimaiyyelerini i’laya masruf olan mesaisini tedkık ederek bu vatandaşlarını daha iyi tanıyabilirdi. Rusya’da İslamiyet büyük bir unsur-ı terakkiyat-ı milliyeye de sarf-ı gayret etmekte bulunmuştur. Rusya’da sarf edilen mesai alem-i İslamın merkezinde Türkiye’de de icra edilmelidir. Bununla beraber Rus İslamları terakkiyat-ı iktisadiyyeye doğru yavaş ve mütereddid hutuvat Geçen haftanın şuunu sırasında Kafkasya’da Hilal adlı bir arkadaşımızın çıktığını ve üçüncü nüshasından i’tibaren Rus polisi tarafından kapadıldığını yazmıştık. Bu hafta kapadılmasını Bunu görüp anladık ki Rusların cebriyle şimdilik görünmez olan bu Hilal bizim müslüman hilalinin yarım asırlık ufulünden sonra Kafkasya’da tekrar tulu’u imiş… Hilal kardeşimizin ser-levhası kocaman bir Osmanlı hilali; üçüncü numaranın baş makalesi ise şu iki beyit ile nihayet buluyor: Duzeh mekanım olsa bana nüh cennet addolır Osmaniyan işidsem olup tac-ı ser bize… Bu pek ehemmiyetli makalenin bir iki fıkrasını daha nakl edelim: Bugün hükümdaran-ı İslamın melce’ ü penahı daha doğrusu en birinci istinadgahı olan Devlet-i Osmaniyye’nin aleyhine çalışan eadinin desisesine dil-dade olup onların ilkaat-ı fesad-engizanelerine hala kapılacak mıyız? Osmanlılar kendi tanzimat-ı dahiliyeleriyle bu derece meşgul oldukları halde bir dakıkacık olsun ister İran ahalisini gelen telgrafnamelerin mealinden kanımızın ahırıncı damlasına kadar İran’ı yalnız bırakmayacağız fikri bilinip dururken bazı Arablar “hilafete İmam Yahya müstahıkdır” iddiasıyla tecavüzata kalkışmaları ne kadar şayan-ı teessüfdür. Hilal’in hoş bir manzumesi de var. İşte birkaç mısraı: Mutlakiyet hardan nereden istihsal eder erbab-ı zulm Ortada memleket yıkan bi-kurb-ı casus olmasa? Hakkını almak için ilmiyle me’nus olmasa Hayat zulm-i can-suz-ı reis ve ucer-i mer’us olmasa Sehl olur insanlara dünyada imrar Fi’l-mesel İraniyan te’min-i istiklal eder. Bum-ı hürriyyet tanılmış pençe-i Rus olmasa… Şairin ferişte-i ilhamı muhitini unutarak bu kadarca ahrarane pervaza başlayınca “bum-ı hürriyyet olan pençe-i Rus” derhal yakasına yapışmış ve gazetesini kapattıktan başka kendisini de Bakü Hapishanesine tıkamıştır. Fakat Bakü’de hamiyetli zenginler var imiş; bunlardan birisi hemen hapishaneye koşarak . kuruş kefalet-i nakdiyye Bey kardeşimizi dar ve karanlık zindandan kurtarmış ve bu mücahid-i muhterem de hayat ve hürriyete kavuşunca bilatevkıf gurub eden Hilal’in yerine “Şihab-ı Sakıb”ını yağdırmaya başlamıştır. Böyle himmetli kardeşler zuhur ve tekessür ettikçe Hilal hakkını ila-nihaye kazanır düşmanlarına karşı “demir kazık” gibi dikilip asla batmaz… Novoye Vremya gazetesinden: “Geçenlerde telgraf ajansı İran’da ittihad-ı İslam hakkında neşr olunan beyannamenin teveccüh-i umumiye mazhar olmadığını bildiriyordu. Bu kısacık cümleler büyük bir ma’nayı havidir. Farisice neşr olunan “ Şems ” gazetesi Ahmed Ziya Bey namında bir zatın İran uleması nezdinde bir vazife-i mahsusa ifa eylemek üzere İran’a vasıl olduğunu yazmıştı. Muma-ileyh Türk kavmiyetine mensub olmakla beraber İttihad ve Terakkı Cemiyeti’yle de sıkı münasebatta bulunmaktadır. Ahmed Ziya Bey sahib-i servet bir zat olup bir vazife ile te’min-i maişete mecbur bulunmadığından yalnız tir.” Novoye Vremya gazetesi Genç Türkler’e Panislamizm emelini isnad eyleyerek diyor ki: “Osmanlı idare-i cedidesinin rical-i mes’ulesi Devlet-i Osmaniyye’nin rahat bırakılmaktan başka bir arzusu bulunmadığını ve meşağil-i dahiliyyesinin kesreti sebebiyle kendisinin hiçbir guna amal-i hayal-perveraneye kapılmak zamanı olmadığını sık sık i’lan ü beyan eylemektedirler. Halbuki aynı zamanda İttihad ve Terakkı Cem’iyeti’yle sıkı münasebatı bulunan bazı zevat ve gazeteler İran Asya-yı Vüsta Hindistan ve Mısır’da ittihad-ı ratorluğu’nu merkez-i İslamiyet ve hükümdarını da milel-i “Geçen asır zarfında Avrupa akvamının harekat-ı tarihiyyesi her kavmin kesb-i istiklal ile birer hükumet-i milliyye te’sis etmesi emelini ta’kıbden ibaret idi. İttihad-ı İslam amali ise milliyet hududu dahiline sığmamaktadır. Amal-i mezkure akvamı bir rabıta-i kavmiyye değil münasebat-ı diniyye vasıtasıyla tevhid etmek istiyor. “İttihad-ı İslam emelinin hayyiz-i husule gelmesi hayat-ı hazıranın tarihdeki salib-i ahmer devirlerine yani bütün Avrupa Asya ve Afrika’nın İslamlık ve Hıristiyanlık alemleri diye iki kısma ayrıldığı zamana avdet eylemesi demektir. “Tarihi tebdil etmek mümkün değildir. Fakat kanlı müsademeler tevlid edecek mahiyette heyecan husule getirmek güç bir şey değildir. İttihad-ı İslam taassubu neticesi olarak husule gelen Aycan Vak’ası hatırlardadır. Bugün Hindistan Mısır’da ittihad-ı İslam hareketi müşahede olunmaktadır. Ahali-i İslamiyyenin kesir bulunduğu memalik-i vasi’ada olarak bir takım yeni iğtişaşatın zuhuru melhuzdur. İhtimal ki bir devlet-i İslamiyye-i muazzama husule getirmek amal-i hayaliyyesi bir çok başların tekerlenmesine sebeb olacaktır. şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. “Bugün Osmanlı padişahının taht-ı idaresinde bulunan Türklerin ittihad-ı İslam amali bugün taht-ı idarelerinde külliyetli mikdarda İslamlar bulunan Rusya İngiltere ve Fransa’yı tehdid etmektedir. “İttihad ve Terakkı Cem’iyeti’nin ittihad-ı İslam propagandasına olan himayesinin Hükumet-i Osmaniyye tarafından bila-vasıta ta’kıb olunan emellere faideli olacağını tasavvur etmek müşkildir.” Sıratımüstakım Ceride-i İslamiyyesine Kendileri medeni imiş gibi İran’daki iğtişaşatı teskin etmek bahanesiyle oralara sokulup da din kardeşlerimize alel-husus şayan-ı merhamet ve himaye olan bir takım muhadderat-ı mus-şikenane tecavüzatta bulunan Ruslara karşı medeniyet ve insaniyet namına beyan-ı teessüf eder ve bu halin bizim gibi bütün alem-i İslamiyyeti de dil-hun eylediğine şübhe olmadığını arz eyleriz. Mütercimi – Ruskoya Salovo gazetesinin beyanatına göre ikinci ve üçüncü Duma a’zalarından Ufalı Mehmed Mirza Tevkilef Efendi Zadeganlar Cem’iyeti’ne reis intihab edilmiş ise de Ufa valisi tasdik etmemiştir. Şimdiye kadar bütün Rusya’da müslümanlardan yalnız bir zadegan reisi bulunup beş seneden beri intihab ve tasdik edilegeldiği halde bu sene Ufa valisinin Tevkilef hazretlerini hiçbir sebebi yok iken tasdik etmemesi bazı liberal Rus gazetelerinin bile taaccübünü mucib olmuştur. Müslümanların bu gibi umumi hizmetlere intihab edip de tasdik olunmamaları bu sene pek çoğalmıştır. Ufa Vilayeti Zalataost Nahiyesi’nde baytarlığa dair ma’lumat vermek için Baytar Şahbaz Giray Nikiyef Efendi konferans vermeye vilayet meclisi tarafından ta’yin olunmuş ise de bu da tasdik edilmemiştir. Genç avukatlardan İbrahim Aftemof istinaf mahkemesinin kararıyla tekrar hey’et-i udule idhal edilmişti. Fakat “istinaf mahkemesinin kararı kafi değildir bizden de ruhsat almadınız” mealinde nezaretten gelen bir haber İbrahim Efendi’yi bu hizmetten alıkomuştur. Bu gibi vak’alar bu sene Rusya’da pek çok olmuştur. Buhara: – Kanunisani’nin ’sinde Buhara Emiri Seyyid Mir Alim Cantura hazretleri bütün Buhara müftülerine bir ferman göndermiştir ki hülasası şudur: “Buhara’da her sene binlerle talebe ikmal-i tahsil ediyorlar. Fakat aralarında hakkıyla alim olanların adedi beşi geçmiyor. Talebenin böyle na-dan kalmalarının başlıca sebebleri derslerine bir takım lüzumsuz haşiyelerin ilave edilmesidir. Eğer bu ömür zayi’ eden haşiyeler olmasaydı talebe hiç olmazsa mesail-i şer’iyyeyi hakkıyla öğrenirlerdi. Şu günden i’tibaren talebeye lüzumsuz haşiyeler okutturulmasın. Bir de hadis tefsir dersleri resmi ders olarak okutturulsun!” Çoktan beri medreselerin ıslahını taleb eden talebeler bu fermandan ziyadesiyle memnun olup cenab-ı Emir’e dua ve senalar ettiler. Şimdi pek çok medreselerde lüzumsuz kitap ve haşiyeleri bırakıp yalnız fıkıh ve usulden derse şüru’ etmişlerdir. Buhara’da yirmi beş bin talebe mevcuddur. – Eski emirler zamanında askerler arasında sindeki ihtiyarlar ile yaşındaki gençler bir yerde bulunuyorlardı. Bunlar miyanında aksak kör ve zaifleri de mevcud idi. Yeni emir hazretleri Buhara’da askerlik hizmetini diğer medeni hükumetlerdeki gibi bir hal-i likten muaf tutulmasını emr etmiştir. Buhara’da dört beş yerde mükemmel mektepler te’sis edilmesine ve bu mekteplerde mükemmel tahsil görmüş efendilerin muallim ta’yin edilmesine dair de bir irade çıkmıştır. Eski emirler zamanında ahali arizalarını emire vermekten aciz idiler. Şimdi ise Cuma günleri hazret-i Emir cami’e çıktıklarında her sınıf-ı ahaliden pek çok arizaları bizzat kabul edip hacetlerini is’af ediyor. Çengelköyü’nde Kuleli Mekteb-i İ’dadi-i Askerisi ümera ve zabitanıyla me’murin-i mülkiyyesi mekteb-i mezkur şakirdanı tarafından Türkistan afetzedeganı için verilip Dahiliye Yüzbaşısı Mustafa Vasfi Efendi vasıtasıyla teslim kılınan: TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mart Altıncı Cild - Aded: Ayat-ı tekviniyyenin asar-ı rububiyyetin serd ü beyanıyla vücud-ı Bari vahdaniyet-i ilahi takrir buyurulmuş idi. Akabinde dahi Resul-i ekremin isbat-ı nübüvveti üzerine Kur’an’ın i’cazı hüccet olarak ikame edilip şöyle buyuruluyor: Kulumuz hamil-i vahy Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve seleme necmen fe necmen tenzil eylediğimiz şeyden eğer siz reyb ü gümanda iseniz yani Kur’an ’ın vakit vakit teceddüd eden ahval ve vekayi’e göre sure sure ayet ayet nüzul eylemesinden dolayı bunu bülega ve ekabir-i nasın ahval-i müteceddide ve hacat-ı sanihaya nazaran vahy-i münzel olduğunda şübheniz varsa ve şu suretle Kur’an’ın kelam-i beşer olduğuna dair iddianızda sadık iseniz onun mislinden bir sure ityan edin hidayet ve irşadda ahlak-i ilahiyyeyi iştimalde fesahat ve belağatta cazibe-i lütfuyla gönülleri teshirde ona mümasil ve muadil bir sure vücuda getirin. Siz şevket fesahat ve belağatin zirve-i ulya-yı kemale irtika eylediği bir asrın şehsüvaran-ı belağatısınız; madem ki Kur’an’ın vahy-i münzel olduğunda şübheniz vardır; madem ki onun kelam-ı beşer olduğu iddiasında kendinizi sadık görüyorsunuz madem ki onun evkat-ı muhtelifede ceste ceste vürudu sizin inkarınıza vesile oluyor onun bir def’asına bir cestesine nazire olarak siz de bir sure söyleyin ve size yardım etmek üzere Allah’dan başka şühedanızı bütün a’van ve ensarınızı çağırın lakin siz suver-i Kur’an iyyenin bir suresine bile nazire getiremezsiniz siz de a’van ve ensarınız da bundan acizdir şu halde ayatından her bir ayette nur-ı Hak leme’an eden Kur’an’ın vahy-i münzel olduğunu ve onu tebliğ eden Resul-i müctebanın vahy-i ilahi ve meded-i semavi ile müeyyed bulunduğunu bilin. Bir ümmiye kırk sene sonra ifaza-i ulum eden Kur’an’ı guş-i canla dinleyin bakın mekarim-i ahlaka maani-i insaniyyete cem’iyet-i beşeriyyenin asayiş ve irtika ve kemaline dair ne ali hakaik tebliğ ediyor. Muhatablarına dem-a-dem Kur’an-ı Kerim ; nahvet ve gayreti tehyic eden bu gibi ayat-ı sadı’a ile tahaddi ediyor idi onlar ise şevket-i kelamın sevalif-i eyyamda emsali görülmemiş derece irtika eylediği bir asırda esalib ve fünun-ı belağat kendilerine müsahhar pişvayan-ı ehl-i sühan idiler. Nazmen ve nesren her vadide söz söylerler söyledikleriyle iftihar ve tebahi ederler idi; arz-ı kala-yı fesahat ve belagat için cem’iyetler akd ve panayırlar küşad ederler idi. Avaze-i belagatleri bütün afak-ı edebe yayılmış idi. Maa-haza bu ser-amedan-ı sühanverandan hiçbir ferd Kur’an’a muarazaya tesaddi ve kıyam etmedi. İmdi şek yoktur ki Allahü teala bu kelamı revnak ve halavetce te’sir ve cazibece hidayet ve irşadca beşerin irtifa’ edemeyeceği dereceye ref’ ve i’la eylemiştir. O Allah-ı zü’lcelal ki onların münteha-yı istitaatlerine aşina ve ezimme-i kudretlerine maliktir. Kur’an’ın belagati hakkında söz söyleyenler dediler ki biz Kur’an’ı görüyoruz ki o büleganın iltizam eylemiş oldukları sec’ ve irsalden şiir ve ürcuzelerinden hiç birini iltizam etmemiştir. Öyle bir tarz-ı fıtri öyle bir uslub-i sade üzere varid olmuştur ki onu taklid eylemek herkes için sehl olur. Böyle iken onlar aciz kalıp Kur’an’a mümasil bir sure sehl-i mümteni’ bir kelam-ı Rabbanidir sonra şunu da mülahaza ediyoruz ki bu uslub üzere varid olan Kur’an ile ba’id ve müteferrik diyar ve aktarda vaki’ kaffe-i Arab tahaddi edilmiş etraf u eknafa meb’uslar gönderilerek nas diyar-ı Arab’ın her tarafına ta’mim olunarak Kur’an’ı kalkıp da ona muaraza etmemiştir. Bu hal aczin nihayetine ve cümleye şümulüne ve her beliğin Kur’an’a muarazadan ve taklidine pervaz ve i’tiladan nefsinde za’af hissedildiğine ve Cenab-ı Kadir-i mutlakın Kur’an’ı harik-i ade olarak beşerin kesb ü kudretleri fevkınde bir imtiyaz ile mümtaz kıldığına delalet etmez mi? Şübhesiz delalet eder. Bu i’cazın iki vechi vardır. Birisi Kur’an beşerin irtika etmesi mümkün olmadığı bir mertebede bulunmasıyla bi-zatihi mu’ciz olmasıdır kırk yaşına gelinceye dek belağat ile tavsif olunmamış olan bir ümmi-i muhteremin lisanı üzere vürud eylemesidir. – Bir mu’cizedir ki nur-ı Kur’an Durdukça cihan durur nümayan Ta ruz-ı kıyam olur sala-gu Erbab-ı şükuke emr-i “fe’tu” Tağyirden onu kıldı ari Bunca feterat içinde ağyar Tahrifine olmadı zafer-kar Şartın husulünde kavl-i şerifinde kelimesi şek ifade eder edat-ı şart olup Cenab-ı Hak ise şekden münezzeh olduğu cihetle bu makamda kelime-i mezkurenin isti’mali münasib değildir diye vehme hutur eden şey varid değildir zira burada kelime-i mezkure her muhaverat-ı nasda mu’tad olan uslub üzere mütehakkıku’lvuku’ hal ü keyfiyyette isti’mal olunmuştur. Arab’ın kavli bu yoldaki muhaverattan biridir. Muhatab kendisinin oğlu olduğunu mütekellim bildiği halde ona nush ü pend için eğer sen benim oğlum isen bana itaat et diyor. Tercümeden müstefad olduğu üzere bu uslub Türkçe’de dahi sözü dahi zeban-zeddir. Bu da şu uslubun lisanımızda da me’luf olduğunu te’yid eder. kavl-i şerifinden nümayan olduğu vech ile muhatabin Kur’an’ın kelam-ı beşer olduğunu cezm etmiş bir güruh-ı cahidin iken onların Kur’an hakkındaki i’tikadlarından “reyb” ile ta’bir buyurulması delail-i i’cazın kemal-i vuzuhuna ve nihayet-i kuvvetine mebni onların bu cezm ü teyakkunları bir reyb-i zaif menzilesinde bulunduğuna tenbih içindir. – Reybin husulünden kelime-i şek ile ta’bir edilmesi nur-ı Kur’an ayat-ı furkaniyyeden her birinde leme’an ederek Kur’an’da hak bi-zatihi zahir olduğu cihetle onda irtiyab edilmemek icab eylediğini iş’ar içindir. Fakat göz ma’lul oluncak nur-ı subh infilak eylediği hengamda bile şübhesiz reyb ü güman eder. Tenzil evvelce manası beyan edilmiş olan inzal maddesindendir. Şu kadar ki sigası Kur’an’ın vakten bivaktin ceste ceste nüzul eylediğini ifade eder ki vaki’ olan da budur; sigası da buna münafi değildir. – Tedrici inba eden tenzil kelimesinin mutlak olan inzal üzerine ta’birde tercih buyurulması onların menşe’-i irtiyablarını tezkir edip de irha’en li’l-inan ve tevsi’an li’l-meydan tahaddiyi onun üzerine bina eylemek içindir; yani onlar Kur’an’ın necmen fe necmen nüzulünü onu inkara vesile bir def’asına yalnız bir cestesine nazire getirmeleri kendilerinden taleb olunarak vesile-i inkar ettikleri hal ve keyfiyet gaye-i tebkit ve münteha-yı izaha-i ileldir. – Sure: Kur’an -ı azimin ism-i mahsus ile tesmiye olunmuş ve telkıb kısmıdır. Ekall-i sure üç ayettir. Ayetü’l-kürsi unvan-ı kı’ası tesmiye ve telkıb derecesine vasıl olmadığı cihetle zikrolunan ta’rife ağyarını mani’ değildir diye i’tiraz teveccüh etmez. – “Sure”nin vavı aslidir ve kendisi sur-ı beledden menkuldür. Sur-ı belde beldeyi muhit olduğu gibi sure-i şerife dahi bir kısm-ı Kur’an’ı muhit ve cami’ bulunduğundan sur-ı beldeye teşbih olunmuştur. Veyahud sure rütbe ve derece manasına olan sureden nakl edilmiştir; çünkü süver-i Kur’an ya fazl u şeref veya tul ü kasr i’tibarıyla hadd-i zatlarında mertebe mertebe derece derece olmakla beraber Mushaf-ı şerifde her bir sure ahavatıyla intizam ve ahengine nazaran dahi mertebe mertebe derece derece olarak kari’ o meratib ve derecattan tedricen irtika eder. – ’ nin zamiri ’ya yani Kur’an’a yahud ’ ya raci’dir. Zamir münzelün-aleyhe raci’ olduğuna göre ma’na-yı ayet: Eğer siz kulumuz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve selleme necmen fe-necmen inzal eylediğimiz Kur’an’ın vahy-i münzel olduğunda şekk ü şübhe ediyorsanız onun gibi okumamış tahsil görmemiş bir ümmiden bir tek sure-i Kur’an’a mümasil ve muadil bir sure getirin demek olur. Fakat zamirin münzele raci’ olması beş vech ile müreccahdır. Evvela gibi daha ne kadar ayat-ı tahaddi var ise onlara muvafakati; çünkü bunların cümlesinde me’tanın münzele mümaseleti nazar-i i’tibara alınmıştır yoksa münzelünaleyhin mümasilinden husule gelip gelmemesi ca-yi nazar değildir. Saniyen hüsn-i tertibi yani ahir-i kelamın evvele rabtını muhafazadır hüsn-i tertibi muhafaza ise mahall-i reyb-i münzel olup münzelün-aleyh olmadığından münzelin misli taleb olunmakla hasıl olur. Salisen cemm-i gafire münzelin mislini getirin diye hitab eylemek onlara bir ümminin getirdiğini onun gibi içinizden bir diğer ümmi getirsin diye söylemekten elbette tahaddi ve tebkitce daha beliğdir. Bir cemm-i gafirin muarazasını taleb ile bir ümminin muarazasını taleb arasında dağlar kadar fark vardır. Rabian kavl-i şerifinde beyan buyurulduğu üzere münzelin i’cazı münzelün-aleyhin ümmi olmasına nisbet ile olmayıp hadd-i zatında mu’ciz bulunmasıyladır halbuki zamir münzelünaleyhe Hamisen zamirin ’ ya irca’ı münzelin o abd gibi ümmi olmayanlardan suduru mümkün olduğunu iham eder; halbuki kavl-i şerifi ile olan nida ve sala buna mülaim değildir – Şeyh Muhammed Abduh merhum zamirin münzele rücu’u racih olduğuna dair şu ta’dad eylediğimiz vücuhu elbette tefasirde görmüştür; ma’amafih merhum başka bir nokta-i nazardan zamirin ’ ya rücu’unu ercah addeylemiş. Şüheda şehidin cem’idir; fukaha’ fakıhin zurafa’ zarifin cem’i olduğu gibi. Şehid: Hazır yahud kain biş-şehade şahid yahud nasır yahud imam manasınadır. İmama şehid tesmiye edilmesi kendisi divanda hazır olup da mehamm-ı umur mahzarında rü’yet edildiği için olsa gerektir. Maktulün fi sebilillaha şehid ıtlak olunması da eltaf-ı ilahiyyeden ümidvar bulunduğu na’im-i daim-i ebediye hazır u mülakı olduğu içindir. İmam Vahidi bu ayet-i kerimenin tefsirinde: lafz-ı şerifini diye tefsir buyurduğunu zikr eylemiştir. Lisanımızda gerek şehid ve gerek cem’i olan şüheda’ yalnız maktulün fi sebili’llah ma’nasında müsta’meldir. lafzı mana-yı aslisi i’tibarıyla bir şeyin diğer şeyden muvakkaten mekanen münhat bulunduğunu ifade eder ve mesela denir ki şu terkib bu ma’na i’tibarıyla Zeyd’in Amr’ın alt tarafında [a]lçak bir yerde bulunduğunu gösterir. Sonra bi-tarikı’l-istiare bir şeyin diğer şeyden şeref ve i’tibarca münhat olduğu manasında isti’mal edildi ve mesela Zeyd Amr’ın dunundadır denilince evvelkisinin ikincisinden şeref ve i’tibarca münhat olduğu ma’nası murad edilir oldu. Daha sonra ittisa’ olunarak iki şeyden birinin ahardan inhitatı mülahaza olunmaksızın bir haddin diğer haddi tecavüzü ve bir hükmün diğer hükmü tahattisinde Lisanımızda dun kelimesi yalnız şeref ve i’tibarca münhat ma’nasında müsta’meldir. cümlesinin cevabı ’ dır. Ma-kablinin delaletine mebni hazf olunmuştur. Cenab-ı Hak muhatabini Resul-i ekremin risaletine ve tebliğ buyurduğu Kur’an’a dair cüstücu ettikleri cihete ayet-i sabıkada irşad etmiş idi şimdi de: Siz Kur’an’a muaraza hususunda bezl-i gaye-i makderet ettiğiniz halde ona mümasil ve muadil bir şey ityanından cümleten aciz kalmış olduğunuzdan onun mu’ciz olup tasdiki vacib olduğu nümayan olmağla ona iman edin ve tekzib edenlere tehyi’e edilmiş olan azabdan hazer eyleyin diye bu irşada bir fezleke ve hulasa makamında tefri’ ederek buyuruyor: İmdi o kadar sarf-ı makderet eyledikten sonra bunu yapmadınız ona mümasil bir suret getirmediniz ise ki elbette yapmayacaksınızdır. Elbette ona mümasil bir sure getirmeyeceksinizdir çünkü mahlukınin takati fevkındedir o halde ol ateşten hazer edin ki onun vekudü nas ile hicaredir Hepiniz bu kadar uğraşmış iken Kur’an’ın bir suresine bile nazire getirmekten acziniz tahakkuk eyledi ve bundan böyle dahi Kur’an’ın min indi’llah münzel olduğunu inkarda inad ve ısrar edip de azab-ı nara müstahık olmaktan tehaşi edin; maazallah o bir nar-ı hevlnakdir ki bildiğiniz dünya ateşleri gibi odun veya çörçöp veya saire ile değil ma’bud ittihaz kılınan ahcar-ı menhute ve onlara perestiş eden güruh-ı nas ne hakkı inkar eden sizin gibi kafirler için i’dad ve tehyi’e edilmiştir. Bu makamda nübüvvet-i Muhammediyye’nin isbatına lerini nazire getirmekten aciz bırakması diğeri de cahidlerin bunu yapamayacakları haber verilmesi ki bu Allah’dan başka kimsenin bilmediği bir mechulü ihbar olduğundan mu’cize-i bahiredir. Resul-i ekremi vahiy ile mümtaz kılan Allah ki semavat ve arzın gaybını ve münkirlerin Kur’an’a muarazadan aczlerini bilir eğer onu intak etmeye idi aklen mümkün bir hususda zat-ı nübüvvet-penahları gibi bir akıldan diye müekked veya mü’ebbed böyle bir nefy-i istikbalinin suduru mümkün mü idi? Eğer Kur’an’ın münzelün min indi’llah olduğunu inkar edenler Kur’an’a filcümle mukarib bir şey ile muaraza etseler idi Kur’an’a bunca ta’n edenlere karşı setri kabil olur mu idi? Böyle bir hal zuhur eylese idi bütün afak-ı cihana intişar ve rüvat arasında halefen şübhesiz an-selef deveran ve intikal eyler Muhatabinin nazire ityanından aczleri meczum bulunduğu cihetle denilmek icab eder iken cümle-i şartiyyenin şek ifade eden kelimesiyle tasdir edilmesi onlar kendilerini tecrübe etmezden evvel kuvve-i fesahat ve belagatlerine iğtiraren Kur’an’a nazire söylemeye nefslerinde mümaşat içindir veya kendileriyle tehekküm içindir – cümlesi cümle-i şartiyyenin iki cüz’ü arasına haylulet etmiş cümle-i i’tiraziyyedir ki mukaddime-i şartiyyenin mazmununu takrir ve tali-i şartiyye ile amelin icabını te’kid ediyor – cümle-i kudsiyyesiyle emr olunan hazer-i nar terk-i inaddan kinayedir. Yani madem ki Kur’an’a nazire söylemekten acziniz nümayan oldu ve ile’l-ebed acziniz de muhakkaktır şu halde inadı terk edip ona iman edin zira ma’nasını müfiddir. Bu babdaki inad ve ısrar ateşe saldırmak demek olarak akıbeti pek vahim olduğunu bir tarz-ı Vekud: Vavın fethiyle ateş yakacak oduna ve sair çörçöpe denir ki tutarak ta’bir olunur Farisi’de ateş-efruz derler– Terceme-i Kamus . Hicare: Hacerin cem’idir. Burada hicare ile murad evsan-perestanın naht edip ibadet eyledikleri esnamdır ki onların şefaatine ümidvar olurlar ve indallah onların kurb ve menziletlerine mebni kendileriyle def’-i mazarr edeceklerini i’tikad eylerler; kavl-i şerifi buna delalet eder. Bunlar menşe’-i cürmleri olan şeyler ile ta’zib olunmuşlardır nasıl kim küffar hayrat ve hasenata sarf etmeyip de kenz ve imsak eyledikleri sim ü zer ile ta’zib edilmişlerdir Cenab-ı Hak muhatabin üzerine aczi tescil eyledikten sonra buyurdu. O nar-ı azab ahiretin mevtın ve mevki’i ve onun alatından bir aletidir; Allahü tealanın ihbar eylediği şey alem-i gaybdan olduğu cihetle biz ona iman ederiz hakıkatinden bahs etmeyiz o nar ne nar-ı dünyaya şebihdir ne de gayr-ı şebihdir deriz biz ona ancak zat-ı uluhiyyetinin kavl-i şerifi gibi tavsif eylediği cemi’ evsafı ona isbat eyleriz. Hicare ile murad kavl-i keriminde olduğu gibi esnamdır. O ateşin ancak nas ve hicarenin vücuduyla mevcud olduğu elbette hatıra gelmez zira o ateşin vücudundan sonra bunların ona alet-i işti’al olmaları da sahih ve caizdir.. Hicarenin tahsis bi’z-zikr buyurulması inde’l-Arab ahcar azher-i ma’budat olduğu içindir – cümlesi istinaf olup i’rabdan mahalli yoktur. İ’dad: Tehyi’e ve amade eylemek ma’nasınadır. ET-TECRIDÜ’S-SARIH Lİ-EHADISİ’L-CAMİ’İ’S-SAHIH Ekser-i riva- Bazı nüshalara göre . Bir rivayette vav- - Tercüme Enes bin Malik radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Muaz bin Cebel deve üstünde Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin terkisinde idi. “Ya Muaz! Diye nida buyurdu. Muaz: “Lebbeyk ya Resulallah! buyur” dedi. Yine “Ya Muaz!” diye çağırdı. O yine “Lebbeyk ya Resulallah! buyur” dedi. Ve bu üç kere vaki’ oldu üçüncüsünde: “Hiçbir kimse yoktur ki kalbinden tasdik ederek Allah’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Resulullah olduğuna şehadet etsin de Allahü teala onu cehennem ateşine haram etmesin” buyurdu. Muaz: “Ya Resulallah bunu halka haber vermeyeyim mi? Elbette sevinirler.” Dedi. “Hayır söyleme.” Çünkü sonra buna güvenirler” buyurdu. Bunu Muaz bin Cebel vefatına yakın günahdan sıyrılmak Diğer rivayetlerde . Eldeki Buhari nüshalarında . Diğer rivayette _______________ Ümmü Seleme radıyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Ümmü Seleme radıyallahu anha Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin yanına gelip: “Ya Resulallah! Allahü teala hakkı beyan etmekden haya etmez. Bir kadın ihtilam olursa gusl etmesi icab eder mi?” diye sordu. Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: “Suyu gördüğünde evet” cevabını verdi. Ümmü Seleme hicabından yüzünü örterek: “Ya Resulallah! Kadın da ihtilam olur mu?” dedi. Bunun üzerine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Evet Allah cezanı kaldırsın bu olmasa çocuğu kendisine nasıl benzeyebilir?” buyurdu. - Tercüme Ali bin Talib radıyallahu anhun şöyle dediği rivayet olunuyor: Mezisi çok kimse idim. Mikdad’a söyledim. Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve selleme sorsun. Sordu. “Abdesti Eldeki Buhari nüshalarında - Tercüme Abdullah bin Ömer radıyallahu anhümadan rivayet olunuyor ki: Biri mescidde ayağa kalkıp: “Ya Resulallah! Nereden hu aleyhi ve sellem: “Medine ahalisi Zü’l-huleyfe’den Şam ahalisi Cuhfe’den Necd ahalisi Karn’dan i’tibaren ihrama girerler. Abdullah bin Ömer der ki: Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin: “Yemen ahalisi Yelemlem’den Ömer: “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin böyle bir şey söylediğini bilmiyorum” derdi. Bir rivayete göre - Tercüme Yine Abdullah bin Ömer radıyallahu anhümadan rivayet olunuyor ki: Biri Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden: “İhrama giren kimse ne giyer” diye sordu. Buyurdu ki: “Ne gömlek ne don ne burnüs ne de cehri veya zağferan bulamadığı takdirde mest giysin. Mest giydiği vakitte de onları topuklara varıncaya kadar kessin.” KİTABÜ’L-VUDU’ Bi’smillahi’rrahmani’rrahim naib-i fail olmak üzere merfu’dur. Diğer rivayette olup onda mansubdur. Diğer rivayette - Tercüme Ebu Hüreyre radıyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin: “Kendisinde hades vaki’ olan kimsenin namazı o kimse abdest almadıkça kabul olunmaz” buyurduğu rivayet olunuyor.– Hadramut ahalisinden biri: “Ya Eba Hüreyre! Hades nedir?” diye sormuş. “Sessiz veya ses ϩ - Tercüme Yine Ebu Hüreyre radıyallahu anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim buyuruyordu ki: “Benim ümmetim kıyamet gününde bedenlerindeki abdest asarından dolayı parlak yüzlüler parlak a’zalılar diye çağırılacaklar. Artık bu parlaklığını daha ziyade uzatmak her hanginizin elinden gelirse yapsın.” Doğrusu Abdullah bin Zeyd’dir. Bir rivayette bina-i mec- Mansubdur. rivayetine göre ise merfu’Abdullah bin Zeyd-i Ensari radıyallahu anhdan rivayet olunuyor ki namazda iken kendisinde bir şey yani hades vuku’unu hayal eden kimsenin halini Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme arz etmiş. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Bir ses veya bir koku duymadıkça namazdan çıkmasın” buyurmuş. Bir rivayette sakıttır. Müellif kaydını Abdullah bin Abbas radıyallahu anhümadan rivayet olunuyor ki Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir gece uyudu hatta horladı bile. Ondan sonra abdest almak sızın namaz kıldı. Bu sözü İbn-i Abbas radıyallahu anhümanın “horla yıncaya kadar uzanıp uyudu. Ondan sonra kalkıp namaz kıldı” tarzında söylediği de rivayet olunuyor. yoktur. - Tercüme Üsametü bin Zeyd radıyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem arefeden döndü. Caddeye girince inip bevl etti. Ondan sonra abdest aldı. Şu kadar ki bu abdesti hafif aldı. “Namaz mı kılacaksın? Ya Resulallah!” diye sordum. “Namaz ileride kılınacak” bu yurdu. Yine bindi Müzdelife’ye varınca inip abdest aldı. Lakin bu sefer abdesti daha uzunca tuttu. Ondan sonra namaz ikame edildi de akşamı kıldırdı. Daha sonra herkes devesini kendi durağında çökertti. Ondan sonra yatsı namazı ikame edildi. Yine namaz kıldırdı. Ve iki namaz arasında hiç bir şey kılmadı. Bedenin muhafaza-i sıhhatini te’min eden kavaid ile ruhun devam-ı sıhhatine hadim kavaid arasında münasebet-i kamile bulunduğunu yukarıdaki makalemizde izah eylemiştik. Şimdi diyeceğiz ki: edeceği şey vezaif-i hayatiyyesini eda ederken arız olan levsden vücudunu suret-i mütemadiyyede tathir etmektir. Eğer temizlikte ihmal edecek olursa bu nezafetsizlik vücudun hastalanmasına kuvvetten düşmesine nihayet mevte mahkum olmasına badi olur. Şu hakıkat tekarrur ettikten sonra deriz ki vücuda göre pislik ne ise ruha göre de evham-ı faside hurafat-ı kazibe odur. Onun için bu fasid vehimler bu asılsız hurafeler ruhun üzerine yığılarak onu hasta bir hale getirip vazifesini elzemdir. Çünkü bir hurafenin ruhu pek çok fezailden men’ettiği tecrübe ile sabittir. Ruhun bu fezailden mahrumiyeti cebanet kin buğz isimleriyle yad olunan bir takım hastalıklara tutulmasına sebeb olur. Bunlar ise öyle bir takım hastalıklardır ki ulema-yı ahlak bütün zamanlarını o hastalıkları salifede insaniyetin ma’ruz olduğu bütün fesadatın menşe’i mekten ibaret olduğunu te’yid ettiklerinden bugün insanlar aslanların pençesine düşmek kadar mühlik gösteriyorlar. Müslümanlık bu kavaidi te’sis hususunda o feylesoflardan çok evvel davranarak müslümanları kuyud-ı mühlike-i dalale düşmekten tahzir etmiş insanların bir çoğu tarafından hakıkat olmak üzere gösterilen gayetin bilakis şan-ı akla nakısa iras edeceğini sebil-i haktan uzak düşüreceğini göstermiştir. Halik-ı hakim buyuruyor. Bundan başka İslam delil ile burhan ile müeyyed olmayan bir takım batıl şeylere i’tikadın ferda-yı mahşerde mucib-i mes’uliyyet olacağını sarahaten tebliğ etmiştir. Kur’an-ı Kerim diyor. Daha sonra din dalalette kalanların halini hikaye ederek onların bu dalali zunun ve evhama tebaiyetleri neticesi olduğunu bize göstermiş kendilerini de müstehak oldukları akıbet-i elime ile mahkum eylemiştir. Nitekim Cenab-ı Hakk buyuruyor. Vaktiyle cüsseleri kuvvetleri metanetleri ile bütün dünyada şöhret kazanan ve hatta kuvvet cüsseleri darb-ı mesel olarak kullanılan Osmanlılar bir müddetten beri i’tiyad-ı sakim neticesi olarak eski kudret ve metanetlerini zayi eylemeye başladılar. Eski Osmanlılarda görülen mezayaya iri vücutlara mevzun kametlere mütenasib endama işlek a’zaya malik olanları görmek pek müşkil.. Onlar yerine her tarafda sıtmalı mütezelzil en ufak bir mezahimden rahatsız olmaya müstaid vücudlar görülüyor…. Biz şehirlilerin ve ba-husus taşralıların muhallebici çocuğu dediği İstanbulluların pek na-tüvan bedence zaif ü nahif olduklarını zannederdik. Halbuki taşralılar köylüler arasında geçirdiğimiz anlarda müşahade eyledik ki bu memlekette bir zamanlardan beri terbiye-i bedeniyyeye riayet etmemek hıfzıssıhha bilmemek rehavetin ve kapalı yerlerin kahvelerin peşinden ayrılmamak yüzünden bu memleketin eski metin bedenleri şimdi sukut eylemiştir. Talebelerimiz arasında yapdığımız tecrübelerden anlıyoruz ki bir çoğu kat’iyyen mezahim-i bedeniyyeye tahammül edememekte bir iki saatlik yürüyüşlerde mecburi riyaziyat-ı bedeniyyede fevkalade müşkilat içinde bulunmaktadırlar. Bir saatlik yürüyüşü müteakib mevcudlu bir mektep talebesinin altmış kadarı mezahim hisseylemekte ve on kadarı hastahaneye dahil olmaktadır. Ebedi kalan sıtmalar za’fiyetler sebebiyle müddet-i tedrisiyye zarfında hemen % nisbetinde iki iki buçuk aylık me’zuniyetler verilir. Gittikçe Osmanlılığı terkib eden cem’iyet zaafa kudretsizliğe ve bunun netice-i tabiiyyesi olarak rehavete doğru yürüyor. Halbuki bizim ecdadımız Viyana kapılarına gittiği Rusya vasatlarına doğru yürüdüğü zaman böyle değildi! Osmanlılar bizim ecdadımız ata binmek cirid kalkan oynamak koşular yapmak yüzmek kürek çekmek açık yerlerde hayat-ı sahrai geçirmek gibi riyazat-ı bedeniyyeye riayet ediyorlardı. Çelimsizlik za’fiyet sıhhatimize icra-yı te’sir eyledikten başka bazı vezaifimizin hüsn-i ifasına mania-i müstakille teşkil eylemektedir insan muvaffak olmak hayat mübarezeleriyle uğraşabilmek işlerini şen ve şatır yapabilmek için yegane müessir de terbiye-i bedeniyyedir. Terbiye-i bedeniyyeye muvaffakıyet ancak mekteplerde ba-husus kız mekteplerinde mümkün olabilir… İyi çocuklar evladlar yetiştirecek validelere malik olan millet istikbaline emindir. Bu halde kız mektepleri de dahil olduğu halde bütün mekteplerimize terbiye-i bedeniyye dersini be-hemehal esaslı ve ciddi ve ehemmiyetli bir ders olmak üzere kabul eylemeliyiz. Mekteplerde terbiye-i bedeniyyeye iki suretle ihtimam edilir: Biri muallimlerin nezareti altında diğeri serbest olarak… Nesl-i atiyi iyi yetiştirmek için bu iki surete de fevkalade atf-ı ehemmiyet eylemeliyiz. Burada muallimlerin nezareti altında icra edilmesi lazım gelen terbiye-i bedeniyyeden bahs ederek serbest terbiye-i bedeniyyeyi yani oyunları başka nüshalara terk edelim. Muallimlerin nezareti altındaki terbiyeyi atideki vechile taksim ederiz: Askeri idman ta’limi ve piyade ta’limi tüfenge kadar ve hatta nişan Bahçelerde çalışmak el işleri yapmak ve doğramahanelerde çalışmak Yürüyüşler yapmak ve dağlara bayırlara tırmanmak. Daima muallimlerin nezareti altında güzeran edecek bu terbiye-i bedeniyye bit-tecrübe sabittir ki pek büyük menafi’ husule getirmektedir. Evvela İsveç jimnastiği nazarımıza çarpıyor… Bütün memalik-i medeniyye memleketleri çeviklik sür’at ve mukavemet ve faaliyet hususunda en ziyade İsveç jimnastiği kabul eylemiştir; çünkü en tabii ve en arızasız bir riyazat-ı bedeniyyedir. Trapezler barfiksler üzerinde yapılan canbazlıklar; halterleri sakıl gülleleri kaldırmak için sarf edilen büyük kuvvetler bütün bu Alman jimnastikleri ne kadar tabii değilse İsveç usulü jimnastikleri bilakis en müsaid ve mükemmel terbiyevi bir jimnastiktir. Bu millet bir millet-i müsellahadır. Tarihde kazandığı şan liyakat muharebatındaki şiddet ve cesaret için hep silahına medyundur bu büyük millet-i müsellahanın yetiştirdiği askerler cihanın en fedakar ve namdar askerleridir. Osmanlılar evladlarını küçükten beri hep asker olarak terbiye ederlerdi. Osmanlıyız her zaman askeriz çocuklarımızı daha mektep sıralarında asker olarak terbiye edelim ki bundan sonra da amalimiz dairesinde müşa’şa’ bir millet-i müsellaha teşkil edelim. kadar hepsinde askeri ta’limleri bulunmalıdır. Mektepler ne kadar hür ve serbest bir inzibat ta’kıb eder ise etsin askeri ta’limleri esnasında gerek muallimler ve gerek talebeler gayet ciddi ve vakur olmalıdır. İyi ve mükemmel ta’lim yaptıracak muallimlere sahib olmak için de daru’l-mu’inlerde ta’lim muallimliğini muktedir mesleğini sever zabitlere tevdi’ eylemelidir. Askeri idman ta’limlerini talebeler mükemmel surette görmelidirler. Esasen İsveç jimnastiğinde bunların kısm-ı a’zamını yapan talebeler için bunları öğrenmek gayet kolaydır. Yahud idman ta’liminin bir İsveç jimnastiği olduğu nazar-ı dikkate alınınca İsveç jimnastiği ile idman ta’limini tevhid ve kumandaları aynı vechile ta’yin etmek pek mucib-i muhassenattır. Piyade ta’limlerinden esas vaz’iyeti dönüş harekatı yürüyüşler sıra harekatı bölük kolu takım kolu manga kolu istikamet hiza jimnastik adım koşmalar çarklar bir nizamdan diğer nizama geçmek ve sair yaptırılmalıdır. Nişan ta’limleri bile mekteplerde mahall-i tatbik bulabilir. Esasen Fransa’da bir kanun-ı mahsusla mekteplerde umumiyetle nişan ta’limleri kabul edil[mi]ştir. Mübareze-i hayata girişen gençler; bu vatanda ilk evvel vatan muhafaza ve müdafaa-i vatan hatta askerliği duymalıdırlar. Bu hissi ta’lim ile beraber verecek silahdır tüfekdir. Fransa kanun-ı mahsus ile mekteplerde nişan ta’limlerini kabul ettirdikten sonra bizim gibi müsellah bir millet elbette kemal-i hahişle bütün mekteplerine bu kanunu kabul edecektir. Memalik-i medeniyyede nişan ta’limlerine o kadar ehemmiyet veriliyor ki ta’rif edilmez. Nişan ta’limleri letlerin elbette bunlardan bekledikleri birçok şeyler vardır. Küçük mekteplerde nişan ta’limleri ya filoberler veyahud hava tüfenkleri ile gösterilebilir. Gerek hava tüfekleri ve gerek filoberler ile bu hususda lazım gelen mümarese pek mükemmel elde edilir. Büyük talebeleri askeri endaht mekteplerine poligonlara göndermek ve bilhassa orada mavzer attırmak lazımdır. Avrupa’da mekteplileri münasib zamanlarda bu gibi yerlere cem’ ederek endaht tecrübeleri ve müsabakaları yaptırılmaktadır. Fransa’da mekteplerde endaht ta’limlerine muavenet eylemek üzere bir de büyük bir cem’iyet teşkil olunmuştur. Bu cem’iyete en muhterem zevat dahil olmuş ve hey’et-i endaht cem’iyetinin hemen her mektepte her kasabada şubeleri ve şubelere merbut hususi poligonlar vardır. Bu poligonlara ufak bir ücretle abone kayd edilir. Bizde de vatanı seven erbab-ı hamiyyet böyle cem’iyetler vücuda getirmeli ve Maarif Nezareti bu babda hem teşvik ve hem muavenet eylemelidir. Bahçelerde çalışmaya gelince: Bu yoldaki sa’y ziraat memleketi olan bu vatanda pek büyük menafi’ te’min edeceğinden ziraate karşı ali bir muhabbet hasıl edeceğinden başka terbiye-i bedeniyye nokta-i nazarından da büyük bir ehemmiyeti haizdir. Mini mini çocukların bile ana mekteplerinde bile küçücük alat-ı ziraiyye ile oynamalarına toprakları karıştırmalarına en iyi bir nazar ile bakılıyor. Toprak içinde geçen bu Bahçelerde çalışmak hususunda ziraat ve yahud ulum-ı tabiiyye muallimi talebeye rehber olacağı gibi el işleri muallimi de olabilir. Bahçelerde çalışmak da mektebin programına muntazaman dahil olmalıdır. El işleri ve doğramacılık fevkalade zevkli eğlenceli bir riyazat-ı bedeniyye jimnastik olduğu[n]u takdir etmeyecek kimse yoktur zannederim. Bugün büyük müşkilat ile kazanılan kuvvetler metanetler pek ufak bir arıza karşısında tehlikelerde kalıyor… Bugünkü terbiye-i bedeniyyeden maksad esatir-i Yunaniyyedeki gladyatörlere yetişmek yaklaşmak değil belki her türlü avarıza mütehammil hayatın mübareze-i daimesine alışkın sıhhati yerinde zinde cevval gençler yetiştirmektir. Doğramacılık bahçevanlık ve saire gibi el işleri işte bize istediğimiz gibi bir terbiye-i bedeniyye bahş edecektir. Her mektebin bir bahçesi vardır; o bahçelerde talebeyi pek ucuza mal olacak alat ve edevat ile meşgul etmek pek sehildir. Bu alat ve edevatı Maarif Nezareti’nce edilecek teşvik neticesi olarak gayur muallimler talebeye tedarük ettirebilirler. Yahud bu pek ucuz olan alat ve edevatı Nezaret de mekteplere verebilir. Doğrama-haneye gelince taşradaki bütün mekatibimiz kendilerine ihtiyaçlarına kafi bir doğrama-haneye beş liralık bir masrafla sahib olurlar. Maarif Nezareti’nin hiç olmaz ise mekatib-i rüşdiyye gibi mekatib-i ibtidaiyyede böyle birer el deniyye büsbütün ihmal edilmiş unutulmuş olan mekatib-i vechile ciddi bir mahall-i tatbik bulmalıdır. Yürüyüşler yapmak dağlara bayırlara tırmanmak en asude ve en sıhhi bir spordur. Mektep talebelerinin birkaç saatini muallimleri nezareti altında olarak yürüyüşlerde dağlarda kırlarda geçirmeleri asude-fikir olmak meta’ib-i zihniyyeyi ifna eylemek için pek lüzumludur. Alpizizim diye İsviçre’ye toplanan ve Alplere müdhiş tehlikelere karşı su’ud eden binlerce kimse elbette divane değildir. Dağlar bayırlar sahralar ormanlar açık yerler daima insana çalışmak ve sebat eylemek için bir sürur-ı ma’nevi bahş eylediği gibi ciğerlere saf hava vermekle vücudu pek tabii olarak hareket ettirmekle de vücudu; bedeni tenmiye eder. Mekteplerimizde bizim bir vakit “fenni gezinti” unvanını verdiğimiz bu faideli sporun kabul ve icra edilmesi zannederim güç bir maslahat değildir. Paraya gayrete fedakarlığa muhtaç değil. Belki muallimlerin faaliyetine çalışkan olmasına tenbel olmamasına tealluk eder bir keyfiyettir. Maarif Nezareti muallimlere bu hususda tabiidir ki emir verebilir. Hülasa terbiye-i bedeniyyenin ta’dad eylediğimiz şu kısımları mekteplerde eğer sağlam dinç çevik bütün ma’nasıyla asker yetiştirilmek isteniliyor ise –ki be-heme-hal isteniyor– be-heme-hal taht-ı mecburiyete almalıdır. Her kısma aid bir hey’et-i mütehassısa tarafından tanzim edilecek mufassal program kitabları muallimlere gönderilmeli ve maarif müfettişlerine terbiye-i bedeniyyeyi teftiş gezdikçe ma’lumat vermeli ve noksanlarını ikmal eylemelidir. Bu suretle müfettişler bir kuru teftiş vezaifi ile kalmazlar. Belki muallimlerin seyyar bir muallimi olmak gibi bir vazife-i mu’tena ifa eylemiş olurlar. Hüseyin Efendi’nin Ace tarihine dair yazdığı eserin unvan-ı tammı şöyledir: “Malayi Eserlerin Ace Saltanatı Tarihine Dair İhtiva Ettiği Ma’lumat Hakkında Muhtıra-i Tenkıdiyye.” Bu risale Leiden Darulfünunu Tarih ve Edebiyat Şu’besi tarafından meydan-ı müsabakaya konulmuş mevzu’ üzerine Hollandaca kaleme alınmıştır. Hüseyin Efendi Cava’nın eski asil hanedanlarından Cajadingrat ailesine mensubdur. Cajadingratlar esasen Bantamlı olup dinde salabetleri istiklal ve hürriyet-i milliyyelerine merbutiyetleri ile ma’ruf idiler; Hollandalıların Cava’yı istilalarından sonra Batavya Hükumeti’ne hayli endişe vermişlerdi. Lakin memleketlerinin muhafaza veya istirdad-ı dalılarla uyuştular: On dokuzuncu asr-ı miladinin ortalarına doğru Cava’nın yüksek rütbeli me’murları arasında Cajadingratlardan birkaç zata tesadüf olunur. senesinde “Serang” Valisi Hüseyin Efendi’nin amcasıdır. Muma-ileyhden sonra Hüseyin Efendi’nin pederi makam-ı vilayete geçmiştir. Bu vali o zamanlar Cava asilzadelerinin cümlesi gibi Avrupa usulüyle hiç ta’lim ve terbiye görmüş değildi zaten umum Cava zadeganı ve hele medeniyet-i garbiyyeye nazar-i istihkar ve istihfaf ile bakan mütedeyyin ve muhafazakar Bantam zadeganı Avrupa ta’lim ve terbiyesinden müteneffir bulunuyorlardı. Mamafih Hüseyin Efendi’nin pederi öteden beri adada hakimiyeti yed-i ü irfanına suud etmediği halde o kudret ve hakimiyeti elinden düşüreceğini dirayet-i fıtriyyesiyle derk ve takdir eylediğinden oğullarına zaman-ı hazırın iktiza ettirdiği sağlam ve mükemmel ta’lim ve terbiyeyi verdirmiştir. Pantam valisinin bu teşebbüs-i teceddüdkaranesi hem ahali-i mahalliyye hem de asıl Hollandalı me’murlar tarafından hüsn-i kabul görmedi: Ahali; avam bu teşebbüsde zadeganının mukaddes mazi-i milliye hiyanetini tasavvur ediyordu. Hollandalı me’murlar ise bu hareketi hakimiyetinin her iki tarafdan hüsn-i kabule mazhar olmamakla beraber bütün mevanie galib gelerek nihayet bugün Cava’nın sınıf-ı mümtazında kemaliyle cay-gir olmuştur. Vali ikinci oğlunu Hollandalıları kuşkulandırmamak üç oğlunu Avrupa mekatib-i taliyyesinde okuttu. Büyük oğlu Ahmed Cajidingrat sene-i miladiyyesinde vefat etmiş pederinin yerine Pantam valisi oldu. Üçüncü oğlu Batavya’da lise tahsilini ikmalden sonra hiçbir resmi me’muriyet almaksızın nümune çiftlikleri ve ziraat bankaları te’sis ederek vatandaşlarının terakkı-i ziraisine pek fa’alane çalıştı ve memleketine ciddi hizmetleri dokundu. Dördüncü oğlu Hüseyin Çajidingrat –ki risalesinden bahsetmek istediğimiz zattır- isti’dad ve zekasına muntazam uluma muhabbeti sevkiyle tahsilin Avrupalılarca gayesi i’tibar edilen noktaya kadar gitmek istedi ve muvaffak oldu. Bu muvaffakıyet Avrupalıların akvam-ı Asyaiyyeye isnad ettikleri noksani-i isti’dadın parlak bir tekzibidir. Hüseyin Efendi ta’lim-i ibtidaiyi yerli muallimler ile pederinin müşavir ve emniyeti olan bir Hollandalıdan görerek ta’lim-i taliyi “Leiden” Jimnazı’nda Leiden Darülfünunu Tarih ve Edebiyat Şubesi’ne devam ederek Cezayir-i Hindiyye edebiyatı doktorasına hazırlanmaya başladı. Hüseyin Efendi Darulfünun imtihanlarını pek parlak verdi; senesinde yalnız doktora tezi münazarası kalmıştı. O zamanlar Darulfünun tarafından Ace tarihi müsabakaya vaz’ edilmiş olduğundan Hüseyin Efendi tezini bu mevzu’ üzerine yazdı ve bir altın nişan ile doktorluk unvanını kazandı. Hüseyin Efendi Çajidingrat zamanımız rüteb-i tahsiliyyesinin en yüksek derecesi olan doktorluğu alkış ve mükafatlarla kazanarak Asyalılık Müslümanlık garb medeniyetini temsile asla mani’ olmadığını isbat ettiği gibi talebeliği müddetince Leiden Darulfünun Talebe Cem’iyeti tarafından cem’iyetin riyasetine intihab olunarak arkadaşları arasında Avrupalılardan ziyade emniyet ve muhabbete kesb-i liyakat etmiş olduğunu da izhar eylemiştir.. Hüseyin Çajdingrat’ın hayat-ı tahsiliyye ve ilmiyyesi yalnız kendisinin kabiliyet ve zekasını göstermekle kalmaz belki bütün akvam-ı şarkıyyenin muvafık muhitlerde pek yüksek tekemmülat-ı fikriyyeye müstaid olduklarını da isbat eder. Zira Hüseyin Efendi şarklılar arasında bir harika-i yegane değildir: Malaylılar Cavalılar Annamlılar Hind ve Çinliler içinde birçok Hüseyin efendilere tesadüf olunabilir! Şimdi artık Japonluların isti’dad-ı medenileri inkar olunmuyor. Çünkü medeniyet-i aliyyesi ve efkar-ı sulh-perveranesiyle müftehir asrımızda yegane delil-i kat’i olan kuvveti bil-irae bu isti’dadı isbat etmişlerdir.. Eğer bugün Avrupalıların medeniyetçe Asyalılara tefevvuku rupalılar seviyesine vasıl olacakları ve hatta o seviyeden daha ziyade yükselemeyecekleri hiç iddia edilebilir mi?.. Kuvvetini büsbütün kırdı. Bundan maada Ruslar ve Türklerin aynı surette harekete ictisar etmeleri için bir su’-i sa mantıken ve ahlaken İran’ın ahval-i iktisadiyyesine bir hüsn-i cereyan te’minine çalışmalı idi. Maat-teessüf böyle yapmadı? Rusya’nın terakkı-i İran’a darbeler indirmek emellerine iştirak ile onunla beraber imtiyazlar koparmak sevdasına düştü. Bu şübhesiz iyi bir hal değildi. İran işlerini yoluna koyabilmek için son derece paraya muhtaçtı; en evvel İngiltere’ye müracaat etti. Halbuki o yalnız Rusya ile birleşerek pek ağır şerait ileri sürdü değil hatta İran’dan başka yerlerden de para tedarikine çalışmayacağı va’adini almadan istikraza rızadan imtina’ etti. Hatta bu babda neşr olunan Mavi Kitab’da böyle bir istikraz için edilen müzakereler bir netice-i kat’iyyeye bağlanmazdan evvel İran’ın menabi’-i hususiyyeden para te’minine çalışması adeta tehdidkarane men’ bile olunuyordu. Programı bir def’a görmek bile bu babda sarih bir fikir peyda etmek için kafidir. Zira bu sırada İran Hükumeti Mister Seligman ve biraderleri ile . liralık bir istikraz için müzakerede idi. Bunun . lirası peşinen verilecekti. Foreign Ofis Mister Seligman’a müzakeresinin kat’ı lüzumunu ekiden bildirdi. İran Hükumeti işlerini daha iyi idare edebilmek için lazım gelen parayı gümrük ta’rifelerinin tereffu’uyla te’min etmek istediği zaman İngiltere rıza gösterememişti. Şimdi kendi ticaretini muhafaza etmek için zabıta ikamesine karşılık olmak üzere aynı çareyi teklif ediyor!.. devletlerden biri İngiltere’nin Gal Eyaleti’ndeki kömür madencileri ta’til-i eşgalini basdırmak için neden kendisini haklı göremesin!.. Fransa’dan üç def’a büyük olan bir memleketin umuruna müdahale İngiltere’nin yalnız kendi menafi’ine ve an’anat-ı hürriyet-perveranesine muhalif değil hukuk-ı düvele doğrudan doğruya bir tecavüz gibi gayr-ı meşru’ bir harekettir.. Bazı bu gibi da’valarda rakamlardan beliğ bir şahid-i adil olamaz! Onların sihr-engiz hakıkati karşısında bütün ukdeler çözülür bütün mesaile müteallika pek sarih bir surette hallolur. Tahran’da neşr olunan İran-ı Nev ceridesi naşiri Şimali ve Cenubi İran’ın ve seneleri zarfında o kendi lehinde söz söyleyebilen rakamlar ber-vech-i atidir: Şimal-i Bahri limanlarından Esterabad Geylan Mazenderan kıran. Cenubi limanlar Buşir Bender-Abbas Arabistan Kirmanşah Tabii bunlar hep nisbettir. Asıl rakamları buraya yazmak uzun olur Sir Edward Grey’in bu hareketi Reis-i vükela Mösyö Askite de o kadar tutamaksız görünüyor ki İngiltere Hükumeti eder İngiltere Hükumeti İran’a her zaman muavenete müheyyadır; bundan ötesi İran’ın kendine aiddir diyor. Filvaki’ böyle bir halde bundan iyi bir nasihat verilmemiştir; biz kendimizi şu suretle teselliye çalışıyoruz ki İngiltere Hükumeti kendi mes’ul vükelası tarafından verilen parlak vaadleri adem-i incaz ile Britanya namını lekelemekten ictinab edecektir.. kendisinin kıymet-i ma’neviyyesini bütün alem-i İslam nazarında birdenbire müdhiş bir sukuta duçar edecektir. Zira müslümanlar bu notaya Cenubi İran’ın istilasına bir mukaddime nazarıyla baktıkları için hürmet ettikleri hamilerinden bu gasıbane muameleden dolayı muhabbetlerini kesdiler. Rusya’ya gelince o İran’ın tamamıyla mahv olduğunu görmedikçe bir türlü rahat edemeyecek onu elinden geldiği kadar tezlil etmek için yerleri gökleri oynatacaktır. şübhesiz ki kollarını bağlayıp bekleyecek değildir; o halde o halde müdahale ve binaenaleyh istila bir emr-i vaki’ olacaktır! Almanya için bundan münasib bir parti olamaz; İranlılar an’anat-ı tarihiyye ve diniyyeleriyle mümtaz bir millettir; onun hüsn-i nazarını gaib etmek kim ne derse desin iyi bir şey olamaz!.. Bir de bu babda İngiltere ceraidini dinlersek faide-bahş edelim: Daily Telegraph Teşrinisani “ Yeni Gazete’ nin beyanatından anlaşıldığına göre Jön Türk Fırkası İngiltere’nin İran’ı Mısır gibi yapmak tasavvurunda bulunduğu fikrindedir.. Buranın matbuatı İran’daki mektedirler.” Reuter Berlin Teşrinisani Perşembe gece. Berliner Neuste Nachrichten diyor ki: İşler bu pereseye geldikten sonra Almanya bu mes’elede kendisinden beklenilen vaz’iyeti almak üzeredir. “Hükumetin efkarını daha iyi tercüme edebilen Kölnische Zeitung da diyorki: Eğer İngiltere tehdidkarane yürümek istediği yolu tutacak olursa İran için İngiltere milletine müracaattan başka çare-i necat kalmaz. “Şimdiye kadar Almanya İran yüreğine ellerini dokundurmadı. Hatta kendisi için kızarmakta olduğunu ümid edebileceği kestanelerden bile vazgeçmiş görünüyor. Almanya Türkiye ile olan siyasetini Baron von Bieberstein’in eline bırakmıştır; fakat sağlam bir işe girişmek için henüz yeni meşrutiyete emin değildir. “ Kölnische Zeitung ilave ediyor: İngiltere Hindistan müstemlekesini te’min maksadıyla İran’ı elegeçirmek için can atıyor anlaşılıyor ki Rusya’nın da askerlerini geriye çekmesi birinci adım İran’ın istiklaline müntehi olan yola atılmıştır. Bir başka muhafazakar gazete “İran üç ay zarfında inzibatı te’sis edemez” diyor.. Germania şu mütalaada bulunuyor: “Bu nota İran’ın göğsüne dayanılmış bir tabancadır ki matlub Zeitung da öyle diyor: İngiltere te’sis-i asayiş etmek isterse bunun nasıl olacağını İran[a] verdiği notada pek güzel gösteriyor. Paris Teşrinisani gece “Secle gazetesinde Mösyö Arpet makalesini şu suretle neticelendiriyor: Birkaç ay evvel Fas işlerinde pek ileriye gittiğine dair İngiltere’den Fransa’ya bir ihtar vuku’ bulmuştu. Acaba Buşir’den Şiraz’a giden yol Kazablanka’dan Marakeş’e giden yoldan daha kolay mı olacak?” Mezkur gazetede Genç Türkler hakkında şöyle deniliyor: “Şimdiye kadar İran’da yalnız İngiliz ve Rus konsülato askerleri vardı; şimdi Türkler de asker sevk ettiler. Jön Türkler alem-i İslama karşı ahlakan bir birader sıfatı takınıyorlar Tunus ve Cezayir mes’elesindeki heyecan bunu gösteriyordu. Almanya’nın bu babdaki rolü onlarca da o kadar sarahatle ta’yin olunamıyor; fakat bütün bunlar şarktaki intibahın alametlerinden en büyüğüdür. Anlaşılıyor ki Genç Türkler alem-i siyasiyatta bir te’sir yapabilmek kuvvetlerine güveniyorlar..” Guardian Manchester gazetesi şunları söylüyor: İngiltere pek büyük bir kusur yapdı ticaret vesilesiyle dostumuz til-i eşgal mes’elesini yatıştırmamış olsaydı biz böyle bir vesile ile onların işlerine müdahale edecek miydik? İran’a karşı vaz’iyetimiz aynıyla böyle. Aradaki fark şu ki İran kendini müdafaa edebilecek bir halde değildir! O halde rica ederim hareketimizi hangi esas-ı kanuni üzerine istinad ettiriyoruz? Rusya daha kurnaz davrandı asker idhal ederken tebe’asının muhafazası gibi bir vesile buldu; ve bu İranlılara o kadar güç gelmedi. Bizim ma’zeretimiz daha namuskarane olduğu halde bu kelbiliğimiz onların haysiyet-i milliyyelerini Rusya’nın riyasından ziyade cerihadar etti. O kadar ki değil yalnız İran’da bütün alem-i İslam’da ateşin bir feveran-ı infial husule getirdi. “Pazar günü İstanbul’da icra edilen mitingde birçok Türkler hazır bulunuyorlardı İngiltere’yi “memalik-i İslamiyyenin muhrib-i bi-emanı” sıfatıyla telkıb ve Almanya imparatorunu hami-i tabiileri unvanıyla medh ederek müdahalesini rica ve niyaz” ettiler. Hadd-i zatında delice bir hareket.. Şübhesiz.. Lakin bize ayaklarımız altında uçurumlar bulunduğunu ifşa ediyor.. İstanbul alem-i İslamın merkez-i siyasisi ise İran payitaht-ı fikrisidir. İran’a husumet Türkiye’ye tecavüz demektir zaife taarruz kaviyi tahkırdir; bu bize Mısır Hindistan ve Afganistan’da yeniden müşkilat tevlid etmekten hali kalmaz. Bizim her türlü iğtişaşlarda en büyük kuvvetimiz kazandığımız hüsn-i teveccühdür; Avrupa mesailinde yor; aynı usul-i hareketi Asya’da da tatbik edebiliriz. Bilhassa böyle bir muamele hürriyetperver bir hükumete en muvafıktır şükran kazanacağımıza kin topluyoruz. Maziden beri biriktirdiğimiz sermaye-i siyasetimizi ufacık bir ihtiyatsızlık semerelerini va’ad etmek üzere oldukları bir zamanda tuttuğumuz prensiplerden vazgeçiyoruz!.. “Bizim taht-ı nüfuzumuzda bulunan İslamlara böyle şiddet göstermekte devam ettikçe “muhrib-i İslam” namını bir türlü üzerimizden atmaya muvaffak olamayız. Alem-i İslamın Fransası olan İran’a taarruz pek tuzluya oturur.” Standard gazetesine gelince Almanya İmparatoruna çekilen telgrafın suretini alıyor. Müstakil ve kuvvetli bir gelebilir. İngiltere bir gün Rusya ile bozuşursa o zaman İran şimalden hücuma iyi bir siper olamaz mı? Almanya’nın ’de İran ile akd ettiği bir muahede mucebince İran menafii duçar-ı tehlike olduğu zaman müdahaleye hakkı vardır; bunlardan sarf-ı nazar biz iman edercesine sağlam biliriz ki İran toprağının parçalandığını görmek için kimse sağ kalmayacaktır! Zorla esir edilmiş olsalar bile sulh çok devam edemeyecek hükümetin başına müdhiş bir bela kesilecektir!.. Rusların İran’a Karşı Vaz’iyetleri: Baharistan Köşkü’nün kimler tarafından bombardıman edildiğini biliyoruz. Binaenaleyh bu bahsi uzun uzadıya teşriha lüzum görmüyoruz. Şu kadar var ki İngiltere de onun sözüne uyarsa ondan da bir hayır beklenemez.. Biliriz ki Rusya dostumuz olamaz; bari İngiltere’yi düşman görmemek Acemistan Şimendifer Hattı: Bu babda Hablü’l-Metin pek güzel teşrih-i mes’ele ediyor: “Alem-i siyasette pekala ma’lumdur ki Rusya ile İngiltere arasında Hindistan mes’elesinden dolayı asırlarca devam edegelen gerginlik nihayet İngiltere i’tilafı ile hitam-pezir oldu ve bundan maksad da Bağdad Demiryolu’yla Asya-yı Vüsta’da bir tefevvuk-ı ticari iktisab edecek olan Almanya’nın nüfuz-ı iktisadisine sed çekmekten ibaretti. Bu maksadın husulü için iki devlet saha-i faaliyetlerini tahdide lüzum gördüler. Kafkasya’dan başlayıp İran’dan geçerek Afganistan’da müntehi olacak olan bir Hindistan hattı inşası da i’tilafın cümle-i safahatından biri bulunuyordu; bu demiryol mes’elesi evvelce gizli tutularak matbuatta neşr ettirilmemiş parmak için teşebbüsatta bulundular. Bütün o siyasi mutalebat ve harekat Rusya’nın askeri İngiliz’in istikrazi mes’eleleri hep bu gayeye vusul için idi. Alman.. Asya-yı Vüsta Deutche Bankası bu işi meydana koydu; derhal İngiltere ve Rusya İran Hükumeti’ne kendi saha-i ticarileri dahilinde bulunan arazide şimendifer işletmek hakkını başka bir devlete bırakmaya razi olursa taraflarından bu hareketi dostane addedemeyeceklerini bildirdiler bunun üzerine Ruslar planı yapmakta isti’cal gösterdiler teklif ettikleri hat Bakü’den hareketle Bahr-i Hazer sahilini dolaşarak İran hududuna kadar gelecek oradan Reşt Tahran Isfahan Yezd Kirman tarikıyla Naşki hattıyla bil-iltisak Afganistan demiryollarıyla Bu suretle Londra’dan Hindistan’a sekiz günde gidilebilecekti. Halbuki şimdi en aşağı on altı gün tutuyor şu halde Bağdad hattı ikmal olunacak olsa bile yine bi-faide kalacaktır. Fakat Almanya böyle bir takdirde koltuğunda oturup da sigarasını mı içecek?.. İngiltere Rusya’nın bir şimendifer hattı diyerek veda’ edeceğine nasıl inanıyor?.. Böyle bir halde beslemeye mecbur olmayacak mı?.. Acaba bu mikdar kuvveti memleket verebilir mi?.. Hat muhafazasına me’mur asker Rusya sevkiyatını tevkıf edebilir mi?.. Bugün artık uyanmış olan İran Rusya’ya Mançurya gibi av düşmeyecek… Bütün bunları nazar-ı dikkate aldıktan sonra gerek letinin böyle bir projeyi tasdika razi olabileceklerini zannetmeyiz. Her bi-taraf müdakkıkın taht-ı tasdikındedir ki Acemistan bu kadar kısa bir müddet zarfında yine epeyce şeyler yapabilmeye muvaffak oldu. Yeni İran meşrutiyetine kadar devam eden on beş aylık bir müddet zarfında vesaitin fıkdanına rağmen atideki tensikat yapılmıştır: mucebince Tahran’da hey’et-i mümessilin. Yollarda te’min-i emniyet için jandarma ta’yin. Her şehir ve kasabada belediye te’sisi. İran’ın her tarafında mehakim-i adliyenin küşadı. Her beldede terbiye evkaf maliye; dahiliye ve idare me’murları ta’yini. Meskukat ıslahı ki pek iyi neticeler verdi.. Emlak-ı devlete nezaret etmek üzere bir daire ki memleketin iradına pek çok te’sir etti. Vergi-yi Şahsi Dairesi teşkili. Hükumet tarafından tuz inhisarı. Afyon inhisarı. Teftişat Dairesi te’sisi. Muhasebat Dairesi te’sisi. Yeni sistem hastahaneler müzeler mebani-i resmiyye inşası. Tahran’da . gönüllü asker kaydı. Tersane ve cephanelerin tanzimi. Şehirde silah taşımasını men’ eden yeni kanunun te’yidi. Şimdiye kadar meclise verilmeyen büdcenin tahkıki. Devair-i adliyyenin salahiyetlerinin ta’yini. Sicil Dairesi’nin küşadı. Telgraf ve Posta devairinde ıslahat-ı ibtidaiyye. Pasaport zimi için yeni kanunlar. Terbiye Dairesi’ne dair kanunlar. Kuvve-i icraiyyenin vezaifine dair kanunlar. Muhtelif nezaretler ve şu’abat-ı idare kanunları. İran’daki tüccar şirketleri muamelatına dair kavanin. Maden Acemlerin İngiltere’den İstimdadı Ellerindeki mahdud vesaite rağmen Acemler iktidarlarını pekala gösterdiler eğer mu’cize yapmadılarsa ayb değildir! Zira hürriyetini yeni istihsal eden her millet tarik-ı tekamülünde böyle bir çok mani’alara tesadüf eder tarik-ı terakkı bugün Acemler için açıktır. İran ahalisini tanıyanlar onların ne kadar sulh-perver ve sebatkar olduklarını takdir ederler biz kendi memleketimize güvenebiliriz. Yalnız bizi kendimize bıraksınlar. Hindistan’da sakin Acemler bu milli gaileler saatinde kendilerini istiklalden mahrum etmeye çalışan tedabir-i zecriyyeden muhafaza zımnında İngiliz milletinden istimdad ederler… ufuklarında toplanan bulutlar dağılır ve mes’ud bir şafak bu bed-baht memleketin yüzünü güldürür.. Biz de İngiliz milleti gibi memleketimizi candan sevdiğimiz için kendini idare san’atını öğrenen genç bir şakird sıfatıyla onlara yaklaşır hissiyatımızı anlayarak zaif ve mazlum bir milletin hukukunu müdafaa edeceklerine itmi’nanımız bulunduğunu kendilerine arz ederiz..” Kari’lerimize mucib-i teessüf bir haber vereceğiz. Sahrayı Kebir müslümanlarının en nüfuzlu ve mütemeddin rüesasından Şeyh Senusi evlad ve ekaribiyle beraber efrenci Kanunisani’nin on ikinci günü bir suret-i feciada şehid edilmiştir. Son posta ile aldığımız Tan gazetesi bu babda tafsilat-ı atiyye i’ta ediyor: Yüzbaşı Moda’nın kumandası altında Fransız müfreze-i askeriyyesi tarih-i mezkurda Nadala civarında Sultan Senusi’nin hemen kaffesi seri’ ateşli tüfenkle mücehhez ordusuna tesadüf etmiştir. Müsademe sabah alafranga saat sekiz buçukta başlayarak akşam beşte şehid edilmişlerdir. Mülazım Gronfelder idare ettiği rovelver topunu Sultan-ı müşarunileyh dane ile ele geçirdim diye bağırmıştır. Senusi’nin diğer evladı da telef edilmiş bütün maiyyeti halkı da birer birer kılıçtan geçirilmiştir. Telefatın iki yüze ve mecruhinin dört yüze baliğ olduğu tahmin edilir. Sultan Senusi tarihinden i’tibaren kendini tanıtmaya başlamış ve az zaman içinde Oyangi’nin şimalinde gayet mühim bir hükumet teşkiline muvaffak olmuştur. Senusi seri’ ateşli tüfenklerle mücehhez üç dört bin askerlik bir ordu teşkil etmişti. Kendisinin ve hanedanının böyle feci’ bir surette ziya’ından dolayı izhar-ı teessürden kendimizi alamayız. Neden bahs edeceğim bu unvandan anlaşılacak mı? Bizim müslüman kardeşler Afrika’nın göğsünde bir medeniyet-i Avrupaiyyenin işlediği bir münevver bir nev-tali’ hükumet-i olduğu heyecan ve gadabla işittiler mi öğrendiler mi? Senusi’den Senusilik’den ben burada bahs etmek istemiyorum. Bundan tafsilat ile tedkıkat ile bahs edenler oldu ve bahs edenler olacak. Sultan Senusi dahili Afrika’da tarihinden beri nazar-ı dikkate çarpacak bir derecede bir hükumet-i İslamiyye te’sis etmiş ve asakirini Avrupa terakkıyat-ı harbiyyesinin hizasına çıkarmaya sa’y etmekte bulunmuştu. Senusi o zamandan beri fetanet-i mümtaze ve siyasetkaranesi sayesinde Afrika’nın “hinterland” denilen dahili kısmında bir çok kabaili kendisine biat ettirmişti. Avrupa ulemasından bazıları Sultan Senusi ile görüşmüş ve bu sahra tu. Bu hafta çıkan Le Monde İllustre mecmua-i musavveresinde bu hususda tafsilat ve vesaik vardır. Son posta ile Paris’den gelen Mart tarihli Tan gazetesi “Senusi’nin Mağlubiyeti ve Ölümü” unvan-ı müftehiranesi altında mufassal bir makale derc ediyor. Ve Senusi’nin dostumuz Fransa müfreze-i askeriyyesi tarafından nasıl mağlub ve katl edildiğini anlatıyor. dokunuyorum: Afrika’nın içerisinde faal bir zeka çıkıyor hiç kimsenin zarar ve ziyanına olmayarak bir hükumet-i İslamiyye teşkil ediyor Avrupa medeniyetini memleketine idhale başlıyor. Memleketinden bir kişver-i ma’mur ve münevver yapmak istiyor. Fransa Cumhuriyeti bunu iyi gözle görmüyor. Moda isminde bir yüzbaşının taht-ı kumandasında bir müfreze-i askeriyye gönderiyor. Gronfelder isminde bir Yahudi mülazım mitrabyözü Sultan Senusi’nin ve maiyyetinin üzerine çeviriyor. Senusi’yi oğlunu ve kadar maiyetini itlaf ediyor. Bu suretle bir hükumet-i İslamiyyenin hayatına hatime çekiliyor. Ben şimdi sorarım. Bizde zerre kadar gayret-i İslamiyye ve insaniyye var mıdır? Halife kelimesi emiru’l-mü’minin kelimesi ile müteradifü’l-ma’nadır. Osmanlı Devleti aynı zamanda bir müslüman imparatorluğudur her halde Osmanlı padişahı umum müslümanların ma’nevi bir hükümdarıdır. Pekala biz bu unvan-ı hilafeti kuru bir unvan olarak mı muhafaza edeceğiz? Fransa bize kendisini düvel-i mütehabbeden olmak üzere takdim ediyor; bu takdim bazı karlı Daha dün bahriyemiz Fransa ile Fransa’nın iki destgahına Sen Nazer destgahıyla Fort Eşantiye destgahına iki yüz on bin liralık gambot ısmarladı. Biz aled-devam paramızı veriyoruz. Bu paralarımız haricde bizim aleyhimizde kuvvetler teşkil ediyor. Bol bol verdiğimiz paralarımızın sonra arkasından koşturuyoruz: Yüzde sekiz…; on faizle istikraz etmeye uğraşıyoruz. Bana öyle geliyor ki Hükumet-i Senusiye’yi mahv eden darbeye biz buradan bir kısım kuvvet iare ettik… Daru’l-hilafe-i İslamiyyede intişar eden Fransızca Sam poul gazetesi Şubat tarihli nüshasında bu vak’ayı “Fransa askerinin Afrika’da muzafferiyet-i celilesi” unvan-ı küstahanesi altında yazıyor! Bana öyle gelir ki Fransa için bu zafer-i mel’un bir mağlubiyettir. Senusi memleketini mütearrızlara karşı müdafaa ediyor vatanperverlik ediyor. Muhabbet-i vataniyyeyi en büyük faziletlerden addeden Fransa bir haydud gibi hareket etmiş olduğunu idrak etmeyecek bir halde ise Fransa mağlubdur yok bunu idrak edecek bir halde iken bu cinayeti düm etse de hiç bir zaman bir hak teşkil etmez. Fakat biz Fransa’nın haliyle meşgul olmayalım ortada bir hakıkat-i müdhişe var. O da şudur ki Avrupalılar bütün felsefelerine feylesoflarına bedayi’ine edebiyatına mehasinine hürriyet-i efkarına rağmen ehl-i salib evladı kaldıklarını vazıh ve kat’i bir surette gösteriyorlar. Binaenaleyh hazır ve müteyakkız bulunmamız lazımdır. En büyük gaddarlık en büyük zalimlik en büyük alçaklık zaif olmaktır. Kavi olmamaktır. Derece-i samimiyyetlerini bilmediğim bazı müslüman muharrirleri dından ne çıkar?.. Biz müslümanlar koyun sürüsü kaldığımız yorlar. Sifilisden tereddiden alkolizmden çürüyen kırılan ma’ruf ulemasından Lorvo Apolyonun kavlince elli sene sonra tenakus-ı mütezayid nüfusuyla na-bud olmaya mahkum bulunan Fransa biz koyunların yırtıcı kurtu oluyor!.. Sultan Senusi’nin şehadeti üzerine din kardeşlerimizden bir zatın can acısıyla yazdığı makalesini yukarıya derc ettik. Fakat derhal ihvan-ı müslimine tebşire lüzum görürüz ki Fransızların şehid ettikleri Sultan Senusi Afrika-yı Vüsta’da Senusi hazretleri değildir tarikat-i Senusi’nin müessis-i alisi Şeyh es-Seyyid Mehdi es- Senusi hazretleri sene-i Hicriyyesinde vefat etmiş idi. Seyyid-i müşarun-ileyhi Şeyh Ahmed Şerif es-Senusi hazretleri istihlaf eyledi. Şeyh Senusi Kufre vahasında sakindir. Burası Afrika-yı Osmani’nin arazi-i dahiliyesinden hinterlandından ma’dud olduğu için oraya hiçbir ecnebi devletin taarruz hakkı yoktur. Fi’l-vaki’ henüz ne İngilizler ve ne de Fransızlar buraya yed-i istilalarını uzatmamışlardır. Şehadeti kemal-i teessürle haber alınan Sultan Senusi’ye gelince müşarun-ileyh Çad Gölü’nün cenubunda cari Şari ve Garibingi nehirleri havzasında kain bir saltanat-ı Afrika taksiminde Fransızların daire-i nüfuzlarında bırakılan Vaday Hükumeti’ne tabi’ ve haracgüzar olduğu gibi yine o dairede bulunan Bagirmi Hükumetiyle de muhadenet üzere bulunuyordu. Hatta me’muren oralarda bulunduktan sonra senesinde Fransa’ya avdet etmiş olan Yüzbaşı Janti refakatinde Fransa’ya iki meb’us bile göndermiş ve bu suretle hükumet-i cumhuriyyeye ihtiram ve sadakati izhar etmek istemişti. Lakin Fransa ile Sultan Senusi beynindeki hüsn-i münasebet ahiren Vaday Hükumetiyle Fransa arasında tahaddüs eden husumetin netice-i zaruriyyesi olmak üzere münkatı’ olmuş ve bu inkıta’ Fransız askerleriyle Sultan Senusi ordusu ça[r]pışmasını ve müşarun-ileyh hazretlerinin evlad ü ıyaliyle beraber şehid edilmesini intac eylemiştir. Şehid-i müşarun-ileyhin Brunei Sultanı Rabih ile münasebet-i sıhriyyesi vardı. senesinde Fransa tarafından bu havalinin keşfi için gönderilen Krampel hey’et-i seferiyyesi Sultan Rabih’in tevabii tarafından katl ü mahv edilmiş idi. Fransa Hükumeti bu hareket-i hasmaneyi Sultan Senusi’ye atf eylemiş o zamandan i’tibaren müterakkıb-ı intikam bulunmuştur. Saltanat-ı Senusiyye’nin imhasına Fransa’yı sevk eden esbabdan birisi de sultan-ı merhumun Şeyh Senusi hazretleriyle münasebat-ı daimede bulunması ve ekser-i tevabiinin huriyye bu hareket-i şedidesiyle Afrika’da metali’-i envar-ı bir darbe-i şedide indirmek istemiştir. Lakin Evvelki hafta münteşir Sıratımüstakım’de Kazan ulemayı meşhuresinden Damolla Alimcan ve Damolla Abdullah hazeratının haneleri taharri edildiğini kitap ve evrakları müsadere olunduğu ve Bubi Medresesi’nin kapadıldığını yazmıştık. Bu iki hafta zarfında gelen Rusya müslüman gazetelerinin yazdığı haberler tazyikatın şimdiye kadar görülmedik bir derecede kesb-i şiddet eylediğini bildiriyor. Tazyikatın tecelliyat-ı maddiyyesini saymadan evvel esbabı hakkında şayi’ olmuş bir rivayet-i garibeyi nakl edelim: Rusya’nın şarkında Volga Nehri havzasında sakin olan ehl-i dan hayatına hatime çekilmiş olan Kazan Hanlığı’nın ihyası kasdıyla guya bir cem’iyet teessüs etmiş imiş! Ve bu cem’iyetin müessisleri memalik-i İslamiyye ile ve alel-husus Darulhilafe müslümanları ile münasebette bulunuyorlarmış! Bütün bu efsaneler; bir iki şantajcı tarafından Rus Hükumeti’ne haber verilmiş imiş: Hükumet de inanarak veyahud kıfata lüzum görmüş imiş. Esbab ne olursa olsun netayic ber-vech-i atidir: Kanunisani’de Bubi Medresesi’nin müdirleri Ubeydullah ve Abdullah efendiler hazeratı tevkıf edildiler. Aynı günde medresenin bütün muallimlerinin evleri taharri ve kendileri tevkıf olundu. Şubat’da Lonez Medresesi müdir ve müderrisi meşayih-i meşhureden Ali Işan hazretlerinin mahdumu Necib Efendi hazretleri tevkıf olundu. ve Şubat Kazan şehrinin müslüman kitabcı dükkanlarının cümlesinde polis tarafından taharriyat icra edilip “ Bin bir hadis-i şerif ” tercemeleri Mısır ve Kazan tab’ı hatta metinleri müsadere olundu. Şubat’ın ’nci gecesi Troiski şehrinde Rusya müslümanlarının faal hadimlerinden Abdurrahman Efendi Ahmeref’in hanesinde taharriyat icra ve evrakı müsadere edildi. Aynı gecede Ufa şehrinde Meclis-i Meb’usan a’za-yı sabıkasından ve Kırgız-Kazak hanzadelerinden hamiyet-i milliyye ve diniyyesi ile ma’ruf Sultan Seyyid Giray Cantura hazretlerinin konaklarında taharriyat icra olunup evrakı müsadere edildi. Müşarun-ileyh hazretleri dört beş ay evvel bir ay tebdil-i hava kışı İstanbul’da geçirecek olan hasta zevcesine refakat etmek üzere İstanbul’a gelip gitmiş idi. Şubat’ın’nci gecesi Orenburg’da çıkıp Rusya müslümanları arasında en çok münteşir olan Vakit ceridesinin sermuharriri Fatih Kerimi ve muharrirlerinden Burhan Şeref ve Abdurrahman Fahreddin efendilerin hanelerinde beş altı saat taharriyat icra edilip kağıda müteallik ne varsa cümlesi toplanıp alındı. Fatih Efendi Rusya müslümanlarının elyevm en keskin kalemli muharririn-i siyasiyyesindendir. Riyaset-i tahririyyesi altında bulunan Vakit alem-i İslamın en faideli ceraidinden biridir. Fatih Efendi Mekteb-i Mülkiyye’de tahsil etmişti. Aynı gecede “ Şura ” mecelle-i İslamiyyesinin müdir ve ser-muharririri fudala-yı asrdan Kadi Rızaüddin ibni Fahreddin hazretlerinin beytü’l-mesaisine dahi taarruz olunarak sırf ulum ve hikemiyyat ile meşgul müşarun-ileyhin asar ve evrakı da müsadere edildi. Yine bu sıralarda Yılangöl Karyesi imamı Zeki Can Efendi’nin hanesinde taharriyat icra olundu. Mısır Tatar Talebe Cem’iyeti’nin iane defteri bulunduğundan dolayı Bögelme şehrine götürülüp habs edildi. Bireke’de Muallim İshak Efendi’nin ve Bubi civarında kain iki karyenin imamı efendinin haneleri taharri olunup her üçü tevkıf edildi. Şubat’ın on dördüncü gecesi Kazan’ın Medrese-i Mansuriyyesi’ne polis gelerek taharriyatta bulundu. Maliye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdiri Nesim Russo Efendi’nin Lütfü Fikri Bey tarafından Meclis-i Meb’usan’da kendi aleyhinde vuku’ bulan tecavüzat-ı muhakkıraneden dolayı düello etmek üzere Dersim meb’usuna şahidlerini gönderdiği müstahberdir. Hamden li’llah Saltanat-ı İslamiyye-i Osmaniyye’de düello denilen adet-i vahşiyye-i garbiyye bugüne kadar görülmüş az çok aşina olanlar bilirler ki efkar-ı münevvere ashabının cümlesi bu faziha-i mecnunanenin tamamen aleyhindedir. Ve bunun için hükumat-ı medeniyyeden bir kısmı kurun-ı vüstadan kalma bu menhus göreneğin muhkem bir adet olmasına rağmen düelloyu men’ eder kavanin vaz’ etmişlerdir. Sanki kendi fena göreneklerimiz kifayet etmiyormuş gibi birkaç asır evvel cenah-ı şefkat ve merhametimize sığınmış bir takım mültecilerin ahfadı tarafından cem’iyetimize bu kanlı cinnetin de idhali istenildiğini “ Tanin ”in yukarıda münderic haberinden anlıyoruz. Biz müslümanlar garbın şedaid-i zalimanesinden ve bilhassa memleketimize kabul ettik ve hatta son zamanlar onlara kendimize tamamen müsavi hukuk ve hürriyet alıverdik hamet ve ulüvv-i cenabımız kendilerine bir takım vezaif-i ma’neviyye tahmil eder. Bu vezaifden birisi de düello gibi mamalarıdır. Başka bir çok meşru’ ticaret varken bu nevi’ raktırmak için kısa ve kat’i emir verenler bulunur: Yerinde rahat! Efendim Türkistan’da vuku’ bulan hareket-i arzda duçar-ı mesaib olan din kardeşlerimizin tehvin-i zaruretlerine medar olmak üzere “Bandırma Redif Taburu zabitanı ve mütekaid zabitleri” tarafından cem’ olunan iki yüz otuz yedi kuruş mandapost olarak Bandırma Postahanesi’ne teslim kılınmıştır. Vusulünde meblağ-ı mezkuru taraf-ı alinizden Sıratımüstakim gazetesinde küşad olunan iane defterine derci mütemennadır efendim. Muazzez kardeşlerimiz Ahiren Türkistan’da vukua gelen ve günlerce uzayan harekat-ı arziyyeden binlerce kardeşlerimizin melce’siz aç ve bi-ilac kalıp imdad ve muavenete muhtaç olduklarını muhterem Sıratımüstakım’in sütunlarında müşahede ettik. Hakıkaten bu hal vicdanlarımızı kalblerimizi parça parça etmiştir. Binaenaleyh bu afet-zede kardeşlerimize muavenet mukteza-yı hamiyyet olduğundan burada Brana’da mevcud kadri’l-istitaa kuruş i’ta-yı ianede bulundular ve esamilerini müş’ir cedvel rabten takdim kılındı. Şu az meblağ kış ve kıyamette karlar ve yağmur altında perişan kalan kardeşlerimizin hiç olmaz ise bir ikisinin birkaç günlük zaruret ve sefaletine medar olur ümid-i kavisindeyiz ve olmasını da Cenab-ı Hak’dan temenni eyleriz. Brana Askeri Kulübü Hey’et-i İdaresi kuruş Brana’da’nci Alay’da: Ahmed Şevki Bey Binbaşı- Cafer Sadık Efendi Katib- Şükrü Efendi Mülazım-ı evvel- Ahmed Hilmi Efendi Mülazım-ı saniİbrahim Agahi Efendi Mülazım-ı evvel- Hasan Basri Efendi Mülazım-ı sani- Ali Efendi Yüzbaşı- Refik Efendi Mülazım-ı evvel- Hüseyin Efendi Mülazım-ı sani- Bilal Efendi Mülazım-ı sani- Nureddin Efendi Yüzbaşı- İbrahim Efendi Mülazım-ı evvel- Hacı Tevfik Efendi Murad Efendi Yüzbaşı- Ahmed Hamdi Efendi KatibHüseyin Avni Efendi Yüzbaşı- Muhtar Efendi Mülazım-ı evvel- Kazım Efendi Mülazım-ı sani- Cemil Efendi Mülazım-ı sani- Nezir Efendi Mülazım-ı saniAhmed Hamdi Efendi Mülazım-ı evvel- Çerkes Kamil Efendi Mülazım-ı sani- Kamil Efendi Mülazım-ı saniHacı Ziya Efendi Eczacı- Ali Rıza Efendi İmamYahya Efendi Tüfenkçi- Hüseyin Efendi Yüzbaşı musikaMehmed Ali Efendi Mülazım-ı evvel musika- Raşid Efendi Topçu Yüzbaşı- Mehmed Ağa Mülazım-ı evvelOrdulu Ali- Bir sahib-i mürüvvet tarafından Beyefendiler Bugün derste zabitimiz tarihden bahseder iken Türkistan mevzu’-ı bahs oldu. İşte o zaman bundan bir maha karib Türkistan’da vuku’ bulan harekat-ı arziyyeden bahs ederek binlerce kardeşlerimizin yersiz çıplak aç kaldıklarını anladır bölükte mevcud arkadaşlarımız iane cem’ine başladılar. Binaenaleyh lira yüz iki buçuk hesabıyla buçuk kuruş ile postaya teslimen idarehanenize gönderiyoruz sizin de vesatet etmenizi istirham ve Cenab-ı Hakk’ın indinde kabul olmasını temenni eyleriz efendim. Kitab-ı azizinde Cenab-ı Hakk’ın adet-i ilahiyyesi terhibe tergıbi ve vaide va’di mukarin kılmak üzere cari olduğuna ve ayet-i sabıkada kendilerine karşı hüccet ikame olunmuşiken onu inkar eden kafirin için i’dad kılınan ikab beyan buyurulmuş olmasına mebni bu ayet-i kerimede dahi lemean eden nur-ı hidayeti pişva ittihaz ederek iman ile a’mal-i salihanın beyni cem’ eden zümrenin neş’e-i uhrada nail olacakları mükafat-ı sermediyye-i ilahiyye atfü’l-kıssa ale’l-kıssa suretiyle beyan edilip şöyle buyuruluyor: Iman edip salihat işleyenleri de tebşir et ki onlar için neş’e-i bekada eşcarı altından cular revan olur cennat vardır. Kasr u kaşaneleri cinan u riyazı muhtevi Cennetü’l-firdevs Cennet-i Adn Cennetü’n-na’im Daru’l-huld Cennetü’l-me’va Daru’s-selam İlliyyun gibi müte’addid mahall-i naim ve safalar vardır. Onlar her ne zaman o cennatın semeratından bir rızk ile merzuk olsalar lezzette tefavüt-i azim surette teşabüh-i beliğ bulmalarıyla fart-ı istiğrab u ferahlarından naşi bu bizim evvelce dar-ı fenada merzuk olduğumuz şeydir derler. Çünkü o merzuk oldukları şey dünyada len müteşabih olarak kendilerine getirildi. Onlar için orada ayb u afetten bil-vücuh pakize zevceler de vardır. Ve o cennat-ı lutf u safadaki sürur u tena’ümlar rehin-i zeval olmayarak onlar orada muhalled ü daim’dirler. Tebşir ile hitab ya Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimize veyahud verese-i enbiya oldukları için her asrın alimine veyahud lisan-ı Arab’da ma’ruf olduğu üzere tebşire muktedir her ferdedir. Beşaret haber-i sarre ıtlak olunur. Haber-i sarre beşaret ıtlakı zahir-i cild-i insan demek olan beşerede sürur izhar eylediği içindir. Nefs mesrur olunca dem suyun ağaçda intişarı gibi a’zada intişar eder de beşere-i vech inbisat eyler. Beşaret haber-i sarre abidine –her hanginiz bana oğlumun kudumünü tebşir ederse hürdür- deyip de onlar da kudum-i veledi ayrı ayrı kendisine haber verdikleri zaman içlerinden bunu ilk haber vereni ma’tuk olup diğerleri ma’tuk olmaz çünkü sürur evvelkisinin ihbarıyla hasıl oldu. Fakat o kimse tebşir yerinde kendine oğlunun kudumünü haber verseler cümlesi ihbar-ı keyfiyyet etmiş oldukları cihetle hepsi azad olurlar – . Bir kimse kölelerinin hürriyetini oğlunun kudumünü tebşire ta’lik eylediği zaman cümlesi birlikte olarak bunu müjdelese cümlesi muhbir-i sürur olduklarından fukahanın ta’lillerine nazaran hepsinin azad olmaları lazım gelir – gibi Kur’an-ı Kerim’de makam-ı inzarda varid olan tebşir tehekküme mahmuldür. “Tebaşir-i subh” ta’biri evail-i ziya-yı subhdan kinayedir – . Salihat: Salihanın cem’idir. Saliha lafzı hasene lafzı gibi sıfat-ı galibedendir yani bunlar haslet veyahud bu gibi müennes bir mevsufun sıfatları olduğu halde gitgide mevTARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mart Altıncı Cild - Aded: sufları terk olunarak isim menzilesinde isti’malleri galib olmuş sıfatlardandır. Saliha: A’malden şer’in tesviğ ve tahsin eylediği amele ıtlak olunur. Amelin iman üzerine atfı atf-ı müteatıfeyn arasında teğayürü iktiza eylediği cihetle iman ve amelin teğayürüne delalet eylediği gibi ayet-i kerimede tebşir kılınan eltaf u in’amata istihkakın medarı iman ve amelin mecmu’u olduğunu da müş’irdir çünkü tahkık ve tasdikten ibaret bulunan iman esas olup amel-i salih onun üzerine inşa edilmiş bina mesabesindedir temel üzerine bina çıkılmayınca ondan bir nef’ hasıl olmaz – Cennat cennetin cem’idir. Cennet: Cimin fethiyle hurma ve sair eşcarı müştemil bahçeye denir – Terceme-i Kamus . Dar-ı sevab ve mükafatta gayr-ı kabil-i tavsif kasırlar kaşaneler olduğu halde ona cennet ve hadika tesmiye edilmesi ravza ve hadika o dar-ı sevabın menat-ı na’imi ve azim penagahı olduğu içindir. Cem’ ve nekre olarak irad buyurulması her birinde a’malin ve ashab-ı a’malin tefavütüne göre meratib ve derecat-ı mütefavite bulunduğuna mebnidir. İbn-i Abbas radıyallahu anhüma hazretleri zikr ettiği üzere cennet yedidir: Cennetü’l-Firdevs Cennet-i Adn Cennetü’n-na’im Daru’l-huld Cennetü’l-me’va Daru’s-selam İlliyyun. cümle-i şerifesi ma-kabline ta’lil olarak tezyil edilmiştir. _____ Bu ve emsali ayat-ı kerimeden murad a’mal-i saliha matı fehm ü idrakçe ezhanımıza takrib için bizce bu dar-ı fenada leziz ü nefis ve müşteha bildiğimiz şeyler ile tasvir ve temsildir; Yoksa dar-ı huld ü bekanın na’im ve safası bu dar-ı kevn ü fesadın aynı ezvak ü lezzatı demek değildir. Dar-ı sevabın metaim ve menakihi ve sair ahvali yalnız bazı sıfat ve i’tibaratında nezair-i dünyeviyyesine müşarik olduğundan tesmiye edilmiştir. İbn-i Abbas radıyallahu anhüma hazretlerinden mervidir ki cennette et’ime-i dünyanın isimlerinden başka bir şey yoktur. Na’im-i sermedi na’im-i faniye tamamı tamamına müşarik değildir ki levazım ve havasda tesavileri lazım gelsin ve alem-i ebedideki na’imin faidesi dünyadaki na’imin aynı faidesi olmak icab eylesin. Şu halde bazı mütefelsifin ve tabi’iyunun bu nazm-ı celil ile emsali ayat-ı kerime hakkında: Mat’umun faidesi tegazzi ve def’-i zarar-ı cu’dur ve menkuhun faidesi tevalüd ve hıfz-ı nev’dir bu fevaid ise dar-ı sevabda müstağna-anhdır; binaenaleyh darı na’im-i ahirette ekl ü şürb ve menakih gibi ahval doğru olamaz diye irad eyledikleri ta’n u kadh mezaya-yı ayat-ı celileyi adem-i idrakten inbi’as eylemiş bir kusur ve nakısadır _______ Bir de Şeyh Muhammed Abduh merhumun tefsirine müracaat edelim. Bakalım ne çeşm-i irfan ile kavl-i şerifinde ayet-i kerimeye nigeh-endaz oluyor. Müşarun-ileyh diyor: şeklinde yazılmıştır. edilmemesi muhatabın nezdinde müteallak-ı iman ma’lum olduğu içindir ki o da Cenab-ı Bari; sıfat-ı aliyyesi vahiy vahyi getirenler; ba’s ve cezadır. Bu şeyler enbiya-i izam aleyhimü’s-salatü ve’s-selam hazeratının nası da’vet eyledikleri asıllardır; onları bu hususatta tasdik edenler mü’min olur ve kendilerini bu hususata tabi’ olan tafsilde de tasdik eder. İmanın tahkıkinde yakın lazımdır. Yakın ise na-kabil-i şekk ü irtiyab bulunan bürhan-ı kat’i ile hasıl olur ancak. Uluhiyet ve nübüvvete irşad sem’i olsa da onlar üzerine kaim olan bürhanın akli olması lazımdır. Mü’minler ve onlar zikr edilmeksizin imanın mutlak olarak zikr olunması Kur’an ’da tarz-ı ma’rufdur; zira dediğimiz gibi müteallak-ı iman sami’in için ma’lumdur ki o da iman etmeyenlere nisbet ile nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin kendilerini icmalen da’vet eylediği asıllardır mü’minler ise bu asılları tafsil ale’t-tafsil olarak bilirler. Beşarete şayan olan mü’minler kavl-i şerifi ile tavsif olunuyorlar ve birçok ayetlerde olduğu gibi burada dahi a’mal-i salihanın nelerden ibaret olduğu beyan edilmeksizin mutlak olarak zikr ediliyor. Zira amel-i salih nas salihe tergıbde ve onu levazım-ı imandan addeylemekte kafidir. Cenab-ı Hak a’mal-i salihayı kavl-i şerifi Sure-i Mü’minun’un evvel ve ahirindeki ayetler Sure-i Maaric’in ayetleri ve sair ayat gibi birçok ayetlerde ber-tafsil beyan buyurmuştur. Zatı Ecell-i A’la hazretleri nasın derunlarına hayır ve şerrin beynini temyiz edecek kuvveti ida’ etmiş olduğundan amel-i salih inde’n-nas ma’rufdur demiş oluyor. Lakin bazı nas nefsine tari olarak kendini i’tidal-i fıtriden ihrac eden inhiraf sebebiyle duçar-ı dalal oluyor da onun dalaliyle başkaları da girive-i dalale düşüyorlar. Derken salah ile fesadı ve hayır bu gümrahların dalaletlerinden neş’et eden tekalid ve adat onlara göre mizan oluyor. Bunun için aleyhi’s-salatü ve’sselam efendimiz buyurmuştur. Yani insan tabiatına terk olundukta takalid ve adattan ba’id oldukça elbette hakka tavr-ı beşerden hemen hemen huruc etmişlerdir: Berahime fesahat-perdazanı ve bazı kefere-i Arab gibi ki bunlar hayır ancak lezzette ve şer ancak elemdedir diye zu’m eylediklerinden kendilerine göre saadet ve kemal alam-ı bedeniyyeden ba’id olmakta ve şehevat-ı hissiyye ile temettu’ eylemektedir. Ruh ve aklın kemalinden mahrum bulunan bu gibi hastagan-ı kulubün hal ve şanı safrası galebe edip de tatlı kendisine acı gelen kimsenin hal ve şanına benzer. Öyle hastalar da vardır ki hal-i sıhhat ve i’tidalde iştiha etmediği şeye tavr-ı nekahette iştihası olur. Aşerdikleri zaman hamiller de böyledir. Hayır ile şer salah ile fesad hak ile batıl fazilet ile rezile; bunların hepsi fi’l-cümle ma’rufdur hatta eşrar nezdinde bile ma’rufdur. Onun içindir ki bunlar da hayır ve salahı hak ve fazileti iddia ederler. Şu halde a’mal-i salihatın mutlak olarak zikr olunması onlara göre de mübhem ve anlaşılmaz bir hitab değildir. Salihler ile fasıkların muhikler ile mubtillerin beynini temyiz eden emarat ve delail zikr olunmuşiken bu hususda tafsile ancak mu’tellü’l-fıtarat olan kimseler muhtaç olur. Bunun içindir ki anifen bazılarına işaret eylediğimiz ayat-ı beyan u tafsil şeref-nüzul eyledi ve bununla ağbiyanın telbisi ve cühelanın i’tizarı münkatı’ olduğu cihetle şu beşarete şayan olanlar iman ile amel-i salihin beynini cem’ edenlerdir demek hakık ve cedir oldu o amel-i salih ki fıtrat-ı selime ona irşad eder ve Kitab-ı Aziz de onun tahdid ve ta’rifine hidayet eyler. Beşaret kavl-i şerifi ile beyan buyurulandır. Cennet ve cennat lafzı pek çok kere nar mukabelesinde vürud etmiştir. Cennet bostan demektir. Cennet ve nar ile murad yalnız mefhum-ı luğavileri değildir. Cennet dar-ı ebrar u müttekın nar dar-ı füccar u fasıkındir. Biz cennet ve nara gayben iman ederiz de onların ne hakıkat-i hallerinden bahs eyler ne de onlar hakkındaki nusus-ı kat’iyye üzerine bir şey ziyade ederiz zira alem-i gaybda kıyas cereyan etmez. Cenab-ı akdes-i kibriyanın cennatı tavsif eylediği evsafdan biri de kavl-i şerifidir. Besatinin hayatı enhar ile olduğundan bu tavsifdeki münasebet zahirdir. Dar-ı na’im ala sebili’t-teşbih cennet ve cennat tesmiye edilmiş de enhar da o teşbihe terşih olarak mı zikr olunmuş yoksa dar-ı naim hadaik ve riyazı müştemil bulunduğu cihetle küllü ba’zın ismiyle tesmiye kabilinden olarak mı ona cennet denilmiş bunu halle idrak-i beşer pervaz edemeyeceğinden –Allahu a’lem bi-muradihi– der dururuz. Sekene-i cennatın o cennattaki şuunundan olmak üzere buyurulmuştur. Burada min kelimesi ma’a’t-teb’iz ibtida içindir yani onlar her ne zaman cennatın bazı esmarından olarak bir rızık ile merzuk olsalar demektir. kavl-i şerifi de ehl-i cennatın bu rızık dünyada iken iman ile amel-i saliha mükafaten bize va’d olunan şeydir dediklerini hikayeden ibarettir. Hülasa onlar her ne zaman cennatın bazı esmarından bir rızık faten bize dünyada iken va’d olunan şeydir diyeceklerdir. Şu halde ehl-i cennatın sözlerini haki bulunan bu kavl-i şerif nazm-ı celili gibidir. Celaleddin-i Süyuti ile diğer müfessirin zahib oldular ki bu kavl-i şerifin ma’nası semerat-ı ahireti semerat-ı dünyaya teşbihdir. Zira semerat-ı ahiret taamda semerat-ı dünyaya faik ise de levn ve şekil ile rayihada onun gibidir. Bu tefsire göre kavl-i şerifi güftar-ı ehl-i cennatın sebebini beyan olur yani bunların öyle söylemeleri kendilerine dünya ve ahirette ihsan olunan rızıkların biri birine müşabih olmasından neş’et eylediğini göstermek için irad edilmiştir. Bu tefsire göre muhassal-ı kelam şu oluyor ki sükkan-ı cennata rızk-ı cennet verildiği zaman teşabüh-i vaki’ iştibahlarını mucib olmağla bu rızık aynı rızk-ı dünya olup dünyada iken kendilerine va’d edilen şeydir diye hükme müsaraat edecekler ve fakat rızk-ı dünya ile rızk-ı cennetin lezzetleri arasında fark-ı azim bulunduğundan rızk-ı cenneti tattıktan sonra bu farkı anlayacaklardır. Halbuki ile ta’bir bu tefsire münafidir; zira iştibah ancak birinci defa olur sonraları rızk-ı dünya ile rızk-ı cennet arasındaki farkı anlamış olacaklarından artık aynıdır diye hükmetmek mümkün olmaz; bir nevi’ esmarın efradına nisbet ile böyle bir hükmün mümkün olacağı ferd-i evvelde sebk eden tecrübe iledir ve diğer enva’-i esmara nisbet ile böyle bir hükmün mümkün olmayacağı enva’-ı saireyi nev’-i evvele kıyas iledir. Celal’in zahib olduğu keyfiyet ma’naca da belagata münafidir zira dünya ve ahiret rızıkları elvan ve revaıhda biri birine müşabih olup aralarındaki bir teşvik ü tergıb yoktur çünkü lezzet tenakküldedir. Evet… etvar-ı cennet etvar-ı dünyaya muhalifdir lakin nası şevklendirmek ancak bildikleri ve i’tiyad ve ülfet ettikleri şeylere göre olur. Biz biliriz ki dünyada ekl bünyeyi inhilalden hıfz Kur’an ve hadisde vürud eylediği üzere orada vaki’ ekl ü şürbün diğer bir hikmete mübteni olması lazım gelir ki ahval-i alem-i gaybdan olduğu cihetle biz o hikmete vakıf değiliz biz ancak Kur’an ve hadisde vürud eden şeye iman edip o şeyin hakıkat ve hikmetini Allahü teala hazretlerine tefviz eyleriz. Kur’an ve hadisde vürud eden umurdan biri de rızk-ı cennetin lezzat-ı dünyadan a’la ve enfes bir lezzet olmasıdır. Bazı müfessirin bizim evvelce dediğimiz şeye zahib olarak dediler ki o rızık sükkan-ı cennatın dünyada iken amellerine mükafaten kendilerine va’d olunan şeyin aynıdır; imdi onlar her ne zaman ondan bir semere ile merzuk olsalar böyle bir mükafatı bulunan amele kendilerini muvaffak ettiğinden dolayı Cenab-ı Hakk’a şükür olarak va’d-i ilahiyi yad ederler. Nitekim anifen zikr eylediğimiz ayeti de bu ma’nayı ifade eder. Şu halde güftar-ı sükkan-ı cennat mev’udün-bihin mev’udun-aleyhe irtibatı kabilindendir. Güya ki a’mal aynı mükafattır. Ehl-i cennatın tahkiye olunan sözlerinden sonra varid olan kavl-i şerifi o sözün tazammun eylediği ma’nayı te’kid ve takrirdir ve racih olan vech de budur. buyuruluyor ki o zevcat enva’-ı tathirden her bir nevi’ ile tathir edildiklerinden onlarda hiçbir afet ü ayb u kusur yoktur demektir. Nisa-i cennat mü’minat-ı salihattandır ve Kur’an’da hur-ı in ile ma’rufe olanlar bunlardır. Ahirette zevcat ile sohbet ahiretin sair şuun-ı gaybiyyesi gibidir; biz o şuundan Allahü tealanın haber verdiğine iman edip ne ondan ziyade ve noksan bir şey söyler ne onun keyfiyetinden bahs eyleriz. Sebk ettiği üzere biz ancak bil-icmal şunu biliriz ki etvar-ı hayat-ı ahiret etvar-ı hayat-ı dünyadan a’la ve ekmeldir. Şu da bizce ma’lumdur ki dünyada zevcatın musahabet-i zevciyye-i mahsusa halbuki ahirette tenasül bulunduğuna dair bir şey vürud eylemediğinden oradaki musahabet-i zevciyyenin lezzeti daha ali ve hikmeti daha refi’ u sami olmak lazım gelir; rızk-ı cennet bahsinde güzar ettiği vech ile biz ahirette musahabet-i zevciyye vuku’una iman eder ve fakat mahiyet ve hakıkatinden bahs etmeyiz. buyurulmuştur ki ne ehl-i cennat o cennattan huruc ederler ne o cennat onlarla fena-pezir olur da onun zevaliyle bunlar da zail olurlar demektir; o cennat nihayetsiz bir hayat-ı ebediyyedir. Hemen Cenab-ı Hak bizi güzidegan-ı ehl-i cennat edecek ulum-ı sahiha ve a’mal-i salihaya muvaffak eylesin o ulum-ı sahiha ve a’mal-i saliha ki ruhlar onunla i’tila eyler ve o fevz ü felaha onunla isti’dad hasıl ederler. Haşiye: Nüsha-i salifede bazı takdim ve te’hir ile beraber daha bir takım ufak tefek tertib sehivleri vuku’ bulmuşsa da sibak u siyak ile anlaşıldığından tashiha lüzum görülmemiştir. ET-TECRIDÜ’S-SARIH Lİ-EHADISİ’L-CAMİ’İ’S-SAHIH . Bazı rivayatta kaydı Diğer rivayette . Diğer rivayette . Diğer - Tercüme Abdullah bin Abbas radiyallahu anhümadan rivayet olunuyor ki bir defa abdest aldı. Şöyle ki yüzünü yıkadı. Bir avuç su alıp ağzını çalkaladı ve burnuna çekti. Sonra bir avuç su alıp onunla ve şöylece diğer avucuna da koyup yüzünü yıkadı. Sonra bir avuç su alıp sağ elini yani kolunu yıkadı. Yine bir avuç su alıp sol eline yani kolunu yıkadı. Sonra başını mesh etti. Sonra bir avuç su alıp sağ ayağına ta yıkayıncaya kadar döktü. Yine bir avuç su alıp ayağını yani sol ayağını yıkadı. Ondan sonra: “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemi gördüm böyle abdest alıyordu” dedi. kezalik yine oradaki diğer rivayetine göre yalnız bir diğerinde de : - Tercüme Enes bin Malik radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve sellem helaya girdiği zaman: diye du’a buyururdu. - Tercüme Abdullah bin Abbas radıyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir kere helaya girdi. Kendisine yıkanacak su götürüp bıraktım. “Bunu buraya kim koydu?” diye sordu. Haber verdiler. “İlahi! Onun dindeki anlayışını artır” diye dua buyurdu. Ebu Eyyub-i Ensari radıyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor. Biriniz kaza-yı hacet için çukur üstüne geldiğinde kıbleyi ne karşılasın ne arkasını ona versin Medine’nin şarkına veya garbına doğru dönünüz. Bir rivayette yoktur. Abdullah bin Ömer radıyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor. Bazı kimseler: “Kaza-yı hacete oturduğun zaman ne kıbleyi ne de Beytü’l-Makdis’i karşılama” diyorlar. Ben ise bir gün bizim evin damı üstüne çıkmıştım. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin kaza-yı hacet için Beytü’l-Makdis’e karşı iki kerpiç üzerinde oturduğunu gözümle gördüm. ziyadesi yoktur. Bir ridiğer bir takımında ise - Tercüme Aişe radıyallahu anhadan rivayet olunuyor ki Nebiyy-i mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin zevcat-ı tahiratı geceleyin kaza-yı hacete çıktıklarında Medine’nin kenarında kain Menası’ nam mahalle kadar giderlerdi. Menası’ denilen yer ise açık bir yerdir. Ömer radıyallahu anh Nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve selleme: “Kadınlarını kapa” derdi de Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem dinlemezdi. Nihayet ümmehat-ı mü’mininden Sevde bint-i Zem’a bir gece yatsı zamanı çıktı. Sevde radıyallahu anha uzun boylu bir hatun idi. Ömer hicab yani tesettür-i nisvan emrinin nazil olmasına o kadar haris idi ki ona: “Ya Sevde! Bilmiş ol ki biz seni tanıdık” diye bağırdı. Bundan sonra Allahü teala hicab ayetini inzal etti. . Bu ikinci rivayeti mü’ellif Enes bin Malik radıyallahu anhın “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem kaza-yı hacete çıktığı zaman bir çocukla beraber yanımızda bir su matarası olduğu halde hizmet Enes radıyallahu anhın: yanımızda bir su matarası su ile istinca buyurduğunu anlatmak istiyor. Ebu Katade radıyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: helaya gittiğinde zekerine sağ eliyle dokunmasın sağ eliyle de silinmesin yani istinca etmesin Bir rivayette . Sülasiden de if’alden de mervidir bir rivayette diğerinde de varid olmuştur. Bu şek ve tereddüd di- Bir rivayette . Bir rivayette - Tercüme Ebu Hüreyre radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir kere Nebiyy-i mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem kaza-yı hacet için çıktığında arkasından gittim. Arkasına dönüp bakmak adeti değil idi. Kendisine yaklaştım. “İstinfaz yani istinca için bana taş ara” yahud buna benzer bir söz söyledi. “Şu kadar ki bana ne kemik ne fışkı getirme” buyurdu. Eteğimin içinde birkaç taş getirip yanına koydum ve yanından savuşdum. Hacetini kaza ettiği zaman onları kullandı. - - Geçen gece bir bezm-i irfanda idim. Müslüman namıyla neşr olunan kitab hakkında rüfekadan biri serd-i mütalaaya ve ibzal-i takdirata başladı. Bizleri o kitabdan birer kıt’a edinmeye da’vet etti. Ertesi günü Babıali Caddesi’nde Kitabcı Hilmi Efendi’nin kütübhanesine bil-müracaa on kuruş vererek bir kıt’asını iştira eyledim. Birkaç günler mütalaasıyla meşgul oldum. Barekallah bunun müellif-i muhteremine. Çünkü ilm-i hal tarzında yazılan asarın en birincisi bu kitabdır. Müslümanlığın siyasi dini ictimai ne gibi hakayıkı ihtiva eylediği icab-ı zamana göre gayet açık bir lisan ile yazılmış. Müellifi İstanbul Askeri İ’dadisi muallimlerinden Nikşikli Yüzbaşı Vahyi Efendi isminde biri olup şakirdlerinizden imiş. Maat-teessüf bu zat ile henüz şerefyab olamadım. Şu te’lif-i güzin münasebetiyle alenen arz-ı şükrana müsaraat etmeyi doğrusu vecibe-i zimmet addeyledim. Elimizdeki ilm-i hal kitablarının kimi pek mufassal kimi pek muhtasar olmakla beraber bir kısmının ibare aralarında ve dahi pes kaçan gibi bir takım elfaz-ı atikadan başka avamın anlayamayacağı birçok ta’birat-ı mübheme mevcud olduğundan umumen istifade gayr-ı mümkindi. Müslüman zamanımızın ihtiyacat ve icabatına göre pek iyi düşünülerek yazılmış bir eser olması hasebiyle bundan her müslim ve müslime birer tane edinmelidir fikrindeyim. Evlad-ı vatan bunu okumalı dinimizin maaliyatına ciddi bir vukuf hasıl etmelidir. Bunun mündericatına husul-i ıttıla’ müstelzim-i saadet-i dareyndir. Aferin: − O hazret-i Vahyi’ye ki bu güzel eseriyle alem-i halde ruh-ı pak-ı cenab-ı Seyyidü’l-kevneyn ondan hoşnud olmuştur hiç şübhe etmem. Zat-ı alinize de arz-ı şükran olunur ki zamanımızın ihtiyacını düşünecek ve ona göre arz-ı hizmet edecek böyle gayretli zatları yetiştirdiniz. Hülasa-i kelam bu eser-i güzini pek takdir ettim. Gönlüm onu ister ki erbab-ı iman bunun ta’mim-i intişarına çalışsın. Hazret-i Vahyi ne kadar mahviyet-perverdir. Eserini gazetelerle olsun i’lan etmekten bile çekinmiş zira öyle bir Edib-i irfan-perver! Sıratımüstakım Donanma Mecmuası gibi nefais-i asarda enafis-i asar-ı edebiyyelerini okuyarak meftun-ı belağat ve meczub-ı nezahetleri olmaktayım. Şu ufacık mektubumda zat-ı ali-i edibanelerinden iki zemin üzerine iki manzume-i muhallede ihsan buyurulmasını –afvınıza iğtiraren- istirham ederim. Bunlardan biri- seyf ve kalem- tarzında: “Ordu donanmanın ehemmiyet ve millet vatanımıza ifa ettikleri ve edecekleri hidemat i’tibarıyla müfaharesi diğeri yine aynı tarz ve uslubda “Girid”in Harbiye Nazır-ı alisi Mahmud Şevket Paşa hazretlerinden istişfa’ ve istimdadı ve müşarun-ileyhin verecekleri ecvibe-i gazanferane ve kahramananesi olacaktır. Birincisini Donanma’nın on ikinci mecmuasında ikincisini de Sıratımüstakım’de okumak son emel ve istirhamımdır efendim. Bir dul kadın yavrusunu almış kaçar dağlara; Bir sakat kız “babam!” diye inleyerek sürünür Hep yıkılmış yıkılmakta; uzaklardan görünür Türk ocağı anayurdu benzer iken bağlara Bakın şimdi nasıl olmuş? Hep ocaklar bir mezar Hep evleri bir harabe sokaklardan geçilmez; Hep yaralı ezilmişler sağlam kimdir seçilmez?! Cenk artığı askerlere benzedilse yeri var.. Sağlamları bulunsa da yaralanmış içinden Ya dul kalmış bir kadındır ya anasız bir çocuk; Bir dağ gibi oğlu gidip kendi kalan daha çok! Din kardeşi! Yardım etmek sana bana farz iken Ne durursun? Aç susuzdur zavallılar; yuvasız Kar altında inliyorlar yakacaksız parasız! Şubat sene Hüseyin Efendi Çajavingrat’ın kitabı yerli me’hazlerden alınıp yazılmıştır. Bu me’hazler arasında en mühim mevki’i Açe vekayi’-nüvisanının asarı ve alel-husus Bostanü’s-Selatin ’in ikinci kitabının on üçüncü faslı tutar. Bu fasıl sene-i miladiyyesinden’e kadar cereyan eden vekayi’i nakl ü hikaye eder. Müellif Bostanü’s-Selatin’den başka yerli vekayi’namelerin cümlesine müracaat etmiştir. Bunlardan bir kısmı yekdiğerlerine pek benzerler; bunlar birer sıra Açe sultanlarının zaman-ı hükümdarilerine aid birbirlerinden pek az farklı vekayi’ hülasalarından ibarettirler. Bu enmuzece mensub vekayi’namelerden gayrı Hüseyin Efendi’nin istifade ettiği daha birkaç eser vardır. Bunlardan bazıları mesela Şecere-i Malayu Marong Mahavamza Tarih-i Müluk-i Pazey bin-nisbe az ehemmiyetlidirler. Hüseyin Efendi’nin en çok işine yarayan bir me’haz de Sarakatas’lar yani Açe sultanlarının emirnameleridir. Bu emirnamelerden saray teşrifatında limanların ticaretinde mer’i olan usul ve adatı şayan-ı i’timad görülmüyor. Yerli eserlerden me’huz ma’lumatı murakabe için müellifin müracaat ettiği asar-ı garbiyye Lahe ve Patavya hazain-i evrak-ı kraliyyesinde mevcud vesaikten ibaret olup mevzua dair pek cüz’i ma’lumatı muhtevidir; zira Hind-i Şarki Kumpanyası’nın Açe sultanlarıyla münasebeti daima ehemmiyetsiz idi. Hüseyin Efendi’nin te’lifi üç kısma münkasemdir. Birinci kısmında Açe tarihini mebdeinden İskender Muda’nın cülusuna kadar nakl eder; bu kısım Açe tarihinin en müşkil parçasıdır. Zira yerli vak’anüvisler eski zamanları birçok hurafat ve esatir ile doldurmuşlar ve mevzu’dan haric bir takım mübahasata girerek karma karışık bir hale sokmuşlardır; yerli vekayi’nameleri tenkıd edebilmek için bu kısma aid diğer me’hazler de mevcud değildir. Eserin ikinci kısmında Açe saltanatı[nı]n devr-i kemal ve satvetinden yani sene-i miladiyyesinden sene-i miladiyyesine kadar geçen bir asırlık zamandan bahs olunuyor. Her zaman ve her yerde olduğu gibi Açe saltanatı da uç noktasına erişince sukuta başlamıştır. Eserin üçüncü kısmı’den senesine kadar gelir. Bu kısımda dahil-i saltanatta zuhura gelen fitne ve niza’lar ve bundan mütevellid inhitat-ı seri’ tasvir olunmuştur. Açe’nin za’fı Avrupalıların Sumatra’ya duhul ile nihayet bir dereceye gelir ki bir zamanlar adanın hakimi olan bu saltanat artık düşünülmeye bile değmez. ’ncı asr-ı Miladi ibtidasına değin Açe vekayi’i pek karanlıktır. Buraları gezen Arabların Çinlilerin Avrupalıların seyahatnamelerinde Açe’ye dair ma’lumat yok gibidir. Yerli muharrirlerin asarında ise hayat-ı tarihiyyelerinin bu çocukluk devresi çocukça uydurulmuş masallardan başka bir şey değildir. Ancak bu masalların bazılarından Malay ve Polenizya hurafat ve esatirini öğrenmek için istifade edilebilir. Mesela birisinde bir Bidadari yani semavi bir perinin bambu ağacından çıktığı hikaye ediliyor; diğerinde bir Bidadari’nin bir beni ademle izdivac ederek uçmak iktidarını gaib ettiği söyleniliyor. Eski vak’a-nüvislerce Bidadariler hakıkaten mevcuddur. Açe’nin ilk emirlerinden iki kardeş Bidadarlarla evlenmişlerdir! Din-i İslamı Mağrib’den gelme bir zat neşr etmiş de bu zat da bir Bidadari ile izdivac eylemiştir. İşte bu izdivacdan Açe sultanları tevellüd ve zuhur etmişler. Eski vekayi’nameler ’den’ye kadar on sultan sayıyorlar. Ancak onuncu sultandan sonradır ki nakl olunan vekayi’ biraz hakayıka benziyor. rivayet vardır. Bostanü’s-Selatin sene-i miladiyyesinde şimdi sene-i miladiyyesindeyiz Ali Mugayit Şah tarafından nakl ü neşr olunduğunu yazıyor; Şecere-i Milayo ise Şamba Emiri Şah Poling Sumatra’ya gelerek din-i mübin-i Muhammedi’yi neşr ve Açe saltanatını te’sis etti diyor. “Mecelle-i Alem-i İslami”de me’hazim olan makaleyi yazan zat Mösyö Antuvan Kabaton ikinci rivayetin vüsukuna daha ziyade i’timad ediyor. Zira bu rivayet Şambalılar arasında da mevcuddur; ve sene-i miladiyyesine doğru Şambalıların Annamlılar tarafından mağlub edildiği muhakkak olduğundan evvelce din-i İslam’ı kabul etmiş olan bu kavme mensub bir adamın Sumatra’ya geçerek Açe’de neşr-i din etmesi pek muhtemeldir. Hüseyin Çaradingrat Efendi Açe’ye İslam’ın duhulünden bahs ederken senesinde yani Açe saltanatı Hollandalılarla muharib bulunduğu zaman İstanbul’da çıkan el-Cevaib ceridesinin bu mevzu’a dair yazdığı bir fıkrayı nakl ediyor. Fıkra aynen şudur: “Açe sene-i miladiyyesinde Gazi Cihan Şah tarafından feth olunarak havza-i İslam’a Seyyid Ferma Şah Selim-i Evvel’in vezir-i a’zamı Sinan Paşa nezdine gelerek saltanat-ı Osmaniyyenin himaye ve metbu’iyyetini taleb ve rica etti. Taraf-ı saltanat-ı seniyyeden ricası kabul ve is’af buyurularak şaha ferman-ı hakani mez o zamanlarda fevkalade uzak olan Sund adalarıyla münasebat-ı siyasiyye te’sisine kalkışılması saniyen dahi otuz beş kırk sene evvel makam-ı hilafet ceraidinin alem-i Hüseyin Efendi el-Cevaib’in ma’lumatını yerli vak’anüvislerden me’huz zannediyor; muma-ileyh bu haberin nereden alındığını ve ne derecelere kadar mevsuk olduğunu mıştır. Hüseyin Efendi’nin bu muvaffakıyetsizliği son zamanlarda Darü’l-hilafe müslümanlarının ahval-i İslam’a ne kadar bigane kaldıklarını izhar ettiği için pek ziyade şayan-ı teemmüldür. “Kazanlı bir hacı” imzasıyla bir mektup aldık. Şivesini Osmanlı Türkçesine çevirerek aşağıya derc ediyoruz. Ben dört-beş gün evvel hacdan İstanbul’a geldim. Pazartesi günü Rus vapuruyla Odesa’ya gideceğim. İstanbul’da basılmış Kelam-ı Kadim ile birkaç kitab alacak oldum. O kitabları bildiğim bir İslam kitabhanesinden almak için geçen Pazar günü Babıali Caddesi’ne gittim. O kitabhane kapalı. Belki kitabcının ailece bir işi vardır diye başka bir kitabcı dükkanına gitmek istedim. Oradaki bir gazete satıcı “Bugün Pazar kitabcıların hepsi kapalı” dedi. “Müslümanları da mı?” dedim. “Hay hay! Hepsi kapalı” dedi; ve eliyle Babıali Caddesi’nin dükkanlarını gösterdi. Ben kendi kendime şaştım: Darulhilafet’de Kelam-ı Kadim almak için kitabhane-i kapalı görüyorum! Düşüne düşüne kapalı dükkanlar arasından ram günlerinde görülen bir hayat ve şetaret var. Sağa giden bir sokakta yeni elbise giyinmiş erkek ve kadınlar geziniyorlar allı yeşilli süslenmiş dolab gibi bir şey çevirerek çalgı çalıyorlar. Sola giden bir sokağa sapdım dükkanlar yine kapalı bir kapalı dükkanın üstünde padişahın damgasını görüp merak ederek okudum. “Hereke Fabrika-i Hümayunu mensucatı” yazılmış; oradan geçen bir adama sordum: “Bu dükkan nedir?” o adamın cevabından anladım ki dükkanda halife fabrikasının ma’mulatı satılıyormuş. Lakin şurasını iyi anlayamadım: Ma’mulatı satan dükkan da miri mi? Miri yani beytü’l-malin ise orası Pazar günü nasıl kapalı olur?.. Biz Rusya’da senelerden beri müslümanlara Pazar günü dükkan kapatmak mecburi olmasın diye Rusya Hükumetiyle uğraşıyoruz. Hükumet bilakis Pazar günü umum tebe’asına dükkan kapattırmak istiyor. Ve bunun birçok cihetlerden büyük ehemmiyeti var. Cuma yerine Pazar’ı bayram tanımaya o günü işi bırakıp giyinip soyunup gezinmeye başlayacak olursak çocuklarımızın Ruslaşmasını kolaylaştırmış oluruz. Hafta ta’tilinin müslümanlara Cuma olması hükümdara kadar kerratla müracaat ettik; Petersburg’a delegeler gönderdik bir hayli para sarf ettik. El-yevm Rus Meclis-i Meb’usanı’ndaki fırkamızın programında münderic bir madde-i mühimmede ehl-i İslam’a hafta ta’tilinin Pazar olmamasıdır. Ruslar Rus Hükumeti beş altı sene uğraştıkları halde hala Pazarı müslümanlara ta’til günü yapamadılar ve Darulhilafe’nin ahvalini yukarıda hikaye ettiğim vechile gördükten sonra bende bir tereddüd hasıl oldu. Acaba biz beyhude mi uğraşıyoruz? Darü’l-hilafet’te kitabcılar da Pazar günü kapadıktan hatta üstünde Halife damgası tuğra olan bir dükkan da Pazar günü kapadıktan sonra bizim tasavvur ettiğimiz mahzurlar acaba sırf vehim değil midir? Rica ederim efendilerim? Benim tereddüdlerimi gazetenizle Hacı efendi kardeşimiz sizin Cuma yerine Pazar’ın hafta ta’tili olmasından tevellüdünü tasavvur ettiğiniz mahzurlar vehim değil hakıkıdir. Cihadınızda devam ediniz ve Cuma’nın yevm-i ta’til kalmasını elinizden gelen bütün gayreti sarf ile muhafazaya çalışınız; bizim İstanbul bu babda asla rehberiniz olmasın. İstanbul’da şayan-ı ıslah pek çok husus var. Ve bunlardan birisi de hiç şübhesiz bu münasebetsiz haldir. Hükumete de diyeceğimiz var: İstanbul’un bazı piyasalarında Pazar’ın yevm-i ta’til olması bir takım esbab-ı iktisadiyyeden neş’et ettiğini bilmez değiliz; maamafih fikrimizce hükumet bu mühim mes’eleyi tedkıka mecburdur. Ve ale’lhusus Hereke Fabrikası dükkanları gibi dekakin-i miriyyenin olsun Pazar günleri kapalı bulundurmak Cuma açmak gibi münasebetsizliğe mahal bırakmaması kat’iyyen elzemdir. Dünya gittikçe küçülüyor. Münasebetler rabıtalar arttıkça artıyor yarım asır evvel birbirlerinden hemen hiç habersiz yaşayan merakiz-i İslamiyye bugün birbirlerine demiryolları posta arabaları telgraf telleriyle bağlanmıştır. Büyük İslam şehirlerinin çoğunda matbuat var. Bunların sütunları – Darulhilafe gündelikleri müstesna- alem-i İslam vekayi’i ile dolduruluyor. Kahire Lahor Tahran Kazan gazetelerinin yarısından fazlası alem-i İslam vekayi’ine hasr edilmiştir. Bu sahifelerde Devlet-i Osmaniyye Darulhilafe havadisi en mühim yer tutar. İstanbul’un küçük bir fikri ehemmiyetsiz bir hadisesi dalgalana dalgalana bütün alem-i İslama yayılıyor. Bütün alem-i İslam o fikir veya hadiseden müteessirdir. Mesela bakınız bin-nisbe ehemmiyetsiz bir vak’a Babıali yangını Bahr-i Hazar sahilindeki Astrahan’da çıkan İdil refikımızın Şayan-ı dikkat bu mektubun bazı fıkralarını aynen nakl ediyoruz: “Babıali yandı. Bizim Rusyalı müslüman nokta-i nazarından nasıl olup yanabildiğini ta’yin etmek pek zordur. Benim oturduğum yer Babıali’ye yakın olduğundan yangının nasıl terakkı ettiğini büyük büyük hükumet dairelerini birbiri ardından çirkin ve ateşin dili ile nasıl yalayıp tahrib ettiğini fena halde kızdırdı diğer tarafdan bende ağlamak arzusu uyandırdı. Ben hislerimden tecerrüd ederek yalnız vakı’ayı nakl edeceğim. Babıali’nin binası gayet büyük. Bizim Kazan Darülfünunu’ndan da büyük. İstanbul gazeteleri on bin arşından fazla diyorlar. Ben yangına geldiğim zaman ateş koca binanın ufacık bir kısmını sarmıştı; ancak otuz otuz beş arşınlık bir yer yanıyordu. Hiç rüzgar esmediği için yangının pek çabuk söndürülmesi kabil idi. artık tulumbacılar da gelip yetişmişti. Toplanan ahali de tevessü’ etmeyecek diyorlardı. Lakin iş öyle çıkmadı: Tulumbacılar bilmem neden bulundukları yerde bila-hareket duruyorlardı. Biz birkaç kişi: “Ne oluyor? Niçin su sıkmıyorsunuz?” diye sormaya başladık“Su yok!..” cevabını aldık! Su yok!... Sonra anladık ki Babıali’nin su hazinesinin anahtarı gaib olmuş!... Sokaklardaki su muslukları açılamıyormuş!.. Hasılı su yok! Tulumbacılar öteye beriye seğirttiler komşu evlerden kapı çalarak “Sizde su yok mu?” diye su dilenmeye başladılar; lakin ateş onların su bulup getirmelerini beklemedi; gittikçe genişlendi erkekler çeşmelerden tenekelerle su taşımaya kadınlar ağlamaya başladılar. Ateş ne o birkaç teneke suya ne de kadınların gözyaşı suyuna aldırmadı. Derken itfaiye askerleri geldi bütün etraf ve civar tulumba ile doldu. Su olmadıktan sonra bu makinelerin ne te’siri olacak! Ateş kağıdla dolu bir odayı sardı. Zavallı katiblerin yüzlerce senelerden beri yazdıkları evrak birkaç dakıkada kül oldu gitti.. Nevbetle devriye yapan altı hizmetçiden hepsi uyuşmuş yanık koku duymuş; telefon ile tulumbacılara haber vermek hatırına bile gelmemiş. Ve hepsi uyandıktan sonra da hiç birisi itfa-yı harik ile uğraşmayarak kendilerinin eski yorganlarını kırık sandıklarını taşımaya başlamışlar!.. Mes’elenin asıl can sıkacak ciheti yangının kendisi değil evvelden buna karşı hiçbir tedbirin yapılmamış olmasıdır: Koca binada ne tulumba ne tulumbacı ne de vazifesini ifa eder bir hizmetci yokmuş! İnkılab falan olduysa da anlaşılan hizmetcilerin me’murların dimağlarında vazifeye nazarlarında hiçbir şey değişmemiş imiş. ve ba-husus geçen sene yine hizmetcilerin me’murların vazifelerine dikkatsizlikleri yüzünden güzelliği zenginliği ile bütün dünyanın en birinci saraylarından ma’dud milletinin elli-altmış milyon rublesine mal olmuş Çırağan Sarayı yanıp mahv olmuş iken Babıali’de ihtiyatsızlığın bu derece oluşuna şaşmamak bu vakı’alar böyle te’akub ettikçe insan Osmanlı Hükumeti’nin istikbali için endişeli düşüncelere dalmamak kabil midir?...” Rusya’da Türkçe bir gazeteden şu mütalaaları okuyan bir Osmanlı şübhesiz pek müteessir olur canı sıkılır kızar muharririne: “Ayol bizim nevakısımızı aleme işa’a eden Frenk gazetecileri yetişmiyor mu ki siz de böyle yazılar yazıyorsunuz sizin gazeteleriniz asıl alem-i İslam’da Türk kardeşlerimiz arasında dağıldığından su’-i te’siri daha çok olacaktır. “Yapmayın!” demek ister; ve haklıdır. Lakin o muharrir de kalkıp “mızrak çuvala sığmaz: Şüyu’ ve intişarını dese haksız mı olur? Kariin-i muhterememizin Abdürreşid Efendi İbrahim hazretlerinin Tokyo’da bulundukları sırada teşekkül etmiş olan “Asya Gikay” Cem’iyeti’ni pek iyi bilirler. “Asya Gikay” Cem’iyeti geçen Kanunisani’nin’ncı günkü ictima’ında cem’iyetin naşir-i efkarı olmak üzere “ Daito ” yani “ Meşrık-ı A’zam ” unvanlı bir risale-i mevkute neşrine karar vermiş ve kararını vakit gaib etmeksizin kuvveden fiile bil-ihrac risaleyi Şubat ibtidasında neşr eylemiştir. Daito’nun ilk nüshası idarehanemize vasıl oldu. Risale güzel Japon kağıdına san’atkarane matbu’ elli sekiz sahifelik bir eser-i nefisdir. İki sahifeden maadası kamilen Japonca olduğundan; bit-tab’ hiçbir şey anlayamadık. Risalenin kabına da İslam hurufatıyla “ Meşrık-ı A’zam ” ve “ Daito ” kelimeleri matbu’dur. Kabın tasvir-i latifini çinkoğrafya ile aldırıp aşağıya nakl ettik. Yukarıda Japonca olmadığını yazdığımız iki sahife Fransızcadır. Bunları okuyup anladık. Sahifelerin birisinde “Asyağı Gikay” Cem’iyeti’nin beyanname-i resmisi diğerinde sasında İstanbul’dan beray-ı tahsil Japonya’ya giden Münir suret-i kabulü şöyle hikaye olunmuştur: “Kanunievvel’in ’ncü günü alınan telgrafname üzerine cem’iyetimiz a’zasından Aoyaği Mazaotokiyo’dan Küba’ya istikbale gönderildi. Kanunievvel’de Darulhilafe talebeleri gelip cem’iyet tarafından ihzar olunan Oekiya oteline nazil oldular. Aynı günde Ohara refakatinde olarak Devlet-i Osmaniyye tebe’ası umuruna bakan İngiltere Sefareti’ni ve Rusya-Japonya Muharebesi’nde maktul olan Japonya askerlerinin yetimhanesini ziyaret ettiler - Kanunisani zabtında şu satırlar nazar-ı dikkati calibdir: “Eskiden Çin’de seyahat etmiş olanların teşkil ettikleri “Sankaydo” Cem’iyeti açıldı. Bu cem’iyetin “Asya Gikay” ile doğrudan doğruya rabıtası olmamakla beraber a’za-yı cem’iyetimizin cümlesi yevm-i küşadda hazır bulundular. “Asya Gikay” ve “Sankaydo” bundan böyle münasebat-ı daimede bulunacaklardır.” “Asya Gikay” beyanname-i resmisi bütün Asyalılar ceme ediyoruz: “Sakin olduğumuz Asya efkar-ı aliyye ve mukaddese ile memlu cihanda en mühim bir vaz’iyeti haizdir Asya arazisinin vüs’ati dağ ve nehirlerinin azamet ve cesameti ahalisinin kesreti mahsulatının feyz ü bereketi ile kıtaat-ı saire-i arzın cümlesine faiktir. Bunun içindir ki en eski medeniyetler Asya’da doğmuş en büyük fikirler Asya’dan intişar eylemiştir. Lakin teessüf olunur ki bugün Asyalılar birbirlerinden bi-haber hatta birbirlerine düşman bulunuyorlar. Bu ihtilaf garbiyyunun Şarkı ne çalışılmayacak olursa Asyalıların istikbalinden korkulur. Ahlakı iyi adetleri müstahsen tabiatleri selim fikirleri sahih olan Asyalıların yalnız kendilerine güvenerek Asya’nın salah ve tekemmülüne çalışmaları la-büddür. Binaberin netayic-i hasenesinden emin olduğumuz halde “Asya Gikay” Cem’iyeti’ni te’sis ediyoruz ve Asyalılara alenen müracaat ederek iştirak ve muavenetlerini rica eyliyoruz.” Beyannamenin zirine cem’iyetin müessisleri olan zatın kasdıyla teessüs eden “Asya Gikay” Cem’iyeti’ni Meşrık-ı A’zam refikımızı neşre muvaffakıyetinden dolayı tebrik ederek makasıd-ı necibesine erişebilmesi için Cenab-ı Allah’a yalvarırız. Beyannamesini yukarıya derc ettiğimiz “Asya Gikay” Cem’iyeti’nin ta’limat-ı umumiyyesi ile nizamnamesi bervech-i atidir. rasını muhafaza ve terakkıyatını te’min için başlıca mesail-i atiyye ile iştigal edecektir: Ziraat maarif iktisad coğrafya te’sis-i müsta’merat münasebat-ı milliyye politika ve mesail-i askeriyye. edilecektir. ganistan ve Türkiye’de ve Asya’nın nikat-ı mühimmesinde şu’beler te’sis edecektir. ahval-i hazırasını yakınen bilmek için i’zam edeceği a’zalar vasıtasıyla tahkıkatta bulunacaktır. ’nci Madde: Cem’iyet Asya Gikay tesmiye olunur ’nci Madde: Cem’iyetin merkez-i idaresi teşekkül etmiştir ve an-karib Asya kıt’asının nikat-ı mühimmesinde şu’beler te’sis edecektir. ’ncü Madde: Cem’iyete a’za kayd olunmak isteyen zevat cem’iyet a’zalarından iki zatın tavsiyesi ile merkez-i idareye veyahud şu’belerden birine müracaat etmelidir. ’ncü Madde: Cem’iyetin bir reisi vardır. ’nci Madde: Cem’iyetin ber-vech-i ati me’murları vardır. Bir müdür müşavirler hey’et-i idare bunların müddet-i me’muriyeti üç senedir. Aynı me’mur tekrar kabil-i intihabdır. ’ncı Madde: Müşavirler hey’et-i idarenin ictimaında verilen karar üzerine ta’yin olunurlar. ’nci Madde: Cem’iyet iktiza eden katib ve me’murin-i saireyi ta’yin edecektir. ’nci Madde: Lüzumu halinde müşavirlerin ictimaı hey’et-i ’ncu Madde: Her ay cem’iyetin mesaisi a’zalara tebliğ olunur. ’ncu Madde: Daha mükemmel ve vasi’ bir nizamname re tanzim edilecektir. ’nci Madde: Üç nevi’ a’za vardır. refi olan meşhur zevat ile mu’teber familyalar mensubini. viye edenler. kayd olunanlar. ’nci Madde: Cem’iyete verilen nukud şayan-ı i’timad bir bankaya vaz’ edilecek ve varidat ve masarıf mecmuada yazılacaktır. ’ncü Madde: A’zalar cem’iyetin defter-i mahsusuna kayd edilir. İ’ta olunan a’zalık bedeli mukabiline makbuz verilmeyip mecmu’ada i’lanla iktifa olunur. ’ncü Madde: Cem’iyet kendi neşriyatını on birinci madde mucebince a’za olan zevata tevzi’ eder. ’nci Madde: A’zaların cem’iyete aid harekatı neticesinde görülecek lüzum üzerine mükafat ve mücazatlarına dair ayrıca bir nizamname tanzim edilecektir. Japonların alem-i İslam ile sıkı ve iyi münasebette bulunmak giden müslüman talebenin gördüğü hüsn-i kabul pek sarih rimize ne kadar ehemmiyet verdiği yardıma çalıştığı baladaki nizamnameden anlaşılıyor. Talebe kardeşlerimizden birisinin gönderdiği The Hochi Shimbon gazetesinde muma-ileyhime dair İsamura Hanım tarafından yazılmış bir makale vardır. Talebelerimizin oradaki hayatını ve Japonlarla münasebetlerini gösterdiği için bu maka[le]nin de bir suret-i mütercemesinin aşağıya naklini muvafık bulduk: “Hasan Fehmi Ahmed Münir İbrahim ve Mehmed Tevfik namında genç üç Türk talebesi şehrimizde bulunuyorlar. Geçen sene İstanbul’da ikmal-i tahsil ile Japonya’yı ziyaret etmeye karar vermişlerdir. Ve Asya Gikay Cem’iyeti Hey’et-i bulunmaktadırlar. Ahmed Münir İbrahim Efendi’nin pederleri Abdürreşid ettikleri zaman tanışmış idim. Ve bundan istifade ederek Ohara cenablarının Akazakako’da Hikavamaçi Caddesi’nde vaki’ hanesine giderek Türk müsafirlerimizin Japonya hayatını görmek üzere yanlarına gittim. Derhal kendilerinin Tokyo’ya muvasalatlarından beri tercümanlıklarını der’uhde eden Nikki Ciro Efendi tarafından kabul edildim. Mütalaa odasına girdiğimde masa sandalye ve hibaci yani mangal kitablar ve duvarda birkaç elbiseler gözüme çarpdı ve kendimi adeta bir Japon hanesinde bulunmuş gibi hissettim ve başka fark göremedim. Tevfik Efendi sokağa çıkmış idi. İslamların bayram günleri Cuma olduğundan bugün bu efendiler hiçbir şeyle iştigal etmezler imiş Ahmed Münir ve Fehmi efendiler mütalaa ile meşgul bulundukları masa başından kalkıp istikbal eylediler. Ahmed Münir Efendi tebessüm ederek “Pederimin Beyanü’l-hak gazetesine yazdığı makalelerden isminizi zihnimde muhafaza etmiştim. Şimdi de sizi görmekle müşerref oldum” dedi. Nihayet sözler birbirini ta’kıb etti. Benden birçok sualler sordukları gibi ben de kendilerinden Japonya’yı nasıl bulduklarını sordum. Cevaben “Henüz Japonya’da pek az bulunduk bu babda kat’i bir söz söylemek hakkını kazanamadıksa da Japonların kendilerine lazım her şeyi kendi memleketlerinde i’mal etmeye çalışmalarına hayret ederek gayretlerini tebrik ederiz. mız ile bir farkını göremiyor isek de Japon evlerinin soğuğa mukavemet edecek derecede olmadıklarından soğuktan müteessir oluyoruz. Şimdi artık Japon yemekleri yemeye de alışmaya başladık. Hususan kızdırılmış balığı başkalarına müreccah buluyoruz” dediler. Kendilerinden İslamiyet’teki taaddüd-i zevcat hakkında sorduğuma cevaben Fehmi Efendi İslamiyet’teki bu kanunun gayet nazik mes’ele olduğunu söyledikten sonra tarihi ve siyasi esbabını izah eyledi. Bundan sonra muma-ileyhim Türkiye’de memnu’ olan şarabın Japonya’da pek de çok isti’mal edildiğinden bahisle geldikleri günlerde yıl başında sokaklarda ekseriyetle sarhoş kimselere tesadüf ettiklerinden teessüfle haber verip bunun terkine gayret olunmasının ma’kuliyetinden bahs ettiler… Şimdi bu Türkler redif zabitanından İçikava Kiyoci Efendi’den Japonca ve İngilizce okumakla iştigal ediyorlar. Japon lisanını kafi derecede öğrendikten sonra Tokyo Darülfünunu’na girmek arzusundadırlar. Geçenlerde bir meb’us Meclis-i Meb’usan kürsüsünde demiryollarından bahs ederken Vikyo Berar’ın ta’birlerini alarak Bağdad hattına “tarik-i saltanat” demişti. Bağdad Demiryolu eskiden beri Osmanlı padişahlarının Bağdad seferlerinde ta’kıb ettikleri Bağdad Caddesi’ne nisbetle nasıl bir “şeh-rah” ise tarihen alem-i İslam’ın en kavi en vasi’ en müterakkı bir zamanında payitaht-ı hilafeti ve el-yevm coğrafyaca o alemin hakıkı bir merkezi olan “Bağdad”ı Daru’lhilafe-i hazıraya pek ziyade yakınlaştırıp yüz milyona karib müslüman yaşatan Hind’in İstanbul’a bu’diyetini dörtte üç eksilteceği için hiç şübhesiz Hicaz hatt-ı mübareki derecesinde bir tarik-i hilafettir. Bağdad hattının alem-i İslamda yalnız alem-i İslam’da değil bütün Asya’da bütün cihanda haiz olduğu şu ehemmiyet-i fevkaladeden dolayıdır ki on beş yirmi seneden beri siyaset-i cihan Bağdad hattının etrafında dönmektedir Bağdad hattı el-yevm siyaset-i cihanın mihveridir. Şu kısacık mukaddime geçen Pazartesi günü irade-i seniyyesi Paşa ile Anadolu Demiryolları Müdir-i Umumisi Mösyö Höknen arasında bil-imza teati edilmiş olan Bağdad hattına müteallik mukavelenamelerin derece-i ehemmiyetini gösterir. Mes’ele bu kadar mühim olmakla beraber gündelik gazetelerimizden ekserisi bu mukavelenamelerin derece-i ehemmiyetini göstermediler. Gösterenler de mukavelenameleri siyaseten ve iktisaden tahlil ederek bu fikirden Hilafet-i Osmaniyye’nin kazanacağı siyasi ve iktisadi menafi’i tebyine veyahud muhafazasında ihmal edilmiş menafi’-i Osmaniyye varsa nelerden ibaret olduğunu izhara gereği gibi çalışmadılar. Vakı’a Tanin ile Tercüman-ı Hakıkat’ de birer makale göründü lakin bunlar da acelece yazılmış ve mukavelenamelerin şöyle bir okunuşu ile göze çarpan zevahirin tafsilinden ibaretti. Bize öyle gelir ki siyasi gazetelerin vezaif-i mühimmesinden birisi de hayat-ı umumiyye-i siyasiyyede fevkalade – hakıkı manasıyla fevkalade mühim- bu gibi vekayi’i artık mukadderat-ı milliyyesini eline almış addolunan hakim millete rin ceraidi böyle vakı’alar üzerine mütehassıslar tarafından yazdırılmış sıra sıra makaleler derc ederler. Ve millet de bunları okuyarak öğrenip anlayarak hakıkaten mukadderatını düşünür; düşünebilecek hale gelir eğer millet bu suretle hazırlanacak olursa işte ancak o zaman yalnız sözde değil işde de “hakimiyet-i milliyye” husule gelir. Biz bu nokta-i nazardan bazı izahatta bulunmayı atiye bit-ta’lik bugünlük Tanin ve Tercüman-ı Hakıkat’‘ in makalelerinden bazı fıkraları nakl ile iktifa edeceğiz. Tanin Pazartesi günü “Hüseyin Cahid” imzalı makalesinde şöyle diyor: Hükumet-i Osmaniyye bu mukavelenamelere imzasını vaz’ etmekle hakkından hiçbir parçasını terk etmiyor. Almanlar mukavelename mucebince kendilerinin olan bir takım hukuktan feragat ediyorlar. Şayan-ı dikkattir ki bu feragat tarafından Bağdad şimendüferinin Türkiye dahilinde bir Alman dan men’ etmek kabil bulunmadığına dair sebk eden beyanat akıbinde vuku’ bulmuştur. Şu halde Almanların en büyük rakıbleri bulunan İngilizler tarafından da müşkilata ve lerini Devlet-i Osmaniyye ile münasebat-ı dostane perverde etmek istediklerine Osmanlıların celb-i kalbine ehemmiyet verdiklerine ve kendi menfaatlerini Türkiye’nin zararında ve müşkilata uğramasında aramadıklarına delil olmak üzere kabul etmek zaruridir. Bağdad-Basra kısmı üzerindeki haklarından vazgeçmekle Almanların Türkiye siyasetine büyük bir kuvvet verdiklerini Hükumet-i Osmaniyye’yi bir takım kuyud ve müşkilattan kurtardıklarını teslim etmek iktiza eyler. fezi’nde muhafaza etmek istediği nüfuz-ı siyasisi münasebetiyle Hükumet-i Osmaniyye ile İngiltere arasında ihtilaf zuhur etmek ihtimali mevcud idi. Almanlar Bağdad-Basra şimendüferini başka bir devlet nüfuzunun Basra sahillerine kadar inmesini görmüyorlardı. Buna mani’ olmak için ika’-ı müşkilata kalkmalarından Türkiye zarar-dide olacaktı. Her halde Basra Körfezi mes’elesinin İngiltere ile Hükumet-i Osmaniyye arasında gayr-ı kabil-i hal bir ihtilaf şeklinde payidar olması tehlikesi mevcud idi. Almanlar Bağdad-Basra kısmı üzerindeki haklarından vazgeçmekle Türkiye ile İngiltere arasında başlayan müzakeratta bizim mevkiimizi tahkim ettiler. Aynı zamanda Almanlar yüzde dört gümrük zammı ile patent vergisi fazlası üzerindeki haklarından da vazgeçiyorlar. Eski mukavelename mucebince bu fazlaların Bağdad şimendüfer hattını inşa için karşılık olmak üzere tahsisi meşrut etmediği iddia olunabilir. Çünkü Anadolu hattı için tahsis olunan karşılıklardaki fazlalar esasen kafi derecededir. Beş altı sene zarfında bu tezayüdün Bağdad’a kadar olan kısma tamamıyla kafi bir karşılık teşkil edebileceğinde hiç şübhe yoktur. Böyle olmakla beraber gümrüklere yüzde dört zam etmek üzere düvel-i ecnebiyyeye vuku’ bulan teklifimize karşı İngiltere tarafından i’tiraz olunduğu ve bu i’tirazın zamaim-i vakı’anın Bağdad şimedüferi karşılığı miyanına dahil olması endişesinden ileri geldiği ma’lumdur. Demek oluyor ki Bağdad şimendüferi mukavelenamesinde mevcud olan bu kayıd Hükumet-i Osmaniyye’yi gümrük zammından gümrük zamaiminden gerek patent zamaiminden feragat etmekle Almanlar Hükumet-i Osmaniyye’nin teşebbüsat-ı siyasiyye ve maliyyesi karşısında peyda olan müşkilatı da izale etmiş oluyorlar. Tercüman-ı Hakikat’de Ahmed Bey Agayef de şöyle yazıyor: Bağdad Demiryolu mes’elesinde de böyledir. Osmanlılığı hattının vücud-pezir olmasına karşı İngiliz ne kadar müşkilat çıkarıyorsa Almanlar da o nisbette bir hüsn-i niyyet bir hulus-ı meveddetle müşkilat-ı mezkurenin ref’i için Osmanlılara her türlü teshilat gösteriyorlar. kurun mukavelenamesi mucebince Kuveyt’de nihayet bulacağı şartından hakk-ı sarihleri olduğu halde vazgeçdiler hattın Basra Körfezi üzerinde diğer bir noktada nihayet bulmasına razı oldular. Bunun üzerine İngilizler diğer bir müşkilat daha çıkardılar: Gümrük resmine yüzde dört zammı Bağdad hattı kilometre te’minatına karşılık gösterileceğinden zamm-ı mezkura razı olmayacaklarını beyan ettiler. Almanlar yine mukavelename mucebince buna da hakk-ı sarihleri olduğu halde bundan da vazgeçdiler ve sırf Hükumet-i Osmaniyye’nin İngiltere ile gerek gümrük zammına ve gerek Bağdad-Körfez hattına aid icra ettiği müzakerenin hüsn-i neticeye iktiran edebilmesi niyetiyle BağdadKörfez şu’besinden de yine haklı oldukları halde vazgeçerek bir teşebbüs-i beyne’l-milel şekline girmesine razı oldular. Almanların biz Osmanlılar hakkında bu gibi asar-ı hüsn-i niyyet ve hulus-ı meveddet ibraz etmeleri tabii kulub-ı Osmaniyanda bir hiss-i teşekkür ve imtinan ile karşılanacaktır. Lakin işin içinde hisden meveddetten ziyade menfaat de vardır. Almanlar kendi menfaatlerini Osmanlıların kavi ve muntazam bir hükumet meydana getirebilmelerinde arıyorlar ki işte asıl meveddet ve dostluk da bundan ibarettir. Tekrar ediyoruz beyne’l-milel temayülat ve itilafatın en samimisi en metini işte böyle menafi’-i mütekabile ve müştereke üzerine teşekkül edenlerdir. Bundan dolayıdır ki biz Alman politikasına Alman dostluğuna inanıyoruz ve alkışlıyoruz! Bugün herkes hissediyor ve anlıyor ki biz bir sene evvelki gibi bütün cihan ile dost bulunmayan ve bütün dostlarımız düşman kesilen bir hükumet vaz’iyetinde değiliz! Bizim de bugün muayyen dostlarımız muayyen hatt-ı hareketimiz vardır! Bu ise İbrahim Hakkı Paşa kabinesi sayesinde gürültüsüz patırtısız elde edilmiş bir muvaffakıyet-i azimedir ki bunun için mezkur kabine her gune sitayiş ve teşekkürata kesb-i istihkak etmiştir. BOYKOTAJ Biz henüz derin pek derin bir uykuda idik. Etrafımızda dünyaları altüst eden şeyler oluyordu… Biz yorganı başından yukarı almış bir hasta gibi dalgın ve habersiz yatıyor meraksız düşüncesiz hatta düşünmeye kabiliyetsiz uyuyorduk; bize bütün Osmanlılara sanki şiddetli bir uyku ilacı bizi yok etmek ve mirasımızı aralarında pay etmek isteyen düşmanlarımız onlar uyumuyorlar onlar göz kapamıyorlar ve çalışıyorlardı. Biz uyurken biz cehaletimiz gafletimiz dalgınlığımız habersizliğimiz içinde her şeyden her nimetten uzak hatta kendimizi benliğimizi bir zamanlar dünyaları titretmiş olan şanlı şerefli namımızı tarihimizi unutmuş olarak uyurken daha doğrusu bizi ninnilerle uyuturlarken onlar vücudumuza ne onulmaz yaralar açmışlar vücudumuzun ne kıymetli a’zalarını yaralamışlardı. Karadağ Sırbistan Bulgaristan Romanya Yunanistan bugün her biri birer devlet birer krallık olan bu yerler hep bizim topraklarımız hep binlerce yüz binlerce Osmanlı şehidlerinin kanları bahasına elde edilmiş yerlerimizdi. Onlar gitti her biri birer devlet birer hükumet oldu. Bunlar olurken biz uykuda kanlarımız aktı; bunların ayrılmaması için çırpındık; fakat bu nasıl bir çırpınıştı ya Rabbi! Dört ayağı bağlı kurbanlık bir koyun gibi.. Bizim pek uzun pek fazla süren bu uykumuz şüphesizdir ki mahşere kadar süremezdi. Buna Allah’ın inayeti adaleti razı olamazdı. Nihayet uyandık: Nihayet bizi habersizce öldürmelerine yardım eden bu uykudan Osmanlı memleketlerini paylaşmak için yapılan “Reval” mülakatıyla batırdıkları zehirli ve sivri bir neşter acısıyla birden bir hamlede uyandık. Biz o uyandığımız güne kadar bütün alemin gözünde kurtuluşu yok bir hasta idik. Bizden Osmanlı Hükumeti’nden bahsedenler Osmanlı Devleti diyecekleri yerde “hasta adam” diyorlardı. Hasta adamı nihayet öldürmeye karar vermişlerdi. Çünkü kendi kendine pek kolayca ölmeyeceğini bunun için çok beklemek lazım geleceğini düşünmüşlerdi. virecek tedbirler için konuşulacaktı. Fakat Allah’ın sırrına akıl ermeyen cilveleri vardır. Bir gün Makedonya balkanlarında bir sarsındı oldu ve uyandık. O gün artık ölüme mahkum hasta adam değil vücudu çektiği uzun hastalık dolayısıyla zaif fakat yaşamak için duyduğu arzuları pek kavi olan bir yaşar adam olduk. Ölüyorduk dirildik. Bu Allah’ın bir hikmeti idi bu bir mu’cize idi ki kainatı şaşırttı. Bizim o uzun uykumuz zamanında vücudumuzdan ayrılan fakat son iplikleri henüz kesilmeyen iki a’zamız: BosnaHersek ve Rumeli-i Şarkı uyanmak için yapdığımız silkinti arasında büsbütün kopdu canımızı fena halde yaktı. Fakat sıra o kopan parçaları tekrar yapıştırmak için çalışmak sırası değildi. Sıra yaralarımızı sarmak vücudumuzun bize kalan kısımlarını sağlamlatmak için var kuvvetimizi sarf etmek sırası duyduğumuz acılara dayandık ve susduk. Fakat şimdi bizden “Girid”i de almak istiyorlar… Biz cehaletimiz dalgınlığımız içinde iken etrafımıza görmeyen anlamayan nazarlarla bakıyorken bizim bir vilayetimiz olan Yunanistan’da “Etniki Eterya” adında gizli bir cem’iyet toplanmıştı. Bu cem’iyet Yunanistan’ı Osmanlılıktan ayırmak başlıbaşına bir hükumet haline sokmak adı batmış olan eski Yunan Hükumeti’ni tekrar meydana çıkarmak ve Osmanlıların elinde bulunan kıt’aları Yunanistan’a geçirmek eski Bizans İmparatorluğu’nu kurmak için yüz seneden beri bıkmak usanmak bilmeyerek her vasıtaya gizli gizli baş vurarak hatta en canavarca cinayetlerden bile çekinmeyerek çalıştı ve çalışıyor. Etniki Eterya hükumetin ve milletin bütün Osmanlılığın dalmış olduğu derin uykudan Tesalya’yı ayaklandırıp Yunan Krallığı’nı Avrupa’ya ve ister vuşmuştu. Bu muvaffakıyetinden aldığı ma’nevi zevk ve kuvvetle Yanya taraflarını Rumeli’yi Girid’i Adaları; sonra daha bilmem nereleri Yunanistan’a birleştirmek ve “Büyük Yunanistan”ı teşkil ile payitahtını İstanbul’a kaldırmak büyük emeli –Megalo İdea–sına bütün varlığıyla uğraşıyor. Bu emel başa çıkar mı? Biz bir zamanki uykumuzda el-an ve daima devam etseydik belki fakat artık biz uykuda değiliz. Binaenaleyh hayır yüz bin kere hayır! Lakin bir şart ile: Gözümüzü dört açarak çalışırsak onların çalıştıkları gibi değil; fakat sarf ettikleri kuvvet ve gösterdikleri niyet ve azimle çalışırsak. Biz Etniki Eterya gibi çalışmayacağız; çünkü o insanlık vicdan yürek bilmeyerek her vasıtayı meşru’ görerek cinayetler canavarcasına vahşilikler göstermekten çekinmeyerek çalışıyor. Biz hakkı adaleti insaniyeti göz önünde tutarak Osmanlılığa şeref verecek surette çalışacağız. Eğer Etniki Eterya insanca merdce hareket etmiş kancıklıktan kahbelikten uzak kalmış olsaydı bize düşmanlık ettiği bizim zararımıza çalıştığı halde onun bu kadar uzun müddet içinde sarsılmayan sebatını bir emel bir hayal arkasında koşmak için tükenmek bilmeyen sabır ve metanetini takdir eder alkışlardık. Çünkü nice hayaller kuruntular vardır ki sebatla metanetle hakıkat olmuşlardır. Ve biz bunun kendi zararımıza olarak ne acı fakat çalışanlar ve muvaffak olanlar namına ne tatlı örneklerini gördük! İşte Mora Tesalya elimizden gitti bir vilayetimiz bir Yunanistan bir krallık oldu. İşte Rumeli’de Yanya’da Girid’de Adalarda senelerden beridir ki sellerle kanlar Osmanlı ve İslam kanları dökülüyor. Bu kara ve kirli eller fakat niyet ve azim sahibi muzlim ve zalim eller hala bugün belki hatta siz bu satırları okurken vahşilerin canavarların bile yapamayacağı onların bile karşısında titreyeceği en kanlı en hain en alçakça cinayetleri işlemekten çekinmiyorlar. Dar ve yoksul Yunanistan’da aç ve çıplak kalan bir takım serserileri bereketli ve temiz topraklarımızın her tarafına geniş ve saf Anadolumuzun guncularını kasa hırsızlarını yankesicilerini şehirlerimize kasabalarımıza eşkıya çetelerini dağlarımıza ormanlarımıza köylerimize musallat ederek kanlarımızı emiyor evlerimizi yurdlarımızı yıkıyor hanmanlarımızı bozuyor. Ocaklarımızı söndürüyor varımızı yoğumuzu çalıyor bizi soyup soğana çeviriyorlar. Şehirlerimize kasabalarımıza soktukları bir takım serseriler erkek ve kadın bir takım namussuzlar otelcilik garsonluk çalgıcılık ederek hatta ırzlarını satarak gençlerimizin ahlaklarını bozuyor namuslarını kirletiyor hayatlarını sıhhatlerini zehirliyorlar. Yine böyle alçakça kahbece hareket ederek yılan gibi sokarak; fakat şeytanlar gibi böğürlere girerek bir takım fikirleri muhabbetleri satın alarak zihinleri çelerek herkesi Osmanlılardan Osmanlılıktan soğutmaya; konsoloshanelere büyük ecnebi ticaret evlerine kumpanyalara kendi adamlarını yerleştirerek herkesi bizim zararımıza çalıştırarak bizi zalim barbar vahşi tanıtmak yor. Memleketten sürülmüş bir aç bir çıplak serseri Osmanlı toprağına geçince Etniki Eterya’nın bu gammaz cem’iyetin koltuğu altına giriyor onun yeni bir adamı yeni bir fesad aleti oluyor. Hemen bütün hastahaneleri doktor evleri gazete loshaneleri bilhassa teşekkül etmiş Yunan kulübleri gazinoları çalgılı kahveleri hep Etniki Eterya’nın birer fesad ocağıdır. Bu serseriler bunların yardımıyla tertibleri tedbirleriyle sicilikle en namuslusu amelelikle çalıp çırparak dilenip kazanarak meşru’ veya gayr-ı meşru’ rezil veya değil birçok sanatlarda bulunarak beş on para edindikten sonra ekseriya köylerde kasabalarda bakkallık hancılık otelcilik etmeye başlıyor. Karılarıyla kızlarıyla oğullarıyla çalışarak saf yürekli Osmanlıları namuslu köylüleri herkesi.. herkesi aldatıyor ve soyuyorlar. Girdikleri kasabanın; ayak bastıkları köyün varını yoğunu entrika ile kurnazlıkla gizli kapaklı dolablarla elde ediyor. Yerlilerin kanlarını sülük gibi emiyorlar. Bir eski hanedanın büyük ve zengin bir beyin varlıklı bir köy ağasının yanına hizmetciliğe ırgadlıkla yanaşanların bir müddet sonra efendilerinin ocaklarını nasıl kül ettiklerini hep görüyoruz. Herkes kasabasında köyünde böyle birçok vak’alar görmüş ve el-an görmektedir. Etniki Eterya memleketimizde bulunan Yunanlıların hepsini Rumların doktor avukat gazeteci papaz mektep hocası ve saire olmak üzere pek çoğunu elde etmiş satın almıştır. Bunlar Etniki Eterya’nın me’murları en çalışkan aletleridir. Bunlar Osmanlılığa asırlardan beri ısınmış olan Rum vatandaşlarımızın fikirlerini zehirleyerek Osmanlılıktan ayrılmaya Yunanlı olmaya Yunanistan için çalışmaya teşvik ediyorlar. İşte Girid’in bugünkü hali bu çalışmanın bu teşvikin doğruluğunu ve kuvvetini en açık bir surette isbat eden acıklı bir misaldir. Hep bunların Etniki Eterya namına çalışan bu hainlerin teşvikiyledir ki Rum vatandaşlarımızdan bir çoğu asırlardan beri Osmanlı iken Yunan tabiiyyetine girmişler Yunanlı olmuşlardır. O kadar ki bir babanın iki oğlundan birinin Osmanlı diğerinin Yunanlı olduğu bile görülüyor. Bu Yunanlı muallimler elindeki mekteplerde okuyan Rum vatandaşlarımızın evladları Osmanlılığın kendilerinden pek çok şeyler beklediği bu vatan yavruları oralarda daha pek küçük yaştan Osmanlılık yerine Yunanlılığı Osmanlı dostluğu yerine hükumetine milletine ileride edeceği hainliği düşmanlığı öğreniyor. Ana kucağında iken anasıyla babasıyla beraber bu hekimlerden avukatlardan Etniki Eterya ’ nın her tarafa sokulan bu me’murlarından Osmanlılık hakkında düşmanlıklar işidiyor hainlikler öğreniyor. Kilisede kendisine hıristiyanlık değil Yunanlılık Osmanlı düşmanlığı öğretiliyor. En acıklı ve en fenası Rum olup da Osmanlılığa sadık kalmak isteyenlerin milleti hükumeti aleyhine vaki’ olan bu haince teşviklere kapılmamak arzusunu gösterenlerin uğradıkları türlü türlü hıyanetler iftiralar alçaklıklardır. Onların yardımlarına kucaklarına layık görülenler Osmanlılığa hiyanet etmeye razı olanlardır. Ve bunlar da acı acı i’tiraf etmelidir ki pek az değildir. Bunlar içinde öyle alçakları da vardır ki bize yüzden en sıkı en kardeşçe bir dostluk bir Osmanlılık bir bağlılık gösterirler; böylece bizi aldatarak avutarak paramızı çeker kazançlarını te’min ederler; sonra bu kazancın pek büyük bir kısmını Yunan bahriyesine ecdadımızın kanları bahasına elde ettiğimiz bu mukaddes toprakları Yunanistan’ın etmeye çalışan “Büyük Yunanistan” kuruntusunun artık hakıkat olması kabil olmadığına akıl erdirmek istemeyen Etniki Eterya Cem’iyeti’ne vergi olarak verir; bizim paramızla bize düşmanlık etmekten çekinmezler. Bugün bizim açık alnımızla Yunanlılara karşı tatbik ettiğimiz boykotajı onlar bize bir asırdan belki daha evvelden beri gizli gizli yapmaktan bir dakıka geri kalmamışlardır. Bu Yunan fikirlilerin bizimle Osmanlılar ve İslamlarla ara sıra yapdıkları alış-verişlerde mutlaka bize bir tarafdan bir kazandırıyorlarsa diğer cihetten kendi menfaatlerine olarak beş gaib ettirmek içindir. Evet onlar bize asırlardan beri boykotaj yapıyorlar hatta bazen bazı yerlerde hususuyla şehirlerde bunu gizlemeye bile lüzum görmüyorlar. Onlar bize karşı icrasından bir dakıka geri kalmadıkları bu kahbece ve alçakça hıyanetleri düşmanlıkları asıl eski açıktan açığa yapabiliyorlardı çünkü o kara ve kirli devir öyle bir gece öyle hain ve mülevves bir gece idi ki bundan ancak eli kanlı ve canavar vicdanlı haydudlar istifade edebilirdi yine onlar istifade ettiler. Evet meydanı kendi haince emellerine öyle müsaid buldular ve bu müsaadeyi o kadar alçakça kullandılar ki bugün kendi topraklarımızın kendi mahsullerimizin sahibi olmaktan bile uzak kaldık işlerimiz ticaretimiz onların elinde dönüyor. Onlar ilkden bizim çiftliklerimize hizmetcilikle ırgadlıkla yanaşmışlar iken bugün biz onların hizmetcisi onların ırgadı. Çiftlik sahiblerimiz mahsul yetiştirenlerimiz bile onların komisyoncusu haracgüzarı olduk. Öyle ki kendi tarlalarımızda sabahların karanlığından akşam ezanlarına kadar yağmur ve çamur demeyerek çırpınarak didinerek yorularak terleyerek ömür vücud yıpratarak nefes sıhhat tüketerek çalıştığımızın çabaladığımızın neticesinde hep yetiştirdiğimizi meydana koyduğumuzu onlara bırakmak ve açlıktan ölmemek için maişetimize ayırdığımızı yine onlara borçlu kalmak mecburiyetine düşüyor bu suretle daima kemiriliyor daima eziliyoruz. Yukarıda da anlattığımız gibi Temmuz gününe kadar biz bir “hasta adam” idik. Fakat bizi en ziyade hastalatan hatta öldürecek olan şey istibdad Abdülhamid’in kara ve hain devri idi. Evet hastalığımız istibdad idi. Onu ortadan kaldırınca biz de artık hasta adam olmaktan kurtulacaktık. Bunu anlayanlar takdir edenler ve bizi bu öldürücü hastalıktan kurtarmaya çalışanlar vardı; Temmuz günü buna muvaffak olmuşlar Kanun-ı Esasi’ nin millete iade edilmesiyle yeniden hayat bulmamıza vasıtalık etmişlerdi. Biz hastalığımızın dalgınlığı içinde ölümün kucağına hatta pençeleşmeye bile iktidar gösteremeyerek düşmekte iken birçok düşmanlarımız kendilerine hak etmek için çalıştıkları bazı yerlerimizi olmuş ve kemale gelmiş bir meyve gibi ağızlarına düşeceğini biliyor ve sabrediyorlardı. Fakat vakta ki biz artık bir hasta adam olmaktan çıktık. Vakta ki inkılabımızı yapdık Meşrutiyet İdaresi’ne girdik o olmasını dört gözle bekledikleri meyveleri kaçırmaktan korkanlara bize canlanmak kuvvet bulmak için fırsat vermemek lazım geldiğini düşünerek birden… TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mart Altıncı Cild - Aded: Kur’an-ı Kerim’de alel-ıtlak meseller darb edilmesinden ve alel-husus zübab ve ankebut gibi muhakkar addolunan eşya ile emsal darb ve irad buyurulmasından naşi Yahud ve münafıkınin meseller darbı ve hele mahlukat-ı hakıre ile emsal iradı Cenab-ı Hakk’a layık değildir zemininde cür’etyab oldukları ta’rizatın reddiyle beraber mesel darbı maksadı sami’in a’mak-ı kalbine isal edeceği gibi hakaikı temaşa ettirerek kuluba te’sir etmek için de mümesselün-bihe mutabık olması lazımeden bulunduğuna mebni mesel darbı velev ehass-i eşya ile olsun ne hadd-i zatında ne taraf-ı akdes hakkında bir nakisa olmadıktan başka zihne mücmel ve mübhem olarak vürud eden maani-i külliyyenin icmal ve ve mişkat-ı hidayet olmasına göre emsal darb ve iradında hikmet ve belagat bulunduğundan buralarına dahi işaret ile buyuruluyor ki Allah teala hakkı beyan için sivrisineği ve sıgar-ı hacimde onun daha fevkınde bulunanları emsalden bir mesel olarak darb eylemekten istihya etmez mesel darb ve iradı ma’na-yı maksudu emr-i meşhud ma’razında mada emsal darbı şayi’dir. Bir emr-i azimin kendine mümasil şan ve azameti olan bir şeyle ve bir emr-i menfurun dahi nüfusun ber-mu’tad nefret eylediği bir şeyle temsil edilmesi bulunarak temsilden maksud olan incila ve te’sir husule gelsin için behemehal lazımdır. Bunun içindir ki iktizasına göre ekber-i eşya ve yerine göre asgar ve ehass-i eşya ile mesel darb olunur. Cenab-ı Akdes dahi icab eden mevazi’de ba’uza ile ve mertebe-i sıgarda onun daha fevkınde bulunan duveydat ve huveynat ile mesel darb eylemekten çekinmez. Meselin hal ve şanı bu olup da tenfiri murad olunan emsalde eşya-i menfurenin zikri ruh ve sırr-ı belagat bulunan te’sirce daha beliğ düşünce kavl-i şerifi Hak sübhanehu azze ve celle hazretlerinin kitab-ı azizindeki şuun-i kemalinden bir şe’n ü hali irae ve Kur’an-ı Kerim’de ba’uza ve emsalinin zikrine mütearrız bulunanların ise noksan-ı reviyyetlerine hükm eder. İmdi iman edenler bunun hak olup Rableri tarafından varid olduğunu bilirler. Ehl-i iman bilirler ki bu emsal taraf-ı ilahiden vürud etmiştir ve darb ve iradında hikem ve mesalih vardır. Hakkı mübeyyin ve mukarrir olduğu ve nefisde te’siri mülabesesiyle hakkı ahz u kabule saik bulunduğu cihetle haktır. Anifen zikr edildiği üzere maani-i külliyye zihne mücmel ve mübhem vürud eylediğine mebni onu ihata eylemek ve ona nüfuz edip sırr ve lübbünü istihrac eylemek kendisine düşvar gelir mesel ise o maani-i külliyenin belagat ve mişkat-ı hidayettir. Amma küfür ve inkar üzere olanlar tebeyyün etmiş hakta mücadele etmek ve taayyün eylemiş burhanda şübhe ve tereddüd suretini göstermek de’b ü şanlarından olduğu cihetle onlar mevzu’dan huruc ve hüccetten i’raz ederek Allah bununla mesel olarak ne murad etti. Zinet ve zarafet-i ifadeye muhalif bu eşya-i hasiseyi mesel olarak darb etmek ne olacak Cenab-ı Hak hiç böyle dun ve hakır şeyler ile mesel darb eder mi derler. Mesel darbı hidayete müstaid bulunanların hidayetine ve gavayete inhimak edenlerin ıdlaline zeri’a olmak gibi hikmet ve gayeti müştemil olduğundan Cenab-ı Hak bu hikmet ve gayeti beyan ile onların kavl-i butlan-meallerini red edip buyuruyor ki Allah teala bununla pek çoklarını dalalette bırakır ve bununla pek çoklarını hidayet eyler. Meseli inkarlarına delil-i batıla ittihaz eden dalalet-pişelerin dalaletlerini tesbit ve tezyid ve eşyayı gayatıyla takdir edip faidelerine göre haklarında hükümler veren dur-endişanı mazhar-ı hidayet eder. Akıl ve meşair gibi Cenab-ı Halik’ın kullarına salin fevaidini taakkul eylediklerinden darb olunan meseller onlara meş’ale-i hidayet olur. Hidayet-i uladan huruc eden süfeha-i nas bu halde onların asıl illet ve menşe’-i dalaletleri bizzat mesel olmayıp belki füsukları yani daire-i hidayet-i fıtriyyeden hurucları fasıkları dalalette bırakır Bulundukları enva’-ı dalal içinde kendilerini tesbit ve tezyid eder. İbadın ef’ali kesb i’tibarıyla kendilerine müstenid ise de cemi’ eşya Cenab-ı Hakk’ın mahluku olduğundan bu mülabese ile ıdlal yani halk-ı dalal zat-ı ali-i mukaddese isnad olunmuştur. Bu kavl-i kerim redd-i vakıın tekmilesidir. _______ mel olduğu vech ile elifin kasrıyla “haya” nefisde bir inkisar ve tegayyürdür ki kubhunu mu’tekıd olduğu bir fiil kendisine nisbet veya arz olunduğu zaman tareyan eder ve ikinci surette o inkisar ve tegayyür arz olunan fiile mani’ olur. Hak teala hazretleri istihya’ etmez buyurulmasının ma’nası: Mümesselün-bihin haline mutabık emsal-i nafi’adan hakaikı tecliye ve kulubda te’sir edeceği nezd-i uluhiyyette ma’lum olan meselleri darb eder; yoksa zat-ı akdesine öyle bir inkisar ve infial öyle bir teessür ve za’af tari olur da mesel darbından imtina’ eyler değildir demektir – Yukarıda Fahreddin-i Razi hazretlerinden naklen nigaşte-i sahife edildiği üzere rahmet gadab haya istihza gibi ağraz-ı nefsaniyyeye delalet eden kelimat Cenab-ı Akdes hakkında isti’mal olunur; fakat bu isti’mal kelimat-ı mezkurenin medlulatı i’tibarıyla değil gayatı i’tibarıyladır. Ve mesela haya kelimesi Cenab-ı Bari hakkında isti’mal olunursa terk-i fiile haml olunur inkisar-ı nefse haml edilmez fi’lhakıka burada zat-ı uluhiyetine istihya isnad olunmayıp belki nefy ediliyor ve fakat nefy ve selb ancak icab tasavvur olunan yerde tasavvur olunduğuna ve mesela gözün işitmesi ve kulağın görmesi zaten mutasavver bulunmadığı cihetle gözüm işitmiyor kulağım görmüyor demekte ma’na olmadığına nazaran istihyanın Zat-ı Akdes hakkında isti’mali sahih olduğunu nefy-i vakı’ ifham ediyor o da dediğimiz gibi gayeti i’tibarıyledir. İstihya lafz-ı şerifinin burada ihtiyar buyurulması sel darb eylemekten Rabb-ı Muhammed istihya etmiyor mu demiş olmalarına mebni lafz-ı mezkur ayet-i kerimede mukabele suretiyle varid olmuştur. Mesel lügatta şibh ve şebih demektir ve misal darb eylemek onu ika’ ve beyandan ibarettir ki kelamda bir halin münasib ve müşabihi zikr olunup da o halin hüsn veya kubhundan hafi bulunan ciheti izhar edilmektir. Mesel ile beyan-ı ahval murad olduğu cihetle mesel kıssa ve hikaye demektir. Mesel için darb lafzının ihtiyar edilmesi mesel ancak te’sir ile heyecan infial murad olduğu zaman vürud eylediği öyle kar’ ediyor ki eseri onun kalbine ve a’mak-ı nefsine nafiz ve müntehi oluyor. Lakin mesel madrubun-bih iken madrub kılındığı cihetle kelamda kalb vardır – Denildiği gibi meselin darbına bu ma’nayı vermek onu darb-ı kubbe ve haymeye veya darb-ı nükuda teşbih eylemekten daha beliğdir. Mesel darb etmek onu madrabında isti’mal ve tatbik demek olup yoksa onu hadd-i zatında sun’ ve inşa etmek değildi; eğer ikinci şık murad olsa emsal-i saireyi mevridlerinde radan madrablarında isti’mal eylemek onları darb eylemek olmaz idi. Çünkü madrablarında isti’mal halinde inşa mefkud kitabullahda varid olan emsalin madrablarında isti’mali gerçi hadd-i zatlarında inşa edilmelerinin aynı ise de bu hesiz madrablarında isti’mal edilmeleri hasebiyledir – lafz-ı şerifinde kelimesi ism-i mübhemdir ki mukarin olduğu nekrenin ibham ve şuyu’unu tezyid eder; yahud bir harfdir ki nisbeti takviye ve te’kid için ziyade edilir. Bu uslub lisanımızda dahi müsta’meldir fakat iltihak ettiği isme hat ve imlada muttasıl yazılır ve eğer o ismin ahirinde elif var ise resm ü nakştan hazf edilir: Zerreten-ma; nev’a-ma gibi fakır bunu bir aralık aslı gibi yazmayı iltizam eyledimse de hattımızda mesluk olan deydene-i dirine bozulmamak mütalaasından mıdır yoksa eyyam-ı ahirede bir çok mehamm-ı umur zevaid veya muhayyelat adadında görülerek zaviye-i adem-abada atıldığı gibi imla hususu dahi nazar-ı iltifattan sakıt olduğuna mebni deryadan katre menzilesinde bulunan bu husus maddeye dahi belki ihale-i nigah edilmemesinden midir bilmem takdir ve intikada dair hiçbir hitab ve kelama mazhar olmadım. Yalnız bazı makalatımda suretinde nakş eylediğim imlanın diye mazhar-ı lütf-ı tashih olduğunu gördüğümden kelimenin imlasında benim hata etmekte olduğuma bazı ezhanca kanaat hasıl olduğunu teyakkun eyledim ben de bu mebhasde ictihadımdan muvakkaten sarf-ı nazar ettim. Fakat biz eslaf-ı kiramın imla hususundaki i’tina-yı haslarını mühimsemiyor isek bari muasırinimiz bazı ümem-i fazılanın lisanları için yazdıkları lügat kitablarında bir kelimenin cem’i mesela ile mi veya ile midir diye ufacık bir maddede bile ne kadar taharriyat ve tetebbuatta bulunduklarından olsun ibret alalım. _______ Ashab-ı dalaletin adedi daha ziyade olduğu halde kavl-i kerimi ashab-ı hidayetin kesrette ashab-ı dalal gibi olduğunu iş’ar ediyor. Bu tesviyede yani ashab-ı hidayeti kesrette ashab-ı dalale müsavi kılmakta hikmet ashab-ı hidayet olan mü’minin kalil ve erbab-ı dalal bulunan o küffar-ı fasıkın kesir olmakla beraber evvelkilerin eserce daha azim olduklarını belki ifade eylemektir. Çünkü şairin dediği gibi onların hal ve şanı budur: Bunun içindir ki kıtalde hal-i kuvvet ve azimette bir ferd ona ve hal-i za’fda ikiye mukabil tutulmuştur. Hal-i za’f ile murad bazılarına göre za’f-ı beden ve bazılarınca za’f-ı basirettir. Mazhar-ı hidayet olan o aded-i kalil mü’mininin asar-ı azimesindendir ki onlar bütün alemler üzerine siyadet ettiler. olan sebeb ve menşe’i vücudda mütekaddim olduğu içindir. Emsal beyan eden ayetler ise o fasıkları bulundukları zulümat-ı batıldan nur-ı hakka ihrac için vürud etmeleri üzerine onların ricslerini rics rics üstüne olarak tezyid etmiştir. Zira onlar kendilerini tavsifen varid olan kavl-i şerifinde mezkur a’mal-i seyyi’ede temadileri sebebiyle nur-ı fıtrat nefslerinden muntafi olmuştur _______ Fısk lügatte huruc ma’nasınadır. Lisanımızda fevvareye fıskiye ıtlak olunması bu ma’naca olsa gerektir. Şeriatta: Kebire irtikabıyla ta’atullahdan huruc demektir ve sagıre üzerine ısrar kebire cümlesindendir. Fıskın üç tabakası vardır: Birincisi teğabidir. Teğabi kebireyi istikbah ederek ahyanen Üçüncüsü kubhunu inkar ile beraber kebireye müsaberet ve muvazabettir. Fıskın bu tabakası meratib-i küfürdendir. Fasık bu mertebeye baliğ olmadıkça ondan “mü’min” ismi selb olunmaz çünkü imanın medar-ı deveranı bulunan tasdik ayet-i kerimesinde Cenab-ı Hak ehl-i fasık makam-ı inkara takarrub etmedikçe kendisinden mü’min lafzı selb olunmaz. Burada “fasıkın” ile murad küfürde utüvv ü temerrüd edip hudud-ı imandan haricler olanlardır – Burada “fasıkın” ile murad ıstılahat-ı şer’iyyede ma’ruf olan ma’na değildir burada o ma’na sahih değildir o ma’na Kur’an-ı Kerim’in nüzulünden sonra hadis olmuştur – ET-TECRIDÜ’S-SARIH Lİ-EHADISİ’L-CAMİ’İ’S-SAHIH Bir rivayette . Bazı nüshalarda . - Tercüme Abdullah bin Mes’ud radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem kaza-yı hacet için bir kere çukur üzerine gitti. “Üç taş getir” diye bana emr etti. İki taş buldum. Üçüncüsünü aradım ise de bulamadım. Bir fışkı alıp üçünü birden götürüp verdim. Abdullah bin Abbas radıyallahu anhümanın: “Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem a’zasını birer kere yıkayarak abdest aldı.” dediği rivayet olunuyor. _____________________________ Abdullah bin Zeyd-i Ensari radıyallahu anhdan Nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin a’zasını ikişer kere yıkayarak abdest aldığı rivayet olunuyor. dan sonra yoktur. Ancak bazı rivayatta bazılarında ise diye varid olmuştur. yoktur. - Tercüme Osman bin Affan radıyallahu anhdan rivayet olunuyor ki Bir kere bir kab içinde su isteyip abdest aldı. Şöyle ki: Ellerinin üzerine üç kere su döküp yıkadı. Sonra sağ elini kabın içine sokup ağzını çalkaladı burnuna su verip yine çıkardı. Sonra yüzünü ve ellerini dirseklerine kadar üçer kere yıkadı. Sonra başını mesh etti. Sonra iki ayağını üçer kere topuklarına kadar yıkadı. Ve nihayet Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin: “Her kim benim şu abdestim gibi abdest alıp iki rek’at namaz kılar ve bu iki rek’at içinde hatırına namaz ile münasebeti olmayan bir şey getirmezse ne kadar geçmiş günahı varsa mağfur olur” buyurduğunu söyledi. Diğer rivayatta yoktur. Bir rivayette . Bazı rivayatta yalnız Bazı rivayatta ziyadesi vardır. Diğer tariktan Osman bin Affan radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Size bir hadis nakl edeyim ki Kitabullah içinde bir ayet olmasa size söylemezdim. Nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve sellemden işittim. Buyuruyordu ki: “Hiçbir kimse yoktur ki abdest alsın da adab ve erkanına hüsn-i riayet etsin sonra da namazı kılsın da o abdest ile kılacağı na mazı kılıncaya kadar arada geçen zaman içindeki günahla rı mağfur olmasın” -ravi der ki Osman bin Affan radıyalla hu anhın dediği ayet: ayet-i kerimesidir. yoktur. Ebu Hüreyre radıyallahu anhın Nebiyy-i mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin hadis-i kerimi olmak üzere: “Her kim abdest alırsa burnunu ayıklasın her kim istinca olunuyor. Bazı rivayatta . Bir - Tercüme Yine Ebu Hüreyre radıyallahu anhden Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: ra çıkarsın her kim istinca için taş isti’mal ederse sayısını tek yapsın. İçinizden biri uykudan uyandığında elini abdest suyu içine sokmadan evvel yıkasın. Zira hiç biriniz uykusu arasında elinin nerede kaldığını bilemez. Bazı rivayette . Bazı riRivayet olunuyor ki Abdullah bin Ömer radıyallahu anhümaya biri gelip: “Görüyorum erkan-ı Beyt-i Muazzam’dan Hacer-i Esved ile rükn-i Yemani’den başkasına el sürmüyorsun görüyorum tabaklanmış deriden ma’mul na’leyn giyiyorsun görüyorum sarı boya kullanıyorsun bir de görüyorum Mekke’de bulunduğun zaman halk Zilhicce hilalini görür görmez ihrama girdikleri halde sen yevm-i terviye yani yevm-i arefeden evvelki gün girmedikçe ihrama girmiyorsun.” demiş. O da cevaben demiş ki: “Erkan-ı Beyt-i Muazzama gelince ben Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Hacer-i Esved ile rükn-i Yemani’den başkasına el sürdüğünü görmedim. Tabaklanmış deriden ma’mul na’leyne gelince ben Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin üzeri kılsız deriden ma’mul na’leyn giyip ayağı içinde verim. Sarı boyaya gelince Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin sarı boya ile elbisesini boyadığını gördüm. Ben de onun için elbisemi o boya ile boyamayı severim. İhrama gelince Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin hayvanı hareket için müheyya olmadıkça ihrama girdiğini görmedim.” Bir rivayette vavsız olarak yalnız diğerinde ise [ . Metinde kelimesi şeklinde yazılmıştır.] Aişe radıyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve sellem ayakkabı giymekte; saçını taramakta abdest almakta hasılı kaffe-i hususatında sağdan başlamaktan hoşlanırdı. Bir Eldeki Buhari nüshalarında . Bir rivayette Enes bin Malik radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir kere Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellemi da bulamadılar. Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme bir kab içinde bir mikdar abdest suyu getirdiler. Elini o kabın Enes der ki İşte o zaman Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin parmakları altından hazırundan kimse kalmamak üzere cümlesi abdest alıncaya kadar su kaynadığını gördüm. - Tercüme Yine Enes bin Malik radıyallahu anhdan rivayet olunuyor ki Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Haccetü’l-veda’da başını traş ettiği zaman saçından en evvel alan Ebu Talha oldu. - Tercüme Ebu Hüreyre radıyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin: “İçinizden birinin kabından köpek bir şey içerse o kabı yedi kere yıkasın” buyurduğu rivayet olunuyor. MÜSLÜMANLIK’LA MEDENİYET Vücudun pislikten tathiri ne derecede lazım ise ruhun da levs-i evhamdan tehzibi o kadar elzem olduğunu yukarıki makalemizde söylemiş idik. Şimdi söyleyeceğimiz söz şudur ki: Bedenin muhtaç olduğu tathirat-ı maddiyye için nasıl hastalık mikroplarından hali bir vasıta-i tathire ihtiyac mevcud öyle temiz bir vasıtaya muhtaçtır. İşte her türlü mikroptan ari olan o ma’nevi vasıta-i tathir tecrübe ile his ile sabit olan Bu öyle vazıh bir hakıkattir ki hiç bir akıl için mucib-i münakaşa olamaz. Cihan-ı mütemeddinde herkesden evvel şu düsturu vaz’ eden on yedinci asır ricalinden meşhur Descartes olmuştur ki o devirden zaman-ı hazıra gelinceye kadar bütün vesail-i ilmiyye hep feylesof-ı müşarün-ileyhin şu mesleği mucebince tedkık olunmaktadır. Ruhun levs-i evham ve zunundan tathiri ilim ve hikmetle tehzibi zaruriyyü’l-lüzum olduğuna dair desatir-i hakıkıyye vaz’ etmek hususunda müslümanlık bütün alem-i insaniyyetten evvel davranmıştır; nasıl ki ilmin hem erkek hem kadın için lüzum-ı kat’isine hüküm hususunda da yine umuma tekaddüm etmiş idi. İşte Cenab-ı Peygamber tarzında emirler veriyor. Bu böyle olduğu gibi din-i mübin-i İslam harim-i ilme zunun ve hurafatın gireceği ne kadar delik-deşik varsa kamilen kapamış delil ile teeyyüd etmeyen doğruluğuna berahin-i kat’iyye kaim olmayan mahiyetlere ilim namını vermemiştir. Fatır-ı hakim buyuruyor. Sırf şahsi bir takım menafi’-i hasise te’mini için bir çok ten söyleyerek nasiye-i hızlanlarına “mu’tedizalim” damgası vurulan bu gibi mudıllerin iğfalatına kapılmaktan bizi tahzir ediyor: Daha sonra o gibi erbab-ı ıdlalin hevesatına efkarına tebaiyyet edenlerin halini hikaye ederek böylelerini su’-i akıbet ile inzarda bulunuyor; başkalarını taklid saikasıyla bu giriveye düşmüş olmalarının kendilerini kurtaracak bir ma’zeret olamayacağını sarahaten bildiriyor: Din-i mübin-i İslam ilmin yalnız hayat-ı bakıye-i ukba nu şuun-ı cihanın salahı ilimsiz kabil olamayacağını en mukni’ berahine istinaden öyle yüksek bir nida ile tebliğ ediyor ki hab-ı gaflette bulunanların intibaha uyanık duranların da faaliyete gelmemesi tasavvur olunamaz. Aleyhissalatü vesselam efendimiz “Dünyayı isteyen ilme sarılsın; ahireti buyuruyor. Müslümanlık taleb-i ilimden geri duranları vecibe-i zimmetini edada kusur edenlerden ziyade muaheze ediyor: “ Dünya mel’undur dünyada ne varsa mel’undur; ancak alimlerle tahsil-i ilimde bulunanlar müstesnadır.- Ma’lumatını öğreten alimlerle dinlediğini hıfzeden sami’lerden başkası için hayatın hiçbir hayrı yoktur. Hadis” Din-i mübin-i İslam bizi şu suretle inzar ediyor: Bir zaman gelecek ki ilhad alabildiğine revac bulacak dinden olkelimesi olmaksızın İbn Mace mayan şeyler dine girecek. Erkan-ı İslam’ı esasından yıkmak fat sokulacak; hem öyle mahirane sokulacak ki hakıkat-ı İslam’a vukufu olmayanlar hiç farkına varamayacak. İşte Cenab-ı Peygamber buyuruyor. lık bir yerde ictima’ı na-kabil iki zıdd-ı kamildir; ahkam-ı celile-i Kur’an’ı idrak da terakkı-i ilim ü irfan da terakkıye menuttur; şu halde cehalete razi olanlar Halik-ı Hakim’in kelam-ı ilahisini ilelebed anlamamaya razi oluyorlar demektir ki Kur’an’dan maksud ruhun levs-i evhamdan tathiri maali ile tehzibi olmasına göre bu yüzden uğrayacakları hasar takdirin ihata edemeyeceği kadar müdhiştir Cenab-ı Hak buyuruyor. Hz. Peygamber diyor. miş müslümanları tahsil-i ilme bu derecelerde tergıb etmiştir. Öyle zannederiz ki lisan-ı İslam’dan sadır olan bu sözlerin ruh üzerinde te’siri hukema-yı medeniyyetten işittiğimiz sözlerin hepsinden daha müessir olduğu nazarlarda ıyanen tecelli eylemiştir. Mehmed Akif Ulema-i rasihinden ve muhakkıkın-i meşayıh-ı vasılinden bir zat-ı sütude-sıfat olup Kayseriyelidir. Ulum-ı aliyyeyi kamilen ulum-ı ‘aliyyeyi de kısmen vatanı fudalasından ba’de’t-taallüm ulum-ı ‘aliyyenin aksa’l-makasıd olan hadis tefsir gibi şuabat-ı ‘aliyyesinde – emr-i alisine tebean– müşarun bil-benan olan ashab-ı ilm ü diyar-ı Mısır’a azimetle birkaç sene ikamet ve geceyi gündüze katarcasına cehd ü ikdam ile nail-i maksad olarak şürekası miyanında mütemeyyiz bir surette ahz-i icazetten sonra meslek-i kadim-i tasavvufa süluk eyleyip ebu’l-maali şeyh-i kebir Sadreddin-i Konevi hulefasından sahib-i tefsir ve şarih-ı Füsusu’l-Hikem Kemaleddin-i Kaşani’nin irşadıyla bu silk-i celilde dahi kat’-ı meratib-i ma’neviyye ile rütbe-i hilafete ba’de’l-mazhariyye maskat-ı re’sine avdetle neşr-i Bu esnalarda İznik’in fethine muvaffak olan sani-i selatin-i al-i Osman cennet-mekan Sultan Orhan sahib-i tercemenin sit-i fazlını işiderek İznik’e da’vetle ilk bina ettiği medresenin müderrisliğini tevcih buyurdu. Ve hazret-i fazılın hayat-ı ilmiyyesi asıl bundan sonra inkişaf ederek bir çok telamiz yetiştirmek şartıyla semeredar oldu ve bu vadide tedris ü te’lif ile güzarende-i evkat iken tarihinde irtihal-i dar-ı na’im eyledi. Çandarlı Gazi Hayreddin Paşa Cami’-i Şerifi karşısında el-yevm “Çınardibi” denilen mahalde defin-i hak-i gufrandır. üç sene evvel yazıdan ari pek adi iki taştan ibaret gördüğüm seng-i mezarının bu seneki ziyaretimde Hayreddin Paşa ahfadından Mahmud Bey namında kadr-danan-ı ümmetten bir zat tarafından ihya edildiği manzur-ı çeşm-i şükranım oldu. Asar-ı muhıkkakaneleri: Şerh-i Füsusu’l-Hikem : “Matla’u Hususi’l-Kilem fi Ma’ani Fususi’l-Hikem” ismiyle müsemma bu şerh-ı kıymetdar ahiran Hindistan’da tab’ edildi. Asıl badi-i iştiharı olan bu şerhin havi olduğu mukaddimesi ber-vech-i ati on iki kısma münkasemdir. Vücud-ı Hak Esma ve sıfat-ı Hak A’yan-ı sabite Cevher-i Araz Avalim-i külliyye ve hazerat-ı hams-i ilahiyye Alem-i misale tealluk eden mesail Meratib-i keşf ve enva’ı Bi-hasebi’l-meratib suret-i hakıkat-i insaniyye olan alem Hilafet-i Muhammediyye ve aktab Alem-i insanideki ruh-ı a’zamın meratib ve esması Ruhun ve mezahir-i ulviyye ve süfliyyesinin Hakk’a rücu’u Nübüvvet risalet velayet. Şerh-i Hadis-i Erba’in . Şerh-i Kaside-i Taiyye-i İbn-i Farız . Meratibü’t-Tevhid . Tahkıku ma’i’l-Hayat ve Keşfü Esrari’z-Zulümat . Nihayetü’l-Beyan fi Dirayeti’z-Zaman . Şerh-i Kaside-i Şerh-i Ekber el-Müsemma bi-Kurreti Ayni’ş-Şühud . Şerh-i Aruz-ı Endülüsi. Tefsir-i Kaşani’nin Besmele-i Şerife tefsirine aid mukaddime. Şerhu Füsusi’l-Hikem sagır. Bursa Meb’usu Mütalaa meraklısı olmakla beraber asar-ı münteşiredeki serbesti-i tahrire karşı benim gibi bed-bin bulunan bir refikım geçen akşam: – Bed-bin olmayalım da bu hezeyannameyi de hoş görelim? diyerek bir risale uzattı. – Nedir? diye sordum. – Oku da mü’llifinin ne herzeler yediğini anla! Cevabını verdi ve bıraktı gitti kabının üzerinde “Her sınıf gençlere muhadderata ebeveyne kitab meraklılarına tavsiye olunur” tahririni anlatıyor ve “Memleketimizin teşkilat-ı ictimaiyye ve medeniyyesince mevcud nekaısdan biri de vesait-ı izdivaciyyemizin mahdudiyetidir. Teksir-i nüfus ve selamet-i milli nokta-i nazarından haiz-i ehemmiyet olan bu noksanın mehma-emken telafisine hizmet maksadıyla izdivac mektupları namıyla bir çok nümunelerin neşrine cesaret eyledim. Bu nümunelere tatbikan mektupları tahrir ve isti’mal eyleyerek nail-i meram ve saadet olan velev birkaç vatandaş bulunursa kitabın neşrinden umduğum faide-i ictimaiyye husul bulmuş olacaktır” diyor. Nekaıs-ı ictimaiyye ve medeniyyemizi ne-i vesatetini görmek emeliyle sahifeleri çevirmeye başladım. Bir gencin mesirede beğendiği bir hanıma teklif-i izdivac mektubu diye başlayan ve Hanesine gelip kerimesine görünmek için bir pederden müsaade talebine rızalarını kılınacağını ebeveyne ihbara dair mektup nümunelerini havi olan hatta İnas Sanayi’ Mekteb-i Alisi Müdüriyeti’ne nasıl mektup yazılacağını öğreten hatta ve hatta bir leyle-i zifafı olanca uryanlığıyla tasvire çalışan o kerahetnameden muharririnin nasıl bir yadgar olduğunu anladım. Yakın zamanlarda edeb ve namusun birer ma’na-yı mevhumdan ibaret olduğuna ve bu kelimelerin adeta birer lafz-ı mübhemden ibaret bulunduğuna dair mütalaa dermiyan edenler böyle bir cevher-i ma’nevi mevcud olsa bile öyle ali bir şeyin mevazı’-ı süfliyye ile mukarenet ve münasebeti olamayacağı hakkında felsefe! yürütenler görülüp işidilmeye başladı. Muhakkak bir fahişe-i hezar-şevherin haramzade-i bipederi bulunan bir takım soysuz edebsiz herifler; asla yetişemeyecekleri zirve-i namusu yıkmak ve kendi seviye-i süfliyetlerine tan mebna-yı metin-i ahlaka fezahat rahneleri açmaktan geri durmuyorlar. Bu namus haydudlarına bu ahlak canavarlarına karşı hitab ve itaba tenezzül terbiyeli bir kalem kabilinden diyeceğim ki: zaruriyyenin esir-i azad-na-peziridir. Yabancısı kaldıkları namus ve ahlak rabıtaları o kuyudun en kavilerindendir ki izalesine değil tevhinine teşebbüs edenler enzar-ı hürriyet-perveranda en müfsid bir mürteci’ telakkı olunur. Tefevvüh edilen herzelere tatbikan mektuplar tahrir ve husul bulacakmış. Bilmeyiz ki umulan faide acaba hicab-ı olacak? Bu vadide yazılan şenaatnameler nasıl bir yüzle gençlere ve muhadderata tavsiyeye cür’et olunabilir? İnsanın suretine bir def’alık olsun istihya gölgesi düşmüyor mu? O kara satırlar nazar-ı iffetlerine atılan muhadderat arasında valide ve hemşireleri olsun bulunacağını hatıra getirmezler mi? Yoksa onların da okuması ve mucebince tatbikata kalkışması hoş mu görülüyor? Adi umumhanelerin mübtezel sermayelerinin bile ağzına alamayacağı bir takım fezayihı karalamaktan çekinmeyen kalemler Beyoğlu rehberlerinin asa-yı delaletini mi taklid etmek istiyor? Yoksa o kamış parçasını; binlerce vücuh-ı namusu reng-i hacalete boyamak için badana fırçasına mı benzetmek emelini besliyor? Erbab-ı ihtirasın büzak-ı iştihasıyla bir aralık matbuat haristanında fışkıran Zanbak rezilesinin kazandığı rağbet-i sefilaneyi görüp de onun muharriri gibi sıkılıp terlemeden para kazanmak hevesine mi düşülüyor? Acaba bu uğurda verilecek birkaç kuruş ile karşıdaki sanatkarlara! i’ta olunacak ücret-i delalet arasında ne fark var? La’net o kalem-i zehr-amize ki yılan dişi gibi sümum-ı hiyanetin mecra-yı mel’aneti oluyor! Efsus o alem-i matbuata ki böyle rezaletnamelere aguş-ı kabul açıyor! Yazık o idare-i matbuata ki teşviş-i ezhana değil tağşiş-i vicdana badi olan böyle hezeyanların sudurundan gafil bulunuyor! Acınır o namus ve ahlaka ki düşman-ı insaniyet olan canavarların savletine ma’ruz kalıyor! Fakat emin olsunlar kusdukları herzelerin intişar-ı ufunetine hükumet artık meydan vermeyecek ve yanlışlıkla üzerine basacak ayakların alude-i levsiyyatı olmasına müsaade etmeyecektir. Eğer onlarda zerre kadar his mevcud ise hükumetin çarub-ı tathirinden evvel levs-i münteşirlerini kendileri temizlemeye ve külhanların remad-ı ateşini altında gizlemeye çalışsınlar. Bu hususda murdarlığını göz önünden kaldıran bir kedi yani bir hayvan kadar eser-i terbiye göstersinler. “Cava Müslümanları Ahvalinden- ”ü son zamanlarda Darulhilafe müslümanlarının ahval-i alem-i İslama aldırmamalarından şikayetle bitirmiştim. O makaleyi yazdığımın ertesi günü Babıali kitabcılarından birisinde “ Açe Tarihi ” unvanlı bir risale buldum. Bu risale Ma’lumat Kütübhanesi’nin Alem-i İslamiyet Külliyatı’ndandır; senesi Ma’lumat ceridesine derc olunduktan sonra senesi risale halinde tab’ olunmuştur. Muharriri Sivas Mekteb-i İ’dadisi Müdir-i sabık Mehmed Ziya deniliyor. Risalenin mukaddimesinde görülen pek sarih bazı hatalar ile eserin esası Frenkceden mütercem olduğu pek aşikar iken Ma’lumat idaresinin o esasa Singapur muhbirinin mektuplarından terceme şeklini vermek istemesi yek-nazarda kari’i bu risaleden soğutuyor. Fakat okumakta devam olundukça risaleden mevzuumuza müteallik şayan-ı istifade bazı ma’lumat istihsal olunabilir. Ez-cümle’ncı asr-ı miladide Açe Devleti’nin Makam-ı Hilafet’le te’sis-i münasebet etmiş olması mes’elesine dair Mehmed Ziya Bey’in müracaatı üzerine Ş. Sami Bey’le Hoca Hüsameddin Efendi’nin yazmış oldukları iki mektup cidden kıymetdardır. Bu iki mektubda el-Cevaib’in fıkrası te’yid olunuyor yani Seyyid Fermah Şah’ın taht-ı himaye-i Osmaniyyeye girmiş olduğu söyleniyor. Ancak ne Hoca Hüsameddin Efendi ve ne de Şemseddin Sami Bey Makam-ı Hilafet’ce pek mühim olması iktiza eden bu vakıanın delail vesaikını tamamen izhar edemiyorlar yani Hüseyin Efendi Çajadingrad’ın çalışıp da halledemediği mes’ele-i tarihiyye yine açık kalıyor bununla beraber her iki mektup dikkatle okunmaya layık olduğundan aynen iktibas ediyorum. Ale’l-husus Hoca Hüsameddin Efendi mektubunun son fıkrası tabi’ ve metbu’luk an’ane-i tarihiyyesinin ki bir hakk-ı tevlid edebilir devamını isbat ettiği cihetle fevkalade mühimdir. “Açe hakkında Ma’lumat gazetesinin kabı zahrına münderic mektubunuzu okudum hayfa ki bu babda sadra şifa verecek bir tafsilat ve ma’lumat i’tasına muvaffak olamayacağım. Osmanlı donanmasının vaktiyle oralara kadar gidip Açe emirinin taht-ı himaye ve belki tabiiyet-i Osmaniyyeye alınmış olduğunda şübhe yoktur zira firdevs-aşiyan Sultan Abdülaziz Han’ın evahir-i saltanatlarında buraya gelip aylarca şehrimizde ikamet eden Açe hakiminin veziri ve vasisi bir ferman getirmişidi ki bu ferman oraya gitmiş olan Osmanlı kapudanı yediyle emire verilmişti. Her halde Osmanlı donanmasının Hind Denizi’nde oralara kadar açılabilmesi Osmanlı donanmasının en kuvvetli bulunduğu onuncu karn-ı hicride mümkün olabilmiş olması muhtemeldir. Zira ondan sonra oralarda kesb-i kuvvet eden Portekiz donanması diğer donanmaların o sularda dolaşmasına imkan bırakmamışidi. Tevarih-i Osmaniyyenin hiç birinde bu vak’aya müteallik harf-i vahid yoktur. Bendenizin bu şerefi Sinan Paşa’ya isnad edişim tahmini ve ihtimalidir. Bu Sinan Paşa dahi devr-i Sultan Süleyman Hani’de bir hayli hidematta bulunmuş ve ba’dehu beş def’a sadr-ı a’zam olmuş ve esasen bahriyyundan değil iken Tunus ve Malta cihetlerinde fütuhat-ı bahriyyece hizmeti sebk etmiş olan Arnavud Sinan Paşa’dır ki Sultan Selim Han-ı Sani devrinde Mısır valisi iken donanma ile Bahr-i Ahmer’i geçip Yemen’i kamilen zabt etmişti. Anlaşıldığına göre oradan donanmayı Bahr-i Muhit’a çıkararak Sumatra’ya kadar dahi gitmiş ve Açe’yi taht-ı himaye-i Osmaniyyeye almıştır. Kamusü’lA’lam ’da sehven Sultan Selim Han-ı Evvel denilmiştir. Yoksa müşarun-ileyh Selim Han-ı Evvel zamanında böyle bir sefer-i bahri olacak kadar Osmanlı donanması yoğidi ve hele Bahr-i Ahmer yeni zabt olunup oralarda hiç Osmanlı sefaini bulunmuyordu. El-hasıl bu beyan-ı mühim ihtimal üzerine mebni olup bu babda bendeniz dahi bir gune ma’lumat-ı sahiha-i tarihiyyeye destres olamadım. Bakı beka-yı teveccühat-ı fuadiyyelerini temenni eylerim. An-Erenköy: Mart sene Ş. Sami” “Haftalık musavver Ma’lumat risalesinin Mart sene tarihli nüshasında Açe memleketi hakkında saadetlü Şemseddin Sami Beyefendi hazretlerinin bir cevabnamesiyle Açe tarihçesini yazmakta olan muharrir-i hamiyyet-perver varakası mütalaa-güzarım oldu. Ma’lumdur ki acizleri beray-ı seyahat “Malezya’da” tul müddet kalmış ve hilafet-i muazzama-i İslamiyyeye son derecede mahabbet ve samimiyet beslemekte bulunmuş olan halkıyla düşüp kalkmış olduğumdan kütübhane-i millimizde bu havaliye dair henüz bir eser olmadığını der-piş ederek ala kadri’l-istitaa iktisab-ı ma’lumata sarf-ı gayret eylemiş ve eylemekte bulunmuşum. Fakat otuz beş milyondan ziyade bulunan koca bir halkın edvar-ı salifedeki hayat ve maişetine ve inkılabat-ı tarihiyyesine vukuf kesb etmek için elde asar-ı mukteziyye olmadığından umur-ı müşkileden bulunduğu cihetle şimdiye kadar gerek Felemenk lisanından ve gerek elsine-i saireden cem’ eylediğim asarın mütalaa ve mukayesesiyle beraber bunlardan bazıları şaibe-i menfaat ve ağrazdan ari olarak yazılmış şeylerden olmadığından muhakemesiyle hakıkatin izharına çalışmaktayım binaenaleyh yevmi “ Servet ” ceridesinde neşr buyurmakta olduğunuz makalat “Malezya” halkının ahval-i tarihiyye ve şuunat-ı sairesini telhis suretinde yazıldığından makalat-ı mezkureden Açe tarihçesine iktiza edecek ma’lumatın zemin-i tahririne nazaran istihsali mümkün ve kafidir zannederim. Açe hakkındaki Sinan Paşa maddesine gelince: Saadetlü Şemseddin Beyefendi hazretlerinin buyurdukları gibi Açe’ye donanma-yı hümayunun azimet eylediğine dair hakıkaten elimizde bir vesika yoktur. Fakat hakan-ı merhum Sultan Selim Han hazretlerinin devr-i saltanatlarında Açe Hükümdarı Fermah Şah’ın der-i bar-ı hilafete meb’uslar göndererek tabiiyet-i saltanat-ı seniyyeyi istirham eylediği ve istirham-ı vakı’ı merhum-ı müşarun-ileyh hazretleri tarafından mazhar-ı hüsn-i kabul olarak “Osman Bey” namında bir zatın siyadetiyle kırk nefer asker ve bir tunç dökme top ve alem-i Osmani gönderildiği muhakkaktır. Osman Bey Açe’ye kabulü’l-vüsul esna-yı tarikda vefat etmiş ve maiyeti kamilen Açe’ye vasıl olmuştur. Mezkur top Felemenklilerin Açe’nin payitahtı olan Kotarace beldesini istila eyledikleri zaman kal’asından alınarak Batavya’ya gönderilmiş ve orada teşhir edilmiştir ki havi olduğu armada hakan-ı müşarun-ileyhin isminin mahkuk olduğu havass u avamın taht-ı tasdikindedir. Bundan maada Malaka havalisinde bulunduğum zaman Açe hakim-i lahıkı Alaüddin Davud bin Mansur Şah hazretleri tarafından aldığım bir mektubda mesrudat-ı vakı’ayı te’yid eder şu yolda ifadat görülmüştür: Ecdadımdan Fermah Şah Halife-i ali-şan Sultan Selim Han-ı merhum hazretlerine arz-ı dehalet etmiş ve tabiiyyet-i Osmaniyyeyi ihraz ederek bil-mukabele top ve alem-i Osmani ve ferman ihsan buyurulmuştur. Büyük pederim Mansur Şah dahi sene-i Hicriyyesinde cennet-mekan Sultan Abdülmecid Han hazretlerine tekrar vüzerasını göndererek tabiiyyetini te’yiden arz-ı ubudiyyet eylemiş ve nişan-ı zi-şan-ı Mecidi ihsanıyla taltif buyurulmuştur….” Hüsameddin Açe’nin ilk on bir sultanı kahraman ve cengaver fakat şedid ve hun-riz idiler. Bunlardan dördü katl olundu. Birisini kendi oğlu tahttan indirdi. Açe tarihinin’den senesine kadar devam eden devrinde vekayi’-i mühimme ve zevat-ı muktedire çoktur. Bu zevat-ı muktedirenin en önünde İskender Muda’yı yahud daha ma’ruf ismi ile merhum Makota Alem’i görürüz. ’den’ya kadar icra-yı saltanat eyleyen Muda İslam’ı himaye ve neşr müteaddid cevami’-i şerife inşa etti; hala sultanların kullandıkları mühr-i hükümdariyi ilk kullanan müşarun-ileyh olmuştur. Bu mühür dairevi bir merkez etrafına dizilmiş sekiz daireden ve her daire dahiline yazılmış kelimattan mürekkebdir ki padişahan-ı Cürganiyye mühründen mukalled olduğu zannediliyor. Küçük hükümdarlar ale’l-ekser ihtişam ve saltanatıyla ma’ruf padişahları taklid ederler. Açe’de büyük Hind Müslüman İmparatorluğu’nun taklidi yalnız mühüre münhasır kalmaz; Açe şehirlerinin bazıları Hind şehirlerinin ismini taşır; merasim-i teşrifat ve idarenin de Hind’den me’huz olması muhtemeldir. Malay vak’a-nüvisleri tarafından İskender Muda zamanına aid olmak üzere nakl edilen bir hikaye efsaneliğiyle beraber Fermah Şah vaktinde makam-ı hilafetle Açe arasında başlanmış münasebatın adem-i inkıtaını işrab ettiğinden şayan-ı kayddır: “Günün birinde Sultan Mehmed-i Rumi şedid bir baş ağrısına tutulmuştu. Hekimlerinden ikisi Temonos bi Calinus Galien’i kurun-ı ahireye getirip Sultanü’r-Rum’a hekim yapıyor kafur ve gazyağı içmesini sağlık verdiler. Sultan bu ilaçların nerede bulunacağını sorup öğrendikten sonra o ilaçları alıp gelmek üzere nüdemasından Ahmed Çelebi ile Rıdvan Çelebi’yi Açe’ye gönderdi. İskender Muda “Dehl’i” fethinden payitahtına döndüğü gün Sultanü’rRum’un elçileri Açe’ye vasıl oldular ve kemal-i debdebe ve avdetlerinde “Açe sultanı müslüman ve müttakıdir cevami’ ve mesacid-i kesire bina ve i’mar etmiştir ve daima küffar ile gaza vü cihad üzere bulunur” dediler. Sultan Mehmed bu sözleri işidince Allah’a hamd ü sena etti ve zamanesini Süleyman aleyhi’s-selam ile İskender-i Zülkarneyn asrına benzetti; zira cihanda iki büyük müslüman padişah vardır; birisi Sultan Mehmed-i Rumi diğer Sultan İskender Muda-yı Açevi..” Osmanlı vakı’a-nüvislerinden hiç birisi İskender Muda nin bahs ettiği Sultan Mehmed ya Mehmed-i Salis veyahud Ahmed-i Evvel olsa gerektir; zira İskender’in Dehl’i fethi sene-i Miladiyyesine müsadif olup Mehmed-i Salis ’den’e Ahmed-i Evvel’den’ye kadar padişahlık etmişlerdir. Dehli Cevhur Bentan Pahang Kedah kal’alarını ve Niyasi yazılmıştır. Adası’nı zabt eyledi; Portekizleri birkaç def’a mağlub ettiği gibi Cevhur’un zabtında Hollandalılardan da esir aldı. Bütün bu vekayi’ İskender Muda’yı memleketinde büyültmüş parlatmıştır; İskender Açelilerin Süleymanıdır. Muda’nın halefi damadı İskender-i Sani Alaüddin Mugayit Şah - oldu. Bunun zamanında Hollandalılar Malakay’ı Portekiz elinden aldılar ve yine bunun zamanında “ Bostanü’s-selatin ” sahibi Nureddin ibn-i Ali hazretleri Açe’ye gelip yerleşti. Bunlardan birincisi’den’e kadar icra-yı hükumet eden Sultan Tacülalem Safiyyetüddin Şah asıl Malayca Potri Seri Alem Permisori’dir ki İskender-i Sani’nin zevcesidir. Tacü’l-alem zamanında kübera-yı memleketin yani Açe naciliyetinin nüfuz ve iktidarı arttı ve ağleb-i ihtimal kübera bunun içindir ki müşarun-ileyhayı taht üzerinde bulundurdular. Vefatında Açe memleketi küçülmüştü. Tacü’l-alem’in yerine Nurü’l-alem Takiyyetüddin Şah geçdi - Açe memleketini üç vilayete taksim eden ve meşhur Beytürrahman Cami’ini bina ettiren bu sultandır. Nurü’l-alem’den sonra İnayet Şah Zekiyyetüddin Şah hükümdar oldu. Bir senelik zaman-ı saltanatında Mekke-i Mükerreme’den gelen bir hey’et-i sefareti kabul ve Abdürrauf Senakeli nam feylesofu himaye ederek nam bıraktı. Kadın hükümdarların dördüncüsü on bir sene hüküm süren Kemalat Şah’dır. Memlekette fesadın tezayüdüyle nihayet bu kadın hal’ olundu. Mösyö Kabaton birbiri ardınca dört kadının Açe’de icrayı saltanat edebilmesini Polonezya’nın teşkilat-ı kadime-i kadim bir maziden beri hey’et-i ictimaiyye matriyarkal idi yani aile anasının taht-ı riyasetinde bulunurdu ve bu cihetle kadınlara ihtiram ziyade idi. Ba’de’l-İslam kadın mevkiini gaib etmedi aile kabile ve hatta devlet teşkilatında riyaseti muhafaza eyledi. Hakimiyet-i nisa an’anesi Açe saltanatına hiç de nafi’ semereler vermedi; kadın sultanların za’fı Açe naciliyetinin Devleti dahilen ve haricen kuvvetsizlendi tedenni etti. ’dan senesine kadar devam eden devre-i tarihiyye ki Hüseyin Efendi eserinin üçüncü kısmını teşkil ediyor Açe Devleti’nin za’f ve aczi zamanıdır: Bu esnada kübera-yı devlet memleketi mütemadi fitne ve fesad içinde bulundururlar; hükümdarlar pek az fasılalarla tahta çıkıp uzar sıfatları parlaklaşır. Üç sene icra-yı saltanat ettikten sonra hal’ olunan Sultan Bedrü’l-alem Şerif Haşim Cemaleddin ve onun yerine geçerek bir sene hükümdarlık tadını tattıktan sonra Bedrü’l-alem’in oğlu tarafından koğulan Sultan Merkezü’l-alem Şerif Lamtoy bin Şerif İbrahim ve bunu koğan Sultan Cemalü’l-alem Bedrü’l-münir; bu devir padişahlarıdır. Bunların üçü de Kemalat Şah’a karabetleri olmakla beraber ırkan Arab idiler. Bedrü’l-münir sene kadar taht üstünde kalabildi ve bu esnada karma karışık olmuş olan memlekete az çok çeki düzen de verebildi. Lakin nihayet Açe ahalisi umumi bir ihtilal ile bunu da koğdular. Artık memlekette hiç nizam ve intizam kalmadı: Birbiri ardından hükümdar i’lan olunan şahların kimi yirmi gün kimi iki hafta padişahlık edebildiler. İçlerinden ancak birisi Cihan Şah muhakkak olan inkırazı durdurmak için sarf-ı gayret eylediyse de; bir tarafdan adem-i itaate alışmış asilzadelerin ifsadat-ı mütemadiyelerine diğer tarafdan gittikçe mütezayid Avrupa kuvvet ve nüfuzunun te’sirat-ı müstevliyanesine de mani’ olamadı.’ncu asr-ı miladide yaşayan Açe sultanları zi-iktidar seleflerinin muhteşem gölgelerinden başka bir şey değildiler. Maamafih Açe memleketi bu güne kadar daha tamamıyla Hollandalılara tabi’ olmamıştır. Hollandalılar sahile ve ovaya hakim iseler de dağlara sığınıp istiklal-i millilerini muhafazaya şerefli bir mazinin kahraman evladı olduklarını isbata yemin etmiş bir takım mücahidler arasıra düzlüğe inip bu gasıbları titretmekten hali kalmıyorlar… Afganistan Serdar-ı a’zamı Hasan Han hazretlerinin hissiyat-ı ceme ederek Sıratımüstakım kari’in-i kiramına arz etmiştik. O beyanat-ı kat’iyye-i uhuvvetkarane de gösteriyordu ki asr-ı hazırda olan İslamların intibah-ı ulvisi sair a’sar-ı maziyeye nisbeten gıbta-bahşa bir haldedir. Şarkan ve garben müslümanlarda bir fikr-i ittihad uyanmıştır. Meydan-ı tenazu’-ı bekada İslam’ın mevcudiyeti İslam’ın beyza-i ulyası yalnız ittihad-ı İslam sayesinde te’min ve muhafaza olunabileceği bilumum müslümanların tasdik-kerdeleri bulunmuştur. ’nci’ncü asr-ı Hicride Afganiler ile İranilerin muharebat-ı hun-rizane ve birbirinin kanına susamışçasına olan gavga-yı intikam-aludları nazar-ı mütalaadan geçirilse bu iki kavmin hiçbir vakit ittihad edemeyecekleri ve birbirine zahir olamayacakları anlaşılırdı. Ba-husus bu iki unsur-ı kavim-i adavet ve iftirak pek büyüktü. Arada olan bu hicab-ı siyahın ref’ini -bu iki kavmin yekdiğerine olan hayatına nazaranhavsala-i beşer kabul edemiyordu. Bi-hamdi’llah bugün Afganistan merkez-i İslamı olan Darulhilafe’den aldığı hayat-ı ittihad-perverane ile hasm-ı bi-eman gibi baktığı komşu kardeşinin her türlü uğrayacağı tehlikelere siper olmak istiyor hemen imdadına koşmak yetişmek arzu ediyor on üçüncü asr-ı hicri evahirinden beri kendisini himayesinde bulundurmuş ve Afganistan ordularının letler ile münasebatta bulunmamak ve ıslahat-ı askeriyyesine medar olmak üzere senevi İngilizlerin vermekte oldukları otuz yedi buçuk milyon kuruştan da İngilizlerin usul-i himayesinden de hepsinden de vazgeçerek birader ve komşusu za etmek kelime-i tayyibenin himayesinde bulunduğunu bütün cihan-ı medeniyyete i’lan etmek istiyor. Bu uğurda parlak bir nümune-i i’cazkarisidir. Afganistan’de İngilizler o vakitten beri İngilizlerden de bir hayli lütuflar görmüş ve bir derece itminan hasıl etmişti. Afganilerin Ruslara karşı olan adavet ve intikamlarından İngiltere istifade ederek Rusya’nın Hindistan kapılarını çalmasına bir sed olarak Afganilerin terakkıyat-ı askeriyyesine var kuvvetiyle çalışmıştır. Eskiden beri Rusya ve İngiltere’nin Asya’da olan bu rekabet-i şedidesinden otuz seneye karib bir müddetten beri Afganistan muntazam mükemmel ordulara ve bir çok kıla’ istihkamat-ı müstahfazaya malik olabilmiştir. Kabil’de mükemmel top tüfek barut fabrikaları te’sis ederek şimdiye kadar pek çok esliha-i harbiyye ihzar etmiştir. Asya Bismarkı merhum Abdurrahman Han’ın İngilizlere karşı tuttuğu politikadan emir-i lahık da ayrılmamış olduğundan o siyaset şimdiye kadar devam etmiş ve böylece Afganistan mükemmel bir askeri memleket haline gelmiştir. Bundan dolayı Rusya da Afgan hududunda daima mühim bir kuvvet bulundurmaya lüzum görmüştür. Afganiler İngiltere’nin bu kadar müzaheret ve muavenetini gördükleri halde dahi-i şehir Abdurrahman Han’ın vasiyyeti mucebince İngilizlere karşı Afganilerin siyaseti daima müteyakkızane olmuştur. Sir Kut Rusla İngilizin birleşeceğini o vakit Afgan istiklalinin muhatarada kalacağını piş-i mülahazada bulundurmuşlar İngiltere’nin me’mur-ı siyasisini bile memleketlerine serbestçe sokmamışlar. Kandehar –Herat Peşaver- Kabil hatlarına asla ru-yi muvafakat göstermemişler. Hatta bir İngiliz me’murunun Kabil’e gelip gitmesi bin türlü muhatara ile olmuştur. Bunun içindir ki İngiltere tarafından Kabil’e gönderilecek me’mur-ı mahsuslar ekseriya Hindistan ahali-i İslamiyyesinden olmuştur. Hükumet ahaliye; ahali hükumete tabi’ olarak on milyona karib bir kitle-i beşeriyye bu siyaset-i müteyakkızaneyi ta’kıb etmişler maamafih otuz seneye karib bir müddetten beri Afganistan ve İngiltere arasındaki rekabetten en güzel istifade eden bir millet bir hükumet varsa o da Afganistan’dır. Fakat’de İngiltere ile Rusya arasında Asya memalik-i gelen i’tilaf ve mukareneti Afganistan görünce İngiltere ile şimdiye kadar cari olan mesleği ve siyaseti değiştirmek mecburiyetini hissetmiştir. İngiltere’nin Afganistan’ın adüvv-i ekberi olan Rusya ile i’tilaf etmesi ba-husus alem-i İslamı tedrici bir surette yutmak için dest be-dest-i vifak olması Afganistan’ın Çünkü İngiltere-Rusya rekabeti Afganistan saadetidir. Bu rekabet ortadan kalktığı gibi Afganistan taht-ı tehlikede kalacaktır. bulunduklarından İngiltere ile olan siyasetleri de mütehavvil olmuştur. açıktan açığa izhar etmiştir. Öyle beyanat ki bil-umum Afganistan namına serd edilmiş hem de Asya’da İngiltere naşir-i efkarı olan bir gazeteye derc olunmuştur. O beyanat ki alem-i lamayacağını dahi-i şehir Abdurrahman Han’ın vasiyetinden merhumun bütün emeli bütün hissiyatı müslümanların ittihadı müslümanların yekdiğerine daima zahir olmaları el ele vererek ittihad ittifak etmeleri idi. Fakat bu emeline kendisi ömründe nail olamayacağını bildiğinden ahfad ve evladına vasiyet etmiş ve bunun vücuda gelmesi için gayret etmelerini tenbih etmiş fakat bu yevm-i mukaddese nail olmak ve payidar olmasına çalışmak mutlaka ilme maarife kuvvete ve terakkiyat-ı medeniyyeye vabeste olduğunu idrak ettiğinden evvela bunların ta’mimine gayret olunmasını tavsiye eylemiştir. Bununla beraber Afganistan’ın teali ve terakkıyatı Osmanlı ve İran kardeşlerinin ahvalinden bigane bir surette olmamasını tavsiye ve Afganistan’ın istiklali şanı şerefi mukaddes maksadı yalnız Osmanlı ve İran devletlerinin vücuduyla kaim olacağını bid-defeat anlatmış ve: “Biz İngiltere devletleri ile dinen siyaseten mevki’an merbut bulunduğumuzdan bu devletlerden birinin taht-ı tehlikede kalması bizim taht-ı tehlikede kalmamız demek olduğundan böyle bir tehlike zuhurunda Afganistan’ın muahede tanımaması hıfz-ı Bunun için bugün Afganistan İran kardeşinin her türlü ahvaline la-kayd kalamayacaktır. İşte bu on dördüncü asırda başlayan ittihad-ı İslam nümuneleridir. Uhuvvet galeyanlarıdır. yüz elli milyon efrad-ı beşerden teşekkül ile kariben tulu’ edecek olan şems-i ittihadın sabahıdır. Muhterem efendim Londra’da bir cami’-i şerif inşası tasavvurunun on-on beş seneden beri arasıra ortaya konulduğu ma’lum-ı alileri olup hatta takriben bir seneden beri ceride-i mu’tebereleri tarafından i’ane cem’ine sarf-ı makderet edilerek mezkur maksad-ı hayrın kuvveden fi’le çıkmasına himmet edilmiş bulunduğundan Sıratımüstakım de şeref-i teşebbüsden hissedardır. Binaenaleyh birkaç ay mukaddem teşkil edilen “Londra Cami’-i Şerifi İ’ane Cem’iyeti”nin tahrirat-ı umumiyyesinin müsaraat edilmesi bu babdaki himemat-ı mesbukalarına karşı vecibe-i zimmet addedilmiştir. kessürü ve hususiyle Londra ve civarında tahsilde bulunan talebe-i İslamiyyenin emsali na-mesbuk bir raddede tezayüdü hasebiyle bu sınıf müslümanların ihtiyacat-ı diniyyelerine kafi ve şan-ı celil-i İslam ile mütenasib bir ma’bedin sür’at-i mümkine ile vücuda getirilmesi ümniyyesiyle teşekkül eden cem’iyet hakkında lazım gelen ma’lumat sureti melfuf tahrirat-ı umumiyyede bast u izah edilmiştir. ki maksadımız İngiliz payitahtının münasib bir nokta-i mu’tenasında bir cami’-i şerif ile ittisalinde bir kütübhane ve ihvan-ı dinin te’arüf ve tenvirine mahsus bir mahall-i ictima’ vücuda getirmek olup bunun için seksen ila yüz bin liraya tan’dan celb ve tedariki me’mul ve tabii ise de makam-ı kudsiyyet-ittisam-ı hilafet-i İslamiyye olmakla müşerref bulunan Devlet-i Osmaniyye müslümanlarının dahi ma’nen ve maddeden ibzal-i muavenetten geri durmayacaklarından eminiz. Binaenaleyh mesrudat-ı salifenin Osmanlı dindaşlarımızın nazar-ı ıttıla’ ve himmetine arzıyla şu emr-i hayra vasıtasıyla cem’ edilecek ianatın ya doğrudan doğruya veya Londra Osmanlı Başşehbenderliği vasıtasıyla “Londra Cami’-i Şerifi İ’ane Cem’iyeti”ne irsaline himmet buyurulmasını recaya müsaraat eyliyorum. Sefir-i kebir übbehetlü devletlü Tevfik Paşa hazretleri cem’iyet a’zalığını kabul buyurdukları gibi Londra Osmanlı başşehbenderi dahi a’za-yı icraiyye miyanına dahil ve derdest-i teşkil bulunan hey’et-i ümena Trusteeye intihabı mukarrerdir. Bir hafta mukaddem Londra Sefaret-i Osmaniyyesi miyanına vasıtasıyla makam-ı Sadaret-i uzma-yı Osmani ve Makam-ı Mu’alla-yı Meşihat-i İslamiyye ile Hariciye Nezareti ve A’yan ve Meb’usan Riyaset-i Celilelerine müracaat edilerek nam-ı bülendlerinin kafil-i muvaffakıyet bir nişane-i teşvik ve himayet olmak üzere cem’iyetimiz riyaset-i fahriyyesi ve a’zalığı cedveline idhaline müsaade buyurulması re muvafakat cevaplarının vürudunu müteakib müstainen bi’llah Hindistan’a ve memalik-i saire-i İslamiyyeye müracaat musammem bulunmuştur. İctima’-ı ibtidaiye riyaset eden Hind küberasından Ağa Han hazretleri tarafından beş bin lira i’tası şimdiden taahhüd edilmiştir. Sıratımüstakım’in cereyan-ı ahvalden ve icraattan muntazaman haberdar edilmesi tabii olup bu babda diriğ buyurulmayacağından mutmain bulunduğum himemat-ı aliyyelerine teşekkür ve arz-ı Emir Ali Radavi Adres: Telgraf için de kafidir. Rt. Hon amee.ali P. e. London Şübhesiz ma’lum-ı alileridir ki Londra’da bir İslam ma’bedinin fıkdanı çok zamandan beri İngiltere’de mukım veya misafereten bulunan bil-cümle sunuf-ı İslamiyye tarafından hissedilmekte idi. Talebe-i İslamiyyenin günden güne mütezayiden etmiştir. İngiltere’de mukım müslümanlar başlıca Londra’da müctemi’ bulunduklarından münasib bir ibadethanenin adem-i vücudu hasebiyle hatta bayram namazlarını bile lokanta ve otel gibi mahallerde ifaya mecbur kalmaktadırlar. Geçen Teşrinisani’nin dokuzuncu günü Londra’da Hind küberasından Ağa Han hazretlerinin taht-ı riyasetinde burada bulunan mu’teberan-ı İslamiyye ve bir çok İngilize muhiblerden mürekkeb olarak akd edilen ictima’-ı ibtidaide Netice-i müzakeratta Londra’da bir cami’-i şerifin lüzum-ı kat’isi teslim edilip derhal alem-i İslama ve ekabir-i İslamiyye[ye] müracaat olunarak yüz milyon müslümanı muhtevi bir devletin payitahtında bir İslam ibadethanesi mevcud bulunmaması gibi bir nakisanın hemen izalesi çarelerine tevessüle karar verilmiş ve keyfiyetin yalnız Hindliler değil bil-cümle müslümanlar tarafından tehalükle deruhde edilmiş bulunduğunu kemal-i mübahatla arz eylerim. Mevzu’-ı bahs olan mes’ele hakkında daha evvelden memalik-i Osmaniyyede teşebbüsatta bulunulduğu gibi Londra Osmanlı Sefir-i Kebiri übbehetlü devletlü Tevfik Paşa hazretleriyle atufetlü Abdülhak Hamid Beyefendi hazretleri ile İngiliz muhibbandan Lord Empetil meşahir-i ulemadan Lord Avebory Lord Layington meb’usandan Lord Ronaldeş Sir James Lakonten Sir Theodore Morrison meb’usandan Sir William Pol ve yine meb’usandan Sir Semurkiy gibi rical-i ma’rufe Londra’da bir cami’-i şerif inşası için teşkil edilen cem’iyete dahil olmuşlardır. Londra’da aile ve memleketlerinden cüda kalan talebe-i İslamın adat ve mu’tekadat-ı kate alınarak mevki’-i fi’le isaline suret-i kat’iyye ve ciddiyyede teşebbüs edilen şu emr-i hayrın mazhar-ı tasvib-i himayet-i aliyyeleri olarak Londra’yı ziyaret veya burada cümle mikdarı cidden kesir bulunan müslüman gemicilerin kaviyyen ümid ederim. Londra’da bir cami’-i şerifin mevcudiyeti müslümanların suret-i layıkada ifa-yı vezaif-i diniyye edebilmelerini te’min ettikten başka aynı zamanda İngiltere payitahtında böyle bir nişane-i güzin-i İslamın meşhud olmaması [olması!] İngiliz kavmi ile milel-i İslamiyye beyninde te’min-i muhadenete vasıta-i hasene olacaktır. Bu babda taraf-ı alilerine peyderpey ma’lumat i’tası mutasavver Londra Cami’-i Şerifi İ’ane Cem’iyeti a’zası miyanına nam-ı alilerinin de idhaline müsaade buyurularak alem-i rica etmekten ibarettir. Müracaat-ı mukarrerenin bila-ifate-i yazılmıştır. yazılmıştır. vakt icrası elzem bulunduğundan cem’iyetimiz a’zalığının kabulüne dair cevabın sür’at-i mümkine ile ve hatta kabil olduğu halde lütfen telgrafla atideki adresine irsale inayet edilmesini suret-i mahsusada istirham ve arz-ı ihtiram eylerim efendim. BOYKOTAJ Üzerimize saldırdılar ve bizi Bosna-Hersek’i ağlayarak Avusturya’ya terke Bulgaristan’ın Rumeli-i Şarki ile beraber krallık tacını Ferdinand’ın başına koymaya mecbur ettiler. Bunları yapdık; fakat elimizden gelen intikamı da boykotajla alabildik. Bu sayede Avusturya’dan tazminat aldık. Oradaki Kuvvetce zaifliğimiz fakat hamiyetce kuvvetliliğimiz dolayısıyla kullanabileceğimiz yegane silah boykotajdı bunu kullandık ve en kavi hükumetleri bile düşünmeye mecbur bıraktık. Hayalci Yunanistan’ın gizli ve kirli elleri demek olan Etniki Eterya Cem’iyeti komşu devletlerin bu kapışmasından alacak bir parçası olan Girid’i kendine çekmek istedi. Orada yıllarca ve yıllarca zamandan beri çevirmekte olduğu fesad dolablarına bir kat daha işleklik verdi. Girid Millet Meclisi’nde Hıristiyan a’zaya Yunan Kralı namına yemin ettirdikten başka İslam a’zanın da bu suretle yemin etmeleri için onları sıkıştırmaya başladı. Buna razı olmayan Osmanlılık namından şerefinden ayrılmak istemeyen en hamiyyetli İslam a’zamızın meclisde tokatlanmasına sebeb oldu. Oradaki İslam kardeşlerimiz canlarından ırzlarından mallarından emin olamaz bir hale getirildi. Orada her dinin hürmet ettiği ibadethaneleri cami’lerimizi mescidlerimizi birer meyhane haline sokmaktan çekinilmedi. Minberlerde işret sofraları kurarak mihrablarda şenialar irtikab ederek dinimize peygamberimize söğerek türbelerimizi mezarlarımızı yıkarak bakirelerin ırzlarına tasallut ederek gebe kadınlarımızın rahimlerindeki yavrularıyla kanlarına girerek kadındır çocuktur acizdir zavallıdır demeye düşünmeye lüzum görmeden ayaklar sopalar kamalar altında çiğneyerek döverek yaralayarak engizisyon celladlarının bile yapamayacakları alçaklıkları çekinmeden titremeden göz kapamadan yapdılar. Hiçbir şeyden hiçbir cinayetten hiçbir şeniadan geri kalmadılar ve el-an da kalmıyorlar. Biz bu hallere oradaki İslam kardeşlerimizin gördükleri bu işkencelere karşıdan seyirci olamazdık. Bunlara mani’ olmak din kardeşlerimizin vatandaşlarımızın duçar edilmekte oldukları bu hıyanetlere bir netice verdirmek için yüreğinde en küçük bir hamiyet duygusu hissedenler şübhesiz ki var kuvvetleriyle çalışacaklardı. Fakat ne yapılabilirdi? Yunan Hükumeti resmen bir şey yapmıyor Girid’de çevrilen bu haince dolabları hep onun gizli parmakları olan Etniki Eterya vasıtasıyla idare ediliyordu Yunanistan o Girid işlerine karışmıyorum diyor ve bunda ısrar ediyordu. Binaenaleyh ona karşı muharebe açmak ondan bu acı bu zehirli cinayetlerin Bir müddet Girid’de cereyan eden bu kanlı bu ateşli cinayetlere karşı köpürdük mitingler yapdık; buralarda bağırdık çırpındık söyledik te’min ettik ki Girid bizim ecdadımız tarafından yirmi yedi senelik uzun bir muharebeden yüz binlerce şehid kanını emdikten kemiklerine şehid mezarı olduktan sonra bizim olmuştur. Orası Osmanlılığın en mukaddes en mübarek bir ecdad kabristanıdır. Orayı yabancıların düşmanların kirli ayaklarıyla çiğnetmeye razi olacak bir Osmanlı bir tek Osmanlı bulunamaz. Binaenaleyh nafile ve neticesiz bir emel uğrunda bu kadar cinayetler bu kadar alçaklıklar irtikabına göz kapamak insaniyet adalet değildir. Girid bizim yalnız bir şehidliğimiz olmakla kalmıyor. Girid Osmanlı Devleti’nin kalbi yerindedir. Ondan ayrılmak Osmanlılık için hayattan varlıktan ayrılmak demektir. Ve bunun imkanı yoktur. Fakat bizim bu mitinglerimiz bu feryadlarımız düşmanlarımız üzerinde en küçük bir te’sir başladılar. O zaman bu küstahlıklara bu alçaklıklara karşı bizde uyanan derin intikam duygusuna bir tatbik sureti aradık ve bulduk: Boykotaj! Yunanistan resmen işe karışmıyor. Hükumetimiz resmen ona harb açamaz. Fakat Yunaniler hususi olarak bize düşmanlık ediyorlar o halde biz de resmi olmayarak Yunanlılara karşı kullanabileceğimiz yegane silahımızı çıkardık; ona hususi bir millet muharebesi iktisadi bir harb boykotaj i’lan ettik. Evet bu bir muharebe idi ve bir muharebe gibi bir kumanda bir idare altında icra edilmek yapılacak hücumları hesablamak yanlış bir harekette bulunmamak silahımızı düşmanımızdan başkasına dokundurmamak için ihtiyatla düşünce ile iş görmek lazım geliyordu. İşte boykotaj komisyonları bu komisyonların “teshilat hey’etleri” bu maksadla meydana çıkmıştır. Çünkü boykotaj milletin bir silahıdır onu yalnız millet kullanır. Bunda hükumetin hiçbir dahli hiçbir ilişiği bulunamaz. Onun için bu harbi bir intizam altında Osmanlılığımıza yakışır bir surette idare etmek ve hükumetimizi içinden çıkması zor bir mevki’a düşürmeyerek milletin şu umumi arzusunu yerine getirmek üzere her şehirde her kasabada Yunanlılarla alakası bulunan her tarafda boykotaj komisyonları teşekkül etti ve bunlar aralarında mektuplarla telgraflarla anlaşarak dinleşerek çalışmaya ve bütün kuvvetleriyle çalışmaya başladılar. Fakat düşünülmelidir ki bu muharebe bir meydan muharebesinden çok güçdür; mesela İzmir gibi yalnız yetmiş bin Yunanlıya melce’ olan ve yerlilerle Osmanlı Rumlarıyla her türlü alakaları bulunan bir şehirde tatbiki büsbütün güçdür. Maksad Yunanlıları ticaretce zarara sokmaktır. Fakat vurulacak darbe Osmanlıların vatandaşlarımızın canını acıtmamalıdır. Yunanlıların yerli Osmanlı Rumlarıyla ba’zen pek sıkı ve kuvvetli bağları akrabalıkları vardır. Sonra bunlar Osmanlı ecnebi bütün büyük şirketlerde ticarethanelerde acentalarda bankalarda şimendifer kumpanyalarında me’murlukla ortaklıkla yerleşmişler her tarafa dal budak salmışlardır. Yunanlıların memleketimiz dahilindeki münasebetleri yalnız bu kadarla kalsaydı yine hiçbir şey değildi işimizi o kadar zor görmezdik. Fakat ekseri konsoloshanelere katib tercüman bilmem daha ne gibi me’muriyetlerle yanaşmışlar girmişler münasebet peyda etmişlerdir. Halbuki Yunanlıdan başka bir ecnebiye zararımız dokunmamak lazım gelir çünkü bu evvela kendi tarafımızdan bir haksızlık olur! Sonra o ecnebilerin mensub oldukları devletlerin aleyhimizde bulunmalarına hükumetimizi mes’ul tutmalarına bir çok siyasi lışlık üzerine büyük devletlerden birini gücendirmek Yunanlılara karşı açdığımız boykotaj muharebesinin ilk ve en başlı sebebi olan “Girid” üzerindeki hakkımızın hukukumuzun tehlike altına girebilmesini imkan dahiline sokmaktır ki asıl maksadın ortadan gaib olması demektir. Buna kim hangi Osmanlı razi olur? Bizim nasıl bir mevki’de bulunduğumuza pekala akıl erdiren Yunanlılar ekseriya işlerine ecnebileri karıştırmak zim tarafımızdan bir yanlışlık bir hata yapılmamış bile olsa. Onlar guya diğer ecnebilerin de zarar gördüklerini fikirlere sokmak ve bu suretle konsolosları işe karıştırarak kendi menfaatlerini korumak isterler ve istiyorlar bir çok hilelere baş vurarak muvazaalar yaparak hükumeti boykotajcıları yormakta Etniki Eterya’nın eli altında bulunan gazetelerle bin türlü iftiralar yalancılıklar yaygaralarla kulakları doldurmakta devam ediyorlar. Halbuki her yerde boykotaj komisyonlarının hamiyetli tüccardan işe akılları erenlerden birer de “teshilat komisyonları” vardır. Bunlar Osmanlılara hususiyle Yunanlılardan başka bütün ecnebilere kolaylıklar göstermektedirler. Onlara ufak bir zarar gelmesin diye işlerini güçlerini bırakarak yollar kolaylıklar arıyor ve gösteriyorlar. Ecnebi vapurlarıyla gelen her mal hatta Yunan malı bile çıkarılıyor. Fakat bir Yunanlı malı mağazasına taşınıncaya kadar arkası bırakılmıyor ve o mağaza boykotaja tabi’ tutuluyor. Bunun için hamiyetli boykotajcılar çok def’a kendi keselerinden para sarf ederek fedakarlık eyleyerek uslu akıllı adamlar kullanıyorlar. Bu sırada pek hamiyyetli pek fedakar olan hamal ve sandalcı ve mavnacı ve arabacılarımızı bütün yüreklerimizle alkışlamayı bir vazife biliriz. sandalcılara bir gürültü çıkarmak konsolosları işe karıştırmak üzere -Etnike Eterya’nın bir fedaisi olduğundan hiç şübhe edilemeyen- Yunan konsoloshanesi tercümanı Liyati man birkaç merd ve kahraman Osmanlı Osmanlılık namına şeref verecek bir surette terbiye metanet ve soğukkanlılığını gaib etmeyerek ortaya çıkıp kurşunlara göğüs açıp Osmanlı menfaati namına hayatını bile esirgememiş iken hükumetin küçük bir ihtarı üzerine çekilmişler vatan için vatanın selameti maksadın kudsiyyeti yolunda nefse galebe etmek fedakarlığının büyük bir nümunesini bir örneğini göstermişlerdir. Bununla beraber büyük ticaret merkezlerinde sahillerde bütün Yunanlılara bu Yunanlılık namına çalışanlara boykotajı hakkıyla tatbik edebilmek için ne me’mur ne para hatta ne de fedakarlık kafi değildir. Buna asıl muvaffak olacak bu büyük işi hakkıyla başa çıkaracak mülhakattaki kardeşlerimiz hamiyetli ve fedakar öz Osmanlı yürekli vatandaşlarımızdır. Yunanlılar ve bunların yardımcıları hileleriyle muvazaalarıyla düzenleriyle türlü dolablarıyla iskelelerden larını içerilere mülhakata süremezler satamazlarsa pek az zamanda iflas ederler batarlar. Bu maksadın meydana çıkması ise içerilerde pek kolaydır: Mülhakatta boykotaj teshilat komisyonları tarafından tasdik edilmiş fatura gösterilmeyen hangi bir tüccar malını usulü dairesinde boykot etmek büyük külfeti zorluğu olan bir iş değildir. Bu işte… Efendim Müntesibin-i ilmiyyeden Ayıntablı İbrahim Nazif Efendi’nin dum cevabı ber-vech-i atidir: Saçaklı-zade merhumun medfeni fil-hakıka Ayıntab’dadır. Maraş’da gösterilmesi sehv-i nasihdir. Tefsir-i Tibyan müellifi Mehmed Efendi’nin de Ayıntablı olduğu doğrudur. Başta “Ayni” şöhretiyle be-nam Buhari-i Şerif şarihi gibi efadıl dahil olduğu halde Hoca Necib Mütercim Asım Hoca Münib ve saire misillü fudalanın teracim-i ahvali bimennihi’l-Kerim derdest-i tab’ olan Osmanlı Erbab-ı Kemal ve Maarifi ismindeki külliyat-ı acizide tafsilat-ı lazımesiyle yazıldığı sırada tefsir-i Mehmed Efendi’nin menba’-ı fudala olan Ayıntab’dan neş’et ettiğinin muharrer olduğu görülecektir. Bu cihetlerin İbrahim Nazif Efendi’ye tebliği menutı re’y-i fadılaneleridir. Rusya Perm şehrinde Cem’iyet-i İslamiyye Reisi İsmetullah Efendi hazretlerinin konağında ve mağazasında jandarma tarafından taharriyat icra edilerek ba’zı evrakı müsadere olunmuştur. Perm Vilayeti’nde Nadejda Ma’deni’nde Muallim Abdürrahim Efendi’nin hanesi taharri olunup kendisi taht-ı tevkıfde olarak vilayet merkezine celb edilmiştir. Aynı vilayette kain birkaç mektep ve medresede dahi taharriyat ve istintaklar vaki’ olmuştur. Virahni Odin şehrinde “Müsavat” Mektep Muallimi Timur Ali Efendi muallimlikten el çektirilmiştir. Ufa’da intişar eden Ma’lumat mecellesi hükumet tarafından ta’til olunmuştu. Şimdi yine o şehirde İmam Lokman Hekim Efendi riyaset-i tahririyyesinde olmak üzere Ma’lumat-ı Cedide isimli diğer bir risalenin neşrine müsaade alınmıştır. Ufa’nın “Müslüman Hanımlar Cem’iyeti” Reisesi Meryem Hanımefendi cem’iyete büyük bir konak hediye etmiştir. Buhara Buhara’da sünnet ve nikah düğünleri fevkalade masraflıdır. Vasati mesarifle edilen bir düğün üç yüz elli dört yüz liraya mal oluyor; çünkü her gelen misafire hediye verilmek adettir. Servetleriyle alemi hayran etmek isteyen şöhret-perestlerin düğün mesarifi dört beş bin lirayı bulur! Bundan ictimai bir hayli ziyanlar oluyordu: Büyük düğün eden adamların iflası nadir değildi. Ba’zı kimseler adet mucebince düğün etmekten sıkılarak etmekten ürkerek çocuklarını sünnetsiz erişmiş evladlarını zevcesiz bırakırlardı. Bu son neticeden bir hayli mugayir-i ahlak [re]zail tevellüd ediyordu. Bu mehazirin önünü almak üzere yeni han hazretlerinin düğün mesarifini tenkıs için emr-i mahsus ısdar buyurduğu Vakit refikımızda okundu. Yine Vakit’e Buhara’dan yazıldığına göre mekatib ve medarisin ciddi bir surette ıslahına başlanacağı gibi Buhara şehrinin i’marına artık teşebbüs edilmiş ve büyük bir karvansarayın zemin katında borsa mahalli ve üstünde bankalara mahsus devair ihzar olunmuştur. Bütün bu teşebbüsat-ı medeniyyesinden dolayı Han-ı Nevcah hazretleri cidden müstahakk-ı tebcil ve ihtiramdırlar. Hindistan Çete Reisi Hakim Han yirmi beş kişilik avenesiyle beraber İngiliz ve Hind askeri tarafından bir mağarada muhasara olunup şiddetli mukavemetiyle lim olmuştur. Esna-yı müsademede Hakim Han çetesinden yirmi müslüman telef olmuştur. İngilizler tarafından dünyaya dağıdılan telgrafnamelerde Hakim Han eşkıya reisi diye yad olunuyorsa da hakıkat-i halde Han’ın makasıd-ı siyasiyye ta’kıb ettiği yani mahkum Hindlilerin hukukunu istihsal uğrunda dağa çıkmış olduğu ağleb-i ihtimaldir. yaver-i [ma]hsusu olup Şah’ın hareket-i irticaiyyesine hizmet ve muavenette bulunmuş olan Ali Han Paris’de intihar etmiştir. Muma-ileyh Muhammed Ali Şah’ın hal’inden sonra ötesinde berisinde dolaşmış ve nihayet pek ziyade fakr u zarurete düşerek intihardan gayrı çare-i halas bulamamıştır. Türkmen kabilelerinden on bin kişilik muntazam bir süvari ordusu tertib etmek için Millet Meclisi’ne bir layiha-i kanuniyye takdim etti. Maarif Nazırı Hakim elMelik mektep ve medreselerin ıslahını tezekkür etmek üzere bir komisyon intihab ettirmiştir. Bir nevi’ Mekteb-i Sanayi’ olan “Darülfünun”da muallimler ihzarına mahsus bir şu’be yani Darulmuallimin açılmıştır. Bundan başka hukuk ve ulum-ı iktisadiyye tedrisine mahsus mekatib-i aliyye küşadı dahi düşünülmektedir. Diğer tarafdan kızlara mahsus mekatib proğramı tanzim edilmekle de uğraşılıyor; ve Tahran’da milli müze kitabhane açmak için levayih-i kanuniyye TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Nisan Altıncı Cild - Aded: Cenab-ı Münezzilü’l-furkan ayet-i sabıkada ba’uza ve emsali gibi mutazarrıfin-i ehl-i dalal nezdinde hakır addolunan mahlukat ile mesel darbını vahy-i münzeli inkara vesile ledikten sonra şimdi de onların halat-ı füsukundan olmak üzere tevsik edilmiş ahdi nakz eylediklerini ve vaslı vacib olan umuru kat’ ettiklerini ve ru-yi zeminde ifsad ile puyan olduklarını beyan edip bu sebeblerden dolayı onların üzerine tescil-i hüsran ederek şöyle buyuruyor onlar ki o fasıklar ki ahdullahı misakından sonra o ahd ü peymanı tevsik eden ahval ve keyfiyyattan sonra nakz ederler. Halik teala hazretlerinin mahluku hakkında cari sünen-i ilahiyyesi olup akıl ve havas ihsanıyla kendileri bu sünen-i ilahiyyeyi fehm ü idrake kabil bir surette yaradılarak bu vech ile ahd-i fıtri tevsik olunmuşken o fasıklar mevahib-i fıtriyyeyi ni’met-i aklı hüsn-i isti’mal etmeyip bu ahdi nakz u ibtal eyledikleri gibi enbiya-yı ızam hazeratının müeyyed bulundukları ayat-ı beyyinat ve ahkam-ı muhkemat ile dahi ahd-i dini tevsik edildiği halde füssak-ı ehl-i kitab bazı enbiyayı tekzib ile bu nizam-ı hidayet-i diniyyeyi inkar ile ahdullahı nakz edip bünye-i beşeriyyenin takvim ve inması ve a’zasının hadd-i kemal-i insaniye iblağı hususunda cari sünen-i ilahiyye dairesinden huruc ederler. Ve Cenab-ı Hakk’ın vasl olunmasını emr ettiği umuru kat’ eylerler. Hukuk-ı karabete müraat etmezler birr u takva üzerine teavün etmek tevasi bilhak eylemek ihvan olmak ekseriyet-i ümmetin icma’ eylediği umuru iltizam etmek gibi ictimaat-ı mefruzayı terk eylerler; müvalat-ı mü’mininden i’raz ederler tasdikce gerek enbiya-yı ızam aleyhimüsselamın ve gerek kütüb-i münezzelenin arasını tefrik eylerler. Cenab-ı Akdes azze şanuhu bu umurun vaslını emr etmişken o fasıklar hilaf-ı emr-i Rabbani hareket ile bu vaslı kat’ ederler. Ve ru-yı zeminde ifsad eylerler. Bu fasıklar a’del-i ahval-i mükellefin bulunan imandan nası men’ ve ahbes-i vücuh-ı ma’asi olarak hakkı istihza ve bais-i nizam ve salah-ı alem olan vaslı kat’ ile fesadcuyane hareket ederler. Bunlar akıllarını nazar ve istidlalden ve kendilerine hayat-ı ebediyye bahş eden umuru teemmül ile envarından iktibas edecek yerde ayatı inkar edip ta’n ve ta’riz eyledikleri ve bu fesadları umum sekene-i ehl-i arza sirayet edip bütün akaid ve ahlak ve a’mal-i nası etseler bu dad ü sitedlerinde zarar u ziyan ederler hiçbir vakit amal-i fesad-cuyanelerine nail olamazlar hangi nikab altında istitar eyleseler akibet mefsedetleri mekşuf olur. Kendileri dünyada rezil ü rüsvay ahirette muazzebdirler. _______ Misak: Bir şeyin ma-bihi’t-tevsikıne yani o şeyi bağlayacak olan diğer bir şeye denir. Ayet-i kerimede vaki’ ahd lafz-ı şerifi bir lafz-ı mücmeldir ayetten evvel bunun ma’nasını iş’ar eder bir şey sebk etmediği gibi ayetin ma-ba’dında dahi onu beyan eder bir şey varid olmamıştır. Cenab-ı Hakk’ın vasl olunmasını emr ettiği şeyin neden ibaret olduğuna dair dahi ayetin ne ma-kablinde ne ma-ba’dında bir tefsir ve izah vürud etmemiştir. Şu halde bu lafızlardan ifham-ı muhatabine tebadür eden ve mahlukat-ı sağıre ile mesel darbından dolayı cür’et-yab-ı ta’riz olmuş o fasıkların ahvalinden ahz olunabilecek olan ma’na nedir? Deriz ki ahdi tefsir eden şeyden sükut olunarak onun ala ıtlakihi zikr edilmesi ve Cenab-ı Hakk’ın vaslını emr ettiği umur dahi tafsil edilerek izah olunmaması zat-ı uluhiyyetin o fasıkları ancak muttasıf bulundukları evsaf ile tavsif buyurduğuna delalet eder; vücud harici bir lafz-ı mücmelin beyan ve izahını tekeffül eder nefsü’l-emrde onu lisanıyla tefsir eylerse artık o lafz-ı mücmeli kavlen beyana hacet kalmaz – Ayet-i kerimede nakz-i ahd mücmel zikr buyurulmuş olduğu gibi Cenab-ı Akdes’in vasl olunmasını emr ettiği umurun neden ibaret olduğu tafsil edilmeyerek o dahi mücmel te’kiden vürud etmiş değil belki ma-kablini itmamen varid olmuş bir vasf-ı müstakildir. Emir iki nevi’dir; biri emr-i tekvindir ki halkın üzerinde cereyan eylediği nizam ve sünen-i muhkemedir. Hak Sübhanehu ve teala hazretlerinin tekvini emir tesmiye etmesi ondan “kün” kavl-i şerifi ile ta’bir buyurduğu içindir. Öbürü emr-i teşri’dir ki Cenab-ı Hakk’ın enbiyasına vahy edip de nasa ahz ve telakkısini emr eylediği şeydir. Netaici mukaddemat üzerine tertib eylemek edilleyi medlulata vasl etmek menafi’ ve mazarrı eşyanın gayatıyla bilmek birinci nevi’dendir. Şu halde her kim peygamberin sıdkına delil kaim olmuşken onu inkar eder veyahud Cenab-ı Akdes’in asar-ı hilkati kulları üzerinde nezaret ve kudretine şehadet edip durur iken zat-ı uluhiyyetinin Allahü tealanın tekvin-i fitri muktezasıyla vasl olunmasını emr ettiği şeyi şübhesiz kat’ etmiş olur. Resulün tebliğ eylediği ma’lum olan umurdan birini bir adam inkar ederse o da böyledir. Çünkü Resul’ün tebliğ eylediği ma’lum olan şey usul-i i’tikadiyyeden ise o adam bu ahkam-ı ameliyyeden ise bunda dahi mebadi ile gayatın arasını kat’ vardır zira dinin kat’iyyen emr eylediği her ne var ise cümlesi nafi’dir; onun menfaatini tecrübe isbat eder. Dinin kat’iyyen nehy ettiği her ne var ise onun dahi akıbeti la-büdd muzır olur. Bu halde ahdullahı misakından sonra kat’ edenler Cenab-ı Hakk’ın gayetiyle vasl olunmasını emr eylediği umuru kat’ eden kimselerdir bu kat’ ise ya iman bi’llah ve iman bi’n-nübüvveye nisbet ile olur şu takdirce onlar Cenab-ı Hakk’ın tekvin ve nizam-ı fıtri muktezasıyla emr eylemiş olduğu umuru kat’ ederler veyahud ahkama nisbet ile olur bu surette onlar Cenab-ı Akdes’in kütüb-i münezzelesinde emr-i teşri’ ve teklif ile emr eylediği umuru kat’ ederler – Onların dünyada hüsranları basair-i safiyye ve fezail-i samiyye erbabına zahirdir; fakat o hasirlerin ağniyasına nisbet sirini lezzat ve huzuz-ı dünya ile mütemetti’ görürler de onları mağbut ve bahtiyaran-ı alem zannederler. Bunların ledünniyat-ı ahvali tedkık olunsa ıztırab-ı vicdan fesad-ı ahlak raz içinde canlarından bizar oldukları nümayan olur. Dünyanın saadeti ancak cism ve aklın sıhhati ve nefsin edebi ile olup bu umura ise din irşad eder; onlar bu avatıf-ı ilahiyyeden mahrum olduklarından dünya ve ahirette haib ü hasirdirler; bu hüsran ne aşikar bir hüsrandır – _______ Cenab-ı Akdes-i kibriya o tevsik olunmuş ahd ü peyman-ı teşri’ ile vaslını emr eylediği umuru kat’ eyleyen fasıklara ta’nif ve tevbihi teşdid için hitab-ı itabkari ile hitab edip şöyle buyuruyor: Eyyühe’l-fasıkın! Söyleyin bakayım siz nasıl Allah’a küfr ediyorsunuz. Hangi hal ve keyfiyetten istidlal ederek Allah’ı inkar eyliyorsunuz ki siz emvat idiniz eczası arzın tabakat-ı muhtelifesine bess olunmuş hayatsız mevadd ü ecsam idiniz; unsurlar gızalar ahlat nutfeler hilkati müstebin veya gayr-ı müstebin lahm-pareler idiniz; ve bu etvar-ı cemadiyette siz emvat gibi idiniz nefh ve ifaza-i ervah ile sizi ihya etti. Eczanız ile ecza-i hayvanat ve nebatat arasında fark yok iken sizi ahsen-i takvimde en bedi’ şekilde halk ve tasvir eylediği gibi ihsan eylediği akıl ve idrak size müsahhar kıldı. Sonra bu hayatınızın bais-i nizamı bulunan ruh-ı hayyi kabz ile sizi imate eder de ruhunuzun ebdanınızdan müfarakati ile ebdanınız dağılarak asl-ı meytine avdet eyler ve arzın tabakat ve avalim-i muhtelifesinde na-bud olur gider. Sonra sizi hayat-ı saniyye ile ihya eder. Mevte-i uladan sonra sizi nasıl ihya etmiş ise mevte-i saniyeden sonra da yine sizi öylece ihya eyler. Bundan sonra da ona irca’ olunursunuz. Hayat-ı saniyede artık mevki’-i hesaba getirilirsiniz işte o zaman zat-ı azamet-i ondan dolayı sizinle hesablaşır imdi sizin haliniz bu… Allah’ın sizin üzerinize fazl u keremi bu.. mebde’niz bu müntehanız bu.. olduğu bunlar ise niam-ı amme olmak ve Cenab-ı Akdes’in kudret-i tammesine delalet eylemek haysiyetiyle imana da’i ve küfürden zacir şüun-ı azimeden bulunduğu sizin de bu ahvale ilm ü ıttıla’ınız inzimam eylediği halde nasıl oluyor da küfr-i bi’llaha cür’et-yab oluyor ve size delail-i tevhid ve nübüvveti tebliğ eyler şirk ve me’asiden sizi tathir eder size ta’lim-i kitab ve hikmet eyler hayat-ı ulanızda mesalihinize ve hayat-ı saniyyenizde saadetinize dair bilmediğiniz umuru size öğredir içinizden size bir peygamber göndermiş olduğunu istib’ad ile onu inkar ediyorsunuz?.. _______ Bu ayet-i kerimede vaki’ kelimesi istifham-ı inkaridir; fakat nazm-ı celilinde olduğu gibi vuku’un inkarı ma’nasınca değil belki vakı’ın inkar ve istib’adı ma’nasıncadır; ve Sani’-i Kadir’in vücuduna delil-i afakıden maada delil-i nefsi dahi delalet eylediği halde keferenin küfr bi’llaha kıyam ve tasaddi etmelerine taaccüb ettirmek için varid olmuştur – kavl-i şerifinin mutazammın olduğu imatenin delail-i kudretten bulunduğu zahir; fakat ni’am sırasında ta’dad buyurulması hayat-ı bakıyye ve ni’met-i uzma bulunan hayat-ı saniyyeye vesile olduğuna mebnidir– Kefere ihya-ı ahiri ve rücu’ ila’llahı inkar eyledikleri halde bunların da kendilerinin i’tiraf eyledikleri umur idadında zikr olunması gözleri önünde bulunan delail-i kudrete im’an-ı nazar etseler buralarını da i’tiraf edecekleri şübhesiz bulunduğundan bu ilm ü i’tirafa kudret ve temekkünleri bil-fi’l mükerremi o zerrat-ı sağıre nutfe-i mehine-i hakıre alaka-i demeviyye mudga-i lahmiyyeden ahsen-i takvimde; böyle bir şekl-i bedi’de halk ve icad eden Sani’-i Zülcelal onu tekrar hud delail-i kudrete ihale-i nigah-ı dikkat eden hiçbir akıl-i fehim bunda tereddüd etmez. kavl-i şerifi kıra’et-i meşhurede tanın zammıyladır; buna göre ya müteaddi olan’dan veyahud irca’dan muzari’-i mechuldür. Eimme-i kurra’dan İmam Yakub bu kelimeyi tanın fethiyle kıraet eylemiştir; şu halde lazım olan’dan muzari’-i ma’lumdur. Rücu’ maddesi hem lazım hem müteaddi olarak isti’mal olunur. ET-TECRIDÜ’S-SARIH Lİ-EHADISİ’L-CAMİ’İ’S-SAHIH diye zabt edilmiş ise de ziyadesi sabit olmamıştır. Bir rivayette . - Tercüme Abdullah bin Ömer radıyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin zamanında köpekler mescidin içinde gider gelirdi de bundan dolayı mescidi yıkamak için hiç su serpmezlerdi. Bir rivayette - Tercüme Ebu Hüreyre radıyallahu anhden Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin: “Bir kul mescidde namaza muntazır oldukça hep namazdadır. Meğer ki kendisinden hades vaki’ ola.” buyurduğu rivayet olunuyor. Bazı rivayatta . Eldeki Buhari nüshalarında . - Tercüme Zeyd bin Halid radıyallahu anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: Osman bin Affan radıyallahu anhdan sordum dedim ki: “Bir kimse mücamaat eder de menisi nazil olmazsa ne yapsın dersin?” Osman radıyallahu anh: “Namaz vabını verdi. Osman radıyallahu anh: “Bunu ben Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim” dedi –Ravi der ki Bu mes’eleyi Ali Zübeyr Talha Übey bin Ka’b radıyallahu anhümden sordum. Hepsi de bana böyle emr ettiler. Bina-i mechul ile if’aldendir. Bir rivarivayetleri de vardır. Bazı rivayatta yalnız . - Tercüme Ebu Said-i Hudri radıyallahu anhden rivayet olunuyor ki; Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Ensar’dan bir zatı lahu aleyhi ve sellem: “Galiba seni aceleye getirdik” buyurdu. “Evet” dedi. Bunun üzerine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Şayed işin aceleye gelir yahud meni kahtına uğrarsan üzerine yalnız namaz abdesti lazım olur.” - Tercüme Muğire bin Şu’be radıyallahu anhden rivayet olunuyor ki bir seferde Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bulunmuş. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem kazayı hacet için gitmiş abdest aldığı zaman suyunun Muğire dökmüş. İşte bu abdestte yüzünü ve ellerini yıkamış ve başı yoktur. Bazı Eldeki nüshalarda . Eldeki nüs- Eldeki nüshalarda . - Tercüme Abdullah bin Abbas radıyallahu anhümadan rivayet olunuyor ki bir gece Nebiyy-i mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin zevcat-ı tahiratından halesi Meymune radıyallahu anhanın yanında kalmış. -İbni Abbas radıyallahu anhüma der ki: “Ben başımı yasdığın enine koyarak uzandım Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile ehli de yasdığın boyuna başlarını koyarak uzandılar. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem uyudu. Gece yarıyı bulduğu vakit yahud biraz evvel yahud biraz sonra uyandı. Uykuyu gidermek için eliyle yüzünü silmeye başladı. Ondan sonra Sure-i Al-i İmran’ın son on ayetlerini okudu sonra kalkıp asılı duran küçük bir kırbaya uzandı. Oradan güzelce bir abdest aldı. Sonra namaza durdu” -İbni Abbas radıyallahu anhüma der ki “Ben de kalktım. Onun yapdığı gibi yapdım. Sonra gittim yanına yani sol tarafına durdum. Sağ elini başımın üzerine koydu ve sağ kulağımı tutup büktü. Sonra iki rek’at yine iki rek’at yine iki rek’at yine iki rek’at yine iki rek’at yine iki rek’at kılıp ondan sonra tek rek’atlı bir namaz kıldı. Sonra müezzin da’vete gelinceye kadar yine uzandı. Ba’dehu yine kalkdı hafif iki rek’at kıldıktan sonra çıkıp sabah namazını kıldırdı.” Bu hadis-i şerif evvelce geçmişti. Ancak şu var ki her birinde diğerinde olmayan şeyler vardır. Herkesin ma’lumu olduğu üzere ruhun bir takım temayülatı vardır ki her birine kendisinin şuuru lahıkdır; her birinden başka başka müteessir olur; hiç birinden kabil değil ayrılamaz; nitekim muvazenesini mevcudiyetinin muhafazasını te’min için cismin de kendine mahsus bir yığın ihtiyacatı mevcuddur. Cisim açlık susuzluk soğuk sıcak gibi dahili harici müessiratı hissederek bunlara karşı hacetini te’min etmek yahud bunların te’sirinden masun kalmak için lere muhtaç bulunduğunu hisseder. Vakıa ruha aid olan şeyler açlık susuzluk soğuk sıcak değildir; ancak beka-yı hayatı için bir çok şeylere ihtiyac hususunda cisim ile ruh arasında hiç bir fark yoktur. Evet ruhun bir takım temayülatı bir takım metalibi vardır ki bunlar suretleri şekilleri i’tibarıyla hasr u tahdid edilememekle beraber yine bir mihver üzerinde deveran etmektedir; bu mihverde ruhun iktisab-ı kemale olan meyl-i fıtrisidir. Ruh bu meyli samim-i mevcudiyetini dolduran öyle bir iştiyak-ı fevkalhayal suretinde duyar ki ölür de ondan vazgeçemez. Hukema-yı alem pek eski zamanlardan beri beşerin tehzib-i ahlakı için uğraşmışlardır. Onların bu hususda düstur olmak üzere söyledikleri pek çok sözleri vardır ki iradına şu makalemizin hacmi müsaid değildir. Zaten o sözlerin kifayetsizliğine delail ikamesi için kendimizi yoracak değiliz; şöhret-i tarihiyyesi olan büyük milletlerin ahvaline bir nazar atfetmek bizim için kafidir. Evet o milletlerin şuununa temayüllerinin veche-i azimine atfedilecek en sathi bir nazar bize sarahaten göstermektedir ki onları idare etmek isteyen ukala hissiyatın terbiyesi tabayi’in tehzibi hususunda en muazzam kanun olan kanun-ı i’tidale vakıf olamamışlar daha doğrusu görüyoruz ki bunlardan bir çoğu mehasin-i ahlakı yalnız kendi milletine hasretmiş de başka milletlere karşı irtikab-ı rezaili mübah suretinde göstermiş. Hele sair ümmetlere hakim olan sahib-i şevket milletlerin bir çoğunda şu hal olanca vuzuhu yid edecek o kadar delillerimiz var ki bir vechile çürütmek kabil olamaz. Ruhun müştak olduğu kemale vüsulü için tutulacak şu tarikın bir tefrit olduğunda şübhe yoktur. Vicdan bu suretle müsterih olamaz kalb aradığı sükunu bulamaz. Bundan başka bu meslek ruhun piş-gah-ı azmindeki şah-rah-ı terakkıyi kapar da onu fıtraten taharrisine me’mur olduğu mecbur olduğu gaye-i kemalisine doğru tayy-ı merahilden alıkoyar. Bu ukaladan bir kısmı da ruhun hürriyetini kayd altına almak hususunda ifrata düşerek hissiyat ve temayülat-ı ruhiyyeden bir çoğunu öldürmek lüzumunu ileri sürdüler hem o kadar ileri gittiler ki havsalalar tazyikin bu derecesini ancak mahdud bir zaman için tahammül edebilir. Bu ifratın netayici de vehamet i’tibarıyla demin söylediğimiz tefritin akıbetinden geri kalmadı; hangi milletin efradına hakim olduysa o milletin aheng-i nizamını bozdu erkan-ı bekasını devirdi bir çok ictimai şurişlere meydan açdı ki tafsili tarih kitablarında eksik değildir. Ruhun temayülatını takyid hususunda düşülen bu ifrata ale’l-ekser dinin ma’nasını anlamamış asl-ı şeriatın ta’yin etmiş olduğu hududda tevakkuf eylememiş olan milletlerde tesadüf olunur. Evet biz de şübhe etmeyiz ki zühd-i mutlak ile bütün masivadan bütün dünyadan inkıta’ ile emreden bir takım edyan gelmiştir. Lakin bu edyanın ashabı şu hakıkatten zühul ediyorlar ki: Bu dinler bir zaman-ı mahdud içindir; o zamanın mürurundan sonra düstur-ı hareket olamazlar. Sonra; bu edyandan maksad alemde ervahı aksa-yı derecata tealiye müstaid bir hale getirmek gayesine ma’tuf bir hadise bir inkılab ihdasından başka bir şey değildir. Zira ruhun o mertebeye i’tilası tabiat-i beşeriyyeyi evvelce ona tahdid için mümkinü’l-vüsul olan meratibin gayesi olduğunu a’zamdır ki her şeyin vücudu her şeyin bekası onunla kaimdir. Buna burhan mı istiyorsun? Bütün şu kainat-ı süfliyye ve ulviyyeye bak en basit bir zerre-i maddiyeden kubbei semada parlayan en büyük yıldıza varıncaya kadar bütün mevcudatı nazar-ı im’an önünden geçir. Göreceksin ki cümlesinin medar-ı vücud ve bekası esas-ı kemal ve intizamı ancak i’tidal olduğuna her biri bir lisan-ı natık kesilmiştir. Evet i’tidal her şeyin nizamı her şeyin nazımıdır. Eşyadan hiç birindeki kemali i’tidalden başka bir şeye atf ile izah mümkün olamaz; nasıl ki yine eşyada görülen ahengsizlik Bütün ulema-yı arz indinde hiç şübhe kalmamak şartiyle sabit olmuş hakayıktandır ki i’tidal bütün a’malin esası olmak cismani ruhani bütün hacatın hududunu teşkil etmek Ahirette yüksek derecata nail olmak ancak bir takım hasais-ı ruhiyyeyi öldürmekle; ruhu meftur olduğu temayülatından men’ için takat-ı beşerin fevkınde ağır bir takım riyazatlara mahkum etmekle kabil olabilir zannını besleyen zühhadın ahvalini meşhur Larous uzun uzadıya anlatıyor; bu taifeye ancak pek ileri giden mecnunlardan suduru mümkün olabilen bir takım vahşetler isnad ediyor da sonra diyor ki: Tabiatın kendi üzerlerindeki te’sirini öldürmek isteyen bu zahidler hakıkat-i halde kendilerini ta’zib eden şehevatın kurbanı oldular. Zira bunlar temayülat-ı tabiiyyelerini hudud-ı mu’tedile dairesinde teskin suretiyle tanzim edecekleri yerde cinnetleri saikasıyla o temayülleri kökünden kaldırmak Bütün milletler ruhun hevesatına temayülatına karşı ifrat hakıkat nur-ı alemgir-i İslam ile münevver oldu sima-yı pak-i fazilet üzerindeki nikabı atarak olanca nuraniyetiyle tecelli etti. Bir sahne ki bir anda çöken dud-ı felaket Altında boğuk… ah-ı gariban gibi mu’lim… Bir sahne ki şehbal-i siyeh-reng-i sefalet Üstünde gerilmiş … şeb-i hicran gibi muzlim. Bir sahne-i giryende ki göstermede yer yer Bin lane-i jülide hezaran sönük amal.. Yüzlerce yanık sineli matem-zede mader Yüzlerce soluk çehreli bi-valide etfal. Bir sahne-i dil-suz-ı fecayi’ ki- yakından Görmek değil- etmek bile bir lahza tehayyül Halince biraz yardım et ey sahib-i vicdan? Vicdanı olanlar eder ibzal-i mürüvvet Hem-nev’ine hem-ırkına hem-dinine elbet. Açım açım… Ne olur? Ah bir dilim ekmek! Açım sefilim evet; yok cebimde on para Soğukta titreyerek çok dolaştım avare; Fakat kim anlayacak kim bu derdi keşf edecek? Gülen gezen konuşan bir yığın kavi mes’ud Bütün hayata hararet sürur diyen beyler Bilir mi yokluğu? Heyhat! Obur ferah beyler? Gidip de sızlanıversem ne söylesem bi-sud; “Çalış kazan!” diyecekler. Kırılmasaydı kolum Dilencilik mi ederdim? Fakat alil muztar Kalırsa çare nedir bir peder? Yetimim var; Gidince annesi eyvah! Kapandı işte yolum. Açım açım… Kanıyor parmağım da oh… Çıplak Çamurda karda gezersen demir değil ya ayak! Fennin nazariyyeleri – Bilumum mevcudatın zi-hayat oluşu – Mevcudatın menşe’-i aslisi kuvvettir – kuvvet birdir ve ezelidir – Kainatta her şey izafi ve nisbidir – Mebde’ ve Esas-ı fennin hadisat ve vuku’at-ı alemden müstahrec nazariyyata mübteni olduğu erbab-ı mütalaa indinde müsellem bir hakıkattir. Vuku’at ve meşhudata şüun-ı kainata ibtina’ eden bu esaslar yeni bir hadise zahir olmadıkça sıhhat ve kıymetini gaib etmezler. Küremizde idrak ve temyiz sahibi insanların ta bidayet-i zuhurundan beri bugüne kadar gelip geçen insanlar arasında muhitine nisbetle fazlaca bir nüfuz-ı nazar ve idrake sahib olan mümtaz dimağlar görgülerine müstenid birer kanun birer nazariye-i fenniyye te’sis eylemişlerdir ki fennin şu’abat-ı muhtelifesinde mevcud olan bu nazariyelerin hemen kaffesinin derece-i vüsuk ve sıhhati o zaman için meşhud-ı insan olan vuku’at ve tezahüratla payidar kalmış ve mürur-ı ezman ile dimağ-ı insani görgüde duyguda peyda-yı hassasiyyet ve rikkat ettikçe meşhud olan yeni hadisata karşı yeni yeni nazariyeler te’sis edegelmiştir. Bu muhakememize nisbetle fennin son nazariyelerinin de ilel-ebed payidar kalacağını iddia etmek emsal-i sabıkasını göz önüne almamak demektir ki bunu akl-ı selim kabul edemez. Fakat bu muhakemenin zıddı olarak muhakkak bu nazariyeler mahkum-ı sukuttur diye iddia etmek de abesdir. Çünkü fende öyle nazariyeler mevcuddur ki bidayet-i teessüslerinden bu ana kadar hala kıymet ve sıhhatlerini muhafaza etmektedirler. Newton Arşimed Kepler kanunları gibi bu ihtimale karşı belki bu son nazariyat-ı fennin bir kısmı emsali gibi asırlarca hükümran olacak kavanin-i tabiiyye sırasına geçecektir. Her ne olursa olsun sıhhati eserle sabit olan bu nazariyat-ı mütevaliyye-i fenniyyede nazar-ı dikkati calib bir nokta varsa o da her şeyde olduğu gibi nazariyelerdeki tarz-ı muhakeme ve mantıkın gittikçe kesb-i mükemmeliyyet edişi ve daima muahharın mukaddeme nisbetle daha mukarin-i savab ve hakıkat oluşudur. Bu kabilden olmak üzere fennin bugünkü nazariyatının dahi… eski nazariyelere faik bir kıymeti haiz olduğuna hüküm vermekte hiçbir vechile tereddüd olunamaz. Fennin en ziyade mukarin-i sıhhat ve belki de kısmen mahz-ı hakıkat olan nazariyat-ı ahiresi münasebetiyle fikrimde uyanan bazı duygularım var ki… tahassüsatımı velev nakıs bile olsa yazmaktan kendimi men’ edemeyeceğim: Pek yakın zamana kadar fen mevcudatı üç kısma taksim ediyor ve bunlara: Hayvanat nebat ve cemadat isimlerini veriyordu. Yine pek yakın zamanlarda nebatatın da hayvanat gibi ecsam-ı uzviyyeden olduğu hassas ve zihayat bulunduğu sübut buldu. Nebatatın neşv ü neması insali telkıhi tahassüsü marazı tedavisi mematı ayrı ayrı tedkık edildi. Nebatatın safahat-ı hayatıyla hayvanatın edvar-ı hayatiyyesi arasında büyük farklar olmadığı böylece tebeyyün edince bilumum mahlukat uzvi gayr-ı uzvi olmak üzere iki kısma müncer kalıyordu. Uzvi sınıfında hayvanat ve nebat ve gayr-i uzvi kısmında da taş demir toprak.. ve saire gibi cemadat dahil bulunuyordu. Bir-iki sene evvel demirin çeliğin hayatını tahassüsünü marazını tedavisini mematını tedkık eden bir mütefennin tecarib ve tedkıkatını ma’adin-i saireye de teşmil ederek bilumum ma’adinin nebatat gibi zi-hayat ve sahib-i his olduğunu son fikrin sıhhatini te’yid eylemektedir. Cemadat-ı sairenin de ma’adin misillü hayat kanun-ı umumisine tebe’an mahlukat-ı uzviyyeden ma’dud olamayacağını kim inkar edebilir. Fennin son taharriyatı pek yakın bir atide hayatın mevcudat-ı kainata şamil olduğunu bu hayat-ı mevcudatta bir fark varsa o da eser-i hayat ve tahassüs-i uzvi derecelerinin bütün mevcudatta birbirinden cüz’i külli farklı bulunduğunu küre ebhar hava-yı muhiti ecram-ı sema ve bu ecram-ı na-mütenahiyye üzerinde yaşayan na-mütenahi uzviyetler derece derece hayat kanun-ı umumisinden hisse-mend olmak icab etmez mi? Eser-i hayat ve tahassüs-i uzvi küremiz için insanlarda en ziyade mütekamil bir şekilde ise de avalim-i na-mütenahiyye içinde kim bilir hassasiyet-i hayatiyye ve asabiyyenin ne mükemmel derecelerine vasıl olmuş uzviyetler vardır. Rikkat-i tahassüs-i uzvi için bir had tasavvur olunamaz. Hayatın na-mütenahi tezahüratı vardır. Şerait-ı muhitiyye ve iklimiyyemiz tebeddül ettikçe avalime nisbetle bir zerre olamayan küremizdeki eşkal-i uzviyyede bile şimdiye kadar ne kadar tebeddül ve eser-i terakkı ve tekamül görülmüştür. Binaenaleyh zevi’l-hayat içinde mevcudiyeti hassas bir cümle-i asabiyye haline girmiş nice ma-fevka’t-tasavvur hayatlar vardır. Madem ki bütün eşya ve muhitimiz derece derece hayattan nasibedardır. Binaenaleyh kainatta meşhudumuz olan inkılabatın kaffesi bir uzviyetten diğer uzviyete küll-i ezeliden başka bir şey değildir. İşte ma’na-yı ulvi-i ruha ve bunun ezeliyetine bir delil-i fenni daha! Mevcudatın menşe’-i aslisi kuvvettir: Bil-cümle ecsamın ecza-yı ferdiyye denilen gayet küçük bir takım zerreciklerden mürekkeb olduğu ma’lumdur. Pek yakın zamana kadar fen kuvvet denilen eseri ile vücudu mütehakkık müessirin be-heme-hal ecza-yı efraddan müteşekkil bir maddeye mütevafık bulunduğunu dermiyan ediyor ve maddesi olmayan bir kuvvetin mevcudiyetini kabul edemiyordu. Kuvvet denilen müessirin maddenin tabiatında meknuz bir sıfat-ı mümeyyize olduğuna hiçbir maddenin kuvvetsiz olamayacağına ve kuvvet ile maddenin mevcud olduğu bir yerde ise be-heme-hal bir hareketin mevcud olması anasır-ı selasenin birbirinden la-yenfekk olduğuna kanaat ediliyordu. Fennin son safhası radyumun keşfinden sonra bu üç unsuru ikiye tenzil ediyor ve madde denilen mahsus ve kabil-i temas ve rü’yet nesnenin kuvvetten gayrı bir şey olmadığını ve cüz’-i ferdin adeta cesim bir kuvvetin kabil-i his ve kabil-i lems bir hadde kadar tekasüf ve tasallüb etmiş bir şekl-i hususisinden ibaret olduğunu söylüyor. Cüz’-i ferd denilen ve bir tabiat-ı maddiye ve mahsüseyi haiz olan zerratın her birerlerinin kuvvet namı altındaki müessir-i yeganenin eşkal-i mütenevvia-i mütekasifesinden başka bir şey olmadığı anlaşılınca avalim ve kainatı teşkil eden mevcudat-ı maddiye namına her ne ki varsa bu varlığın menşe’-i aslisi bir kuvve-i na-mütenahiyye olmak icab eder. Bu halde uzviyet-i insaniyyeye dahil bir cüz’-i ferd-i maddinin havass-ı tabiiyyesi her neden ibaret ise bir nebat veya ma’denin uzviyetinde dahil bir cüz’-i ferd-i maddinin esas ve tabiatı tamamen birbirinin aynıdır. Yani her iki cüz’-i ferd dahi kuvvetin birer şekl-i mutasallibinden başka bir şey değildir. Nebatta veya ma’dendeki cüz’-i ferdin nebat ve ma’den tabiatında oluşu guya ki kuvvetin derece-i tekasüfünün veya şerait-ı tasallubunun birbirinden farklı oluşundan münbaisdir. Demek ki esas bir fakat tecelli muhtelifdir. Maddiyet-i asgar-ı na-mütenahiyyeden maddiyet-i a’zam-ı na-mütenahiyyeye kadar hükümran olan sebeb ve menşe’-i hakıkı bir vahdettir ki bu vahdetin inkısamı mikdarı mevlidi ibtidası ve intihası yoktur. Mevcudiyet-i mutlaka o vahdet-i kuvvette; hakıkat-i hayat o vahdet-i ulviyye ve ezeliyyededir. Mütalaat-ı sabıkamız vechile bütün mevcudat uzvi ve hayati olunca asılda ve menşe’de birlik bulununca insanlar ruhlar varlıklar arasında bir iştirak olmak tabiidir. Spirtizme denilen hadisat-ı ahire iştirak-i hayat ve hassasiyyete birer misal-i celidir. Bu alemde bütün meşhudatımız izafidir. Mevcudiyetimiz nisbidir. Kainatta mutlakıyet yalnız vahdete has bir sıfat-ı mümeyyizedir ki sani’-i hakıkı odur. Her şeyin hakıkati onda mündemic ve ona münhasırdır. Her mevcudun mazisi hali atisi o birliğe müncerdir. A’dad zaman mikdar denilen şeyler akl-ı kasır-ı beşerin hüküm ve kıyasatıdır. Vahdet için mikdar tasavvuru muhaldir. Çünkü vahdet avalim-i na-mütenahiyyeyi asgar-ı suğra-yı uzviyyeti muhattır. A’zam-ı na-mütenahiliğe bir had mutasavver değildir ki mebde’i teşkil eden uzviyet-i maddiyyeye dair bir fikir peyda etmek mümkün olsun. Asgar-ı suğra-yı uzviyyat birer alem başlı başına birer na-mütenahilikten başka bir şey değildir. Kim bilir mikrobik uzviyetler nice nice na-mütenahi mikrobik uzviyetlere birer alem hükmündedir. Uzvi bir insan gözü mikroskop denilen bir vasıtaya müracaatla gayet küçük uzviyetleri görüyor. Vasıta-i tahlili terakkı ettikçe kavlimizce gayetü’l-gaye küçüğün de görüleceğinde şübhe yok. Fakat gaye-i mutlak-ı asgariyyete vusul mümkün mü? Asla! Ziyanın sür’ati saniyede . kilometre olduğu halde hilkat-i alemden bu ana kadar ziyaları henüz küremize vasıl olamayan ecram-ı semaviyyenin vücudunu fen isbat edip dururken a’zam-ı na-mütenahiliğe had var mıdır? Asla! Hilkat-i alem dedim. Bu sözümle vuku’-ı hilkate bir mebde’ tahsis etmiş oldum ki haşa! Hakıkatte zaman yok ki mebde’ olsun. Ne kadar cebr-i nefs etsem mukayesat-ı fikriyyem daire-i mahdudesinden harice çıkamadığındandır ki bütün muhakematımda dar ve sıkı bir mahsuriyet görülüyor. Bu mahdud ve kasır muhakematımıza sığabilen bu büyüklükler büyüklüğün ma’na-yı hakıkı ve ma’tufün-lehine nisbetle yine bir cüz’-i asgar-ı suğradan başka bir şey değildir. Gafleti terk edelim!.. Sıratmüstakım ciddiyattan İslamların Osmanlıların ahval ve terakkısinden ve sair sınai ticari fenni ma’lumattan bahis olmağla kendini bütün dünyaya tanıtmış ve bugün rüşdiye talebesinden bed’le seksen yaşındaki pir-i faniye kadar mütalaasından müstefid olmakta bulunduğunu nazar-ı mütalaa ve ehemmiyete alarak arz eylerim ki bugün devlet ve millet-i Osmaniyyenin terakkı ve te’alisi fen san’at ve ticaretin ve be-tahsis ticaret-i bahriyyemizin terakkı etmesine vabestedir. Milletin yüzünü güldürecek hazine-i maliyyesini mal-a-mal edecek şey ancak vapurlarımızın bütün Bahr-i Siyah Bahr-i Sefid ve hatta Hind Çin Amerika’ya kadar seyr u sefer edebilmesi ve nakliyat-ı eşya-yı ticariyye eylemesi riye mütevakkıfdır. Evet! Devr-i le’im-i istibdadda devletimiz münkarız olmak üzere iken ticaret-i bahriyyemiz nasıl terakkı edecek idi! Lehü’l-hamd şimdi öyle bir devr-i celile girdik ki millet memleketini ticaretini eyadi-i zalime-i istibdaddan cebren aldı. Çalışmaya başladı. Ticari cem’iyetlerimiz çoğaldı fakat “donanma donanma” diye gece gündüz bağırıp duran bu millet-i müfahhamenin ticaret-i bahriyyesi olmazsa yine paramız harice çıkar ve donanmanın vücuduna ruh kadar iktiza eden servet hasıl olmaz. terakkı-perveranesiyle bahriye kolağalığından mütekaid Hamid Naci Bey “Milli Ticaret-i Bahriyye Kaptan ve Çarkçı Mektebi”ni küşad eyledi. Bugün talebesi yüze karibdir. Günden güne de artıyor. Buradan çıkacak talebe tüccar gemilerimizde hizmet edecekler kaptan ve çarkçı olacaklar. necibe memleketimizde böyle bir mektebin vücuduyla le bir mektebin vücudundan bile bi-haber olan ahalimiz de vardır. Mah-ı halin dördüncü Cuma gecesi Müdir ve Müessis-i Mektep Hamid Naci Bey Beyoğlu’nda Odeon Tiyatrosu’nda bahriyemize ve ticaret-i bahriyyemize dair gayet mühim fenni tarihi iktisadi bir konferans verdi. Tiyatroda bilhassa hazır bulunan bazı rical-i hükumet ve ümera ve zabitan-ı bahriyye ve ahalinin son derecede mucib-i istifadesi ve calib-i takdirat-ı fevkaladesi oldu. Muma-ileyh konferansına bidayeten bir teşekkürle başlayarak denizin cihet-i fenniyye ve siyasiyyesine giriyor. Zamanımıza kadar bahriye tarihini esaslıca icmal ediyor. Sonra bazı mütalaat-ı mühimme-i bahriyye ilavesiyle hitam veriyor. Konferans ser-ta-be-pa calib-i nazar-ı dikkat ve istifadedir. Bendeniz de orada idim. Müdir-i muma-ileyhden bir kopyasını aldım. Ta’mim-i istifade için takdim ediyorum. Lütfen dercini temenni ederim. Çünkü umumun ticaret-i bahriyye ve be-tahsis cihet-i bahriyyemize meyl ve teveccühünü Suret-i Nutk Ey huzzar-ı kiram! Atide bir bir izah edecek olduğum esbab-ı hakıkıyyeden dolayı mücerred temenni ve da’vet-i mahsusa-i acizaneme mebni bu gece vaki’ olan lutf u zahmet-i ali-i maarif-perveranenize mukabil teşekkürat-ı kalbiyye-i bi-nihayemi takdim eylerim. Nefs-i acizanem ve bütün tarafdaran-ı terakkı olan zevat-ı kiramca ma’lum bir hakıkattir ki bu gece pek münevver pek şa’şaalı bir gecedir. Çünkü karşımda fikri bir kalbi bir vatan ve maarif aşıkı mümkün olsa bir anda geceyi gündüze tahvil edecek leyal-i muzlime-i sabıkanın te’siratıyla duçar olduğumuz nevm-i gafletten bir daha avdet etmemek üzere uyandıracak def’ u ref’ edecek havass-ı aliyye-i yorum. Böyle bir hey’et-i müfahhame-i ilm ü ma’rifetin afv-ı alilerine mazhar olacağımı yakınen bildiğim için cesaret alarak kusur ve noksanını mu’terif olduğum bazı hakayık-ı tarihiyye ve mütalaat-ı mahsusa arz etmek istiyorum. Efendiler! Ma’lumdur ki küremizin dörtte üçü su biri karadır. Bunda hikmet nedir? Cenab-ı Halıku’s-semavati ve’l-arz insanları yaratmış bu kürenin üzerine yaymış akıl vermiş neye muhtaç ise şurasına burasına ham olarak dağıtmış çalış ara bul tegaddi et telebbüs et sonra benden iste bana tevekkül et ben de vereyim buyurmuş! Pekala amma bir insan başlı başına ne iş görebilir? Binaenaleyh insan ünsiyete birleşmeye muhtaç ve menafi’de yek-diğeriyle müşarik olduğundan ihtiyacını ekseriya kendi muhiti kendi vatanı haricinde aramaya mecburdur. Pişgah-ı seyr u seyahate deniz çıkarsa ne yapacak? Veya yakın yol deniz ise nasıl geçecek? Bit-tabi’ sabih bir madde Öyle ise denizcilik hilkat-i beşerle hemen bir gibidir. Bu halde insan nasıl olur da denizden denizcilikten müstağni olur? Efendiler! Ma’lumdur ki ehl-i fen küre-i arzı muhit olan denizin o sahra-yı bi-payanın mesaha-i sathiyyesini takriben . yüz kırk altı milyon İngiliz mili ve a’zam-ı umkunu mil-i bahri bulmuşlar. Nev’-i beni beşerin müctemian yaşamasına ve ihtiyacat-ı mütenevvia-i hayatiyyesine göre denize zikr-i hal irade-i mahal kabilinden şeh-rah-ı ticaret vasıta-i medeniyyet menba’-ı servet siyaseten meydan-ı Meşahir-i kadime-i maliyyundan Mösyö Paris nam zat denizin cihet-i siyasiyyesini düşünerek “Bahri olmayan bir devlet vakt-i hazarda memleketinde istifade edemeyeceği gibi hengam-ı seferde de harbi temdid edemez. Mağlubiyetine sebeb olur” demiş. Meşhur kumandanlardan birisi de “Bahr muhayyerü’lukul olacak derecede fen ve san’at ve şecaatin mahall-i ictimaıdır. Kuvve-i bahriyyesi muntazam ve mükemmel olan bir devlet dünyanın hakimiyetini ihraz ile kendinden aşağı ve zaif olan devletler için bir vezn bir tartı bir maniveladır ki zaif tarafın kefe-i mizanına vaz’ olunursa ol tarafı ağır basar hangi tarafa icra-yı fi’l ederse ol tarafı derece-i a’laya Bundan anlaşılıyor ki denizcilik medar-ı azim-i saadet-i millet yani vesile-i sehile-i ticaret olup bizim gibi mahiyeten azim bir devletin muhafaza-i şan ü şevket ve esbab-ı hakıkıyye-i terakkı ve te’alisi ancak denizde ticaret etmek ve ticareti taht-ı emniyete almak için kuvvetli maharetli donanmaya malik olmaktır. Müsaade buyurulursa tarih-i alemin bize aid nikatını okuyalım: Kurun-ı ulada kıdem cihetinden Suriye sahiliyle Cebel-i Lübnan arasında iskan eden Finikeliler hasbe’l-iklim denizcilikte ticaret-i bahriyyede kat’ ettikleri binlerce miller ve gördükleri işlere nazaran birinciliği ihraz eylemişler; siyaseten de kuvve-i bahriyye sahibi olarak ilk def’a denize çıkmışlar hakimiyet-i bahriyyelerini vikaye etmişler. Bundan sonra Yunaniler bundan sonra da İraniler şayan-ı zikr u beyandır. Bu iki millet kuvve-i azime-i bahriyye sahibi idiler. Hatta İraniler kuvve-i azimeyi hamil oldukları halde bir büyük donanma ile Yunanistan’a gelip harb ettikleri ma’lumdur. Sonra Finikelilerden müfrez olarak vücuda gelen Kartacalılar da ticareten siyaseten sezavar-ı dikkat ve lılar önüne geçilmez bir hale gelmişler vaki’ olan muharebei bahriyye-i müdhişede Kartacalıların kuvvet ve kudret-i bahriyyesi mahv olmuş olduğu gibi yukarıda beyanatını arz eylediğim Mösyö Paris’in keşfi mucebince de bahriyesizlik yüzünden bu millet-i kadime ortadan kalkmıştır! Bu suretle sair milletlerin de bahriyesi mahv olmuş! Ma’lum olduğu üzere Romalılar bahri bir devlet değildi. Müverrihlerin kavlince Romalılar denizciliği ilk Kartaca muharebesi sebebiyle öğrenmişler git gide kesb-i dehşet etmişler. İnsanın üstadı Buradan kurun-ı vüstaya geçiyorum. Her şeyden evvel bize aidiyeti cihetiyle İslamların Türklerin her ilim ve fende olduğu gibi denizcilikte de maharetini arz eylemek istedim: Arablarda denizcilik: Arablar esfar-ı berriyyeye i’tina ederler bahra yaklaşmazlardı. Pek icab ederse para ile gemi ve gemici tedarik ederler tehlike atladıktan sonra durdurmayıp def’ ederlerdi. Çünkü icabat-ı iklim onu iktiza ederdi. Böyle olmakla beraber Arablar Mısır sahilinde Dimyat Reşid İskenderiye sevahilinden kalkarak Süveyş ve Hind taraflarına giderler gelirler ve Mısır sahilinde bulunan kabail-i Arabı bahren ticaret ve gazaya teşvik ederlerdi. Sadr-ı İslam’da halife-i ekber Hazret-i Ömer radıyallahu anh efendimiz henüz daire-i azime-i İslamiyet’e dahil olan mü’minini esfar-ı bahriyyeden men’ buyururlar idi. Çünkü Ceziretü’l-Arab ahalisi olan mebhusün-anh Arabların denizle pek o kadar ülfeti olmadığı cihetle bahren giderek duçar-ı mehalik olmamaları mültezem ve oldukları dairede tevsi’-i daire-i İslamiyet mukteza-yı hal ve masla[ha]t olduğu aşikar mezlik değildi. Bakınız! İslamiyet dairesi boyunca denizciliğin vakt-i merhunu gelmiş demek olmağla izn-i umumi oldu. İslamiyet kuvvetleşti Avrupa’ya Afrika’ya Hind’e Çin’e ve sair dünyanın her tarafına neşre lüzum-ı hakıkı görüldü. Hemen ehl-i İslam Afrika’da bir çok beldeler feth ettikleri gibi Hazret-i Osman radıyallahu anh efendimizin emriyle bir takım mücahidin-i kiram sefaine rakib olarak Endülüs sahillerine kadar gittiler ve hicretin’inci senesinde ganimen avdet eylediler. Sonraları Şam Valisi Muaviye’nin gayretiyle Suriye sahilinde donanma inşa olundu. Arablar Abdullah bin Kays emaretiyle Kıbrıs üzerine yürüdüler. Ehl-i İslam daha pek çok esfar-ı bahriyye icra eylemiş ve şayan-ı hayret derecede gemicilik denizcilik san’atında terakkı ve tekemmül etmiştir. Daha; Arabların Afrika’da Şarkı Roma İmparatorluğu elinde bulunan kaffe-i biladı feth u teshir eylediklerini gören ve gittikçe harekat-ı cengaveranelerinin kesb-i dehşet eylediğini ayne’l-yakın müşahede eden li donanma gönderdi. Taraf-ı İslam’dan da Şam’dan berren Mısır Valisi Abdullah bin Sa’d kumandasıyla bahren bir kuvve-i külliyye gönderildi. Afrika sahilinde vaki’ olan dehşetli muharebede İslam donanması muzaffer oldu hatta bu kanlı muharebede Kostantin bile birkaç yerinden tehlikeli surette yaralandı. Arablar sonraları Rodos Ceziresi’ni de feth ettiler hatta bir vakitleri İstanbul’a kadar da akdılar. Tarihin delaletiyle sabittir ki Arabların denize münasebeti meyli yok iken gittikçe meşhur denizciler sırasına dahil oldular. Arablarda zekaya bakınız! Bidayeten denizden kaçar ve li-hikmetin denizciliğe ruhsat verilmezken sonraları gerek ticaret-i bahriyye gerek harb noktasından ne kadar ileri gitmişler! Bugün Bahr-i Ahmer sevahiliyle Bahr-i Sefid’in Afrika Mısır Suriye sevahili ahalisindeki denizcilik san’atı şayan-ı takdir ve hayret derecesindedir! Kimsenin seyr u sefer edemediği fırtınalı dehşetli havalarda bunlar ufak tefek teknelerle giderler kimsenin dalamadığı derin denizlere aletsiz falan bunlar dalarlar tabiatin ka’r-ı deryaya gömdüğü cevahiri saha-i bey’ u şiraya çıkarırlar. Hatta şurası meşhudat-ı garibedendir ki Arablar Bahr-ı Sefid’de Bahr-i Ahmer’de hafif hafif seyr ederken icabında beline bir savlo ip bağlar kendini denize atar geminin bazı mahallini kalafat ederler. Gemicilikteki maharetlerinden istifade etmek için ecnebiler ekseriya bunlardan kulavuz alırlar. Fikr-i acizaneme kalırsa biz bunların sahil ahalisinden olanlarını getirip de burada Milli Bahriye Mektebi’mizde veyahud resmi Mekteb-i Bahriyye-i Şahane’mizde lazım gelen ulum ve fünun-ı bahriyyeyi tahsil ettirirsek ticareten siyaseten ne kadar çok istifade ederiz. Mevzu’-ı bahs Arablar olduğu de sakin milel-i sairedeki zeka ve denizciliğe isti’dad fevkalade olmağla bunları hüsn-i terbiye etmek cihet-i bahriyeye yetiştirmek en birinci vazifemiz olmalıdır. Gelelim maksudumuz olan Türklere Osmanlılara: Ma’lumdur ki Türkler bütün Asya’yı kaplamış cengaver bir millet-i cesime-i kadime olduğundan doğrusu pek o kadar birkaç gölden başka denizle alış verişleri yok idi. Sonra meşhur Cengiz’in hücumuyla bazı kabaili Anadolu’ya yayıldılar denizi gördüler ihtiyacları kendilerini denizciliğe sevk eyledi. O vakitleri Sultan Osman ve Orhan Gaziler hudud-ı Osmaniyyeyi tevsi’ ve yeni teşekkül etmiş hükumetimizi tanzim ve tahkim ile meşgul olduğundan denize denizciliğe bakacak vakitleri yok idi. Maamafih bu halde bile ufak kayıklarla Marmara dahilinde ufak seferler de icra edilmedi değil. Asıl denizcilik Sultan Murad-ı Evvel zamanında başlar. İlk denizcilik Şehzade Süleyman Paşa’nın sal ile Gelibolu’ya geçmesi oldu. İlk tersane Gelibolu’ya yapıldı. Bahriyeli yetiştirmeye mahsus ilk kışla Gelibolu’da bina edildi. Bu sınıf askere “azeb” namı verildi. Köprücülük lağımcılık gibi hizmetlerde müstahdem bir sınıf askere de “azeb” denildiği Gelibolu ve ahalisi ki bahriyelilerin mehd-i zuhuru olmuştur!! Osmanlılık aleminde pirimiz olan cennet-mekan Süleyman Paşa’dan gayrı o toprakta kim bilir ecdad-ı bahriyyemizden daha kimler medfundur! Biz bugün onların ruhaniyet-i celilelerinden istifade ederiz. İşte biz bahriyeliler Allah’ın Maksada gelelim: Sonraları hasbe’l-fütuhat Türkler yani Osmanlılar bir çok sevahile malik oldular ticaret ve münasebet-i hem-civari ret-i Fatih’e kadar Osmanlılar Akdeniz Karadeniz’in hemen her noktasında cevelana başladılar. Vakta ki Hazret-i Fatih pertev-endaz-ı serir-i saltanat oldu. Müşarun-ileyh cihet-i berriyyesi gibi bahriyyesini de ıslah ve tensik eyledi. Bahriyemiz teali denizcilik fikri tevessü’ etti. Tüccar gemilerimiz harb gemilerimiz çoğaldı Sultan Süleyman-ı Kanuni’ye kadar memalikimiz berri ve bahri tevessü’ ettikçe münasebat-ı ticariyyemiz de arttı. Tüccar gemilerimiz Bahr-i Sefid’i doldurdu. Hatta Avrupa’ya bile seferler icra edildi. Ma’lum olan hakayıktandır ki bu Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye baht ve tali’i muktezası olarak hiçbir vakit muharebesiz kalmadı. Bu kadar canlar telef oldu. Ümerasından askerinden pek azı rahat döşeğinde teslim-i ruh eyledi. Bu milletin “harb” adeta oyuncağı yerine geçdi. Ölmeye gider giderken davul zurna çalar oynar güler şefkatli analar babalar ben seni bugün için meydana getirdim derler şevk verirler sevk ederlerdi ve el-yevm böyledir. O vakitleri devlet kudret ve şevketini bütün dünyaya tanıttırdı ve hatta beray-ı muavenet İspanya sularına donanma bile sevk eyledi. Eğer o vakitleri devlet yarım asır kadar muharebesiz vakit geçirmiş olsa idi ticaret-i bahriyemiz en birinci olur hazine-i millet fevka ma yütasavver zengin olurdu. Yine bu halde tersanemiz meydanda! Cümlemiz biliriz ki o tersanede o zamanları altı ay zarfında parça harb gemisi yapılır hemen badban-güşa-yı azimet olurdu. Acaba şimdi olamaz mı? Orası bahs-i mahsus teşkil eder. Burasından sarf-ı nazar edelim. Zamanımıza yaklaşıp dahil olalım: Hülasa terakkıyat-ı fenniyye neticesi olarak bahriyemiz cennet-mekan Sultan Abdülaziz Han zamanında o vaktin modası olan birinci sınıf süfün-i harbiyyeden müteşekkil donanmamızla Avrupa düvel-i bahriyyesi miyanında bir mevki’-i mümtaz kazandığımız gibi ticaret cihetinden de şimdiki Hayriyye ve sair müessesat-ı ticariyye-i bahriyye teessüs etmiş ise de idare-i menhuse-i sabıka seyyiatıyla donanmamız teverrüm etmiş bir genç gibi günden güne sararıp solmuş kuvvetten düşmüş ve adeta hayatından na-ümid bir hale gelmiş ve bu muazzam zeki Osmanlı milletinin namus ve haysiyeti Avrupa nazarında paymal olmuş idi. Ma’lumdur ki bu halde iken bile postalarımız Marsilya’ya sefain-i ticariyyemiz Avrupa’nın limanlarının en işlek en parlak en uzak limanlarına amed ü şüd ve icra-yı nakliyyat-ı ticariyye eder ve asker naklinde de pek büyük hizmetler ederdi. Zikre sezavar bir nokta daha var bugün Harbiye Nazır-ı alisi Mahmud Şevket Paşa hazretleriyle Bahriye Nazır-ı alisi Mahmud Muhtar Beyefendi’nin vesatet ve delalet-i devletleri ve meb’usan-ı kiramımızın himem ve gayret-i aliyyeleri Şayan-ı hayret bir dereceye gelecek nasıl şükr-güzar olmayalım bu zevat-ı alişana. Efendiler! Tasdi’ etmeyeyim. Devr-i sabık sonunda Osmanlıların namı ma’azallah sahife-i alemden hakk olunmak mukarrer hürriyete! Gayretullaha dokunan pek çok habais ve fecayi’in neticesi lutf-i Huda ile bu millet-i ma’sumeye berat-ı meşrutiyyet ve hürriyyet verildi. Zaten bu abd-i aciz Meşrutiyet’den birkaç sene evvel bahriye kolağalarından ve Mekteb-i Bahriyye-i Şahane ilm-i hukuk-ı düvel ve ticaret-i bahriyye kavanini ve topculuk ve terbiye-i askeriyye muallimi nim hulul etmeden tekaüdlüğümü istedim muvaffak da oldum. Fakat fikrim bu muazzam muhteşem devlete bu mukaddes vatana bu mübarek ma’sum zeki şeci’; her türlü ma’nasıyla fazıl muhterem nesl-i necibe hizmet etmeyi hatırımdan çıkarmadım. Evvela kudret-i maliyem olmadığı halde bir cem’iyet teşkil ve cem’iyete bir nizamname yapdım. Bu nizamname hükmünce senesinde bi-tevfikillahi teala Milli Ticaret-i Bahriyye Kaptan ve Çarkçı Mektebi’ni küşad ettim. Ve irade-i seniyyesini istihsal ile beka-yı mevcudiyyetini te’min için de Bahriye Maarif Nafia nezaret-i celilelerinin tasdik-ı alilerine iktiran ettirdim. Usul-i hazıra tevfikan ulum ve fünun-ı bahriyye tedris ettirmek için Mekteb-i Bahriyye’mizin yetiştirdiği ve yine o mekteb-i alide bir çok sene tedrisat-ı fenniyye ile meşgul olarak tecarib ve fezaili nezd-i devlet ve millette ma’lum ve bugün ekser bahriye zabitanımızın muallimi bulunan zevat-ı kiramı topladım. veyahud mefkud olan sivil kaptan ve çarkçılarımız da ayrı ders okuyorlar ve bundan böyle arzu edenler müracaat edecekler. Ve bundan başka inşaallah ömrüm olursa İstanbul’umuzda veya yakın limanlarında sivil tersaneler tezgahların esasını kuracağım. nacak olan üç sınıf efendiler inşaallah iki seneye kadar bütün kainatı muhit olan denizleri ihata edeceğinde şübhem olmayan süfün-i ticariyyede istihdama layık olacaklar. Ve münasebetiyle Devlet-i Aliyye’miz donanmasına da icab ederse mütefennin kaptan; denizci vereceğim. Lutf-ı Hakk’a istinaden arz eylerim ki bundan sonra gemilerimiz cahil kaptan cahil çarkçılar elinde idaresinde kalmayacak. Bendeniz bu kadar hizmet ettim. Her gün her an istirahat yüzü görmeksizin her nevi’ muarızine tahammül ve müdafaa ederek çalışıyorum. Bit-tabi’ her işin bidayeti ika’-ı müşkilat eder. Esası kurdum. Terakkısi ahlafa aiddir. Şurada arz eylemek istediğim bir mes’ele var. O da mektebimiz yoktan var olmak ve fakat pek az zamanda on senelik bir kıdem bir hizmet neticesi gibi bir mevcudiyet göstermiş olduğu halde el-yevm talebeye tedris olunan fünun-ı bahriyyenin tatbikatına müteallik alat ve edevat-ı fenniyye mefkuddur. Kendi kudret-i maliyem yok ki bahş edeyim; feda edeyim. Ve bir de talebeden senevi tahsil eylediğim ücret-i tahsiliyyenin muallim maaşatı hademe maaşatı mektep kirası ve edevat-ı kırtasiyye ve masarıf-ı gayr-ı muntazara gibi masarıfatı iki misli mertebesindedir. Ma’lum-ı alinizdir ki bu gibi müessesat-ı aliyye-i hayriyye ağniyanın himmetiyle vücud bulduğu gibi hükumetin himayesiyle de devam ve terakkı eder. Bendeniz de müracaat eyledim. Va’d-i alisini aldım. Hidemat-ı hayriyyemizin devam ve bekasını evvela Cenab-ı Kadir-i mutlaktan ve saniyen efendilerimiz hazeratının himem-i aliyye-i kalbiyyelerinden temenni ve istirham ile hatm-i kelam eylerim. Müteahhirin-i efazıl-ı Osmaniyyeden bir zat-ı kemalatsimat olup tarihinde İstanbul’da Eyyub Sultan Mahallesi’nde mehd-ara-yı şühud oldu. Ulum-ı aliyyeyi zamanı meşahir-i fudalasından ve ulum-ı ‘aliyyeyi Şeyhü’l-İslam Hamidi-zade Mustafa Efendi’den taallüm ederek alel-usul ahz-ı icazet etti. Bir aralık fazıl-ı zu-fünun Gelenbevi İsmail Efendi merhumdan Kirmastili Yusuf Efendi ilm-i usul-i fıkıh kavaidinden bahis Veciz nam eser-i mu’teberini tederrüs eyledi. Ve ilm-i kıraet-i Kur’an mütehassıslarından İbrahim ve Salih efendiler misillü hamele-i Kur’an’dan seb’a-i aşere vücuh taallüm ettiği gibi kübera-yı Nakşibendiyyeden Murad-ı Neccari Dergahı Şeyhi Mehmed Efendi’ye de intisab ederek tecliye-i kalb ve tasfiye-i batın eyleyip ba’dehu neşr-i ulum ve te’lif-i asara başladı. Bu vechile evkat-güzar sene-i Hicriyyesinde azim-i dar-ı beka olarak türbe-i Hazret-i Halid rdh’ın kadem cihetindeki pencere kenarında vedi’a-i hak-i fena kılındı. Rahmetullahi aleyh daima. Terceme-i hal-i alilerinin tafsili sırrına mazhar olan mahdum-ı fezail-mevsumları Molla Efendi şöhretiyle be-nam Muhammed Emin Efendi’nin cümle-i asar-ı fazılanelerinden bulunan Gülşen-i Meşayih-i Selatin nam eser-i kıymetdarında mezkurdur. Mü’ellefat-ı fazılaneleri: Tefsir-i Sure-i Feth. Mecalisü’l-Meva’iz. tü’z-Zehr kasidesine Levami’u’l-Bedr ismiyle şerh. Molla Aliyyü’l-Kari’nin cem’ ettiği iki kelimeli Ehadis-i Erbain’e Münhatü’l-Bari ismiyle şerh. Mihmandar-ı hazret-i risalet-penahi Hazret-i Halid bin Zeyd-i Ensari’den mervi olan ehadis-i şerifenin terceme ve şerhi. Veliyyüddin Efendi’nin tarihinde cem’ ettiği ehadis-i kudsiyyeye şerh. Fudaladan Amasyalı Akif-zade’nin Mir’atü’n-Nazırin Menakıb-ı Ebu’l-Hasan eş-Şazeli Tercemesi. Süluk-ı Nakşibendiyyeye dair Hadimi merhumun risalesinin tercemesi Silsiletü’z-Zeheb’in şerh-i Arabisinin tercemesi. Mestci-zade merhumun Fezail-i Cema’at risalesinin tercemesi Adabü’l-Misafirin . Hediyyetü’l-Hüccac-Menasik-i Hac . Tuhfetü’l-İmam fi Fezaili’s-Sıyam. Civar-ı türbe-i Halid’de medfun olan zevatın menakıbını mübeyyin Ahkamü’l-Müsafirin fi Menni Defn-i fi Civari Eba Eyyub. Nahivden Muharrem’in tekmilesi. Fevayihu’l-Ezkar ismiyle Şerh-i İzhar . Haşiye ale’l-Hayali . Nahivden İmtihanü’l-Ezkiya Şerhi na-tamamdır. Miftahü’s-Saadeti’l-Medine - Fezail-i Medine-i Münevvere. Mahmudiyye. Mecmuatü’l-fevaid. Hayati Efendi’nin cem’ ettiği Ehadis-i Erba’in’e şerh. Rahmaniyye mine’t-Tefsir. Nesayihu’l-Müluk. olan Nefehatü’l-Abiri’s-Sari fi Fezaili Ebi Eyyubi Ensari tercemesi. Şerhü Mizanü’l-Kurra’i’l-Aşere. Tezkiretü’r-Rumat: Fezail-i remy ile ta’lim ve taallümü hakkındaki kırk hadis-i şerifin tercemelerini cami’ olan bu eser Sultan Mahmud-ı Adli’nin kahvecibaşısı Mustafa Kani Bey tarafından tertib ve te’lif olunup tarihinde tab’ edilen Telhisü Resaili’r-Rumat’ın mukaddimesinde muharrerdir. BOYKOTAJ Bizim mülhakattaki kardeşlerimizden en ziyade beklediğimiz himmet budur ki bunun faidesini memleketimizde bulunan Yunanlı tacirlerin ne hallere girdiklerini görmekle anlıyor ve memnun oluyor iftihar ediyoruz. Hakıkaten bütün güçlüklere bütün gösterilmek istenilen engellere rağmen yılmayarak bıkmayarak yorgunluk getirmeyerek gittikçe ve daha şiddetli ve daha kat’i bir surette tazyika muvaffak olduğumuz boykotajla gördüğümüz ve daha göreceğimiz faideler bitmez tükenmez derecede çoktur. Büyük ticaret evlerinde gaz su kumpanyalarında şirket vapurlarında amele yerleştirildi ve her gün yerleşmektedir. Eğer şehirlerde kasabalarda nahiye ve köylerde hep onların ellerinde bulunan fırıncılık kasablık bakkallık hülasa esnaflık gittikçe bizim elimize geçiyor. Kendi memleketimizde kendi ormanlarımızda yetişen ağaçlarımızın kerestesi bütün mahsullerimiz Yunan vapurlarıyla aşağı fiyatlarla ecnebiler elinde kalıp döndüğü halde bu eşyanın bugün sürümü artmış bize fazla ticaret getirmeye başlamış ve bu yüzden halkımız da pek muhtaç olduğumuz bir fikir bizi esaretten fakırlikten ve zavallılıktan kurtaracak olan ticaret fikri uyanmaya yüz tutmuştur. Her tarafda büyük küçük şirketler ticaret evleri açılmakta; buralarda iş yapılmakta ve kazanılmaktadır. Yunanlılıkla öğünen boş kafalardan pek çoğu bu memlekette Yunanlı olarak Yunanlılara yardım ederek yaşamanın girmeye bir çoğu da burada dikiş tutturamayacaklarını anlayarak memleketlerine savuşmaya kendi kendilerine gitmeyen ve iş bulamamak yüzünden ötede beride dolaşıp duranları da hükumet tarafından serseridir diye sürülmeye başlamışlardır. Yunanlıların düşmekte oldukları sefalet o kadar göze çarpacak bir derecededir ki Yunan konsülatoları mikdarı gittikçe artmakta ve pek büyük bir yekun teşkil etmekte olan bu aç amelenin her birine gündelik vererek beslemeye mecbur kalıyor. Binaenaleyh Yunan Hükumeti bu yüzden mühim bir zarara duçar olup gidiyor. Sonra Yunan sermayesiyle iş gördüğü anlaşılan bazı müesseselerin kullandıkları Yunanlılar kovdurularak yerlerine Osmanlı ameleler geçirilmektedir. binlerce liralarını çeken Yunanlı “Pandeleon” Kumpanyası bir seneye yakın bir zamandan beri on bir vapurunu İzmir Limanı’nın bir köşesinde zincire çekmiş amelesini taifesini bir müddet açıktan besledikten sonra nihayet başından savmaya mecbur kalmış iflas edecek bir hale gelmiş şimdi vapurlarını satmaya hiç olmazsa sermayesinin bir kısmını bu suretle kurtarmaya çalışmakta bulunmuştur. Bu kadar değil bugün Pire Limanı hep Osmanlı sularında gezmekte ve ticaretimizin en büyük bir kısmını çekmekte yemeyerek muattal kalmış yüzlerce vapurların diplerine midyelerden kalın bir zırh yapmakta bulunur. Yunan ticareti mahv olma derecesine geldi. İnşaallah bu dereceyi aşacaktır da.. Yunanlıları en ziyade kudurtan bugünkü açlıkları bu hal böyle devam ederse –ki şübhesiz biz asıl maksadımıza kavuşuncaya kadar Girid’in tamamıyla bizim olduğunu Yunanlılara fi’len isbat ve tasdik ettirinceye kadar; yani lazım gelirse son Osmanlılığın ortadan kalkmasına kadar devam edeceğine şübhe yoktur– yarın uğrayacakları umumi sefalet yoksulluk ve bunun neticesi olarak zaifliktir. Yunanistan’da burası görülmüyor. Anlaşılmıyor takdir edilmiyor değildir. Orada meydan alan karışık[lık]larda boykotajımızın büyük pek büyük bir te’siri olduğu kat’idir. Ve emin olmalıdır ki Yunanistan’ın kanlı bir muharebe etseydi maddeten göreceği zarar belki bu kadar olmayacaktı. Boykotajın politikamıza bazı Yunanlı kafaların inandırmak bi usulünde icra edilirse ki onun için çalışıyor ve muvaffak oluyoruz. Evet bize politikaca bir zarar vermez bilakis. Çünkü bu bizde bir birliğin bir milli gayretin mevcudiyetimizi varlığımızı muhafaza ve müdafaa etmek duygusu olduğunu kainata en açık en i’tiraz kabul etmez bir surette isbat edecek bir vasıtadır. Biz zarar etmiyoruz Yunanistan’a büyük bir darbe vuruyoruz. Bizim emelimiz budur siyaseti politikayı bırakalım; çünkü bizim politika ile işimiz yok. O bizim maksadımızın haricindedir. Maksadımız Yunanistan’a Yunanlılara zarar vermektir. Onların ticaretine binaenaleyh hayatına başkaldırmayacak bir darbe vurarak Girid’den ellerini çekmek ve bir daha oraya uzanamamasını te’min etmektir. Bu bir mukaddes maksaddır. Bu maksad uğrunda bizim de zarar görmemiz lazım gelse geri çekilecek miyiz? Beş on kuruşluk bir istifade için Osmanlılığını Osmanlılık umumi menfaatini Osmanlılık şeref ve haysiyetini ayak altında alacak bir Osmanlı düşünülebilir mi? Boykotajdan umumiyet i’tibarıyla kazandıklarımız pek çoktur; fakat bazılarımızın zarar eyledikleri de şübhesizdir. Çünkü bir çok tüccarımızın Yunan kumpanyalarının yapdıkları rekabet dolayısıyla eşyalarına verdikleri navlun boykotajdan sonra rekabet kalktığı için yükseldi. Bundan şübhesiz zarar edenlerimiz oldu doğru. Lakin şurasını da unutmayalım ve unutmamak gerektir ki bir muharebede yalnız mağlub taraf zarar etmez. Galib olan cihetten de vefeyat olur. Masraf olur. Muharebeler maksad uğrunadır. Düşman kurşunu asker her halde Osmanlı değildir. Nasıl ki bütün bir milletin menfaatine şeref ve haysiyeti namına açılan boykotaj muharebesinde gönüllü veya muvazzaf birer nefer demek olan bir tacirin beş on kuruş zararı göze alamaması yüreğinde Osmanlı hamiyeti taşımadığına delalet eder ki böyle bir tacirimiz de yoktur. Fakat dediğimiz gibi ettiğimiz bir zarar varsa bile pek azdır. Hususiyle gördüğümüz ve göreceğimiz menfaatler karşısında hiçdir. Çünkü karımız yalnız Girid’i kazanmakla kalmıyor. İktisadi faideler de görüyoruz ki en büyüğü bizde de vapur şirketlerinin teşekkül etmekte bulunmasıdır. Bugüne kadar evvelce Osmanlı iken ve bütün kazancı Osmanlı toprağından topluyorken sonradan bandırasını değiştirmiş olan “Haci Davud” Kumpanyası vapurlarından başka sahillerimizde gezen vapur yoktu bu nankör kumpanya boykotajdan da soyuyor. Evvelce dengini sekiz kuruşa koşa koşa nakl ettiği bir malı bugün iki liraya hem de nazlana nazlana nakl ediyor. Kendisine bunun sonu iyi olmayacağını bu kadar insafsızlık edilemeyeceği ihtar edildiği zaman “Ben biliyorum Yunanlılara karşı yapılan boykotaj kalktığı gibi beni boykot edeceksiniz ben de o zamana kadar sizden çekebildiğim kadar çekecek sonra vapurlarımı satıvereceğim” cevabını vermekten küstahlıkta insafsızlıkta bu kadar ileri gitmekten çekinmiyor boykotajın i’lanından beri tüccarımızdan altmış bin lira kazanmış olduğunu i’tiraf eylemekten hatta bu i’tirafı ile öğünmekten sıkılmıyor. Vapurlarında Yunanlı kaptanlar taifeler kullanıyor yolculara müşterilere etmediği hakaret vermediği sıkıntı üzüntü kalmıyor. Buna karşı yapılacak bir tedbir var: Osmanlı şirketlerinden birinin birkaç vapurunu limanlarımıza celb etmek ve zengin tüccarımızın bir kaçı bir araya gelerek vapur şirketleri teşkil etmek. Hamd olsun Osmanlı Sancağı’nı taşıyan “Adalar Kumpanyası”nın “Tahir” vapuru “Fuad” Bey Kumpanyası’nın “Marmara” ve “Gümüşyan” Kumpanyası’nın “Mahmud Şevket” “Hürriyet” vapurları Giridli İskonaki İbrahim Efendi’nin “Selanik” vapuru sularımızda işlemektedir. Fedakar ve hamiyetli tacirlerin gayretleri sayesinde padişahımızın vapurları da Osmanlı sularında işliyor. İşte asıl hamiyet ve açıkgözlülük bu zamanda gösterilecek fedakarlık bu sırada edilecektir. Çünkü bu vapurları işletmemek için diğer şirketler ecnebi kumpanyalarının acentaları ellerinden geleni yapmakta ufak tefek zararları göze alarak bu yeni teşekkül eden Osmanlı kumpanyalarını batırmaya çalışmaktadır ve çalışacaklardır. Biz Osmanlılar mümkün olduğu kadar Osmanlı vapurlarından başkasına binmemeye ve mal yükletmemeye kat’iyyen azm etmeliyiz. Herkesi; bütün tanıdıklarımızı bunlara teşvik etmeli vatandaşlarımızı azmimize ortak eylemeye çalışmalıyız. Bugün vereceğimiz birkaç kuruş fazlanın yarın bize ne kadar ticaret vereceğini bugün Osmanlı vapurlarına -icabında- birkaç kuruş fazla vermek istemezsek yarın “Haci Davud” Kumpanyası gibilerine ne kadar ziyade vereceğimizi ve servetimizi haysiyetimizi çiğneterek daima ecnebilerin bize düşman olanların bizim kanlarımıza susamış olanların ellerinde esir kalacağımızı anlamalı takdir etmeli ve dilimizin döndüğü; kudretimizin yettiği kadar etrafımızdakilere kardeşlerimize arkadaşlarımıza vatandaşlarımıza anlatmaktan geri kalmamalıyız. Geçende İzmir’de cereyan eden küçük bir vak’a bize büyük bir ibret dersi verebilirdi. Yeni teşekkül eden Osmanlı şirketlerinden birinin bir vapuru nasılsa İzmir Limanı’na uğramıştı. Hamiyetli ve namuslu tüccarımızdan biri bu şirketin ye çıkmak üzere bu vapura binmek ister ve acentaya uğrar. Acenta kamara biletinin bir buçuk liraya olduğunu söyler. Bu ailenin etrafını alırlar. Bir Osmanlı kumpanyasına para vermek ayıb olduğundan ! bahs ile kendilerini ayıblarlar utandırırlar. “Haci Davud” Kumpanyası’ndan beşer napolyona bilet kesdirerek bir Osmanlı vapuruna bindirmezler. eskiden beri bunlar böyle boykotaj yapıyorlardı. Biz de aynıyla hareket edecek olursak bizden kazandıkları paralarla bizim gözümüzü çıkarmaya vatanımızı parçalamaya çalışan hainler toprağımızda ekmek bulamaz aç kalırlar ve buradan bir saat evvel def’ olup gitmeye mecbur kalırlar. Bu neticeye varabilmek için sebat ve metanetle çalıştıktan sonra çok bir zamana muhtaç olmayız. Beş altı sene ciddi ve hakıkı sahibi bir hamiyet ve sebat bizi malımızın mülkümüzün haklı olduğu kadar hakıkı eder. Bugünkü zilletten düşkünlükten kurtulur bütün düşmanlarımıza göğsümüzü gere gere bütün vakarımızla bütün benliğimizle ve bu vakarımızı bu benliğimizi hatta kahren tanıtarak karşı koyabiliriz. Meşrutiyetle idare olunan memleketlerde en büyük himmet milletten beklenir. Hükumet milletin hamiyeti fedakarlığı himmeti nisbetinde kuvvet bulur şevketini kudretini çoğaltır. Ve millet çalışmaya mecburdur; çünkü haiz olmak elde etmek istediği her hak şüphesizdir ki bir vazifenin karşılığıdır. O vazife de o hakkı elde edecek vasıtalara baş vurmak çalışmaktır. Bizim selametimizi terakkımizi rahatımızı servetimizi hayatımızı her şeyden aziz her şeyden hayattan bile kıymetdar bildiğimiz ve öyle bilmek lazım gelen haysiyet ve namusumuzu Osmanlılık haysiyet ve namusunu ayaklar altına almak çiğnemek lekelemek zehirlemek öldürmek için yüzlerce seneden beri uğraşan bu gizli ve gizli fakat yapdıkları fenalıklarla pek aşikar olan mel’un ve alçak düşmanlarımızdan ancak ciddi hakıkı ve usulünde devamlı bir boykotaj sayesinde kurtulacağız. Politika iktizası olarak Yunanistan istediğimizi yapsa da resmen boykotajı kaldırmak mecburiyetinde bulunsak bile biz bize şimdiye kadar yapılan fenalıkları bu fenalıklar dolayısıyla çektiğimiz derdleri unutmamalı içimizdeki düşmanların bize asırlardan beri gizli gizli yapdıkları boykotajı bizim de onlara karşı yapmakta devam edeceğimize namusumuz Osmanlı namusu üzerine and vermeli yemin etmeliyiz bu bizim için bir vazife en büyük en mukaddes en vatanpervercesine bir vazife bir hamiyyet ve Osmanlılık vazifesidir. Onlar bize yapdıklarını sezdirmiyorlar ve gittikçe artan gittikçe şiddetlenen bir gayretle bir azimle bir sebatla zararımıza çalışıyor mahvımıza yürüyorlar. Biz de kendimizi hakkımızı ve hayatımızı korumak için pek tabii bir surette kendisini gösteren vazifemizi yapmalı kendi silahlarıyla kendilerini vurmalıyız. Biz de onlar gibi alçakça değil; fakat onlar kadar ve belki daha büyük bir azimle bir metanetle bir gayret ve hevesle çalışmalıyız ve çalışalım. Onların sa’yleri ne kadar haksız emelleri ne kadar gayr-ı meşru’ ise bizim mukabelemiz o kadar haklı o kadar meşru’ o kadar adilane ve namuskaranedir. Çünkü biz kimseye fenalık etmek için değil bize fenalık edilmesine mani’ olmak için selametimizi hayatımızı şeref ve haysiyetimizi korumak için çalışacağız çalışmalıyız ve çalışalım. Yoksa aziz vatanımız mukaddes topraklarımız ecdadımızın şehidliği olan yerlerimiz daima tehlike altında kalmaktan kurtulamaz. Vatanını tehlikede görüp de malıyla canıyla bütün kuvvet ve mevcudiyetiyle onu kurtarmaya onu düşmekte bulunduğu uçurumdan çekmeye koşmayan bir insan hiçbir millet hiçbir dinde bir vatandaş ve dindar sayılmaz hele Osmanlı hususiyle İslam olamaz. Biz o alçaklardan değiliz ve olmadığımızı göstermeli böyle bir saf ve temiz bir yürekle böyle ciddi ve samimi bir hüsn-i niyyetle bütün kırılmaz ve çözülmez bir azm ü metanetle el ele verelim dostlarımızı vatandaşlarımızı incitmeden bize azıcık iyiliği dokunanlara hiç olmazsa kötülük etmeyenlere en ufak bir zarar vermeden şu işi şu büyük gazayı muvaffakiyetle başa çıkarmak için yapılacak hiçbir şeyden çekinmeyelim. Kalkışalım çalışalım usanç getirmekten yılmaktan tenbellik etmekten uzak kalalım. Bu büyük ve mukaddes muharebeden vatan için açdığımız bu gazadan yüzümüzün akı alnımızın açıklığı göğsümüzün kabarıklığı ile çıkmaya and verelim ve muvaffak olalım. Bu ne büyük ne mukaddes ne mübarek bir muvaffakıyet olacaktır! Bu da bir muharebedir. Arada şehid versek bile ki ihtimali yoktur. Sakınmayalım; fakat gazi bir milletin ebeden gazi evladları olduğumuzu isbat edelim. O zaman dünya da ahiret de bizimdir. Maksadımız vatanımızın saadeti ve selametidir; mesleğimiz şeriatin vicdanın gösterdiği hidayet meş’aleleriyle açıktır. Haydi vatandaşlar: “Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah” ASR-I HAZIRDA İSLAMLAR Buhara Azamet şevket-i maziyyesi teslim-kerde-i enam bulunan Buhara hıtta-i İslamiyyesinde de şu asr-ı celilin te’sirat-ı muhassenesinden olmak üzere bir velvele-i intibah başlamıştır. O hıtta ki Türkleri ağuş-ı şefkatinde büyütmüş cihangir Türklerin mehd-i zuhuru olmuş o gazanfer Türk evladını kıvam-ı insaniyyeti teşkil etmek üzere şarktan garba garbdan cenuba cenubdan şimale kadar göndermiştir. O evlad ki birbirinin kanına canına susamış akvam ve aşayir-i muhtelife-i saika gibi zalimlerin beynine inmiş nur-ı rahmet gibi mazlumların ret ile cem’iyet-i beşeriyyenin te’min-i selamet ve te’alisine hizmet etmiştir. O Buhara ki darülulumlarında darülfünunlarında yetiştirdiği binlerce ulema fudala ve hükemasını medeniyet-i nam-ı kadimi olan “Mahlet” namını terk ettirerek cihana kendisini “merkez-i ulum” “mecma’-ı ulum” tanıttırmıştır. O merkez-i ulumda yetişmiş eazım ulum-ı İslamiyyeye ulum-ı medeniyyeye aid yazdıkları binlerce asar ile cem’iyet-i beşeriyyenin te’alisine ibraz-ı hidemat etmişlerdir. Hatta bir asır evveline gelinceye kadar garb darülfünunlarında o asardan bir kısmı tedris ve ta’lim edilmiştir. Hülasa Buhara’nın yetiştirdiği felasife İslamiyet’in ma-bihi’l-iftihar zevatıdır. O Buhara ki Hazret-i Kuteybe’nin fethinden on üç asra karib bir zamandan beri hakimiyet-i İslamiyyesini rahnedar etmemiştir. Hemen istiklal-i İslamisini bir şekl-i millide olarak idare etmek üzere bulunmuştur. Fakat on üçüncü asır evahirine doğru alem-i İslamın başına gelen felaketlerden Buhara da azade kalmamıştır. ’ncü asırda Buhara an’anat-ı maziyesine hidemat-ı ilmiyyesine unutarak hab-ı gaflete dalmıştı. O yalnız rüyasında mazisini tehayyül eder istikbalini görmezdi. Mevcudiyet-i milliyye muhafazasını hatırına bile getirmezdi. Hatta on üçüncü asrın nısf-ı ahirine doğru bundan sene evvelleri zer-feşan vadilerinde Rus toplarının tarraka-i dehşet-engizi bile o hab-ı gaflet-zedeyi uyandıramadı. Buhara’nın ahvali perişan istiklali mütezelzil günden güne bir inhitat uçurumuna doğru yuvarlanmakta idi. Diğer tarafdan rakibler gözlerini dört açmışlar Buhara’yı hazır bir lokma diye yutmak istiyorlardı. Hükkam zalim ahali cahil rakibler müstefid vataniler mağmum bir halde idi. Bin iki yüz yetmiş bu kadar seneden beri hava-yı saf-ı İslamiyye ile yaşamış günde beş def’a “Allahu Ekber” sadalarını derelerine tepelerine tanin-endaz ettikten sonra arş-ı a’laya ıs’ad ettirmeye alışmış o mübarek vatan; daima taht-ı tehlikede bulunurdu. Sine-i safında perverde etmekte olduğu bu evladın ne kadar sönük ne kadar hissiz bulunduğunu idrak ederek daima mahzun idi. Çünkü bu hissiz ruhsuz evladın eline kaldıkça bir gün onun hava-yı safı ihlal edilecek onun derelerine tepelerine sadayı nakus aks edecekti. İşte o mübarek vatanın bütün düşüncesi bütün alam ü ekdarı bu idi. Bundan ibaret idi. Vatanperveran tehdid edilir asılır; kesilir idi. Vatan ile beraber evladı da hak-i helake doğru gitmekte idi. Vatan bi-kes vatan mehcur vatan harab vatan perişan olduğu bir sırada asrın emvac-ı intibahkaranesi Buhara hududuna vasıl olmuştu. O seyl-i medeniyet Buhara içinde tarrakalar husule getirerek ilk mekteplerin kapılarını açmaya başlamışken; güruh-ı mütegallibe bu cereyana karşı koymak istemişlerdi. Medeniyete intibaha muhalefet etmenin ne kadar muhataralı bir hareket olduğunu onlar takdir etmekten aciz idiler. Çünkü cahil idiler. Hiç medeniyet cereyanlarının önüne durulur mu? O intibah yavaş yavaş Buhara’da yerleşmeye gaflet-zedeganı birer birer uyandırmaya başladı. Buhara dahilinde birtakım cereyanlar husule getirdi. Fakat hain-i vatan olan mütegallibe ekseriyet üzere mevki’-i iktidarı teşkil etmekte bulunduklarından vatan-perveranın teşebbüsatı netice-pezir olamıyordu. harremü’l-haramı tulu’ ederek Buhara semasını nurlara gark ettiği gibi Buhara vatanının imdadına yetişmek intibahı Alim Han hazretleri taht-ı mevruslarına iclas olundu. Bu iki ay zarfında Buharaca icrası elzem bulunan bir çok feramin-i hümayunu sudur etmiş peyderpey icra olunmaya başlamıştır. Bu suretle o mübarek vatan birçok tehlikelerden kurtulmuş ağuş-ı elem-nakinde mahfuz bulundurduğu ecdad-ı başlamıştır. Buhara’nın ahval-i perişanını bahane ederek ilhakını vird-i zeban eden rakibler samit olarak kalmışlardır. Hatta “N. V.” “M. V.” “S. E.” gibi bir çok matbuat bugün bütün ümidi emir-i cedidde bulmuşlar bir çok ıslahat projeleriyle başmakalelerini Buhara’ya hasr etmeye başlamışlardır. Hatta Petersburg’un en büyük gazetelerinden biri birkaç başmakalesini Buhara tarz-ı ıslahatına hasr ederek bir çok mevaddı Buhara’nın saadet ve selamet-i istikbaliyyesi için elzem buluyordu. Tıbbiye ve ticaret mekteplerinin küşadı. İcra-yı serbesti-i ticareti ticaret merkezlerinin ihdası şose demiryol telgrafın nevahi-i memlekete temdidi gibi “menfaat-i mütekabile”yi mucib birçok şeyleri ehem buluyordu. Fakat bunlar ne kadar güzel şeyler ise de yine Buharaca ehem olamazdı. Her şeyden evet her şeyden mühim olan Buhara’nın o şa’şaadar şöhret-i ilmiyyesinin şeref ve haysiyetinin medeniyye yerlilerin izmihlalinden başka bir şey te’min etmez. Avusturalya Cava Havay Afrika ve başka birçok memalikte sakin yerlilerin harab ve perişan olmalarına vatancüda bir halde mevki’-i esarette kalmalarına sebeb; ilimsiz ruhsuz bulundukları bir halde haricden aks-endaz olan medeniyetin memleketlerinde husule getirdiği asar-ı medeniyye şamataları değil midir? evvela yerlilerin mevki’-i ilimlerini iade edecek bir surette başlamışlardır. Şimdiye kadar icrasına başlanan ıslahatı yine bu sahifelerde ayrıca teşrih ederek kariin-i kirama arz edeceğiz. Efendim; Velev ki cüz’i bir müddet için olsun kaleminizi tevakkufa mecbur edeceğimden afvınızı taleb eylerim. Buna da cesaret sizlerin maksadına az çok vakıf bulunmaklığımdır. Geçen gün ihtiyac sevkiyle devair-i hükumetten postahaneye müracaat ettim. Galata’daki postahanenin tenhalığı evvela nazar-ı dikkatimi celb etmedi ise de biraz sonra hikmetin ne olduğunu anladım. Ben henüz daire-i mahsusasına doğru ilerlemekte iken “efendi” diye kulağıma bir ses geldi. Etrafıma baktığımda postahane hademelerinden birinin beni çağırmakta olduğunu gördüm. Bulunduğum mahalde tevakkufla beni çağırmakta olan zatın seri’ hatveler ile bana takarrubuna intizar ettim. Yanıma geldiğinde; “Ne istiyorsunuz bugün me’mur efendiler yoktur. Daireler kapalıdır” gibi bir şeyler söyledi ise de ben hala mes’elenin farkına varamadığımdan bu herifin ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Bu sırada muhatabım artık hiddete gelerek “Bugünün Pazar olduğunu bilmiyor musunuz. Yalnız mektup verebilirsiniz başka kimseler yoktur” dedi. Ben de artık ne olduğumun farkına varmaksızın bu şiddete karşı “Ya öyle mi” kelimesinden fazlasını sarf edemeksizin alık alık etrafıma bakınarak bir an evvel oradan uzaklaşmaya mecburiyet hisseyledim. Yolda giderken bundan evvel tesadüf ederek ehemmiyetsiz gördüğüm birinci mes’ele aklıma geldi. Bu sebebden dolayı oldukça karışık bir fikir ile meskenime avdet ettim. Müsaadenizle birinciyi de size arz edeyim: Yine bundan iki hafta evvel Cuma günü saat dokuz buçuk on raddelerinde Beyoğlu’ndan geçiriyordum. Henüz Tünel’den çıkarak Galatasaray’ına doğru ilerlemekte iken her üç beş hatvede müslüman talebelerine ellerinde bir çanta ve birkaç kitap olarak tesadüf ediyordum. Galatasaray’ına pek az bir mesafede gördüğüm bu talebeler miyanında yakalarında “Mekteb-i Sultani” kelimeleri yazılı efendiler var idi. Cuma günü bu talebenin nereden geldiklerini öğrenmeği lazım ve hatta kendimce elzem bularak orada bir az tevakkufla bir münasib zattan sordum. Bu zat bana pek kısa olarak “Mekteb-i Sultani yalnız Pazar günleri ta’til edilir” dedi. Bunu oldukça kafi bularak işimi tesviye için yola devam ettim. Nihayet günün birinde bir diğer arkadaşıma da sorarak bu mes’elenin mahiyetini tamamıyla anladım. Terbiyeyi tekamüle ahlakı gaye-i asliye isal edecek din ve milliyetin ne demek olduğunu gençlerimize öğretebilecek ve o yolda istikbal için bu vatanın bu milletin asırlarca idame-i hayatına müdafi’ yetiştirmekle mükellef olan mekteplerimiz değil midir? Böyle bir İslam mektebinde çünkü üç rub’undan fazlası müslimdir Pazar’ı eyyam-ı ta’tiliyyeden addederek Cuma günleri derse devamdaki maksad ve ümid nedir? Yoksa biz dinimizden emin değil miyiz? Bizlere fenden hakkıyla müstefid olmak için ilmihalimizi bilmek ve onun ta’rifi vechile hareket etmek icab etmez mi? On beş yaşını doldurmuş bir müslim evladına acaba Cuma namazını kılmak nedir? Kılmayanın cezası nedir? Bunu yapmaya sevk etmeyen ebeveynin mücazattan hissesi ne raddelerdedir? Bir de bunu yapmakta adeta mümanaat çünkü açıktan açığa mümanaat eden zaten müslim değildir gösteren ebeveynin cezasının bir evvelki ile olan münasebetleri ne derecelerdedir? ben gibi bir çok kari’lerinize izah etmenizi rica ve taleb eylerim. Çünkü bizler terakkıyi taklidde bulacağız ümidiyle büsbütün fena yollara sapmaya başlamaktayız. Bu taklid ile milliyeti de unutacağız. Nitekim abide rekz etmek fikri bizde adeta taammüm etmektedir. Halbuki böylece isimlerinin hiçbir zaman unutulmaması elzem bulunan vatanperver alim fedakar ricalimiz namına değil bir kuru sütun belki oradan münevver fikirli ve vatanperverler alimler fedakarlar yetiştirilebilecek tarzda ihtiyacımız nazar-ı dikkate alınarak bir mektep ile onun kısmen varidatını teşkil edebilecek müessesat-ı nafia vücuda getirmeliyiz. Acaba bizim hangi kaza veya sancağımızda maarifin bir binası var? Abideler ancak zengin olduğumuz zamana ta’lik edilmeli. Netice olarak demek isterim ki bu parasızlığımız esnasında paramızı elzem olan nevakısın ikmali için sarf etmeye sa’i bulunalım değil mi? Sizleri tasdi’ ettiğimden be-tekrar afvınızı taleb ile hatm-i kelam eylerim efendim. Mühendis Mektebi talebesinden Mahza tefrika ve nifak yüzünden asırlarca alam ve mesaib nihaye akvam-ı İslamiyyenin el ele vermek istediği şu zamanda aralarına nifak salmak kadar büyük bir cinayet olamaz. Kim bilir hangi milletin efkarını tasvire kalkışan bir gazete geçen gün Moskof damarlarına arasıra dökülmüş olan Tatar kanlarının bu kavmi daima hunharlığa sevk edeceği yolunda gayet ma’nasız bir tecavüz ile - milyon Tatarmüslüman kardeşlerimizi gücendirdi. Bu hakaretten galeyana gelen Rusyalı müslüman talebenin müracaat-ı vakı’aları üzerine şu eser-i zühulden dolayı i’tizar edecek yerde yine o gazete kabahatinden büyük bir özür serd ederek daha ziyade heyecana sebebiyet vermiş ve bütün Osmanlı müslümanlarını Tatar kardeşlerine karşı duçar-ı hacalet etmiştir. Öz kardeşimiz oldukları tarihin ve an’anat-ı milliyyenin şehadetiyle sabit olan bir kısım müslüman kardeşlerimizi hunharlıkla tavsif cür’etinde bulunmak fevkalade şayan-ı teessüfdür. Bu hususda bizim için medar-ı teselli olacak bir şey varsa o da bu saygısızlığın kırk milyon halk içinde yalnız mütecavizin şahsına inhisar ederek o daireden ileri geçmek TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Nisan Altıncı Cild - Aded: Ayat-ı celile arasında ne hayret-feza aheng ve intizam-ı tam var. Cenab-ı Halik-ı zi-şan ayet-i sabıkada mebde’ ve müntehaya ihya ve imateye haşr u neşre mütedair delail-i nefsiyyeyi o fasıklara tezkar buyurmuştu; bu nazm-ı celilde dahi hayatımıza menafi’ ve hutut-ı hayatımıza müteallik delail-i afakiyyeyi onlara beyan ile şöyle buyuruyor: o zat-ı ecell-i a’ladır ki arzda olan eşyayı sizin için halk etti maadin nebatat hayvanat cibal biharı ve daha ne kadar eşya-i nafi’a var ise cümlesini me’akil ve meşarib ve melabis gibi hususatta siz onlar ile bizzat veyahud sizin intifa’ ettiğiniz hayvanat ve sairenin onlardan intifa’ eylemeleriyle siz bil-vasıta müntefi’ olmak ve o mevcudat ile Sani’-i teala ve tekaddes hazretlerinin şü’un ve ef’aline istidlal ve onlardan bazıları lezzat ve meserratı ve bir takımı alam ve ekdarı müştemil bulunduğundan bu cihete de atf-ı nazar ile lezzat ve alam-ı ahirete istişhad ederek umur-ı dininizde dahi onlar ile intifa’ eylemek üzere sizin için halk ve icad eyledi. Bu kavl-i kerim bize Halik-ı mün’im-i zi-şanın kudret-i kamile ve ni’am-ı şamilesini ne ali bir suretle tasvir ediyor. Hangi kudrettir ki ekvanda tecelli eden şu kudret-i Halık’dan daha büyüktür ve hangi ni’mettir ki arzda olan kaffei eşyayı bize ve menafi’ ve ezvakımıza müheyya ve amade kılmaktan daha amm ü şamil olsun. Hayat-ı cismaniyyede a’yan-ı arz ile hayat-ı akliyyede istidlal ve ibret ile intifa’ ediyoruz. Berr u bahr-i zemindeki bütün hayvanat ve nebatat ve cemadat menafi’ ve huzuzumuz için bize müsahhar kılınmış onlar ile müntefi’ oluyoruz. Dest-i aczimizin vasıl olmadığı eşyada ise mübdi’inin kudret ve hikmetine istidlal ederek onlar ile de aklen idraken intifa’ ediyoruz. Sonra semaya istiva edip onları heft-asman olarak tesviye eyledi. Ma fil-arzı halk ettikten sonra doğrudan doğruya irade-i tanzimine tealluk etti de bunları heft-asman olarak itmam ve tensik etti. O her şeyi alimdir. Zat-ı uluhiyyeti her şeye vakıfdır keyfiyet ve hikmet-i tekvini muhittir her şeyi ilim ve hibret ile münasib ve muntazam yaratmıştır. Şu masnuattaki nef’iniz için halk ve icad olunmuşken ey fasıklar! Siz vücud-ı Bari’yi nasıl inkar ediyorsunuz? Ve şu nizam-ı muhkemin ancak bir alim-i hakimden sadır olacağını akıl olan idrak edince o alim-i hakimin ibadından dilediklerini irşad ve hidayet olmasını inkar etmesi de doğru mudur? Bunun gayeti her şeye alim ve habir olan zat-ı akdes-i kibriyaya cahilane bir Ayet-i kerimede vaki’ kelimesi terahi-i rütebi için olup rütbede terahi ise kelime-i mezkurenin medhulü makabline nisbet ile mertebece daha ali demek olduğundan bununla tekvin-i semanın tekvin-i arz üzerine fazl ü meziyetine Sema ve ma fis-sema ile arz ve ma fil-arzın halk ve göründüğünden bu hususda ihtilaf vaki’ olmuştur. Bazıları: kavl-i kerimine nazar ederek halk-ı semavatın takaddümüne kail oldular. Bir takımları: nazm-ı celili ile hadis-i şerifinden istidlal ederek halk-ı arzın takaddümüne zahib oldular. Bazıları da bu ikisinin beynini cem’ edip kavl-i kerimi ile Hasan-i Basri hazretlerinden mervi bulunan kavl-i nebevisine nazaran cirm-i arzı halk ile bast-ı arzın arasına halk-ı semavat tahallül eyledi; yani evvela cirm-i arz halk olunup ba’dehu semavat halk edildi ve bundan sonra dahi arz sükna ve isti’mara kabil olacak surette bast ü ferş edilerek ondaki eşya halk ve icad olundu dediler – Ayet-i kerimede semavatın yedi aded olarak tesviye ve tensik edildiği zikr olunuyorsa da yedi adedinin tahsis bizzikir buyurulmuş olması ondan zaid adedin nefyine delalet etmez ve binaenaleyh erbab-ı hey’etin aded-i eflak hakkındaki zehabları nefsü’l-emrde sabit ve muhakkak olsa da mü’edda-yı ayet ona münafi düşmez – Ma-hasal Cenab-ı Hak şu arzı ve fevkımizde bulunan şu semavatı tedric ile halk eyledi ve bunları halk ve icad eder kudret ve hikmetine istidlal ve ni’met-i aliyyesiyle imtinan beyan etmek maksud değildir çünkü bu beyan makasıd-ı dinden değildir. Binaenaleyh hilkatin ne ibtidası ne tertibi ma’lumdur. Şu kadar ki semanın heft-asman olarak ta’dil ve tesviyesinden bu ta’dil ve tesviyenin tekvin-i arzdan sonra olduğu zahir olduğu gibi semanın dahi tekvin-i arzdan evvel mevcud olup ancak yedi aded olarak o zaman henüz tesviye ve ta’dil edilmemiş olduğu nümayan oluyor ve bunun kavl-i şerifinde ma fil-arzın halk ve icadından sonra zat-ı uluhiyyetinin semaya istiva eylediği beyan buyurulmuştur. İmdi biz Hak celle ve ala hazretlerinin zat-ı uluhiyyetine ma’lum olan hüküm ve mesalihe mebni bunu böyle yapdığına ve tedebbür ve tefekkür etmekliğimiz için bunu bize bildirdiğine iman ederiz. Bu hususda hise müracaat ile matlablarına destres olabilirler. Kitabullah’ın kendilerini hilkat-i alem hakkında tedkıkata irşad ile bu hususu mübah kılması onlara kafidir. Mükevvenat hakkında nazar ve bahsin şu ibahası ve daha doğrusu arzda bulunan bütün eşya bizim için halk olunmuş menafi’i bize tahsis kılınmış olması gibi cehd ü himmetler uyandıracak nefslere şevk verecek tarz-ı ifadeler ile hilkat-i alem hakkında tedkıkata mütedair şu irşad-ı ilahi insanı terakkı ettirmek hususunda din-i İslamın mümtaz bulunduğu ahvaldendir. Ehl-i kitab akıl ve din ictima’ etmez kütübden haric istintac eylediği şeylerin kaffesi batıldır diye gerek takliden ve gerek bil-fi’l sireten ittifak ettikleri zaman Kur’an bize halk ve icad-ı mükevvenat hakkında hitab etmiştir. Bunun içindir ki Kur’an nazar-ı akli ve tefekkür ve tedebbür ve tezekkür ile şediden ilhah eder surette varid olmuştur. Bir mikdar Kur’an okur okumaz görürsün ki sana ekvanı arz eder. Ve ona nazar edip esrarını istihrac ve ittifak ve ihtilafındaki hikmetleri keşf eylemeyi sana emr eyler. gibi nice nice ayat-ı kerime şeref-vürud etmiştir. Kur’an’ın bir şeyi iksar etmesi o şeyin azm-ı şanına ve ona ihtimam vacib olduğuna delildir. Hilkat-i alemin illet-i gaiyyesi olan nev’-i beşerin irtika ve i’tilasına müeddi olmak üzere esrar-ı fıtrata bi-kadri’t-taka vukuf ile ulum-ı fıtratı istihrac için asarı fıtratta tezekkür ve tefekküre tahrizin fevaidinden biri de ehl-i kitabın peyrev olup da duçar-ı meşak olmalarına ve Cenab-ı Hakk’ın nasa intifa’ etmelerini emr eylediği umur fasideye mukavemet eylemektir. Vaktiyle Avrupa-yı Mesihi zulümat-ı cehl ü fiten içinde olup orada din-i Mesih için ve din-i Mesih namına ve din-i Mesih’e ikrah ve icbar için kan ırmakları seyelan ediyor Muharebat-ı Salibiyye’den sonra din-i İslamdan ve ulum-ı ehl-i İslam’dan bir şu’le-i irfanı hamil olarak avdet eyledi. Bunun üzerine içlerinden bir cemaat zuhur edip bizim tefekkür etmeye öğrenip bilmeye istidlal eylemeye hakkımız vardır dediler. Bu kıyam-ı irfana karşı rical-i din-i Nasara onlar ve rical-i ilmin rical-i din-i Nasara’ya galebesiyle nihayet buldu. Bu yolda akan kanlar temizlendikten sonra iki yüz seneden bugüne kadar içlerinden bir takım adamlar de’aim-i sihiyye demeye kalkıştılar. Ve diğer edyanın ilim ile ictima’ eylemediğinden bahs ile en başta din-i İslam olduğu halde din-i Mesih’den maada bütün edyanın vücub-ı izmihlaline kail oldular. Bu iddia-yı garibde onların hüccetleri müslimlerin eyyam-ı ahiredeki hal-i inhitatlarıdır. Evet ehl-i İslam eyyam-ı ahirede ilim ve ma’rifetce bütün ümmetlerden geri kaldılar ve hufre-i cehle ol kadar sukut ettiler ki üzerinde yaşadıkları arzı bilmez ve menafi’ini istihrac edemez oldular derken diyar-ı İslam’a ecanib gelerek menafi’-i arzı ehl-i İslamın elinden kapdılar. Kitabullah: gibi bunca ayat ile kendilerine nida ve sayha eylediği halde bu yağma ve garete karşıdan seyirci oldular. Bizim lutf-i Huda’dan ümidimiz münkatı’ olmadığından ehl-i İslam bir gün olur gözlerini açar ve akıllarını başlarına toplarlar da minhac-ı hakıkate tevcih-i veche-i azimet eylerler; biz kendilerine kelamullahı tezkar eyledik ümid-varız ki bundan böyle telafi-i ma-fat ederler – Fe-sübhanallah! Vaktiyle Avrupa-yı Mesihi kemalat-ı nasaraya karşı gelerek ilim ve ma’rifeti müdafaa eylediği halde bugün bazı süfeha-yı nası görüyoruz ki din-i İslam’ın daniş ve edebe da’vet ve nidasına rağmen sefeh ü nadaniyi tervic etmek arzusunu izhar ediyorlar bilmiyorlar ki ketibe-i ilm ü edebin şevket-i cihangiranesiyle her ne zaman olsa sefeh ü na-dani mağlub kalacaktır. _______ kavl-i kerimindeki kelimesi amm ise de’de lam bi-hasebi’l-lüga ihtisas-ı nafi’a delalet eder li-ecli’l-intifa’ halk ve icad ise şübhesiz arzdaki eşya-i nafi’anın halk ve icadına mahsusdur. Bunun ayet-i kerime ile istidlal ederek eşya-i nafi’ada ibaha asıldır onların mahzuriyetine ne zaman bir delil-i sem’i kaim olursa ancak o zaman hürmet sabit olur dediler. Ekser-i Mu’tezile dahi bu re’ye kail oldular. İmam Fahrüddin-i Razi Mahsul ’ünde ve Kadi Beyzavi Minhac’inde bu re’yi ihtiyar ettiler. Ehl-i ibaha: Cemi’ ma fi’l-arz her ferd-i insani için halk olunduğunu öne sürerek mevcudat-ı alemden hiçbir şeyin asla hiçbir ferde ihtisası olmadığını iddia ettiler ve müdde’alarını tervic için bu ayet-i kerime ile istidlale kalkıştılar. Fakat bu iddiaları vahi ve istidlalleri batıldır. Çünkü nazm-ı celil: Cemi’ ma fi’l-arz sizin her biriniz için halk olundu ma’nasına değildir belki cemi’ ma fi’l-arz sizin mecmu’unuz için halk edildi demektir; bu ise şira hibe veraset icare nikah ve saire gibi esbab-ı meşru’adan naşi bazı eşyanın bazı nasa Avrupa-yı Mesihi’de iştirakiyyundan bulunan bazı müelliflerin: Tasarruf şahsi olamaz küre-i arz kabil-i taksim değildir bütün insanlarındır ahcar ve eşcarı yine bütün ademlerindir .. gibi hayal-nüvaz terennümatı bir müddetten beri diyar-ı şarka aks etmeye başladı. Bu terakkı-perver nazariyyeler bazı sade-dilan-ı ümmet tarafından eyyam-ı ahirenin ezhana ilham etmiş olduğu bir devre-i insaniyyetin mukaddime-i garrası olmak üzere telakkı edilerek lisanımıza dembe-dem nakl olunuyor. Anifen hikaye eylediğimiz ehl-i ibahanın müddeayatından dahi nümayan olduğu vech ile bu nazariyeler öteden beri mevcud olup her an ü zaman bir şekl-i nevin ile zuhur ediyor. Bir de iştirakiyyunun maksadı bir kimsenin mesaisine na-mahdud bir suret-i mutlaka ile diğerlerinin iştiraki demek olmadığı zahir; çünkü bir ferdin mesaisine diğer efrad siyyan olarak teşrik edilse ta’til-i mesa’iye ve binaenaleyh ihlal-i nizam-ı aleme müeddi olur. Eğer maksad mürüvvet-i beşeriyyeyi muvasat-ı bi-çaregana şu kadar sene evvel küşad edilmiştir. Kitabullah daima mesakin ve aceze cihetine şefkat ve mürüvveti tavsiye eylediği gibi nisaba malik olanlara seneden seneye mallarından kırkta birini vermelerini de bilhassa kat’iyyen emr etmiştir. Fikr-i emr-i ilahi mer’i oldukça diyar-ı şarka fürce-yab-ı duhul olması na-kabil-i imkandır. El-hamdü li’llahi ala ni’meti’l-İslam Nazm-ı celilde zikr olunan kelimesi zamir-i müfred-i gaibdir. Ehl-i tarikat indinde ise esmaullahdan bir isim olup zat-ı hazret-i akdesin cemi’-i cihat-ı kesretten müberra bulunan künh-i hakıkat-i mahsusasını ifade eder. Bu isim zahirde harfi tesniye ve cem’de sakıt olması delaletiyle zaid olduğundan hakıkatte yalnız bir harfden ibaret olarak ol vahid ferde delalet eder ki ondan başka mevcud yoktur ve vech ve zatından başka her şey haliktir. Bu isimdeki mezid-i esrara mebni evliyaullah kaddesallahu esrarehüm hazeratı onu medar-ı zikr ve sirac-ı derun ittihaz etmişlerdir. Bu bir ması hads ve kıyasdan gaibdir – Bazı riva- Bazı rivayatta diğer bazılarında ise varid olup eldeki nüshalarda tarzındaki rivayetine tesadüf edilemiyor. Eldeki Buhari Bazı rivayatta yerine . Bazı rivayatta müfred olarak . Bir rivayette - Tercüme Rivayet olunur ki Abdullah [bin] Zeyd radıyallahu anhe biri gelip: “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin nasıl abdest aldığını bana gösterebilir misin?..” diye sormuş. O da “evet” demiş. Bunun üzerine bir mikdar su istemiş. Ellerine su döktükten sonra iki kere yıkadı. Sonra üç defa da ağzını çalkalayıp burnuna su verdi. Sonra yüzünü üç kere yıkadı. Sonra ellerini dirseklerine kadar ikişer defa yıkadı. Sonra iki eliyle başını mesh edip her iki elini ileri geri götürdü. Ve başının ön tarafından başlayıp ellerini arkasına götürdü ve oradan da başladığı yere getirdi. Ondan sonra ayaklarını yıkadı. - Tercüme Ebu Cuheyfe radıyallahu anhun şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir seferde Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem öğlenin sıcak zamanında yanımıza çıktı. Kendisine abdest suyu getirildi. Abdest aldı. Halk abdest suyunun artanını alıp onunla teberrüken silinmeye başladılar. Nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve sellem önünde bir harbe olduğu halde öğleni ve ikindiyi ikişer rek’at kıldırdı. bazı rivayatta ise Cim’in kesri ve tenvin ile . Eldeki - Tercüme Saib bin Yezid radıyallahu anhun şöyle dediği rivayet olunuyor: Çocukluğumda teyzem beni Nebiyy-i mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin yanına götürüp; “Ya Resulallah! Benim hemşirezadem ayağından hastadır” dedi. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem eliyle başımı sığayıp bana bereket duası etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içdim sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında zifaf çadırının koca düğmeleri gibi hatem-i nübüvveti gördüm. - Tercüme Abdullah bin Ömer radıyallahu anhümanın: “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında ayet-i hicab nazil olmadan erkeklerle kadınlar birlikte bir kab içinden abdest alırlardı” dediği rivayet olunuyor. olup ilavesi sehv-i nasih eCabir bin Abdullah radıyallahu anhun şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem beni iyadete geldi. Hasta idim. Aklım başımda değildi. Abdest alıp üzerime abdest suyundan döktü. Gözümü açdım ya Resulallah! Mirasım kime kalacak? Benim varislerim kelale yani usul ve füru’umdan olmayan kimselerdir.” dedim. Bunun üzerine feraiz ayeti nazil oldu. Enes bin Malik radıyallahu anhun şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir defa namaz vakti girdi. Evi mescide yakın olanlar abdest almaya gittiler. Bir takım halk da kaldı. Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve selleme içinde su bulunan bir taş tekne getirdiler. Tekne ise içinde geniş geniş avuç açılamayacak kadar küçük idi. Oradakilerin hepsi o teknenin suyundan abdest aldılar. –Ravi Enes bin Malik radıyallahu anhdan: “Kaç kişi idiniz” diye sormuş “seksen belki de daha ziyade idik” demiş. Ahmed Naim Nusus-ı katıa ile müberhen hakaik cümlesinden olduğu üzere muhafaza-i milliyyet ve te’min-i mes’udiyet için kemal-i ciddiyyetle tevsi’-i daire-i fikir mesalih-i din ve dünyanın hiç birini fevt etmeyerek hususatın kaffesinde akıl ve hikmet muktezasına göre i’mal-i kargah-ı tedbir en büyük vezaif-i esasiyye-i diniyyemizdendir. Hem de misillü avakıb-ı umur ve ahvali tefekküre da’i ve mürşid olan ayat-ı furkaniyyede dünya lafzı ahirete takdim olunagelmiştir. Zira alem-i dünyanın vücuden ve tab’an dar-ı ukbaya sebk ü tekaddümünden başka kabil-i iştibah olmayan kazaya-yı bedihiyyeden olduğu vechile umur-ı dünya iktisab-ı intizam etmedikçe a’da ve muhalifine karşı durabilecek derecede i’dad-ı kuvvet olunmadıkça ne din elimizde kalır ne ahiret kazanılır. Bilakis muhalefet-i evamir hasebiyle asi olacağımızdan ukubet-i ilahiyyeye de kesb-i istihkak etmiş oluruz. Kur’an-ı Kerim ile ehadis-i şerifenin havi olduğu bütün evamir-i ilahiyye ibadata dair tekalif gibi muamelat-ı dünyeviyyeye aid irşadat-ı Rabbaniyye dahi ahkam-ı diniyyemizde dahil ve mukteza-yı İslamiyyet bulunduğu vareste-i Maatteessüf a’sar-ı ahirede evamir-i celile-i sübhaniyye melahiye boğularak üzerlerine kabus-ı atalet ve meskenet çökmüş nüfuz ve satvetimiz mahv olup gitmiştir. Ciddiyet-i tamme ile bezl-i mesai eden milel-i saire meydana getirdikleri keşfiyat ve ihtiraat-ı azime sayesinde terakkıyat-ı harikaya mazhar oldular ihraz ettikleri servet ve kuvvetleri te’sirat-ı müdhişesiyle bütün cihana istila eylediler. Bizim bu hal-i gaflet ve la-kaydimiz devam edecek olursa dünyanın her tarafında bulunan ahali-i atıla-i İslamiyye gibi daima ecnebi nüfuz ve tahakkümü altında esir olup kalacağız. Bil-cümle hazain-i tabiiyye ve menafi’-i milliyyemizi ağyara kaptıracağız. mısdak-ı alisince hayır ve şerre dair ortada binlerce misaller bi-nihaye ruz daire-i intibaha girmek istemiyoruz. muvaffak olamıyorlar kimisi imsak ve iddihar ile ifna-yı hayat ediyorlar da milel-i sairenin ibraz ettikleri fedakarlıkların binde birini ibraz etmiyorlar. Bir haylisi de gayet sefihane surette adeta ecnebi propagandaları uğruna sarfiyata şünmüyorlar. Birçok efradımız ise gece gündüz iltizam-ı ataletle pek ziyade miskinane gayet zelilane yaşıyorlar bunlar bir takım telkınat-ı fasideye kapılarak bu hal-i zillet ve sefalete zühd ve tevekkül unvanını veriyorlar. Halbuki şer’-i pak ve enverimizin sena ettiği zühd ü kanaat ve tergıb eylediği tevekkül ve teslimiyet hiçbir suretle atalet ve mezellet içinde yaşatmaya badi olacak ma’nalara mahmul olamaz. Bu şaşkınlara telkınatta bulunan bi-vayelerin zühd ve tevekkülün ma’na-yı sahihini bildikleri yoktur. Bu cihetler ayrı ayrı makaleler ile Sıratımüstakım’de Mukteza-yı İslamiyyet bezl-i mesa’i ve istihzar-ı esbab-ı miknet ve bu sayede muhafaza-i şeref ü haysiyetten ibaret olduğu –balada işaret olunan– ayat ve ehadisden vazıhan anlaşılmaktadır. din-i mukaddes ve ali müntesibanının dereke-i süfla-yı mezellete Telkınat-ı mezburenin mürevvici olan cahiller alel-amya nası dünyadan tenfire sa’i oldukları gibi mebna-yı saadet ve terakkı olan bil-cümle fünun-ı hazıra aleyhindeki saçma sözleriyle de efrad-ı milleti iğfalden hali olmuyorlar. Yanlış muhakemata kapılan bir hayli müntesibin-i ulum dahi mesalihi umumiyyenin kesb-i intizamına selamet ve saadet-i din ü dünya istihsaline medar-ı a’zam olan fünun-ı tabiiyye ve ulum-ı akliyye ile iştigali ulum-ı şer’iyyede ihraz-ı rüsuha mani’ tutarlar hatta içlerinde iştigal-i mezburu akaid-i İslamiyyeyi dai addedenler de bulunur. Bu zan ve iddiada bulunan kesan alem-i İslamiyet’e karşı kullanmak üzere husemamızın ellerine bir silah-ı mukavemet vermiş İslamiyet’in mani’-i terakkı ve temeddün olmasına dair onların öteden beri dillerine doladıkları da’va-yı batılayı isbat edebilmeleri için yol açmış oluyorlar. Din-i mübin-i İslam hakkında böyle bir zann ü zehab hadd-i zatında kitab-ı mukaddesimiz olan Furkan-ı hakime muarız olacağı gibi bu vadiye sapmış olanlar eslaf-ı kiram-ı dinimizin ittihaz etmiş oldukları meslek-i memduhdan da teami eylemiş oluyorlar. Ahval-i aleme vakıf olan erbab-ı basiret bilirler ki evailde ahali-i İslamiyye temeddün ve umrana aid her hususda milel ve akvam-ı saireye tekaddüm ve tefevvuk ederlerdi. Asr-ı Saadet’te bile yalnız dua ile iktifa olunmayıp esbab-ı terakkı ve tekamül taharri olunurdu. Ulum ve sanai’ın kaffesine mat-ı saireye karşı nüfuz ve satveti muhafaza ve i’la edilmekte ve intizamın tefevvuk ve i’tilanın mütevakkıf bulunduğu esbabın ğillerdir. Belki taharri-i esbab-ı selamet ve tehlikeli şeylere muktezasınca hareket ederek bu farizayı feraiz-i saireden asla ayırmamış hususat-ı mühimmenin hiç birinde a’da-yı dinden istianeye mecbur olmamışlardır. Çeşm-i iftihar ve ibtihac ile hala görmekte bulunduğumuz measir-i aliyye bi-nihaye mebani-i samiyye bu da’vamızın en parlak şahidleridir. Efrad-ı müsliminin her zamana göre muhtaç bulundukları maişet-i tayyibenin refah ve intizam üzere imrar-ı hayat servet-i milliyyenin diyar-ı ecnebiyeye intikaline hail olacak bütün ulum ve sanai’in teallüm ve tahsili füruz-ı kifaye cümlesinden olmasında tereddüd kadar büyük cehalet olamaz. Ulum-ı şer’iyyeden nasibedar olan her akıl bu hakıkati i’tirafa mecburdur. Binaen ala zalik bu vazife-i diniyyeyi ifada bütün efrad-ı millet tehavün ve tekasül edip de içlerinde izale-i ihtiyaca kifayet derecesinde bezl-i mesai edenler bulunmadığı takdirde cümlesi birden muhalefet-i şer’le asi olurlar nusret ve himaye-i Sübhaniyyeden mahrum kalırlar. Muhafaza-i şan ü şevkete bais olacak sana’i-i aliyyenin en mühimlerinden biri de sına’at-i askeriyye olup bunda kabil olabilir. Bu meslek-i celili ihyaya sa’yle fariza-i cihadı ifaya müteheyyi bulunan fedakar kardeşlerimiz milletimizin en aziz ve muhterem erkanı oldukları vareste-i iştibahdır. Ve mina’llahi’t-tevfik. Dinde haddi tecavüz eden erbab-ı ifrat ile pek geride kalan ashab-ı tefriti gerek dünyada gerek ukbada vahim akıbetlerle tehdid eden usul-i i’tidali en doğru bir mikyas ile ölçen kavanin-i fazılayı en metin bir esas üzerine te’sis eden ayat-ı ilahiyye nazil oldu. Müslümanlık ruhun temayülatına hakayık-ı eşyayı tanır bir nazar-ı hakim ile baktığı için o temayüllerden hiç birinin mahvı lüzumuna kail olmadı. Belki tabib hastaya nasıl bakarsa o da o temayülatı derece-i i’tidale sevketmek suretiyle tedavi etti; i’tidalden sapıp ifrata yahud tefrite düşmek insanı girive-i helake sevkedeceğini gösterdi. Ayat-ı kerime şu hakıkati bildirdi ki Cenab-ı Hakk’ın bizi ketm-i ademden cihan-ı vücuda getirmesi ihsasat-ı ruhiyyemizi öldürecek onları kemal-i insani dairesinden haric bırakacak bir takım ağır ibadetlerle ta’zib etmek için değildir; belki Fatır-ı Hakim bizi yaratmış hikmet-i hakıkiyye muktezasınca hareket ettiğimiz surette vasıl olabileceğimiz gaye-i bülend-i terakkıye yetişebilmemiz için bize şu hissetmekte olduğumuz temayülatı vermiştir. Sonra bize emretmiş olduğu cismani vicdani bütün ibadetlerden ancak bu netice maksud olduğunu göstermiştir. Cenab-ı Hak buyuruyor. Dinde gulüvv Cenab-ı Hakk’ın insanlara teklif ettiği şeylerden olmadığını bilakis Zat-ı Bari’nin insanlara malayutak tekalifde bulunmaktan münezzeh olduğunu İslam sarahaten bildiriyor. Hatta tarihde görmüş olduğumuz bir çok akvam-ı salifeyi mahveden gulüvvün dinden olmayıp sırf kendi saniaları olduklarını söylüyor. Cenab-ı Peygamber “ Dinde haddi tecavüzden sakınınız çünkü sizden evvelkiler ancak bu gulüv yüzünden mahv oldular” buyuruyor. karşı şiddet-i ihlasa delalet eder zannında bulunmak suretiyle bilmeyerek Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı ezeliyye-i kemaliyyesini tağyir edenleri Müslümanlık nehyettikten maada bu celbedeceğini sarahaten zikrediyor. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz “ Cenab-ı Hakk’ın müsaadesini kabul etmeyenler Arafa dağları kadar büyük vebal altında kalırlar” buyuruyor. İslam fani bakı her iki saadetin dini her iki hayatın kanunudur. Müslümanlığın esaslarında ruhbanlık yoktur Kezalik dağ başlarına çıkarak hayat-ı ictimaiyyeden rugerdan olmak sa’y ve ameli terk eylemek gibi şeyler İslam manlığa münafi olduğu gibi Halik-ı Zü’l-celal’in gazabını mucibdir. Adamın biri ibadet için bir dağ başına çekilmiş. Sonra bunu huzur-ı Peygamberiye getirmişler. Aleyhissalatü vesselam efendimiz “Sakın ne sen ne de içinizden başka biri böyle şey yapmayınız. Sizin mevatın-ı İslam’dan birinde bir saat sabr u sebatınız yalnız başına kırk sene ibadet etmesinden daha hayırlıdır.” buyurmuşlar. hayat-ı faniyyede gerek hayat-ı bakıyyede naim ve saadete sevkeden i’tidal-i diniye Müslümanlık’da bu kadar yüksek bir mevki’ verilmiştir. Bununla beraber İslam ruhun temayülatı metalibi karşısında da aynı i’tidalden ayrılmaz. Zaten Müslümanlığın hiç bir hissin hiç bir meylin mahvı lüzumunu amir olmayıp ancak bütün hayatın bütün temayülatın mu’tedil olmasına ifrattan tefritten masun kalmasına çalıştığını yukarıda söylemiştik. Mesela cömertliği ele alalım. Şu haslet-i memduha bile ancak i’tidale riayet edilmek şartıyla nazar-ı İslam’da fazilet addolunabilir yoksa mes’uliyeti mucib bir kabahattir. Sonra tevazu’ hakkında ne dersiniz? Sahibini evc-i mecd ü şerefe çıkaran bu seciye İslam’ın teşvik ettiği en büyük secayadandır. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz “ Mütevazı’ bir kuyuda olsa bile Cenab-ı Hak bir ruzgar göndererek onu yukarıya çıkarır” buyuruyor. Lakin Hz. Peygamber tevazu’un da bizi zillete muhakkariyete düşürecek derece-i ifratından tahzir etmekte geri kalmıyor; hatta tevazu’ göstermeye şayan olan adamlar ile bilakis kendilerine karşı vakur davranmak halen de bir ders-i edeb vermek lazım geleceğini ihtar buyuruyor: hem bu dünyadaki kadrini hem hayat-ı bakıyyedeki mertebemiz üzerine te’sirini bildirdiği gibi diğer tarafdan da o mekarimin saha-i hakıkiyyesini hudud-ı tabiiyyesini tamamiyle ta’yin etmiştir; ta ki hadis-i şerifin ma’na-yı bülendi vechile insan ne yenecek kadar tatlı ne atılacak kadar acı olmasın. Çünkü bu türlüsü hayat-ı ictimaiyyeye münafi olduğu gibi o hayatın terakkısine de çok mani’ olur. Allah aşkına söyleyiniz efradı ahlak-ı fazılada ifrata düşerek daire-i i’tidalden dışarı çıkan bir millette eşhas-ı rezile ne yapmaz? Kezalik her cinayete afv ile her rezalete müsamaha relere kadar varmaz? Netice bu gibi müfsidlerin rezailde alabildiğine meleri; kezalik ancak ağır mucib-i intibah cezalarla kabil olan te’dibden mahrumiyetleri olmaz mı? Aleyhissalatü vesselam Efendimiz “ Yeryüzünde hudud-ı ilahiyyeden bir haddi daha evladır.” buyuruyor. Hayat-ı ictimaiyyenin öyle bir takım şuunu icabatı vardır ki bir kısmının olsun şöyle sathi bir surette tedkıkine kitabımızın hacmi müsaid değildir. İşte o hayat her uzvun intibah içinde bulunmasını şedaidine karşı tahammül edecek bir celadet müşkilatını halleyleyecek bir fetanetle mücehhez olmasını istilzam eder. Daha doğrusu hayat o harb-i daimidir ki insan doğduğu günden ta nefes-i vapesinine kadar kurtulamaz öyle bir harb ki onu insanın metalib-i cismaniyye ve ruhaniyyesi i’lan eder. Hacat-ı hayat kadder olan kemale varmak hayat-ı bakıyyede tayy-ı derecat etmek isteyenler için elinden kurtuluş yoktur. Öyle bir harb ki insan kendi fıtratında meknuz olan esrardan gafil olmasın hilkatindeki havarıktan bi-haber kalmasın da bu hakayıka muttali’ olmak için hasais-ı mefturesini secaya-yı mecbulesini i’male mecbur olsun diye Halik-ı Hakim tarafından temadi-i şiddetine müsaade olunmaktadır. ta çocuklarından sadır olan her kabahati afvedecek derecede müfrit olursa o evde terbiye ne hale gelir? Böyle bir aile kuva-yı maniaya alışmamış oldukları için tekalif-i hayat karşısında apışıp kalacaklardır. Tabii böyle bir baba ile musab olan ailenin hali perişanlıktan masun olamaz; o baba da nazar-ı şeriatte daire-i i’tidale çekilmesi icab eden bir mücrim olur. Şu hüküm aile hakkında sahih olduktan sonra cem’iyet hakkında tabii daha sahih daha sarihdir. Müslümanlık insaniyeti temayülat-ı ruhiyyesinde tefrite düşmek veyahud ifrata çıkmak tehlikelerinden kurtardığı gibi insanlara öyle mu’tedil bir meslek resmetmiştir ki nizam-ı hilkate kavanin-i hayata tamamiyle o meslek mutabıktır; ruha kemal-i sulh ve intizam ile maaric-i kemale doğru bahşetmiştir. Amerika’da öyle tuhaf garib dinler vardır ki insan hayret eder… Bulgaristan’da Macaristan’da böyle memleketlerde ne kadar muhtelif fırka var ise Amerika’da da o kadar muhtelif din var desem caiz olur. Birisi kalkıyor Hıristiyanlık’la beraber yeni bir din icad ediyor geziyor dolaşıyor şümendüferlerde vapurlarda bahçelerde her yerde nutuklar Tuhaf ki Amerika’da bu kadar muhtelif din cereyanları olduğu halde kısm-ı a’zam ahali Protestanlığın müdhiş bir fedakarı gibi görünürler. Ba-husus kadınlar fevkalade taassub sında bir takım din ihtira’ına yeltenenler bile oldu. Geçen sene yine bu sahifelerde Bahailere dair verdiğim ma’lumat bu sözümü isbat eder. Amerika’nın garib bir dini de Mormonluk’dur. Mormonluk milad-ı İsa’dan sene evvel mevcud bir din olduğunu yazdığı bir eseri Amerika’da kalmış ve Amerika keşf edilince bulunmuş… İşte bu dinin salikleri böyle i’tikad ediyorlar. Asıl bu dinin mucidi Brigham Young isminde bir Amerikalıdır. Bu adam İncil’i tahrif ederek istediği gibi yazmış ve hatta teaddüd-i zevcatı kabul eylemiştir. Mormonların teaddüd-i zevcatı kabul etmeleri sırf Mormonların adedini çoğaltmak fikrinden neş’et eylemiştir. Bazı Amerikalılar taaddüd-i zevcat münasebetiyle Mormonları da İslam zannetmişler münasebeti yoktur. Mormonlar evvela Missouri Eyaleti’nde oturmaktalar rak İllinois Cumhuriyeti’ne geçmişler ve orada dahi Protestanların tehacümüne dayanamayarak birçok vücud gaib eyledikten sonra Yeranevada dağları taraflarında kain Utah şehrinde yerleşmişlerdir. Utah şehri evvela hiçbir vechile haiz-i ehemmiyyet değil iken California ziraatinin terakkısi ve altın ma’denlerinin keşfi üzerine kesb-i ehemmiyet eylemiş ve bilahare Utah Eyaleti unvanını kazanmıştır. Amerikalılar teaddüd-i zevcatı şiddetle men’ etmektedirler. Teaddüd-i zevcat terk edilmez ise bütün Utah Eyaleti ahalisini Amerika’dan tard edeceklerini Amerika Hükumeti beyan eylemesi üzerine Mormonlar resmen taaddüd-i zevcatı dinlerinden tayy ederler ise de hakıkat-i halde bu ca’li bir men’dir; el-an gizli gizli birden ziyade kadın ile izdivac eylemektedirler Mormon dininin mucidi Brigham Young’un tam otuz beş zevcesi var idi ki el-an yüz elli kadar evlad ve ahfadı bulunmaktadır. Mormonluk Amerika’nın her büyük şehrinde ve Avrupa’da ve Asya’da terakkı eylemiştir. Mormonların her yerde kiliseleri ibadethaneleri mevcuddur. Hele İngiltere’de ve Danimarka’da Mormonluk her yerden ziyade ilerlemiştir. Mormonların memalik-i Osmaniyyede hatta İstanbul’da bile vekilleri bulunmaktadır. Her yere misyoner mürşid gönderdikleri gibi memalik-i Osmaniyyeye de gönderirler. Hatta Amerika’da bulunan dostlarımın te’minatına nazaran Mormonlar Haleb ve Ayntab cihetlerinde gezen bazı Mormon misyonerleri Suriyelilerle Ermeni vatandaşlarımızı para vererek tah Eyaleti’ne gönderirler imiş!.. Fakat Utah Eyaleti’ne gelince Mormonlar va’dlerini icra etmezler işsiz güçsüz sokakda kalırlar imiş!.... Chicago-San Francisco hattı üzerinde Salt Lake şehrinde Mormonların gayet cesim bir kiliseleri mevcuddur. Mormonluk yahud tarihinde i’lan edilmiş ve ’de de bu büyük kilise inşa edilmeye başlanmış ve ’de hitam bulmuştur. Bu kilise Mormonların en büyük kilisesidir desek caiz olur. Kilise’nin şarktan garba kadem uzunluğu olduğu gibi altı tane cesim kulesi mevcuddur. Kilise’nin hin-i inşasında masrafından hiç çekinilmemiş bütün tertibatına fevkalade i’tina olunmuştur. İnşaatta en çok cesim granit sütunları levhaları isti’mal edilmiştir. Kilisenin garbında “tabernacle” tesmiye edilen büyük bir dairesi vardır ki tam yirmi kapısı vardır. Bunun derunundaki züvvara mahsus sandalyeler on bin kişiliktir. Mormonlar burada ictima’ ederek va’z u nasihat ederler. Bu kilisenin masarıf-ı inşaiyyesi dört milyon dolar yani bir milyon lira-yı Osmanidir. Mormon kilisesine girmek caiz olamaz esasen Mormonlar gerek Mormonları ve gerek yabancıları kiliseye dahil olmaktan men’ eylemiştir. Kiliseye girmek birçok şerait esas ve kavanine tabi’dir. Kiliseyi seyr etmek isteyen züvvarı gezdirmeye tahsis edilen zevat haricden kiliseyi dolaştırır ve lazım gelen ma’lumatı i’ta eder. Yalnız yukarıda söylediğimiz “tabernacle” dairesine girmek mümkündür. Esasen burası görülecek bir yerdir. Kiliseye muttasıl yerde Assamble Holl denilen mezheb rüesa ve me’mur ve katiblerine mahsus muhteşem bir idare dairesi ve kalem odaları mevcuddur. Mormonların ekserisi Amerika’da doğmuş ve Amerika tebe’asıdırlar. Washington’da Amerika Meclis-i Meb’usanı’nda ederler. Her Mormon senevi kazandığının yüzde onunu kiliseye cihet-i diniyyeye terk eyler; kim bu parayı te’diye eylemez ve vazifesini bilmez ise Mormon addedilmez. Mormonlar pek zengindir. Bu zenginlikleri ile beraber gayet çalışırlar ve Mormonluğun terakkısi esbabını düşünürler. Mormonlara aid büyük büyük oteller gazinolar akarat; gazeteler mevcuddur; bunların bütün hasılatı kilisenindir. Kilise civarında birçok dükkan vardır ki Mormonlarındır; Mormonlar bütün alış verişlerini bu dükkandan yapar; adeta bir kooperatif şirket gibidir. Mormonların birçok ticarethanelerinden başka bir de muamelesi vasi’ bankaları bulunmaktadır. Rüesa-yı ruhaniyyenin hayat ve efkarı garibdir. El-an merkezde bir halifesi ile iki müsteşarı ve on iki dane a’za-yı ruhanisi olup bunlar Mormonların en ileri gelenleridir. Bu hey’et kilise derununa girmeye her zaman me’zundur. Bunlardan başka kimse kiliseye dahil olamaz. Senede iki defa Nisan ve Teşrinievvel’de büyük ictima’lar vuku’ bulur. Zenginlerin nikahında bil-hassa halife nikahı akdetmek için mevki’-i ruhaniyyesini işgal eder. Nikah esnasında zevc ve zevce kiliseye dahil olabilir kiliseye böyle dahil olabilmek Mormonlarca büyük bir sevab büyük bir mes’eledir. Hayatımda bana en büyük garibeleri harikaları Amerika mıdır neden Avrupa’da edilen seyahatlar esnasında garibe harika ıtlak olunacak bir şeye tesadüf edemedim. Fakat orada… güneşin tulu’undan evvel her tarafı her sokağı iş adamları ile dolduran tahte’l-arz fevka’l-arz ve ru-yi arzda bin türlü vesait-i nakliyye ile işçiler müteşebbis adamlar nakl eden o memlekette ne gördümse hepsi bana harika geldi. Fünunu ne derece terakkı eylemişse sanayie de aynı muvaffakıyetle tatbik edilmiş; ulum-ı iktisadiyye ne büyük terakkılere mazhar olmuşsa bu ilim ile amil olacak memleketi terakkı ettirecek fakr u zarureti imha edecek o kadar da nisbetinde çiftçiler de ilerlemiş. Geri kalmış nazara adi görünecek bir şey yok bu kadar ulum ve fünun ve terakkıyat-ı fikriyye içinde işte Mormonluk gibi uydurma dinlerin de yer bulması ve ilerlemek isti’dadına malik olması söylediğim gibi hakıkaten garibe denilmeye layık değil midir?... Müteahhirin-i ulema-i Osmaniyyeden zu-fünun fazıl bir zat-ı maarif-simat olup tarihinde Ahıska nevahisinden Uzgur Nahiyesi’nin Orpala karyesinde mehd-ara-yı alem-i şühud olmuştur. Zaman-ı sabavetinde ulemadan bulunan pederiyle beraber Şam’a giderek bir müddet Salihiye’de mübaderet eyleyip yine birlikte vatanına avdetle pederinden ma’a tecvid Kur’an-ı Kerim ve ulum-ı ‘aliyye teallüm eyledi. Pederinin vefatından sonra Kars’a giderek meşahir-i fudaladan İsmail bin Muhammed Berküşadi’den ilm-i usul-i fıkıh ve ilm-i hadis kıraetle muallimi tarafından “Ziyaeddin” lakabını alarak icazet aldı. Biraz sonra Erzurum’a rihlet ve ulema-i belde ile musahabet eyleyip Diyarbekir’e azimetle fuhul-i ulemadan Küçük Ahmed-zade Ebubekir Efendi’den Sahih-i Buhari ve Muhtasar-ı İbni Hacib ve Buzcu-zade Ömer Efendi’den ilm-i tefsir ve aruz ile fünun-ı riyaziyyeden hesab hendese haykat usul-i irtifa okuyarak bundan ahzı Ba’dehu üstadı Ömer Efendi’nin fudala-yı Mısır’dan Şeyh Abdüsselam-ı Erzincani’ye hitaben yazılan mektubunu hamilen Mısır’a giderek fazıl-ı müşarun-ileyhden Buhari usul-i hadis Dürerü’l-Ahkam ilm-i kıraet ve saire okuyarak usulü dairesinde tekmil-i nüsah eyledi ve tarihinde İstanbul’a gelerek bir tarafdan neşr-i uluma bir tarafdan da te’lif-i asara başladı. Bir aralık Edirne tarikıyla Bosna kıt’asına seyahatle iki sene devam eden bu seyahati esnasında ve tarihinde ekber-i müellefatı olup tafsili atide münderic Revamizü’l-A’yan ’ı te’life mübaşeret etti. Ba’de’s-seyaha İstan bul’a avdet ve fariza-i hacc-ı şerifi ifa maksadıyla Şam Ku düs tarikıyla Haremeyn-i Şerifeyn’i ziyaretten sonra İstan bul’a muavedetle sakin olduğu Ayasofya Medresesi’nde ve tarihinde marru’l-beyan Revamizü’l-A’yan’ı ikmale muvaffak oldu. Ve tarihinde hatm-i enfas-ı hayat ede rek Üsküdar’da Karacaahmed Mezaristanı’nın Söğüdlüçeş me denilen cihetinde vedia-i hak-i fena kılındı: Asar-ı tahriraneleri: Revamizü’l-A’yan fi Beyani Mezamiri’l-Uhud ve’lEzman cild Levami’u’n-Nur Muhtasaru’l-kütübi’s-sitte bi-hazfi’lmükerrerat cild Haşiye ale’d-Dürer Mirkatü’t-Tarikati’l-Muhammediyye ve Merzati’şŞeriati’l-Ahmediyye Cami’u’l-Füsul fi İlmeyi’l-Füru’ ve’l-Usul Mebahicü’l-İhvan ve Menahicü Kavanini’l-Mizan Şerh-i İsagoci Mensek-i Latif Risale fi Hakkı’l-Müsafir Risale fi’t-Tıbb ve’l-Kıyafe Rumuzü’l-Hakayık ve Künuzü’d-Dekayık fi’t-Tıbb Bedi’u’n-Nizam fi’l-Coğrafya Muhtasaru Revamizi’l-A’yan Arabiyyü’l-ibare beş cild-i kebir üzere müretteb olan bu eser-i cesimin müellif yazısıyla muharrer iki takımından biri Galata Mevlevihanesi Kütübhanesi’nde diğeri Yerebatan Mahallesi’ndeki Esad Efendi Kütübhanesi’nde mevcud olup cild i’tibarıyla havi olduğu mündericatının hülasa-i fihristi ber-vech-i atidir: Cild : Menakıbü’l-ilm ve fezailü ehlihi ve tefasilü fünunihi ve zükire’l-melaiketü ve’l-cinnü ve’ş-şeyatinü ve esnafühüm ve beyanü hakıkati’l-insan ve tafsilü’l-eflak ve ma fiha ve tafsilü’l-anasır ve’l-arz ve ma fiha mine’l-bihar ve’l-ekalim ve ma fiha. Cild : Siyer-i Muhammed sav ve menakıbu ashabihi. Cild : Menakıbü kibarı tabi’in ve e’imme-i muhdesin ve menakıbü İmam-ı A’zam ve tabakat-ı ashabihi. Cild : Menakibü İmam-ı Malik ve tabakatü ashabi’lMalikiyyeti ve menakıbü İmam-ı Şafi’i ve tabakatü ashabihi ve menakıbü İmam-ı Ahmed bin Hanbel ve tabakati ashabihi. Cild : Tabakatü’l-müluki’l-cahiliyyeti ve’l-müluki’l-İslamiyye ve’l-hükema’ ve’ş-şu’ara ve beyanü mileli’n-nas ve encalihim. Ebvab ve füsul i’tibarıyla yedi bab üzere müretteb olan birinci cild mündericatının fihristi: Birinci Bab Mebahis-i ilme dair olup üç fasıldır: Birinci fasıl: Menakıbü’l-ilm ve fezailü ehlihi taksimihi Üçüncü fasıl: Esmaü’l-ulum ve’l-fünun Ulül-ilm ve zevi’l-ukule dair olup iki fasıldır: Birinci fasıl: Mebahisü’l-melaiketi ve beyanü esnafihim Üçüncü Bab Mebahis-i insana dair olup üç fasıldır: Birinci fasıl: Mebahisü’n-nefsi’n-natıkati ve kuve’l-insaniyye keyfiyet-i terkibihi ve acayibihi Üçüncü fasıl: Mebahisü esnafi’l-insan ve beyanü teferrukıhim fi’l-aktari’l-arz Dördüncü Bab Felekiyyat ile tabakatü’l-eflak ve anasıra dair olup dört fasıldır: Birinci fasıl: Beyanü feleki’l-eflak ve’l-arş ve’l-kürsi ve’l-buruci’l-isna aşere ve menazili’l-kamer Üçüncü fasıl: el-Kevakibü’s-seb’atü’s-seyyare Dördüncü fasıl: Mebahisü’z-zaman ve hareketü’l-eflak Beşinci Bab Unsuriyyat ile küratü’l-anasıra dair olup dört fasıldır: Birinci fasıl: Küretü’n-nar ve ahvalüha Üçüncü fasıl: Küretü’l-ma’ Dördüncü fasıl: Küretü’l-arz Altıncı Bab Ekalim-i hakıkat ve arziyyeye dair olup iki fasıldır: Birinci fasıl: Hatt-ı istiva’. Yedinci Bab Mürekkebat-ı unsuriyyeye dair olup üç fasıldır: Birinci fasıl: Ma’deniyat ve keyfiyyetü tekevvünatihim Üçüncü fasıl: Hayvanat Dünyanın zengin kütübhanelerinden olan Vatikan’da mahfuz asar-ı İslamiyyeyi tetebbu’ ederek mütalaa-i da’iyanem olan kitabların fihristini neşr ile alem-i insaniyyeti haberdar etmek ehass-ı amalim olduğu cihetle bu babda muhterem Sıratımüstakım mecelle-i ilmiyyesini matluba muvafık buldum. Mezkur kütübhanede yalnız şarka aid kırk beş bin el yazılı asardan da’ilerinin ihbar edeceği denizden bir katre ahhüd ettim. Kütübhane-i mezkura nasıl girildiğini evvela haber vereyim: Mütalaa ve istinsah için Vatikan Kütübhanesi’ne müracaat edenler haşmetlü Papa cenablarına bir arzuhal diri orada hafız-ı kütüblere müracaat eden efendiye irae ve lazım gelen teshilatı yapılmasını tavsiye eder ba’dehu Arabca Türkçe Farisice fihristlerin mahallini de irae eder. Bu defa defter-i mahsusa ismi künyesi me’muriyeti sokağı milleti yazılır. Ba’dehu yevmi deftere mütalaa edecek zat Latince yahud İtalyanca Vatikan Kütübhanesi’nin Türkçe falan numarayı isterim diye yazar. Sene ay gün vaz’ eder aslına diğeri ise oradan koparılır. Hafız-ı kütüb onun ile mütalaahaneden başka kitabların havi olduğu salondan matlub kitabı getirir çıkılacağı vakit ayrıca bir parça kağıda müdirin zaret eden kapıcıya mezkur kağıd verilir. İşte böyle sıkı bir nizam altında yüzlerce mütaliin hiç gürültüsüz kimi yazar kimi salonda kitabın fotoğrafını çıkarır kimi cildin nefasetini taklid eder. Kurun-ı evvelinden kalan iki bin senelik Roma Yunan asarı kitablar eski Arab kitabları hülasa herkes müteaddid lisanda her türlü kitab mütalaa etmektedir. numara – Mevlid-i şerif eski yazılı tarih kitabetini şu beyit ile ifade eder. Hem sekiz yüz doksan altıda ayar Cem’ edip tarihini ettik ihtiyar lam’dan abdest ve gusülden bahs eder. Kutbeddin namında bir zat tarafından yazılmış tarihi na-ma’lum. Türkçe. lum. der. tarih-i hicride yazılmıştır. çesi beraberdir. maniyye keyfiyyet-i tulu’undan ve ekabir-i ulemanın terceme-i halinden ale’l-husus İstanbul’un fethinden mufassal bahseder. Dokuz yüz tarihine kadar başlıca vukuat-ı Devlet-i Aliyye’yi beyan eder. tan Cem’den bahseder. bunda Mansuru’l-Hallac’ın keyfiyyet-i şehadeti mufassalan mündericdir. Gayet güzel sülüs hattıyla dokuz yüz yirmi yedi tarihinde yazılmıştır. bir tarihdir. Dokuz yüz yetmiş üç senesine kadar başlıca vukuatı ulema ve meşayihin terceme-i hallerini beyan eder. Hazret-i Süleyman aleyhisselamın muharebesinden ve sair kurun-ı evvelinden bahseder. Sıratımüstakım – Gönderilen müsveddeler’inciden başlıyor. Mektubda da bir izahat yok bit-tabi’ sebebi anlaşılamamış aynıyla derc olunmuştur. Fahr-i alem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin mevlid-i nübüvvet-penahileri olan şehr-i mübarek-i Rebiülevvel’in dördüncü gününden i’tibaren vücuh ve tüccaran-ı mu’tebere ve orta esnaflar ta şeytan arabaları çeken fukaraya varıncaya kadar ala ihtilafi tabakatihim mevlid yaparlar. Rebiülevvel’in dördüncü günü vücuh ve a’yanın cem’ etmiş oldukları para ile bir iki öküz ile birkaç koyun cami’e getirirler. Ahund bu hayvanları birer birer ala bereketi’llah zebh eder sonra kassablara havale eder onlar da o hayvanları kendilerine mahsus evza’ ve etvar ile salavat-ı şerife tilavet ederek derilerini yüzerler sonra en san’atkar aşçılara havale ederler onlar da geceden işe mübaşeret eylerler beşinci günün dahve-i kübra zamanına doğru vücuh ve a’yan ulema ve talebe cami’e gelmeye başlarlar cümlesi cami’-i şerife dahil olurlar ulema hep bir saf teşkil eder talebeler de ayrıca bir safda otururlar ve mevlid-i şerif için para verenler de ulemanın karşısında otururlar; her ulemaya ve talebelere verilecek hediyeleri de bir zarfa koyarak o cem’iyetin en eminleri olan üç zata tevdi’ ederler sonra ulemadan birisi sure-i Fatiha ile Sure-i Bakara’yı ’a kadar okur ba’dehu her biri birer cüz’ Kur’an -ı azim tilavet eder. Bunun üzerine sadakadan her bir alimin hissesine düşen parayı teslim ederler cami’den çıkarlar. Dışarıda sofralar hazırdır. Yemeğe başlamazdan evvel [ ] Suresi’nden bed’ ile Sure-i Bakara’dan ’a kadar okuyarak hatm ederler ve sadasız bir dua ile dua ederler. Artık yemek zamanı bundan sonra hulul eder; bakarsınız ki her birisinin ağzında bir çanak sağ elinde de iki çubuk. Bu iki çubuk kaşık ve çatal vazifelerini ifa eder. vetleri merasim ve adetleri evvelki gibidir. Üçüncü da’vet hayvanat tüccarlarının dördüncüsü kasabların beşincisi aşçıların altıncısı da ufak tefek satıcıların cem’iyetidir en sonraki de şeytan arabacıların cem’iyetiyle hitam bulur her da’vette yemeklerin hitamından yani zuhrdan sonra erkek kadın birçok fukaralar ala meratibihim gerek müslümanların rical ve nisa hatta vesenilerden de bir hayli fakırler cami’in havlusuna dolar yemekler taksim olunur ta akşama doğru sadaka dağılır avdet ederler. Buraya kadar efhar-ı mahlukat efendimizin viladet-i risalet-penahilerine dairdir geçen sene mektepte bir Mevlid-i Berzenci okumuşlar idi; bu sene zannetmem okusunlar zira hudusu diyorlar. Ulemanın işine gelir ise ahaliyi ikna’ ederler her adet gayet kadim olmak ile beraber menfaatleri mevcud olmalı ki teşvik cihetine gidilsin. Bundan bir ay sonra seyyidetü’n-nisa ve tacü’l-muhadderat Seyyidetü Fatıma radıyallahu teala anhanın vefatları olunur hep nisvan taifesi orada tecemmu’ ederler ulemadan birisi da’vet olunur Seyyidetü’n-nisa Hazret-i Fatıma’nın vefatına hasais ve fezailine dair va’z u nasihat ederler. Ba’dehu sadakalar dağılır. Bu vasıta ile şefaatine nail olmak arzusunda bulunurlar Allahümme tekabbel ya Rab fakat feraiz-i rım. Zira nisa taifesinden Kelam-ı Kadim’den kelime-i vahide bilen olmadığı gibi ilmihal cihetine de hiç ehemmiyet veren yoktur. Sanki nisa taifesi teklif-i ilahiden muafdır ve kendilerinin ilm-i sinilerinde zaten nısf harf yok imiş kadınlar o lisan-ı mutalsamı nasıl olup da ta’lim ve tederrüs edebilirler uleması ruz ü şeb tahrim edip durur iken Şimdiye kadar göndermiş olduğunuz Sıratımüstakim ceride-i nafi’aları vasıl olup harfi harfine mütalaa ettim ve her nüshasından ne derece istifade ettiğimi ta’rifden acizim ve ekser yerlerinde ağlamadım desem yalan söylemiş olurum hele “Tuhfetullah” ismiyle bir kısa mektuba tesadüf ettim o mektup beni o kadar ağlattı ki size nasıl ta’rif edeyim makaleleri havadisleri buradaki Çinli din kardeşlerimize tercüme ediyorum. Darulhilafe’den gelmiş müslüman gazetesi diye o derece meyl ve incizab gösteriyorlar ki müteessir olmamak kabil değildir. Makam-ı Hilafet-i Kübra’ya karşı irtibatları pek samimi muhabbetleri pek ali lakin biçareler pek zavallı. Hemen Allah basiret ve intibah kapılarını açsın da bu azim kitle-i İslamiyyeyi derin gaflet uykularından ikaz buyursun. Bu hususda Makam-ı Hilafet-i Kübra hiç vazifesini ifa etmiyor. Hıristiyan misyonerlerin nasıl çalıştıklarını görseniz hayret edersiniz. Bizim Darulhilafe’deki müslüman kardeşlerimiz Fakat böyle uyuşuk millete Allah’ın da yardım edeceği gelmez. Ey Makam-ı Hilafet-i Kübra müntesibleri biraz da buradaki milyonlarca din kardeşlerinizi düşününüz. Muhterem muharrir beyefendi! Ben bir neferim. İşittiğime göre gazeteler miyanında en ziyade bizi müdafaa eden siz imişsiniz. Bize her şey memnu. Bunu yazmak için nasılsa bayram münasebetiyle istediğim müsaadeye lütuf gösterdiler. Ben de doğruca arkadaşıma geldim. Yüreğimdeki acı bana her şeyi unutturdu. Her tehlikeyi gözüme aldırdım. Gözlerim ağlamaktan göremez bir hale geldi. Sizden en büyük recam şu mektubu gazetenizin muhterem sütunlarına geçirmenizdir milyon İslam kardeşleriniz namına bunu rica eylerim. Sözlerimi İstanbul Türkçesine pek uyduramadığım için afvınızı rica ederim. yaşımı ikmal ile köye avdet etmiştim. Sinn-i rüşde vasıl olduğum cihetle askerlik zamanının hulul ettiği zaten evvelden ihbar edilmiş olduğundan ben peder ve validemle hayatımın takarrub eden iftirak zamanlarını beraberce geçiriyordum. Nihayet birkaç gün ikamet ettikten sonra köyün glavası yani muhtarı ahz-ı asker muamelesinden sonra bir an evvel hazır olmamızı emr etti. Biz mevhum saadetlere muntazır olan bir çocuk gibi Rusya’da askerlik ne olduğunu bilmediğimiz köyü terk ettik. Askerler vasıtasıyla şehirden şehre sevk olunuyorduk. Bu uzun seyahat hususiyle yaya hem ba-husus şimalin böyle soğuk gününde.. beni fena halde üzüyordu. Fakat askerlik! Ne yapalım tahammül lazım!.. Nihayet bir şehire geldik! Orada bizim için bir saray hazırlamışlar. Fakat saray dedimse hükümdarlara mahsus bir şey zannetmeyin çünkü Rusya’da saray ta’biri eski arabaların ve daha bir takım isti’malden sakıt olan şeylerin durdukları mahalle denir. İşte o saray bizim için muvakkat yalnız birkaç hafta için idi. Gece takarrub etti şiddetli ruzgar esiyor kar daneleri adeta kafese dönmüş duvarların arasından girdikçe kendimi dağ başına bırakılmış bir çocuk sanıyordum. Nihayet o geceyi orada geçirdik. Sabah kalktığım zaman kendimin fena halde hastalanmış olduğumu hissederek zabitten hastahaneye gitmeye müsaade istedim. Onun bana ters ters cevabı beni fena halde hiddetlendiriyordu. Halbuki bütün bu muamelelerde Hıristiyan neferleri ile İslamlar arasında büyük farklar müşahede olunuyordu. Hıristiyan neferleri daima serbest idiler istedikleri zaman kışlada dua ederler. Hatta şarkı söylemelerine bile müsaade olunmuş. Halbuki bizim bir araya gelip konuşmamızdan bin türlü ma’na çıkararak hemen dağıtıyorlardı. Yarım saat sonra yemek borusu çalındı. Karnım ziyadesiyle aç olduğundan olmalı ki kalbim şiddetle vurmaya başladı. Dar bir kapıdan çıktık bir başka eve girdik. İşte orası yemekhane idi. İçeri girdik. Oturduğum masanın iki tarafında Hıristiyan askerleri ahz-i mevki’ etmişlerdi. Sabırsızlıkla elimi uzattım. Fakat birdenbire başımdan soğuk su dökülmüş gibi dondum kaldım. Karşıma votka nam meşhur Rus rakısından getirdikleri gibi tabağıma da hınzır eti koymuşlar! İşte bildikleri halde bu birinci muamele bütün o beklediğim ümid ettiğim saadetlerden mahrum olduğumu duğum gibi yine öyle soğukkanlılığımı muhafaza ederek tabağı biraz öte ittim. Bunu gören nevbetci zabiti tehdidkarane bir tavır takınarak: Kendini köyünde mi zannettin? Gözünü aç. Bugün değilse yarın yer içersin! dedi. Bu sözleri birdenbire kalbime bir ok gibi saplandı ve gözlerimden hararetli gözyaşları dökülmeye başladı. Bu sırada bunun üstüne yanımda oturan beş altı neferin enva’-ı kahırları tahkırleri altında da kaldım. Ne İslamiyet’imi ne de anamı babamı bıraktılar. Bila-ihtiyar sofradan başım bükülmüş kalktım. Benim gibi diğer arkadaşlarıma da aynı muamelede bulunmuşlar kağa çıkmak için izin istedik hele ne ise kumandan müsaade etti. Sokağa çıkmaklığımızın yegane esbabı ekmek tedarik etmekti. Saatlerce sokaklarda kaldıktan sonra dükkanlara lokantalara çayhanelere girmeye askerlere kat‘iyyen memnu’ olduğunu ihbar etmeleri üzerine artık bu ümid de beyhude olduğunu anlayarak boynumuz bükülü dalgın mütefekkir bir halde kışlaya avdet ettik. Bir sene geçdi. Bütün o yemeklere içmeklere beni alıştırdıkları gibi Rusya’da yüz kırk bin kişilik orduyu teşkil eden diğer din kardeşlerimi de alıştırdılar. Gözlerim kan ağlıyor. Bu hale girdik. Biz artık baş başa gelerek uzun günlerimizi yalnız ağlamakla geçirdik halbuki bir erkek için ağlamak dünyada düşmanına karşı duracak hiçbir silahı olmadığına delalet etmez mi? Kışlada namaz kılmak yahud ibadethaneye gitmek hele bunların hiç imkanı yok işte bunu yazarken gözlerimden yaşlar dökülüyor. Kalbim parça parça oluyor artık hayatımdan bezmişimdir. Kışlaya bir Kur’an-ı Kerim getirmek en şedid cezaları istemek demektir. Bari haftada bir defa Cuma namazına çıkmaya o olmazsa senede bir bayram namazına yahud oruç tutmaya müsaade etseler. Ah ya Rabbim! Yazamıyorum ellerim titriyor. İşte bunların cümlesinden mahrumuz. Bunlar hep hakıkattir hepsi güneş gibi aşikardır bunları inkar etmek güneşi inkara kalkışmak demektir. Bunları milyonlarca İslamın hukukunu istirdad maksadıyla yazıyorum. Geçen Milad-ı İsa yortusunda bize cebren bayram yaptırdılar. Cebren kiliselere idhal ederek başımız açık ellerimize birer mum tutturdular bu kadarı kafi değilmiş gibi: “Tapınmazsanız da olur” diyorlar! Şayed bütün bu arzularına muhalefet gösterirsek Sibirya’da şoseler yapmaya en ağır yükler altında ölmeye zabitana değil neferata hizmet etmeye çöpleri taşımaya hep biz zavallı ma’sum İslamlar ta’yin olunuyoruz. Bugün Rusya’da yüz kırk bin kişilik bir orduyu teşkil eden İslamlara sekiz binlerce verst teşkil ediyor. İşte o imam olmayan yerlerde vefat eden biçare kardeşlerimiz rast gelen adam tarafından rast gelen yerlere gömülüyorlar. Bugün köylerimizde sekiz on yaşındaki çocuklarımıza bile müdhiş bir cebr ve tazyik altında Hıristiyaniyeti kabul ettiriyorlar. Biçare din kardeşlerimize daha ne suretle Hıristiyanlığı kabul ettirdiklerini şurada küçük bir misalle gösteriyorum. Birkaç sene evvel Kafkasya civarında şöyle bir vak’a cereyan eder: “Köye gelen papaz müslümanları yanına çağırarak orada akan bir nehirden yüzüp geçene birçok mükafatlar vereceğini va’d eder. Şübhesiz buna birçok adam mükafatlara nail olurlar. Papaz köyden gitmezden evvel mükafatlara nail olan adamların isimlerini sinlerini ayrıca defterine kayd eder. Arası az bir zaman geçdikten sonra bütün bu yüzüp geçenleri Hıristiyan diye iddia eden misyoner şu suretle isbata kalkışır: “Ben onları nehirden yüzdürürken nehrin bir kenarına mum dikerek haç yahud Rusça crist batırmıştım. Onlar onu bilerek geçdikleri için şübhesiz tebdil-i mezheb ettiler!” çenlerin cümlesine “karaşin” namını tesmiye etti ki bunları her yerde öğrenebilirsiniz. Tarih karaşin kelimesinin nereden geldiğini ta’rif ediyor. Bunlar yalnız Kafkasya’da değil bütün Volga eyaletlerinde hususiyle bizim Kazan Vilayeti’nde pek çoğuna tesadüf edilir. Bunlar şimdi cümlesi Hıristiyan pasaportuna maliktirler. Zira hükumet bir başkasını vermiyor. Ve bunları mümkün mertebe Rus alemine alıştırmak miyet hiçbir zaman onların silahı altında ezilemez. Şöyle bir küçük delil getirebilirim: “ senesinde ilk hürriyet verildiği zaman Duma’da tebdil-i mezheb hakkında müzakere devam ediyordu. O zaman Çar Nikola nasılsa eser-i merhamet göstererek herkesin tebdil-i mezheb hakkında serbest olduğunu beyan eden bir madde ilave etti. İşte o zaman vaktiyle hükumetin cebri altında Hıristiyan olan din kardeşlerim bir hücumla tekrar şeriat-i İslamiyyenin kucağına atıldılar. Diğer mezheplerden de aynı muamelelerde bulunanların mikdarı pek çok lağv etti. Tamamıyla lağv etmedi ise de öyle bir takım ağır şeraitler ilave etti ki her hangisine tahammül gayr-ı kabildir. Bütün bu ahvale te’sir edecek bir şey kalıyor o da tahsildir. Tahsilsizlik bir milleti ne hale getireceği herkese ma’lumdur. Mesela bugün Kafkasya’da yirmi iki kabile vardır bunların tekellümleri o kadar farklıdır ki biri birine bir söz anlatmak çok kabilelere tesadüf ederiz. Halbuki biz bu büyük tahsilden mahrumuz. Daha birkaç gün evvel telgraflar en büyük mekteplerimizi hükümetin kapattığını iş’ar ediyorlar idi. Bunların sebebi tarihin İstanbul’da tab’ olunması yahud kıraetlerin lerimizin iktidarsız olması ve daha bir takım fırsatlar bularak aleme i’lan ediyorlar. Halbuki hükumetin yegane maksadı İslamları terakkıden men’ etmek fikirlerinin intibah ve tevessü’üne meydan vermemek olduğu sizce de ma’lumdur. Novoye Vremya’nın son numaralarında İslamlar aleyhinde İspanya’da vaki’ olan katl-i am mes’elesi tekrar görünüyordu. Bunun ne demek olduğunu sizden sual ediyorum. misyoner cem’iyetleri küşad ediyor. Nitekim birkaç sene evvel Kiev’de vaki’ olan misyoner cem’iyetlerinin en büyüğünde; İslam vilayetlerinde misyoner cem’iyetleri mektepleri küşad etmek için karar verilmiş tiyandan ibaret birçok ailelere tesadüf ediyoruz. Bugün hükumet hiçbir Kazanlıyı diğer İslam vilayetlerine kolaylıkla geçmek için müsaade etmiyor hususiyle Türkistan’a girmek imkan haricindedir. Ve şimdiye kadar ancak girenlerden yüzde bir veya iki girebilmiştir. Oraya girmek pek güç oraya girmek için ancak zabitler ve me’murlar muvaffak oluyorlar. Fakat İslam süsünü takınmış olan o me’mur ve zabitler ancak Rus misyoner kitablarında okuyarak kazanan zabitler yalnız bir takım Rus kadınlarını almaya muvaffak olmuşlar. Bu izdivacın neticesi şübhesiz size de ma’lumdur. Çocukları Rus oldukları gibi kendileri de yavaş yavaş din-i Mübin-i İslamı unutuyorlar. Rusya’da zabitlerin ne suretle kesb-i rütbe ettiklerini yazdım. yani zabitlerin Petersburg’da Süvari Hassa Alayı Kumandanı Han “Nakçivanski”nin İslamiyet’e ne suretle baktığını şurada kendi muamelesi beyan ediyor. Bu adam pek kibirli olmalı ki Ruslardan sıkılarak ikamet ettiği kışlanın hanesinde vefat eden gene bir kumandan Abdurrahman Devletci’nin cenazesine bile tenezzül etmedi. senesinde Petersburg Cami’-i Şerif’in vaz’-ı esas merasimine da’vet olunan merhum emir nazırlar valiler sefirler miyanında olduğu halde bizim kumandan buna da tenezzül etmedi! Böyle mes’ud bir günde İslamlara iştirak etmemek neden ileri gelebilir? Siz cevap verebilir misiniz? İşte ancak böyle kumandanlarımız me’murlarımız; Novoye Vremya nın hüsn-i teveccühüne nail oluyorlar. En nihayet ne kadar hükumete sadık kalsalar da bile sonunda biraz rütbe artarsa hükumetin garurane bir kararıyla tekaüd sandıklarının kapısının önünde sürünüyorlar. Bunların miyanında mesela size ma’lum olan Şeyh Ali Veli Han Çangar Han ilh. paşalardır. İşte bunun gibi neferlere de muamele ediyorlar. Mesela Rusları alırsa rakıyı ziyadesiyle beş günde mülazım olur sonra paşa sonra gene tekaüd sandıklarında! Halbuki bir me’muriyete ta’yin olunmak umur-ı hükumete karışmak evsaf-ı İslama münasib düşmez ve ona hiçbir zaman muvaffak olmaz. diyecekler ki müftiniz imamlarınız meb’uslarınız var da ne zıları yegane Rusya’nın saltanatına nişanlarına tevcihatına bağlıdırlar. Bugün onlar kendileri din-i Mübin-i İslam’ın hilafında giderek onun hakaret altında devamına milyon rek Kur’an-ı Kerim’i Rusca terceme etmiş. O tercemede bütün cümleler ayet-i kerimeler Rusca yazılmış. Halbuki bir ayet-i kerimeyi Rusca yazmak mümkün mü? Mesela “la bundan daha aşağı bir takım muameleleri beni mecbur ediyor. Bu imam olacak “Beyazidof” terceme yetişmiyormuş gibi bir meclisde şöyle bazı sözleri ile kendi mevkiini bir kat daha tahkır etmiştir. - kişinin içinde söylemiş olduğu sözleri aynen yazıyorum: “Ne kadar Muhammed aleyhisselamı medh ederseniz o şimdi çürümüş gitmiş fakat Allah o kadar adildir ki onun nokta-i nazarında ne İslam ne Yahudi ne Hıristiyan hiçbir farkları yoktur. Binaenaleyh hangi dinde kalırsa ehemmiyetsizdir” bu kadarı kafi değil mi? Kafi değilse İslamlara karşı ettiği iyiliklerden bir nümune daha ! Petersburg’da Emniyet Müdiriyeti’ne müracaatla şehr-i mezkurda Cem’iyet-i Hayriyye imamına bayram namazının kıldırılmasını rica ediyor. Şübhesiz cem’iyet imamı okumazsa bundan Beyazidof maddeten gaib edecek. İşte iki üç ruble nuz nasıl bir surette din-i İslamı tahkır ediyor. Ve İslamları vacibden uzaklaştıran bir imama ne nazarla bakarsınız? Eğer o bizim elimizde olsaydı çoktan mevkiini terk etmiş bulunurdu fakat mes’ele o değil. Hükumete ettiği sadakat yani açıkçası İslamlar aleyhinde ettiği hafiyelikten dolayı ailesi rakı ile beslendiğinden dolayı Novoye Vremya da meşhur “Menşikof”ların hüsn-i teveccühatına nail oluyor. Meb’uslarımıza sıra gelince iktidarlısına tesadüf etmek pek güç. İşte bizim halimiz. Ya Rabbi kurtar bu kirli ellerden yüreklerden yet’in müdafaası içindir. İşte Rusya’nın bütün bu muamelesini alem görsün okusun. İnanmazlarsa isbat ederim. Hakıkatten bir adım geri dönmem. Rusya’nın meşhur gazeteleri bir Sırb bir Bulgar için kıyamet koparıyorlar. Fakat gene kendi Ortodokslarını müdafaa ediyorlar Rusya’nın Ortodoksları müdafaa ettiği gibi bizi de niçin kimse müdafaa etmiyor? İşte bu sual biz ma’sum otuz milyon İslamın ağzında dönüp dolaşıyor ve hiçbir çare kalmadığını düşündükçe inanacağımız gelmiyor Afrika-yı Merkezi’de Sahra-yı Kebir havalisinde İslamiyet’in günden güne tevessü’ ve intişar etmekte bulunduğu ma’lumdur. Ahiren Paris’de münteşir Golva gazetesi bu babda mühim bir makale neşr etmiştir. Bu makale mündericatına nazaran Senegal havalisinde bulunan bil-cümle Olof kabaili İslam mühimmi teşkil eyleyen ve bini mütecaviz bulunan Fellahlar da tamamen kabul-i İslamiyet eylemişlerdir. Ehemmiyet cihetiyle Fellahlardan sonra gelen Diyalukalar arasında da nur-ı hidayet kemal-i sür’atle intişar etmektedir. Şimali Senegal ve Nijer havalisinde beş milyon ahaliden bir buçuk milyonunu İslamlar teşkil etmektedir. Din-i Mübin-i Ahmedi Dahuma sevahiline kadar intişar etmiştir. Mezkur gazete bu erkamı zikr ettikten sonra İslamiyetin kabailin terakkıyat-ı ma’neviyyesi ve temeddünü babında pek ziyade hidematı görüldüğünü zikr etmektedir. Sıratımüstakım Ceride-i İslamiyyesine Fazilet-meab efendilerim Türkistan recefan-ı arzından aşiyan-ı saadetleri ka’r-ı nayab-ı zemine gömülen din kardeşlerimizin meded-cuyane sada-yı nalişleri afak-ı Osmaniyyeyi sür’at-i berkıyye ile istila ederek ca-be-ca cem’-i ianata başlanıldığı bu zümreden olarak kahraman arkadaşlarımın kulub-ı hamiyyeti o sadme-i hevl-engizin ma’kes-i tahassüsatı olduğu ecilden alayımız namına cem’ ve sekiz lira-yı Osmaniden ibaret iane-i nakdiyyenin komisyon-ı mahsusuna teslimi için vesatet-i alileri temenni olunur efendim. Efendim! Yedinci Nişancı Alay’ın Yedinci Bölüğü “müslim ve gayr-ı müslim” umum efradı tarafından Türkistan’daki zelzeleden dolayı meskensiz ve aç kalan ahalinin tehvin-i ihtiyaclarına medar olmak maksad-ı insaniyetkaranesiyle kendi kendilerine toplamış oldukları yüz on yedi kuruşun komisyon-ı mahsusuna irsali için arkadaşları namına Pirlepeli Rıfat Çavuş tarafından müracaat olunması üzerine bölük zabitanı dahi iştirak etmiş ve şu suretle lira yüz üç kuruş hesabıyla gönderilmesi taleb edilmiş olduğundan icab eden mahalle bugünkü postaya teslimen idarehane-i alilerine takdim kılınmıştır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Nisan Altıncı Cild - Aded: Bu ayet-i kerimede Adem aleyhi’s-selamın halk ve icadı ve tahkiye buyurulduğu vech üzere onun hakkında tahsis kılınan tekrimat-ı seniyye tezkar ile bunlar zürriyet-i Adem küfran ve isyandan nahi olduğundan bu ni’met-i celileye nazaran dahi o fasıkların küfrü inkar ve istib’ad olunarak münazara ve muhavere suretiyle şöyle buyuruluyor: Habibim O zamanı da yad et ki Rabbin meleklere ben ruy-ı zeminde halife “nasb ve ikame” edeceğim dedi. Onlar dediler ki “nesil ve zürriyeti” yeryüzünde fesad edecek ve “bigayri hakkın” kanlar dökecek kimseyi mi orada halife edeceksin. Halbuki biz sana hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz. Bize lutf ve ihsan ettiğin sunuf-ı ni’am ve avatıf üzerine hamd ü sena ile her dem zat-ı akdesini tesbih ve tenzih eylemekte olduğumuz ve şan-ı uluhiyyetini şayan bulunduğu uluvv ü izzet ile tavsifden hali kalmadığımız halde ruy-ı zeminin imaret ve ıslahı için orada fesad edecek ve sefk-i dima’ eyleyecek kimseleri mi halife nasb ve ikame buyuracaksın ehl-i taat yerine asiler mi kaim olacak? Ya Rabbena bundaki hikmet nedir? Cenab-ı Bari azze şanühu cevaben buyurdu ki Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim. Bu halife de sizin bilmediğiniz hısal-i mümtaze bu istihlafda size münceli olmayan hikmet-i baliğam vardır. Bu ayetlerdeki muhavere Cenab-ı Hakk’ın melaike-i kiram ve beyan-ı hakta cari adet-i ilahiyyesi üzere o şe’ni ve ondaki hikem ü esrarı bu kıssada bize muhavere ve münazara suretiyle tasvir buyuruyor. Biz bu muhaverenin hakıkatine vakıf değiliz; fakat biliyoruz ki bizim muhaverelerimiz gibi değildir o muhavere ile bu makamda bir takım me’ani maksuddur ki o da Cenab-ı akdesin hilkat-i Adem’den evvel mükevvenatı onun için i’dad eylediğine dair şuun-ı ilahiyyesinden bir şe’n ile nev’-i insanın halk ve icadına müteallik olarak melaike ile vaki’ bir şe’nden ve bir de bu nev’in fazilet ve mükerremiyetini mutazammın diğer bir şe’nden buyurulan tekrimat-ı seniyye-i Rabbaniyye tefekkür edilerek hadi ilallah olan Kitab-ı azize ve vahy-i ilahiyi tebliğ eden Resul-i Ekrem’e imana da’vettir. Şu izahat ile bu ayetlerin ma-kabline münasib ve ittisali nümayan olur. Kur’an-ı hakimin havassındandır ki bir mes’eleden ona mübayin veya karib diğer bir mes’eleye intikal eder halbuki o mesailin cümlesi bir mevzu’ için sevk olunmuştur – A . “Melaike” mim ve lamın fethalarıyla “melek” lafzının cem’i ve bu da lafz-ı mezkure asıl i’tibar olunan “melaik” vasıtasıyladır. Cem’ sigası “cemaat” ile müevvel olduğundan “melaike”nin ahirindeki “ta-i” te’nis cem’ içindir. Melaik “eluke”den müştak olan “me’lük”ün maklubudur. “Eluke” risalet ma’nasına olduğundan “melaik” mevzi’-i risalet veyahud masdar bi-ma’ne’l-mef’ul olarak mürsel demektir. Melaike-i kirama bu ma’naca melaik denilmesi onlar enbiya-i izam aleyhimü’s-selam hazeratına nisbetle hakıkaten rusül ve sair halka nisbetle dahi gerek kemalat-ı kudsiyye ve maarif-i ilahiyyenin kendileri üzerine feyezanında ve gerek umur-ı maaş ve me’adda muhtaç oldukları şeylerin vusulünde onlarla Cenab-ı Rabbi-i izzet arasında vasıta bulunduklarından rusül mesabesinde olduklarına mebnidir. Melaike lafzına doğrudan doğruya melekin cem’i denilmeyip de aslı i’tibariyle ona cem’ ittihaz kılınması fanın ve aynın fethalarıyla “fe’ale” veznindeki kelimeler lisan-ı Arab’da “fe’ail” üzere cem’lendikleri içindir. Bu vezinde kelimeler bazen fi’al ve ef’al üzere cem’lenir: Cebelin cem’inde cibal ve ecbel gibi. Bazen dahi fi’ale ve ef’al üzere cem’lenir: Hacerin cem’inde hicare ve ahcar gibi. Kalil olarak fü’ul üzere cem’lendikleri de vardır: Esedin cem’inde üsud gibi. Bazıları melek kelimesinde vech-i meşruh üzere asıl ve ruya melekin cem’idir dediler. Melaike-i kiram: Bi-enfüsiha kaim zevat-ı mevcudedir bu müttefekun aleyhdir. Fakat hakıkat ve mahiyetlerinde ihtilaf olunarak ekser-i mütekellimin: Bunlar eşkal-i muhtelife Hakıkat ve mahiyette nüfus-ı natıkaya muhalif cevahir-i mücerrededen ibarettir dediler. Melaikenin bir çok enva’ ve sunufu vardır. Taraf-ı Rabb-i izzetten kavl-i şerifi sunuf-ı melaikenin kaffesine mi veya bazı enva’ına hitaben mi irad buyurulmuştur? Burası muhtelefün fih olup sahabe ve tabi’in radıyallahü anhüm hazeratından pek çokları bu kavl-i ilahi amme-i melaikeye hitaben irad buyurulmuştur dediler; çünkü ayet-i kerimede el-melaiketü lafzı muhalla bi’l-lam olan cem’lerden olup cinsden mecaz olduğu cihetle umum ifade eder ve muhassas bulunmadıkça amm tahsis edilemez – Melaike hakkında selef dediler ki bunlar Hak teala hazretlerinin bize vücudlarını ve bazı a’malini haber verdiği mahlukturlar. Binaenaley bunlara iman etmek bize vacibdir. Fakat bunlara iman etmek hakıkat ve mahiyetlerini bilmeye mütevakkıf olmadığından biz onlara dair ilmi Cenab-ı Hakk’a tefviz ederiz. Şu halde onların ecnihası bulunduğuna dair şer’de bir haber vurud edince biz buna iman ederiz ve fakat deriz ki bu ecniha ecniha-i tuyur gibi rişden ve emsalinden müterekkib ecniha değildir zira böyle olsaydı bizim onu görmemiz icab eyler idi. Ve bunların nebat ve buhar gibi avalim-i cismaniyeye müvekkel oldukları kıbel-i şer’den varid olunca bununla da mükevvenatta şu alem-i mahsüsden daha latif bir alem-i diğer olup onun bu alemin nizam ve ahkamına alakası bulunduğuna istidlal eyleriz. Akıl bunun istihalesine değil belki onun lezzata imkanına ve onu haber veren vahyin sıdkına hükmeder. Bazı nas melaikenin mahiyetinden bahs ederek onların ne olduğunu bilmeye uğraşmış iseler de Cenab-ı Hakk’ın bu sırra vakıf kıldığı kimseler fi’e-i kalileden ibaret bulunduğuna ve din ise kaffe-i nas için meşru’ kılınmış olmasına nazaran savab olan budur ki alem-i gaybe onun hakıkatinden bahs etmeyerek mücerred iman ile iktifa etmeli zira alem-i gaybden bahsin ve bununla teklifin meşru’iyyeti mala-yutak olan umurdandır. Vakıa Cenab-ı Hakk’ın mezid-i ilim ile mümtaz kıldığı zevat vardır. Fakat bu bir fazl u kerem-i ilahidir ki onu ibadından dilediğine ihsan eder – A . “Halife” gayra halef olarak onun makamına kaim olandır. Ahirinde “ha” allamenin “ha”sı gibi mübalağa içindir. Ayet-i kerimedeki halife ile ya yalnız Adem aleyhi’s-selam veyahud zat-ı şerifleriyle zürriyetleri muraddır. buyurularak yalnız ebü’l-beşere kasr u tahsis edilmesi onun zikriyle zürriyetinin zikrinden gına hasıl olduğu içindir: Nitekim “Mudar” ve “Haşim” misillü kabile pederlerinin zikriyle “kabile” lafzının zikrinden gına hasıl olduğu gibi. Hilafetten maksud: Ya canib-i Rabb-i izzetten beyne’nnas ahkam-ı ilahiyye ve evamir-i Rabbaniyye’nin tenfizi ve nasın siyaset-i umuru hususatında halife olmaktır ki bu ma’naca hilafet havass-ı beni beşere muhtasdır ve şu suretle olmayıp belki müstehlefün-aleyhimin kusur-ı isti’dadlarına ve feyz-i akdesi bizzat kabulden aczlerine mebnidir. Tabiatte bunun naziri şudur ki lahm ile azm arasında tebaud bulunduğu cihetle kemik etten gıdayı kabulden aciz olduğundan gıdayı birinden alıp diğerine vermek için Bari teala hazretleri bu ikisi arasında hikmet-i Samedaniyyesiyle ikisine de münasib olarak kıkırdağı yaratmıştır. Veyahud hilafetten maksud beni Adem’in kendilerinden akdem ruy-ı zeminde bulunan sükkan-ı arza halef olmalarıdır. Bu tefsire göre hilafet kaffe-i beşere amm u şamil olur– Müfessirlerin “halife” lafzında iki mezheb ve mesleği vardır. Onlardan bir takımı bu lafzın arzda evvelce bir veya daha ziyade nev’-i hayvan-ı natık var iken münkarız olduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın arzda halife kılacağına dair melaikeye haber verdiği bu sınıf onun mahalline hulul ederek ona halef olacağını müş’ir bulunduğuna zahib oldular. Nitekim Cenab-ı Hakk da kurun-ı ulanın ihlakini zikr ettikten sonra buyurmuştur. Bu ma’naya zahib olanlar dediler ki o sınıf-ı halik ruy-ı zeminde rini o sınıf-ı halike kıyas ile istinbat etmişler idi zira halifenin halef olduğu kimseler ile mütenasib olup o kabilden olacağı fehme tebadür eder. Lakin halifenin halef olduğu kimselere min külli vechin mümasil olacağına delil yoktur ve bu mukteza-yı hilafet değildir. Bunun içindir ki cenab-ı akdes-i kibriya melaikeye bu halifenin güzeştegan üzerine ma bihi’l-imtiyazı bulunan umura ve zat-ı uluhiyyetin bundaki hikmet-i baliğasına dair sizin bilmediğiniz şeyleri ben bilirim diye cevap verdi. Bu kavl sahih olduğu takdirce Adem bu arz üzerindeki hayvanın ilk sınıf-ı akıli olmayıp belki hayvan-ı natıkın helak olmuş taifeye veya tavaife zat ve maddede mümasil ve bazı ahlak ve secayada muhalif ilk taife-i cedidesi olmuş olur. Halifenin tefsirinde mezheb ve mesleğin biri budur. Diğerleri de halife ile murad arzda kendime halife kılacağım demek olduğuna zahib oldular. Bunun içindir ki insan Cenab-ı Hakk’ın arzında halifesidir diye şayi’ olmuştur. Kitab-ı mükerremde dahi buyurulmuştur. Allahu a’lem zahir olan budur ki halife ile Adem aleyhisselam ve mecmu’ zürriyeti muraddır. Lakin bu hilafetin ma’nası nedir? Ve bu istihlafdan murad nedir? Bazı üzerine mi istihlafı muraddır? Cenab-ı akdes-i kibriyanın halkında sünnet-i ilahiyyesi ahkamını nasa içlerinden intihab eylediği kesanın elsinesi üzere ta’lim ve infaz etmek suretiyle cari olmuştur bu da onlar zat-ı uluhiyyetine bu hususda halife olsunlar içindir. lediği gibi zat-ı uluhiyyetinin hüküm ve sünen-i halkıyye-i tabiiyyesini de izhar eylediğinden Allahu teala insanı sair mahlukat üzerine kendisiyle temyiz eylediği umurun kaffesine ma’na-yı hilafetin amm u şamil olması sahih olur. Vahiy natık olduğu ve iyan ve tecrübe delalet eylediği üzere Allahu teala alemi enva’-ı muhtelife olarak halk etmiş ve nev’-i insandan maada her nev’i tecavüz edemeyeceği bir şey’-i mahdud-ı muayyen ile tahsis eylemiştir. Melaike gibi vücudunu yalnız tarik-ı vahy ile bildiğimiz mahlukatın vezaifi mahdud olduğuna delalet eder ayat ve ehadis varid olmuştur. gibi ayat-ı kerime onların tavaif-i adide olup her taifenin vazife-i mahdudesi bulunduğuna delalet ediyor. Ehadis-i şerifede dahi onlardan bir takımının ila yevmi’l-kıyam daima sacid ve daima raki’ olduğu vürud etmiştir. Nazar ve tecrübe ile bildiğimiz şey ise ma’den ve cemad Nebatın te’sir-i hayatı ise ancak nefsine maksurdur. Onun nebatı Allah’ın halkında cari hüküm ve sünen-i ilahiyyesini şarih ve müfessir kılmakta ne te’siri vardır ne de ahkamullahın beyan ve tenfizine vesile olur. Şu halde ahya-i mahsüse ve gaybiyyeden her bir hayyın mahdud bir isti’dadı ve mahdud bir ilm-i ilhamisi ve mahdud bir fi’li var demektir; bu gibi şeyler ise ilim ve iradesine hadd ü payan olmayan ve sünen ve ahkamı için hasr u kasr bulunmayan ve ef’al ve tasarrufuna gayet ve nihayet olmayan kadir-i mutlak hazretlerine halife olmaya salih değildirler. teala onu zaif halk eylediği gibi nazm-ı celilinde beyan buyurulduğu vech ile onu bir şey bilmez olarak yaratmıştır. Lakin insan za’f ve cehli ile beraber seza-yı ibret ve cay-ı taaccübdür zira akviyada tasarruf eder ve cemi’-i esmayı bilir. Hayvanat kendilerine nafi’ ve muzır bulunan eşyayı ilham ile bilerek tevellüd ederler ve az zaman içinde onların kuvası tekemmül eder. başka onda bir ilham yoktur. Sonra sair hayvanata nisbetle bati’ bir tedric ile hiss ü idrak eder ve kendisine diğer bir kuvvet dahi verilerek onun müdrikat-ı hiss ü şuurunda o kuvvet ol derece tasarruf eder ki o tasarruf ile onun bu kainat üzerinde kudret ve satveti olur da sonra kainatı dilediği gibi teshir ve tezlil eder. O kuvvet-i garibe akıl tesmiye ettikleri ve sır ve hakıkat ve künhünü taakkul ve idrak etmedikleri kuvvettir. İşte bu kuvvettir ki soğuktan sıcaktan vikaye eden kisa-i fıtriye ve kuvvetini tenavüle ve nefislerinden müdafaaya ve düşmanlarına galebeye vasıta olan a’zaya dair asıl fıtratta hayvanata ihsan olunan şeylerden ve daha bunun gibi hayvanata bila-kesb verilmiş olan keyfiyattan olan ihtira’at-ı acibe bu kuvvet ile hasıl olduğu gibi bundan böyle dahi bu kuvvet ile insanın şimdiden tahmin ve takdiri mümkün olmayacak ihtira’at-ı garabet-nüması zuhur edecektir. ümniyeleri mahdud ne ilmi mahdud ne fi’li mahduddur. Efradındaki za’f ile beraber insan hey’et-i mecmuasıyla mükevvenatta öyle tasarruf eder ki Allah’ın izin ve tasarrufu ile bu tasarrufun hadd ü payanı yoktur. Cenab-ı akdes esrar-ı hilkatini izhar için insana bu mevahib ve ahkam-ı tabiiyyeyi vererek arzı kendisine temlik etmiş ve avalim-i arzı ona müsahhar kılmış olduğu gibi kendisine ahkam ve şerai’ dahi vererek efrad ve tavaifinin biri birine bağy ü udvanlarına hail olur bir had ile onun mutlakıyetini tahdid eylemiş olduğundan o ahkam ve şerai’ ona derece-i kemaline vasıl olmak için muavenet eder zira ahkam ve şerai’ bu mezayanın kaffesini haiz bulunan aklın mürşid ve mürebbisidir. Bu serd olunan ahvalin hepsinden dolayıdır ki zat-ı ecell-i a’la bu hilafete mahlukatın elyakı bulunan insanı ruy-ı zeminde zat-ı uluhiyyetine halife etmiştir. oldu. Biz onun ma’den ve nebatta ve berr ü bahrde acaib-i sun’unu müşahede ediyoruz. O tefennün ve ibda’ ediyor keşf ve ihtira’ ediyor sa’y ve amel ediyor bir derecede ki şekl-i arzı tağyir ederek sert yerleri yumuşak kurak yerleri reyyan harab yerleri ma’mur ve abadan karaları derya veya halic etmiştir. Ve “Yusuf Efendi” tesmiye olunan limon gibi mevcud olmayan çift çift nebatatı dahi telkıh ile tevlid eylemiştir. Çünkü Allahu teala hazretleri bunu yed-i den olan enva’-ı hayvanatta da türlü türlü terbiye ve tağdiye ve tevlid ile dilediği gibi tasarruf ederek hatta o hayvanatın tab’ ve halkında ve sunufunda bu sebeb ile tağayyür husule gelmesiyle onlardan bazısı sağır ve kebir ve bazısı ehli ve vahşi olmuştur. İnsan hayvanattan her nev’ ile intifa’ ve her nev’ini hizmetine müsahhar kılar. Nitekim kuva-yı tabiiyeyi ve sair mahlukatı kendi emrine müsahhar eylediği gibi. Cenab-ı Hakk’ın sünnen-i ilahiyyesini ikame etmek ve acaib-i sun’unu esrar-ı hilkatini bedai’-i hikemini menafi’-i ahkamını izhar eylemek üzere zat-ı uluhiyyetinin insanı bu mevhibeler ile ruy-ı zeminde halife etmesi her şeye kendine layık suret ve şekil verdikten sonra cümlesini intifa’ edeceği cihete hidayet ve irşad eden Hakk celle ve ala hazretlerinin hikmeti değil midir? Zat-ı akdes-i kibriyanın kemaline ve si’a-i ilmine ahsen-i takvimde yaradılmış olan şu insandan daha zahir ü bahir alamet ü nişan bulunur mu? – A . Cenab-ı Hak ihata-i kamile ve hikmet-i baliğasıyla müşavereden müstağni iken melaikeye ruy-ı zeminde halife nasb ve ikame edeceğini şu suretle beyan buyurmasından van-ı mübecceli ile yad ve halk ve icadından akdem onun zuhurunu sükkan-ı alem-i melekute tebşir ederek şanını i’zaz ve tevkır buyurduğu nümayan olduğu gibi yeryüzünde fesad edecek ve na-hak yere kanlar dökecek olan nev’-i canib-i rububiyetten kendilerine beni Ademin fazileti mefsedetlerine racih ve galib olduğunu ima eder surette cevap verilmiş olmasından dahi hikmet-i aliyye hayrı şerrine galib olan şeyin icadını iktiza ettiği müstefad oluyor – Fi’l-hakıka hayatın ahval-i adiyesinde beşerin necabetinden ziyade süfliyeti nazar-ı im’ana çarpar. Kendisinden öyle çirkin öyle mekruh ihtirasat ve infialat zuhura geldiği olur ki mahiyet-i insaniyyeyi mahcub eder. Mesela birisi satılığa çıkardığı me’kulat ve meşrubata sıhhat ve hayata muzır şeyler katar da bundan bunca insanlar mahv olacağını düşünerek rahm ü şefkat etmez. Bir mecruh feryad ediyor bir hasta başını balin-i ıztıraba dayamış inliyor vatanın ni’met ve ihsanıyla perve[ri]şyab olan bir cerrah veya tabib yanı başında iken parası yok diye bakmaz bu ah u zardan müteessir olmaz. Bir saydalani birkaç para istifadesi için tertib olunan ilacdan akakır-i tıbbiyenin en mühimmini tenkıs ederek ıztırab-ı marizin günlerce imtidadına sebeb olur. Diplomasi namına zaif bir kavmin diyarında avam-firibane enva’-ı hiyel ü desayis ile bahane-cuy-ı fiten olarak o sükun ü aramiş ile dem-güzar bulunan diyar tufan-ı mesaib içinde bırakılır ve bu zulm-i sarih muvaffakıyet ve muzafferiyet namına tebcil olunur. Bir deni sigortalatmış olduğu malını sigorta bedeline tama’an tutuşturarak mücaviri bulunanların mamelekleri dahi sekenesiyle beraber tu’me-i nar olur da gönülleri ağladan bu azim cinayetten müteessir bile olmaz. Nice insanlar vardır ki bu dünya-yı faninin hutamı için kendilerini fezail-i insaniyyeden tecrid ve teb’id etmişlerdir. Sinin-i hayatı aksa-yı hayata takarrub etmiş bir çok salhurdeler görülmüştür ki nail-i cah ü makam olmak için kulubda rum olmuşlardır. Fakat bu muamma-yı garib en ulvi en şerif hissiyatın da tecelligahıdır; öyle an ve zamanlar olur ki kendisinden feveran eden ihtisasat-ı kerime bütün o ihtirasat-ı süfliyyeyi gölgede bırakır. Bu tin-i lazib: İffet haya tama’ kanaat cebanet cud ü seha hubb buğz gazab hilm gibi kerim ü zemim bunca mütenevvi’ u mütehalif hısalden tahmir edilmiş.. kendine yerler gökler dağların takat getiremeyeceği bar-ı sakıl-i emanet tahmil olunmuş.. Ya Rabbena senin lutf-i hidayetin rehber olmayınca bu emvac-ı haile arasından mersa-yı selameti bulmak kabil mi? Nazm-ı celilin tefsiri esnada işaret kılındığı üzere melaike-i kiramın zemininde bargah-ı cenab-ı akdese ref’-i hitab eylemeleri ne Halık teala hazretlerine i’tirazdır ne de beni Adem’e gaybet suretiyle ta’n ve dahldir maksad şu sıfatlar ile mevsuf bulunanların halife nasb ve ikame edilmelerine hayret ve teaccüb bir müteallimin gönlünden geçen şeyi mualliminden safvet-i kalb ile sual etmesi kabilinden olarak şübhelerini izale edecek cihete irşad olunmalarını tazarru’ ve niyaz eylemektir. Haklarında Kitab-ı azizde buyurulmuş olan melaike-i kiramın zat-ı akdes-i kibriyaya i’tiraz ve beni Ademe gaybet etmek ile maznun olmaktan saha-i ismetleri beridir. Nev’-i beşer henüz halk olunmadan melaike-i kiramın onlara fesad ve sefk-i dima’ isnad etmeleri ya Cenab-ı Hakk’ın kendilerine bu keyfiyeti haber vermiş olması veyahud levh-i mahfuzdan beni Ademin evsaf-ı mezkuresine muttali’ olmalarıyladır veyahud ismet ve nezahet kendilerinin havassından bulunduğuna dair idraklerinde merkuz olan hikemden bunu istinbat eylemeleriyledir veyahud beni Ademin halini onlardan evvel sekene-i arz olup enva’-ı fesadda bulunmuş olan güzeşteganın haline kıyas etmeleriyledir ziyadesi de vardır. Ebu Musa El-Eş’ari radıyallahü anhden rivayet olunuyor ki Bir defa Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem yıkadıktan sonra kabın içine ağzından su püskürdü. Eldeki Bir rivayette . Bir rivayette Bazı rivayatta . Diğer rivayatta . El- . Eldeki - Terceme Aişe radıyallahü anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellemin hastalığı ağırlaşıp da ağrısı iştidad ettiği zaman benim evimde bakılmak üzere zevcat-ı tahiratından izin istedi. Onlar da hi ve sellem bir tarafında Abbas radıyallahü anh diğer tarafında da diğer bir zat olduğu halde ayakları yerde sürüklenerek çıktı. –Aişe radıyallahü anha hikaye ederdi ki Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem evine girip de ağrısı su dökün. Böylelikle halka belki vasiyet edebilirim” buyurdu. Bunun üzerine Nebiyy-i mükerrem sallallahü aleyhi ve sellemin zevce-i paki Hafsa radıyallahü anhanın malı olan bir leğen içinde oturduldu. Sonra o kırbaların suyunu üzerine dökmeye başladık. Nihayet: “Artık oldu” diye işaret buyurdu. Ondan sonra halkın yanına çıktı. - Terceme Enes bin Malik radıyallahü anhden rivayet olunuyor ki: Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem bir kere bir kab su istedi. İçinde biraz su bulunan ağzı geniş bir kab getirildi. Parmaklarını içine koydu. – Enes radıyallahü anh der ki: “Artık parmakları arasından suyun kaynadığını temaşaya daldım. O sudan abdest alanları yetmiş ile seksen arasında tahmin ettim. Diğer rivayette - Terceme Yine Enes radıyallahü anhin şöyle dediği rivayet olunuyor. Nebiyy-i mükerrem sallallahü aleyhi ve sellem bir sa’ ve nihayet beş müd mikdarı su ile gusl eder bir müd mikdarı su ile abdest alır idi. Sa’d bin Ebi Vakkas radıyallahü anhin şöyle dediği Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümadan rivayet olunuyor: Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem mestleri üzerine mesh etti. Abdullah bin Ömer radıyallahü anhüma bunu babası Ömer radıyallahü anhden sordu da Ömer radıyallahü anh: “Evet mesh etti”. Hem de Sa’d radıyallahü anh Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemden rivayeten sana bir şey söylerse onu artık başkasına sorma” cevabını verdi. Amr bin Ümeyye ed-Damri radıyallahü anhden Nebiyyi ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin mestler üzerine mesh ettiğini gördüğü rivayet olunuyor. Yine Amr bin Ümeyye ed-Damri radıyallahü anhin: “Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellemin sarığına ve mestlere mesh ettiğini gördüm” dediği rivayet olunuyor. Bir diğerinde ise - Terceme Muğıre bin Şu’be radıyallahü anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir seferde Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem ile birlikte idim. Abdest aldığı sırada mestlerini çıkarmaya davrandım. “İlişme. Zira ben ayaklarımı tahir yani abdestli iken mestlerimin içine soktum” buyurdu ve mestleri üzerine mesh etti. Müellifin diğer ziyadesi vardır. Yine müellifin Diğer rivayette - Terceme Amr bin Ümeyye Ez-Zımari radıyallahü anhden rivayet olunuyor ki: Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin pişmiş bir koyun küreğinden et kesip yediğini görmüş. O sırada Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem namaza çağırılmış. O da bıçağı elinden atıp abdest almadan namaza durmuş. Bir rivayette ziyadesi - Terceme Süveyd bin En-Nu’man radıyallahü anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: Hayber yılında Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem ile birlikte sefere çıktık. Sahba’ya –ki Hayber’in alt başındadır– varıldıkta Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem inip başka bir şey getirmediler. Islatsınlar diye emr etti. Sonra o kavuddan Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem de biz de yedik. Sonra akşam namazına kalktı. Ağzını çalkaladı. Biz de ağzımızı çalkaladık. Sonra abdest almadan namaza durdu. - Terceme Meymune radıyallahü anhadan hanesinde Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin bir kürek etinden yedikten sonra abdest almadan namaza durduğu rivayet olunuyor. - Terceme Abdullah bin Abbas radıyallahü anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem süt içip ağzını çalkaladı. Ve “bu yağlıdır” buyurdu. Aişe radıyallahü anhadan Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Biriniz namaz kılarken uyuklarsa uykusu gidinceye kadar yatsın. Zira uyuklayarak namaz kılarsa istiğfar edeyim derken belki kendisine sebb eder. Ahmed Naim Yukarıki fasıllarımızda ruhun bir vasıta ile fakat kendi fıtratına mülayim gelecek bir vasıta ile levs-i evhamdan tathiri lüzumuna dair bir kaç söz söylenmiş idi ki o vasıta ulum-ı sahihadan başka bir şey değildi; kezalik ruhun sırr-ı afiyetini tedkık etmiştik ki o sır ruhu bütün temayülatında kanun-ı i’tidale münkad bulundurmaktan ibaret idi. Şimdi bizim için yalnız saadet-i ruhiyyenin mahiyetini bir de ruhun medar-ı itmi’nanı olacak sırr-ı güzini anlamak mes’elesi kalıyor. Gözümüzün önünde bir çok adamlar var ki sıhhatleri servetleri yerinde kendileri ilim ve irfan ile tehzib-i zat etmiş müyorlar. Lezaiz-i alemden hiç biriyle mütelezziz olamıyorlar. Nazarlarında her ni’met; bir elem her ferah bir musibet suretinde tecelli ediyor. Kalblerinin üzerine bir kabus-ı melalin çöktüğünü hissediyorlar. Lakin bu kabusun nereden ne suretle geldiğini anlayamıyorlar. Öyle bir kabus ki tazyik-ı eliminden kurtulmak için peymane-i şarab ile aklı gidermekten başka çare bulamıyorlar da o sebebden küule can atıyorlar. deva-yı yeganeleri odur. Pekala saadet-i insaniyyenin iki büyük medarı olan çünkü öyle diyorlar sıhhat ile servet varken bu sıkıntılar bu uykusuzluklar nereden geliyor? Kalbleri emraz-ı ma’neviyyeden şifa-yab ettiği zannolunan ilim ile tenevvür ettikten sonra bu iç sıkıntıları bu vicdan üzüntüleri ne oluyor? Bu melal-i deruni bize şu hakıkati anlatmıyor mu ki: Ruh bir gayete müştaktır; insan o gayeti ilmen bilmese bile hissen duymakta asarını görmektedir; bu gayet ne öyle vücudun sıhhati ne malın evlad ü iyalin kesreti ne muhteşem kaşaneler; ne müdebdeb sofralar ne çeng ü çiganeler ne bir mahiyettir ki şu saydığımız lezaiz ona nisbetle naçiz bir zerre hatta bütün kainat onun yanında bir hiçdir! Pekala! Ruhun ezelden beri şeyda-yı iştiyakı olduğu zevk-ı sükun ve itminanı ancak onun harim-i bülendinde bulabildiği gayet acaba nedir? Hiç şüphesiz safvet-i imandır. Ruh şu ecsam-ı camide tabiatında şu bi-şuur madde tıynetinde değildir ki bu muhakkar toprak üzerindeki eşyadan biriyle üns peyda edebilsin; yahud onun lezaiz-i faniyyesinden biriyle oyalanabilsin ruh sırf nurani bir fıtratta olduğu duran cihan-ı lahutu temaşaya mani’ zulümat-ı kesifenin sıyrılıp gitmesi ruhun alaik-ı masivadan yükselerek harim-i melekute doğru uruc edebilmesi için böyle bir nura ihtiyac kat’idir. Ruh huzuz-ı cismaniyye ile oyalanmak o huzuzun vereceği neşve-i zaile razi olmak derekelerinden pek alidir. İnsan cem’-i mal ile te’min-i refah ile bir huzur-ı kalb bir sükun-ı vicdan buluyorum diye kendisini istediği kadar aldatsın dursun; ruh o huzur u sükunun başka bir şeyde olduğunu söylemekten bir an bile geri kalmaz. İşte insan eğer kendi hakıkatini layıkıyla teemmül eder de ruhunu o aradığı nurun ağuşuna atacak olursa o zaman kalbine itmi’nan hatırına huzur fikrine sükun gelir; velev kendisi sefaletin en safil derekatında yuvarlansın yahud hayatı en müdhiş tehlikelerin hedef-i hücumu olsun. Pekala! Bu şuride ruha iştiyakıyla bi-karar olduğu o nuru o safa-yı imanı vermek için ne yapmalıdır? Bu maksada hangi yoldan gitmelidir? Evet bunun için süluk edilecek sebil tarik-ı akıldan başka bir şey değildir.: “ Din aklın ta kendisidir; aklı olmayanın dini de yoktur. Hadis” Ma-vudi’a lehinde kullanılmak sıhhatine i’tidaline iyice bakılmak şartıyla akıl Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilmiş olan hasaisin mevahibin en büyüğü en şereflisidir. Şu hilkat-i bi-payanın azametini insan ancak akıl ile tasavvur edebilir; kainata hakim olan kavanin-i ezeliyyenin seyrini ancak akıl ile tedkık ederek ef’ali bahisden masnuatı hikmetsizlikten münezzeh bir halıkın vücudunu ancak akıl re’fet ve rahmetini hücum-ı reybden masun bir ta’yin ile tedkık eder o cem’iyetlerin terakkısini ihzar sukutunu icab eden kavanin-i fıtratı ancak o sayede görür; Cenab-ı Hakk’ın lini akıl ile muhakeme şeriatlarını akıl ile teemmül ederek nübüvvetin ne demek olduğunu bunun beşer için zaruri bulunduğunu anlar Halik-ı hakimin ihtilaf-ı milel ve akvamdaki tebayün-i meşair ve hissiyattaki hikmetini yalnız akıl eder de diyanat-ı hassa ile şerai’-i ammeyi birbirinden ayırır sonra bütün edyanın hatimesi olmak beşeriyet durdukça bakı kalmak icab eden bir din-i mübine ulumun fünunun zahir olduğunu ancak irşad-ı akıl ile görebilir. Pir-i a’zam Hacı Bayram-ı Veli ecille-i hülefasından olup Göynük Torbalı’da medfun olan Bursevi Dede Ömer Sikkini ma’rifetiyle teşa’ub eden Melamiyye-i Bayramiyye şu’besi meşayihinden camiü’l-kemalat bir zat-ı irfan-simat olup şeklinde yazılmıştır. mukaddemat-ı ulumu maskat-ı re’s[i] olan Bosna’da ulum-ı aliyye ve ‘aliyyeyi Dersaadet’de ba’de’l-ikmal arzu-yı tarikat da’iyesiyle Bursa’ya azimetle meşahir-i rical-i Bayramiyye’den Yeniyer kabristanında medfun Şeyh Hasan-ı Kabaduz-ı Bursevi’ye intisab eyleyip senelerce devam eden mesa’i ve mücahede-i Huda-pesendanesinin mükafat-ı ma’neviyyesi olmak üzere tekmil-i meratib-i hakıkatle min ciheti’t-tarika nail-i rütbe-i hilafet oldular. Bundan sonra da yine tarihinde Hicaz’a azimetle ifa-yı fariza-i hacc-ı şerife ve ziyaret-i cenab-ı Seyyidü’l-enbiya sallallahü aleyhi ve selleme muvaffak olarak Şam-ı şerife rihletle kıdvetü’l-muhakkıkın Şeyh-i ekber Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin türbe-i şerifleri civarında inziva ederek ruhaniyet-i müşarun-ileyh vesatet-i aliyyesiyle istifaza-i ulum-ı Muhammedi’ye mazhar oldular. Ba’dehu işaret-i ma’neviyye ile Konya’ya azimetle Şeyh-i Kebir Sadreddin-i Konevi ile Mevlana Celaleddin-i Rumi hazeratı gibi medar-ı fahr-ı İslam olan zevat-ı aliyyenin merakıd-ı şeriflerini ziyaretle ihtiyar-ı ikamet ve bir müddet sonra ferman-ı ilahisine lebbeyk-zen-i icabet olarak tarihinde irtihal-i dar-ı ahiret eyleyip vasiyetleri üzere civar-ı hazret-i Sadreddin’e vedi’a-i hak-ı mağfiret kılındılar. kaddesallahü sırrahü’l-aziz. zarlarına yazılması cümle-i vasaya-yı arifanelerinden olduğu Müstakım-zade merhumun Ahval-i Melamiyye-i Bayramiy ye esnasında mülakı oldukları urefa ve fudelanın kaffesi uluvv-i ka’blerini tasdik eyledikleri gibi tahrir buyurdukları asar-ı mütenevvia-i muhakkikaneleri de ila yevmina haza tasdikkerde-i erbab-ı ilm ü irfandır. Kendilerinden ahz-i ulum ve maarif eden fuzela-yı irfanın başlıcaları şunlardır: Şeyh Garsüddin Halili Şeyh Muhammed Mirza es-Suruci ed-Dımeşki es-Sufi Şeyh Muhammed Mekki el-Medeni Şeyh Seyyid Muhammed bin Ebi Bekr el-Ukud Müellefat-ı aliyyeleri: Şerhu Fususi’l-Hikem el-Müsemma bi-Tecelliyat-ı Araisi’n-Nususi fi Menassatı Hikemi’l-Fusus asar-ı aliyyelerinin en meşhuru olup matbu’dur. Mevakıfü’l-Fukara . El-Vusul ile’l-Hazreti’l-İlahiyyetihi la-Yümkinü illa biHusuli’l-Ubudiyye . Hakıkatü’l-Yakın . Metali’ü’n-Nuri’s-Sünni an Tahareti’n-Nebiyyi’l-Arabi . Tefsirü Ayet-i Fahla’ Na’leyk ala Butuni’s-Seb’a . Risale-i Hadarati’l-Gayb . Tecelli’n-Nuri’l-Mübin fi Mir’ati İyyake Na’büdü ve iyyake neste’in . Şerhu ala Nazmi Meratibi’l-Vücud li’ş-Şeyhi Garsüddin . Şerhu ale’l-Kasideti’t-Taiyye li’bni’l-Fariz . Risaletün fi Tefsiri Nun ve’l-Kalem . Risaletü A’yan-ı Sabite . Risaletün fi Şerhi Elhamdülillahillezi Evcede’l-Eşya an-Adem ve Ademihi . Tercüme-i Terşihat . Gülşen-i Raz-ı Arifan fi Beyan-ı Usul-i Rah-ı İrfan manzumdur . Risaletün fi Tafdili’l-Beşeri ale’l-Melek . Şerhü Kelami Müeyyedi’l-Cündi fi Evaili Şerhi’lFusus . Cilaü’l-Uyun fi Şerhi Kasideti Şeyh Abdülmecid Sivas . El-Yedü’l-Ecvile fi İstilami’l-Haceri’l-Esved . Şerhü Rabbi Yessir vela Tü’assir Rabbi Temmim bi’l-Hayr . El-Burhanü’l-Celi fi Harfi’s-Su’i an Vechi’l-Ayeti fi Hali Yusuf a.s . Risale fi Temessüli Cibril fi Sureti’l-Beşer . Risale-i Uhra fi Temessüli’l-Cibril Türki . Tefsir-i Sure-i ve’l-adiyat . Risale fi Neş’eti’l-İnsaniyye Şerhü Babi’s-Sadis mine’l-Futuhati’l-Mekkiyye . Tefsir-i Sure-i Asr . Tefsir-i Hatta iza belağa Mağribe’ş-Şems . Münacat Bir milletin i’tila ve irtikasına hadim avamil-i muhtelifenin en büyüğü şübhesizdir ki ciddi ve hakıkı bir terbiye-i ahlakıyye ile müterafık olan tahsil-i ilm ü ma’rifettir. Tarih-i alemde ibka-yı nam eden akvam-ı müteaddidenin tealisi ahlak-ı hasene ile müeyyed ictihadat-ı ilmiyye sayesinde vuku’a geldiği gibi fesad-ı ahlak ü iktisab-ı irfandan teba’üd gibi seyyiat da akvamın mahv ü inkırazına sebeb ola gelmiştir. Taşıdığı bir çok misaller ile tarih her zaman bu da’vayı kudsiye-i Kur’an iyye’nin mukteziyatı olan mehasin-i ahlak başladılar. Etraf-ı aleme hatve-endaz olarak azamet ve satvetlerine kaffe-i mevani’i ram ettiler. İhraz ettikleri o i’tila-yı mehib o irtika-yı bi-nazirin esbabı nedir?... Hep o selef-i salihin hidayet-i Sübhaniyyeyi kendilerine mürşid ittihaz etmelerinden ciddi ve hakıkı bir terbiye-i fazıla ile mütehallık olmalarından bugünkü günde de Avrupa medeniyetinin vasıl olamadığı hüsn-i imtizac ü vifak ile aralarında bir aheng-i uhuvvet teşkil etmelerinden münbais değil midir? Ve müslümanların bu günkü hal-i pür melali hep diyen şari’-i a’zamın vasaya-yı kerimanelerini tahattur etmemelerinden naşi değil midir? Bugün tamamıyla sabit olmuş bir hakıkattir ki müslümanların her biri bir mütefekkiri ağlatan her sahib-i hamiyyeti dağdar-ı ye’s ü keder eden şu atalet ve tevakkuflarının en büyük sebebi cehalet denilen maraz-ı kebirin te’sirat-ı muhribanesidir. Hep bu cehaletin te’sirat-ı elimesidir ki bugünkü günde müslümanlar kendilerini bir rabıta-i kaviyye-i uhuvvette bulunmaya da’vet eden evamir-i diniyyelerini unutarak gördüğümüz şu hal-i tefarruk ve inkısama düştüler hep bu cehaletin seyyiesi değil midir ki her nerede olurlarsa olsunlar müslümanlarda derin bir atalet medid bir sükunet ve la-kaydi müşahede olunuyor… Her nereye gidilse müslümanlar akvam-ı mütecavireden ilmen ictimaen medeniyeten daha dun bir seviyede görülüyor. Avrupa erbab-ı medeniyeti alem-i İslam’ı her tarafdan tazyike mahva uğraştıkları halde müslümanlarda bir intibah bir ibret bir teyakkuz görülmüyor. Sefalet meskenet atalet bütün şiddetiyle hüküm sürüyor. Artık şu hastalıktan şu maraz-ı mühlikten kurtulmaya bakmalı. Ve müslümanlar kaffeten bütün mevcudiyetleriyle bu derdin devası olan tahsil-i ilm ü ma’rifete dört el ile sarılmalı ve bu kaziyye-i mühimme en büyük bir meşgale-i lıdır… Artık anlaşılmalı ki bir mektep açmak adüvv-i cehl ile muharebe etmek cihad-ı ekberdir. Ümmet-i merhumeye bir münevver dimağ yetiştirmek en büyük sevab-ı uhreviyi mucibdir. hadis-i şerifi muktezasınca tahsil-i ilm etmek veya bu hususda ibraz-ı muavenet ve fedakaride bulunmak hoşnudiyet-i ilahiyyeyi da’idir. İşte biz –eslaf-ı kiramımızın yaptığı gibi– bu fariza-yı diniyeyi ifa etmeyecek alem-i İslam’ın her tarafında vasi’ ve mükemmel mektepler kesretle görünmeyecek en hücra taraflara kadar eşi’a-i ilm ü ma’rifet nüfuz etmeyecek olursa dinimizin evamirini icra etmediğimizden dolayı ahirette mes’ul olacağımız gibi dünyada da şu hal-i pür-melalde kalacak ve bugün etrafımızda bizi şiddetle sarsan mücadelei hayat-ı beyne’l-milelde bir hatve-i terakkı atamayacağız… Lakin mekteplerin müessesat-ı ilmiyyenin kesret ve ihtişamı maksada kifayet etmeyeceği tabiidir. Tedris olunan ulum ve fünun cedir ve muntazam görülmezse ve o müesseselerde bulunacak evlad-ı müslimin hakıkı ve cidden samimi bir terbiye-i İslamiyye-i ictimaiyye ve ahlakiye ile perverişyab olmazlarsa bir menfaat-i hakıkiyye elde edilemeyeceği şübhesidir. Oradan neş’et edenler –kelimenin bütün ma’nasıyla– alim ve fazıl olmalı ki semerat-ı matlube iktitaf olunsun… Ve bunların eser-i irşadından alem-i İslam müstefid olarak tarik-ı terakkıye dahil olsun… Yoksa el-yevm olmaks ekser mekatib-i mevcudemiz gibi vazifelerini sırf fünun-ı muhtelifenin yalnız kuşuratıyla genç dimağları yormaktan nabit bırakarak hiçbir terbiye-i ictimaiyye ve ahlakıyye vermeksizin terk eden mekteplerden alem-i İslam’a hakıkı bir menfaat gelmez. Ve beyhude bir zahmetten başka bir şey yapılmış olmaz. Evet! Ne kadar şayan-ı teessüfdür ki mekatib-i İslamiyyemiz ve ale’l-husus mekatib-i resmiyyemiz hep yek-nesak bi-sud ve mut’ib tarz-ı tedrisat ile her deryadan bir katre mesabesinde bir hayli ulum u fünunun mebadisi ile talebesinin dimağlarını yormaktan başka bir eser-i ma’rifetleri görülmüyor. Ondan daha mühim olan terbiye-i ahlakıyye ve mıyor. Ve bu sebebden mekteplerimizden hep camid atıl kuvve-i teşebbüsiyyeden mahrum her bir hareketinde intizamsız bir zümre-i şebab yetişiyor ve bunlardan hey’et-i ictimaiyyemiz bir istifade görmüyor… Şüphesizdir ki alem-i İslam’ın intibahı olsa olsa gençlerinin nesl-i atisinin himemat ve ikdamatı sayesinde vuku’ bulabilecekdir. Halbuki gençlerinin ekserisi de hep böyle bisud ve bi-faide tahsil ile iktifa ederek ictimaiyat ve ahlakıyattan mahrum bırakılırsa istikbal-i İslam’a bir nazar-ı me’yusiyyet Görülmüyor mu? Avrupalı misyonerlerin memalik-i İslamiyyemizin her köşe ve bucağıda te’sis ettikleri mektepler nasıldır? İlimden fenden ziyade bu terbiyetlerine aldıkları genç dimağlara kendi amal ve makasıdlarını zerk etmek bilhassa evlad-ı müslimini tarik-ı hidayetten saptırmak için çalışıyor... İşte Darulhilafe’de hıristiyan biraderler Fererler Sen Benuva Robert Kollej… gibi esami-i diniyye ile müesses bir hayli mekteplerle Beyrut’da ve köylerine varıncaya kadar Suriye’de inşa edilen Amerikan Fransız Rus… Darülfünun ve mekteplerinin hedef-i aslisi nedir? Hep kendi arzuları vechile tasfiye-i ruhiyye ve hissiye etmek efkar ve amallerini zerk etmek değil midir? O müesseselere bir girilip tetkık olunsa haricden muhteşem ve müzeyyen mebani-i azimeleriyle gözleri kamaştırmayıp bir nazar-ı basiret ile o yüksek duvarlar arasında yaşayan etfal-i İslam’ın ahval-i ruhiyyelerine bakılsa ne kadar elim safhalar görülür... Fen Hedef-i aslisi; o ma’sumları tarik-ı hidayetten saptırmak ruhen hissen kalben ve kalıben ya bir Fransız veya bir İngiliz… yapmaktır. Maatteessüf; o müesseseler günden güne muvaffak oluyor… Ta’kıb ettikleri o hulul-i muslihane politikasının semeratını ıktitaf ediyor. Alem-i İslam’ın kıblegahına böylece cerihalar açılıyor da kimse bu derde deva-saz olmuyor… Erbab-ı basiretimiz bundan ibret almalı mekteplerimiz artık yanı başlarında duran mekatib-i ecnebiyye gibi terbiye-i diniyye ve ahlakıyyeye ehemmiyyet vermeli. Emr-i terbiye ve ta’lim ile müşteğil muallimlerimiz hocalarımız bu canlı noktaya ehemmiyet vererek şebab-ı hazırımızca gittikçe tevessü’ edegelen fıkdani-i ahlak za’f-ı diniyi telafi edecek akval ü ef’alde bulunmalı ah! Bilinse bir muallimin ne kadar büyük bir nüfuz ve te’siri vardır. Onun her sözü talebesinin zihninde hakk olur… Her bir nasihati ruhlarda bir iz bırakır… Böyle bir silaha malik olan muallimlerimiz her zaman ve her dersde aralıkta salabet-i diniyye uhuvvet ve ittihad izzet-i nefs azm ü sebat ve saire gibi esasen me’mur olduğumuz mekarim-i ahlak-ı İslamiyyeye teşvik etseler… Alel-husus ahval-i alem-i İslam’dan misaller iradıyla kulub-ı ma’sumenin hissiyat-ı ruhiyyelerini okşasalar ve bu suretle fazilet ve ma’rifeti cami bir şebab-ı İslam yetiştirseler… Hayat-ı müstakbelemiz için bir nokta-i ruhiyye teşkil eden şu emr-i terbiye ve ta’lim öteden beri fikrimi işgal etmekte ve bütün ihtisasat-ı kalbiyyemle şu mes’ele-i mühimmeyi düşünmekteyim… Şarklılık ve şebabet beni tehayyülata sevk eder durur… Vakit vakit terbiye-i şebab-ı İslam hakkında i’mal-i fikr eder dururum ne olur derim… Metaf-ı kulub-ı İslamiyan olan Darulhilafe’nin bir mevki’-i mu’tenasında havadar ve meserret-aver bir mahallinde şerait-i lazımede yapılmış bir mektep binası olsa… Dershaneleri mutalaahaneleri latif ve müferrih olsa… Mektebin etrafı açık te[ne]ffüshaneleri vasi’ olsa… Cami-i şerifi müzehane hikmet ve kimyahane cimnastikhane alaim-i cevviye rasadhanesi nebatat bahçesi…. mükemmel olsa kütübhanesi leba-leb müfid ve nafi’ asar ve müellefat ile memlu olsa…. hülasa mektebin her tarafına eşi’a-i ziyaiyye nüfuz etse her tarafda eser-i nezafet ve intizam ru-nüma olsa… Nuraniyet her köşesinden in’ikas etse her taraf gülse her köşede asar-ı hayat ve meserret tezahür etse… orada da mevsim-i haccın bir numunesi gibi bilad ve memalik-i İslamiyye’nin her tarafından talebe bulunsa Sibirya’nın buzlu sahralarından Afrika’nın ateşin çöllerine varıncaya kadar ekalim-i muhtelifede sakin şübban-ı İslam’ın birer enmuzec-i ma’sumu bulunsa.. ve bunlar orada ciddi ve hakıkı bir terbiye-i İslamiyye hiss-i vahid ile mütehassis yalnız ve yanız İslamiyeti telebbüs etmiş bir kitle-i müttehide-i İslamiyye numunesini teşkil eyleseler… Etfalin ruhuna en ziyade i’dadi tahsili esnasında nüfuz edilegeldiğinden o mektepte tedrisat-ı i’dadiyye ile limiyyesi tatbik edilerek tedrisat yapılsa muhakeme ve felsefesi miyye’nin mükemmel coğrafyaları tedris edilse orada talebenin ruhen hissen teali etmelerine kuvve-i teşebbüsiyye ve ameliyye iktisabına ve bilhassa aralarında İslamiyet’in iktiza ettiği metin ve zeval-na-pezir bir uhuvvet-i kamile husulüne çalışılsa… Velhasıl orada bütün ma’nasıyla genç müslümanlığın sahib-i azm ve teşebbüs münevver dimağları yetişse ve bütün mekatib-i İslamiyye bu hayal-i mutasevverin şu tarz-ı terbiyesini ta’kıb etse… O zaman istikbal-i İslam’a bir sürur bir nazar-ı emniyet ile bakılır. Bence bu bir gaye-i amal bir bedia-i hayaldir… İlm ü irfana teşne olan alem-i minine bir uhuvvet-i kamile ve bir terbiye-i fazıla ihsas ettirecek mekteplere pek ziyade muhtaçtır… Bu tarzdaki mektepler olur… Oradan yetişecek alim-i İslam ve fazıl ensal-i atiyye; olur… Vatan-ı Osmani’de Robert Kollej Sen Jozef… mektepleri gibi bir sistemde ve bir tarzda “Uhuvvet-i İslamiyye Mektebi” namıyla bir mektep te’sis etse. Bu bedia-i hayal kalıb-ı hakıkate ifrağ olunsa… ve mekatib-i İslamiyye-i mevcudemiz tarafından bu his ve ihtiyac takdir edilerek uhuvvet ve terbiye cihetlerine biraz daha dikkat olunsa… olunsa da artık her sahib-i hamiyyeti ağlatan her bir dimağ-ı mütefekkiri düşündüren şu hal-i pür-melalimizi mübeddel-i surur etsek… Kulub-ı me’yuseye bir nefha-i ümid ve memnuniyyet gelerek nikbinane nazarlarla istikbale baksak…. Otuz bu kadar sene evvel aksa-yı şarkta cahil ve idaresiz bir takım derebeyler zadeganlar samuraylar soğunlar taygutlar elinde kalan eski Japonya o vakit ruhani bir reisden hükümdardan başka bir şey olmayıp; hakıkatte Japonya’nın bir tacdar ailesi hanedanı olan Mikado’yu riyaset-i hükumete makam-ı hükümdariye getirdi. Arzu ve inkılab-ı milletle husule gelen hükumet-i meşrutanın riyasetini işgal ettirdi. El-an hükümdar olan genç Mikado Motso Hito hazretleri adat-ı milliyyeyi nazar-ı dikkatlerinden ayırmayarak Avrupa ve Amerika medeniyetlerini terakkiyatını kabul etmeye başladı. Japonların az zamandaki terakkiyatı hepimizin hayretini mucib olmuştur. Fakat bu hayret fikrimce Japonların mekteplerine ba-husus mekatib-i ibtidaiyyesine aid olmalıdır. Bu gün manzume-i düveliyye miyanında bir mevki’-i bülend kazanan Japonya şüphesiz dün teessüs eden mekatib-i ettiriyor. Japonya kuvve-i medeniyye ve siyasiyyesinin bugün medyun olduğu mektepler diğer Asya ve şark akvamına güzel bir ders bir intibahdır. Garb silahları bıraktırıp mektepleri açan bir dahi hükümdarın namıyla iftihar ederken şark da aynı fikirlerle ilerleyip garbın kaviyyü’ş-şekime muazzam bir hükumetine hezimet marşı çaldıran bir Japonya’nın namını tebcil eder. hemşehrilerine ibtidai mekteplerini maarif mecburiyetini Japonlar terakkıyat için adım atmaya başladıkları zaman evvela mektepleri terbiye-i milleti nazar-ı dikkate aldılar. Gençlikle galeyan eden ruh-ı millet iyi bir terbiye-i medeniyyeye muhtaç olduğunu takdir ve ilk önce tahsil ve maarif mecburiyeti nazar-ı dikkati celb eyledi. ’de hususi bir nezaret tarafından Japonya’da terbiye-i umumiye için alelacele bir nizam neşr edildi ise de ’de ba-emr-i hükümdari terbiye-i ibtidaiyye bir kanun-ı mahsus ile i’lan olundu senesinde Maarif Nazırı olan Mösyö “Arinori Mori” mektepler kanununun ıslahı ve terakkısi Bundan sonra da mektepler hakkında düşünülmekten hiçbir vakit hali kalınmadı; Maarif Nezareti senesinde yirmi senelik tecrübeleri esas ittihaz ederek bir kanun meydana çıkardı ve bu kanun memleketin ihtiyacat ve haline tamamıyla muvafık geldi. ’dan i’tibaren mekteplerin adedi gerek kasaba ve gerek kurada çoğalmaya kafi bir mikdarı bulmaya başladığından çocukların mektebe devam yaşları düşünüldü ve Japonya’da mekteplerin adedi çoğaldıkça çoğaldı. senesinde neşr edilen bir istatistiğe nazaran el-haletü hazihi Japonya’da mekteb-i ibtidai ta’dad ediliyor ki bunun . kadarı ali sunufu ihtisas sınıflarını havidir. Hususi mekatib tabiidir ki bu rakamlar haricindedir. Japonya’da mekatibin idaresi doğrudan doğruya ahaliye muhavveldir. Yalnız valiler ibtidai mektebini idare ettikleri gibi Maarif Nezareti de Tokyo’da iki mektebi yed-i Japonya’da sinn-i tahsil mecburi olarak altı yaşından on dört yaşına kadar imtidad eder fakat tahsil-i ibtidainin dört seneliğini ikmal eylemek üzere hükumet şiddet isti’mal eyler. Memalik-i medeniyyenin her tarafında olduğu gibi Japonya’da da ibtidai mektepleri iki kısımdır biri kısm-ı adi ki Japonya mektepleri her şeyden çok ahlaka ahlak-ı milliyyeye esas ittihaz kılınan terbiye-i milliyye mekteplerde istikbali ellerine alacak olan çocuklara fevkalade ehemmiyetle verilir. Terbiye-i fikriyye hususunda Avrupa mekatibi derecesinde bir terakkıye mazhardırlar; Japonya’da ana mektepleri bile halkın fevkalade rağbetine mazhar olmuştu. Bütün ibtidai mekteplerinde tedrisat gayet ameli ve memleketin tealisi esasına ma’tufdur. Japon evladları bu terbiyenin te’siri iledir ki cem’iyyet içerisinde yaşamak te’min-i hayat eylemek Japonlar terbiye-i bedeniyyede fevkalade i’tinalar ediyorlar. Din-i mübin-i İslam bize terbiye-i bedeniyyeyi emr ederken Hazret-i peygamber efendimiz ilm-i ebdanı nazarlarımızdan uzak bulunduruyoruz; sonra Japonlar şarkı garb akvamı bugün yaşamak muvaffak olmak müteşebbis olmak için terbiye-i bedeniyyenin bir adama behemehal lazım olduğunu takdir ediyor. Japon mektepleri “Salim bir dimağ sağlam bir vücudda bulunur” esasını tamamen kabul eylemişlerdir. Terbiye-i bedeniyye fikriye ve ahlakiyenin Ruslara karşı galibiyeti kazandırdığını pek güzel takdir eden Japonlar çocuklarını muntazaman mektebe göndermekte onların terbiyelerini seviyelerini ta’kıb eylemekte fevkalade sahib-i Nüfus-ı umumi nazar-ı dikkate alınacak olur ise mevcud çocukların erkek çocuklardan yüzde’sı ve kız çocuklardan yüzde’i muntazaman mektebe devam ederler. Japon mekatib-i ibtidaiyyesinde çocuk vardır. Japonya’da nahiye müdirleri tevellüdatı nazar-ı dikkate alarak sinn-i tahsile vasıl olmuş olan çocukların bir listesini tanzim eder ve velilere çocuklarını mektebe göndermesi için emir verirler. Eğer veliler yerlerini değiştirmiş iseler o vakit polise ma’lumat vererek yeni mahall-i ikameti öğrenilir. Bu vechile sinn-i tahsile vasıl olmuş olan bir çocuk hiçbir vakit mecburiyetten kurtulamaz mecburiyetten kaçmak isteyenler duçar-ı ceza olurlar. Bazı çocuklar fevkalade hastalıklı olur; bunlara mahsus civarda mektep yoksa onlar tahsilden muafdırlar. Bir de mektep olmaz ise veyahud mektep uzak olacak olur ise keza o çocuğun mektebe adem-i devamına müsaade edilir. Mektebe gidecek çocukların listelerini tanzim eden nahiye müdirleri bu listeleri mektep muallimlerine muntazaman gönderir. Gerek mektep muallimi ve gerek nahiye müdürü vazifesini bi-tamamiha ifa ederler ve ifa ettikleri içindir ki bugün oğlan çocukların % sı mekteplerde isbat-ı vücud eyliyor. Japonya’nın bu mecburiyet-i tahsil kanununa müşabih bizde de zirde yazdığımız vechile maarif-i umumiyye kanununda mevadd-ı mahsusa vardır. Fakat Japonlar o kanunu tatbik edebiliyor biz ise tatbikten aciz yaşıyoruz. Maarif-i Umumiyye Nizamnamesi’nden aynen alınmıştır: Madde: Hocalar evkat-ı muayyenesinde hazır bulunup ta’lim ve tedris ve mahalle veya karyenin esnan-ı tahsilde bulunan çocukları mektebe devama mecburdurlar. Madde: Memalik-i Devlet-i Aliyye’de mekatib-i sıbyaniyye derslerinin tahsiline devam olunması etfal-i inas için altı yaşından on yaşına ve etfal için yedi yaşından on bir yaşına kadar mecburidir. Madde: Bir mahalle veya karyede sıbyan mektebe gitmek için zükur ve inas esnan-ı tahsilde ne kadar etfal var ekaribinin esamisini mübeyyin ihtiyar meclisi ma’rifetiyle bir defteri yapılıp ve zeyli temhir edilip mektep hocasına teslim kılınacaktır. Madde: Dahi gençlerin muamele-i cebriyyeden ma’füv tutulacağını izah ediyor. Bizim maarif kanunumuz da Japonya kanunu kadar mükemmel. Mükemmel olmayan bir şey var ise onun tatbik edilememesidir. Japonya muallim veya muallimeleri devam etmeyen çocukları nahiye müdürüne ihbar ederler nahiye müdürü ise o çocuğun velisine tenbih eder ve icabında ceza verir. Bu dahi bizim maarif kanunumuzda vardır. Bakınız kanunun on ikinci maddesi ne diyor: Madde: Tertib edilecek defterde ismi muharrer çocuklardan mektebe gelmeyenler olur ise hoca tarafından mahalle muhtarına haber verilerek ol çocuğun peder veya validesi veyahud en yakın akrabası ihtiyar meclisine celb olunarak çocuğunu mektebe göndermesi teklif ve ihtar olunacaktır. Bir ayda üç defa ihtar vuku’ bulub da çocuğun on üçüncü maddede muharrer a’zar ile ma’zur olmayarak gönder[me]diği tahakkuk ederise ta’limat-ı mahsusasına tevfikan o makulelerden haline iktidarına göre beş guruştan yüz guruşa kadar ceza-yı nakdi alındıktan sonra yine te’siri görülemez mektebe konulacaktır. Japon nahiye müdirleri mektepleri her zaman nazar-ı dikkatlerinden ayırmazlar on kişiden mürekkeb olan ibtidai mektepleri meclis-i mahsusu bütün mektepleri dolaşır ve aileler susi maarif cem’iyetleri vardır ki bunlar Japonya’da maarif-i büsatta bulunurlar mektepler küşadına çalışırlar çocukların mektebe gönderilmesi muntazaman devam ettirilmesi için ahaliye nasihatler verirler. Bu cem’iyetlere muallim ve muallimeler de dahil olurlar. Bu sayededir ki on sene içinde erkek çocukların mektebe devamı bire iki nisbetinde tezayüd eylemiştir. Mekatib müfettişleri de Japonya’da fevkalade sa’y ü gayret ederler. Müfettişler çocuğunu mektebe yollamayan pederlere validelere mektebin fevaidini kabul ettirmek onda bir kanaat hasıl etmek fikirlerini düşüncülerini tashih eylemek ruya cebirden daha ziyade müntic-i faidedir. ’de neşr edilen bir istatistiğe nazaran Japonya’da . muallim ve . muallime mevcud idi. El-an her yerde kafi derecede mektep vardır. Bazı büyük karyelerde hatta iki mektep vardır. Küçük mekteplerde kız ve erkek çocuklar beraber okurlar. Kız çocuklar mektebe gelmezden evvel evlerinde bazı ev mektepte bir ufak birader veya hemşiresinin bil-cümle ihtiyacına sarf-ı ihtimam ederler. Bu suretle idare-i beytiyyeye ve çocuk büyütmeye ve terbiye etmeye vukuf hasıl ederler. Japon mektepleri umumiyetle temiz havadar şık ve hıfzu’s-sıhha ve fenn-i terbiye nokta-i nazarından gayet müsaid bir haldedir. Mekteplerde fuzuli tezyinat yoktur. Fakat pedegoji nokta-i nazarından hiçbir hata mevcud değildir. Evvelce de söyledik ki Japonlar çocuklarının mektebe muntazaman devamına fevkalade gayret ederler. Bütün Yokohama mekteplerinde tutulan bir istatistiğe nazaran bir günde en çok talebe na-mevcud bulunmakta imiş. Mevcud olanların vasatisi ise ilave sınıflarında % hususi mekteplerde % ve umumi mekteplerde ise % dur. Bir çocuk hasta olur ise mektebe gitmeyebilir hastalıktan başka bir çocuk için ma’zeret tasavvur edilemez. Hasta olan çocuğun velisi hemen muallime veya mürebbiyeye nu bir hafta mütemadiyen mektebe yollamaz ise nahiye müdürü o veliye müracaat eder ve bir kartpostal yazarak adem-i devamın sebebini anlar ve icabına göre hareket eyler. “Hükumet ahalinin peder-i umumisi vaz’iyyetini alarak tahsil-i ibtidaiyi mecburi kılmıştır” diyoruz. Bu pek muhık ve doğru bir hakıkattir. Fakat hükumetlerin o vazife-i pederaneyi hakkıyla ifa eylemesi lazım gelir. İşte buna muvaffak olan Japonya’dır. Otuz şu kadar senelik bir sa’y ile Avrupa’nın bir çok senelik terakkıyatına ancak şu vazife-perverliği pederliğe yakışacak hüsn-i i’tinası sayesinde yetişebildi. Her sa’y yanında sebat olunca güzel semereler verir. Japonya’nın sa’y ü sebatı sayesinde bulduğu terakkıyatı biz bütün ehl-i İslam şarklılar hiçbir vakit nazar-ı dikkatten dur tutmamalı ve cehaletten esaretten kurtulmak istiyor Geçen sene tab’ olunup umum mekatibe ta’mim edilen ve Muhammed Abdülkadir ve Osman Mükerrem imzasıyla tertib ve neşr olunan Asya haritalarının bir çoğunda Bahr-i Ahmer sahil-i şarkisinin kısm-ı müntehasında Akabe dahil olduğu halde tulen on beş ve arzan üç dört günlük bir arazi Mısır hududu dahilinde irae edilmekte olduğu kemal-i senesinden beri arazi-i mezkure yani Elvecih’den Akabe’ye kadar olan on beş günlük mesafe Hicaz dahiline alınarak o vakitten beri taht-ı idaremizde olduğu gibi üç yüz yirmi senesinde dahi İngiltere Hükumeti tahrikatıyla Mısır Hükumeti peyrev olarak ve bu gibi haritaları istidlal ve istişhadla Akabe’nin cihet-i garbiyyesinden bir saatlik bir mesafede “şuraları Mısır’ındır” diye karakol inşasına ve asker iskanına kıyam eylemeleri üzerine Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye beş altı tabur bir kuvvet Akabe’ye sevk eylemiş hemen hemen Bunun üzerine gerek Mabeyn’den ve gerek Mısır Hükumeti’nden birer hey’et-i murahhasa ta’yin kılınarak Akabe Körfezi’nin yedi sekiz mil karşı sahil-i garbiyyesinde vaki’ Taba nam mahalden bed’ ile Bahr-i Sefid sahili civarında Errefah’a kadar cihet-i garbiyyesi Mısır’da ve şarkiyesi Devlet-i aliyye’de kalmak üzere tahdid edilip bu suretle hat boyunda ehram-ı nakıs şeklinde sütunlar bina olunarak haritası tanzim ve icab eden “protokolü” hey’eteyn-i murahhaseyn beyninde tasdik kılınmış iken hala arazi-i mebhusün-anhayı Mısır hududu dahilinde irae edilmekte ne ma’na vardır. Ve evladımıza hak-i vatanın isterse bir avucu olsun diğer memalikte gösterilmekte ne muhassenat vardır. Yoksa tetebbu’-ı hakıkat edilmeyerek bir asır evvel yapılan haritalardan kopya olaraktan mı tertib olunuyor. Veyahud biz mi yanlış telakkı etmişizdir. Mes’elede bulunduğumuz Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’ye takdim kılınan haritada ve gerek üç yüz yirmi dörtte neşr edilen Akabe Mes’elesi nam eserde hakıkat hakkıyla tezahür eylediğinden hata kimde ise vatan-ı mukaddes namına merci’-i aidinin izah ve tashih buyurması rica olunur. Bu sabah gazetelerini okuyan her müslüman eminim ki benim kadar müteessir olmuş benim kadar bu zavallı millet-i Bu millet-i İslamiyyenin bu kadar felaketlere ma’ruz kalmasına sebeb nedir? Bu millet-i mağdure bu ümmet-i mazlume ki kalbi pak vicdanı saf bütün düşüncesi insaniyyete teali-i beşeriyyete hizmet. Böyle olduğu halde bu takdir-i Afrika’nın ateşin sahralarında Sibirya’nın soğuk vadilerinde Rusya’nın yalçın dağlarında yalnız senin namını takdis yalnız zat-ı uluhiyyetini tebcil ile meşgul olan bu millet-i yan gözleri kahr u zilletten titreyen kalbleri teskin etmeyecek misin? Birliğini vahdetini tanıyan ve onun için yaşayan ondan başka bir ümid-i necat ve selameti olmayan bu millet daha ne kadar sabr edecek zaif omuzlarında bu bar-ı felaket ve hacaleti ne zamana kadar taşıyacak? İnsaf merhamet ya Rab! Bugünlerde tahaddüs eden vekayi’ artık biz İslamlara gösteriyor ki “ittihad” etmezsek hiçbir zaman terakkı edemeyecek ve ile’l-ebed makhur ve muzmahil olacağız. Eğer Avrupalıların medeniyet diye önümüze attıkları vahşete boyun eğecek olursak onların bu zulüm ve hakareti gittikçe teşeddüd edecek ve şimdiye kadar gaib ettiğimiz kıtaat-ı mış olacağız. Lakin son pişmanlık faide vermez. Bir defa Allah için olsun düşünelim bir ay zarfında İslamiyete Afrika’da yaşayan ve bütün kabahati müslüman olmaktan başka bir şey olmayan Sultan Senusi hazretleri bir Fransız müfrezesi tarafından bütün evlad ü iyali ile beraber feci’ bir surette kahbecesine şehid ediliyor. Sonra o hükumete mensub olan bir gazete bu hunharlığı bir muvaffakıyet gibi lisan-ı sitayişle gazetesine geçiriyor. Biz ise yalnız onu tercümeden başka bir şey yapmıyoruz. Yapamıyoruz. Diğer tarafdan Rusya Hükumet-i müstebiddesi bütün hapis mekteplerini ta’til muallimlerini nefy ediyor. Ve orada yaşayan otuz milyon müslüman kardeşlerimize enva’-ı zulmü Ve hiçbir şey söylemeye muktedir olamıyoruz. Yazık bu millete! Bu kanı canı donmuş millete!.. Hudeyde’de bir İtalyan öldürülüyor İtalya Hükumeti kıyameti koparıyor tazminat istiyor nümayiş yapıyor Bulgaristan hududunda Yunan hududunda askerlerimize hücum eden bir eşkiya gebertiliyor da aleyhimize söylenmedik laflar yazılmadık yazılar kalmıyor. Sonra diğer tarafdan köylerimizi yakıyorlar zavallı İslam kardeşlerimizin kulaklarını burunlarını kesiyorlar da yine biz sükut ediyoruz. Tebaamızdan sırf eser-i teşvik ile isyan eden bir takım cühela üzerine asker sevk edecek oluruz da İngiltere’nin büyük! gazetesi Times Avusturya’nın Katolikler üzerindeki hakk-ı himayesinden bahsederek hıristiyanlara isyan etmiş Katolik Arnavudlarına bir şey yapamayacağımızı söylemek istiyor. Geçen seneki Arnavudluk isyanında hükumeti usatı şiddetle te’dib ettiğinden dolayı Avrupa gazeteleri alkışlıyordu. Aynı gazeteler bu sene aynı kavme mensub lakin Hıristiyan olduğundan himaye ediyor ve onlara askerimizin vahşiyane muamelesinden bahsediyor. rim aranızdaki her türlü nifak ve şikakı kavmiyyeti bil-cümle mesaili terk ederek yekdiğerinize sarılmaz ve birbirinizin kusurlarına nazar-ı müsamaha ile bakmazsanız halimizin neye varacağını ve daha nice nice felaketlere duçar olacağımızı Cenab-ı Hakk’ın ve Peygamber Efendimiz’in huzuruna ne yüzle çıkacağımızı dünya ve ahirette zelil ve hakır olacağımızı düşünün bizi bu felaket-i uzmadan kurtaracak yalnız bir çare kalmıştır ki o da “Habl-i metin-i ittihad”dır. kemez. Bin seneden beri omuzlarımızda taşıdığımız “salibin zulmünü” “tahakkümünü” bir anda fırlatarak bu yalancı medenilerin yüzlerine çarparak vazife-i insaniyye ve İslamiyyemizi yapmış oluruz. Efendim Türkistan ahali-i İslamiyyesi din kardeşlerimizin duçar oldukları felaket-i müdhişe hakıkaten kulub-ı insaniyyeyi dağdar ve müteessir etmiş olduğu derkar olmakla bu babda cem’iyetimizce de a’zalar miyanında guruş toplanılıp tarafınıza ba-posta irsal ediyoruz lütfen delalet buyurmanız mütemennadır. Fazilet-meab efendim Türkistan’da vuku’a gelen tezelzülat-ı arziyyeden pek çok dindaşlarımızın duçar-ı mesaib oldukları haber-i matem-engizi huzur ve rahatımızı selb etmiş ve böyle azim bir felaket-i müellime karşısında bulunan bi-vayegana muavenet lazıme-i şiar-ı insaniyyet ve diyanet bulunmakla teşrih-i meram ve maksad için müsaid bir zemin gözedilmekte bulunulmuş idi. Dün gece askeri müteahhidlerinden Abdullah Ağa’nın hanesinde kıraat olunan mevlud-i nebeviyi müteakıb söz o zavallı musibet-dide kardeşlerimize intikal ettiğinden hazırun bir telehhüf-i deruni ile cem’-i ianeye tevessül eylemiş ve toplanılan guruş vesatet-i hayr-hahanelerine müteşekkiren takdim kılınmış olmakla icabının Kaimmakam Bey- Telgraf müdirü EfendiRedif Yüzbaşısı Mustafa Efendi- Mülazım İzzet EfendiJandarma Yüzbaşısı Efendi- Mal Müdiri Efendi- Kaşif Efendi- Nizamiye Yüzbaşısı Efendi- Hakim EfendiŞu’be me’muru efendi- Komiser Efendi- Rüşdiye muallimi efendi- Abdullah Ağa- Tahrirat Katibi EfendiSandık Emini efendi- Muallim-i sani Efendi- Sa’deddin Efendi- Mehmed Çavuş- Ahmed Ağa- Berber Hüseyin Ağa- Telgraf Çavuşu Mehmed Ağa- Polis Necib Efendi- Bekir Efendi- Kasaba Tahsildarı Nuri EfendiTahsildar Hüsnü Efendi- Hasan Ağa- Hacı Mahmud Ağa- Gardiyan Asım Efendi- Tahsildar Hoca- Mahkeme Başkatibi efendi- İbtidai muallimi efendi- Abdullah Ağa’nın validesi hanım- Tabur Katibi EfendiEytam Müdiri Hızır Efendi- Monla Hüseyin- Nüfus Me’muru efendi- Tahsildar Hüseyin Efendi- Tahsildar Kadir Efendi- Meclis-i İdare A’zası Rıza Efendi- Mahkeme a’zasından Şerif Bey. Yekun: guruş. Efendim! Asya-yı vüsta felaket-zedeganı kardeşlerimizin tehvin-i üzere İstanbul’da bir komisyon teşekkül ettiği haber alınmış ve bunlar vasıtasıyla bir iş görülecek ümidini besleyerek şimdiye kadar bekledik. Maatteessüf ne öyle şu’beden bir esere ne de bu yolda ianeye da’vet eden bir beşere tesadüf etmedik. Bundan sonra da artık teşebbüsatta bulunacak dahi olmayacağına kanaat ve binaenaleyh kendi kendimize topladığımız balada ma’ruz paranın bugünkü posta ile ve havale suretiyle idarehane-i alileri namına takdimine mecburiyet hasıl oldu. Bilmeyiz ki ne diyelim damarlarımız mı uyuşmuş yoksa intibah-ı hakıkı mukadder mi değildir? Her halde delaletinizi rica ederiz efendim. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Nisan Altıncı Cild - Aded: Halife-i müslimin Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin taht-ı hilafetine calis oldukları bu ruz-ı mes’udun bilcümle müslümanlar ve Osmanlılar hakkında badi-i fevz ü felah olmasını merhamet-i İlahiyyeden an-samimi’l-kalb temenni eyleriz. Hakim-i mutlak azze şanuhu hazretleri kavl-i şerifi ile melaikeyi huzu’ ve teslime irşad buyurmuştu. Siz nev’-i insanın istihlafında mütehayyir iseniz de bundaki hikmet ve maslahata ben azimü’ş-şanın ilmi vasi’ olmakla gerden-dade-i rıza ve inkiyad olun meali evvel emirde kendilerine ilham veya i’lam olunmuştu. Canib-i Rabb-i izzetten sudur eden bu cevabın melaike-i kiramı kemaliyle rini irca’ etmiş olduğu vareste-i iştibahdır. Bunun beyne’l-beşer naziri vardır; bir kimse bir şeyin vuku’unu i’tikadınca ba’id görse bile o şeye kendisinin fevkınde bulunduğuna mu’tekid bulunduğu bir zatın tasaddi ettiğini görünce onun imkanını teslim eder. Turuk-ı aliyyede müridanın mürşidleriyle olan halleri bu kabildendir. Ulum-ı tabi’iyye erbabının zuhura getirmeye çalıştıkları şeylerin emakin-i ba’ideye elektrik ile nakl için hutut-ı telgrafiyye yapanların o ahbarı telsizde isal edebilecekleri daha telsiz telgraf bir gün olup da nakl-i savt ile rü’yet-i mütekellimi cami’ bir alet icad edebilmelerinin imkanı da tasdik olunur. Bizce bu müsteb’ad görünse de ehl-i fennin bu husustaki teşebbüslerine nazaran bunun da derece-i tekemmüle vasıl olacağını i’tikad ederiz. Melaike-i kiram ise şuun-ı ilahiyyeye bizden daha vakıf oldukları cihetle halk ve icad-ı halifeden birden bire ta’accüb etseler bile edna bir tenbih kendilerini yakine irca’ edeceğinden kavl-i şerifi fevkalhad onları Maamafih bir alim-i muktediri şu suretle teslim ve tasdik etmek müte’accibin nefsinden hayret ve ıstırabı belki izale etmez. Nefs zuhura geleceğinde mütehayyir bulunduğu bir emrin bil-fiil alem-i vücuda gelmesi ve esrar ve hükmüne muttali’ olmasıyla ancak sükunet bulur. Li-haza cenab-ı akdes-i kibriya melaikeye lutf u kerem edip bu halifenin halk ve icadındaki sır ve hikmetine onların ilim ve vukuflarını lim ettikten sonra onları melaikeye arz ve irae etti. Bunun üzerine şu halifenin fıtrat ve isti’dadında kendilerinin bilmedikleri eşyaya ilim ve daniş bulunduğunu melaike anladı ve bu halifenin ruy-ı zeminde makam-ı hilafete istihkakının vechi ve fesad ve sefk-i dimaya dair me’mul olan umurdan hiç biri hikmet ve maslahat-ı istihlafı izale etmeyeceği kendilerine nümayan oldu. Evet insana ilm-i vasi’ ihsan buyurulmuştur; fakat bu ilim ne efrad-ı insandan bir ferde ne de mecmu’-ı nev’e def’aten verilmemiştir ki ilmullaha müşabih olsun. İnsan her ne zaman ilmullahdan nasibedar olsa cehlinden naşi evvelce bilmemiş olduğu şey kendine zahir olur. Şu halde si’a-i ilmi ile beraber insana ilm-i ilahiden ancak bir mikdar-ı kalil verilmiştir; Maamafih insan ilm-i ilahinin ekmel mezahiridir. İşte bunun için Hazret-i allam-ı habir laikeye izhar ederek şöyle buyuruyor: Ve Adem’e cemi’-i esmayı ta’lim etti. Cenab-ı Hak Adem’i cemi’-i eşyayı bilmeye müste’id bir surette yarattı. Tahdid ve ta’yin etmeyerek cemi’-i eşyanın ilmini onun derununa ilka eyledi. Ma’kulat ve mahsusata mütehayyilat ve mevhumata dair enva’-ı müdrikatı idrake müste’id olarak onu halk edip eşyanın zevat ve havassını esmasını usul-i ulumu kavanin-i sına’atı bunların alat ve keyfiyat-ı isti’malatını bilmeyi kendisine nun şu suretle müste’id-i idrak ve ilham olarak halk olunmasıdır. Melaike-i kiram bu isti’dad üzere halk edilmiş olmadıkları cihetle onlar tarafından: Ya Rabbena sen nev’-i beşere bizim bilmediğimiz eşyayı ta’lim buyurdun; bizde ta’lim buyurmuş olaydık biz de onların bildiklerini bilir idik; neden onların bizim üzerimize fazl ve meziyeti bulunsun.. diye sual irad olunamaz. Esma ile de murad müsemmeyattır. Medlulünden delil arasında şiddet-i ittisal olup birinden diğerine sür’at-i intikal bulunulduğu içindir. İlm-i hakıkı ancak nefs-i ma’lumatı mek Adem için pek o kadar fazl ve meziyet addedilemez. yani ma’lumun zihindeki suretine ve ta’bir-i diğer ile bir şeyin alim nezdinde ma’lum olmasına badi olan surete ıtlak edilir. İsim müsemmanın aynı mıdır veya gayrı mıdır diye cereyan eden ihtilafdaki isim bu ıtlaka göre isimdir. Yunanlılar da zihinde olan ma’luma isim lafzını ıtlak ederler idi. Zihinde olan hakaik hakaikin aynı mıdır veya sureti midir diye vaki’ olan ihtilaf ilm-i ma’lumun aynı veya ma’lumun gayrı mıdır zemininde vuku’ bulan ihtilaf gibi meşhurdur. Lafzdan ibaret bulunan isim müsemmanın aynı mıdır ya gayrı mıdır diye cereyan eden ihtilafa gelince bu ihtilaf ehl-i nazar ve istidlalin hata eyledikleri umurdandır bu da ismin tir; zira bedihidir ki lafız ma’nanın biz-zarure gayrıdır. Bu zikr olunan ıtlaka mebnidir ki isim takaddüs eder te’ali eder: bu ıtlaka nazaran nam-ı akdes-i Samadani zat-ı uluhiyyetine mütedair ilmimizin vasıl olduğu sıfat-ı aliyyesi ve derunlarımızda şa’şa’a-endaz olan hüsn ü azamet-i Cenab-ı Hak Adem’e her şeyi ta’lim buyurdu; Adem didede husul bulması arasında fark yoktur Allah teala her şeye kadirdir. Bu kuvve-i ilmiyye nev’-i beşerin kaffesine am ve şamildir. Fakat bundan ebna-yı beşerin esmayı daha birinci günden bilmiş olmaları icab etmez binaenaleyh bu kuvvetin onlar için sübutunda eşyayı bahs ve istidlal ile bilmeleri kifayet eder. Hülasa Hak celle ve ala hazretleri Adem’e beyan ettiğiniz vech ile cemi’-i esmayı ta’lim etti sonra anları melaikeye arz ve irae buyurdu Kendi hallerine münasib ilham ile melaikeyi o eşyanın mecmu’una mahdud olmaz idi halbuki Cenab-ı Hak o eşyayı onlara arz ve irae edip kendilerinden o eşyayı sual-i tebkit ile sual ederek dedi ki eğer siz mülahazanızda sadık iseniz bunların bu müsemmeyatın esmasını bana inba edin ruy-ı zeminde beşerden halife nasb ve ikame edilmesi mucib-i hayret ve istiğrab olup da bu hususda ibtida-yı emrde ezhanınıza tari olan tereddüd hedef-i hakikate isabet etmişse işte size o halifenin hakaik ve havassına muttali’ olduğu eşyayı arz ve irae ediyorum. Bana o eşyanın esmasını haber verin o eşyaya ilim ve vukufunuz izhar edin. Melaike dediler ki: Ya Rabbena seni şan-ı akdesini laik olmayan umurdan tenzih ve takdis ederiz. Haşa ki senin ilmin kasır olsun da halifeyi abes ve beyhude yaratmış olasın. Sen bize ta’lim ettin ise bizim ilmimiz ancak ondan müsemmiyyatı muhit değildir. Alem-i melekiyete münasib ulumu bize kabiliyetimize göre ta’lim buyurdun. Daire-i neyi halk ve icad edeceğini zat-ı uluhiyyetin bilir ve onu hikmet-i aliyyen ne vechile iktiza ederse o vech üzere halk ve icad buyurur. Ya ilahe’l-alemin! Sen vakıf-ı her ma’lumatsın kabiliyeti olduğu ulum-ı külliyye ve maarif-i cüz’iyyeyi ta’lim ettin ma fi’l-arzi üzerinde halife ve hüküm-ferma oldu; bizim buna kabiliyet ve isti’dadımız olmadığını bargah-ı izzete arz eder ve hiçbir dem gaflet olunmaması icab eden teslim-i si’a-i ilmullaha rücu’ eyleriz. Sübhaneke tesbihin ilmidir. Daima muzaf olarak isti’mal olunur. Tesbih: Zat-ı uluhiyyete laik olmayan şeyi nefy etmek takdis: Ona laik olanı isbat eylemektir. Bazıları dedikler ki tesbih takdisden e’amdır. Zira tesbih Cenab-ı Hakk’ı nekais-i imkan ve hudusden tenzih olup takdis ise nekais-i mezkure ile beraber ekvanın kemalat-ı mahdudesinden dahi zat-ı pak-ı akdesini tenzih etmektir. Bunun üzerine zat-ı ecell-i ala buyurdu ki: Ya Adem onların esmasını bunlara inba ve ihbar et irade-i aliyye vechile inba ve ihbar vuku’a geldi imdi Adem bunlara onların isimlerini haber verince Cenab-ı Hak melaikeye “Ben size semavat ve arzın muğayyebatını bilirim ve sizin nuz umuru da bilirim demedim mi? Semavat ve arzın muğayyebatına ve taba’iinizde müstetir eşyaya ilm ve vukufu kavl-i keriminde size icmalen söylemedim mi buyurdu. Kavl-i şerifi evvelki üzerine ma’tufdur. Zahir olan budur; şu halde evvelki ile beraber ikinci kavl tahtında dahildir. cümlesi üzerine ma’tuf olması da muhtemeldir; bu takdire göre ikinci kavlin tahtında dahil olmaz – Bu ayet-i kerime insanın şerefine ve ilmin ibadet üzerine fazl ve meziyetine ve ilim hilafetin umde-i şeraiti bulunduğuna ve muallim lafzı örf ve adette ta’limi sanat edinmiş olanlara muhtas olduğu için Cenab-ı Hakk’a ıtlakı sahih değilse de ta’limin zat-ı uluhiyyetine ıtlak ve isnadı sahih olduğuna delalet eder – Ma-tekaddümden ma’lum oldu ki bütün bu akval ve muhaveratın hakikatini ma’rifette selef Cenab-ı Hakk’a tefviz-i emr etmiş ve yalnız bu gibi akval ve muhaveratın hikmet ve faidesine ıttıla’ ile iktifa eylemişlerdir. Halef ise bu gibi ahvalde te’vile iltica ederler. Onların bu makamda salik oldukları efdal turuk meslek-i temsilidir; Cenab-ı Hakk’ın Kitab-ı azizinde adet-i ilahiyyesi eşya-i ma’neviyeyi bize kavalıb-ı elfaz içinde ibraz eylemek ve maarif-i ma’kuleyi bize suver-i mahsusa ile tecelli ettirmek üzere cari olmuştur. Bu da emr-i tefhimi teshil ve hakıkat-ı hali ezhana takrib içindir. Şu hale nazaran biz bu kıssa ile kendilerimizin kıymetini ve fıtratın bize sair mahlukat üzerine ma-bihi’l-imtiyazımız olarak tevdi’ eylediği ahval ve keyfiyatı öğrendik; binaenaleyh biz melaike ve sair mahlukat arasında hassaten kendine müste’id olarak halk olunduğumuz ulum ile nefislerimizin tekemmülüne bezl-i makderet etmeliyiz. Ta ki biz de hikmetullah zahir olsun ve Hazret-i Bari’nin melaikeye bizim faziletimizi bildirmesinin ma’nası; onların bizim aslımıza secde etmelerinin ma’nası ne demek olduğunu fehme o zaman belki takarrub ederiz. A[ayın]. ET-TECRIDÜ’S-SARIH Lİ-EHADISİ’L-CAMİ’İ’S-SAHIH yoktur. Bazı rivayatta sakıttır. Enes bin Malik radıyallahü anhden Nebiyy-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin “Biriniz namazda uyuklarsa uyusun. Ta ki okuduğunu bilsin” buyurduğu rivayet olunuyor. Yine Enes bin Malik radıyallahü anhden Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellemin her namaz vaktinde abdest almak mu’tadı olduğu rivayet olunuyor. Vaki’ olan suale cevaben Enes radıyallahü anh “Bize gelince her birimize hades vaki’ olmadıkça bir vakitten ziyade namaz için bir abdest kifayet ederdi” demiş. Bir rivayette . Eldeki Bir rivayette diğe diğerinde diğerinde de - Tercümesi Abdullah bin Abbas radıyallahü anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir def’a nebiyy-i mükerrem sallallahü aleyhi ve sellem Medine yahut Mekke duvarlarından birinin yanından geçiyordu. Kabirlerinde azab gören iki insanın sesini duydu. Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem: Bunlar azab görürler. Azab görmeleri de büyük bir şey için değildir. Buyurduktan sonra yine devam ederek: “Evet günahları büyüktür biri bevlinden sakınmazdı. Diğeri de koğuculuk ederdi.” Buyurdu. Ardından sonra soyulmuş taze bir hurma dalı istedi. Dalı iki parça etti. Her birinin kabri üzerine birer parça dikti. Resulullah! Bunu niçin yaptın? Diye sordular. “Bunlar taze kaldıkça belki azabları hafifler” cevabını verdi. Eldeki nüsha bir rivayette diğerinde ise sığa-i mazi ile . - Tercüme Enes bin Malik radıyallahü anhin şöyle dediği rivayet olunur: Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem kaza-yı haceti için dışarıya çıktığında kendisine su götürürdüm. O da onunla yıkanırdı. Müellifin diğer rivayetinde Lafızdaki şek ravinindir. Ebu Hüreyre radıyallahü anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: A’rabinin biri mescidin bir tarafında durup bevl etti. Oradakiler bağrıştılar. Nebiyy-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem onlara buyurdu ki: “Bırakın işini görsün.. sonra bevlin üzerine bir koğa su dökün. Zira siz güçlük değil kolaylık göstermek üzere meb’us olmuşsunuzdur.” - Tercüme Ümmü Kays bint-i Mihsan radıyallahü anhümadan rivayet olunuyor ki Resulullah sallallahü aleyhi ve selleme henüz ta’am edemeyen küçük bir oğlunu getirmiş. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem çocuğu kucağına oturtmuş. Çocuk Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin rubasına bevl etmiş. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem su isteyip rubasına azar azar serpmiş ve rubasını yıkamamıştır. - Tercüme Huzeyfe bin el-Yeman radiyallahü anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem bir kere bir kavmin süprüntülüğüne varınca ayakta bevl etti. Sonra su istedi. Bir mikdar su götürdüm. Onunla abdest aldı. - Tercüme Diğer rivayette yine Huzeyfe bin el-Yeman radiyallahü anhin bu hadisde “Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemden uzaklaştım. Bana işaret etti. Yanına vardım. Ve işini bitirinceye kadar zat-ı şerifini setr için topuklarının yanında durdum.” dediği nakl olunuyor. Halik-ı zülcelalin merahim-i ezeliyyesi alem-i tabiattaki ekvanı öyle bir tertib-i metin öyle bir nizam-ı güzin ile ibda eylemiştir ki aheng-i hilkatin lisan-ı hal-i samıtı erbab-ı fikr ü basirete o tertibi olanca vuzuhu ile duyurduktan gösterdikten başka nazar-ı tedkıke bir bedia-i kudretten diğerine geçmek hem de hiç melal hissetmeksizin im’an-ı vakı’ından asla nedamet getirmeksizin geçmek arzusunu da vermiştir. O halde akla şeriat-ı garra-yı İslamiyye’nin gösterdiği mevki’-i bülend verilmedikçe ruh için akıdesini tashih etmek sonra bu sayede helecandan asude kalmak mümkün olamaz. Bu böyle olmakla beraber şunu da inkar etmeyiz ki: geçirmişti. O devirde aklın imanı için kavanin-i tabiatı muvakkaten seyrinden alıkoyacak bir harikanın huzurunda mebhut kalması kifayet ediyordu. Cenab-ı Hak kullarına merhamet ederek onlara idrak hakıkatında efkarı hayran bırakacak bir takım hasais ile meftur peygamberler gönderiyor. O insanlar da peygamberlerin sıdkına şeriatlarına mütabaatın zaruretine bu mu’cizelerle istidlal eyliyordu. Lakin bugün akl-ı beşer kemalini bulmuş insaniyet sinn-i rüşde erişmiş olduğu için artık mu’cizeler harikalar devri geçmiştir. Zira mevadd-ı ilmiyye ile beraber şüpheler de artmakta devam ediyor. Şayet bugün enbiyanın mu’cizat-ı sabıkası kabilinden bir hadise zuhur edecek olsa evvela o harikayı meydana getiren adamı aldatıcılıkla itham ederler. mu’cizeyi bin türlü te’vilat-ı fenniyye ile izaha kalkışırlar. Bu cihetten böyle diğer cihetten ise garbte spiritizm yani istihzar-ı ervah ile uğraşan ruhiyyun bugün kavanin-i tabiata muhalif o kadar müdhiş acibeler gösteriyor ki seyreden cühela rikaları icad edenler ne nübüvvet iddiasında bulunuyor; ne de risalete inanıyorlar. Evet biz ruhiyyun tarafından gösterilen havarıkın mu’cizat-ı enbiya nev’inden olmadığını inkar etmiyoruz; lakin hiç şüphe yoktur ki zevahir-i eşyaya takılıp kalan sathi nazarlara karşı bunlar mu’cizat-ı sahihanın ehemmiyetini azaltır. Şu son asırlarda artık mu’cizatın revac bulamayacağını gösterecek delailden biri de ulema-yı garbın bütün mu’cizatı salifeyi inkar etmeleridir. Bu inkarın büyük bir tehevvür neticesi olduğu meydanda olmakla beraber herifler “Öyle bir zamandayız ki i’tikad için nur-ı akliden delil-i ilmiden başka bir şeyin faydası yoktur” demekte pek haklıdırlar. Bakınız Henri Branja ne söylüyor: “İlim ile tarih bütün bu mu’cizatın butlanını bize isbat etmiştir; maamafih o mu’cizata saik olan ruhu inkara kudret-yab olamamıştır. Bize gelince biz bugün hiç bir mu’cizeye muhtaç değiliz. Bizim yegane mu’cize-i sermediyyemiz varsa o da şu na-mütenahi alemdir. Çünkü bizim hissiyat-ı diniyyemizi ikaza o bütün mu’cizat-ı salifeden ziyade salihtir.” sanları sebil-i hakka davet ederken mu’cizelerden harikalardan sarf-ı nazar eyleyerek münhasıran bedihiyat-ı akliyyeye kavaid-i ilmiyyeye istinad etmiştir. Zira hakayık-ı ilmiyyenin kuvve-i müfekkire üzerinde havarik-i adattan ziyade te’siri olacak böyle bir zamanın geleceğini Cenab-ı Hak biliyordu. Evet din-i mübin-i İslam doğrudan doğruya akla hitab eder fikri muhasebeye çeker idrak ile münakaşada bulunur. Onun için ukulü delil-i hissi ile ikaz etmedikçe hakim ve kadir bir ilahın varlığına inanınız diyemez kezalik bürhan-ı mübin ile te’yid eylemedikçe ne Vacibü’l-Vücud’dan şeriki nefye ne de yevm-i ahireti isbata kalkışmaz. Halkı istedikleri gayete sevkedebilmek maksadiyle bir takım erbab-ı ihtiras tarafından edyan-ı semaviyyeye yabancı bir çok ahkam karıştırılacağını bildiği için Cenab-ı Hak hatemü’l-edyan olan din-i mübin-i İslam’da şu esası takrir eyledi ki: Din namına vuku’ bulan her da’vete karşı bir delil-i ilmi taleb olunmak lazımdır; zira hak ile dalali birbirinden ayıracak erbab-ı butlanın a’maline hail olabilecek kuvvet ancak bu delildir. Babalarını dedelerini körü körüne taklid etmek onlardan tevarüs ettikleri i’tikadat-ı batılaya bila tedkık vela teemmül bağlanıp kalmak i’tiyadında bulunanları müslümanlık alabildiğine takbih ettikten başka su’-i afiyetle azab ile tehdit eyliyor. Cenab-ı Hak buyuruyor. lecek kadar akıllı olan bir adamın ferda-yı kıyamette kalkıp da başkalarını taklid seyyiesiyle dalale düşmüş olduğunu müslümanlık sarahaten bildiriyor. Din-i mübin-i İslam en beliğ bir beyan ile şu hakıkati tebliğ ediyor ki: Dinin rükn-i kavimi i’tikadın istinadgah-ı rasini ancak hüccet-i kaviyyeden ibarettir başka bir şey değildir. Kim akıdesinde imanını böyle bir hüccet-i baliğaya sa nefsine karşı en büyük cinayeti işlemiş kendisini en elim bir felakete düşürmüş olur. Zira bu esası kaybetmekle ferda-yı hisabta istinadgahı olacak en büyük rüknü gaib etmiş olur. Cenab-ı Hak: [buyuruyor.] teeyyüd etmeyen her kaide kuşe-i nisyana atılmaya mahkum bir iddia-yı vahidir tarzındaki düsturun aynıdır. Hakıkat-ı tan damen-i dalale sarılmaktan men eden nida-yı hakkını samim-i vicdanında duyduktan sonra nasıl olur da akıdesine fesad girebilir? Dalali kabul eden dalale bağlanıp kalan ma-dame’ -hayat tasdik-i hurafata vakf-ı nefs eyleyen gafillerin tasvir-i halindeki ayet-i kerimesinin meal-i müdhişi safha-yı kalbine intikaş eden bir müslüman sına düşmek nasıl mümkün olabilir? Söyleyiniz. Geçende irsal ettiğim mektubda bir numaradan on altıya kadar kitabların fihristini beyan edilmesi fihrist yapılan evrak zayi’ edilmiş olduğundan dolayı idi. Şimdi bulunduğu cihetle münderecatını beyan ve arz-ı ma’zeret ederim. Birden on altıya kadar olan kitablar gayet zarif cildli müte’addid hamailden ibaret olup yalnız bir ve altı numaralı kitablar Zebur-ı Davud aleyhi’s-selamdır tarih-i hat na-ma’lum ve on altıncı Envarü’l-Aşıkın tarihinde yazılmıştır. Şurasını da ilave edeyim ki bugünlerde Roma’ya teşrif eden Müze Müdürü Halil Edhem Beyefendi ile kütübhanenin yalnız asar-ı matbu’a kısmını müsa’ade-i mahsusa ile gezdiğimizde la-ekal beş yüz bin cild kitabları havi salonlar hakıkaten insana hayret ve dehşet ilka ediyordu. Cildlerin nefaseti nezafet ve intizamı müdir-i muma-ileyhin takdir ve tahsinini celb ediyordu. Zerre kadar toz ufak bir intizamsızlık yok. Her devlet son sene te’lif edilen mühim eserlerden bir nüshasını hediye etmiş bu babda Rusya ihtilalinden sonra tab’ edilen Rus asarı bir kısm-ı mühim teşkil ediyordu. - İskendername’dir. Esatir-i evvelinden bahisdir. Yedinci cild imiş tarih-i hat ma’lum değildir. - Aşık Paşa Tarihi’dir. Dokuz yüz sekiz tarih-i hicride te’lif edilmiş dokuz yüz doksan yedide gayet güzel sülüs yazı mebni sefaret-i seniyye geçen sene fotoğrafını çıkarmış ve miş idi. Zira derece-i sıhhat ve hüsn-i hat cihetleriyle diğer kütüphanelerde olmadığı ve İstanbul’da da bulunmadığı cihetle tarihce pek mühim bir nüshadır. - Kıyafetname. İlmü’l-kef ve’l-eşkal ve’l-ekalimden bahs eder. Kef’in bir çok eşkalini havidir. Eski ta’lik yazılı tarihi ma’lum değildir. - Bu da Mevlid-i Şerif’in diğer nüshasıdır. Çünkü on yedinci numara da Mevlid-i Şerif idi. Bu da eski yazılı. Ahirindeki beytinden anlaşılan Bursa’da yazılmıştır: Hem sekiz yüz on ikide tarih Bursa’da oldu tamam bu ey ahi Diger: Bin Vesiletü’n-Necat oldu adı Bu Vesile-i mübareke bütün sıfat-ı sübhaniyeyi cami’dir. Doksan dokuz sıfat-ı İlahiyyeyi nazm ettikten sonra: Kudretin izhar edip hem ol celil Birliğine bunları kıldı delil Bari ne hacet kılavuz sözü çok Birdirür ol andan artık Tanrı yok diyerek fasl-ı evveli itmam eder. - Hikmet-i ahlakı nakl eder ve ayat ve ehadis-i şerife Tanin Gazetesi’nin tesettür-i nisvana dair geçen Salı günkü baş makalesini okurken pek acı pek elem-nak bir hançer-i teessürün kalbime saplandığını his ettim. Bila-ihtiyar “işte bu Tanin’in ikinci hatası!” sözleri lisanımdan dökülüverdi. Bulunduğum muhit içinde fedai-i Meşrutiyet olarak tanıdığım ihvanımdan kimi gördümse aynı hal-i te’ellümde buldum. Abdülhamid; erbab-ı ınkılabı avamm-ı müslimine karşı dinsizlikle teşhir ediyor Kanun-ı Esasi’nin iade ve i’tasını aynıyla dinsizliğin ihyası suretiyle tefsir ediyordu. Dört tarafa yılan akrep sürüleri gibi serptiği casusları hafiyeleri vasıtasıyla “Kanun-ı Esasi’yi isteyenler Avrupa’da başlarına silindir şapka geçirmiş İslamiyet’den kat’iyyen müteberri bir sürü dinsizlerdir. Maksad-ı aksaları tesettürü kaldırmak karılarıyla kol kola verip ecnebiler gibi gezmektir!” teklınatıyla zavallı müslümanları hakk-ı meşru’larından tenfir ediyordu. Abdülhamid halkın cehaletinden ziyade ilm-i din ve şeriatin sükutundan istifade ediyordu. Vakta ki Avrupa medeniyetinin kontrol namıyla dest-i üç yüz bin silah-ı inkılabın ansızın göğsüne çevrildiğini gördü bir hande-i istihza ile; alınız! Fakat birkaç günlük…..! dedi. Abdülhamid otuz sene bir hayvan sürüsü gibi etini dittiği kanını emdiği bu bedbaht milletin ahval-i ruhiyyesini; manın kafi olduğunu pek güzel biliyordu. Milletin nefha-i hayatı olan Mithat Paşa merhum gibi bir zatı boğub Kanun-ı Esasi’yi kanına bulamış bir dessas öyle bir hamlede meydan-ı mübarezeden çekilir mi? Daha ferda-yı inkılabda tertibat-ı şeytankarane başladı. Senelerden beri tohumu ekilmiş olan fesad ilk semerelerini derhal gösterdi. Kumkapı’da bir deni karısıyla meyhaneye gidip hürriyet namına alenen işret etti. Birkaç rezil yolda tesadüf ettikleri hocaların sarıklarına elfaz-ı galiza ve müstehcene savurdu. Tutalım ki bunlardan birincisi müretteb değil fakat ikincisine ne diyelim? Sebb ü tahkır için ortada hiçbir sebeb yoktu. Beyazıd’da Tramvay Caddesi’nde bir erkekle arabaya binmiş iki kadına cehele-i avamdan on beş yirmi zorba hücum ediyor çarşaflarını yırtıyor güya namus-ı İslamiyeti muhafaza ediyordu! İslamiyet ise bu rezaletten kemal-i nefretle teberri ve fa’illerine la’net-han oluyordu. Fakat o kadınların tesettür namıyla üzerindeki çarşafları gören vicdanlı bir ecnebi bile evet bunlara meşru’ ve ma’kul bir tesettür diyemez hayretten kendini alamazdı! Kollar dirseklere kadar çıplak göğüs meydanda! İşte bu acib çarşaflar settürün vücudundan ademi ehven addoluna bilir. Bütün itminan-ı kalbimle bütün emniyet-i vicdanımla Hürriyet-i diniyyeyi ve Meşrutiyet-i Kur’aniyyemizi halka çirkin mahi-i şeriat göstermek zavallıların daha dün gerdanlarından alınan zencir-i esareti kendi öz elleriyle yine boyunlarına taktırmak idi. Talebe-i din sarıklarının eşna’ elfaz ile söküldüğünü görünce Abdülhamid’in o dağlar dayanmaz mezalim ve i’tisafatı kütüb-i mukaddese-i diniyyemizi kemal-i hakaratle Gülhanelerde cayır cayır yaktığı hele üç yüz dokuzda kendilerini medreselerden sille ile kırbaçla tekme ile çıkarıp yar ü ağyara karşı ite kaka fevc fevc vapurlara irkab ettiği o kara günleri o İslamiyet’in İstanbul üzerinde girye-nak-i teessür olduğu hengame-i matem-nümunu bile unuttular bunun müretteb bir mel’anet-i istibdad olduğunu nereden bileceklerdi ki Tanin bile buna akıl erdiremiyor üç yüz milyon ehl-i imanın ruhu hayatı bütün varlığı olan Cenab-ı Kur’ an-ı Hakim’in bir ferman-ı insaniyyetini bir emr-i mühimmi medeniyyetini bir fariza-i namusunu bir vecibe-i ismetini bir şekl-i istihfaf ve istihza ile teşhir eden iki Yıldız cariyesini müdafaaya kalkıştı. Hata etti. Çünkü bu na-hak müdafaa galeyanda olan efkar-ı umumiyye-i İslamiyye’ye karşı adeta bir i’lan-ı harb idi. Kur’an-ı Kerim’in velev bir cevher harfine ri’ayetsizlik eden emirü’l-mü’minine itaat caiz midir?” İstiftasına bulacağımız cevab-ı fetva: “ Kur’an-ı Kerim’in bir harfine adem-i ri’ayet hepsine itaatsizliktir. Mahluka itaat için Halik’a isyan haramdır. Binaenaleyh öyle bir asi emirü’l-mü’minine itaat kat’iyyen caiz değildir. Ya Kur’an-ı Hakim’e ri’ayet ya emaretten ferağat…!” Şeriat bu misillü ümerayı cebabire ile vasf eder. Emir meşru’ ve muta’ ile değil. haricinde feci’ mahrumiyetler elim sefaletler içinde ettiği feryad Cenab-ı Kur’an-ı Kerim’in emr-i celil-i meşveretine müstenid idi. Da’vasının hüccet-i meşruiyyeti bu ayet-i mukaddese an-Jacques Rousseau’nun Mukavele-i İctimaiyye’si değildi. Bize onların da’vaları dinlettiren kalblerimizi sızlatan vicdanlarımızı kanatan ruhlarımızı ağlatan işte bu ayet-i celile-i şura idi. Enver Niyazi Beyler hamdolsun sağdırlar; söylesinler: kumandanlığı der’uhde eyledikleri o dehşetli cüyuş-ı dülhamid’in Kur’an-ı Kerim’i ayaklar altına aldığını hal’in bin kere farz-ı ayn olduğunu İslamiyet’de meşveretsiz hiçbir hükumetin meşru’ olmayacağını ağızlarından alevler püskürerek söyleyen askeri tabur tabur ahaliyi fevc fevc İttihad ve Terakki Cem’iyyetlerine götürüp yemin ettiren şayed Abdülhamid redd-i matleb ederse bila-tereddüd umumen ve akdem olduğunu i’lan eden sarıklılar değil miydi? İnkılabı vücuda getiren Hazret-i Kur’an idi. Yoksa o ahaliye o askere o güne kadar dinsiz zan eyledikleri o vatan müncilerini o millet müstahlıslarını kabul ettirmek muhal idi. Cehalet! Cehalet! Kahr olası cehalet! Esareti hürriyet felaketi saadet mevti hayat yerine gösterir! İnsanın akıl ve idrakini o derece tesmim eder ki cemad derekesine indirir. Felaket tepesine çökmedikçe düşman kılıcı beynine inmedikçe mümkün değil uyanmaz. Fakat ondan sonra da uyanıklık kaç para eder? Cenab-ı Kur’an-ı Hakim bin üç yüz sene evvel en meşru’ bir hürriyet en makbul bir hakimiyet en ulvi bir uhuvvet en mes’ud bir milliyet en bahtiyar bir medeniyet te’sis eder en hak-perestane bir müsavat hukuku lisan-ı celil-i Cenab-ı rahmeten li’l-aleminden “Vur Ya Ukkaşe! İşte ridayı da attım” dedirirken Montesquieu’nun Mirabo’nun Russo’nun ecdadı tarih-i vahşet ve iftiraslarını mazlum kanıyla yazıyordu. Fakat ah… fakat ne faide! ni’me’l-ecdad! bi’se’l-ahfad! Mukaddes dinimiz din-i insaniyyet menba’-ı kavanin-i medeniyyet me’haz-i desatir-i hikmet mefatihü hazain-i saadettir. − − Sevgili dinimizin nisvanımıza emr ettiği tesettür öyle Avrupa’nın bir takım sefil garazkar düşmen-i me’ali kalemlerin hezeyanları gibi bir esaret değil bir ni’met bir hayattır. Tesettür nisvanın rida-i hürriyeti nikab-ı ismeti cilbab-ı namusu ve iffetidir tesettüre adem-i ri’ayet istihkar-ı hürriyet kabul-ı esarettir. Çünkü tecavüz-i ağyara rıza ve muvafakat demektir. Onların hususiyet-i nev’iyyelerindeki rikkat-i fıtratın nezaket-i hilkatin beyanına hacet var mıdır? Mecami’-i rical onlar için la-cerem mevazı’-ı töhmettir zira binlerce insanların herbiri fıtratta idrakte terbiyede ahlakta hissiyat-ı beşeriyyede bir olamaz. Adab-ı milliyye ve nun-ı adab-ı milliyye ve ictimaiyye umumidir. O kanuna milletin − erkek kadın − her ferdi bila-istisna ri’ayete mecburdur. Bakınız nisvan-ı gayr-i müslime açık olarak çıkıyorlar bizim onlar hakkında hiç de sözümüz yok. Mensub oldukları mezhebleri müsaade ediyor da çıkıyorlar. Mezheb ise saye-i Meşhur da’va vekillerinden bir Hıristiyan vatandaşımızın lisanından işittiğim şu: “Siz müslümanlar familyalarınızın mütesettir olmalarıyla iftihar etmelisiniz! Sizi bu hususda pek bahtiyar buluyorum. Biz ise doğrusu ya daimi bir ıstırab-ı vicdan bir heyecan-ı derun içinde yaşıyoruz. Kadınlarımızın mükellef elbisesiyle mükemmel tuvaletiyle sokağa çıkmalarına bütün enzar-ı alemi kendilerine cezb ü celb etmelerine mümkün değil gönül razı olamıyor. Hele zevcinin gaybubetinde odasına erkek misafir kabul etmesi zevcin onları sohbette bulması kalbe bir hançer ruha bir sa’ika oluyor. Evet siz pek bahtiyarsınız!” sözlerini buraya kayd etmeden geçemeyeceğim. Cem’iyet her uzvu bir insandan müteşekkil bir vücud-ı ma’nevidir. O şahs-ı ma’nevinin hayatı sıhhat ve afiyeti a’zasının sükunuyla i’tidal-i harekatıyla kaimdir. O sükun gidince o tadır. Binaenaleyh herkes tabi’ olduğu din ve milletinin ahkam-ı evamir ve nevahisine itaat ve ri’ayete mecburdur. Dört-beş asır evvel nisvan-ı İslamiye evlerinden –bir lüzum belki bir mecburiyet önünde bulunmadıkça– çıkmazlar çıktıkları vakitte de mecami’-i rical içine dalmazlar hele çarşı pazar nedir bilmezlerdi. Börekçi dükkanına girmek lokantada ta’am etmek onlar için ölümden beter idi. Yabancı erkekle -muztar kalmadıkça- müşafeheyi ismet-i nisvaniyyelerine büyük bir cinayet add ederlerdi. Onlar Kosova sahralarında Viyana önlerinde kendilerinin birkaç misli a’dayı mağlub ve makhur edecek Viyana Kal’ası kapısı üzerine Allah bizi zelzeleden ateşten Osmanlıların kılıcından muhafaza etsin!? dua-yı havf u haşyetini yazdıracak evladlar kahramanlar yetiştirirlerdi! Şimdi öyle kahramanlar göremiyoruz! Neden?... Romalıların kadınlarının ifrat-ı hürriyyete nailiyetleri olduğunu tarih bize haber vermiyor mu? Kadınlar evlerinde evladlarını terbiye kadınları hürriyet namına evlerini terk ile dışarıya fırladılar fesad-ı ahlak ile o memduhiyet-i sabıkalarını kaybettiler; Roma temelinden çöken bir hane gibi mahv u nabud oldu değil mi? O garb medeniyetinin merkez-i zi-ihtişamı denilen Paris’e gitsek acaba neler görürüz? Ne hüzn-engiz menazır karşısında bulunuruz! Bunlardan niçin ibret almayalım? Hayat-ı milliyye ve nasıl yutalım? çimdikler ta’kıbler cinayetler. Halbuki kadın tezeyyün ve tecemmül ederek sokaklara düşmese mecami’-i ricale dalmasa ne söz işitir ne çimdik yer ne ta’kıb olunur. Ne de mu’akkibini yahud zevcini al kanlara bulanmış na’ş-ı bi-ruh görür. Vuku’ bulan talakların kapanan hanelerin pederinin ağuş-ı muhabbetinden mahrum kalan ciğer-parelerin yüzde doksan dokuzu hep kadınların hürriyet-i nisvaniyye namına gezmeleri başlarına bin bela bin felaket da’vet etmeleri neticesidir. Senelerce baba evinde dul kalır nevbahar-ı hayatının validelik çağının bir kısmı hebaen mensur olur. Niçin? Sürtüklükten vaz geçmediği için! Bizde talak Avrupa’da kadın yüzünden düello birbiriyle yarış ediyorlar! Bizim validelerimiz hemşirelerimiz her vakit muhteremdir. Fakat Türk müslüman iken Fransız adab-ı nisvaniyyesiyle terbiye olmuş omuzlarından aşağı düşmeyen peleriniyle adeta açık bir tarz-ı mekruh-ı tesettürle Paris’in en şık madamlarına taş çıkartacak bir tavr ü azamet-i Frengane beliğ bir Fransızca ile Frenklerin reveranslarını kabul eden bizim hemşirelerimiz mi olur? Allah etmesin! Onların kalbleri ruhları bütün mevcudiyetleri Fransızlaşmış biz onları hemşireliğe kabul etsek bile onlar bizi kardeşliğe kabule hiç tenezzül ederler mi? Bir gün köprüden geçiyordum. Böyle bir kadın …. Yanında üç dört yaşında bir çocuk hırçınlık ediyor. Derken mukabilinde oldukça mesture yüzü peçeli bir hanım göründü. Madama demekte muztar olduğum o kadın çocuğunu susturmak için “Sus! Yoksa şimdi seni şu yüzü örtülü ummacıya ?! veririm demez mi? Oracıkta tepemden yıldırımla vurulmuşa döndüm. Ya birkaç asabi müslüman bunu işitip de madamayı orada ayakları altına almış olaydılar acaba kabahat kimde olurdu? Bu İslamiyet’i tahkır değil de nedir? Şimdi bu kadına nasıl mü’mine diyelim ki o bu sınıf-ı celileye istihza-amiz tahkırler fırlatıyor. Çünkü terbiye-i ibtidaiyeyi bir Protestan muallimesinden almış ayin-i Hıristiyaniyyeyi de öğrenmiş sonra mürebbiyesi o terbiyeyi ikmal etmiş. Diyanetine milliyetine kemal-ı nefretle ebediyyen veda’ etmiş. Biz bunlarla ittihad edeceğiz değil mi? Biz Osmanlılar elhamdülillah müslümanız. İslamiyet yolunda feda-yı can ile iftihar ederiz. Dinimiz eşref-i edyandır. Buna Avrupa ulemasından bir çoklarının i’tirafları da − başkaca bir − burhandır. Üç yüz milyonluk alem-i İslam’ın mutaf-ı ruhu olan livaü’l-hamd-i hilafet-i Muhammediyye yed-i yemin-i takdisimizde! Buyurunuz pirincin taşını ayıklayınız! İçimizde ecnebi adab-ı milliyyesiyle ve hatta hissiyat-ı mezhebiyyesiyle terbiye olmuş bizden fikren ruhen ayrılmış bu anasır-ı mürteci’a ba’iyetimiz lazım gelir? Halbuki yaşamamız terakkı ve saadetimiz ittihadımıza mütevakkıf! İttihad edemez yekdiğerimize diş bilemekte devam edersek inkırazımız muhakkak. İşte hükumetin selamet-i din ü vatan namına men’ine mecbur olduğu bizim hemşireliğimizden çıkan bu misillü kadınlardır. adab-ı milliyyesini beğenmeyip de ecnebi adab-ı milliyyesini takdis eden bir insan vatanını milletini tahkır etmiş sayılmaz mı? Bunun cezası nedir? Ya tevbe ve rücu’ veyahud dinini adabını kabul etmediği milleti terk edip Paris’e gitmektir. Bizce o ölmüş ve Paris’e gömülmüş demektir. Bu zavallılar Japonlardan olsun utanmazlar mı? Japonlar bugün aksa-yı şarkın İngilizi iken Avrupa adat-ı milliyye ve adab-ı ictimaiyyesinden acaba tek bir şey almışlar mıdır? Onlar terakkı ettiler ve etmektedirler. Çünkü milliyetlerine perestiş ediyorlar. Çocuklarını Protestan mekteplerine göndermiyorlar. Hacı Ömer Yamaoka Efendi İstanbul’da verdiği konferansların birinde bu babda bize pek ma’nidar bir ta’rizde bulundu. Beş yüz seneden beri mezheblerini kavmiyetlerini Türklerin saye-i himayesinde muhafaza etmiş olan anasır-ı gayr-ı müslimenin mekteplerimize çocuklarını göndermemek hususunda fart-ı tehalükleri güya Türkleşmekten şiddetle ictinab etmeleri terbiye-i ibtidaiyyelerini kendilerinden başka kimseye tevdi’ eylememeleri nedendir? Hatta tedrisat-ı taliyyeye bile razı olmuyorlar değil mi? Kavmiyet ve milliyet hususunda gösterdikleri ta’assubun bu derecesi hiç de mucib-i hayret olmasın! Bizde niçin bu ta’assub-ı milli yok? Niçin olmasın? betti. Fransızlık Almanlık İngilizlik simalarıyla karışmak tehlikesinde; terbiye-i milliyyemizi istihkar etmek çocuklarımızı Protestan mekteplerine göndermek mürebbi ve mürebbiyelere tevdi’ etmek yavaş yavaş milletimizi kaybedip Fransızlaşmak Almanlaşmak İngilizleşmek değil de nedir? Bu terakkı değil müdhiş bir izmihlaldir. İnkılabımızın üçüncü senesindeyiz. Diyanet ve milletimize yakışacak bir müslüman mektebi vücuda getirip de evladlarımızı Protestan muallimlerinden çekip almak hatırımıza bile gelmiyor. Adam değilim biz de eğer adam olursak! Evet bu gidişle bizimçin adam olmak mümkün olamaz. Avrupa’nın içine düşüp de kendini kurtarmaya çabalamakta olduğu bir felaket-i ictimaiyyeyi hiç yoktan icada çalışan bir millet nasıl felah bulur? Milliyetimizi te’sis eden dinimiz değil mi? Ahkam-ı diniyyemizi terk milliyetimize veda’ demektir. O halde Türklükle Osmanlılığa paydos!... Hüseyin Cahid Bey bu hakıkatleri düşünsün de bir üçüncü hatadan sakınsın! Biz mürteci’lere yaranmak onlara eğilmek için değil o güzel Kitab’ımızın ayn-ı hikmet mahz-ı ni’met ve rahmet olan evamirine itaat ve ri’ayet etmek için niyetimizi tashih edelim. Yoksa mürteci’lerin istediği şeriat perdesi arkasında bu mübarek vatanın inkırazı bu mazlum millet-i İslamiyye’nin izmihlalidir. Onlar bize adavette harici düşmanlarımızdan daha eşeddir. Yazıyor arif-i hak Sa’di-i hikmet-perver Şöyle bir kıssa ki dikkatle okunmak ister: Gidiyorken teba’iyyet ederek maderine. Bir deve yavrusunun lerze düşüp dizlerine; Haykırır annesine der ki “Ey asude hıram! Daha el vermeyecek mi bu seyahatte devam? Müntehidir yolumuz tehlikeli bir dereye! Azmimiz mezleka-i merge değilse nereye? Dikkat et eyliyoruz her adım attıkça hubut! Bu hubutun olacaktır sonu dehşetli sukut! Beni titretmede pişimdeki ifrit-i hatar! Ona karşı olamam doğrusu ya nik-nazar! Yetişir düşmeyelim dönmez isek de duralım Bulalım ehlini şehrah-ı savabı soralım” Dinleyip yavrusunun derdini biçare deve Meşy-i kasrisinin esbabını başlar serde: “Gördüğün tehlikeyi ben de yakınen bilirim. Baksan a seyrime her hatvede bir irkilirim Yularım olsa idi kendi elimde evlad! Elbet olmazdı mesirim şu mehalik-abad. Bir çeken var yularımdan dema-dem gidiyor O çeken işte bu vadiye bizi sevk ediyor! Uyanık mı bilemem uykuda mı rehberimiz? Uyuyorsa şunu bil: Çah-ı ademdir yerimiz!” Kıssadan hisse gerektir demiş erbab-ı hikem Alınız hissenizi siz de ey ashab-ı himem! Dide-i hırsı gelin dest-i hamiyyetle silin: Kıssayı millet ile memleketin hali bilin. Ey zimam-ı vatanı elde tutanlar! Amanın Bu gidiş pek iyi bir şey değil artık uyanın. Bizim memleketimizde daha girmemiş olan “excursion gezinti”leri fenni gezinti ünvanıyla kabul ediyoruz. Fenni gezintilerin terbiye-i bedeniyye nokta-i nazarından haiz olduğu fevaidden Mart tarihi Sıratımüstakım’de bahs eylemiştim. Gezintilerin mektep gezintilerinin ahlak adab-ı mu’aşeret bahsindeki kıymet ve ehemmiyetini başka bir müstakil makaleye terk ederek terbiye-i fikriyyede husule getirdiği inkılab ve fevaidden bahs edeceğim. Gezinti... Yekten biz bunun lüzumsuz terbiye hususunda faidesiz bulunduğunu zan ederiz; biz bu tereddüdler içinde gizlenmiş zanları tek tek meydana çıkarmak için bunları sırasıyla anlatacağız: Ders okumak ve dersleri kolayca öğrenmek ve öğretmek: Fenni gezintilerle ameli tabi’i sıhhi sahrai dersler okuruz. Farz edelim; zira’atin mebadisinde topraklarda teşekkül-i türab bahsindeyiz. Muallim talebeyi dersde dershanede kapalı sıkıntılı bırakmaz hepsini alır fenni gezintiye çıkarır. Dağlarda bayırlarda sırtlarda açık ve saf bir havada güle oynaya derslerini verir. Tabaka-i türab dersini verirken muallim talebeyi bir yarın karşısına getirir takririni o yarın karşısında ikmal eder. Muallim orada neşv ü nema tabakasını neşv ü nema tabakasının altını işğal eden ve türabın kıymeti bahsinde ehemmiyet-i fevkaladesi bulunan tabakat-ı türabiyye ve arziyyeyi gösterir izah eder. Talebe o ders için artık beyhude kafa patlatmaz çalışmaya lüzum görmez. Tecrübe ile sabit ki zekavette en geri olanlar bu hususda pek büyük muvaffakıyetlere nail olurlar. Usul-i tahrir ve kitabet dersinde talebeyi bir takım kava’id-i inşaiyye kavanin-i kitabet ile yormak muallimlik bilmemek demektir. Bir çocuk mini mini iken lakırdı söylemesini nasıl öğrenmeye başladıysa kitabet ve tahriri de öylece tabiatiyle öğrenmeye başlamalıdır. Herkes kendi fikrinin kahramanıdır. Onunla iftihar eder hissiyat-ı zatiye kadar hiçbir şey insana hakim olamaz. Bu halde kitabet ve tahrir derslerinde herkesin hissini fikrini yazması ta’lim edilmelidir. Bu vechile tedrisatta fenni gezinti en mükemmel amildir. Fenni gezintiye çıkan talebe gezintiden avdet edince kitabet muallimine fenni gezinti hakkındaki ihtisasat ve fikir ve müşahedelerini yazmaya mecburdurlar. Tecrübelerimizde ilk derslerde pek bati terakkiyat müşahede eyledik ise de bilahare talebelerimizde öyle bir kudret öyle bir ihata-i kalem hasıl olmaya başladı ki hayret eyledik… Geçen sene muallimleri talebelerimizi kasaba civarında olan bir değirmene gezinti maksadıyla götürmüştü. Talebe o şeklinde yazılmıştır. değirmende gördüğü şeylerden başka muallimlerinin esnayı tahsilinde Fransa ve Almanya’da ziyaret eylediği değirmenlere dair verdiği ma’lumata da vakıf olmuştu. Bu gezintilerine dair vazife yapan efendiler görmüştüm ki pek iyi muvaffak olmuşlar edebiyat-ı hakıkiyyenin bir kahramanı olarak yetişebileceklerine kani’ olmuştum. Bu gibi tabi’i sujeler çocukları pek hayali olmaktan uzaklaştırdığı gibi ameli pratik ve müteşebbis bir adam yapmaya sevk ediyor. Gezintilerle yalnız zira’at ve kitabet dersi okunmaz; hemen her ders ba-husus coğrafya tarih nebatat hayvanat tabakatü’l-arz ma’lumat-ı fenniyye hesab kitabet hitabet ticaret ma’lumat-ı medeniyye ve ahlak dersleri de ta’lim edilir. Bu derslerin fenni gezintilerde nasıl tedris edileceğini ve talebenin tenvir-i dimağına ne vechile hizmet eyleyeceğini her zeki muallim keşf ve tahmin edebilir. Ma’a haza bunlar için ayrı ayrı müstakil bahisler de tahsis edebiliriz. Fenni gezintilerle ders okutmak rüşdi i’dadi talebelerine ne kadar faideli ise ibtidai mektepleri için daha faidelidir. Hatta mini mini çocuklar gezintilerle okunacak derslere daha muhtaçdırlar. Fenni gezinti yalnız kırlarda dağlarda mezra’alarda gezmek değil panayırları pazarı civar köyleri ve kasabaları asar-ı atika nokta-i nazarından olan yerleri gezmektir. Bütün bu gezintilerle talebeler yukarıda saydığımız derslere aid ne kadar mükemmel tatbiki ve ameli ma’lumat elde edecekleri şayan-ı mülahazadır. Fenni gezintiler bazen büyür seyahat şeklini alır. Memalik-i medeniyyede mekteplerin seyahat etmesi fikri epey zamandan beri düşünülmüştür. Jules Verne o mütefekkir muharrir “ İki Sene Mektep Ta’tili ” eseri ile keşf etmiş ve anlamış sında seyahatler yapacaklar ve her şeyi görerek tatbik ederek öğrenecekler… Jules Verne’in diğer yazdıkları Cevv-i Havada Seyahat Deniz Altında Seyahat gibi bu da bugün bir esas olarak kabul edildi. Mahall-i tatbik buldu; Nasıl bugün tayyarelere sefine-i hevaiyyeler semalarda uçuyor tahte’l-bahirler denizlerin altında geşt ü güzar ediyor ise mektepler de Avrupa’nın ortasından kalkarak Afrika’ya Mısır’a Cezair’e Tunus’a Sudan’a Asya’ya Suriye’ye Anadolu’ya yahatleri tenezzühleri yalnız memalik-i baideye değil tarihi mevakı’e de hasr edildiği gibi Alplere Yüksek dağlara su’ud etmeye Hindistan çöllerinde arslanlar kaplanlar ile uğraşmaya komşu memalike ve onların mekteplerine de hasr ediliyor. Yalnız erkek çocuklar değil kız çocuklar da bu seyahate fakat pek mükemmel bir usul-i tedris bir metoddur. Mekteplerimizin memalik-i ecnebiyyede değil memalik-i Osmaniyye dahilinde bile seyahat etmeleri bize pek çok şey kazandırır; dünyanın en sevimli kıt’ası olan memleketimizin ehemmiyeti ve ihtiyacı takdir edilir; mevakı’-i tarihiyye görülür; vekayı’ canlanır; gözler açılır; meskenet teb’id edilir; vücud peyda-yı kuvvet eyler; velhasıl daha sayılamayacak bir çok fevaid hasıl olur… . Gezme esnasında muallim talebenin fikrini tenvir eder: Fenni gezinti esnasında muallim talebe ile hususi görüşebilir; çocukların yalnız umumi telakkiyat ve nasihatlerle fikir ve ahlaklarını tenvir etmek kafi değildir; onların hususiyetlerine vakıf olmak ve hususi mükalemelerle ıslah-ı hallerine çalışmak bir muallimin en birinci vazifesi olmalıdır. Fenni gezinti bu hususda pek büyük yardım eder muallim bu esnada talebelerini epeyce tanımak ve bilmek için istediği kadar fırsat bulabilir. Gezintiler esnasında çocuklar daha serbest ve daha istediklerini söyleyebilecek bir haldedirler. Muallim işte o vakit onların derece-i zeka ve adab-ı mu’aşerete derece-i ihtimamlarını anlar ve her birisine ona göre bir terbiye verir. Muallim gezme esnasında vuku’ bulacak tatlı mükalemelerle çocuklara pek faideli mevad telkın edebilir. Çok kere tecrübe edilmiştir ki talebe dershanede söylenen sözlerden ziyade ders ünvanı verilemeyen şu açık hava gezintilerindeki telkınattan menfaat-yab olmuşlardır. Fenni gezintiler esnasında muallim çocuğa hissiyat-ı vataniyye ilka eylemek ve memleketinin güzelliklerini göstermek sevdirmek için pek güzel münasebetler bulur. senesi Alasonya İ’dadisi Müdüriyeti’nde bulunduğum esnada fenni gezintilerden bu hususda pek çok istifade eyledim. Alasonya bir mevki’-i muhterem-i tarihidir. Ma’lumat-ı bedeniyye ve tarih derslerinin suret-i mükemmelede tedrisine mevki’in büyük te’siri olduğu gibi pek yakın zamanda Yunanistan ile Osmanlılar arasında burada bir harb vuku’a geldiğinden hissiyat-ı vatan-perverane terbiyesinde pek büyük suhuletlere nail olduk: Alasonya Ovası Milona tepeleri Pirnar tepeleri Menekşe tepeleri Kokulu sırtları Gos Köy yolları Olimpos etekleri… velhasıl her taraf şan ve şeref-i milli ile parlamakta her bucaktan yükselen inen; ruzgar sada-yı muzafferiyyet-i Osmaniyyeyi aks ettirmektedir. Buralarda gezinti yapan talebede muhabbet-i vataniyyenin bütün ma’nasıyla tecelli eylediğini müşahede eyledik. Çok defa gördük ki muhteşem Osmanlı ordularının ayakları altında ezilen bu topraklarda talebe tarih-i muzafferiyyet-i Osmaniyyeyi mutala’a ederken öte tarafda yüksek sesle bir manzume-i vataniye okuyan bir arkadaş sesini ma’sum ve hakim sadasını o tarihi topraklarda aks ettiriyordu; zaferi ihtişamı uyandırıyor kalbleri çarptırıyor… O esnada birkaç talebenin gözlerinden yaşlar boşanıyor… İşte bu yaşlar muhabbet ve terbiye-i vataniyye ve milliyyenin şahid-i yeganesidir. Talebeler burada yalnız görmek ve his etmekle kalmazlar. Orada buldukları mevaddı hatıra olmak üzere mekteplerine götürür ve orada hususi camlı dolablarda hıfz ederler. Mesela Alasonya’da eski muharebelerimizde askerlerimizin ordugah ittihaz ettikleri çadırlar kurdukları yerler var oralarda asker düğmeleri beygir nalları hatta elbise parçaları bulundu; bunlar mühim hatıralardır; mektepte saklanıyor muzafferiyet-i Osmaniyye hakimiyet-i milliyye ve memleketimizin her bucağı tarihdir. Bu gibi yerleri her muallimin bulabileceğine şüphe yoktur. Gezintilerle nümune toplamak: Gezintilerle talebeler yukarıdaki istifadelere mazhar olduktan başka kendileri ve mektepleri için bir çok ni’metler de hazırlarlar: Gezdikleri mevaki’de tesadüf eyledikleri bir çok nümune ve asarı toplamak mektebin müzesinde cem’ eylemek… bu gezmeler esnasında memleketin mahsulünü asarını muhtelif nevi’deki taşını toprağını mahsulat-ı ziraiyye ve sınaiyyesini böceklerini haşaratını kelebeklerini hayvancıklarını hayvan kemiklerini sularını gübrelerini ma’denlerini toplarlar; ma’denlerin bir kısmının isimleri ta’yin edilerek müzehaneye konur. Bir kısmı tahlil edilerek yine meşhere vaz’ edilir. Müze teşkil eylemek ve mahalli nümunelerini cem’ eylemek için fenni gezinti en güzel çare en güzel vasıtadır. Muallimlik hayatımdaki fenni gezintilerimiz esnasında pek çok şeyler topladık. Ba-husus geçen sene Alasonya’da bir tarihi mağara keşf edildi ki bu belki Ayasofya Cami’-i şerifinin inşası ile beraber ma’bed ittihaz edilmişti. Alasonya’da bulunan gayet kıymetdar bir manastır ve kilise ile beraber bu mağaranın ibadethane olduğu anlaşılmıştı. Resimleri telvinatı işlemeleri ile pek kıymetdar olan bu mağara ve manastır ile yine gezinti esnasında keşf edilen diğer asar-ı atikaya dair taraf-ı acizanemden Manastır’da münteşir Neyyir-i Hakıkat Gazetesi’ne bir makale yazılmış ve bazı pay-ı taht ceraidi tarafından iktibas edilmişti. Mekteplerin gezintileriyle daha böyle pek çok asar-ı kıymetdarın zuhur edeceği ve çocuklara bu gibi asarın muhafazası için büyük bir hiss-i medeni verilebileceği tabi’idir: Gezintilerle fikir yapmak: Muallim gezinti esnasında tesadüf etiği bir çok şeyleri talebelerine göstererek memleketin muhtaç olduğu mesleklere ziraate ticarete sanayie aid çocuklara fikir hazırlar. Mezra’alarda gezdiği esnasında ziraatin fevaidinden uzun uzadıya bahs ederek hayat-ı ziraiyyenin bütün zevkini çocuklar nazarında tecessüm ettirir. Mes’ud çiftçileri göstererek onların haline gıbta eder ve Avrupa’daki çiftçilik fenni çiftçilik mebhut ve hayran kalarak muallimin ifadelerini tasdik için kendisinde bir hiss-i tabi’i ve mecburi duyar. Bir i’malathaneyi bir ticarethaneyi ziyaret eden talebelere o anda muallim her gün dersde söylediği sözlerden ziyade ticaret ve sınaat için söyleyeceği sözleri takdir ettirir. Ticaretiyle sanayi’iyle yaşayan o adamları görünce talebe mualliminin söylediklerini takdir eder ve ihtimal kendisine eyler. Esasen bin söymekten bir görmek efdaldir. Dershanede ticaretin ve sanayi’in ehemmiyeti saatlerce söylenir layıkıyla takdir edilmez de bir görmek bütün ehemmiyeti arz eder. Eski bir darb-ı meselimiz var! Çok yaşayan mı bilir çok gezen mi?...” tabi’idir ki çok gezen daha çok bilir; bu hakıkat bir düstur gibi burada da doğruluğunu hiss ettirir. Aksa-yı şarka bütün alemin kendilerine hayretle baktıkları Japon memleketine geldiğimiz zamandan beri İslam ve Türk olarak Tokyo’da yalnız üç kişi olduğumuzu zan ediyorduk. Vatanımızdan müfarakatin verdiği te’sir ile Japonların terakkiyatı hakkında tedkıkatta bulunuyor ve milliyetlerini olanca teferruatıyla muhafaza etmekle beraber terakkıyat-ı medeniyyeden kaffesini memleketlerine tatbik etmekte asla gecikmeyen şarklılığı Asyalılığı kendilerine bir şeref addederek bunun için çalışmaktan asla yorulmayan bu milletin bu babda gösterdiği harikalara hayretle bakıyorduk. Terakkı madığından bahs etmelerine rağmen güya sırf onları yalancı çıkarmaya çalışan Japonlar bize bir kardeş gibi mu’amele ediyor. Ve heryerde başımızda taşımakla iftihar ettiğimiz fese bir nazar-ı hürmetle bakıyorlardı. Fakat ne kadar hürmet görürsek lisan ve adatına vakıf olmadığımız bir memlekette tabi’i sıkılıyor idik. Bugün ma’ruz olduğumuz hal burada yalnız olmadığımızı bize anlattı hiç ümid etmediğimiz bir zamanda İslamiyet’in en kavi rabıtalarla bağladığı kardeşlerle bebarebr bulunduğumuzu gösterdi. Çünkü ikametgahımıza sırf bizi Türk kardeşlerini görmek arzusuyla üç müslüman gelmişti. Muma-ileyhim Tokyo Darülfünunu ordu lisanı muallimi Bereketullah Efendi Darülfünun-ı mezkur Malaya lisanı muallimi İbrahim bin Ahmed Singapurlu Tüccar Mehmed Raşid Efendi’dir. Bu muhterem zevat İslamların ilk nişane-i sohbeti olan “Esselamü aleyküm” kelamı ile odamıza girdiler ki Mecusi memleketinde bir müslüman bir Türk için bu munis kelimeleri işitmek kadar müessir bir şey olamazdı. Ba-husus ki İslamiyet Türklükle Türkiye’ye karşı kalblerinin en derin köşelerinde mevcud olan muhabbetlerine bir nişane-i iftihar olarak başlarında fes var idi. Evvela diğerlerine nazaran müsinn olan Mehmed Raşid Efendi elini uzatıp müslümanca musafaha etti hatta sürurundan kendisini unutarak ihtiyarlığını feramuş ederek elimizi öpecek kadar tevazu’ ve sürur izhar ediyor müslüman kardeşlerini makam-ı hilafet-i uzmadan gelen Türk talebelerini görmekliğin husule getirdiği sevinçden birkaç damla yaş beyaz sakalının üzerinden yuvarlanıyordu. Karşı karşıya oturduğumuzda yaş ile dolu olan gözlerini üzerimize atf ediyor ve ma’nevi bir kuvvet ile pek çok hakıkatleri ve pek acı vakıaları ihtar eden nazarını üzerimizden ayırmıyor ve bize bir peder gibi hilm ve sükunet ve şefkatle söz söylemek istiyordu. Fakat maatteessüf Arapça’ya ve sair bizim bildiğimiz lisanlara vakıf olmadığından ifade-i meram edememekten mütevellid teessüratını tercümanımız vasıtasıyla bize anlatıyordu. Evet Asyalı iki müslüman kardeş karşı karşıya geliyorlar da bir birlerine ifade-i meramda aciz bulunuyorlar. Kendilerine bil-mukabele kavl-i ma’rufunu söylediğimizde bir kat daha sevindi. Singapurlu olduğu halde nasıl oluyor da fes giyiyorsunuz sualine karşı verdiği cevap bir müslümanı pek büyük düşüncelere daldıracak surette idi: “Yalnız ben değil bütün vatandaşlarım bu muhterem serpuşu giymekle iftihar eder ve bugün ruy-ı zeminde yegane hami-i İslamiyet olan Devlet-i aliyye-i Osmaniye’nin serpuş-ı millisi olduğundan bunu kendimizce pek mukaddes addederiz. Ve hatta Japonya’ya kadar gelmeye lüzum gören sizi gördükçe hilafet-i uzmaya gitmiş kadar mesrur oluyorum ki bugün hayatımda en mukaddes tanıdığım bir gün olacaktır” diyordu. Türkiye ahvaline müteallik sorduğu suallere verdiğimiz cevaplardan iki elini semaya kaldırarak gözlerinden yaşlar akıtarak dua ediyordu. rakkiyatına ağlayarak dua ediyor. Fakat ma’alesef Türkiye’de bunları bilen hatta düşünmek isteyen bile yoktur. Mekatib-i mim edilmesi lazım gelen tarih-i İslamiyet Asya tarihi mekatib-i aliyyemizde darülfünunumuzda bile tedris edilmek düşünülmüyor ve ihtimal ki bununla uğraşmaya tenezzül edilmek Her zaman ağuş-ı himayesine atılmaya hazır ve amade bulunan ve bu babda bütün mal ve mülkünü hatta canını bile feda etmekten çekinmeyen bu muhterem ve zavallı kardeşlerimizi düşünmek kimsenin hatırına gelmiyor da bizi daima parçalamağa yutmaya uğraşan garbın teveccühünü kazanmaya ve onlara yaranmaya çalışıyor ve binaenaleyh şarklı olduğumuzu unutuyoruz. Düşünmelidir ki biz garblı değil şarklıyız. Bugün Hindistan’da medeni İngilizlerin Hind-i Çini de hürriyet nazariyesi ta’kıb eden Fransızların Çin’de bütün Avrupa’nın Rusya’da ve hatta Rus hükumetinin boyunduruğu altında sönük nazarlarıyla bizden muavenet taleb eden milyonlarca kardeşlerimizi unutuyoruz. dökmekten ihtiraz etmeyen muvahhid kardeşlerimiz izmihlale doğru bir adım daha atıyorlar. Türkistan’da Türklüğün beşiği olan o kıt’ada binlerce nüfus açıkta kalıyor da Türkiye’de bunları düşünecek ekall-i kalil mertebesinde birkaç kişi bulunuyor. Eğer biz mevcudiyetimizi Avrupa’ya temelluk etmekle muhafaza edeceğiz iddiasında bulunursak Bosna Hersek’e Bulgaristan’a ne diyeceğiz. Mısır’a ve Bahr-i Sefid’de yegane Oralarda vahşilerin bile tecviz etmedikleri vahşetler göz önünde ceryan edip dururken insaniyet iddiasında bulunan Avrupa’dan hiçbir i’tiraz serd edilmiyor. Avrupa’nın hukuk-ı düvel uleması sükut ediyor. Diğer tarafdan Yemen’de Arabistan’da daha bilmem nerelerde Avrupa entrikasıyla birbirimizin kanını dökmekten çekinmiyoruz. Acaba bu vekayi’in mebdeinde temelluk fikri mutasavver değil mi idi? Türkiye’de Japonya’da bir müslüman Hindli İran’daki ecnebi siyaseti hakkında yazdığı bir makaleden dolayı mehd-i hürriyet iddiasında bulunan bir memleket me’muru tarafından tehdid ediliyor. Bu zatın kabahati yalnız yazdığı makaleden mütevellid değil belki en büyük sebebi bir şarklı bir müslüman olmasıdır. tüfenksiz Avrupa’nın tevüccühünü kazanmak zamanı olmadığını anlamalıyız; dostlarımızın oynadıkları siyaseti en ziyade dost zan ettiklerimizin Türkiye toprağındaki teşebbüsleri ve Avrupa’nın bizi hukuk-ı düvel kava’idinin daire-i şümulüne Acaba bu cehl bu adem-i tenezzül neden neş’et ediyor? Bunu azıcık düşünecek olursak en büyük sebebi maarifsizlik olduğu olanca şiddetiyle gözümüze çarpar. Hep bu cehalet saikasıyla değil midir ki kardeşlerimizin ayaklar altında ezilmesine ehemmiyet vermiyoruz. Afvınıza mağruren şunu da söyleyebilirim ki bugün en ziyade müterakkı olması lazım gelen vatanımızda bile layıkıyla tanzim edilmiş bir proğrama müstenid mekteplerimiz yoktur. Olsa bile ders proğramlarında en çok muhtaç olduğumuz Asya tarihi yoktur. Mekatib-i aliyyemizi ikmal eden efendiler miyanında ihtimal ki nerelerde müslüman olduğuna vakıf olmayanlar bulunabilir. Japonya’da Şems-i Tali’ Memleketi’nde ise –bizim gibi Asyalı ve belki bize nazaran aksa-yı şarklı bulunan bir millette– maarif-i ibtidaiyye arabacılara hizmetçilere hülasa en aşağı tabakada tasavvur edilen kimselere kadar teammüm etmiştir. Arabacılar ve hizmetçiler boş kaldıkları zamanı gazete veya meşahirin teracim-i ahvalini okumakla geçiriyorlar. Yanımızda bulunan yetmiş yaşındaki ihtiyare hizmetçi kadın her gün gazete ve kitap okumak ile meşguldür. Japonca yazmak ve okumak için binlerce hiyeroglif bilmeye lüzum var iken bunlar gene çalışmaktan çekinmemişler kendilerini muhafaza etmek ancak maarif ve kuvvetle olabileceğine kanaat hasıl ederek uğraşmışlardır. Tokyo’da mekatib-i ibtidaiyye i’dadiyye değil mekatib-i aliyyenin darülfünunların adedi ondan fazladır. Yalnız elsine-i ecnebiyye darülfünununda on altı ecnebi lisanı okutturulmakta ve bilhassa Asya lisanlarına ehemmiyet verilmektedir. İşte artık bütün bu ahvali nazar-ı dikkate alarak Japonların bizi hayretlere düşüren terakkıyatını yalnız maarife medyun olduklarını düşünerek çalışmalı ve artık körü körüne Avrupayı taklid etmekten sarf-ı nazar ederek terakkıyat-ı fenniyye ve bir an evvel işe başlamalıyız. Zira aksi kaziyye insanın tüylerini ürpertecek kadar müdhiş ve mühliktir. şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. _____ leri. hafi ile ve aded-i mürettebin sülüsan-ı ekseriyetiyle kabul olunmak usulü takarrur ettiğinden nizamname-i dahilinin ol babdaki madde-i mahsusasının ta’dili. yet-i vükelaya dikkat olunması. raat sanayi’ ma’arifin terakkıyatına derece-i ihtiyaca göre gayret edilmesi. muhafazası ile beraber garbın terakkıyat ve tekemmülat-ı medeniyyesinin memleketimizde inkişafa hizmet olunması. niyye’nin idame ve muhafazası. nizama tabi’ tutulması. ye’ye mütedair Kanun-ı Esasi’de münderic bazı mevaddın kuva-yı esasiyye muvazenetini teşyid edecek surette ta’dili keyfiyetinin teklifi. den cem’iyetlerin harekat ve amaline mümana’at olunması. yete mecbur olup olmadığı mes’elesi nizamnameye aid olduğundan ayrıca müzakere edilecektir. Mağrib Sultanlığı’nın üç dört senelik hayatını bizim gündeliklerin kısa telgrafnamelerinden ta’kıb edenler bile orada ardı arası kesilmeden fesad ve ihtilal devam ettiğini öğrenmişlerdir. Gah Ebu Hammare çıkıyor gah Errasuli isyan ediyor; gah Amuca yeğenin aleyhine kıyam ediyor ve şimdi zan edersek iki birader zade birbiriyle çarpışmaktadırlar! Son telgrafnameler usatın Fas’a dahil olmuş veya olmak üzere bulunduklarını Mevle’l-Hafiz’in pek sıkıştığını Fransa ve İspanya müdahelatının arttığını bildiriyorlardı. Şark İslamı vekayi’inde amil gibi görülen adamlar alel-ekser kendi kendine müteharrik olmayan gayr-i mer’i veya az mer’i eller tarafından oynatılan kuklalardan ibarettir. Ez-cümle şu Mağrib-i Aksa gürültülerinde ipin ucu Paris ve Madrid’de olduğuna zerre kadar şüphe olunamaz. Mevla Abdülazizler Mevla Elhafizler Mevla el bilmem kimler! Kendi emel ve zaman “Kedorse”de çizilmiş bir planın üzerinde istenilen tarafa sevk olunan piyonlardan ibaret olduklarının tabi’i farkına varmıyorlar en son fecayi’i anlamak için iki üç hafta evvel Fransız Meclis-i Meb’usanı’nda Mösyö Jores tarafından söylenilmiş nutuk ne mükemmel bir miftahdır. Jores Fransa ve İspanya arasında gizli bir mukavelenin vücudunu ve bu mukavelenin hedefi Mağrib devletinde fesad ve anarşi zuhurunda o memleketin Fransa ve İspanya beyninde taksim olduğunu söylemiş ve müsellem-i alem olan insaniyet-perverliği raz etmişti. Tarihce emsal-i kesiresiyle sabittir ki bir devletin fesad ve şurişinden istifade için mukavele akd eden devletler daima o fesad ve şurişi kendileri ihdas eylemiştir. Şimdiki Merakeş anarşisi hiç şüphe yok ki Fransa ve İspanya’nın netayic-i tezviratıdır. Ve devamı halinde hatimesi muhakkak; Mağrib-i Aksa Hükumet-i İslamiyyesi’nin taksim ve mahvı olacaktır. Endülüs Saltanatı’nın tahribiyle müslümanların Avrupa-yı garbiden tard ve ihraclarına devr-i şükuh ve ikbalinde mümana’at edemeyen Hilafet-i Muazzama-i lüs oksüsinin Afrika-yı İslamiyeyi olsun müdafaasına muavenet edemeyecektir. Evet maatteessüf muavenet edemeyecektir; fakat hiç olmazsa oralarda olup geçen vekayi’den olan za’f ve inhitatı mucib mü’essirleri amilleri arayıp bulmaya bulup bitirmeye çalışsa idi çalışa bilse idi… bu da alem-i İslam’a büyük bir hizmet olmuş olurdu. Afrika’da sakin Şeyh es-Sünusi hazretleri ahiren Mısır ve Sudan taraflarında bulunan müridanına Rebi’ülevvel sene tarihli bir tahrirat-ı umumiye göndererek bunda Fransızlar tarafından Sünusilere karşı vuku’ bulan tecavüz ve ta’addiyatı irae ve ta’dad etmiştir. Kahire’de münteşir el-Mukattam gazetesinde manzurumuz olan mezkur tahrirat-ı umumiyyenin aslıyla tercümesini ber-vech-i ati aynen derc ediyoruz: şeklinde yazılmıştır Fransızlar Kanem Kelek ve Ven zaviyelerine hücum ile tarikatimize mensub olan adamların kaffesini katl servetlerini esliha ve kitaplarını nehb ü yağma ettikten ve oralarda mevcud bulunan mebaniyi kamilen yakıp yıktıktan sonra Sünusileri ta Afrika çöllerine kadar ta’kıbe koyulmuşlardır. Biz bu ana kadar Fransızlara asla ilişmediğimiz gibi daima şerlerinden tevakkı etmekteyiz. Fransızlar bizi Devlet-i Aliyye’ye şikayet ederek güya tecavüzün bizim tarafımızdan vuku’a geldiğini dermiyan eylemişlerdir. Bu iddi’a külliyen yalandır. Güya biz Sünusiler Vaday sultanına muavenet etmişiz ve Fransızlar bundan dolayı bize muğber olmuşlar imiş. Biz hiçbir vakit Vaday sultanına muavenette bulunmamışızdır. Cenab-ı Hak Sultan-ı müşarun-ileyhi Fransızlara galib ve muzaffer eylemiş ise bunda bizim ne kabahatimiz olabilir. Fransızların bu mezalim ve i’tisafata karşı biz ve müridanımız daima sabır ve tahammül ederek Cenab-ı Hak’dan gayri kimseye şikayette bulunmadık. Yalnız Devlet-i Aliyye’den –ki bizim metbu’umuzdur– hukukumuzun muhafazasıyla Fransızların men’-i tecavüzatı hakkında istirhamatta bulunduk Fransızların sözüne ilkaatına havale-i sem’-i i’tibar edilmemesini bilhassa rica eyledik. Huda-nekerde Devlet-i Aliyye Fransızların sözüne inanacak olur ise biz kendi menafi’imizi hukukumuzu bizzat müdafaaya mecbur olacağız. Çünkü biz Allah yolunda ölmeyi yaşamaya tercih edenlerdeniz. Şimdiye kadar sabır ve tahammülümüzün yegane sebebi Devlet-i Aliyye’ye tabi’ bulunduğumuzdan dolayı idi. Devletimize müşkilat çıkarmamayı arzu ediyoruz. Fransızlar Afrika’nın şimal ve garb cihetlerinde bulunan zaviyelerimize dahi tecavüz ve ta’addi gasb ettikten ma’ada oradaki Osmanlı bayrağını indirip atarak varımızı yoğumuzu yağma eylemişlerdir. Fransızların hali etvarı böyle iken İngilizlerin muamelatı büsbütün başkadır. Fransızlarınkine asla benzemiyor. İngilizler de bizim Mısır’daki zaviyelerimize mücavir oldukları halde hiçbir vakit bunlara ve adamlarımıza tecavüz tarikat-i devletimizi tahkır etme[di]kten ma’ada bilakis tekkelerimize ve tarikatimiz mensubinine hürmet ediyorlar. Fransızlar bize bu mezalimi icra ederken biz çöllere dağlara doğru gittik. Oralarda Cenab-ı Hakk’a ibadetle meşgul olduk. Biz Fransızlara mukavemet etmek istese idik onlar Kanem’deki zaviyemize tecavüze muktedir olamazlardı. Alem-i İslam’ın i’ane-i müşterekesiyle Londra’da inşa edilecek olan cami’-i şerif ile ona merbut kütübhane ve ders-i umumi odası hakkında i’ane toplamak üzere Mısır’da vüzera-yı kadimeden Riyaz Paşa’nın taht-ı riyasetinde bir cem’iyet teşekkül eylemişti. Bu cem’iyetin umur-ı teşkiliyyesinin olan Halil Halid Bey’in el-yevm şehrimizde dahi bu emr-i hayra yardım eylemek üzere bir cem’iyet teşkiline çalışmakta olduğu müstahberdir. Bu cem’iyyetin himayesini veliyy-i ahd-i saltanat Yusuf İzzeddin Efendi hazretleri deruhde buyurmuşlardır. Cem’iyetin a’zalığını zevat-ı atiyye kabul eylemişlerdir: A’yandan Şerif Haydar Bey Gazi Muhtar ve Prens Sa’id Halim Paşalar ve meb’usandan Nafi Paşa ile Seyyid ve Müfid Beyler memalik-i saire-i İslamiyye arasında Hilafet-i Celile-i İslamiyyeyi haiz olan vatanımızın i’anesinin yüz ağartacak surette olmasını ümid ederiz. İ’anat-ı Osmaniyye’nin mahall-i cem’ ve hıfzı Osmanlı Bankası’dır. Mısır’da olduğu gibi Hindistan’da ve İran’da dahi cem’-i TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mayıs Altıncı Cild - Aded: Hak teala hazretleri Adem’in kadr u menziletini ve onu ruy-ı zeminde halife etmesinin vechini melaikeye bildirdikten sonra Adem’e huzu’ u tevazu’ ile ser-füru etmelerini emr edip şöyle buyuruyor: Ya ekreme’r-rusül bunu dahi tezkar et ki biz yani ben azimü’ş-şan bütün meleklere Adem’e secde edin dedik İblis’den maadası İblis’den maada cümle melaik emrimize itaatle heman-dem secde ettiler. İblis secde etmekten iba ve istikbar etti. Taazzum ve tekebbür ederek secdeden imtina’ eyledi. Kendini büyük görmesi ve kitab-ı azizin diğer surelerinde tahkiye buyurulduğu vech ile kendi cevher ve mayesini halifenin cevher ve mayesinden daha fazilet-amiz daha pak ve tahir zu’m etmesiyle emr-i Hakk’a imtisal eylemedi. dedi ve zaten kendisi ilmullahda kafirlerden idi. Çünkü aslı kefere-i cinden idi; bunun içindir ki Adem’e secde etmekten tekebbür ve iba eyledi; kavl-i şerifi bu ciheti vazıhan beyan ediyor. Yahud ma’na-yı ayet: İblis kendini Adem’den efdal zu’m edip efdalin ise mefdule huzu’unu emr eylemek müstahsen olmadığına zahib olarak Adem aleyhisselama secde eylemesine dair emr-i ilahiyi istikbah eylemesiyle kafirlerden oldu demektir. Bu takdire göre nazm-ı celilde vaki’ kelimesi ma’nasınadır. Şu var ki eğer bu makamda şu ma’naya olaydı nazm-ı celil diye varid olur Sücud: Lügatte huzu’ ve tezellül ile ser-füru etmek ma’nasınadır; şer’de: İbadet kasdıyla alnı yere koymaktır. Bu makamda me’murun-bih olan sücud ile murad nedir? Bazıları dediler ki burada sücudun ma’na-yı lügavisi muraddır; dem’e tahiyye ve ta’zim suretiyle huzu’ ve inhina etmelerini melaikeye emir buyurmuştur. Bu da Adem’in faziletini i’tiraf ve hakk-ı ta’limi eda ve Adem aleyhisselam hakkında kendilerinden sadır olan halden i’tizar eylemek içindir. Bazıları da ma’na-yı şer’inin me’murun-bih olduğuna zahib oldular; bu takdirce mescudün-leh hakıkatte Allahu tealadır zira zat-ı uluhiyyetten maadasına ibadet olunmaz. Şu kadar ki Adem’in şanını tafhim için zat-ı şerifi melaikenin secdelerine kıble veyahud vücub-ı secdeye sebeb edilmiştir. Hazret-i Bari Adem’i mübde’at ve mevcudatın kaffesine bir nümune ve avalim-i ruhaniyye ve cismaniyyedeki cemi’-i havass u kemalatı cami’ bir nüsha olur surette halk edince guya ki melaikeye bu nümune-i kemalde bu nüsha-i irfanda tecelli eden celail-i kudretime secde edin diye emr etmiş oluyor. Me’murun-bih olan sücud ile ma’na-yı şer’i murad olduğu halde daki lam ya Hassan radıyallahü anhin: Kavlindeki lam gibi ma’nasınadır. Bu takdirce Adem Allahu teala için vaki’ olan secdenin kıblegahı edilmiş olur. Yahud kavl-i kerimindeki lam gibi ta’lil içindir. Bu surette Adem Cenab-ı Hak Ayet-i kerimenin sevkıne nazaran Adem aleyhisselamın hilkatinden sonra hilafetine müteallık sebk eden muhaverede zat-ı şerifinin fazl u menzileti zahir olmasına mebni melaikenin ona secde eyledikleri müstefad oluyor; halbuki sure-i Hicr’de vaki’: kavl-i şerifinden Adem aleyhisselam halk ve icad ile ona nefh-i ruh edilir edilmez kendisine melaikenin secde ettikleri nümayan oluyor fil-hakıka bu kavl-i şerifin zahiri hilkat-i Adem aleyhisselam ile sücud-ı melaike arasına başka bir şeyin haylulet etmediğine delalet ediyorsa da bu kat’i değildir çünkü fa-i cezaiyye mazmun-ı cezanın akıb-i vücud-ı şartta hemen vuku’unu icab etmez. Fa-i cezaiyyenin bunu icab eylemediğini nazm-ı celili ile ayet-i kerimesi te’yid eder; zira akıb-i nidada sa’y vacib olmadığı gibi ikame-i salat dahi akıb-i itmi’nanda vacib olmayıp belki duhul-i vaktte vacibdir – kıssada ona mümasil bulunan ayetlerden bu anlaşılıyor. Ancak sure-i Kehf’de vaki’ olan ayet-i kerime İblis’in cinden olduğunu natıktır. Melaike ile cin arasında ehadühümayı ahardan temyiz eder bir fasl-ı zati bulunduğuna dair elimizde bir delil yoktur şu halde cinnin melaikeden bir sınıf olduğu zahirdir. lafzı kavl-i keriminde melaikeye ıtlak olunduğu gibi sure-i Nas’ın ahirinde şeyatine de ıtlak edilmiştir – _____ büyük görmek demektir. İba’ istikbardan neş’et eylediği cihetle hakkı te’hir iken ibarede takdim edilmesi zuhuruna ve vuzuh-ı eserine mebnidir – Bazı müfessirin dediler ki hakk-ı tertib denilmek idi. Bu gibi müfessirler nazmda tertibi tabiiye muhalefeti belki riayet-i fasıla ile ta’lil ederler. Yani fevasıl-ı ayat arasındaki mücanesete müra’at için nazmda tertib-i tabiiye muhalefet edilmiş olduğuna belki kail olmak teza-yı tabiat üzere varid olmuştur çünkü Cenab-ı Hakk’ın maksud bizzat olan fi’l-i ibayı evvela beyan etmek ve sonra onun sebeb ve illeti bulunan istikbarı zikr eylemek ve daha sonra şu illet ve ma’lulde şu sebeb ve müsebbibde asıl olan küfrü irad buyurmak istediğini ifade ediyor – Cenab-ı Akdes-i Kibriya’nın İblis’i bu hükümden istisna Zuhur ve izhar rububiyet ve ubudiyet; iman ve küfr cennet ve nar ile cemi’-i mu’tekadat-ı şer’iyye ve tekalif-i ilahiyyedeki esrarın zuhurudur; zira İblis sebebi iledir ki isneyniyet ru-nüma olur turuk ve mesalik taaddüd eder ara ve makalat tefavüt eyler muhalefet ve münazaalar zuhura gelir. Ve onun ta’rir ve tadlili ile hak müstetir ve batıl zahir olur. ebna-i beşeri ona inkıyad ve ıktida eylemekten tahzirdir – Fevatihü İlahiyye. Ayat-ı sabıkadan olunan telhise göre nev’-i beşerin vücuduna bu alem müste’id olup da hikmet-i ilahiyye onun ruy-ı zeminde icad ve istihlafı iktiza ettikte Cenab-ı Allam-ı Habir bunu melaikeye haber vermiş idi. İnsanın halife olmasından ruy-ı zeminde fesad ve münazaa edip bunun da sefk-i dimaya badi olacağına dair derun-ı melaikeye bir hatıra tebadür etmesiyle Hak teala mevaki’-i hikmet-i aliyyesini dirdikten sonra Adem’i icad ve cemi’-i esmayı kendisine ta’lim Adem’e secde ettiler. Fakat İblis’in tabiatinde şerr ü iğvaya tohumda mevcud ve meknun olduğu halde ancak neşv ü nemanın tavr-ı mahsusuna vusul ile zuhur eden elvan evrak ve ezhar gibi o zaman isti’dad-ı zatisini izhar ederek secdeden masıyla onlara yanaşıp vesvese ilka eyledi. Ayat-ı lahikanın dahi hülasası şu oluyor ki Cenab-ı Hak Adem’e ve zevcesine cennette sakin olup onunla temettü’ etmeyi emr etmiş ve fakat oradaki şecere-i mahsusadan ekl ü tenavül eylemekten kendilerini nehy edip o şecereye takarrubün zulm olduğunu onlara haber vermiştir. Şeytan ise Adem ve Havva’yı cennetten izlal ederek onları bulundukları na’imden mihnet ü meşakkate ihrac etmiştir. Sonra Adem ma’siyetinden tevbe etmiş ve Cenab-ı Hak tevbesini kabul buyurmuştur. Daha sonra nev’-i beşerin saadeti hidayet-i şaka’ bulunduğu beyan edilmiştir. Sabık ve lahık bu ayetlerin cümlesi melaike ile beşerin meftur oldukları fıtrat-ı ilahiyyeyi beyan ile bundan ibret almak için sevk olunmuştur. Gelelim ayet-i kerimenin tafsilen tefsirine Zat-ı Akdes-i Kibriya tamam olduktan sonra şimdi dahi zat-ı uluhiyyeti ile Adem aleyhisselam arasında cereyan etmiş olan kıssanın hikayesine şüru’ ile şöyle buyuruluyor: Ve biz dedik ki ya Adem sen ve zevcen Havva cennette sakin olun Cennette ve refah-ı hal ile ekl ü tenavül edin. Size mübahdır cennetten dilediğiniz yerde zevk u safa edin istediğiniz esmarından ekl ü tenavül edin ve fakat şu şecereye takarrüb etmeyin. Şu şecereden ekle tasaddi etmeyin ki ona takarrüb edip de semeresinden tenavül ederseniz buna terettüb eden hale duçar olarak kendinize zulm edenlerden olursunuz. Bu makamda cennet ile murad nedir? Ehli-i sünnet ve saireden olan ulema-i müslimin bunda ihtilaf ettiler; acaba bu cennet ehl-i lügatin fehm eylediği gibi bostan veya eşcar-ı mülteffe ile kuşadılmış mahal midir yoksa ahirette va’d olunan dar-ı sevab ve mükafat mıdır? Ehl-i sünnetten olan muhakkıkın şıkk-ı evvele kail oldular. İmam Ebu Mansur Maturidi Te’vilat nam tefsirinde dedi ki biz bu cennet bostanlardan bir bostan veyahud korulardan bir koru olup Adem ile zevcesinin vaktiyle orada mütena’im bulunmuş olduklarını dan bahs eylemek bize lazım değildir. İşte mezheb-i selef budur; ehl-i sünnet ve saireden onun mekanını ta’yin hususunda güft ü guya dalanların delili yoktur. Bu tefsir ile bir çok müşkil hallolunur: Evvela –Adem ile nesli ruy-ı zeminde halife olmak için Allahu teala Adem’i arzda halk eyledi onların hilafet etmeleri bizzat maksud olunca hilafetin ukubet-i arıza olması sahih değildir. Saniyen –Adem arzda halk olunduktan sonra semaya uruc ettirildiği zikr olunmamıştır. Eğer semaya uruc ettirilmiş olaydı bu bir emr-i azim olduğundan elbette zikr edilir idi. Salisen –Mev’udün-bih olan cennete ancak mü’minin-i müttekın dahil olur nasıl oldu da oraya şeytan-ı kafir mel’un dahil oldu. Rabian –Mev’udün-bih olan cennet mahall-i teklif değildir. Hamisen –Mev’udün-bih olan cennettekiler orada bila-istisna diledikleri eşya ile temettu’dan memnu’ değildirler. Sadisen –Orada isyan vuku’ bulmaz. Ma-hasal mev’udünbih olan cennetin tavsif olunduğu evsaf Adem’in ihrac olunduğu cennet hakkındaki ahvale kat’a mutabık değildir – Bazı ulema dahi Adem’in mütena’im olduğu cennet ma’lum olan dar-ı sevabdır dediler. kavl-i şerifi bu zehabı te’yid eder. Hübut bir buk’adan diğer buk’aya intikal ma’nasında da müsta’mel olduğundan evvelkiler hübutu bu ma’naya haml etmişlerdir. kavl-i şerifi bu ma’nada varid olmuştur. Edille-i nakliyye bu hususda mütearız olduğundan tevakkuf etmeli ve murad şudur diye kat’i surette bir şey söylememelidir – Adem ile Havva’nın nehy olundukları şecerenin ne olduğunu Allahu teala bize ta’yin buyurmadığından biz de onun ta’yini hakkında bir şey söylemeyiz şu kadar biliriz ki bu nehy onu iktiza eden bir hikmetten neş’et etmiştir. O şecerenin hasiyetinde ihtimal ki Adem ile Havva’nın bir halden diğer hale huruclarına sebeb olur bir keyfiyet olup ondan eklde kendileri için belki zarar var idi. Yahud insanın her şeye velev o şeyde zarar terettüb eder ma’siyet bulunsa bile istitla’a meyelanı olduğuna dair isti’dadındaki hal zahir olsun için o nehy belki canib-i Hak’dan bir ibtila ve imtihan Diğer riva- Birinci babdan muzari’dir. Diğer rivayette ise tef’ildır. Diğer rivayette . - Terceme Esma’ bint-i Ebi Bekr radıyallahü anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir kadın Nebiyy-i Ekrem sallallahü aleyhi ve selleme gelip: “Ya Resulallah! birimiz rubası içinde hayız görürse ne yapsın buyurursun?” diye sordu. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem: Rubasını eliyle oğaladıktan sonra üzerine su döküp sıkar. Ondan sonra azar azar üzerine su serper. Ondan sonra onunla namazını kılar buyurdu. Eldeki Buhari nüshalarında - Terceme Aişe radıyallahü anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Fatıma bint-i Ebi Hubeyş radıyallahü anha Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin yanına gelip: “Ya Resulallah! Ben istihazaya mübtela bir kadınım. Temizlenemiyorum. Namazı terk mi edeyim?” diye sordu. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem: “Hayır bu hayız değildir. Bir damardan gelen kandır. Senin asıl hayzın geldiği zaman namazı bırak. Gidince kanını yıkadıktan sonra namaz kıl. Ondan sonra yine o vakit gelinceye kadar her namaz için abdest al” buyurdu. _________________________ - Terceme Yine Aişe radıyallahü anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin rubasından cenabet eserini yıkardım da rubasının ötesinde berisinde su ıslaklığı kaldığı halde namaza çıkardı. Diğer rivayette hemze ile . Bu şek Enes’in yahud arada rüvattan birinindir. Diğer riva- Diğer rivayette . Diğer rivayette . - Terceme Enes bin Malik radıyallahü anhün şöyle dediği rivayet olunuyor: Ukl veya Ureyne kabilelerinden bazı kimseler Medine’ye geldiler. Tutuldukları mi’de ağrısından dolayı Medine’de südlü develerinin bulunduğu yere gidip bevllerinden ve südlerinden içmelerini emr etti. Oraya gittiler. Sıhhat bulunca Nebiyy-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin çobanını öldürüp ve develeri önlerine katıp götürdüler. Bu haber sabah vakti geldi. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem arkalarından adam koşturdu gün yükselince herifleri getirdiler. Resulullah aleyhi ve sellem kısas olarak ellerinin ayaklarının kesilmesini emr etti. Bu canilerin gözleri de oyulup Harre denilen yere atıldılar ki ölünceye kadar su istediler de kendilerine su verilmedi. Yine Enes bin Malik radıyallahü anhden Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellemin mescidi bina etmezden evvel koyun ağıllarında namaz kıldırdığı rivayet olunuyor. - Terceme Meymune radıyallahü anhadan rivayet olunuyor ki: Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemden donmuş yağın “Fare etrafındakini atınız. Yağınızı da yiyiniz.” buyurmuş. Bir rivayette . Ekser Bazı nüshalarda Diğer bazılarında - Terceme Ebu Hüreyre radıyallahü anhden Nebiyy-i mükerrem sallallahü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Müslümanın Allah yolunda alacağı her yara kıyamet gününde yeni açılmışcasına kan fışkırıyor gibi yine o hey’eti üzere görünür. Rengi kan rengi fakat kokusu misk kokusu. Menşe’ ve fünun. –İnsanlar aguş-ı kainata tamamıyla bigane bulundukları bu muhit-i garibe atıldıkları zaman hakıkaten acınacak bir halde bulunurlar. Kendilerini muhitten haberdar edecek kuva ve vesait inkişaf-ı layıkını buluncaya kadar tabii eşya-yı muhitiyye hakkında esaslı bir ma’lumat edinemezler. Fakat tedricen zeka-yı beşerde husule gelen nehda-i idrak sayesinde insanlar muhitlerini muhitlerinde bulunan eşyayı yavaş yavaş tanımaya başlarlar. Bu vukuf zekanın inkişafı nisbetinde artar. İlk evvel mahsüsata dair – pek noksan olmak üzere– bir takım ma’lumat edinilir. Bu ma’lumat tedricen fakat yine hata-alud olarak tezayüd eder. Hakıkat ya maddi veya ma’nevidir. Madde ve maddenin halat-ı mahsusası mevcud olduğuna herkes kani’dir. Fakat nefs-i natıka ta’biriyle ifade ettiğimiz diğer bir hakıkat daha vardır. Kuva-yı ruhiyye melekat-ı batınıyye ef’al ve ahval-i ruhiyye bu ikinci hakıkatin tecelliyatından başka bir şey değillerdir. Madde ve evsafına yani alem-i hariciye olan ilmimize “vukuf-ı harici” ruh ve ahvaline dair olan vukufumuza da “vukuf-ı batıni” denilir. Muhitimizde bulunan eşyayı havassımız ianesiyle idrak ederiz. Ma’neviyata vukufumuz kişafıyla mütenasib olarak günden güne öğrenilen şeyler bir tertib ve nizam-ı muayyen tahtında vuku’a gelmezler. Görülen rakatı tasavvuratı efkarı bu suretle bi-nefsihi spontane hasıl olmuşlardır. Tabii bir nizam ve tertibe merbut değillerdir. Avamm-ı nası taht-ı tahakküme almış olan hurafeler batıl fikirler devre-i sabavetten i’tibaren bila-tedkık kabul edilmiş olan göreneklerin an’anelerin yadigar-ı meş’umları olduklarında şüphe yoktur. Akvam-ı cahilenin ibtidai insanların vukufları hep böyle karma karış ve hata-alud ma’lumat-ı münferideden ibaret Fakat zeka-yı beşer daima hayal-i terakkıdir. Bazı hadisat-ı tabiiyyede müşahede olunan nizam-ı bedi’ mesela safahat-ı kamer yıldızların harekat-ı muntazamaları gece ve gündüzlerin te’akub-ı mertebeleri husuf ve küsuf gibi zihni gıcıklayacak acibeler ibtidai insanların nazar-ı dikkatlerini celb eylemekten hali kalmamışlardır. Bu suretle insanlarda muhitlerini muhitlerinde bulunan eşyayı daha vazıh ve daha doğru bir surette anlamak; onları tedkık etmek arzuları uyanmıştır. Fil-hakıka Eflatun’un dediği gibi “İnsanların hadisat-ı tabiiyye önündeki acz ü hayretleridir ki fennin ilk temel taşını attırmıştır.” Saik yalnız bu acz ve hayret değildir. İhtiyacat-ı hayatiyye de tabiatı muntazam bir usul tahtında tedkık etmeye icbar eylemiştir. Çünkü evvelce birer hakıkat olmak üzere kabul edilmiş olan an’anat ve hurafat insanları pek müdhiş vartalara sürüklemiş kendilerine pek acı dersler vermişti. Bu hal dahi fikr-i beşerde bir intibah-ı hakıkat-cuyane uyandırmaya vesile olmuştur. biri maddi diğeri ma’nevi olan bu iki saik ilcaatıyladır ki Bu tedkık neticesinde fünun tevellüd eyledi. den bire gözleri kamaşmış olmalı ki daha birinci hamlede fenn-i umumiyi elde etmiş olduklarına zahib olmuşlardı. Zannetmişlerdi ki kainatı anlamak için tabiate atf-ı nazar etmek kafidir. Tabiatin anasır-ı sabitesi nevamis-i aliyyesi nizamat-ı bediası yalnız sade bir tefekkürle idrak olunabilir zu’munda bulunmuşlardı. Yunan-ı kadim hükemasından bazılarının pek sade-dilane olan nazariyat-ı felsefiyyeleri bu metodun bir neticesi gibi telakkı edilmelidir. Fakat bu hatanın anlaşılması için çok zaman geçmeye hükemasından bazıları nevamis-i kainatın bir nazar-ı sathi muamma-yı ezeli bir teşevvüş-i la-yetenahidir. Descartes’in dediği gibi kavanin-i tabiati anlamak için isti’cale lüzum yoktur. Hele tevehhümat-ı hayaliyyeden kat’iyyen ictinab etmelidir. Tesadüf edilen müşkilatı taksim ve tahlil ederek basitleştirmeye çalışmalıdır. daki münasebat ve müşabihata nazaran– ufak ufak grublara ayırmak lüzumu hissedildi. Bu grublardan her biri bilahare başlı başına bir fennin mevzu’unu teşkil eyledi. Ulum-ı riyaziye fenn-i mihanik hey’et hikmet-i tabiiyye kimya… ilh. fenleri bu suretle te’sis edilmiştir. Menafi’-i İslamiyye’nin müdafaası uğurunda yazdığı asar-ı güzidesiyle alem-i İslam’a kendini tanıtmış olan Kembric Darülfünunu muallimlerinden Halil Halid Beyefendi’den fevkalade şayan-ı dikkat ve ehemmiyet bir mektub aldık ki ber-vech-i zir dercine şitab ile biz de Halil Halid Bey’in mektublarının nihayetinde buyurdukları gibi bu babda merci’-i aidinin nazar-ı dikkatini celb eyler ve kari’lerimizin fikirlerini yazıp göndermelerini bilhassa rica ederiz. Beyrut’da el-yevm en ileri giden icra-yı faaliyet eden Amerikan Protestan müessesesi ta’bir-i ma’rufuyla “külliye”sidir. Pek iyi bilemezsem de fermanında yalnız tıb tahsiline me’zun olan bu müessese on beş kadar muazzam binada sekiz şu’be-i tedrisiyyeye münkasemdir. Memleketimizin bir çok taraflarına dağılmış en hücra yerlerinde bile ehemmiyetli müessesat açmış olan Amerika Protestan cem’iyetlerinin bittabi’ en mukaddes vazifeleri Protestanlığın neşr ü ta’mimidir. Beyrut’da da her şeyden evvel buna çalışılmak lazımdır. Hürriyet-i vicdan en mukaddes ve muhterem bir hak. İslamiyet esasen bunu kabul etmiş. Meşrutiyetle yenin en zaruri ve tabii bir neticesi. Fakat bizim ve mantığın böyle kabul ettiğimiz hürriyet-i vicdaniyyeyi bu “külliye” ve sair müessesat nasıl telakkı ve diğerlerine karşı nasıl isti’mal ediyor?... Arada başka şeyler var. Osmanlılığa İslamiyet’e de şiddetle tealluku bulunan mes’eleler var ki te’sirat ve netayici aya alınmaya layıktır. Ale’l-husus “külliye”ye Beyrut’dan ve Suriye’den memleketin sair taraflarından gelen Osmanlı yavruları arasında küçük büyük etfal-i İslamiyye de bulunuyor. Ve galiba İslamlar daha çok buraya rağbet ediyorlar. Buraları gibi akım yerlerde esasen etfal-i İslamiyyenin aldıkları terbiye-i Osmaniyye pek zaif ve meşkukdür. Bakınız külliye bizim bir hakkı muhterem olarak tanıdığımız hürriyet-i vicdaniyyeyi nasıl anlıyor ve müessesatında nasıl isti’mal ediyor? Hiçbir İslam çocuğu yoktur ki kendi kendine kiliseye gitmeyi ruhani ayinlere iştiraki aklına getirsin ve arzu etsin. Fakat burada – Cizvitlerde de böyledir– onlar cebren kiliseye sevk ve ayine tiyan talebe gibi İslamlar da her gün bilhassa Pazar günleri sabah ve ba’de’z-zuhr akşam kilisede isbat-ı vücuda ve ayin-i ruhaniye iştirake mecburdur; ale’l-umum nehari talebe derslere başlanmazdan evvel ve akşam hitamından sonra burdur. Bunun aksinde hareket hürriyet-i vicdandan ve İslamiyet’den bahsin cezası tarddır. Zavallı hürriyet-i vicdan başkaları tarafından her gün başımıza kakıldığın halde yine onlar tarafından nasıl tecavüzlere uğruyorsun bedbaht hakk-ı mukaddes.. Bir İslam çocuğu yavaş yavaş buna alışıyor. Kendince bir i’tiyad halini alıyor. O ayinler menazır-ı ruhaniyye mev’izalar hazin nağmeler erganunların ulvi sadaları. Bütün bunlar öyle cazib ve calib ve ruhu yavaş yavaş bir gışa ile sarıcı şeylerdir ki bir gramafon plağı kadar saf ve beyaz ve her şeyi intıba’a haris bir çocuk dimağında ne leri hakkında hiç ma’lumat verilmez. Mensub oldukları memleketlere göre duvarlar mesela Amerika Fransa haritailarıyla müzeyyendir. Çocuk ihtimal ki o kıt’aları mükemmelen ta’rif edebilir de bi’l-farz Beyrut’dan İstanbul’a nasıl gidileceğini bilemez. Beyrut’da ne tuhaf şeyler vardır. Hani şu her gün bir çok yaygaralar koparan el-Müfid gazetesini dolduran muharrirler çocuklar yok mu işte bunlardan biri “Kavala” nerede olduğunu bir Osmanlı kasabası ise hangi vilayete tabi’ bulunduğunu kazasında bir türlü bulamamış da diğer bir bilene sorarak öğrenmiş. Misyonerlerle ve mektebin muallimleriyle görüşünüz. Ağızlarından bal akar. tezyinden başka şeylerden bahs etmezler. Siyasiyyat o hiç kabil mi? Bunu düşünmezler bile. Lakin akval ile ef’alde ne kadar mübayenet vardır. Bunlar esasda bizim Osmanlılığımıza şıyorlar. ve emsalinde yazılmıştır. O dimağlar buralarda işba’ edilmiş o ruhlar buralarda değiştirilmiş ve bir topun ağzından çıkan tahrib daneleri gibi Osmanlılık bünye-i umumisine fırlatılmıştır ve bu ameliyat her gün devam ediyor. Bugün de o müessesatta bulunan Osmanlı yavruları yarın şimdi karşısında bulunduğumuz kitabın faslındaki sahifelere daha bir çoklarını ilave edecektir. Bunu yapan yalnız Amerika “külliye”si değil. Başka müesseseler de kendi hesablarına sarf-ı mesaide kusur etmiyorlar. Fakat ben bugünkü mevki’i faaliyeti ile en ziyade nazar-ı dikkati celb eden onu misal olarak aldım. “Külliye”nin te’sirat-ı siyasiyyesi de var. Kendi faaliyetine inzımam eden diğer kuvvetler sayesinde el-yevm ale’l-husus Cebel-i Lübnan Dürzilerinde AngloSaksonluğun muhabbet-i teveccüh hasıl olmuştur. Vakıa makasıd-ı siyasiyye doğrudan doğruya icra-yı faaliyet etmiyor. Lakin bütün demicdir. Hıristiyanları Protestan yapmak için vasi’ propagandaları var. Lehü’l-hamd İslamlardan bir Protestan olmuş yoksa da te’sirleriyle İslamlık ve Osmanlılığını unutmuş bir çokları meşhud. Fransız Katolik ve Cizvit müessesatı Protestanlar karşısında eski ehemmiyetlerini kaybediyorlar. Maamafih herhalde te’sirleri mühimdir ve eserleri pek çoktur. Cizvitler makasid-ı diniyyeden başka açıktan açığa makasıd-ı siyasiyye niler üzerinde son derecede haiz-i te’sirdirler. Zaten bunların her şeyden evvel Fransızlık irae ettikleri kemal-i teessürle görülüyor. “Laik” vesair Fransız cem’iyyetlerinin daha mu’tedil bir silk-i ihtiyar ve “laik” cem’iyyetinin Cizvitlerle hal-i rekabette bulunduğu mahsüsdür. Maamafih Beyrut’da pek kadim ve tarihi olan Fransız nüfuz ve te’siri her şeyde şiddetle kendisini gösterir. Kökleri henüz sağlamdır. Ruslar mesai ve faaliyetlerini daha ziyade mülhakata ve Ortadoksluğa hasr ettiklerinden merkezde o kadar haiz-i ehemmiyet değildirler. Mülhakatta alel-ekser muallimleri ve me’murları Osmanlı olmak üzere altmış yetmiş müesseseye mektebe maliktirler. Bu müessesatı idare eden cem’iyet Petersburg’da Rus grandüklerinden birinin taht-ı riyaset ve lomaları bu cem’iyet tarafından Petersburg’da tanzim ve hükumet-i Osmaniyyece tasdik ediliyor. Bilhassa Ortodoks hıristiyanlar üzerinde te’sirleri pek şiddetlidir. Onlarda ken dilerini her şeyden evvel Rus addeyliyorlar. Yunan propa gandaları Makedonya’da ve Rumeli’de Rumlar üzerinde ne yapmış ise hemen burada da Rus cem’iyeti Ortodokslar üzerinde onu yapmıştır denebilir. Sonra Alman ve İtalyan müessesatı geliyor. Bunlar henüz diğerleri derecesinde haiz-i ehemmiyyet bir mevki’ işgal etmiyor ve şimdiden daha ziyade kendi teba’alarıyla meşgul görünüyorlar. Maamafih her halde onların da vazifeleri ve te’sirleri var. ha ziyade lafa mahal yok. Hatta ihtimal ki lüzumundan fazla olan bu kadarı şiddetle Osmanlılığın nazar-ı dikkatini celbe kafidir. Hiçbir tarafdan su’-i tefehhüme hacet ve hak yok. Kimsenin hakkını mesai ve faaliyetini elde ettiği neticeyi muaheze etmek istemiyoruz. Kalbimiz de Osmanlılık için çarpıyor. Şikayatımız teellümatımız hitablarımız kendimize ve Osmanlılığımıza aiddir. Adeta kendi hatalarımızdan şikayet ve kendi seyyiatımızı teşrih etmiş oluyoruz: En samimi maksadımız Osmanlılık hakk-ı meşru’unu bugün onun mukadderatını ellerine alanlardan da’va etmektir. Hamiş: Beyrut’daki Amerika Protestan müessesi “Medrese-i Külliyye-i bi-taraf bazı yerlerden istihsal ettiğim ma’lumatın vesaikın da burada kayd ü işaretini faideden hali bulmuyorum: Yukarıda söylediğim vechile bu müessese tarih-i Rumisinde Beyrut’a bir hey’etle gelen Daniel Bliss namında Amerikalı bir misyonerin himmetiyle “el-Medresetü’l-Külliyyetü’s-Suriyyetü’l-İnciliyye” namıyla bir mektep suretinde te’sis edilmiştir ki hükumet-i seniyyenin i’ta ettiği fermanda “Tıbbiye” diye muharrerdir. Maksad-ı te’sis Suriye’de ale’l-umum ahali arasında Protestanlığı neşr u ta’mimdir. Diğerleri teferruat ve bu maksada teshil eyleyecek vesait kabilinden addediliyor. El-yevm zahiren muallimin ve me’murin siyasiyattan müctenib gibi görünürler. Bundan hiç dem vurmazlar. Lakin asar ve netayic kendilerini tekzib eyler. Müessesenin “Hama Humus Sayda Sukü’l-garb Trablusşam” gibi misyonerlik nokta-i nazarından gayet mühim yerlerde tedrisatı i’dadi derecesinde olmak üzere şu’beleri vardır. Bu şu’beler de oralarda makasıd-ı ma’lume için sarfı mesai ve faaliyet ederler. Müessesede ale’l-umum hürriyet-i vicdaniyyeye nasıl tecavüz ve bütün talebenin cins ve mezheb tefrik edilmeksizin nasıl kiliseye sevk ve ayine icbar edildiğini söylemiştim. senesinde bu hadise dolayısıyla İslam talebe müessesenin bu cebr ve istibdadı aleyhine kıyam ettiler: O senede bir gün Trablusşam’daki şu’benin müdiri Beyrut’a geldi ve Pazar gecesi “külliye”de bir va’az verdi bu hutbesinde bir çok şeylerden bahs ediyor ve ale’l-husus İslamiyet aleyhinde bulunuyordu. İşte buna karşı kilisede hazır bulunan İslam talebede hissiyat-ı diniyye ve milliyye galeyan etti ve o geceden i’tibaren merasim-i diniyyeye adem-i iştirake karar verdiler. “Külliye”nin ta’tiline altı ay kalmıştı. Bu kıyam sayesinde bu müddet zarfında İslam talebe kiliseye gitmedi. Fakat senesinde mektebin küşad ve kabul zamanında varaka göndererek çocuklarının devam ve kabulü ancak kiliseye devamlarına mütevakkıf olduğunu bildirdi. Kısm-ı a’zamı tabii kabul ettiler ve o vakitten beri bu minval üzere devam eyliyor. Beyrut müessesinde “külliye”de altmış beş muallim icrayı vazife ile meşguldür. Talebenin ekseriyetini Arablar teşkil eder. İslamlardan başka memleketin cihat-ı sairesinden; Anadolu’dan Cezair-i Bahr-i Sefid’den ve Yunanistan’dan gelmiş Rum Ermeni Musevi talebe de az değildir. Hatta Hindistan’dan Çin’den Rusya’dan gelmiş talebe dahi mevcuddur. El-yevm talebenin adedi dokuz yüz kadara baliğ olmaktadır. “Külliye”de tedrisat şöyle sekiz şu’beye münkasemdir: İsti’dadiye . İlmiye . Ticariye . Tıbbiye . Eczacılık . Dişçilik . Hasta bakıcılığı . Asar-ı atika-i mukaddese Filolocya “Külliye”nin muhtelif binalarının taksimat muhteviyat ve müştemilatı ise şöyledir: Büyük bina: On beş bin cilde karib kitaba malik kütübhane konferans salonları dershaneler üst katta yatakhaneler. Tıbbiye binası: İki büyük oda Bakteriyoloji laboratuvarı ma’arız-ı teşrihiyye ve cerrahiyye salonları. Rasadhane . Reisin ikametgah-ı hususisi . Ulum-ı ticariyye binası: Dershaneler yatakhaneler kabul salonu aşağı katta taamhane ile mutfak. İctimaat ve ihtifalat-ı umumiyye için salon yani kilise. Ulum ve tedkıkat-ı kimyeviyye binası: Dört vasi’ laboratuvar. Küçük çocuklara mahsus ibtidai mektep binası. Bakteriyoloji tüccarına mahsus küçük bir bina. İ’dadi binası . Umum yatakhaneler binası. Ulum-ı tabiiyye müzesi . Hastahane-i nisa . Hastahane-i etfal. Ameliyat-ı cerrahiyyeye mahsus hastahane Usul-i tedris bit-tabi’ en basit ve ameli bir surettedir. Her sınıfın beş altıdan ziyade dersi yoktur. O dersler her gün tedris ve tekrar olunur. “Külliye”de tabii en ziyade İngilizce’ye ehemmiyet verilir. Bundan başka Fransızca Arapça Latince Rumca ve Türkçe de tedris edilirse de bu son lisanın hiç ehemmiyeti yok gibidir. Esasen Türkçe muallimliğinde lisanın gavamızına adem-i vukufu ma’lum bir zat bulunduruluyor. Asıl müessisi Doktor Daniel Bliss sekiz sene mukaddem tekaüd olmuştur. El-yevm doksan beş yaşında bir pir olan bu zat geçen sene Edinburg’da in’ıkad eden misyoner kongresinde hitamından sonra New York’da ihtiyar-ı ikamet etmiştir. Tekaüdünden beri mevki’-i riyasette oğlu Hovard Bliss bulunuyor. Müessese leyli ve nehari talebesinden bir ücret alıyor. Maamafih onun azamet ve vüs’atine karşı bu hiçdir. Herhalde cem’iyetten büyük fedakarlıklar ihtiyar edildiği aşikardır. ve nahs-i eyyamdan tali’den ebced hesabından bahis açık nesih hattıyla bir kitapdır. bir çok tılsımları havidir. havi husuf ve küsufdan bahs eder. Han namına te’lif edilmiş hikayat-ı latife ile memlu ve Hafızı Şirazi’nin Divan’ ından tefe’ül üzere çok fasılları ve misalleri havi ve Hafız-ı Şirazi’nin keramatını beyan eder. Başından birkaç sahife mefkuddur gayet güzel sülüs yazılı tarihi nama’lum. yenin suretini havi ve biraz mesail-i fıkhiyyeden bahs eder manı suretleri mevcuddur. manlı lisanını öğrenmek isteyenlere hüsn-i hat ile yazılmıştır. Sene-i Milad bin altı yüz kırk dokuz tarihinde te’lif edilmiş büyük bir cild kitapdır. Her kelimenin yanında İtalyanca Latince ma’nası vardır. Elif-be’den başlar hülasa üç yüz sene mukaddem yazılmış bir sarf-ı Türkidir. nıyla dualarıyla beyan eder. usul-i tekellüm. Sıratımüstakım’in numaralı nüshasında münderic “İkinci Hata” unvanlı makaleyi okudum. Makalede bazı müslüman kadınlarının adem-i tesettürü ve adab-ı İslamiyyemize olan riayetsizlikleri pek güzel ve gayr-i kabil-i i’tiraz bir surette bast u beyan olunmuş ve bu beyanat hakıkat-i beyyinata karşı fazla ne söylense noksan olacağı derkar bulunmuş hasebiyle nezaketi mevcud olduğundan mücerred bu babdaki meşhudatımdan ibaret olmak üzere birkaç söz de ben söyleyeceğim. Kadıköyü’ne gelip görmedikçe müslüman kadınlarının adab-ı İslamiyyemize riayetsizlikleri hakkında tamamıyla bir fikir hasıl edinilemez. Bu gibi kadınlara müslüman diyebilmek için haylice düşünmek lazım geliyor. Çünkü bir kavme kendini teşbih edenlerin o kavimden olacağı hakkındaki hadis-i şerifine göre bunlara müslüman denilmekte tereddüd edilir. Gerçi yüzün kısmen açık olmasında bir dereceye kadar şer’an be’s yok ise de saçlarının gerdanlarının ve hatta kulaklarındaki küpelerin enzar-ı umumiyyeden setr edilmemesine ne cevaz-ı şer’i ne de kanuni yoktur. Hele nisvan-ı hıristiyaniyyenin arkalarına giydikleri dar mantolardan daha dar olmak şartıyla belleri ve kaba etleri tamamen meydanda olduktan başka guya tesettür için başlarına örttükleri dülbendlerin gayet ince olması calib-i nazar-ı nefret oluyor. Yalnız bu kadar mı ya?!! Cuma ve Pazar günleri Kuşdili Çayırı piyasasında bazı delikanlılarla teati ettikleri mektupları ve müşafeheleri ve çimdik muhabbetleri pek çirkin manzara teşkil etmekte olduktan başka faytonlarda ber-vech-i muharrer yüzleri açık ayak ayak üzerinde ve ellerinde sigaralar olduğu halde gösterdikleri evza’-ı şuhane dahi bu manzarayı pek esef-engiz bir hale getiriyor. Bu haller guya “hürriyet”den neş’et ediyormuş!!... Hürriyetin kanun dairesinde serbestlikten ibaret olduğunu ya bilmiyorlar yahud biliyorlar da kasden yapıyorlar. Hürriyetin kanun dairesinde serbestlikten ibaret olduğuna nazaran bunların adab-ı umumiyyeye mugayir olan şu hareketleri ahkam-ı kanuniyyeye tecavüz sayılacağından herhalde men’-i tecavüzlerine hükumetin hakkı vardır. Bu yadigarlar her ayıblarıyla beraber vatan-perverlik dinin levazımına riayet hususunda taassub olmazsa onun vatanperverlik iddiasına karşı acaba ne söylenmelidir? Vatanperverlik bu yoldaki rezail ve açıklık mıdır? Taife-i nisa daima harekatına bir mani’ görmedikleri halde daha ziyade larından gösterilen müsamaha ve la-kaydi de şu hal-i esefiştimale sebebiyet veriyor. Çünkü bir kadının görülen kıyafet ve etvarı zevci ve velisi tarafından men’ olunmazsa o kadın daha ziyadesini yapar. Madem ki zevc ve velileri taraflarından men’ edilmek men’ etmesi lazımdır ki hükumetce de nazar-ı bi-kaydi ile görülecek olur ise pek az bir zaman zarfında kadınların doğrudan doğruya gazinolara girmekten açıktan açığa işret etmekten suret-i kat’iyyede haya etmeyeceklerini reviş-i hal gösteriyor. Bir kavimde i’tikad ve levazım-ı diniyyesine riayetsizlik ne kadar sür’atle taammüm eder ise o kavimde izmihlal sür’atle başgösterir. Kadınların bu babdaki serbesti ve i’tikadsızlıkları bu izmihlali tesri’ ve ta’cil eder. İşte tarih-i akvam-ı salife!... Bu sözlerimden kadınların büsbütün adem-i serbestileri murad olunduğu anlaşılmasın. Adab ve ahlak-ı İslamiyyemize muvafık olarak yüzlerinde peçe olmak ve yalnız çarşaf –çarşaf denilecek biçimde çarşaf– giymek şartıyla sokağa çıkmalarına seyir ve tenezzüh mahallerine gitmelerine bir şey denilemez. Bir de bir iki senedir kadınlarca haşa sümme haşa yevm-i ahiretin olmadığı ve vefat ettikten sonra insanların toprak olup mahv olacakları ve bu takdirce insanların sağlığında her nevi’ muamelatta serbest yaşamaları lazım geleceği gibi fikirlerin hükümran olduğunu maatteessüf işidiyoruz!!... Bu fikirlerin husulü acaba hangi sebebin taht-ı te’sirindedir? Cevap olarak diyebilirim ki beş on senedir bazı ağniyamızca gerek erkek ve gerek kız çocuklarını –bizde mükemmel mektep olmadığı bahanesiyle– ecnebi mekteplerinde okutmayı moda etmiş olmalarıdır. Vakıa hiçbir mektebin ders proğramında böyle mebahis-i diniyyenin mevcud olacağına inanılamaz ise de o mekteplerde terbiyeyi ecnebi terbiyesi olmak üzere gördükleri ve görmekte oldukları bu terbiyenin terbiye-i İslamiyyemize adem-i muvafakati çocuklarda böyle bir fikrin husulünü te’min ediyor. Binaenaleyh üzüm üzüme bakarak kararır. Mesel-i meşhurunca bu gibi mekteplerden çıkanlarda görülen evza’ ve harekat-ı serbestikarane sairlerine de görenek olarak taammüm eyliyor. Buna bazı matbuatın dahi kadınlara serbesti verilmesi lüzumuna dair ara sıra yazmakta bulundukları makalatın yardım etmekte bulundukları şüphesizdir. Mezkur “İkinci Hata” makalesinde dahi irae edilmiş olduğu vech ile ağniyamızın ittihaz etmiş oldukları bu ecnebi mektepleri modasına nihayet verilmiş olmak üzere mekteplerimizin ahlak kitabları tedrisi muvafık-ı maslahattır. Şu yazdıklarımın tamamıyla muvafık-ı hakıkat olduğunu ve Kadıköyü’nün adeta bir ecnebi memleketi hal ve terbiyesinde bulunduğunu görmek üzere tensib buyuracakları herhangi bir günde olur ise olsun Şeyhülislam Efendi hazretlerinin bir kere Kadıköyü’nü teşrifleri arzu olunur. Zira müşarun-ileyh hazretleri gözleriyle görmedikçe yazmaktaki te’sirin kuvvetsiz kalacağı derkardır. El-hasıl bu babda bir tedbir-i seri’ü’t-te’sirin ittihazı zamanının artık hulul eylemiş olduğu cihetle müşarun-ileyhin himem-i diyanet-perverilerinin bi-diriğ buyurulacağı ümid edilir. Bu hafta neşr olunan risale-i mu’teberelerine fazıl-ı muhterem Mehmed Fahreddin Efendi hazretlerinin makale-i mahsusalarını dercle tezyin-i sütun eylemeniz o kadar musibdir ki bi-hakkın takdir ve teşekküründen acizim. Binaenaleyh meslek-i asliyyeleri i’tibariyle bu vazife-i diniyye ve dan-ı hürriyyette iffet ve diyanet namına söz söyleyenleri “mürteci’“ nam-ı mekruhuyla itham ve düşnam eylemek de bir hamiyet sırasına geçdi. Bu babda hak-şinasan ve erbab-ı temyiz ü tefrik eyler. Ne gaflettir ki irtica’dan korkan onun esbab-ı mucibesini yine kendi kalemiyle istihzar eyliyor. Ehl-i irfana ma’lum olduğu üzere irtica’ namussuzluktan ve bu da dinsizlikten tevellüd eder. Şu halde sorarız ki tesettür-i nisvanı ve mazanna-i töhmet olan mahallere gidememeleri hakkında zabıtaca vuku’ bulacak men’ ve müdahalatı zaid ve na-hoş görmek ve dolayısıyla alemi de kendi amal ve harekatına tabi’ kılmak “ebced” hesabıyla ne demektir?... Bir kere düşünelim ki şu dakıka şan ü şevket ü selametle hayat-güzarı olarak basdığımız hak-i mukaddes diyanet ve değil midir? Haza min fazli Rabbi. Bundan gayri ne söyleyeyim. Hemen Cenab-ı Hak cümlemize iman-ı kamil ihsan buyursun. Bir hizmet-i mukaddese olmak arzusuyla sizden matlubum uzv-ı İslamı ihata eyleyen emraz-ı şeni’a-i müteaffinenin bir an evvel tedavi ve izalesi hususunda hükumetin mualece-i siyasetini celb ve istihsale gayret ve himmetlerini din ve namus-ı akdes namına bilhassa niyaz ve Rebiülevvel sene tarihinde Japon Devleti’nin payitahtı bulunan Tokyo şehrine refikim faziletli Ali Rıza Efendi ile ales-sabah vasıl olduk. Rikşa ile bir Japon oteline gittik eşyaları otelde bırakarak yine rikşaya rakiben Tokyo’da bulunup dört beş sene ikamet eden fazıl-ı muhterem sahib-i hamiyyet Ahmed Fazli Beyefendi ile fudela-yı Hindiyye’den ahrar-ı İslamiyye’den Muhammed Bereketullah Efendi hazretlerini ziyarete şitab olundu. Şu gayur ve mücahid kardeşlerimin menzil-i alilerini bilemediğimizden mukaddema Pekin’e irsal olunup elimizde bulunan İngiliz lisanı ile Uhuvvet-i İslamiyye namıyla Tokyo’da neşrine muvaffak oldukları ceride-i feridelerini rehber ederek arabacılar bilemediklerinden bir polise sual olundu. Polis dahi arabacılara bir otelden sual olunmasını beyan etti otele varıldı. Oradan deftere bakılarak bir haber-i sahih alındı. Yola revan olundu. Biraderim Ahmed Fazli Bey’in hanesine varır varmaz yolda kendisi bize tesadüf etti Japon zadeganından birisi ile çarşıya gidiyor imiş. “Esselamü aleyküm” diyerek bizi istikbal etti. Birlikte hane-i alilerine avdet ettik. Biraz mükalemeden ve muhabbetten sonra buyurdular ki: “Bugün Japon adat-ı kavmiyyesi vardır görülmesi lazımdır. Birlikte gider isek pek memnun kalacağız” muvafakat ettik gittik. Tokyo kenarında deniz gibi görünür bir nehir görüldü. Köprüden köprüye kayıktan kayığa adalar ile müzeyyen nehir dize kadar su ve çamur. Meğer onun içinde bulunan balıkları bütün ahali büyük küçük kadın erkek el ile ve alet ve adat-ı kavmiyyeleri imiş. O gün de güzel bir havaya tesadüf olundu. Ta ikindiye kadar orada kalındı. Kayık içinde kalmak ve ekl etmek şart imiş. Basit yemekleri basit çayları üzere muahede etmiş oldukları anlaşıldı. O kadar cemm-i gafirin çoğu uryan oldukları halde hiçbir niza’ ve feza’a tesadüf edilmedi. Ve herkes kendi işiyle meşgul ne gürültü var ne jandarma ve ne polis. Olsa bile kimse bilmez kimse kimseye bakmaz. Kayık derununda iki hoca imame ve cübbe ve bir fesli böyle bir kıyafet az gördüklerinden dikkatli bakıyorlar idi. Bilahare avdet olundu. Fakat orada pek çok şeyler müşahede olundu: Ayaklarında naleyn bütün milli kıyafet libasları milli ve basit velev fakır olsun gayet temiz serapa dahili mensucat hiç Avrupa ahlakı ve meta’ı kendilerinde bulunmaz. Zira ihtiyacları olmadığı gibi ecnebi mallarını almamak için ittifak da etmişler. Hatta arz edebilirim ki Avrupa’dan her tarafdan adamlar gelip dükkan açsalar kimse onlardan bey’ u şira etmezler. Kimseye bir para ve bir karış arazi vermemek üzere karar vermişler bunu hükumet yapmıyor kendi ma’lumatlarıdır ve hissiyat-ı vataniyyeleridir. Zaten okumayan azdır. Hatta rikşacılar yani arabacılar bile okur yazar hesabını ve nizamı bilirler. Nizam ve intizamdan haric bir hareket etmezler hali kalınca hemen gazete alır okur onu bırakır kitap alır ve her mahallede rikşacılar mevcuddur cem’iyetleri vardır. Müttefikan ve müctemian kıraat ederler. Rikşacılar insanlardır. Zaten bir insan on hamalın çektiğini bir araba ile çekip gidiyor. Yollarda ve caddelerde o kadar intizam var kı insan hayran oluyor. O kadar nezafet var ki insan gıbta etmemek mümkün değil çünkü bu nezafeti bize dinimiz emr ediyor kitabımız mukaddes Kur’an-ı celilü’ş-şanımız bize ve bütün nev’-i beşere nezafeti medeniyet ve adalet ve ittifakı sa’y ü gayreti göstermiş yek-dil ü yek-vücud olarak çalışmalıyız. Nusret-i ilahiyye ve tevfikat-ı Sübhaniyye daima bizimle olacağına şübhem yoktur. İkinci gün buraya bir zat-ı maalisıfat tarafından tahsil-i ulum ve fünun etmek üzere i’zam olunan Tevfik Fehmi ve Münir efendiler ile görüşüldü. Çok memnun olduk kendi halleri ve dersleri ile meşgul ve şimdilik Japonca bilmeye sa’y ü gayret ediyorlar. Tarih-i İslamiyet tedkık edilirse görülür ki mazi alem-i bir köşesi Asya’nın en kuytu bir kasabası bile Arab medeniyet ve terakkiyat-ı maziyyesini; Arnavudların bir çok mefahir-i sabıkasını Türklerin sabur ve mütevekkil şecaat-i merdanesini Acemlerin Şemseddin’i Kutbuddin Razi’lerini Sa’di’lerini ve daha pek çok üdebasını hutaba-yı beligasını kemal-i tevazu’la yad eder. Bugün bile Hayyam’ın Rubaiyat’ı İngiliz lisanına terceme edilmiş ve onların merasim-i diniyyesi sırasında okunacak kadar bir mevki’-i haşmet ve bülend kazanmıştır. Mazi İslamiyet’in ulviyyetini daima bir destan-ı zafer; bir rehber-i feyz u irfan bir vedad ki daima hatme lerze-bahş olarak yad eder. Arabistan’ın iklim-i harrı İslamiyet’in insaniyetin mehdi oldu. Ey ihvan-ı din ey Huda’nın İslamiyet’le müşerref kıldığı salikin-i din-i Muhammedi düşünelim ki dün bizim varlığımız mevcudiyetimiz bizim ecdadımıza rahmet okutacak bir çok mefahirimiz var idi. Asya’nın Avrupa’nın kenar ve civarından zaman zaman doğan hükumat-ı İslamiyye haşmetler din uğurunda fedakarlıklar gösterdiler. Fakat bugün bütün o e’azım-ı İslam ve hükümdaran birer mazi olmuştur. Cihan-ı insaniyyete neşr-i nur-ı ma’rifet ve din için fi sebilillah gaza-yı ekberi cana minnet bilen binlerce ihvan-ı dinimizin namından başka fedakarlıklarının bir hiçe münceriyetinden başka netice görmek muhaldir. Sada-yı tevhidi isal-i bargah-ı ehadiyyet eden milyonlarla mektedir. Afganistan’ın sönük tac-ı emareti Tunus’un Fas’ın pençe-i ecanible daima küçülen sada-yı feryadı Maskat’ın za’f-ı hali Mısır’ın hal-i hazırı İran’ın sernigun olmaya yüz tutan nam u nişanı İslamiyet-i muazzamamızın din-i mübinin bekasına hadim olamaz. Biz ki neşr ü i’la-yı din ile mükellef Muhammedileriz. Va esefa ki bugün muhafaza-i din muhafaza-i Hilafet-i Uzmaya rıfk u şefkatle hükümdar olan İslamiyan bugün yüzde yetmiş mize karşı biz mahkum olacağız. Böyle istiyoruz ve işte mahkumuz demekten zevk alacak bir ferd tasavvur edemem. Adedi ve azamet-i hükümranisi hayret-resan ecdad u yı hükumet ve satvet neden bir duman gibi bi-eser kalmıştır. Bina-yı İslamiyet ne için böyle meyyal-i inhidamdır. Evet bu ta’bir biraz ağırca gözükür. Fakat hükümdarı mahkum teba’ası esir olmuş bir dinin bina-yı ihtişamı sönmüştür. Rehin-i zevaldir. Çünkü emr-i celilini tarzına koyduğumuzdan ve bir İslamı bir İslam hükümdarı bir halife asker ile harbe… harbe değil cihada! Sevk ettiğimizdendir. Ecanibin elimize sıkıştırdığı silah ile dindaşımızı vatandaşımızı katl mübahdır dersek ve bir muhteris-i şan u namın bila-maksad meşru’ vasıta-i cinayeti vasıta-i şenaati olursak Huda’nın i’la-yı dine me’mursunuz dediği evamir-i beliği salik-i din ve şeriat kardeşlerimizin kanını içmekle tefsir edersek ey ulu İslamiyet yarın sen bir ölü haline gelecek ecsadın mübarek toprağın Mekke’n Medine’n kıble-i İslamiyet’in Ka’be-i muazzaman birer mehd-i ilm ü irfan ve din Cenab-ı Zü’l-Celal İslam’ın muin ve zahiridir… Fakat yeyi bilir ve icra eder. Ey Arnavud ve Arab vatandaş ey müslüman kardeş! Matlabın refahın mıdır? Arzu-yı yeganen saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyen midir? Bugünkü kıyam bunun için midir? Bu arzunun safiyetini hemen şimdilik muhikk olduğunu kabul ediyor. Ve bu icraatının neticesini izah ediyorum. Asr-ı hazırın en kaviyyü’ş-şekime hükümdar-ı İslamı kimdir? Osmanlı hükümdarı İslam halifesi değil mi? Düşün ki bugün İslamlar İslam hükümdarlar içerisinde hükümran olan kavi hükumet-i İslamiyye Osmanlı hükümdarı Osmanlı hükumeti. Zaman zaman bir saha-i vesi’ası elim feryadlar canhıraş eninlerle dest-i ecanibe geçen bu tac u taht bu nisbet-i muayyene dahilinde feda-yı memalikte teslim-i kıt’ada muztarr ve mecburi kalırsa bilmem kaç sene daha tali’ İslamlara yar olmuş İslamiyet hükümran olmuş bulunur. Düşmandan aldığımız silahı dosta sıkarak ciğeri yanık yaralı bir kuş gibi çırpınan bu hükumeti bu tac u tahtı bilmem ki kimler hangi sahib-i zü’l-fikar himaye ve sıyanet edecektir. Avrupa’nın akıllara veleh veren ihtişam-ı terakkısi zaten bizi söndürmeye öldürmeye kafi iken bizim böyle kendi kalbimizi kendi elimizle ve düşman hançeriyle delik deşik etmeye uğraşmak… Söyle ey sahib-i vicdan vatandaş söyle ey kalbi nur-ı İslamiyet’le münevver kardeş bu mudur din-i Muhammedi’nin emri… Bu mudur Huda-yı ekberin matlabı… Senin matlabın senin kıyamın adl ü hak ile meşbu’ olduğu farz edilse bile işte netice-i kıyam işte ulvi matlabının çeviren netice-i müessifesi. Şimdiye kadar asar-ı irfanını idrak ederek ecdadına okuduğun Fatiha’yı bir daha doğmamak üzere öldürmeye çalıştığın Hilafet’e tac-ı İslamiyet’e okumak aksa-yı emelin sıyla saran düşmanlarımızın üzerimizde her an dolaşan gaddar ve bi-aman felaket bulutlarının hadim-i hakıkısi ol. Böyle gayret edersen dinin idbarına ifnasına alet olur isen Huda ruz-ı mahşerde zahirin olur?!!.. Uyan ey gafletin cehlin kurban-ı i’tisafı olan İslamiyet… Bugün Afganistan’dan şesinden ibret-bin ol. Seri’ hatvelerle yürüdüğün bu sath-ı mailin uçurum olan tan sonra seni terhise tahlise koşacak sana dest-i muavenet uzatacak ferd-i aferide bulamazsın. Ecdadından sana intikal eden o nasiye-i pak ve dırahşanını Huda-yı lem-yezele kaldır. Elini henüz tevhidden asarını hisettiğin kalbine koy. Bir an müfekkireni İslamiyet’in akıbetini düşünmeye hasr et. Ve bundan sonra da vicdanın senin amir-i adilin olacaktır. Londra’da Teba’a-i Devlet-i aliyye’den Rusya müslümanlarının biraz uykudan baş kaldırıp muhafaza-i milliyyet ve tezyid-i kudret için çalışmaya başladıklarından beri Rus hükumeti ve bir kısım –bereket versin küçük bir kısım– Rus matbuatı onlar aleyhine gittikçe artan çoğalan taarruz ve itham okları yağdırıyorlar. Münasebet düştükçe bu haksız taarruzları yazıp şimal kara kuşunun yırtıcı tırnağı pençesinde sıkılıp ezilen zavallı din ve dil kardeşlerimizin halinden vatandaşlarımızı haberdar etmeye uğraşıyoruz. Son aylarda tazyikler pek ziyade çoğaldı. Kazan Orenburg Ufa Bakü gibi merakiz-i İslamiyyede bil-cümle müslüman gazete idarehaneleri teftiş ve bir çok namdar müslümanlar tevkıf bazı gazeteler ta’til olundu. Rusya’da müslüman hayat ve medeniyetini mahv kasdıyla bu sıkıcı ezici pençenin tırnakları batmayan bir Bahçesaray eski Kırım hanları ikametgahı olan bu asude ve naim belde kalmıştı. Son gelen Tercüman pençenin buraya da uzandığını yazıyor: “Geçenlerde Roskoya Zanamya gazetesinde Bahçesaray hakkında büyük bir iftira vardı. Petersburg’da neşr olunan ve ma’lum bir fırka-i siyasiyyenin naşir-i efkarı olan bu gazetede Rusya müslümanları hakkında bir çok gülünç ve fena şeyler yazılmakta ise de bunların reddine tenezzül etmiyor leye zahir gibi idi. Bu defa Bahçesaray aleyhinde yazdığı ğildir. O kadar değildir ki hala derin uykularda bulunan biz mübarek adamları top sesinden uyanmış gibi mezkur gazeteyi kahveden kahveye aldırıp elden ele gezdirip hayran hayran okumaya mecbur etti. “Tatarlar beldesi olan Bahçesaray İstanbul ile münasebettedir; yuvasıdır; bir müddetten beri Rusya’ya sadık ve doğru kart mollaları hizmetlerinden çıkarıp Osmanlı terbiyesi almış yeni fikirler ile dolmuş yaş mollalara makam veriliyor imam ve muallim tedarik etmek üzere İstanbul’a talebe yollanıyor. Bu halin semeresi olarak imparator namına dualar edilmiyor; Sultan Murad’a! dua ediliyor mektep kitaplarına yine Sultan Murad’ın resmi tab’ olunuyor. Kahvehanelerde mekteplerde sultanın resmi duvarlara asılıyor kuzu derisi kalpak terk olunup Osmanlı fesleri giyiliyor velhasıl Ruslara hiyanet tedarikinde bulunuluyor. “Gelelim iftiranın gizli matlabına: “Tatarlara emniyet edilmemeli her türlü işden umurdan el çektirilmeli bir gün bunlar başımıza bela çıkaracaktır.” Tercüman refik-ı muhteremimiz bu kuru iftiraları cevapsız bırakmıyor: “Roskoya Zanamya fırka gazetesi menfaat ve garaz varakası olduğu halde dahi yazdıkları şeyler ve haberler akla ma’kul mantığa muvafık olmak lazım değil mi acaba? Müslümanlara kara lekeler sürmek lokmalarına zehir ve ağu serpmek murad etsin… Biz kara yazılı başımız deyip geçirsek de biçare Rusların günahı nedir ki böyle fena yalanlar ray’da bir hayli Osmanlı tebaası vardır. Bunların bir cüz’ü Anadolu’dan gelmiş ustalardır. Livadya’da saray-ı imparatori Fırıncılar taşçılar… Bunlar mıdır korkulan siyasi me’murlar? “Bir mikdar daha Osmanlı tebaası Kırım Tatarlarıdır ki muhacir evladı olarak ekseri Kırım’da doğmuş Türkiye’yi görmemiş fukaradır. Her biri her sene polisden validen ikamet ruhsatı alıp bir lokma ekmek için çalışıyorlar. Bunlardan mı havf ediyorsunuz ya ki polisin ve hükumetin gözü kördür bir şey görmüyor mu demek istiyorsunuz? “Gelelim yerli cemaate –Bunların oğulları kardeşleri hazret-i imparatoriçenin fahri kumandasında bulunan süvari alayını teşkil ediyorlar. Bu hali münasib görenlerin aklı fikir ve ma’lumatı Roskoya Zanamya habercisinin aklı kadar olsa gerektir zannederiz. “Doğrudur Bahçesaray’da bir hayli fesli görünüyor yaz vakti daha ziyade oluyor lakin yeni bir adet değildir pek eskidir. Fransız şapkası giymiş Ruslar vatanlarına ne kadar hain ise fes giymiş bazı Tatarlar da şu kadar haindir. “Doğrudur bazı kahvelerde Osmanlı’da basılmış resimler vardır. Lakin karşı duvarda General Sokobilif’in General Gorko’nun Habeş İmparatoru Menelik hazretlerinin resimleri de bulunur… Vatanda iş bulsalar diyar-ı gurbete çıkmazlar “Bugün Avrupa’da dahi beş on Tatar talebesi vardır bunlar Fransız ministerlerine muhabbet edip gitmiyor. Tıbkı Ruslar gibi lisan ve irfan yolunda çalışıyorlar. “Roskoya Zanamya Tatarların cahil oğlu cahil kalmalarını zarındadır. “Fakat bu sözleri kim dinleyecek: Kadi ola da’vacı ve muhzır dahi şahid Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet? Singapur refikımız Straits Times gazetesinin Şubat tarihli nüshası hür olmak için çalışan bütün hükumat-ı ediyor. İslam memleketleri üzerinde icra-yı hükumet eden Avrupa devletleri bu hükumat-ı İslamiyye’nin bir devre-i teceddüd ve te’aliye girmesini men’ için her türlü esbaba tevessül hususunda yekdiğerine bağlıdırlar. Lakin Felemenk Hükumeti tarafından Cava Sumatra ve sair Hind-i Şarkı’deki müslümanlara edilen muamele tarih-i beşeriyyette en çirkin bir sahife teşkil eder. Buradaki müslümanlara adeta bir cani gibi addolunuyor. Kendilerine hayvan gibi muamele olunuyor. Alem-i harici ile te’sis-i münasebattan şiddetle men’ olunuyor. Rusya Japonya muharebesinden beri bu hükumet tarafından biri biri ardı sıra bir çok hükümdarlar birer entrika ile hal’ olundu. Malezya’daki müslim kardeşlerimize ulum-ı Kur’an iyye ile fünun-ı cedideyi birbirine mezc ettirerek bir mücahede-i Huda-pesendaneye girişmelerini ve avn-i ilahiden ümidlerini kesmemelerini bir can kardeşi samimiyet-i ruhuyla tavsiye eyleriz. Mektup Sureti Straits Times Naşirine Efendim – Şubat tarihli numaranızda tarafınızdan neşr olunan Felemenk Hind Hükumeti Ceridesi’nin tebligat-ı resmiyyesine cevaben ahiren vuku’ bulan hal’ime dair olan ahval hakkında bazı beyanatta bulunmak üzere göndermiş olduğum mektubuma muhterem gazetenizde bir yer ayırabilirseniz çok minnettarınız olurum. Müddet-i saltanatımda ben ve hükumetim Felemenk Devleti’yle daima onların vakit vakit iktidar ve imtiyazlarımı keserek her muahede akabinde idare-i memalik hususundaki hak ve nüfuzumu gittikçe tamamen almak suretiyle bunu kendi hükumetlerinin me’murini eline havale ede ede muahedenameler koparmalarına rağmen yine onlarla merdane bir i’tilaf akdine hasr-ı mesai ettik. Bütün bu muahedat-ı mütevaliyye tarafımdan imzalanmış ve her şartı tamamı tamamına gözedilmiş olmakla iki devletten zaifinin daima kaviye yol vermesi lüzumunu tanıyarak hareket etmiş benim ve eslafımın himayesi altında bulunduğumuz bir devlet ile daima iyi geçinerek yaşamak arzusuna kail olmuş ve bunun da mezkur devlet tarafından mütevekkıf bulunduğuna kani’ olmuştum. Birkaç ay evvel Riyo reisi Polavpa Niyangat’da vaki’ sarayıma gelerek benim ve vükelamın huzurunda bize teklif olunan yeni bir muahede okudu hükumetimle olan istişare neticesinde bu muahedeyi imzalamam karargir oldu. Ve Kanunievvel’da reis muahedeyi imzalamak üzere beni Tançong Penang’e celb etti. Muahedeyi okudum. Baktım ki evvelce benim ve vükelamın önünde okunanın aynı değil idi. Lakin reis onu imzalamam den olmaz diyerek reddettim ve aynı zamanda reise hükumetimin nazar-ı mütalaasından geçmek üzere bunun bir kopyasını göndermesini rica ettim. Birkaç gün sonra bir kopya geldi vükelamla beraber okuduk. Hepsi şaştılar. Bunun muhteviyatı evvelki okuduğumuzunkiyle büyük bir tehalüf gösteriyordu. Bu son muahedede bütün sultanlık nüfuzum elimden alınıyor ve ben adeta yapma bir kukla mesabesinde bulunuyordum. Bütün idare elimden gidiyor ecdadımın memleketinde bi-nüfuz kalıyordum. Bundan maada evvelce Felemenk Hükumeti tarafından imzalamaya mecbur edildiğim bir muahede mucebince gaib olan varidatıma bedel her ay te’diye olunmakta olan maaşım da kat’ olunacaktı. Hükumetim tarafından resmen bu muahedenin bir teklif-i mala-yutak olduğu cevabı ile bunun yerine şeraiti daha hafif bir muahede yapılmasını teklif etmem ihtar olunarak cevabımın Hind-i Şarki valisi hazretlerine arz olunması taleb olundu. Şubat’de bir vak’a-i katl dolayısıyla vazifeten Linga’ya gittim. Şubat’da Seylan Pençak tarikıyla Riyo’ya döndüm. Orada bir gece tevakkuf ettim. Şubat günü Riyo’ya yaklaşmakta iken Felemenk Hükumeti’nin Baraka Sefinesi’ne rast geldim. Hal’ olunduğumu haber verdiler. O tarihden beri ne yeni bir muahede akdi hakkındaki mutalebeme cevap verildi ne de tekrar asıl muahedeyi Riyo’ya muvasalatımda Polavpa Niyangat’a asker çıkarmış üç harb sefinesi görmekle mütehayyir oldum. Bunlar benim benzin ambarımı esliha ve mühimmat bulmak bahanesiyle diğer iki yeni binayı zorla açmışlardı; hatta reis benim karabina ile bir mikdar erzak saklayıp saklamadığımı soruyordu. Ne silah ne erzakımız olmadığını söylemeye lüzum görmüyorum. Onun için hiçbir şey bulunamadı. Sefer zabitanından biri böyle neticesiz bir vazifeye gönderildiğinden dolayı teessüflerini beyan etti sultan ve hükumeti ve tebaası Felemenk Hükumeti’ne karşı tamamen vazife-şinas rim ki lütfen bu beyannameyi gazetenizde derc edersiniz zira Felemenk Hind Hükumeti Gazetesi’nin kendisine hasım bir fırka ile birlikte fesad tertibine iştirak işim hakkındaki ithamının red olunmamış kalmasına müsaade edemem. Oğlumun yaşında sultan sıfatıyla ta’yini Felemenk Hükumeti’ne her şeyi sorusuz sualsiz elde etmeyi nüfuzu ellerine geçirmek için en müsaid bir zemin teşkil eder ki hal’imin yegane ve en doğru sebebi budur. _____ Londra’da inşa olunacak cami’-i şerifin masarıf-ı inşaiyyesine medar olmak üzere ashab-ı diyanet ve hamiyyet taraflarından mahalline isal için bu kere merkezi Dersaadet’de olmak ve vilayat ve elviye ve kaza merakizinde dahi şu’beleri bulunmak üzere “Londra Cami’-i Şerifi İane Cem’iyeti” namıyla bir cem’iyet-i hayriye teşekkül etmiş ve veliyy-i ahd-i saltanat devletlü necabetlü Yusuf İzzeddin Efendi hazretleri canib-i alilerinden himaye-i necabet-penahilerine alınmış olan cem’iyet-i mezkurenin reisi evvelki Hey’et-i A’yan Reis-i Sanisi Gazi Muhtar Paşa ve Reis-i Saniliği a’yandan Şerif Ali Haydar Beyefendi hazeratı taraflarından deruhde olunarak a’zası dahi a’yandan Said Halim Paşa hazretleriyle tüccar-ı mu’tebereden İane-i Milliye Cem’iyyeti Reisi Yağcı-zade Şefik Efendi ve Haleb Meb’usu Cabirizade Nafi’ Paşa ve Beyrut Meb’usu Rıza Sulh ve İzmit Meb’usu Ahmed Müfid ve İzmir Meb’usu Seyyid Beyler ve Prizrin Meb’usu Şerif Efendi’den ve a’za-i muhabereden Halil Halid Bey’den ibaret bulunmuştur. Cem’iyetin umur-ı tahririyyesi muma-ileyh Ahmed Müfid Bey tarafından ifa edilecektir. Çin – Çin’in Avrupa’da tahsil görmüş meşhur muharrirlerinden Lin-Çav-Yang Avrupa misyonerlerine hitaben müskit bir kitap yazarak artık Çin’den çekilip gitmeleri lazım geldiğini ihtar ile şöyle diyor: “Bugünde Avrupa’da i’tibardan sakıt olan bir dini Çinlilere satmaya çalışmak beyhude bir zahmettir çünkü te’sirsiz kalacaktır. Ve sizin Çinlilere yutturmak istediğiniz Hıristiyanlık onları medeniyet yoluna girmekten hayli vakit daha alıkoyup harab edecektir. Çinliler kendi milletleri dairesinde terakkı etmek istiyorlar..” Kitabının nihayetinde misyonerler çabuk def’ olmazlarsa ahalinin bunları cebren gitmeye mecbur edeceğini de anladıyor. Maarif Nazırı Hakim elMelik mektep ve medreselerin ıslahını tezekkür için bir komisyon teşkil etmiştir. Tahran’daki “İlmiye” Mektebi’nin nezareti Fransalı muallim Revag’a verilmiştir. Mösyö Revag bu mektebi mekatib-i saireye nümune olacak surette tanzim ve ıslaha me’murdur. “Darülfünun” denilen ve esasen bir nevi’ mekteb-i sanayi’den ibaret olan medresede muallimler yetiştirmek üzere ayrıca sınıflar teşkili takarrur etmiştir. Bu Daru’l-Muallimin’i ikmal eden talebeden yirmi kişi hükumet hesabına her sene Avrupa’ya sevk ve i’zam olunacaktır. Tahran’da bir mekteb-i hukuk küşadı dahi tezekkür olunmaktadır. Kızlara mahsus mekatib te’sisi düşünülüyor. Tahran’da bir müze bir kütübhane-i umumi açılması da meclis-i milliye tevdii mukarrerdir. Rusya: Avrupa-i Rusya’da başlanan mektep teftişi muallim tevkıfi hareketi şimdi artık ta aksa-yı şarka kadar varıp yetişmiş: Mançurya’da Haylar şehrinde müslüman mektebini idare eden Kazani Kıvam Efendi’nin mektebi Rus hükumet me’murları tarafından teftiş olunarak kapadılmak istenilmiş olduğunu ve ancak oralı mu’teber tüccarlardan H Akçurin Efendi’nin ictihad ve gayretiyle mektebin seddine mümanaat olunabilmiş idüğünü Kazanlı “ Yoldoz ” refikımız yazıyor. Virhani Odin Şehri’ndeki “Müsavat” mekteb-i ibtidaisi seddolundu. Hacı Turhan vilayetinde han ordusunda Eylesün Efendi Buyride tarafından KırgızKazak Türkçesi’yle Kazakistan namında bir gazete çıkarılmaya başlamıştır. Bu Türk-müslüman kardeşimizin matbuat alemine doğması kutluğ ve mübarek olsun! Çok yaşasın! Orenburg İdare-i ruhaniyyesinin gayr-i resmi naşir-i efkarı olan Ma’lumat Mec muası ta’til olunmuştu. Onun yerine İmam Lokman Hekim Efendi Kanzafer tarafından yerine Ma’lumat-ı Cedide mecmua-i üsbu’iyyesinin neşrine müsaade alınmış ve neşrine başlanmıştır. Sıratımüstakım Ceride-i İslamiyyesine Muhterem efendim; Mavera-yı Bahr-i Hazar’da harekat-ı arziyye-i zaileden dolayı evleri yıkılarak yersiz yurdsuz kalan “İlk Yurd” kardeşlerimize bir muavenet-i cüz’iyyede bulunmak emeliyle taburumuz zabitan ve efrad-ı hamiyyet-mendanı tarafından cem’ olunan –lira yüz üç hesabıyla– kuruş idarehaneniz namına postaya teslimen gönderildi. Mahalline isal edilmek üzere vesatet-i aliyyeniz müsterhamdır. O sücud ve huzu’ etmeyen Şeytan Adem ve Havva’ya vesvese ilkasıyla ikisini de ondan izlal edip bulundukları şeylerden onları ihrac eyledi. Şecere-i memnu’adan dolayı onları mezlekaya düşürdü ondan ekle kendilerini sevk etti onlar da o şecereden ekl etmeleriyle Şeytan onları bulundukları yerden veyahud meşmul oldukları izz ü naimden harice çıkardı. Adem ile Havva cennette naim-i ilahi zevc ve zevcenin rikkat-i kalblerine dokunacak surette büka ve feryad etti sebebini sorduklarında sizin için ağlıyorum zira siz öleceksiniz bu ni’metler size ebedi değildir dedi. Zevc ve zevce mahzun oldular. Şeytan tekrar gelip ya Adem şecere-i huldü sana gösteriyim mi? Ondan yerseniz hayat-ı bakıyyeye nail olursunuz dedi. Adem onun bu teklifini kabul etmeyince ben ikinizin de hayr-hahlarındanım diye yemin etti. Onlar da bir kimse yalan yere Allah’a yemin etmez mülahazasıyla aldanarak Havva hemen gidip şecereden tenavül eyledi ve sonra ondan Adem’e verip o da ekl etti. Biz de Adem ve Havva ile İblis’e makarr-ı huzur ve sürurdan dar-ı mihen ve ibtilaya hubut edin siz biri birinizin düşmanısınız. Siz arzda bir müddete kadar kalıp teayyüş ve temettu’ edersiniz dedik. Bunlardan her biri bir yere hubut ederek zürriyet-i Adem ile İblis arasında adavetler caygir oldu. ______ kavl-i şerifinde kelimesi ta’lil kelimesi ta’lil için gelir nitekim nazm-ı celilinde bu ma’nada müsta’meldir ve meal-i nazm-ı celil: Ben bunu kendi re’yimle yapmadım emr-i ilahi ile yaptım demektir – Kavl-i şerifi sizin arzda istikrar ve temettu’unuz zaman-ı mahduda müntehidir. Bu istikrar ve temettu’ daimi değildir demektir. Kelamda hayatın tabiat ve mahiyeti hulud ve devama münafi bulunmasıdır. Şu halde hubut ne ihlak ve mahv-ı asar içindir. Ne de şecere-i memnuaya şecere-i huld tesmiye eden şeytanın hasal Cenab-ı Hakim-i Mutlak azze şanuhu onları behişt-i asuda giden zemin-i sa’y ü amele ihrac etmiştir; fakat bu buyurulmuştur. Bu ihrac arzın hayrat ve menafii ile temettu’dan mahrumiyet suretiyle onlara ukubet etmek için de değildir. Buna ile işaret edilmiştir. Onları ilel-ebed mütemetti’ kılmak için de değildir. Buna da istikrar ve temettu’un bir zamana kadar olmasıyla işaret olunmuştur. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mayıs Altıncı Cild - Aded: Adem ile Havva vesvese-i şeytan-ı racim ile naim-i daimden mahrum oldukları için nice yılar büka ve feryad ettiler. Fakat bunlardan sadır olan zelle mukteza-yı tab’ları olmayıp adüvvlerinin iğra ve vesvesesiyle olduğundan mazhar-ı lutf-ı ilahi oldular. Nihayet Adem Cenab-ı Hak’dan kelimat-ı mahsusa telakkı etti. Zat-ı akdes-i Bari ona kelimat-ı mahsusa ilham eyledi ve Havva ile beraber o kelimat rahimdir. Tevbe eden kullarına lutf u merhamet edip onları afv u mağfiret eyler. Adem’e Cenab-ı Hak’dan ilham olunan kelimat sure-i A’raf’da tahkiye buyurulduğu üzere tazarru’ ve niyazıdır. Tevbe fil-asl mutlak rücu’ ma’nasına iken gitgide rücu’ aniz-zenb ma’nasında galib olmuştur. Cenab-ı Hakk’a isnad olunursa kabul-i tevbeden ibarettir. Efvah-ı nasda bu makama müteallık olarak kesretle deveran eden iki mes’ele vardır ki biri Havva’nın dıl’-ı Adem’den halk olunması diğeri de Adem’in ismeti mes’elesidir. Birinci mes’ele hakında Kur’an’da nas ve sarahat yoktur; kavl-i şerifini de Sifr-i Tekvin’e mutabık olsun için bu ma’naya haml etmek lazım gelmez çünkü kıssa-i halk-ı Adem ehl-i kitabın ellerinde tedavül eden Tevrat’da vürud ettiği vech ile Kur’an’da da bir hikaye-i tarihiyye tarzında olarak varid olmamıştır. Adem’in halk ve zeminde Allahu tealanın hikmetlerini izhar ve sünen-i ilahiyyesini kendisine ulum ve ef’alde hadd ü payansız isti’dad verilmiş olması ve ba’is-i ma’siyet olan vesvese ile da’iye-i şerr ü teessürden salim olmadığı hususatında cay-ı ibret ne ise Kur’an ancak onu beyan etmiştir. Hadd-i zatında tarih mes’eleleri dinin mühimmat-ı asliyyesinden olmayıp din tarihin ancak ibret alınacak cihetlerine atf-ı nigah eylediğine mebni tarih nazar-ı Kur’an’da maksud olmadığından Sifr-i Tekvin’de hilkat-i Adem için zaman ve mekan ta’yin edilmişiken Kur’an buna dair zaman ve mekan beyan etmemiştir. Sifr-i Tekvin’in bu ta’yin ve tahdidi mükevvenattan ve tarih-i hilkatten bahs edenlerin din-i nasraniyeti rafz ve terk etmelerine sebeb oldu zira tecrübe ve müşahede üzerine bina edilmiş olan ilim Tevrat’da beyan olunan tarih-i hilkatin hatasını gösterdi ve Tevrat’ın tarih-i tekvininde ta’yin ettiği zamandan akdem insanın mevcud olduğuna delalet eder arzda asarı bulundu. Bunun üzerine ehl-i kitapdan bir fırka te’vilata ve diğer bir fırka da Kitab-ı Tevrat’ı Adem’in ismeti mes’elesine gelince; selef mesleği üzerine reviş ve cereyan-ı kıssada zahirine aklın meyelan etmediği ahvale dair varid olan daha diğer şeyler gibi Adem’in duğuna bizi sevk ediyor. Bizim için şunu da demek vardır ki Adem’den sadır olan o muhalefet nazm-ı celilinde beyan buyurulduğu vech ile zat-ı şerifine azm-i nübüvvet lahık olmazdan evvel idi. Evamir-i İlahiyyeye muhalefetten ma’sum olması üzerine ittifak ise ancak nübüvvetinden sonradır. Adem’den vuku’a gelen şey nisyan olup da ı’zam için ona isyan namı verilmiştir de olabilir. Sehv ve nisyan ise ismete münafi değildir. Maamafih kelamı hey’et-i mecmuasıyla temsile haml edecek olursak Adem aleyhisselamın ismetini ihlal kaziyyesi akıl olanın hatırından bile geçmez – ______ Cenab-ı Rabb-i izzet sükkan-ı alem-i melekuta Adem’i arzda halk ve istihlaf edeceğini ihbar ediyor. Kur’an -ı hakim pek çok kere hikaye ve muhavere tarzında tasvir-i me’ani hikaye dahi bazılarınca arzı ve şu alemin ba’is-i kıvam-ı nizamı olan kuvasını bunlarda tasarruf ederek arzda vücudun kemali kendisiyle tahakkuk eden bir nevi’ mahlukatın vücuduna tehyi’e eylemekten ibaret oluyor. Fi’l-hakıka ruy-ı zeminde nev’-i beşerin afitab-ı saltanatı pertev-nüma-yı zuhur olunca şa’şaası avalim-i zir ü balayı tuttu. Cismen küçük bir mahluk iken bütün kuva-yı alemi hizmetinde kullandı. Deryayı karaya karayı deryaya tahvil eyledi. Fezada nice alemler keşf etti. Küre-i zemini asar-ı ulum ve fünun ile ma’mur ve müzeyyen kıldı. Adem’in ruy-ı zeminde icad ve istihlafına dair canib-i Rabb-i akdesden zuhur eden hitab üzerine melaike arzda fesad edecek ve bi-gayrı hakkın kanlar dökecek olan nev’-i nından irad olunan bu sual dahi insan ihtiyar ve iradesiyle amel eder olmasına ve kendisine hadd ü payansız ulum ve ef’ale isti’dad verilmesine mebni insanın isti’dadında bulunan halatı tasvir ve onun arzda hilafetine bunun münafi olmadığını beyan için bir temhiddir deniliyor. Fil-vaki’ hüsn-i terbiye ile neşv ü nema bularak isti’dadını hüsn-i isti’mal eden asfiya-yı nas kerem-i ahlak ile sa’y ü cidd ile ilim ve hüner ile san’at ve ma’rifet ile vazifesini ifa ederek nev’-i rime laik olduğunu isbat ediyor. Halık ve mahluka karşı vezaifinde kusur edenler ise enva’-ı fesad ile alemi tahrib ediyor menfaat-i hususiyyesine perestiş ediyor. Cenab-ı münezzilü’l-Furkan Kitab-ı azizinde buyurmuş lamiyye’yi biribirinden tefrike çalışıyor. Menba’-ı fezail olan uluhiyyeti inkar ile cihan-ı fazileti lerze-nak ediyor. Ahlak ve adab her şeyin ve bilhassa terakkı-i beşerin mebde’ ve menşei olup bu rabıta-i beyne’l-beşerden ulum ve maarif tevellüd eylediği ve bundan da sanayi’ zuhura gelerek alem ma’mur ve abadan olduğu halde ahlak ve adab-ı kavmiyyeyi hiçe sayıyor. Sorarım sana ey bu’l-heves! Temeddün ve terakkı-i beşer böyle hiça hiçler ile mi bu türlü tahkır ve tezyifler bulunduğu ulum ve sanayi’de beşeriyete nafi’ ef’al ve asar göstermekle mi vücud bulur. Vücud-ı insanideki tertib ve vezaif-i a’zaya muttali’ olması icab eden bir tabib vücud-ı Bari’yi inkar ederse bu neyi ifham eder? Bir da’-i udalin henüz keşf olunmamış devasını bulmak fazilet-i mübeccelesine bu muadil mi olur? Kalemi ahlak ve adab vadisinde cevelan ile kulub-ı ümmete reşha-paş-ı fezail olan bir edib tezyif ederek hey’et-i mecmua-i ümmeti mühlike-i izmihlale sürekleyen bir muharrir nazar-ı insaniyyette bir midir? El-hasıl insanda istihlafa laik hısal-i mümtaze bulunduğu gibi ruy-ı zeminde tenazü’ ve tehasumun te’addi ve ifsadın ba’is-i feveranı olan su’-i havatıra tebe’iyet ile bu misillü halata tasaddi eylemek dahi mayesinde mündemic bulunuyor. Bunlardan hakka ittiba’ edenler dareynde nail-i saadet heva-yı nefsaniye peyrev olanlar giriftar-ı pençe-i züll ü ukubet oluyor. Binaenaleyh ayat-ı kerimedeki muhaverat bu cihetlere remz ve işaret olmak üzere temsil ve tasvir-i me’aniden dem’in ruy-ı zeminde icad ve istihlafına müteallik nazm-ı celildeki rumuz ve işarat bu hak-i safilde işte ancak bu mertebe fehm olunabiliyor. Kema hüve hakkuhu fehm ve ıttıla’ı olsa olsa bütün hakaik ve esrarın inkişaf edeceği de nasib ve müyesser olabilir. Bunun beyne’l-beşerde naziri vardır; rical-i ümem mecami’-i umumiyyede söz söylerler herkes o sözlerin ma’ani-i vaz’iyyesini anlar havass-ı nas ise onlarda münderic esrar ve işarata derece derece vakıf olurlar nihayet o sözlerin tealluk eylediği hadise bir gün zuhura gelmesiyle her şey meydana çıkar o güft ü guların artık ne demek olduğu ıyanen teayyün eder. ______ Adem ile Havva bulundukları cennetten veya meşmul oldukları izz ü naimden ihrac olunduktan sonra onlara hubut edin mehbitınız dar-ı beliyye ve muadattır diye hitab-ı gazab ile emir ve hitab olunmuşidi. Bu emr-i ilahi tahakkuk eyledikten ve Adem’in tevbesi kabul buyurulduktan sonra onun hakkında bir nevi’ re’fet izharı için emr-i vaki’ sırat-ı müstakıme irşad edileceği va’dine makrun olarak tekrar ediliyor ve şöyle buyuruluyor: Biz onlara dedik ki siz ondan hep birlikte hubut edin. Böyle dedik böyle oldu. Artık naim-i halis ve rahat-ı amme tavrı nihayet buldu. Şimdi bir tavra dahil olun ki sizin için o tavırda iki tarik vardır: Hedy ü dalal iman ve küfran dalal ve hüsran. Benden size hedy ve irşad gelecektir. Size resul-i mürşid ve kitab-ı mübin göndereceğim yine na’im-i sermediye isal edecek turuk-ı hidayeti sizlere ta’lim edeceğim. Her kim benim hidayat ve irşadıma ittiba’ eder ve ta’yin eylediğim sırat-ı müstakıme salik olursa onlara vesvese-i şeytandan ve onu ta’kıb eden şeka ve hüsrandan havf u hiras yoktur ve kendileri arzu edilen bir şeyin ele geçmemesinden veyahud sevilen bir şeyin elden çıkmasından dolayı mahzun da olmazlar zira bu hidayet ve irşad ile bilirler ki sabr ve teslim Cenab-ı Hakk’ı hoşnud ve mükafatını icab eder ahvaldendir; ve sabr u teslim insana havadis-i dehrden ibret almak kapısını açar ve mihen ve şedaide göğüs vermek için kendisine kuvvet verir de ele geçmeyenden daha hayırlı bir ivaz husulüne ve elden çıkan bir şeyden dolayı teselli-i hatıra badi olur. ______ Havf: İnsanın kendine bir mekruh isabet edeceği yahud ümid eylediği bir matlubdan mahrum olacağı intizarıyla te’ellümünden kelimesinin kalbimize iras eylediği havf u hiras mukabelesinde Hakk celle ve ala hazretleri bize itminan-ı tam ihsan eylediğinden Allahu tealanın hidayet ve irşadıyla hidayet bulanlar ne geleceğinden havf ederler ne de fevt olan şeyden dolayı mahzun olurlar; zira tarik-ı iktisabını sehl ü asan ve dünya ile ahiret saadetini kendilerine tehyi’e ve amade eder veche-i azimeti meslek-i gelir ve ne isabet etse veyahud ne zayi’ eyleseler kendilerine asan olur çünkü Allahu tealanın ivaz ve mükafatını ihsan edeceğini yakınen bilirler şu halde isabet eden veyahud zayi’ olan şey kesbdeki ta’b ü meşakkat gibi olur vuku’ bulan veyahud ümid olunan ribh lezzetiyle zail olur gider. Bir adam çıkıp da diyecek olursa ki din insanın hürriyetini takyid eder istifade edebileceği bazı huzuz ve lezzattan onu men’ eyler bundan mahrumiyet ise insana hüzn getirir bu halde din ahzandan nasıl me’men ve penagah olur ve ona ittiba’ ile necat ve selamet onu terk ile haybet ve hüsran nasıl olur? Onun cevabı şudur ki din hiçbir lezzetten men’ etmez meğer ki telezzüz kasdında olana veyahud ebna-i cinsinden bir kardeşine o haz ve lezzette bir zarar buluna o zaman men’ eder. Bir insanın ebna-yı cinsine eza ve cefa ile onların te’avünü menafi’inden gaib ettiği şey onlara eza ve cefa ederek hasıl olan lezzet ile nail olduğu şeyden elbette daha çoktur. Lezzet-i muharremeyi istihlal eden kimsenin nazarında o lezzeti gerek nefsinde ve gerek nasda ta’kıb eden mazarrat teşahhus etse de o mazarrat umumi olduğu takdirce onun fesad-ı umrandaki te’sirini tasavvur eylese eğer o kimse sahihen akıl ve fıtratı mu’tedil bir adam ise şairin: Kavliyle temessül ederek elbette o lezzetten rücu’ eder. Ya o kimse yevm-i ahirete iman eder ve şu muharrematın ruhu yevm-i kıyamette dar-ı izz ü ikrama ehil olmaktan tecrid edeceğini bilirse bu kabil bir lezzetten nefret edeceği evleviyette kalır. İnsanın saadeti behaimin hürriyetinde değil şer’in muhit ve dairesinde bulunan hürriyettedir. Şu halde hidayetullaha ittiba’ edenler hiç şüphe yoktur ki hüsn-i ve isabet etmesi me’mul bulunan şeyleri itminan ile telakkı edip ne havf eyler ne de mahzun olurlar – ______ Ve o kimseler ki benim hidayet ve irşadıma ittiba’ etmeyip ayetlerimizi inkar ve tekzib eylediler. Ol kimseler ki şeytanın hutuvatına peyrev olarak onun vesvesesiyle amel ederek onun iğvasıyla yürüyerek delail-i hidayetimizi halleddirler. El-hasıl zat-ı akdes-i kibriya azze şanuhu hazretleri bu dar-ı fanide hal ve şanı insanın cehd ve sa’yine tefviz buyurmuş hüsran ve felahını onun ameline menut kılmıştır. Ve zat-ı uluhiyyeti lutf edip insanı his ve vicdan ve aklın hidayet ve irşadıyla te’yid ettikten sonra hidayet-i din edenler terakkı ve i’tila ederler iki cihanda nail-i izz ü huzur olurlar. Bu kadar hidayat ve irşadattan i’raz edenler ise dareynde haib ve hasir kalırlar. Bereket-zade İsmail HAKKI ET-TECRIDÜ’S-SARIH Lİ-EHADISİ’L-CAMİ’İ’S-SAHIH - Tercüme Yine Ebu Hureyre radıyallahü anhden Nebiyy-i mükerrem sallallahü aleyhi ve sellemin: “Hiç biriniz akmayan durgun suya bevl edip sonra ondan yıkanmasın” buyurduğu rivayet olunuyor. yoktur. Hadis-i şerifin evvelinden beri keyfiyet-i sevkine nazaran denilmiş ise de yahud dır. - Tercüme Abdullah bin Mes’ud radıyallahü anhin şöyle dediği rivayet olunur: Nebiyy-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem bir kere Beyt-i muazzamın yanında namaz kılıyordu. Ebu Cehil ile bazı arkadaşları da oturuyorlardı. Derken bir takımı diğer tarafına: “Filancalarda yeni boğazlanan devenin döl eşini hanginiz getirip Muhammed’in secdeye vardığında sırtına kor?” dedi. Oradakilerin en şakısi seğirdip getirdi. Ve bekledi. Ta Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem secdeye varınca iki omuzu arasına sırtının üzerine koydu. Ben o zaman elimde kuvvet olaydı. –İbn-i Mes’ud radıyallahü anh der ki: Herifler gülmeye ve eğlenmek için bu işi biribirine ve sellem ise secdede kalarak başını kaldırmıyordu. Nihayet Fatıma radıyallahü anha gelip onu sırtından attı. Bunun üzerine Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem başını kaldırdıktan sonra üç kere: “İlahi! Kureyşi sana havale ederim” diye dua buyurdu. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin aleyhlerinde dua buyurması onlara giran geldi. Zira o makamda duanın müstecab olduğuna kail idiler. Ondan sonra Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem isim sayarak: “İlahi! Ebu Cehli sana havale ederim Utbe bin Rebi’a’yı Şeybe bin Rebi’a’yı Velid bin Utbe’yi Ümeyye bin Halef’i Ukbe bin Mu’ayt’ı sana havale ederim” buyurdu. Ve yedinciyi de saydıysa da ismini ravi unutmuştur. –İbn-i Mes’ud radıyallahü anh der ki: Nefsim kabza-i kudretinde olan Allah’a kasem ederim ki Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin saydıklarını Kalib’de yani Bedir çukurunda serilmiş gördüm. ______________________________ Enes bin Malik radıyallahü anhin: “Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem rubasının içine tükürdü” dediği rivayet olunuyor. - Hadis-i Şerif . - Tercüme Sehl bin Sa’id-i Ensari radıyallahü anhin: “Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin yarası ne ile müdavat edildi?” diye kendisine sorulan suale cevaben şöyle dediği rivayet olunuyor: Bunu benden ziyade bilen kalmadı. Ali bin Ebi Talib radıyallahü anh kalkanı ile su getiriyordu. Fatıma radıyallahü anha da Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin yüzündeki kanı yıkıyordu. Sonra bir hasır parçası alınıp yakıldı ve yarası onunla dolduruldu. Ebu Musa el-Eş’ari radıyallahü anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir defa Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin yanına vardım. Elindeki bir misvak ile dişini temizlediğini ve ağzında misvak olduğu halde öğürür gibi u’ u’ dediğini gördüm. Hüzeyfe bin el-Yeman radıyallahü anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i mükerrem sallallahü aleyhi ve sellem gece kalkınca ağzını misvak ile oğardı. Abdullah bin Ömer radıyallahü anhden Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Rüyada kendimi bir misvak ile dişlerimi oğar gördüm. Yanıma biri diğerinden yaşlı iki kişi geldi. Misvaki en küçüğüne uzattım. Bana: “Büyüğüne ver” denildi. Ben de büyüğüne verdim. Bera’ bin Azib radıyallahü anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem bana buyurdu ki: “Yatağına vardığında ibtida namaz abdesti gibi bir abdest al sonra sağ tarafına uzanıp: dedi. Şayet o gece ölürsen fıtrat üzere ölürsün. Bir de bu sözleri söyleyeceklerinin en sonu olsun. – Bera’ radıyallahü anh der ki: Bunu Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin huzurunda tekrar ettim. ’ e varınca dedim. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem: Hayır buyurdu. Ahmed Naim Vaktiyle bu fenler karma karışık bir surette fenn-i umumi yani felsefe dahilinde mütalaa edilirken tedricen birer birer ayrıldılar. Her biri başlı başına bir fen-i müdevven halini aldı. Bunların hey’et-i mecmu’ası ise fünun-ı müsbeteyi teşkil eylediler. Mösyö Ribo diyor ki: “Cez’-i müşterek olan felsefeden evvel ayrılmış olan fen ilm-i hesabdır. Riyaziyat Fisagoras Mektebi’nde felsefe ile birlikte tedris edilirdi. Felsefeden büsbütün ayrılması Fisagoras’dan ancak iki asır sonra mümkün olabilmiştir. Eflatun hendese bilmeyen bir kimsenin hakim olabileceğine ihtimal veremiyordu. Maamafih hendese daha o zamanda yavaş yavaş felsefeden ayrılmaya başlamıştı.” Ribo felsefeden ilk defa ayrılan fennin riyaziyat olduğunu söylüyor. İlm-i hesabın kesb-i istiklal eden fünunun başında bulunması sebebini riyaziyatın tabiatinde aramalıdır. Fil-hakıka riyaziyatta en basit ve en umumi şeylerden bahs olunur. Zaten ilm-i hesabın mevzu’u aded ve kemmiyet ve aded ve kemmiyetler aralarındaki münasebattan başka bir şey değildir. Daha sonra riyaziyat ve tecarib ianesiyle mihanik ve fizik fenleri yavaş yavaş kesb-i tevessü’ ve istiklal etmeye başladılar. Bu fenler hadisat-ı müteşabiheyi cem’ ve aralarındaki münasebatı tabi’ oldukları kanunları taharri ediyorlardı. Hadisat hakkında faidesiz mütalaat-ı mantıkiyye serdinden ziyade onları tecrübelerle mülahazat-ı riyaziyye ile tedkık etmeyi tercih ediyorlardı. Bu hareket bati olmakla beraber yine istiklale doğru atılmış bir hatve-i terakkı idi. Dekart diyordu ki: “Felsefe bir ağaca teşbih edilirse cezri metafizik ve sakı fizik olmak lazım gelir.” Newton gibi Dekart dahi hikmet-i tabiiyyeyi felsefi prensipler ünvanıyla yad ediyordu. Tarih-i fünun tedkık edilirse bugün müşahede ettiğimiz terakkınin ne kadar bati bir surette husule gelmiş olduğu anlaşılır. Bilahare el-kimyagerlerin taharriyat-ı esrar-aludu aguş-ı fenne kimya namında diğer bir nevzad daha bıraktı. Esraralud bir surette tevellüd eden kimya ancak on sekizinci asrın nihayetlerine doğru meşhur Lavozaya’nın himmetiyle bir fenn-i müdevven halini alabilmiştir. Asr-ı hazırda fizyoloji aynı tarik-ı tekamülü ta’kıb eylemektedir. Şimdiye kadar felsefenin la-yenfekk aksam-ı esasiyyesinden addolunan psikoloji ilm-i ahval-i ruh sosyoloji ulum-ı ictimaiyye fenleri de ağır ve fakat esaslı bir surette istiklal ve tekamüle doğru ilerlemekte devam ediyor.. Fünunun istiklali şüphe yok ki onların tederrüsünü teshil faidelerini tezyid eder. Bu fenlerden alınacak ma’lumatın daha kat’i ve daha vazıh olmalarını mucib olur. Maamafih fünun-ı müstakılle arasında umumi bir takım rabıtalar mevcud olmadığına zahib olmak budalalıktır. Zaten fünunu büsbütün münferid ve müstakıl bir hale getirmeye çalışmak bir çok mehazire meydan verir. Hatta hafaya-yı tabiatın inkişafı ne kadar betaetle husule gelirse bu mahzurlar da o kadar çok ehemmiyet kesb eder. Ba-husus tedkık edilen vak’a hadise muğlak olduğu surette istiklal-i tammın mucib olacağı mahzurlar büsbütün göze çarpar. Bu gibi mehazire meydan vermemek saha-i fende açılan boşlukları doldurarak ihtiyac-ı ilmimizi tatmin edebilmek için müstakil ve münferid birer ilim halini almış olan fünunun nazariyat-ı felsefiyye denilen fenn-i umumi Mülahazat-ı atiyye şu lüzumu te’yid edecek esbabdandır. Fünun-ı müsbete nazariyat-ı felsefiyyeyi müstelzimdir. Yekdiğerine murtabıt bulunan eşyayı daha kolay bir surette tedkık ve mütalaa ederek vazıh netayice destres olabilmek ayırmak icab ettiğini söylemiştik. Fakat şu taksime devam ederken müstakil addettiğimiz fenlerden bir çoklarına şamil olabilecek bazı mesaile tesadüf olunuyor. O zaman bu fenlerin hudud-ı tedkıkatını geçmek ve daha umumi mesaile karışmak mecburiyeti hasıl oluyor. Tamamıyle fenlerden hiç birine aid olamayan bu mesail; felsefenin saha-i mütalaasında kalıyor demektir. August Comte Felsefe Dersleri namındaki eser-i meşhurunda diyor ki: “Fünun hakkında beyan ettiğimiz taksimat bazılarının zannettiği gibi keyfi olmamakla beraber sınai olduklarında şüphe yoktur. Hakıkatte ise bütün tefahhusatımızın mebniyyün-aleyhi birdir. Onu taksime teşebbüsümüz daha iyi halledebilmek için müşkilatı tenkıs maksadına mebnidir.” . Fikr-i beşer her yerde bir nizam bir ittihad ister. Sarih ve vazıh olan fünun-ı müsbete bu hususda fikr-i beşere lazım olduğu kadar itmi’nan-bahş olamıyor. Fi’l-hakıka yek diğerlerinden farklı olan hadisatı mesela bir binanın hayatını bir yıldızın harekatını bir böceğin teayyüşünü tedkık edersek birbirlerinden mütebaid kavanine destres oluyoruz. mek veya hiç olmazsa onları tasnif ve tertib etmek arzusu uyanıyor. Prensiblerin aralarındaki cüz’i münasebetlere nazaran bir sistem bir meslek tertib ediyoruz. Bu suretle fünunu –cüz’i olmakla beraber– yine birbirlerine rabt etmek mecburiyetinde bulunuyoruz demektir. Fikr-i beşer tatbik edilen usullerin netayicini sadece kayd etmekle iktifa edemiyor onları ta’yin ve taz’if etmek kalkışıyor. Halbuki Aristo’nun dediği gibi fünun kendi metodlarını kendi prensiplerini münakaşa edemez fünun yalnız netayic-i sariha keşf etmekle iktifa eder. O halde metodlarının prensiplerinin nazariyat-ı felsefiyye hall ve abes safsata ile mali olmamasına dikkat ve i’tina edilmek icab eder. İlcaat-ı hayatiyye neticesi olarak insan tabiati tanımak anlamak mecburiyetindedir. Yaşamak harekettir. Fi’lin semeredar olabilmesi için hareket ilme mukarin olmalıdır. Esbabına vukuf-peyda edilmeksizin gelişi güzel icra edilen harekat hiçbir vakit tehlikeden salim değildir. Demek fünun henüz lazım olan derece-i tekamüle vasıl olamamıştır. Bahusus sebat-ı mütekabileden –ki son derece muğlak ve müşkil mesailden başlanmıştır. Şu halde fen kendi ef’alimize temas eden keyfiyyata dair bize ma’lumat-ı sariha vermek hususunda izhar-ı acz ediyor demektir. Halbuki insan ber-hayat oldukça hareketten hareket-i zatiyyeden muaf olunamayacağı cihetle harekat ve ef’ale dair olan kavaidi te’sis için esasat-ı fenniyyenin mükemmeli bulunan felsefeden istiane etmek mecburidir. Bazı mesail usul ve kavaid-i fenniyye ianesiyle mümkün değil hall olunamazlar. Çünkü bu gibi mesail saha-i müşahede ve tecrübeye giremedikleri gibi akıl ve zeka-yı beşer dahi onları ihata ve idrakten acizdir. Mebde’ ve me’ada tealluk eden bu mühim mes’eleler metafiziğin daire-i tedkıkine dahildirler. Edyan-ı mevcudenin kaffesi bu mesailin izahıyla meşgul olmuşlardır. Mesail-i mezkurenin niçinleri fen ile izah olunamaz çünkü fennin usulleri bu gibi mesail-i aliyyeye kadar vasıl olamazlar. Fen yalnız maddiyat ve mahsusatı izah edebilir. Mebde’ ve me’ad mesaili karşısında fen tamamıyla samit ve sakindir. Çünkü bu mesail saha-i tecrübenin maverasındadırlar. Gerçi Pozitivist Mektebi müntesibleri pek ileri giderek fennen tedkık edilemeyen bu gibi mesail ile meşguliyeti bir külfet addediyorlar. Fakat bu babda serd ettikleri mütalaat kanaatbahş olabilecek kuvveti haiz görünmüyor. Halbuki Pozitivistlerin tedkıkinden istiğna gösterdikleri bu mesail beşeriyet kadar kadimdir. Her devrin derin düşünceleri bu mes’elelerle Pozitivistlerin kuru iddiaları müteazzımane istiğnalarıyla bu gibi mesail-i muazzama kapanmaz ve kapanamaz. Hiçbir vakit vadi-i nisyana atılamaz. Daima fikr-i beşer bunlarla uğraşmakta bir zevk bir haz duyar. Kendi varlığına kani’ olan her şahıs nereden geldiğini nere gideceğini düşünmeye mecburdur. Düşünmeyenler düşünemeyenler ya kudret-i tefekkürden mahrum bir takım mecanin veya hevesata mahkum süfeha güruhundan başka bir şey değillerdir. Tarih-i ulum bize gösteriyor ki beşeriyet bil-cümle safahat-ı tekamülünde daima bu mesail ile meşgul olmuştur ezmine-i tarihiyyeye aid edvarın kaffesinde her memlekette hidleridir. Bu babda meşhur Şopenhavr’ın şu sözlerini okuyalım: yesi ise tehayyürdür. Tefekkür tehayyür sebebiyledir ki insanlarda bebe mebnidir ki insanda metafiziğe karşı derin bir meclubiyet vardır. Demek oluyor ki mertebe-i kemale vusul için aliyye ile ikmale mecburdur. Bu nazariyelerin hey’et-i mecmuası Birkaç hafta oluyor ki güzide kardeşim Akif’in Safahat’ ı –matbu’ bir cild içinde– ortaya çıktı. Safahat’ ı teşkil eden safhaların her biri vakit vakit yer yer açılmış bir takım hazin goncalardır ki ruhda bitmiş ruhdan kopmuş oldukları Safahat şiirle sıkı alakası olanlara bit-tabi’ daha ziyade tealluk eder. Ben bunun şi’riyyeti üzerine söz söylemeyi başımdan yüksek bulurum. Şu var ki Akif’in şairliğiyle pek kadim ve pek samimi münasebetim olduğundan şiirine karşı da yabancı kalamıyorum. Nasıl kalırım ki bunların pek çoğuna benim ruhum ilk ma’kes olmuştur. Bunları ben gah akan bir ırmak gibi çağlayarak gah bağrından pınarlar kaynayan bir kaya gibi inleyerek dinledim. Hususen insan aşka liyakati olmasa da hüsnün cazibesine kapılabilir. Musikıden çok anlamamak bülbül terennümatıyla mütehassis olmaya mani’ değildir. Bu tasannu’lar geçilse bile beşeriyeti üzen ve ezen derdler benim de derdimdir çünkü ben de beşerim. Ma’a haza bu noktalarda kendimi tutup haddimden dışarı düşen teessürleri Safahat ister bir deste gül olsun ister bir bahçe gülistan olsun… bunun bana ziyade dokunan bir ciheti var.. bir cihet ki beni bir diken kadar kuşkulandırır gocundurur. Bu cihet şairi de ta’zibden hali değildir. Binaenaleyh o cihet üzerine birkaç söz söyleyeceğim. Anlıyorum… diken kadar demekle pek büyük bir cür’ette bulunmuş oluyorum. Ne yapayım bu cür’eti lazım görüyorum bilmem ki bunu nasıl anlatacağım acaba anlatabilecek miyim? fıkdan içinde bulunmakla beraber diğer tarafdan da hayli bedi’ eserlere maliktir. Bunlar içinde rengiyle rayihasıyla ruhları teshir eden güller goncalar eksik değil.. İnsan bunları okurken kendini lahuti gülistanlarda görür.. Pek ruhani pek nazenin bir hal!.. Fakat bunun zımnında Türkçemizin hukuku gasb edilmiş olursa.. Yalnız Türkçe bilenlerin bunlardan hisse alması imkanı nez’ edilmiş olursa.. Bu hal ruha dokunmaz mı? Kalbi incitmez mi? Tabiat olmuş.. Bir güzel eserdeki lügatler ekseriyetle Türkçe değildir Arabidir Farisidir. Biz bunları ağzımızın alışamayacağı bir suretle teleffuz ediyoruz.. Aklımızın alamayacağı bir suretle yazıyoruz. Böyle olunca yapamıyoruz. Anlayamıyoruz. Bu lüğatlerin istifi değildir Arabidir Farisidir. Niçin? Sanki Türkçe’de bunları Vakıa bugün bir çaresizlik içindeyiz. Bugünkü Türkçemizle Belki de muhaldir. Hatta bazen bayağı ifadelerde de bir çaresizlik var.. Mesela “gül” demek “gonca” demek “taze” demek lazım gelince “gül” deriz “gonca” deriz “taze” deriz. Çünkü Türkçe’de bunlara mahsus lügat yok. Bunları telaffuz ederken Farisi ahenge uyarız. Yazarken Farisi ferhengine bakarız. Peki bunlara şimdilik katlanalım. Fakat “taze gül” ve “taze gonca” yerinde “gül-i taze” ve “gonca-i taze” deyip kat kat olmak fazladır. Artık Bağ-ı ma’na-yı hayalim o kadar naziktir Berk-i gülberg-i ter tab’a batar lafz-ı diken diyenlerin kurumlarını kuruntularını kendilerine bırakmak zamanı çoktan gelmiştir. Binaenaleyh şimdilik hiç olmazsa ortada büyük bir mecburiyet ve büyük bir çaresizlik olmadıkça Arabi ve Farisi terkib yapmamaya gayret etmeliyiz. Ben bunlara serkeşlik etmeyi hamiyyet eseri sayıyorum ve Türklük hamiyyeti taşıyanları bu mesleğe da’vet ediyorum. Bir kere bu meslek teessüs etsin sonrası sonra…. kendimde böyle bir düşünce ve düşünce neticesinde bir gocunma buluyorum. İşte Safahat’ a karış da böyle bir gocunma hissettim. Kitabı açınca başında “Bana sor sevgili kari’ sana ben söyleyeyim Ne hüviyette şu karşında duran eş’arım: Bir yığın söz ki samimiyyeti ancak hüneri Ne tasannu’ bilirim çünkü ne san’atkarım. Şi’r için göz yaşı yerler; onu bilmem yalnız Aczimin giryesidir bence bütün asarım! Ağlarım ağlatamam; hissederim söyleyemem; Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım! Oku şayed sana bir hisli yürek lazımsa Oku zira onu yazdım iki söz yazdımsa.” Sözlerini bulup genişlendim. Okudukça gözüm gönlüm açıldı. Niçin? Bunu izah fazladır.. Bunda Arabi ve Farisi tarzında bir dane bile terkib yok. Nasıl hoşnud olmam? Safahat sahifeleri çevirildikçe buna benzer sade ve revan şiirler Arabi ve Farisi terkibden ve tumturaktan ihtişamdan azade bedi’alar yer yer kendini gösterip ruh bunları rahat rahat temaşaya dalıyor insan şurada burada tevakkuf edip düşünürken kendi kendisinden soruyor: Acaba nasıl olmuş da Türkçe’nin hukukuna çokluk dokunulmadan Arabi’nin Farisi’nin tağallübüne müracaat edilmeden bu ağır ma’nalar bu kadar sade bir ifade ile eda edilebilmiş? Bu nazenin tasvirler bu kadar külfetsiz bir tarzda yazılabilmiş? Acaba bunlar bir tesadüf eseri mi? Yoksa bu sadelik tumturak yapamamaktan münbais bir çaresizlik mi? Şübhesiz ki bunlar bir tesadüf eseri de değildir bir çaresizlik mahsulü de değildir… Şairin ictihadı semeresidir. Hiç Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak.. Bir ince mintanın altında titriyor donacak! Ayakta kundura yok başta var mı fes? Ne gezer! Düğümlü alnının üstünde sade bir çenber Nefes değil o soluklar birer enin-i medid! Nazar değil o bakışlar birer büka-yı şedid: Bu bir ayaklı sefalet ki yalın ayak baş açık; On üç yaşında buruşmuş cebin-i safı yazık! Gibi veya –Kadın paşam ne yaparsın? Paşam mı? Nerde paşa? Şu korkuluk gibi dim dik duran herif mi? Paşa? Tasavvur et iki arşın kazık kadar bir boy; Getir de üstüne kalpaklı bir kemik kafa koy. Ocak süpürgesi şeklinde bir sakal yaparak Senin bu işte yüzün al deyip o yüzsüze tak Ocak süpürgesi lakin süpürmüyor yıkıyor; Nedense bittiği yerden cenazeler çıkıyor! Budak delikleri tarzında aç da çifte oyuk Büyükçe bakla kadar alnının az altına sok Bilir misin çalı altında gizli inler olur Yılan sabah çıkar akşam usulcacık sokulur Bıyık o kırda yetişmiş diken yemişli çalı. Ağız da in gibi asla görünmüyor; kapalı. Bu şekl-i muhişi mümkünse bir düşün şöyle Paşam dedikleri u’cube işte aynıyle! Belinde seyf-i sadakat elinde bir kamçı Ferik setresi altında gördüğüm umacı Ziya-yı bedr-i münirin içinde ya Rabbi; Dururdu sine-i imana girmiş ukde gibi! Gibi veya Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz; Erir erir akarız semtinizde geldi mi yaz! Baharı görmeyiz amma latif olur derler.. Çiçeklenirmiş ağaçlar yeşillenirmiş yer. Demek şu arsada ot bitse nev-bahar olacak.. Ne var gidip Yakacıklarda dem-güzar olacak? Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız! Kurak çamur iki mevsim tanır ayaklarımız! Müneccimin bereket versin eski takvimi Haber verir bize mevsim şehirde gelmiş mi? “Gibi tasvirler tesadüf eseri olabilir mi hiç? Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i istibdad Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yad! Diyor ecdadımız makberlerinden: Ey sefil ahfad Niçin binlerce ma’sum öldürürken her gelen cellad Huruş etmezdi mezbuhane olsun kimseden feryad? Otuz milyon ahali üç şakınin böyle mahkumu Olup çeksin hükumet namına bir bar-ı meş’umu! Utanmaz mıydınız bir saysalar zalimle mazlumu Siz ey insanlık isti’dadının dünyada mahrumu Semalardan da yüksek tuttunuz bir zıll-i mevhumu! Veya “Müstebid!” damgası var şimdi bütün ellerde Bir fenalık görerek yapma desen alnına ta Diyerek başlayacak her ne desen tehdide! Eskiden vardı ya meydanda gezen ipsizler: Hani bir saye-i şahane çekip her boku yer! Onların bir çoğu ahrar-ı izam oldu bugün Müstebid nah kafa bizler.. kerem et hali düşün Bu cehalet yürümez asra bakın: Asr-ı ulum! Başlayın terbiyeye ailelerden oğlum. Sade hürriyyeti i’lan ile bir şey çıkmaz; Fikr-i hürriyyeti hazm ettiriniz halka biraz. Gibi bedi’alar tesadüf eseri olabilir mi hiç? Dönen muhit-i nigahımda yal ü balindir Bütün hayalim o fevka’l-hayal halindir. Zalam-ı hayret içinde şinah ederken ümid Önünde rehber olan meş’alem hayalindir. Sema-güzin olarak gittin ey İlahi nur Peyinde şimdi ufuktan geçen zılalindir! Bu kainat senin hatıranla hep lebriz: Zemin zaman bana yad-aver cemalindir. Bütün cihanda aks eyleyen hemalindir Esir sanki bir ayine-i celalindir! Nücum-ı lami’a-za barikat-ı irfanın Leyal ihata-i eşyadaki kemalindir. Seher o nasiyeden bir nişan-ı feyza-feyz Şafakta dalgalanan renk reng-i alindir Ulüvv-i ka’bını tasvir eder nigahımda Sema olanca vuzuhuyle bir misalindir. Cibal heykel-i sahib-vakar-ı azmindir Suhur hıffete düşman olan h ı salindir. Bulut yemin-i leali-nisar-ı cudundur Güneş müfekkire-i herdem-iştialindir Tulu’ levha-i rengin-i ibtisamındır Gurub safha-i gamkin-i infialindir. Havada mevcelenir sanihat-ı kudsiyyen Riyah ruhumu pür-cuş eden mekalindir. Çemende cilveler eyler bahar-ı didarın Saba nüvid-i ümid-aver-i visalindir. Şita peyinde huruşan kıyamet-i kübra Rebi’ hatıra-i layezalindir. Hülasa nazra-i im’anımın önünde cihan Senin sahife-i zatın senin me’alindir. Gibi barikalar çaresizlik mahsulü olabilir mi? Şu son parça şairin istese barika-i zaferler yazacağını pek güzel isbat eder. Hem de o bir vakitler buna çalışmıştır. Bu eser zannım o özenme o üzülme zamanlarından kalma şeylerdendir. Fakat ben bu son parça gibi süslü şeyleri bugün bir meziyet değil bir nakısa sayıyorum.. Bir nakısa fakat ulvi bir nakısa! Niçin? Çünkü bunlarda biz avama gıda olacak şeyler pek az. Türkçe Türkün yaşamak için muhtaç olduğu gıdayı te’min etmelidir. Gönül bu sadeliklerin bu sade güzelliklerin yanında “lemha-i lebriz-i elem” gibi “ruh-ı avalim-sereyan” gibi “beyan-ı ukde-güdaz” gibi “tecelli-zar-ı nur-ı enver-i Yezdani” gibi sıkıcı terkibleri Her subh gelir nesim-i dil-cu Duşünde şemim-i naz-ı giysu Gibi külfetli ifadeleri görmemek istiyor. Bu taleb müstakbel olamaz. Bu kadar kökleşmiş terkibleri ta’birleri alışıklıkları bir günde bırakıvermek mümkün değildir. Hususen şiir lisanı yumculuk gibi ressamlık gibi ince bir san’attır. Bunun için de yaldızlara kıymetli taşlara parlak renklere ziyadece düşkünlük gösterir. Görülmez mi ki şiirlerini göklerdeki yıldızlardan toplayan Hamid bile sırasına göre; Git gez derelerde.. dağda.. kırda.. Düş bir çukura geber kıkırda! Gibi Türkçe’den Türkçe sade sözler söylemiş iken sırasına göre de Ey vüs’at-ihtiva-yı makber Buhran-ı adem heva-yı makber Ey suret-i vapesin-i halat Sahra-yı sükun yemm-i hayalat! Ey nehr-i bülend-i bahr-i ukba Serhadd-i cüyuş-i bi-mehaba! Ey kisve-i matem ü mesaib Aram-geh-i rical-i gaib! Ey burka’-ı çehre-i semavat Pehna-yı refi’-i ruh-i emvat! Ey cümle mükevvenata ispihr Ayine-i mah ü perde-i mihr! Ey hatime-i dühur u a’sar Müstakbel-i sakinan-ı emsar! Ey ka’r-ı meşime-i havadis Efkar-ı beşerde dud-ı hadis! Ey zelzele-i sipihr-i vuslat Gayya-yı vesi’-i mihr-i vuslat! Ey hande-i inşirah-ı niran Subh-dem girye-i hiz-i hicran! Ey fecr-i siyah-reng-i hasret Mir’at-ı azim-i beht ü hayret! Ey meşcere-i ukul-i şeyda! Ey refref-i şahbal-i sevda! Ey nefh-i ahir-i ömr-i zail Ey zıll-i mehib-i mevt-i hail! Ey mesken-i ah ü vah ü va-veyl “Ey la’net-i valideyn ey leyl!” Tarzında kalelere burc inşa eder gibi ibhamlara ihtişamlara boğulmuş tumturaklar yapmıştır. Bunları takdir ederiz.. Bunlar san’atın san’attaki inceliğin şeyler değildir.. Baklava lezizdir elmas nefisdir.. Fakat bunlar karnı tok kibar kimselere elverir. Biz milletin en büyük kısmı köylü kaba kimseler açız ekmeğe muhtacız.. Çıplağız Bakınız altı yüz bu kadar senelik bir milletiz. Hem de cihanca en müsellem meziyyetimiz askerlik. Hani askerlik şiirlerimiz? Ey Gaziler marşı kırk yıl evvel muahaze edildi. Askeri teşvik etmez ruhlandırmaz belki sinirleri gevşetir denildi. Ama ortaya bunun yerini tutacak bir şey konamadı. Hala ordumuz bununla yürüyor . Osmanlılık alemi şu kadar zamandır edebiyat velveleleriyle sarsılmış iken bu bomboşluk nedir? Sözde bizde şairden ve şiirden çok bir şey yok. Kamus-ı A’lam gibi ciddi bir kitabı açarız. Orada herkesi şair görürüz.. Hakkak de şair dellak de şair.. Receb Ağa da şair Şa’ban Efendi de şair.. Şu beyt veya kıt’a onun eş’arı cümlesinden.. Oh ne bolluk!... Diyecek yok. Biz ol ali himem erbab-ı cidd ü ictihadız kim Cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretten Teraneleri gökler kadar yüksek.. Fakat bize ve herkese gıda olacak can verecek şeyler yine Top patlasın ateşleri etrafa saçılsın Cennet kapısı can veren ihvana açılsın Dünyada ne gördük ki ölümden de kaçılsın! Osmanlılarız can veririz nam alırız biz Gavgada şehadetle bütün kam alırız biz. Kan ile kılıçdır görünen bayrağımızda Can korkusu gezmez ovamızda dağımızda.. Her kuşede bir şir yatır toprağımızda Osmanlılarız can veririz nam alırız biz Gavgada şehadetle bütün kam alırız biz. Gibi sadeliğe daha yakın neşideler arasındadır. Koca Kemal bu sade nümuneleri niçin daha çoğaltmamış? Bunlardan sanırım Kemal’den ziyade biz mes’ulüz. Milletin zuhuru sırasında kılıcıyla kalemiyle –göklerde gürler gibi– kendini gösteren büyük mücahidimiz Kadı Fazıl Rumeli’ye geçmişiz biz bir iki sal ile Himmet-i merdan ile gaybden irsal ile Gibi Allah’dan imdad umarız merd-i gazayız Allah yoluna cism ile can ile fedayız Gibi. Yol göründü düşmana rehvare hay hay eyledim.. Nizemi tir eyledim şemşirimi yay eyledim! Gibi parlak neşideler söylemiş ta altı asır evvel bize yol göstermiş iken ne olmuş da millette kendini hakkıyla taklid ve ta’kıb eden erler görülmemiş? Ne olmuş da Meylimiz rayetedir kamet-i bala yerine.. Tuğa dil bağlamışız zülf-i semensa yerine Diyerek şanlı gazimizi taklide heves gösterenler hemen yarı yolda döneklik edip: Bir peri gördüm alayda yine gitti aklım.. O gidiştir ki gider.. Gelmedi hala yerine Diye yoldan sapmışlar? Ne olmuş da hamaset neşideleri yerine Nice tabur dağıtır ol yosmanın Saç dağıtıp eğmesi kalpağını Gibi hafiflikler Kız oğlan nazı nazın şehlevend avazı avazın Belasın bende bilmem kız mısın oğlan mısın kafir! Gibi azgınlıklar revac bulmuş? Ne olmuş ne olmuş da edebiyatta edebsizlik yolu şahrah olmuş? Divanlar devlerle şeytanlarla hezeyanlarla dolmuş. Öyle hezeyanlar ki Guş etmesin öyle söz kulaklar Aludesi olmasın dudaklar! Desek de az. Askerlik yolundaki şiir züğürtlüğü bütün ulvi şeylerde tamamıyle hükmünü göstermiş. Bugün orduda kışlada okunacak mektepte okunacak aile içinde okunacak şiirlerimiz yok!.... Ha gerçek ben başımdan yüksek şeyler üzerine söz söylemeyecektim. hakıka mes’elenin çene yormaya da baş ağrıtmaya da değeri vardır. Ne ise işi hülasa edip sözü kesmeliyim. Biz lisanımızı sadeleştirmeye muhtaç olduğumuz gibi lisanımızda millete gıda olacak sade şiirler yetiştirmeye de muhtacız. İctihadla ihtimamla az vakitte çok şey yapmak mümkündür. Bilhassa şu zamanda bunu gösteren deliller pek çoktur ki bahs ettiğimiz Safahat da onlardan biridir. Bu eseri Türkçe ve Türklük namına takdir etmek tebrik etmek vazifedir. Şu da bu sırada söylenmeli ki bu yolda himmet ibzali bir vazife ise bununla mükellef olan yalnız Akif değildir. Maamafih Safahat’ ın gelecek kitaplarında bu maksad daima nazarda tutularak yetiştirilmiş neşideler isteriz. MEKTEP BİNALARI Mektep binaları mevkiini ve tarz-ı inşasını ta’yin sebebiyle fevkalade şayan-ı ehemmiyyettir. Her kimse hususi meskeninin bütün şerait-i sıhhiyeyi cami’ ve süslü olmasını arzu eder. Bir mektepte ise şerait-i sıhhiyye ve intizam süs ve tezyinat yerine kendini gösterir bir mektep evden tahvil edilmiş olamaz. Çünkü ev birkaç nüfusun ikamet edeceği bir hane bir mektep ise büyümek teazzuv etmek devresinde olan yüzlerce kişilik bir aile ikametgahıdır. Güzel ve şerait-i sıhhiyyeyi cami’ mektepler büyük bir bahçenin ortasına ve ağaçlar meşcereler arasına inşa edilmeli dar ve geçici kalabalık sokaklara karşı inşa edilmiş olmamalıdır. Mektebi inşa ederken yer intihabında iki şeyi nazar-ı dikkate alırız: Biri şerait-i sıhhiye diğeri şerait-i idare… Bir mektep sokağa nazır ve gelip geçici bir caddede olur ise çocukların daima meşgul olmalarını ve en ufak bir ve düşüncelerini fikirlerini oraya sarf etmeleri neticelerini ve dikkatsizlikleri ba’is olur ki talebe üzerinde bu gibi fena te’siratın husulü hiçbir vakit arzu edilmez. Mektepler daima asude ve dağdağadan maişet mübarezelerinden uzak bir mahalde bulunmalıdır. Bunlar şerait-i idaredir. Şerait-i sıhhiyeye gelince: Mektep kumsal kuru ve kabil-i nüfuz bir arazi üzerine inşa olunmalıdır. Daima su teraküm eden ve suyu cezb etmeyen arazi üzerine mektep inşa etmek hatadır. Mektep civarında çamur yığınları bataklıklar bulunmamak kat’iyyen muktezidir. Bir çok mekteplerimizin sıtmanın menba’ı olması esna-yı inşaatta bu gibi şerait-i sıhhiyeye adem-i riayetten ileri gelmiştir. Bu şerait şübhesizdir ki kafi değildir. Ziyayı güneşi havayı rutubeti cezb etmeyecek harareti gayr-i kabil-i nakl yanmayacak mümkün mertebe sadayı nakl eylemeyecek mevaddan olması lazımdır. Mektebin birinci ve iskan edilecek katı ve zeminden bir bir buçuk metre yüksek zemin ile birinci kat arasında boş bir bodrum bulunmalıdır. Mektebin esasını teşkil eden duvarlar ne kadar kalın olur ise o kadar kavi olduğu gibi kışın sıcak ve yazın da serin bulunur. Bu sebeble dünyanın her tarafında kargir binalar teammüm eylemiştir. Son zamanlarda Siman arma mektepler her yerde tevessü’ etmeye başladı. Siman arma yanmamak zelzele ve sair avarızda yıkılmamak cihetiyle bütün tarz-ı inşalara rekabet etmektedir hem de ucuzdur. Ahşab binalar yapmak mecburiyeti hasıl oldukta alçak yapmak veyahud pencereler yanından ihtiyat merdivenleri vücuda getirmek lazımdır. Binaların malzeme-i inşaiyye ve mevki’i ve şerait-i sıhhiyesi düşünüldükten sonra taksimatı cesameti nazar-ı dikkate alınır.. Mektep binaları için en mükemmel ve en sıhhi tarz pavyon usulüdür. Biz de burada onu tavsiye edeceğiz: Pavyon usulü nedir? Almanya İsviçre İngiltere Fransa gibi memalikte yeni vücuda getirilen mekatib umumiyetle pavyon tarzında inşa edilmektedir. Pavyon tarzı demek ufak ufak sıhhi binaların terakümünden hasıl olmuş mektep hey’et-i mecmuası demektir. Pavyon usulünde yapılmış mektepler adeta bir mektep mahallesi teşkil etmek üzere yeşil meşcereler güzel tarh edilmiş bahçeler arasına inşa edilir. Dershaneler ayrı bir dairedir. Sonra yemekhane için oyun için mütalaa için ibadethane için hastahane için el konferans salonu için hep ayrı ayrı muhtelif tarzda her kısmın ihtiyacına kafi binalar inşa edilir. Pavyon usulünde binalar en çok iki kattır. İki kattan fazla olamaz. Pavyon usulünün ehemmiyyetini bütün etıbba bir ağızdan takdir etmekte ve bugün bütün mekteplerin kışlaların hastahanelerin pavyon usulünde inşasına sarf-ı mesa’i olunmaktadır. Tecdid-i hava cihetiyle pavyon bütün evsafı haizdir. Pavyon tarzının menafi’-i sıhhiyyesinden başka yangın ve kaza gibi hususatta ehemmiyet-i mahsusası vardır. Pavyon usulünde yapılan binalarda talebe hep toplu olmadığı ufak ve alçak olduğundan kaçmak ve kurtulmak da mümkün ve sehil olur. Bir de önü alınamıyacak bir harik vuku’unda yalnız bir dairenin ziya’ıyla harike pek suhuletle hatime verilir. Kaza bahsi daha mühimdir. Şahane bir manzaraya cebheye malik olan bir binanın üst katından bir çocuk bir talebe düşünce bütün fecaat bütün tehlike kendisini gösterir. Pavyon usulü bir bina penceresinden çocuklar sukut etse de ehemmiyetsiz yerlerden başka bir zarar husule getiremez. Mühim bir şey: Daha büyük binalar zelzele ve saire gibi avarız sebebiyle daha çabuk yıkılmaya müstaiddir. Pavyonlar buna ma’ruz değildir. Haydi ma’ruz olduğunu farz edeyim. Bütün mektep bir sakf altında bulunmadığından pavyon münhedim olsa diğerlerinin münhedim olması lazım gelmez ya… Eğer kusurdan addeder isek pavyon tarzındaki mekteplerin bir kusuru var: Toplu ve bir sakf altında olan mektepler mehib şahane muhteşem fakat aldatıcı bir manzaraya bir cebheye maliktir. Halbuki pavyon usulündeki mektepler dağınık ve ufak ufak o muhteşem mektebe nazaran bir kulübe mahallesidir… Bize kalır ise ufak bir gölün bir çağlayanın karşısında zümrüdin rengler içinde kalan azim bir meşcere ortasına gizlenmiş bir mütalaa dairesini karşıdan görünen genç arzuları neş’e ve şetaret içinde bırakan bütün yaşayışa bir ehemmiyet ve cesaret verdiren büyük saha yeşil ova daha aşağıdan akan billuri dereye gümüş parlak ırmağa ufka nazır olan yatakhaneyi şamil olan mekteb o yalancı hayatı her an zehirlemeye amade mutantan ve muhteşem binadan daha kıymetdar daha sevimli daha şairanedir… Denilebilir ki nerede böyle yerler nerede böyle mektepler?.. Memleketimiz kadar şirin ve asar-ı bedi’a tablosu modeli olmaya şayan olmayan oralarda; ağır havalı İngiltere’de; soğuk Almanya’da böyle yerler var da bizde yok mu?... Bu suale hep bir ağızdan var! Deriz;.. O halde yeni yapılacak mekteplerimizi böyle yaptıralım alayişe aldanmayalım kendimizi yük ezici binalar altında kapalı yerlerde boğmayalım medeniyet pavyon olabilir. Bütün evsafı cami’ bir iyi ibtidai mektebinde sınıflar mütalaahaneler muallim odaları iş odaları müzehane teneffüshane yemekhane jimnastikhaneler vardır. Bunların bir de hüsn-i tertibini pavyonlara tefriki lazımdır. Bir sınıfla idare olunan mekatibde yalnız bir sınıf kabil bulundurmak kafi ve mükemmeldir. Memalik-i İslamiye’de pek çok mektep yapılıyor. Gönlüm sıhhiyyeyi haiz olsun; yetişen İslam gençleri vücudu gibi fikri de dinç adamlar dünya ile uğraşmaya mübareze etmeye liyakatli adamlar olsunlar… Manastır: Darülmuallimin Müdiri Vakıf-ı ulum-ı mütenevvi’a bir arif-i kamil olup meşhur Şeyh Edebali hazretlerinin encal-i aliyyelerinden Vahyi-zade’nin müteallikatındandır. Bidayet-i hallerinde pederleri mahlulünden olan silk-i zeamete duhul ile Belgrad ve civarı seferlerinde bulunarak isbat-ı merdanegi eyledikten sonra terk-i silk-i zeamet ve maskat-ı re’sine avdetle ihtiyar-ı inziva ve uzlet ederek tahsil ve tasnifini ikmale sa’y ü ihtimam eyleyip az vakitte müşarün bil-benan oldular. Sultan Mehmed Han-ı Salis hazretlerinin evahir-i saltanatlarında İstanbul’a nakl-i mekan ile Sütlüce’de aram eyledikleri esnadaki münteşir olan sit-i fazl u irfanlarından naşi pek çok erbab-ı kalem ü hacete merci’-i yegane olduğu gibi defeatle de müşarun ileyhin mazhar-ı iltifat ve ihtiram-ı şehriyarileri olmak şerefini ihraz ettiler. Ulum-ı mütedavile ve be-tahsis miyye ve kimyeviyyedeki vukuf-ı tamlarını bu fenlerdeki te’lifat-ı adideleriyle isbat eylediklerinden beyne’l-havas “Müellif-i Cedid” şöhretiyle benam olmuşlardır. Melamiye-i Bayramiyye kibar-ı meşayihinden İdris-i Muhtefi şöhretiyle benam Tırhalalı Hoca Ali er-Rumi’den müstahlef olduğu Müstakım-zade merhumun Menakıb-ı Melamiyye-i Bayramiyye ’sinde muharrerdir. “Min Ed’afi’l-Halika ila Ekmeli’t-Tarika” mud Hudai’ye takdim ettikleri namelerine hüsn-i kabulü mutazammın “Min Ed’afi’l-Fukara” fıkrasıyla bed’ eden cevabname-i aliden istinbat olunduğuna göre tarikat-i Halvetiyye’ye de intisabları müsteban olmaktadır. tarih-i hicrisi hilalinde alem-i ahirete sefer eyleyip Hazret-i Eba Eyyub Halid bin Zeyd el-Ensari radıyallahü anhin türbe-i şerifeleri harimine defn olundular. Kaddesallahü sırrahü’laziz. Müellefat-ı adidelerinden başlıcaları şunlardır: Cevahirü’l-Esrar Semeretü’l-İrşad Dürerü’l-Envar fi Esrari’l-Ahcar Ed-Dürretü’l-Beyza fi’l-İksiri’l-Ahmer Mukaddimetü’l-Vasl Divanü’l-Hikme Keşfü’l-Esrar ve Hetkü’l-Estar Es-Sırrü’r-Rabbani fi’l-İlmi’l-Cismani ve’r-Ruhani Tavali’ü’l-Büdur fi Şerhi’ş-Şüzur Dürretü’l-Gavas fi Esrari’l-Havas Tervihü’l-Ervah fi Esrari’l-Miftah Risale-i Kaza ve Kader Mefatihü’l-Künuz fi Halli’r-Rumuz Envarü’t-Terkib El-Levayih fi Esrari’l-Hurufi’l-Fevatih Müellif bu eserinde tercüme-i halini yazdığını Dürerü’l-Envar’ ında hikaye ediyor. El-Müntehab fi Sınaati’z-Zeheb Şerh-i Kaside-i Sa’lukıyye Divan-ı İksir Mecmua-i Mücerrebat Miftahü’l-Hikme Hacer-i Selase Aşeratü Ebvab El-Misbah fi İlmi Esrari’l-Miftah Kitabü Dekayıki’l-Mizan fi Mekadiri’l-Evzan Kitabü Envari’d-Dürer fi Izahi’l-Hacer Kitabü Levh-i Zehebi’l-Esrar fi Maarifi’l-Ahcar Kitabü’l-Müntehab fi’l-İksir Dürretü’d-Dürer ve Tuhfetü’l-Gurer numaralı Cevahirü’l-Esrar ile numaradan aşağısını havi olan beş eserini cami’ bir mecmuası Üsküdar’da Atlamataşı’nda Selim Ağa Kütübhanesi’nde mütalaa güzarım oldu. Esselamü aleyküm; ’inci numaralı Sıratımüstakım mecelle-i mübeccelesinde “İkinci Hata” ünvan ve “Mehmed Fahreddin” imzalı olan makale buradaki kari’ ve sami’lere fevkalade meserretler bahş eyledi derdlerini teskin etti. Ahkam-ı İslamiyye ve adab-ı milliyyeyi muhafaza zımnında kemal-i hulusla yazılmış olduğuna her cümlesi hatta her kelimesi şahid olan makale-i mezkurenin gerek muharrir-i zi-iktidarına gerekse aynı maksad-ı hayr-mersadla neşrine tavassut buyuran zevat-ı muhteremeye medyun-ı şükran olan buradaki kari’leri ledikten sonra deriz ki Fahreddin Efendi makalesinin yalnız ünvanını intihabda isabet etmemiştir zannındayız evvelen Tanin’ in makalesi eser-i hata değildir belki cümle-i ahkam-ı şer’iyyeden olan nisvan-ı İslam’ın emr-i tesettüre riayet etmelerini ve mevazi’-i tühem sayılan mahallere girmemelerini amir lisan-ı şer’-i şerifden şeref-sadır olan tenbihname-i Meşihatpenahileri devair-i aidesine havale edilmesini bile çok görmekten ileri gelen eser-i gayzdır. Saniyen: Ehl-i hakkındaki teklifi su’-i te’sir hususunda tesettür hakkındaki makalesinden aşağı değildir belki daha elem-nak zehirnakdir; teklif-i mezkurun kulub-ı İslamiyan’da ika’ eylediği elim muci’ cerihalar henüz iltiyam-pezir olmamıştır. Fransa’da mevcud olup anasır-ı muhtelifeyi birbirine ısıtmak yolunda te’siri olduğu yine Tanin’ den öğrenilen usulün memleketimizde tatbiki hususundaki teklifinden Fahreddin Efendi makale-i dindaranesinde bahs etmemesi numara ve Cemaziyelevvel sene ve Haziran sene tarihli Tanin nüshasına tesadüf eylememesinden neş’et eylediği tahmin olunur. Merak edilir ise nüsha-i murakkamada fıkarat-ı atiye aynen müşahede olunur: Fakat emin olduğumuz vatandaş ailesi nezdine erkek çocuğumuzu göndermek ve onun erkek çocuğunu kendi oğlumuz gibi kabul etmek memleketimizde de kolayca kabil-i tatbik bir usuldür zannederiz. Bunun için yalnız fikr-i teşebbüs ve biraz azm-i meram lazımdır. Hüseyin Cahid hamiş: Tanin ittihad-ı anasıra yaramayacağını ümid eylediği bu usulün mazhar-ı hüsn-i kabul olmasını te’mine çalışmayı bir hizmet bildiği cihetle bu babda vesatet vazifesini ifa etmeyi memnuniyetle deruhde eder. Mektep ta’til müddetince hangi ailelerin çocuklarını mübadeleye talib olduklarını ma’lum olmak ve bu aile reislerini birbirine tanıtmak lazımdır…” Teklif-i mezkur ehl-i İslam’dan kat’-ı nazar memleketimizde oturan sair edyan müntesibini nezdinde gayet merdud ve menfur olduğu her hangi dine mensub olur ise olsun şimdiye kadar hiçbir kimsenin müracaat etmemesiyle sabit olunca Fahreddin Efendi hazretleri o makale-i mübeccelesine “Tekrar Büyük Bir Münasebetsizlik” ünvanını vere idi daha güzel isabet edilmiş olacağı varid-i hatır-ı kasıranemdir. Bakı dua. Tefsirü Garibü’l-Kur’an Müellifi Ebu Bekir namında bir zat olup kırk sene tetebbu’ ettikten sonra yazdığını ifade eder formanın bir kısmında şöyle bed’ eder: Kitab-ı mezkur bir cildden ibaret olup açık yazılı tarih-i hat ma’lum değildir. Mu’ribü’l-Kur’an Sure-i Fatih’a ile Ve’t-Tarık’dan Ve’n-Nas suresine kadar alır. Mukaddime şöyle yazar: Mesela: Suretü’n-Nas’da der ki: Kitabü’l-Muamma Türkçe bir cild güzel hat ile bir çok şeylere muamma yapar. Mesela yumurta için: “Nedir ol kim ola bir kubbe ma’mur Yarısı zağferan yarısı kafur.” Rusya’da sakin müslüman Türk kardeşlerimize son rub’-ı asırda hiç şüphesiz en büyük hizmet etmiş olan Bahçesaray Kırım’da münteşir Tercüman refik-ı muhteremimizin otuz senelik şerefli bir hayattan sonra muvakkaten kat’-ı neşriyat eylediğini bu hafta haber alarak fevkalade müteessir ve müteellim olduk. Tercüman Rusya müslümanlarının bütün şubban-ı mütefekkiresine üstad ve rehber olmuştu. Şimdi milletini düşünen milletine hizmet etmek isteyen Rusyalı müslümanların cümlesi Tercüman’ ın tilmizi ve Rusya’da münteşir Türkçe gazetelerin de hepsi Tercüman’ ın evlad-ı ma’nevisidir. Kırım Tercüman’ı bir zamanlar memalik-i Osmaniyye’de de ma’lum ve münteşir idi; devr-i sabık matbuata karşı şiddetini pek ziyade arttırmadan evvel ve hele Ermeni mes’elesi zamanında İstanbul’a vilayata dokuz on bin nüshası dağılıyordu. Tercüman’ın o zamanlardan kalma hatırası ale’l-husus Anadolu Vilayatı’nda elyevm ber-hayattır. Tercüman son nüshasında muvakkaten kapandığını şu samimi ve müessir satırlarla kari’lerine haber veriyor: Muhabbetlü Efendiler senesi çıkardığım Rusya Müslümanları nam risalemde ve maarif edebiyat lisan ve mekatib-i milliyyenin ıslahı ikmali senesi “Yoklama” ve “İzleme” makamında beş on evrak-ı perakende çıkarılmış idi. senesi Nisan ayında Tercüman’ın birinci nüshasını meydana çıkardım ve bundan böyle durmayıp usanmayıp yoldan çıkmayıp otuz sene çalıştım fakat insanlık halidir yoruldum. Hizmetim yahşi mi yaman mı idi herkes bildiği anladığı gibi hüküm buyursun; ben bildiğime anladığıma göre otuz sene çalıştım ve tabii yoruldum. Doktorların kat’i nasihatlerine binaen biraz vakit istirahat lazım geldi. Tercüman’ım da kendim ile beraber istirahat edecek. Malen ve ma’nen Tercüman’ın hali te’min edilmiştir devamına bir türlü mani’ mevcud değildir ancak yorgunluğum. Muhabbetli okuyucular Bu Cuma Tercüman muvakkat duruyor oktayor ma’zur görünüz ayıb buyurmayınız. Gelecek hafta Tercüman’a bedel Zaman çıkacaktır. şeklinde yazılmıştır. Beriki gazete program ve meslek i’tibariyle Tercüman’ ın ma’nevi oğlu olduğu gibi sahib-i imtiyazı ve muharriri dahi oğlumdur. Zaman’ın kabul ve makbul edilmesini temenni ederim. Vakt-i istirahatimi inşaallah mala-ya’ni geçirmem. Zamanımız bir çok yeni haller ve mes’eleler vücuda getirdi. Ruslar ve müslümanlar arasında yeni fikirler yeni meslekler yeni arzular doğdu. Bunları öğrenmek düşünmek ve bunlara göre meslek tutup kalem fikir yürütmek gerek. Bundan böyle istirahatim kadrü’l-hal tahsilden ibaret olacaktır. Lahde kadar tahsil cümlemize borc değil mi?.... Şimdilik el-veda’! Otuz sene mütemadi hizmetten sonra İsmail babamızın tercüman-ı ruh ve emeli olduğu milleti gibi ebedi kalsın. Tercüman’ ın ma’nevi oğlu Zaman’a: Hoş geldin safa geldin baban kadar milletine hadim ve nafi’ ol! diyoruz; ve bu duamızın indallah makbul olmasını istiyoruz. Ve aynı zamanda Tercüman’ın istirahati yaza mahsus bir ta’tilden ibaret olmasına da duacıyız. Tercüman’ın durmasından mütevellid teessürümüze gelecek son bahardan i’tibaren tekrar olmaktadır… Rusya: – Kazan’da beş seneden beri muntazaman intişar etmekte olan Beyanü’l-Hak ceride-i du. Bu kere idarehanemize gelen altıncı sene-i rumiyyesinin birinci nüshasından anladık ki bundan böyle Beyanü’l-Hak refikımız hergün çıkacaktır. Refikımızın tevsi’-i neşriyatından pek memnun olduk kemal-i hulus ile tebrik ederiz. Milletdaşlarına daima müfid olmak ve gittikçe daire-i hizmeti genişletmek üzere devam ve terakkısini Cenab-ı Hak’dan niyaz ediyoruz. – Asya-yı Vusta asar-ı atikaca en zengin kıtaattan ma’duddur. Burada eski Türk Yunan asar-ı atikası mevcud olduğu gibi İslam medeniyetinin Bağdad Kahire ve Gırnata gibi merakiziyle aynı seviye-i refi’de bulunan Buhara ve Semerkand şehirleri de buradadır. Bu cihetleri nazar-ı dikkate olan Petersburg Encümen-i Daniş-i İmparatorisi Asya-yı Vusta asar-ı atikasının keşf ü tedkıki için Türkistan’da bir Asar-ı Atika Mekteb-i Alisi te’sisine teşebbüs etmiştir. – Rusya Kanun-ı Esasisi bütün tebe’aya resmen hürriyet-i vicdaniyye bahş etmiştir. Lakin vekayi’ gösteriyor ki bu esas-ı kanuni fi’len asla tatbik olunmamaktadır. Rusya Meclis-i Meb’usan’ında kesret cihetiyle ikinci mevki’i tutan “Kade” fırkasının resmi gazetesi olan Reç’de yazıldığına göre iki ay evvel Arsay Köyü’nde zükur ve inas mecusi ihtida ederek erkek ve kız çocuklarına din-i İslam öğretmek üzere bir müslüman muallim ta’yin etmişlerdi. Bu vak’ayı haber alan polis çavuşu Arsay Köyü’ne gelip çocukları dağıtmış ve muallimi beraber alıp polis zabitine götürmüştür. Köylüler o civarda bulunan Molla Aynullah hazretlerine haber vermişler ve mumaileyh de gidip polis çavuşundan kanun-şikenane hareketinin esbabını sual etmiş ise de çavuş hiçbir ma’kul cevap vermeye lüzum görmeyerek Molla hazretlerini başından savmıştır. Hindistan: – Aliger Darülfünunu’ndan başka ikinci bir darülfünun-ı İslam daha te’sisi için başlanılan teşebbüs muvaffakıyetle devam ediyor. Müteşebbislerden fehametli Ağa Han hazretleri bu kere Kelküta’ya giderek ora ağniya ve küberasından külliyetli ianat cem’ine muvaffak olmuştur. İanatta bulunanlar ber-vech-i atidir: İşan Kerim . rupiye; Bir rupiye takriben on dört guruş kıymettedir. Ahmed Musa Salihci . rupiye; Hacı Ahmed Abdüllatif . rupiye; İsmail Sinhacı . rupiye; Gulam Hüseyin Arif . rupiye; Osman Cemal . rupiye. Bunlardan başka da mühim ianat gelmektedir. Kelküta’da yazılan iane mikdarı altmış yetmiş bin rupiyeye baliğ olduğu söyleniliyor. “Loknov”da iki yüz bin rupiye va’d olunmuştur. Bundan başka Mahmudabad ve Cihangirabad racaları altmış beşer bin ve diğer racalardan bazıları yirmişer bazıları onar bin rupiye va’d etmişlerdir. Bombay’da inci taciri Arabiyyü’l-asl Şeyh Casim bin İbrahim . rupiye vermiş ve yine Bombaylı diğer bir tacir . rupiye Bombay Bankası’na yatırmıştır. Şimali Hindistan’ın Darülfünun-ı Hindistan da geri kalmamak isteyerek Madras’da bir iane cem’iyeti teşkil olunmuştur. Hind-i Çini: – Hind-i Çin’in bir kısmına el-yevm Fransızlar musallat ve hakimdir. Bunların memleketten tardı için yerliler arasında büyük hafi bir cem’iyet te’sis olunmuştur. Cem’iyyetin bazı evrakı bu günlerde Fransızlar eline geçmiştir. Evrak-ı mezkureye nazaran Hind-i Çinliler bir kıyam-ı umumi için teşkilat-ı mühimmede bulunarak hatta kıyamın sergerdelerini bile ta’yin eylemişler ğu i’dam edilecek imiş. Bir çok vekayi’le beraber bu cem’iyetin keşfi de gösteriyor ki Avrupalıların Asya’ya hakimiyetleri devresi artık nihayetine yaklaşıyor. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mayıs Altıncı Cild - Aded: Cenab-ı Hak evvela kitab ile onda reyb ü iştibah olmadığını zikr eyledi. Sonra nasın o kitabda ihtilafını zikr ederek etti. Sonra sınıf-ı salis için emsal darb eyledi. Ba’dehu kitabın Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem hazretlerine min-indillah münzel olduğu üzerine burhan ikame etti ve şekk ü irtiyab edenlere kendilerini aciz bırakır bir hal ile tehaddi eyledi. Sonra tahzir ve inzar tebşir ve va’d etti sonra kitapda irad kılınan mesel hakkında nasın kitap hakkındaki du. Sonra kendilerini iki kere ihya ve iki kere imate ve semavat ve arzı kendi menfaatleri için halk ve icad eylediğini beyan ile kafirlere en vazıh bir bürhan getirdi. Sonra hilkat-i ber-tafsil zuhur eylediği biladda mevcud ümem ve şu’uba hitaba şüru’ ederek ilk ibtida bu ayet ile zirdeki ayatta niam-ı ilahiyyeye müstağrak oldukları halde en ziyade küfran-ı ni’met eden taife-i Yehud’a hitab eyledi. Yukarıda dahi sebk eylediği üzere bu mevadd-ı muhtelifenin kaffesi bir mevzu’a müteallik bulunduğu cümlesi Kitab-ı mübin ile bu hususda nasın ahval ve sunufunu beyana mütedair olduğu halde tarz-ı beyandaki tefennün Kur’an’ın hayretefza enva’-ı belagat ve hasaisindendir ki bu hadd-i i’caza ne bir beliğ yetişmiş ne de yetişmek ihtimali vardır. Kütüb-i semaviyyeyi hamil ümem ve şu’ubun akdemi bulunan Beni ale’l-husus ni’met-i kübra-yı ilahiyye olan nübüvvet bir hayli zaman kendilerine ihsan olunarak bu sebeb ile ümem ve şu’ub-ı alem üzerine tafdil edilmiş oldukları cihetle Allahu tealaya en ziyade teşekkür eden ve ni’met-i celilesini en çok yad eden kendileri olmak icab eylediği ve bu da hidayet ve fazl u keremi kendilerine mahsur olup kendilerinden maadasından peygamber göndermez zu’muna düşerek haklarında erzan buyurulmuş olan ni’meti imandan i’raza ve Nebiyy-i muhterem sallahü teala aleyhi ve sellem efendimize cevr u eza etmeye vesile ittihaz ettiler. İşte üzerlerine feyezan eden ni’am-ı ilahiyyeyi der-hatır ederek ahde vefa eylemeleri yor. Gerek Beni İsrail ve gerek diğer ümem-i salife hakkında Kitab-ı azizde şeref-vurud eden kısas-ı pür-iberi biz de kemal-i teemmül ve dikkat ile istima’ eyleyerek ta’kıb edelim. Ey Beni İsrail ey evlad-ı Ya’kub] size in’am eylediğim ni’metimi zikr ü yad edin ve ahdimi ifa edin. Ben de sizin ahdinizi ancak zat-ı uluhiyyetine ibadet edip hiçbir şeyi kendine teşrik etmemelerini ve sıdklarına edille kaim olan peygamberan-ı rını ahd eylediği gibi biraderzadeleri olan Beni İsmail’den kendilerine bir peygamber gönderip o peygamberin bir şa’b-ı cedid vücuda getireceğini de ahd etmiştir. Ahd-ı hass-ı mensus işte budur. Umum ahde Cenab-ı Hakk’ın fıtrat muktezasınca cemi’-i beşerden ahz eylemiş olduğu ahd-i ekber de dahil olur. O da tedebbür ve terevvi etmek ve her şeyi mizan-ı akl ile ve nazar-ı sahih ile vezn edip mizan-ı heva ve gurur ile vezn eylememektir. Beni İsrail bu ahd-i ilahi-i amme veyahud kitaplarında mensus olan o uhud-ı hassaya ihale-i nigah etmiş olaydılar Nebiyy-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem hazretlerine ve zat-ı risaleti Ahdi Resul-i muhterem sallallahü aleyhi ve selleme imana tahsis etmeye hacet yok çünkü ahd-i hassın efradından bulunan Ahdi ise imana kasr için delil yok. Bu Allah’ın ahdidir; Beni İsrail’in ahdine gelince o da kendilerini Arz-ı Mukaddese’de mütemekkin kılmak ümemi kafireye karşı onlara yardım eylemek dünyada kadr u rif’at ile refah-ı maişete nail olmaktır. Ellerindeki Tevrat’da şa’i’ olan budur. Şüphe yoktur ki Allahu teala onlara saadet-i ahiret ile de va’d etmiştir fakat Tevrat’da rumuz ve nettiler. Rüesa ile etba’ arasındaki menafi’-i müşterekeden dolayı Beni İsrail biribirinden korkup bu hafv aralarında terki faş olan ahde vefanın mevani’inden bulunduğu cihetle vefa yani cemahire muhalefetle Hakk’a ittiba’ ettiğiniz zaman bazı menafi’in fevtinden ve size bazı mazarrın isabetinden korkuyorsanız zimam-ı cemi’-i menafi’ kabza-i kudretinde bulunan Allahu tealadan başka hiçbir ferdden korkmamanız daha şayandır o ni’met-i kübrayı veyahud kaffe-i niamı size odur imdi ancak zat-ı uluhiyyetinden korkun masiva’llahdan havf etmeyin – . ______ “Ya Beni İsrail” kavl-i keriminde “beni” lafzı münada-yı muzafdır. İzafet ile nunu sakıt olmuştur. “Benun” veya “benin”in müfredi “ibn”dir. “İbn” ebin fer’i olup onun üzerine mebni bulunduğundan binadan me’huzdur. Bunun masnu’una izafeti ile sani’ harbe “ebu’l-harb” ve bazen emr bilakis olarak netice-i fikre “bintü’l-fikr” denir. Bu kelime evlad-ı zükura muhtasdır muzaf olursa örfde zükur ve inasa am olarak evlad ma’nasına olur ki burada murad olan budur. niyye’de fil-asl safvetullah ve ala-kavlin abdullah ma’nasınadır ______ Cenab-ı Bari azze şanuhu ayet-i sabıkada umum ahde vefa ile emr etmişti şimdi siyak-ı kelamdan maksud olan ahd-i hassa intikal ile şöyle buyuruyor: Ve nezdinizde bulunanı musaddık olarak inzal ettiğim şeye iman edin. Tevhid adl beyne’n-nas fevahiş ve münkerattan nehy ve daha bu gibi saadete musıl irşada dair Tevrat ile sair kütüb-i enbiyanın ta’lim ve da’vetini tasdik ederek nazil olan Kur’an’a din-i ilahiye ve meva’id ve uhuda mütedair ma’lumunuz bulunan umuru musaddak bulunca anlarsınız ki Kur’an ile nazil olan ruh ve cevher kütüb-i salife ile nazil olan ruh ve cevherin aynıdır. Ve anlarsınız ki sizi Musa ile sair enbiyanın da’vet eylediği umurun misil ve nazirine da’vet eden bu Nebiyy-i muhteremin takrir-i hakk u hidayet-i halktan başka bir garazı yoktur; şu halde i’cazı ve nezdinizde bulunan şeyleri musaddık olmasıyla iki cihetten üzerinize hüccet ayetlerimle semen-i kalil iştira etmeyin. Kur’an’ın hidayet ve irşadını semen-i kalil ile mübadele etmeyin. Huzuz-ı dünyeviyye mülahazasıyla haktan i’raz eylemeyin! Biz Resul-i Ekreme ve min-indillah tebliğ eylediği Kur’an’a ittiba’ edersek mal ve cahdan makam-ı riyasetten dur oluruz diye düşünmeyin. Bunlar Hakk’a nisbet ile kalil ve hakırdir. Ayat-ı beyyinattan berahin-i vazıhattan i’raz edenlerin akıbetleri vahimdir; rızaullahdan mahrum olurlar dünyada Allah’ın ahvalde şundan bundan hazer ve tahaşi etmeyin. Ancak benden ittika ve hazer edin. ______ Kur’an’ın Tevrat’ı musaddık olmasının ma’nası: Kur’an ’ın Tevrat’da vasf olunduğu vech üzere nazil olmasıdır veyahud kısas ve meva’idde ve tevhide da’vette ve beyne’n-nas adlde ve ma’asi ve fevahişten nehyde Kur’an’ın Tevrat’a muvafık bulunması hasebiyledir. A’sarın tefavütü sebebiyle mütefavit bulunan bazı cüz’iyat-ı ahkamda Kur’an ’ın Tevrat’a görünen muhalefeti hakıkatte bir muhalefet değildir; bu ahkamdan her biri asır ve zamana nisbetle hak olup medar-ı teşri’ bulunan hikmetleri mutazammın olmak hasebiyle biribirine muvafıktır ve Tevrat’da ahkam-ı mensuhasının müebbed bulunduğuna delalet eder hiçbir şey yoktur ki hatta o ahkamı nesh eden Kur’an Tevrat’a muhalif olsun. Tevrat ahkamının zeval ve bekasına tearruz etmeyip ancak o ahkamın alel-ıtlak meşruiyetine delalet eder. Hem bir de deriz ki Tevrat o ahkamın neshini natıktır; zira Kur’an’ın Tevrat’ı nasih olması Tevrat’ın ise Kur’an ’ın sıhhatini natık bulunması o ahkamın neshini natık olmak demektir. Şu halde ahkam-ı mensuhada menat-ı muhalefet ancak ihtilaf-ı asırdır. Hatta mütekaddimin nüzulü teehhur edeydi şüphesiz müteehhıra muvafık olarak nüzul eder müteehhırın nüzulü takaddüm edeydi şüphesiz mütekaddime muvafık olarak nazil olurdu. Bunun içindir ki dehan-ı hikmet-feşan-ı Nebeviden hadisi şeref-sudur eylemiştir. Yani Musa bugün berhayat olaydı şeriatime ittiba’dan başka çaresi olmazdı buyurulmuştur. ______ Ve bile bile hakkı batıl ile karıştırıp da hakkı ketm etmeyin. Bu ayet-i kerime siyak-ı nehyde onların gavayit ve iğva hususundaki mesleklerini beyan buyuruyor. Kitaplarında kendilerine ba’s olunup da acaib ve garaib izhar edecek olan kazib peygamberlerden tahzir vaki’ olduğu gibi Cenab-ı Hak onlara veled-i İsmail’den bir peygamber gönderip onunla bir ümmet vücuda getireceği ve bu peygamberin cariye Hacer’in veledinden zuhur edeceği dahi kitaplarında vurud eylemiş ve o peygamberin alamet ve nişaneleri iltibas ve iştibaha mahal kalmayacak surette vazıhan gösterilmiştir. Fakat ahbar ve rüesa-yı Yehud avamm-ı nas üzerine hakkı batıl ile setr ederek haşa Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin kütüb-i mezkurenin kizb ile tavsif eylediği peygamberlerden bulunduğunu onlara iham ediyor ve Resul-i Ekrem hakkındaki nu’ut ve şemail başkasına kat’a mutabık olmayıp zat-ı risalet-penahında ekmel-i zuhur ledikleri umur Nebiyy-i Mücteba’da mütehakkık bulunduğu ve kendileri de bu cihetlere tamamen muttali’ oldukları halde ketm eyliyorlar idi – . Ruhun metalibine ait olan sözümüz bitti; şimdi vücudun metalibine dair söz söylemekliğimiz icab ediyor. Zaten insanın bidayet-i hilkatinden bu ana kadar arkasında dolaştığı maddi ma’nevi her iki saadeti idrak edebilmesi ancak vücud vakkıfdır. Saadet-i maddiyye iki şeye vabestedir ki biri sıhhati muhafaza diğeri vücudun metalibi üzerinde tasarrufdur. Biz şimdi bunların her ikisini birer fasılda izah edeceğiz. Yukarıki fasıllarımızda söylemiştik ki insanın hayvandan yegane medar-ı temayüzü olan selamet-i akıl her şeyden evvel sıhhat-ı bedene mütevakkıfdır. İnsanın ahvaline atfedilecek en sathi bir nazar bu nazariyenin doğruluğuna bizi sırr-ı azimi hakkıyla idrak etmiş oldukları için görürsünüz ki sıhhat mes’elesine son derecede i’tina eylemişler; bedeni kuvvetleştirecek kuva-yı cismaniyyeyi muhafaza edecek bir çok kavaid vaz’ etmişler. Bu sayede çocuklar aynı zamanda hem dimağı hem vücudu besleyip büyütecek olan o kavaid ehemmiyyeti o feylesoflarca etfale ta’lim edilen mebadi-i fünundan asla dun değildir. Mevzu’-ı bahs olan bu kaideler ne zaman te’sis olundu biliyor musunuz? Evet edyan sıhhati mahvetmek için bütün kuvvetiyle çalışıyor. Saadet-i ebediyyeyi cenneti ancak sıhhatini heder edenlere veriyor zannı hasıl olduktan sonra. O sebepden bu feylesoflar edyana karşı öyle bir lisan-ı tehekküm kullandılar ki burada tasvirine lüzum görmüyoruz. Bizim söyleyeceğimiz şundan ibarettir ki selamet-i aklın sıhhat-i bedene irtibat-ı kamili esası üzerine mübteni olan en sağlam kavaid-i sıhhiyyeyi te’sis hususunda Müslümanlık bütün hukema-yı beşerden evvel davranmıştır. Hıfz-ı sıhhati erkan-ı imandan bir rükn i’tibar ederek bütün müslümanları sair emrine imtisal ile me’mur ettiği kadar bununla da mecbur tutmuştur. Hatta Allah’ın kuluna bahşettiği ni’metlerin en büyüğü sıhhat olduğunu bu ni’mete kelime-i tevhidden başka bir şey faik olamayacağını sarahaten bildirmiştir. Aleyhisselatü vesselam efendimiz “Cenab-ı Hak’dan afv ü afiyet isteyiniz. Zira hiç birimize iman-ı yakınden sonra afiyet kadar büyük ni’met verilmemiştir.” buyuruyor. Müslümanlık bu kadarla da iktifa etmemiş belki nezafet gibi maddi ve ma’nevi riyazat gibi hıfzü’s-sıhhate aid esasları kendi mebadisi miyanında zikreylemiştir. Hz. Peygamber “Temizlik imanın yarısıdır. İnsanların eğlenceleri miyanında Allah’ın en beğendiği at koşturmak ok atmaktır. Kalblerinizi zaman zaman rahatlandırınız” buyuruyor. Hastalıklara gelince Din-i İslam bunları Allah tarafından gönderilmiş bir azab suretinde telakkı eder öyle azab ki hasta adam fıtratın la-yetegayyer olan kavaninine sıhhatin kavaidine verilmiştir. “Hastalık Allah’ın kullarını te’dib için bir kamçısıdır. Hadis” Binaenaleyh bir müslümana bir hastalık yani Allah tarafından bir taziyane-i azab isabet edince şuun-ı hayatiyyesinde i’tidale rücu’a çalışması lazım gelir bu da kavanin-i sıhhiyyeyi bilir ulum-ı tıbbiyyeyi muhit hazık bir tabibin vesayasına müracaattan başka suretle olamaz. Aleyhisselatü vesselam efendimiz “ Ya ibadallah kendinize bakınız zira Cenab-ı Hak hiç bir hastalık vermemiştir ki onun çaresini de vermiş olmasın” buyuruyor. Az yukarıda ulum-ı tıbbiyyeyi muhit bir hazık tabib demiştik. Evet çünkü din bizi fenne vukufu olmayan dolandırıcıların pençesine düşmekten tahzir ettiği gibi o herifleri de azim bir mes’uliyetle tehdid ediyor: “Tababete vukufu sabit olmayan bir adam hekimliğe kalkışacak olursa ika’ edeceği ziyanı zamindir. Hadis” Sonra şayed bir hasta mübtela olduğu illeti tedavi ettirmek için elinden geleni diriğ etmeyerek hazakatinde ma’ruf etibbanın hepsine müracaatta bulunur. Lakin hiç birinden fayda görmezse o zaman din kendisine sabrından dolayı ahirette en büyük mükafatı tebşir eder. Ne hacet! Bizim din-i mübinimiz vücudun za’fını kuvvetten mahrumiyetini insanı ahirette derecat-ı aliyye ihrazından alıkoyacak a’raz cümlesinden addeder. Zira bu za’f bu kuvvetsizlik çok zamanlar umur-ı hayatiyyedeki ifrat neticesi olarak zuhura geldiği gibi vezaif-i diniyyeyi ifaya karşı bir fütur da tevlid eder. Bu hikmete mebni aleyhisselatü vesselam efendimiz “Kavi bir mü’min zaif bir mü’minden Müslümanlık Allah’a karşı ibadet huşu’ huzu’ da dahil olduğu halde her ne garaza mebni olursa olsun hiç bir müslümana sıhhatine karşı lakayd bulunmayı tecviz etmez. Ashabdan Abdullah bin Amr bin el-As huzur-ı saadette bulunuyormuş. Aleyhisselatü vesselam efendimiz Abdullah’ın gündüzleri saim geceleri kaim geçirdiğini beğenmeyerek “Böyle yapma; hem oruç tut; hem iftar et; hem namaz kıl; hem uyu; zira senin vücudunun gözünün zevcenin seni ziyarete gelenlerin hepsinin senin üzerinde hakkı vardır; ayda üç gün oruç tutmak elverir. Zira işleyeceğin her haseneye mukabil on misli sevab kazanacağın için her gün oruç tutmuş olursun” buyurmuşlar. Abdullah diyor ki ben ısrar edince Hz. Peygamber de ısrar etti; nihayet “Ya Resulallah ben kendimde kuvvet görüyorum” deyince “Öyle ise bari Davud as gibi saim ol” buyurdular. Sıyam-ı Davud’u sordum “Gün aşırı saim olmaktır” dediler. Abdullah ihtiyarladıktan sonra “Keşki Cenab-ı Peygamber’in müsaadesini kabul etmiş olaydım” dermiş. Şüphe yoktur ki bütün bu kavaid müslümanları sıhhat-i bedeniyyelerine karşı gayet i’tinalı davrandıracak mahiyettedirler; bu ise nezafete sıhhata son derecede ihtimam olunmak suretiyle emrazın azalması sirayetin hafifleşmesi için asr-ı hazır hukeması tarafından halkın ezhanına nakş olunmak Hakıkat ne ulvi bir vücud-ı ma’nevidir! İşte görülüyor ki herkes akıl hem de akl-ı selim sahibi olmak iddiasında bulunuyor; fakat hakıkat yine mestur. Cemalden ref’-i nikab ederek onu bütün arayiş-i hüsnüyle görmek onu der-aguş eylemek her akıla müyesser olamıyor. Öyle ise akıl fakat selametten mahrum! mes’ud insanları bahtiyar etmekten başka bir emel beslemeyen vazife-i mukaddesesi sırf bu matleb-i lahutinin tahsiline münhasır bulunan peyamberan-ı izam ala nebiyyina ve aleyhimüssalatü vesselam hazeratı reh-güzar-ı sa’y ü ictihadlarında hiçbir müşkilata duçar olmazlar. Meb’us oldukları ümmetlerinden samim-i kabulden hürmet ve kadirşinaslıktan başka bir şey görmezlerdi halbuki emr bil-aks; o kadar ki insan müşarun-ileyhim hazeratının ümmetlerinden gördükleri şiddet-i husumetleri tehevvür-i adavetleri o dağlar dayanmaz işkenceleri ukubetleri hıred-suz su’-i kasdları tarih-i insaniyyette okudukça hicabından erimek yerin dibine geçmek derecesinde müteessir müteellim olur. Bu azablar niçin bu ukubetler hakıkati idrak edememekten! Yoksa hangi akl-ı selim sahibi tasavvur olunabilir ki bir hakıkati tamamıyla idrak eylediği halde yine adem-i kabulde Birgün Sultan-ı serir-i levlak aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri Ebu Cehil ile karşılaşırlar. Ebu Cehil yerden birkaç taş yavrusu alır avucunda saklar vakta ki telakı vuku’ bulur. Aralarında şöyle bir muhavere başlar: – Peygamberim diyor. Esrar-ı vahyden dem vuruyorsun; şu avucumdakiler nedir? Bil. – Onların ne olduğunu mu söyleyim? Yoksa onlar benim senin anlayacağın bir lisan-ı vuzuh ile sıdk-ı da’vamı mı tasdik etsinler? – Senin dediğin daha bedi’! Avucundaki taşların her biri vahdaniyet-i İlahiyyeyi ve risalet-i celile-i Muhammediyye’yi ber-averde-i lisan tasdik edince Ebu Cehil hiddetle taşları fırlatır atar; ve kuruyası lisanıyla: mu’cize-i hakıkate bütün kanaat-i vicdaniyeleriyle bütün samimiyet-i kalbleriyle bütün ismet-i ruhlarıyla inanıyorlar da Ebu Cehil bizzat kendi istediği ve avucu içinde vuku’ bulduğu halde taşlardan hani o bizim camid cansız dediğimiz taşlardan kendi öz kulağıyla işittiği mu’cize-i şehadeti sihre haml etti. Zümresinin ser-firazı olmak şerefini ! ihraz eyledi. Hakıkati o bahtiyar insan-ı kamil bilir ki hakkı tanır. Hakka perestiş eder. Nazarında varlık Hak’dan ibaret olur. İşte o zaman hakayık-ı eşya piş-i nazar-ı hikmetinde tecelli eder. Hakıkat niçin acı oluyor? Bu acılık nereden geliyor? Hakıkatin kendisinden mi? Yoksa idrakin sekametinden aklın emraz-ı nefsaniyye ile ma’luliyetinden mi? Görüyoruz ki hastalıklı bir göz ziya-yı hurşidden hazzetmiyor. Güneşe mun’atıf olunca başını çevirmeye mecbur oluyor! Keza: Bozuk bir mi’de en tatlı bir suyu zehir gibi acı buluyor. Halbuki sen içmeye doyamıyorsun! Gözlerin ziyayı mer’iyyatı daha vazıh daha celi bir surette görüyor ve memnun oluyorsun! Demek ki o merarat hakıkatte değil onu idrak edemeyen ya idrak etmek istemeyen ilel-i sakımde imiş. La verite se cache au fond d’un puits Dibin hakıkatin ne kadar amik bir hafagah içinde gizlenmiş olduğunu anlamış da böyle bir sayha-i hayret koparıp zemin-i acze sukut etmiş! İşte bahsi sadedinde bulunduğumuz tesettür-i nisvan mes’elesi de böyle her nazarın göremeyeceği bir cevher-i hakıkattir. Bunu akl-i hayvani düşünemez. Hatta düşünmek bile istemez. Çünkü mahkum olduğu hiss-i hayvaniyyet bundan nefret eder. O ister ki her Onun fevkınde bir hakim var. Bir faslü’l-hitab-ı hakk u batıl bir faruk-ı hayr u şer var. Akl-ı insani. Vicdan-ı ruh. Onun bütün amali nurdan birer sütun gibi asumane alem-i melekuta sutu’ eder. Akl-ı hayvaninin bütün huzuzatını – meşru’ ve memduh olanı müstesna– red ve ondan nefret eder. Daima tekdir ve tevbih eder. “Bana ram ol! Muzahrafata göz dikme! Tayyibata kanaat et!” diye daima hırpalar. Yularını tartar durur. Ukul mütefavittir her akıl bir tabaka teşekkül eder; bütün tabakat-ı ukul yekdiğerine bir silsile-i minnet ve mahkumiyetle bağlıdır. İşte buna nizam-ı alem derler. takdir edemez. Herkes yüz okkalık bir sikleti kaldıramaz. Fakat o kadarını ve belki ondan da daha fazlacasını kaldıran bulunur. Mesela senin eline yüz bin lira kıymetinde bir cevher geçmiş fakat bunun kıymeti şöyle dursun henüz mahiyetinden haberin yok. Senin nazarında adi bir taş parçası. Fakat biri gelip de bunun yüz bin lira ağırlığında pek kıymetdar bir ma’den olduğunu söyleyince derhal gözlerinde bir nur-ı meserret parlar. Artık o senin nazarında adi bir taş değil bir hazine-i saadet! Bir gencine-i ikbal! Bir berat-ı iclal! Hayatın zevki bütün ezhar-ı ibtisamıyla yüzünü kaplar. Oh… İşte şimdi mes’udum! Zavallı! Senin elinde bir cevher vardı. Bir cevher ki dünyanın bütün hazaini bir yere getirilse yine onun zerresine mukabil olamaz. Yalnız onun şa’şaa-i cihan-arasını ödeyemez o ne …? Gülüyorsun öyle mi? Pek acele ettin! Sonra eğer –zerre kadar vicdanın varsa!– mahcub olacaksın! Gözlerin bilaihtiyar yere inecek! Kalbinde hissedeceğin meraret zehir renginde yüzüne aksedecek. Senin medeniyetin evc-i a’la-yı kemalü’l-kemalinde?? görmekte ve aşağıdan yukarı perestişler takdim etmekte olduğun Avrupa ulemasından Fransa fudelasından Theophiel Sebastien Lavallettee’nin Kur’an -ı hakim hakkındaki takdirat-ı akılane ve nasafet-perveranesini dinle: Tout est contenu dans le Koran c’est la source de tout droit le principe de tout devoir; il embrasse tontes les relations de la vie politique civile et religieuse et reglemente depuis la consciense des individus jusqueaux details du menage. Nasılsın? Bu zat –mu’tekid olmadığı halde– bütün hakayıkın hazret-i Kur’an -ı hakimde olduğunu anlamış işte i’tiraf ediyor. “ Kur’an : Bütün hukukun menba’-ı tevzi’i bütün vezaifin me’haz-ı taksimidir. Kur’an dini medeni siyasi turuk ve mesalik-i hayatın kaffe-i revabıt ve münasebatını ihtiva ve ihata eden bir mecmua-i kavanin bir düstur-ı ma’deletayindir…… Bundan bir ay bir buçuk ay evvel Tanin’ de yazılan bir makale.. “Altın Ordu” makalesi.. Ruhumda bir güneş gibi bir deniz gibi parlayıp dalgalanıp duruyor. Yazıldığı gün birkaç kere okuduğum bu makaleyi o günden sonra – artık yetişir beni işten alıkoymasın diye– okumadım.. Okumadım amma kağıddan okumadım. Yoksa ruhumdaki levha hep gözümde. Denizi gördükten sonra çöle giden kimseye olan bana da oldu.. Parıltılar dalgalar gözümden bir türlü kaybolmuyor.. Tatlı sesler dalga sesleri kulağımı okşuyor. Birkaç gece bu hatıra ile kendimi tutamadım. Dam altından uğrayıp göklere daldım. İhtişamlı yıldızları azametli burcları temaşa ettim. Ne bileyim. Hep o Altın Ordu’yu gökte yürüyor gördüm.. Hep o makaleyi gökte okudum. Makalenin bana te’siri üzerine sözü uzatmayayım. Bu acaba herkese de bu te’siri yapdı mı? Benim teessüfle anladığıma göre yapmadı.. Böyle bir te’sir değil adeta bir te’sir bile yapmadı. Buna kimseler aldırmadı. Belki de bunu pek az kimseler okudu. Yazık hala Türklük duygusu uykuda.. Duymuyoruz anlamıyoruz. Allah aşkına kıymetimizi bilelim Türklük.. O ayağıyla yerleri sarsan bayrağıyla gökleri tutan taşkın alay. İlk yürüyüşüyle yetler devletler bugünkü beşeriyet medeniyet hep o anadan doğmuştur. Bu günkü ruh bu günkü hayat hep o pınardan fışkırmıştır. O büyük ocak yalnız birkaç oymak yetiştirip ondan sonra kısır kısır oturmamıştır. Evet biz Osmanlı Türkleri cihangirlere yakışır bir iş yapdık.. Küçük bir aşiretten muazzam bir devlet çıkardık. Bunu cihan teslim eder. Fakat iş bundan ibaret değil. Yine cihanın teslim edeceği teslim etmeye yaklaştığı bir hakıkat daha var: Bugünkü cihanı da biz ana Türkler doğurduk. Cihana milletler verdik cihana devletler dağıttık. Şu büyük hakıkate bugünkü küçük tarih vahşilik ürkütücülük nazarıyla baksa da hakıkat bundan ziyade örtülü kalmaya tahammül etmeyecek görünür. Müsteşriklerin Türklük şu’besiyle uğraşanları bu perdenin bir ucunu kaldırdılar bile. Uzaklarda geziyorlar derinleri kazıyorlar. Bakalım bizim hukukumuzu te’yid etmek için kumlar altından daha ne hüccetler çıkacak? Hal böyle iken biz daha ne vakitlere kadar kendimizi yerlerde göreceğiz? Türklük adam sen de! Türkçe adam sen de! Diyeceğiz? Türklük milletlere ana olmuş bir ulus millet iken Türkçe lisanlara ana olmuş bir lisan olamaz mı? Bir Arnavud Adem babanın Arnavud olduğunu iddia etmiş diye bir latife söylerler. Bunu bilmeyiz. Fakat biz çıkıp da.. Adem babamız Türklerle beraber bütün dünyanın babası ise de “Adem” adı Türkçedir.. delili de “Adem”in aslı “atam” olmasıdır desek gülünç mü olur? Hayır insaf sahibi müdekkikler bize gülmezler bizi gülünç bulmazlar. Çünkü “Adem” kelimesini hiçbir dil hatta Arapça uzak uzak te’villere düşmeden kendine mal edememiştir. Türkçe ise bunu kendine mal etmek için uzun yorgunluğa muhtaç değil.. Hemen de bir iddia. Bir istid’a kafi.. Türkçe’de “ata” babadır “atam” babam demektir. Şu kadar var ki kelime Türkçe bu yazı ile yazılmadan evvel başka yazılarla yazıldığı başka yazılı lisanlara girdiği için siması azıcık değişmiştir. Gayretim tuhafca mı? Olsun.. Ben bunu bir Adem-zadelik sayarım. Artık kendimizi bilelim. Türk geri bir millettir Türkçe kaba bir dildir demiyelim. Bunun hayatına sıhhatine istikbaline çalışalım. Yoksa bunlardaki kabiliyeti ve makbuliyeti de başkaları görür ve gösterirler.. Bu hizmeti de başkaları yaparlar. Fakat biz o zaman alnımızı açıp ortada gezemeyiz.. Sıkılmaktan sıçan deliklerine sokuluruz. Bu hakıkatleri bu hakları göz önüne getirdikçe gayretle hasretle cayır cayır yanıyorum. Hem de kuru otlar gibi cansız cansız değil. Yaş ve yeşil çayırlar gibi canlı canlı yanıyorum. Ah ne olur.. “Altın Ordu” gibi makaleler çoğalsa birbiri ardı sıra gelse.. Bunların arası ardı kesilmese diyorum. Ah ne olur.. Türk Derneği dirilip toplanıp bize bu yolda da hizmetler etse diyorum. Ohh! Ümidsiz olmayalım. Hasretle özlediğimiz bu şeyler hep olacaktır. Bunları biz yapmasak bile zaman yaptıracaktır. Şu var ki beş seneye kadar olacak şey elli sene sonralara kalacaktır. İşte yanış yakılış bu yüzden. Küçük ağızdan büyük sözler!.. Olsun. Hak büyük olunca sahibinin küçüklüğüne bakılmaz. Bununla beraber şu gayretin hamiyetli Türk gönüllerine iyi dokunan bir köşesi var den razi olsun. Eazım-ı meşayih-i muhakkikınden ve efahim-i ulema-yı rasihindendirler. Aslen Malatyalı iseler de neş’etleri Konya’dadır. Kendileri henüz tıfl-ı nevreside iken pederleri vefat etmekle o tarihde Şam-ı şerif’de bulunmakta olan Şeyhü’lekber Muhyiddin-i Arabi hazretleri bilhassa ta’lim-i lisan-ı hakıkat zımnında Konya’ya gelerek münasebet-i suriyye husulüne medar olmak için mevlana-yı müşarun-ileyhin dul bulunan validelerini tezevvüc eyleyip kemal-i ihtimam ile terbiye ve tefeyyüzlerine sa’y ü ikdam buyurmuşlardır. Semere-i isti’dad-ı hüdadadlarıyla az vakit zarfında cenab-ı şeyhü’l-ekberin nefes-i kamiline mazhar olan bu zat-ı ali fünun-ı muhtelife ve ulum-ı mütenevviada vasıl-ı derece-i kusva oldukları gibi be-tahsis tefsir hadis tasavvuf kelam hikmet ilimlerinde vahidü’l-asr oldular. Kendilerinden meşhurları: Sahib-i te’lifat-ı kesire ve ba-husus müellif-i Tef sir-i Kebir Allame-i Şirazi ve Evvel-i Şerrah-ı Fususi’l-Hikem Müeyyedüddin-i Cündi ve Şarih-i Divan-ı ibni Fariz Sa’deddin-i Fergani ve Sahibü Leme’at Fahreddin-i Iraki ve ab-ı ruy-ı meşayih-i Faris Şemseddin-i Eygi hazeratıdır. Vefat-ı alileri tarihinde olup kabr-i münevverleri Konya’da Sadreddin’in meclis-i ilm ü irfanlarında hazır bulunan Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleriyle beynlerinde muhadenet ve muhalasat-ı kamile bulunduğundan esna-yı musahabelerinde Cenab-ı Celaleddin’e “Mevlana” ta’biriyle hitab buyurmaları müşarun-ileyh hazretlerinin Mevlana lakab-ı alisiyle teşehhürlerine badi olduğu misillü rıhletlerinde dahi vasiyyetleri üzere Hazret-i Sadreddin imamet eylemişlerdir. Beynlerinde mükerreren vaki’ olan mükatebeden dolayı ulema-i na gibi Hazret-i Sadreddin’in fazl u irfanlarının musaddıklarından olduğu meşhur ve mütevatirdir. Müellefat-ı aliyyelerinden başlıcaları şunlardır: sahifeden ibaret olan bu tefsir-i şerif Haydarabad-Dekkan şehrinde Emir Hasan el-Hanefi isminde bir zat tarafından tab’ olunmuştur. Kutbuddin-i İzniki Şeyh Osman Atpazari-i Celveti Mevczade Abdurrahman-ı Bursevi Gazzi-zade Abdüllatif-i Bursevi gibi zevat-ı kiram taraflarından şerh olunan bu kitab-ı müstetabı Bursa’da medfun Emir Sultan hazretleri dahi bi’liltizam muşlardır. Farisi üzeredir. Bu eser Ayasofya Kütübhanesi’nde mevcuddur. Edebiyat-ı Arabiye ve Farisiyeye intisab-ı tamlarından naşi mutasavvıfane tanzim buyurdukları eş’ar-ı Arabiyye ve edebiyat-ı Farisiyyeleri de ma’lum-ı erbab-ı irfandır. tarihinde Şeyh Musa Sadri tarafından yazılan menakıbnamelerinin bir nüshası Beşiktaş’da Yahya Efendi Kütübhanesi’nde vardır. Farisice Kur’an-ı Kerim’in Tefsiri Her surenin bidayetinde o sureye münasib bir cümle “Kul huvallahu” suresini şöyle tercüme eder: Müellifi ve tarih-i hat ma’lum değildir. Fakat eski kağıd üzerine yazılmıştır. Et-Telvih ila Esrari’t-Tenkıh: Nam kitap Şerefü’d-devle Mansur bin Es’ad el-Hemedani’nin emriyle asrının etıbbası tarafından te’lif edilmiş. Yedi yüz seksen bir tarih-i hicride Papa Clemens tarafından şeklinde yazılmıştır. Kitabü Hamli’n-Nisa’: Bu da ilm-i tıbdan ve müteaddid emraz-ı nisaiyyeden bahs eder eski yazılı tarihi na-ma’lumdur. Roma Sefaret-i Seniyyesi İmamı HAKKINDA Geçen Pazar günü Darülfünun-ı Osmani’de Halil Halid Beyefendi tarafından verilen konferansda cami’-i şerif-i mezkurun ehemmiyet-i ictimaiyyesi hakkında beyanat-ı atide bulunulmuştur: “Burada arz edeceğim mevzu’ Londra Cami’-i şerifidir. Lakin bu cami’ işinin vaz’-ı hazırının beyanına girişmezden evvel ale’l-ıtlak mescid-i İslam’ın ehemmiyet-i ictimaiyyesi hakkında bazı mülahazatta bulunacağım. ______ Avrupa’da kaç kişi namaz kılar ki Londra gibi bir yerde cami’ inşasına hacet bulunsun demek selamet-i tefekkür sahibi bir kimseye yakışmayan bir sözdür. Bu gibi bir i’tirazda bulunan kimsenin zihni ma’neviyat hususunda teşevvüş-i nevmidiye tutulmuş demektir; imdi öyle bir kimse tesliyet-i dindarenin cehd-i imanın terakkı ve teali etmek isteyen bir hey’et-i ictimaiyye efradı için pek zaruri olduğunu anlayamaz. ______ Medeni insanlar cemaat halinde yaşadıkları gibi büyük Bir hizb-i ictimainin kudreti efradının vahdet-i hissiyatına göre artar; cami’ ise tevhid-i hissiyata hadim olur. ______ Şu son senelerde gerek tahsil veya ticaret için gerek gemicilik veya seyahat tarikıyla İngiltere’ye gelen müslümanların adedi göze çarpacak surette arttı; gelenlerin maksadı tabii terakkiyat-ı garbiyyeden ma’nen ve maddeten müstefid olmaktır. Bu efrad-ı müslime pek dağınık bir surette yaşıyor; halbuki temeddüne salik olan bir cemaat efradı nerede olsa bir merkeze merbut olarak yaşar. Diyar-ı gurbette bulunan efrad-ı müteferrika-i İslam için ilk vücuda getirilecek merkez-i temas ise ancak mesciddir. Mescidin keramet-i tevhidiyyesinden dolayı tecrübesiz tecrübekar ile aciz sahib-i yesar ile cahil ehl-i vukuf ile telakıden Tahsil için garba giden meşrık-ı İslam gençleri bir merkez-i ruhaniye malik olmamak yüzünden belki kavimleri için muzır fikirlere ve menahiye sapabilirler. Ma’neviyatı mühmel kalanlar ise öylece vatanlarına avdette teremezler. Germ-i kalbi ile onlara hadim-i hayr da olamazlar. Harekat ve ale’l-husus hissiyatca asliyet çığırından büsbütün sapmış olan gençler mütefennin olarak dahi avdet etseler kavim mensubları için onlardan hayır ve samimiyet gelmek ihtimali meşkuk olur. Nitekim müslümanlar bu gibi halatın acı acı nümunelerini görmüşlerdi. ______ Garbın büyük payitahtlarından birinde bir mescid-i İslam vücuda gelmesi tabii onun etrafında bir hey’et-i müslimenin teşekkülünü icab eder. Böyle bir hey’et veya cem’iyyetin vezaifi mütenevvi’ olur. Mesela: Vefat vuku’u hayat-ı beşerde en müessir bir hadise olmakla bir takım merasim ve ayin icab eyler. Kabristan-ı mahsus tedariki ve ayin-i tedfin icrası gibi halat ise her cemaatce be-gayet mültezem kuyuda tabi’dir. Öyle bir hey’et-i müslime bu merasim ve kuyudun –ahkam-ı İslamiyye mucebince– ifasına nezaretle de mükellef bulunur. Kezalik izdivac hadisat-ı hayatın en mühimlerindendir; garba giden müslümanlar ile garblı eşhas arasında –bir nice mevani’ ve müşkilata rağmen– ara sıra izdivac vuku’ buluyor her cemaat-i mütemeddine ise emr-i izdivacı kemal-i misillü izdivac-ı muhtelitin nüfuz ve nüfus-ı İslam’ın zararına olarak vuku’ gelmemesine de ihtimam eyler. ______ Cami’ yalnız bir mahall-i taat değildir. Hem de bir merkez-i yerde bir cami’ vücuda gelmesi onun etrafında mebani-i tedris hudusünü dahi mucib olmuştur: Yani mescid-i İslam mahall-i tazarru’ olmak gibi hizmet-i ruhaniyyeye yaramakla kalmamış bir de masdar-ı dürus olagelmiştir. ehemmiyet-i irfaniyyeden dolayıdır ki mescide merbut olmak üzere bir de kütübhane ile ders-i umumi veya konferans odası inşası arzu edilmiştir: Ta ki kütübhanede alem-i odasında mezaya-yı İslamiyye hakkında ve meşrık-ı İslam lehinde umum için mev’izalar verile nutuklar irad oluna. ______ Büyük küçük bir çok bilad-ı İslamiyye’de garb milletlerine aid müessesat-ı ruhaniyye ve irfaniyye vardır. Şarktaki bu müessesat-ı garbiyyun başka başka milletlere aiddir ve Ma’lumdur ki cinsiyet kaydlarını kıran İslamiyet saliklerini ümmet-i vahide hükmüne vaz’ etmeye müstaiddir. terekeye malik bulunmaları lazım gelen ümmet-i İslamiyyenin hep birlikte olarak Londra’da bir mescid vücuda getirmeleri muhal olamaz. Gayret-i İslamiyye ile vaktiyle ne büyük işler yapıldı! Tek başına büyük büyük cami’ler –zamanına göre en mühim– darü’l-ulumlar medreseler yaptıran müslümanlar görüldü; hayli zaman evvel buralara kadar nüfuz ettiler cami’lerini yaptılar hatta mahkemelerini bile kurdular. ______ Şarkta ye’se düşenler çoktur; şüphesiz bizi ye’s-i nevmidiye düşüren halat da çoktur. Maamafih bu ye’s-i cari cehd-i mevcude galebe çalmamak iktiza eder; zira etrafımızı kilata rağmen– alem-i İslam’ın ekser-i cihatında teyakkuz-ı medeni ve irfani asarı zuhura gelmekte olduğunu pek a’la görürüz. Binaenaleyh bu devr-i teyakkuzda Londra’da bir mescid han nazarında faaliyet-i cedide-i İslamiye’nin bir misal-i müstahseni telakkı olunur ve böyle bir muvaffakıyet garbın diğer mühim payıtahtlarında atiyen o gibi müessesat vücuda gelmesine nümune-i hayr olur. ______ Şimdi İngiltere’de bir mescid ihdası maddesinin tarihçesi hakkında birkaç söz söyleyelim: An-asıl Macarlı Doktor Latiner namında bir müsteşrik mescid-i İslam vücuda getirmek üzere Hind ümera-yı müslimesinden kırk beş elli kilo metre mesafede bulunan Woking Karyesi’nde kendi arazisi dahilinde bir mescid yaptırmış. Bu zat hal-i hayatında daha doğrusu bundan on dört on beş sene evveline gelinceye kadar her bayram bizleri mescid-i mezkurda salat-ı id edası için Woking Karyesi’ne da’vet eylerdi. Tabii böyle hücra bir mahalde bulunan bu mescid Londra’daki müslümanların ihtiyacatıyla kat’iyyen mütenasib değildi. El-yevm etrafı kulübeler ufak fabrikalarla muhat ve mesdud bir halde bulunmaktadır. ______ Bir vakitler Liverpol Şehri’nde bir hanenin nev’a-ma mescide tahvili vuku’a gelmişidi. Fakat bendeniz Liverpol’un kit ehemmiyetle telakkı eylemedim. ______ Nefs-i İngiltere payıtahtında bir mescid vücuda getirilmesi fikri bundan yedi sekiz sene mukaddem Muhammed Sühreverdi namında Hindli bir genç tarafından ortaya sürülmüş tebe-i ehemmiyyete isal edemedi. manın Yıldız Hükumeti’nin hali bence ma’lum olduğundan buraca olan teşebbüsatının beyhudeliğini evvelce kendisine söylemiş idim ki bunun hakıkatini teşebbüsünü tamamıyle bırakmaya mecbur kalmakla anlamışidi. Avrupa-yı Garbi’de vuku’ bulacak bu gibi teşebbüsat-ı ma’neviyyedir. İşte bu mülahazadan dolayıdır ki Meşrutiyet’in vaz’ıyla hürriyet-i teşebbüsat için fırsat geldikten sonra bendeniz bu Londra Cami’i işini ileri sürmek istedim. dar bir müddet geçdi. Bu iş hakkında yazdığım ve bilmediğim lisanlarda yazdırdığım mekatib ve makalat-ı terviciyyenin adedi yüz yirmiye baliğ oldu. Mektuplara gelebilen cevaplar Şimdi bu emr-i hayr hamd olsun memalik-i İslamiye’nin en mühim yerlerinde iltizam olunmaya başladı. ______ Gazetelerde görülmüş olacağı üzere bundan birkaç ay mukaddem Londra’da cami’ işiyle meşgul olmak üzere “bir hey’et-i icraiyye” teşekkül etti. Hindistan mütekaidin-i hükkamından Emir Ali namında bir zat dahi mezkur hey’et-i mailiyye taifesinin reisi Ağa Han namında bir genç Hindli Prens dahi İngiltere Kralı hazretlerinin cami’in hamisi olmak teklifine ilaveten beş bin lira iane vereceğini va’d eylemişti. kabil-i tevfik olmayacağını İngiltere’de iken bir makam-ı aliye suret-i münasibede yazmış idim. Bu iş’ar-ı acizinin nazar-ı Esasen Osmanlılar tarafından başlanmış olan bu işi Emir Ali’nin ibtida bir “İngiliz ve Hind Cami’i” suretinde yürütmek teşebbüsü dahi müsmir olamadı; zira İslamiyet’de ma’bed-i milliyet bulunamaz. Her nerede olursa olsun mescid-i ne türlü nüfuz altında olursa olsun Avrupa’da yapılacak bir mescid önünde de sonunda da efrad-ı İslam’ın nef’ine hadim olur. ______ “Memleketimiz fakırdir. Kendi ihtiyacatımız için bir çok mamalı” işte bu gibi sözleri hatta aklı başında geçinen bir çok kimselerden bile işittim. Memleketimiz fakır ise de Hindistan bin-nisbe daha fakırdir. Ekser-i efradı üzerine adam akıllı elbise alamayacak kadar fakır olan Hind müslümanları kendi hey’et-i ictimaiyyelerinin Rusya ile olan muharebe-i zailemizde görüldüğü üzere biz mecruhlarımıza muavenet için bile para veriyorlar. olan şey kesret-i iştiraktir. Az çok biz de haricdeki ihtiyacat-ı mevkiimizin ehemmiyeti bunu iktiza eder. Verebileceğimiz kerrem devletlü necabetlü Yusuf İzzeddin Efendi hazretlerinin taht-ı himaye-i necibanelerinde bir hey’etin murakabesi altında olarak Osmanlı [Bankası’yla] irsal olunacaktır. Mısır’da Şeyhü’l-vüzera Riyazi Paşa hazretlerinin taht-ı riyasetinde teşkiline muvaffak olduğumuz iane cem’iyeti de aynı vechile hareket edecektir.” Sıratımüstakım’in adedli nüshasında baladaki ünvan hat-i mülahaza dairesinde telakkı edilememiştir. Liva-yı bir yevm-i mahsus suretinde müslümanlar tarafından kabulü hiçbir kavm-i müslimin hissiyatına mugayir gelmemek nimin kabul edemeyeceği bir bid’attir. Arablık Türklük mesail-i lunmamalıdır. Osmaniyet Hilafet’i yed-i emanetine aldı kadrini ihya etti. Osmaniyet ise yalnız Türklük demek olmadığı ma’lumdur. Binaenaleyh her sene bir yevm-i mahsus-ı hilafet tebcil eylemek imtizac-ı anasır lazımesince kat’iyyen mugayir gelemez. Hatta yalnız müslüman bir unsur için değil gayr-i müslim anasır-ı Osmaniyye bile Hilafet’i hüsn-i telakkı etmelidir zira kudretini tezyide vücuh-ı adide ile hadimdir. Müslim olsun gayr-i müslim bulunsun vatanını seven her Osmanlı ise devletin kudretinin her ne tarikle olursa olsun tezayüdünü arzu eylemelidir. Hilafet tahakküm ve tağallub ile kat’iyyen kabil-i tevfik olamaz. Binaenaleyh tezayüd-i nüfuz-ı Hilafet’in hürriyet-i mevzu’aya vechen mine’l-vücuh halel getirebileceği farzı pek çürük bir kuvve-i müfekkire mahsulünden başka bir şey değildir. Hilafet’te takdis edilen şey makam bulunduğu ve şahsın tebcili makamın tebcilinden ileri geldiği ma’lumdur. Şahıs ise bir şahs-ı adil bulunmalıdır ki o makama layık görülsün. Bunun aksini görmeye Meşrutiyet’ini seven İslamiyet’ine olamaz. Büyük bir makamın ikaz ve irşadına hadim olması lazım gelen bir zat birinci makale-i acizinin havi olduğu madde münasebetiyle “böyle şeylerin sırası henüz gelmedi” demiş. Acaba bu zat Hilafet’ten bahs olunacak zaman gelmedi demek mi istedi? Ondan memalik-i Osmaniyye’nin haricinde o kadar bahs olunuyor ki bu makule zatların haberleri bile yok gibi! Biz yeni bir şey meydana çıkarmak istemedik. Mevcud olan bir şeye daha iyi bir şekl-i ittırad ve faaliyet verilmesini arzu ettik. Binaenaleyh orada bahs ettiğimiz mes’elenin nazar-ı dikkate alınması takdirinde filan ve filan devletlerin kuşkulanacağı zehabı hem batıldır hem de cebinanedir. Filan ve filan bilad-ı İslamiyyedeki efradın makam-ı hilafet-i İslamiye hakkında efkar-ı ihtiram ve asar-ı teveccüh göstermesi o bilad-ı İslamiyeye malik olanların hakimiyetini müteessir edemez. Sair ef’al-i İslamiyye gibi Hilafet maddesi dahi açıktır. Hem de öyle mukaddes bir nüfuzu siyasi teşvikat için –ve alelhusus teşvikat-ı siyasiye-i mesture için– alet ittihazına çalışmak şerefli ve dindar her bir Osmanlı müslümanı nazarında makbuh bir haldir. Biz hiçbir tarafın rahatını sulhünü bozmak istemeyiz. Bizim devr-i fütuhatımız ise çoktan geçdi. Tezyid-i şevket-i Osmaniyyeye medar olacak maddi ve ma’nevi esbabı tervicden maksadımız mülkümüz dahilinde rahat ve masuniyet üzere yaşamak ve tarik-ı temeddünde i’tilaya muktedir bir hale gelebilmektir. Nüfuz ve Hilafet’ten istifade hususunda “acaba filan ve filan devlet ne diyebilir ki” misillü miskinane mülahazatı bendeniz zihnimden geçirmek bile istemem. İngilizce Türkçe bu mes’ele hakkında ne kadar şeyler yazdım ise bunların hepsinde bu gibi dibsiz vesveselere ehemmiyet vermediğim görülür. Meşrutiyet’in i’lanı akıbinde Londra’da bulunuyordum. Bu sırada İstanbul’dan filan beyin veya filan paşanın mülahazatından olmak üzere İngiliz matbuatına bazı şeyler yazılıyordu. Hissizce vukufsuzca veya bir müdahene-i menfaat-cuyane ümid-i vahisinden bulunmak üzere ecnebi gazetelerine aks ettirilen bu makule mülahazattan canım sıkıldı da Times gazetesine o babda bir mektup göndermiş idim. Times’ in fi Ağustos tarihli nüshasındaki –i’lan-ı Meşrutiyet’den mektubumun bir sureti şu satırları yazarken gözümün önünde bulunmakla ber-vech-i ati tercümesini nakl eyliyorum: “Hilafet’in ma’nası su’-i tefehhüme uğruyor. Müslümanların kiye’nin el-yevm meydana çıkan pek ziyade Avrupalılaşmış bazı siyasiyyunu istibdadı ilga sırasında yanılıp da nüfuz-ı Hilafet’e dokunmak isterlerse bu halin müslümanlardan en namuslu en hamiyetli ve en metin ve nafizü’l-kelim olanlarından bir çoklarının Meşrutiyet’i takviye emrindeki gayretlerini azaltacağından korkarım.” Bu sözleri söylediğimden dolayı Londra’da hiçbir kimsenin tecavüzüne şöyle dursun tahti’esine bile duçar olmadım. Biz akıllı davranırsak nüfuz-ı Hilafet İngiltere ile takviye-i hüsn-i münasebetimizde bir unsur-ı mühim bile teşkil eder. lebesinin Yunan Kralı Yorgi’ye tebrik telgrafı çektiklerini buna metropolit efendinin teşvikatta filan bulunduğunu yazmıştı. Tanin gazetesi de bu mes’eleye hayli ehemmiyet vererek bir baş makale ile birkaç fıkra yazmaya lüzum gördü. Osmanlı memleketinde Osmanlı tebe’ası denilen adamlardan bazılarının bir ecnebi kralının yevm-i mahsusunu tebrik ederek şenlik yapmaları telgraf çekmeleri Osmanlıların çoğunun elbette hoşuna gitmez. Lakin benim bir şeye aklım ermiyor: Kral Yorgi’nin yevm-i mahsusunda şenlik yapan bayram eden yalnız İzmir’in Rum Mektebi talebesi değil memalik-i Osmaniye’nin İslam Hıristiyan Yehudi kadın erkek büyük küçük bil-cümle ahalisi olduğu halde metropolit ile o Rum talebesine takılıyorlar?!.. Bu mektubu yazan ahkarü’l-ibad da o gün işimi gücümü bırakıp bayram seyran yapmak için Sarayburnu’na çıktım. Orası öyle kalabalıktı ki ma-haşerallah! Hem de çoğu müslümanlar çarşaflı hanımlar… ne Ramazan ne kurban bayramında bu kadar sürur ve şadi görmemiştim. Bir tarafda asakir-i Osmaniye oturmuş Hızır-İlyas kuzusunu yiyorlar müzikaları da ehviye-i latife terennüm ediyor.. Derken buruna sıyrılaraktan ve orada toplanmış ahali ve askeri biraz müstehzi selamlar gibi birkaç defalar düdük öttürerek baştan aşağı alay bayrakları ile donanmış bir vapur geçdi. Gönderine baktım. Mavili beyazlı Yunan Sancağı.. Bu görüş bir anda hafızamı uyandırdı. Bugünün “Aya Yorgi–Hızırİlyas” olduğunu hatırladım. Ben de bugün bu Sarayburnu’nu dolduran İslam familyaları da sedde müzika çalıp kuzu yiyen Türk askerleri de hepimiz buraya Aya Yorgi’yi Yunan Kralının isim evliyası piri mukaddes Yorgi’yi tebcile toplanmışız o Hıristiyan evliyasının yortusunu bayramını yapıyoruz… Hıristiyan evliyası dedim ama bu da pek doğru olmasa gerek Aya Yorgi Nasratiyet’in zuhurundan evvel müşrik eski Yunan’ın kuva-yı tabiiyyeyi temsil eden ma’budlarından mı nim ma’budlarından mı şimdi iyi hatırımda kalmamış birisi ki Nasraniyet’in Yunan’a Roma’ya tevessü’ünden sonra diğer bir çok arkadaşları gibi o da Hıristiyanlaşarak evliya-yı nasaradan olmuştur… Aya Yorgi ile bizim Hızırİlyas a.mlerin ne münasebeti olduğunu şiddet-i cehlden dolayı ben bilmiyorum. Bunun izahını sizden ulema-yı zamandan rica ediyorum. Yalnız şunu biliyorum ki müslümanların çoğunda Hızır-İlyas bayramı yoktur. Hızır-İlyas günü eski müslüman coğrafyası ıstılahınca iklimü’r-Rum’da zuhur etmiş bir yevm-i mahsusdur. Binaberin Rumlardan müslümanlara geçmiş olması ta’bir-i diğerle Rumlaşmak neticesi olması ağleb-i ihtimaldir. Eğer bu tahminim doğru eski Yunan ma’budu eski nasara evliyası mukaddes Yorgi’nin yortusuna iştirakte inad ve ısrar eyleyelim? Neden her sene cenub komşumuzun tacdarı cenablarına isim günü münasebetiyle bir donanma yapalım? Hele cenub komşularımız krallarına bu ismi bütün iklimü’r-Rum’da tes’id edilecek evliya ismini li-kasdın li-siyasetin takmışlar ise.. Lütfen cevapla irşadınızı bekleyen Paris’de Fransızca münteşir Mecelle-i Alem-i İslam’ ın son nüshasından mütercemdir. Bugünlerde yeni bir ceride daha çıktı: Ebu Nüvas; mündericatı edebi ve mizahidir. Belağ Vifak ve Medrese ünvanlı üç ceridenin de yakında intişarı i’lan olunuyor. Medrese – Alem-i İslam’ın ve Avrupa’nın vekayi’-i siyasiyyesi Arapça cerideler tarafından şerh ve izah olunmaktadır. Mısır’da Hizb-i Vatani Reisi Ferid Bey’in mahkumiyeti teessür ve teessüf-i azim ile kayd ediliyor; Şubat tarihli Le Tunisien Fransızca muharrer Arab gazetesi Mısır vatanperverine hissiyat-ı muhabbet-kaşeklinde yazılmıştır. ranesini arz ediyor; Şubat tarihli e l-Mürşid müşarun-ileyh aleyhindeki hükümnameyi neşr ediyor; Şubat tarihli e lMüşir hatası telakkı ediyor. Şubat tarihli e l-Hazıra Trablusgarb tahdid-i hududu hakkındaki Osmanlı Fransız i’tilafnamesinin metnini yazıyor. Bundan başka Tunus matbuat-ı İslamiyyesi’nde ittihad-ı Şubat tarihli e l-Müşir “Hilafet-i Osmaniyye” serlevhalı bir makalesinde sultanın ve Türk milletinin bütün alem-i İslam’da hegemonyasını nafizü’l-hükm olmasını arzu ve taleb ediyor. Türkiye müslüman devletlerinin en müterakkısidir. Her bir müslüman devletin siyaset-i hariciyyesi İstanbul’da temerküz ve tecemmu’ etmelidir. Aynı ceridenin aynı nüshasında vahdet ve istiklal-i İslamiyye’nin muhafazası için Sünni ve Şiiler arasında akd olunmuş bir i’tilafname metni masturdur. Şubat tarihli e l-Mürşid el-İkbal’in bir makalesini aynen neşr ediyor. Bu makalede müslüman mekteplerinin muhafaza-i istiklaliyle hal-i hazır-ı perişanilerinden kurtulmaları nüshasında İntibah-ı Şark ünvanlı bir bend daha var ki bunda memalik-i İslamiye’nin intibah-ı iktisadisi izah ve mezkur memalikin Avrupa devletleri derecesine terfii lüzumu bast u ’dan muktebes bir manzume derc ediyor. Şubat tarihli e l-Liva’da vatanın inhitatından eriyip fena bulan şarkın acıklı halinden müşteki bir manzume muharrerdir. Şubat tarihli e l-Müşir ise pür heyecan bir münacat ile Portekiz ihtilalini alkışlıyor. Matbuat-ı mahalliyye umur-ı ziraiyyeye pek ziyade ehemmiyet veriyorlar; ziraat müdiriyeti “yerlileri de artık hesaba katmalıdır şimdiye kadar ihmal ettiği yetişir.” Ezcümle Şubat tarihli e l-Müşir diyor ki “Yerliler artık eski hallerinde değillerdir el-yevm hissiyat-ı milliyyelerini idrak etmiş olduklarından birkaç sene evvelki muamelelere tahammülleri kalmamıştır gözleri açılmış dilleri çözülmüştür: Her şeyi vazıh görüyorlar ve düşündüklerini de söyleyebiliyorlar.” Arab çiftçileri Arab ehl-i san’atı fakr u zaruret içindedir. Ticaret ve Sanayi’ Müdiriyeti yerlileri kullanmıyor e l-MüşirŞubat hatta Cem’iyetü’l-Hubus Evkaf Meclisi bile ta temelinden bir idare-i İslamiyye olmasına rağmen Arab Müslüman ameleye Sicilya İtalyanları tercih ediyor; şimdi yaptırmakta olduğu kızlar mektebinde bir müslümana mukabil on Sicilyalı kullanıyor; ve bir de müslümanlar Frank gündeliğe razi iken Sicilyalılara - Frank veriliyor e l-Müşir Şubat Yerli cerideler vasi’ ve umumi fikirlerden bahs etmeyi de unutmuyorlar. Mesela Şubat tarihli e l-Müşir “vatanperverlik ve din” üzerine uzun bir makale yazıyor atideki bir parçası makalenin ruh ve emelini göstermeye kafidir: “Bil-cümle edyan ve ale’l-husus din-i mübin-i İslam vatana muhabbet ve hizmeti mü’minlerine farz kılmıştır; biz bunu bir çok ayat-ı Kur’an iyye ve ehadis-i Nebeviyye ile doğup büyüdükleri menfaatlerinin muhabbetlerinin temerküz ettiği memleketlerinin ahvalini de ıslaha sa’y etmekle de mükellefdirler. Bir vatan evladının Müslim Yahudi veya Nasrani olması haiz-i ehemmiyet değildir; bir vatan evladı olmak bu iştirak-ı asli ve milli müşterek vatanlarının hizmetine yek-kalb yek-ruh olarak vakf-ı nefs etmesi için kafidir; zira dinleri bu vazifeyi onlara yükletir. Tunuslular bu hakıkati kabul ederek memleketlerini düştüğü dereke-i inhitattan tahlise ve uzun asırların zulm ve istibdadıyla gaib edilen refah ve saadeti istirdada muvaffak olsunlar! Bu maksada vusul için terakkınin en kavi bir müessir olan cem’iyetler te’sisi tedbirine bilhassa müracaat etsinler; cem’iyetleri de en çok memleketin menba’-ı aslı ve serveti olan ziraatin ıslahında kullansınlar. Bu tarik-ı teavün ve teşarüke dahil olsunlar ki gerek kendileri gerekse evlad ve ahfadı bu yoldan yürüyerek vasıl-ı saadet olacaklardır!” Şubat tarihli e l-Müşir “Medeniyet Bu mu?” diye yazdığı bir makalede şöyle diyor: “Bizim genç Tunuslular şık giyindiler mi sokaklarda güzel mösyölere benzediler mi kokotlarla açıktan açığa düşüp kalktılar mı kumar ve şaraba şiddetle koyuldular mı ve alelhusus sanki kendi dillerinden utanıyorlarmış gibi kendi aralarında bile Fransızca konuşmaya başladılar mı artık kendilerini medeniyetin derece-i kusvasına vasıl olmuş zannediyorlar. Ah! Lakin pek çok aldanıyorlar. Bununla medeniliklerini değil barbarlıklarını isbat ediyorlar!” – Şubat tarihli e l-Müşir henüz teessüs etmiş olan “el-Berkı” Cem’iyeti’ni tebrik ediyor. Cem’iyetin maksadı yün ticaretinin inkişafına hizmet etmektir ve teessüsünden beri pek az zaman geçdiği halde netayic-i mes’udesi müşahede olunmuştur. Şubat tarihli e l-Hazıra’da Napoli Çini Fabrikası’ndan bahs ediyor. İ’malathanede eski Arab çinilerinin ihyasına çalışılmaktadır. Lakin e l-Hazıra’ya göre fabrikanın teşkilatı nakıs ve ameleye verdiği ücret az olduğundan ıslahına ihtiyac vardır. Şubat tarihli e l-Müşir Fransız ve eski Arab mektepleriyle yeni usulde okutulan Arab mekteplerini mukayese ediyor ve bu yeni Arab mekteplerini tercih eyliyor. Çünkü bu mektepler çocukların dinini dilini ve ırkına has zihniyetini muhafaza ettiği halde terakkı ve tealilerine hizmet etmektedir; bir milletin tekamülü ise ancak meyl-i ırkısine muhalefet olunmamakla mümkündür. el-Müşir Cami’-i Kebir yanındaki medresenin Fransızcasında Darülfünun ıslahına dair çok yazıyor. Bu ceridenin fikrine göre talebe müderrislerinden yalnız teallümle kalmamalı onlarda bir nümune ve istinadgah-ı ahlakı de bulmalıdır; medrese talebesine ilim ile beraber bütün hayatlarında semerat-ı nafi’asını yiyecekleri metin bir terbiye de verebilmelidir. Büyük medresenin bu babda nevakısı var. Eğer medrese şeyhleri mezkur vazifenin kendilerine tealluku olmadığına kani’ iseler maksada muvafık diğer bir müessese-i el-Müşir Cezair’de Medrese-i Tenfikıyye’nin te’sisinden pek memnundur: “Bu müessese-i İslamiyye şiddetle Fransızlaştırıldıklarından naşi zihniyet-i İslamiyyelerini gaib etmeye başlamış olan Cezairlilerin ruh ve kalblerini ilim ve ahlak-ı İslami ile tasfiyeye hizmet edecektir.” – el-Mürşid Endülüs medeniyet-i İslamiyyesi’nin tetebbu’u ile meşguldür. e l-Müşir müslümanların bir çok cihetlerde ve hususiyle ulumda Avrupalıların muallimi olduğunu isbata uğraşıyor; e l-Hazıra Avrupa’nın son zamanlarda medeniyet-i İslamiyeyi müstahık olduğu derecede takdir ve tevkıre başladığını yazıyor. Maarif müdiriyeti avam lisanının öğrenilmesini kolaylaştırmak meye teşebbüs eylemişti; matbuat bu teşebbüsü şiddetle protesto ediyor: e l-Mürşid Mısırlıların muntazam klasik Arapçayı muhafazaya sa’ylerini hatırlatarak maarif müdiriyetinin bu teşebbüsünü tezyif ediyor; e l-Müşir ve e s-Savab kaba ve barbar bir lehceye edebi ve umumi bir lisanın feda edilmesine pek müteellimdirler; ceraid-i mahalliyeden birisi soruyor: “Yoksa lisanımızı i’dam ile biz müslümanları mahv etmek mi isteniliyor? Zira ma’lumdur ki milletler lisanlarının mukadderatını ta’kıb ederler..” Petersburg’da Rusca münteşir Rus Bayrağı’ ndan tercüme olunmuştur: senesi Temmuz’unda Türk inkılabını müteakıb Rus Ahalisi ünvanlı gazetede “Türk Meşrutiyeti’nin Künh ve Hakıkati” diye bir makale yazmışlar ve o makalede Genç Türklük hareketinin yalnız Osmanlı memleketine münhasır bir şey olmadığını ve Türkiye’yi müteakıb müslümanlarla meskun bil-cümle memalike sirayet edeceğini haber vermiştim. O zaman matbuatta Genç Türklük makasıd-ı hafiyyesinden bahs eden hiç yoktu ben bunları ilk defa yazdım. Bununla beraber şimdi görüyorum ki ben de geç kalmış bir peyamber olmuşum. lemi yazmadan altı sene evvel bizim dahi düşmanlarımızın himaye ve sıyaneti altında olarak Genç Türk naşir-i fesadları Rusya’nın her tarafına dağılmış imişler: Ta senesinden beri Genç Türk komitesinin Rusya’da me’mur-ı hafisi meşhur Kırımlı muharrik-i fesad İsmail Gasprinski ile onun Kafkasyalı yardakçısı Topçiyaşef’dir. İşte şu Genç Türk me’murları senesinde Nijni Panayırı zamanında müslüman siyasi fırkaları murahhaslarından müteşekkil gizli bir mahfuz kalmak için bilhassa isticar olunmuş bir vapur içinde oldu. Vapur ictimaın devamı müddetince “Aka” Suyu üzerinde seyr etti durdu. Bu ehl-i fesad makasıd-ı muzırralarına hizmet için aralarında para topladılar. İctima’larında takarrur eden mevaddan birisi Orenburg Meclis-i Ruhaniyesi’nde a’za bulunan ve işlerine gelmeyen bazı kimseleri oradan atmaktı asıl müftüye maksadlarına muhalefet edemeyeceğini kesdirdiklerinden ilişmeyeceklerdi ancak onun yanı başına kendilerinden adam koduracaklardı. Müslüman müfsidlerinin böyle mahfi bir ictima’ı daha senesi Petersburg’da oldu. İctimaa Kazanlı Molla Aliyef riyaset etti; merkumun en işgüzar yardakçıları Kazanlı Molla Apanayef ve Orenburglu Yusuf Akçurin idi. Bu ictima’da Dahiliye Nezareti’nin edyan-ı gayr-ı Hıristiyaniye şu’besi me’murları arasında mu’temed dostlar tedarikine ve müfsidlerin ef’aline izhar-ı husumet etmiş olan müteveffa General Baziyolat aleyhinde tedabir-i kat’iyye ittihazına karar verildi. senesi Petersburg mahfi ictima’ından sonra genç müslümanların faaliyeti o kadar muvaffakıyetli yürüdü ki onlar senesinde Nijni Panayırı zamanında kongre akd etmek için hükumetten müsaade bile istihsal edebildiler. Bu kongrede ihtiyar mollaların yerine genç Türk terbiyesi almış kendi adamlarının ikamesi takarrur etti. Keza bu kongrede Rusya’daki müslüman mekteplerine ancak İstanbul’un genç Türk mekteplerinde okumuş muallimlerin ta’yin edilmesi de kararlaştırıldı. Bu tedabirin her tarafda muvaffakıyetle tatbik olunabilmesi için her şehirde maarif-i cedide hey’etleri tertib olundu; bunların vazifesi Türkiye’den gelen muallimlere Rusya’da ikmal-i tahsil etmiş diye mahalli ahundlardan sahte şehadetnameler alıp vermek idi. Genç müslümanların dördüncü ictima’ları senesi yine Nijni Panayırı zamanında vuku’a geldi. O zaman da ehl-i fesad isticar olunmuş. Apor’da topladılar ve müslüman siyasi fırkalarının Kahire cem’iyet-i merkeziyyesinin emri mucebince Rusya’ya mahsus Genç Müslüman Başkomitesi’ni te’sis ettiler. Bu komiteye a’za olarak girenler şunlardır: Orenburg İdare-i ruhaniyyesi a’za-yı sabıkasından Fahreddinof ve . yukarıda isimleri geçen Molla Aliyef ve Apayanef . Saratof Milas Atlasof . Kazan meb’usunun biraderi Maksudof . Tatarca Ülfet Arapça Kilmis gazetelerinin muharrir-i sabıkı İbrahimof . Orenburg’un Vakit gazetesi Muharriri Kerimof . İrkutski Murahhası Şefi’ü’lLeylde . Bevamlas . Yukarıda ismi geçen Kırimi Genç Türk me’mur-ı hafisi Gasprinski . Onun Bakülü muavini Topçiyaşef iki son ictima’ Rusya dahilinde idare-i umur ve Kahire merkez komitesiyle te’sis-i münasebete işbu başkomiteyi tevkil etti. nünden i’tibaren Rusya’da muallimlik ve imamlık namzedi olan kimseleri Genç Türklük ulumunun tahsili için Türkiye’ye göndermekle uğraştı. Türkiye’ye evvelce de gidenler olurdu. Fakat bu gidiş vekayi’-i münferideden idi. senesinden rak. Bu kaide-i umumiyye şekline girdi. Türkiye’ye epey tahsil görmüş adamlar gönderiliyor ve bu vecihle Türkiye’de ancak genç Türlüğün ruhunda terbiye edilmek kalıyor ve binaenaleyh genç Türklük dersi ancak bir veya bir buçuk sene sürüyor. Genç müslümanlar bu ta’lim ve terbiyeyi İstanbul mekteplerinde alıyorlar ve oradan Rusya’ya dönüyorlar. Burada başkomite onlara evrak-ı lazımeyi tedarik ediyor. Mesela İstanbul’da okumuş Abdullah Hamzeyn bu tarik ile Arhangalski’ye muallim ve molla oldu. Her ne kadar bunu oranın sadık müslümanları valiye haber verdilerse de vali aldırmadı. Zaten genç müslümanların harekatına bizim hürriyetperver valilerimiz aldırmıyorlar. Halbuki İslam aleminde vekayi’ bugün fevkalade sür’atle birbirini vely edip gidiyor. Bu sene Mekke’de azim bir müslüman kongresi akd olunmuştur bu kongreye Rusya’nın murahhasları olarak balada mezkur başkomitenin hemen bil-cümle a’zaları ihtilalci Muharrir İbrahimof da dahil olmak üzere hazır bulunmuşlardır. Genç Türk naşir-i fesadları müslüman hacılarını müslümanların ve Türklerin ittihadı fikirlerini ancak siyasi cihetinden teşrih ederek ve Rusya’da muhalefete ve ihtilalcilere muavenet için onları teşci’ eyleyerek taassub-ı İslaminin heyecan ve galeyanına çalışmışlardır. Hatta açıktan açığa i’lan etmişlerdir ki ne vakit Rusya ihtilal ile yıkılır ve mahv olursa o zaman beklenilen mehdi çıkmış olur. Mekke’de müslümanlara edilen da’vet ve müracaatta müslümanların mezheb farkı gözedilmemiştir; mehdinin Sünni ve Şiiler siyyanen da’vet olunup; cümlesinin galeyan-ı taassubuna çalışılmıştır… Sıratımüstakım ceride-i muhteremesine Akvam-ı İslamiyeyi birbirine tanıtmak hususunda üç senedir gösterdiğiniz gayret ve faaliyetin bir sitayiş-han-ı sakiti Bugüne kadar bütün akvam-ı İslamiyye’nin ahval-i ictimaiyye ve irfaniyyesinden İslam kari’lerinizi haberdar ettiniz. Yalnız biz zavallı Boşnaklar tanınmak ni’metinden mahrum kaldık. Boşnakların bu son yarım asırlık hayatlarını kavmimizin ulemasından biri yazmalı idi fakat onların sükutu bana ziyadesiyle te’sir ettiğinden bu babda birkaç satır yazı yazmaya kendimde cür’et gördüm. Bir şair-i millimizin dediği gibi: “Biz küçüğüz ama vatan-ı İslamiye büyük adamlar yetiştirdik” Biz umum Boşnaklar daima bununla iftihar ederiz… Sadede gelelim: Bosna’nın Avusturya tarafından işgali üzerine Boşnakları bir mevt-i muvakkat istila etmişti. Vakıa hükumet her tarafda muntazam mekatib-i ibtidaiyye ve i’dadiyye te’sisinden geri kalmamış idiyse de peygamber ve dini aleyhinde yazılar dolu kitaplar okutan mekteplere salabet-i diniyye ile meşhur olan Boşnakların çocuklarını göndermeyecekleri derkar idi. fında tamamen hal-i menamda kalmamasında ba’is oldu. Boşnaklar hükumetin açtığı mekatibden o derece nefret ediyorlardı ki böyle bir mektebe çocuğunu vermek adeta büyük bir cesarete mütevakkıf idi. Maamafih bazı dur-endiş adamlarımız bütün bu müşkilatı göze alarak çocuklarını mektebe verdiler şimdi biz bir çok müşkilatla mektebe verilen bu gençlerden istifade ediyoruz. Memleketimizin seviye-i tali ve alisini ikmal eder etmez kalemine sarıldı. Kulub-ı millette hissiyat-ı vatanperverane uyanması için bir çok şiirler yazdı. Bu şiirler bilahare ayrıca kitap şeklinde de tab’ edilmiştir bugün milletin eyadi-i ihtiramında dolaşıyor. Bu zatın semere-i faaliyeti olarak daha bir çok gençler yetişti. temel taşlarını koymaya çalışıyorlar.. Bunlar arasında en ziyade nazar-ı dikkat ve takdiri celb eden “Müftiç Hazim” Efendi namında bir gençdir. Bu zat ilmiye sınıfına mensubdur. Medreselerin seyyiatından ne kadar bahs olunursa olunsun dimağlar yetiştirmiştir. Bu zat medreselerde uzun müddet tahsil-i ulum ettikten sonra bil-imtihan memleketimizin “Nüvvab” Mektebi’ne dahil oldu. Daha mektep sıralarında recede izhar-ı dehaya iktidar gösterdi. Bu muhterem genç alel-husus küçük hikaye yazmak vadisinde pek ziyade muvaffak olmuştur. Daha mektepte iken yazmış olduğu “Kaz” Novalı şayan-ı takdir görülmüş ve hatta Almanca ve Fransızca’ya bile tercüme edilmiştir. Fakat o zamanki muvaffakıyeti sırf san’at-ı kalemiyye cihetinden temasda bulununca muvaffakıyeti arttı. O zaman bu san’atkar üslubu tahlilat-ı ruhiye ile de tetevvüc etti. Gayret’ in son nüshasında yazmış olduğu “Mütevahhiş Koyunlar” tahlilat-ı ruhiyye nokta-i nazarından pek ziyade güzeldir. Ve hatta ben daha ileriye giderek derim ki Boşnakların hayat-ı hazıraları hakkında bir fikr-i muhtasar edinmek için bu hikayeyi okumak kafidir. Osmanlı kari’lerinize bu zevki te’min Bosna’nın işgalinden evvel doğmuştu. Vatan ve milletinin mazisini bilmiyordu. Fakat onu kendisine milleti için nefret ilka eden kitaplardan yabancılardan bilahare öğrendi. Ebeveyni iyi ahlaklı müslümanlar idi. Bazı dostlarının nasihatleri üzerine onu büyük bir tereddüdle mektebe verdiler. Mektebe korka korka gider sınıfları muttarid bir surette geçerdi. Çünkü onun mektebe gitmekten maksadı bu idi. Babası kendisine mektebe gitmekten ne beklendiğini söyleyemeyecek derece cahildi. Mektepte o halita-i hissiyat-ı mütezaddede kendisine söylenen şeyleri kemal-i dikkatle dinlerdi ve bu dikkati sayesinde artık bütün eski adatın fena olduğunu öğrendi ve mahiyyetini henüz öğrenemediği “medeniyet”in taht-ı te’sirinde münkarız olacağına i’tikad etmeye başladı. Bütün bu sözleri dinleye dinleye yeniliğin iyiliğini idrake henüz başlamıştı. Bulunduğu mektepte her şeyin bir program dairesinde cereyan ettiğini görüyordu. Bu halat kendisini yeniliğe doğru cezb ediyorlardı. Muhitinin ruhunda hasıl eylediği te’sirlerle sinni recek bir büyüğü yoktu. Zavallı çocuk aslına artık küsmüş aynasında görmeye başlamıştı. Zavallı baba oğlunun bu tebeddülü karşısında büsbütün şaşırmıştı fakat nasıl hareket edeceğini kestiremediğinden ehibbasının nasihatlerine müracaat etti. Bir kısım “Çocuğunu mektepten çıkar” diyerek nasihatte bulundular. Çocuk da bu nasihlerle temasda bulundu. Kısm-ı evvel Diğerleri onun çok hoşuna gitmişti. Onlarla dost oldu. Çünkü onlar hoşlanacağı bir tarzda teşvikatta bulundular ve yeniliğin mezayasını sayarak medh ettiler. Bu yabancılar çocuğu daha ziyade cezbe muvaffak oldular. Çünkü onun i’dadiye tahsiline mübaşeret için parası yoktu. Onların tavassutuyla hükumet ona bir mikdar para tahsis etti. Çocuk veliyy-i ni’metlerini perestiş derecesinde seviyordu; çünkü “El-insan abidü’l-ihsan”dı. Kendisine edilen muavenetin millet parasıyla olduğunu anlayacak derecede seviye-i irfanı yükselmemişti. Her sene muntazaman i’dadiyeye gider ve müddet-i ta’tiliyyeyi memleketinde geçirirdi. Artık yalnız veliyy-i ni’metlerinin evladlarıyla konuşurdu. Çünkü diğerleri pek adi! Şimdi yaka ve boyun bağı takmadan sokağa çıkmaya utanıyordu. ramları üzerine akraba ve teallukatını ziyaret etmişti. Fakat sonraları buna tahammül edemez oldu. Oraya gidip bir takım adilikleri dinlemekten ne çıkar? Kısm-ı a’zamı me’murin-i mahalliyeden olan ehibbasıyla tenezzüh etmekten çok hoşlanırdı. Onlara yaklaşmak addedilmek adetleriyle i’tiyad etmek kendisi için bir büyük zevk teşkil ederdi. Kendisiyle milleti arasında gittikçe derinleşen bir uçurum var idi. Bunu dolduracak bu uzaklaşan evladı anasına döndürecek bir adam mefkud idi. gitti; gözleri bedayi’-i garbdan kamaşmıştı! Artık vatanı ve milleti onun için pek zelil ve dun bir derekeye sükut etmişlerdi. Artık o Boşnak hayatının ölüm olduğuna tamamen kani’ oldu. Mekatib-i aliyyedeki tarz-ı tedris onun büsbütün gözünü açdı. Tahsil-i alisini ikmal eden bu doktor beyden artık bize aid bir şey aramayınız. Çünkü kendisi tamamen bir garblı halinde vatanına dönmüştür. Zavallı millet evvela seviniyor sonra bu hain evladının harekatını görerek tahsilden de mekatibden de nefrete başlıyor. Fakat kabahat gençde değil onu yetiştiren muhittedir. Eğer ıslah-ı ahvali arzu edersek “ Gayret ”e ettiğimiz yardım nisbetinde hocalar cem’iyetine de muavenet edelim. Darülfünun-ı Osmani Diniyye Şu’besi Müdavimlerinden Fen ile felsefe arasındaki farklar. – Felsefe; esaslı bir surette tedkık ve tetebbu’ edebilmek için olan fen ile felsefe arasındaki farkları nazar-ı mütalaadan geçirelim: Fen ile felsefe arasında başlıca dört fark mevcuddur: Tedkıkat-ı fenniyye hadisat-ı tabiiyye üzerine yürütülür. Yani fen hadiseleri ta’rif tavsif ve tasnif ettikten sonra her birine aid kanunları vaz’ ve te’sis eder. Fakat kavaninin te’sisini müteakıb aynı cinsden bir çok mesail bu kanunlara tatbik olunabilir. Zaten mesail-i fenniyenin sıhhat ve adem-i sıhhatleri ancak bu suretle yani keşf olunan kavanine tatbik edilerek tahkık olunurlar. Kavanin-i mezkureden mahiyet-i kainata dair bazı netayic fenden beklemek abesdir. Bu mühim suali halledebilecek fen değil felsefedir. Çünkü mahiyat ve menşe’e aid mesail ancak felsefede tedkık olunabilir. Şu halde fen ile felsefe arasında ber-vech-i ati bir fark mevcud demek oluyor: Fen tabiati hadisat-ı tabiiyyeyi tedkık ve tetebbu’ ederek onlardan bir takım netayic istihrac eder. Felsefe ise ancak fennin istihsal ettiği bu neticeleri ta’mik eder. Yani netayic-i fenniyenin tedkık ta’mim ve tenkıdleri felsefeye aid bulunur. Birinci farktan anlaşıldığı vechile fen ile felsefenin mevzu’ları başka başka olduğu gibi usulleri de birbirlerinden farklıdır. Fennin metodları usulleri daima tabiatte müşahede olunan ve kal’alara mürtebit bulunmak seciyesiyle mümtazdır. Mesela bir hikmet-şinas ziyayı tedkık ve mütalaa ederken ziyanın mücella satıhlardan in’ikas ettiğini görmekle anlamakla iktifa edemez. Bu hadisenin ne suretle ve nasıl vuku’a geldiğini de ayrıca tedkık eder kanunlarını keşf eder. Kezalik yine bu hikmet-şinas ziyanın bir vasıtadan diğer bir vasıtaya intikal ederken münkesir olduğunu ve inkisar keyfiyet[in]in nasıl ve ne suretle vuku’a geldiğini velhasıl ziyanın bir menşurdan müruru esnasında duçar-ı tahlil olarak tayfda yedi reng zahir olduğunu tecrübelerle isbat ve netayici yani bu hadisatın tabi’ bulundukları kanunları keşf ve kayd eder. Demek ki fen arada hiçbir vak’a geçmeksizin tabiati hatve be-hatve ta’kıb ve her hadiseyi başlı başına olduğu halde tedkık ve mütalaa ediyor. Halbuki tedkıkat-ı felsefiyye böyle münferid vak’alar üzerine yici tefekkürat ve teemmülat-ı amika ile tedkık ederek onlardan bir takım netayic-i zihniyye istihracına çalışır şu halde felsefe metod usul nokta-i nazarından fenden ayrılıyor demektir. Fennin metodu tecrübe experience ve müşahede observation olduğu halde felsefenin metodu tefekkür reflixiondur. Fen vak’alardan hadiselerden tecrübe ve müşahede yardımıyla bir takım neticeler kanunlar istihrac eder. şeklinde yazılmıştır. Meşhed-i Hudavendigar kurbunda cenab-ı şevket-meab-ı padişahi tarafından terakkıyat-ı asriyyeye layık bir tarz-ı mükemmel ve dil-nişinde inşa ettirilecek olan medrese-i aliyyenin planları İstanbul’da en muktedir mi’marlardan mürekkeb bir hey’et-i mahsusa-i fenniyye tarafından tertib ve ihzar edilmektedir. Müstahberat-ı mevsukamıza göre birkaç gün evvel Halifemiz efendimiz hazretleri bu planların ne dereceye geldiklerini sual eylemişler ve herhalde mükemmeliyet-i fevkaladeyi haiz olması için pek ziyade i’tina edilmesini beye geldiği de ilaveten beyan olunmaktadır. Rumeli Mağrib-i Aksa: – Bugün Fas saltanat-ı İslamiyyesi halet-i nez’dedir. Bunu herkes biliyor. Bu halde bulunan bir memleketin hakimi gülüp eğlenmek şöyle bir yanda dursun uykuyu; istirahati terk ederek gece gündüz memlekete çare-i halas aramakla meşgul zannolunur. Maatteessüf vekayi’in bu zanna tevafuk etmediğini el-Liva’dan alarak Tanin haber veriyor: el-Liva gazetesinde okunduğuna göre Mulay Hafiz amcası kızlarından biriyle akd-i izdivac etmiştir. Düğünde icrayı raks ve teganni etmek için rakkase ve muganniyeler da’vet olunmuştur. Sultanın zevk ve süruru tam yerinde!... Öyle yerinde ki koca Fas’ın başına gelen felaketler büsbütün unutulmuştur. Guya ki bu memlekette hiçbir şey yok her şey sükun ve rahatta! Lakin Mulay el-Hafiz’in bu kaydsızlığına bu hamiyetsizliğine pek teaccüb etmeyin; hadd ü nisbetleri biraz değiştirerek aynı hali Darulhilafe’de görürsünüz: Şimdi Devlet-i Osmaniyye’de hakim millet deniliyor değil mi? Memalik-i Osmaniye’nin Fas derecesinde değilse bile dahil ve haricden bin türlü mehalike ma’ruz olduğunu da inkara cesaret edecek bir ferd bulunamaz. Bu böyle olduğu halde Cuma Pazar mesirelerimize gidin de bir bakın: Millet-i hakime-i Osmaniye’nin zevk ve süruru. Fas sultanının düğününden hiç aşağı kalıyor mu?.. Almanya: – Son rub’-ı asırda devletimize memleketimize en küçük ve en büyük hizmet eden bir adam ve hiç şüphesiz Almanyalı Golts Paşa’dır. Bu zatın hizmet-i askeriyyeye duhulünün ellinci sene-i devriyesi münasebetiyle üç dört gün evvel Berlin’de merasim-i mahsusa icra olundu. Sıratımüstakım Osmanlı efkar-ı umumiyyesinin bir cereyan-ı muzinin mümessili sıfatıyla Hilafet-i dematından dolayı Alman mareşali tebrik eder. Berlin’den çekilen bir telgrafnamede Golts Paşa’ya tebrike gelenlerden ve getirilen hediyelerden bahsederken deniliyor ki: Golts Paşa kendisine beyan-ı tebrikat etmek üzere gelen hey’et-i mahsusayı ve bu miyanda Osmanlı ordusu namına Miralay Hilmi Bey’in taht-ı riyasetindeki hey’eti de kabul eylemiştir. Hilmi Bey muhterem kumandana bir buçuk metre dim etmiştir. Bunlardan başka el-yevm Osmanlı ordusunda muallim zabit sıfatıyla istihdam edilmekte olan Alman zabitanı da bir cami’i musavvir gümüş bir hediye vermişlerdir.” Osmanlı ordusu namına bir buçuk metre irtifaında gümüş bir heykel.. Alman muallim zabitan tarafından gümüş bir cami’.. Osmanlı ordusu namına müslümanlığı Türklüğü Osmanlılığı daha ziyade zevk ve fikr ile temsil edecek bir hediye hatırlanılamadı mı acaba? Siyak-ı mevzu’ vahdet-i vücuddan evvel “Panteizm” denilen meslek-i felsefiden bahsi istilzam ettiğinden biz de söze oradan başlayacağız. Evvel be-evvel kelimenin ma’nasını anlayalım “Panteizm” lügatı tedkık edilecek olursa bu lafzın Yunanca iki kelimeden mürekkeb olduğu görülür. Bunlardan biri edat-ı sur olan “pan” diğeri de Cenab-ı Hak ma’nasını vat-ı intihaiyyeden “izm” edatını aldıktan sonra bu isim ile meşhur olan meslek-i felsefiye alem olmuştur. “Panteizm” lügati Kamus-ı Fransevi’de şöyle tefsir ediliyor: Her şeyin zat-ı Halık’dan cüz’ olduğuna veyahud Allah’ın bütün kainatın ruhu makamında bulunduğuna inanmaktan ibaret olan Sufiyyun tarikının fikir ve mesleği hikmet-i işrakiyye vahdet-i mutlaka. Arapça bir kamus-ı Fransevi’de de bu kelimeden sonra şu ibareye tesadüf olunuyor: Fransızca lügat kitaplarında: Cenab-ı Hak ile sunuf-ı mahlukatın kaffesine vücud-ı mutlakın yekdiğerinden gayr-i münfek iki muhtelif şekli nazarıyla bakan dini felsefi meslek deniliyor. İşte “Panteizm” kelimesinin ma’na-yı mücmeli budur. Bu kelime “Vahdet-i vücud” ile de tefsir edilebilir. Zira kelimelerinin tazammun ettiği ma’na ile Panteizm lafzının tazammun ettiği ma’na beyninde bir fark yok gibidir. Her ne ise biz şimdi kelimenin ma’nasını bırakalım da esası hakkında söylenilecek sözlere bakalım. Avrupa müellifleri “Panteizm”in esasıyla düsturlarını safahat-ı tekamülünün tabi’ olduğu kanun-ı umumiyi bu mesleğin tazammun ettiği en kavi mahzuru reddi hususunda diyorlar ki: Bazı kimselerin i’tikadına göre “Panteizm”in esası gayr-i mütenahinin mütenahide Cenab-ı Hakk’ın tabiatta ederek bu mesleğin esası mütenahinin gayr-i mütenahide tabiatin Cenab-ı Hakk’da fani ve müstehlek olmasıdır diyorlar. Bu fikirlerin ikisi de yanlıştır. Birinci i’tikada zahib olanlar “Panteizm”i “Ateizm” denilen “Dehriye” ile karıştırıyorlar hatta meşhur “Spinoza”nın muasırini onun mezhebinin de böyle olduğuna kail olmuşlar idi. Bazı kimselerin “Spinoza” mezhebi hakkındaki i’tikadları el-an bu merkezdedir. Bir takım münekkidler “Panteizm”i Dehriye’nin gaibe kemali olmak üzere telakkı ediyorlar. Bu meslek hakkındaki ikinci i’tikad yani mütenahinin gayr-i mütenahide fenası i’tikadı nazar-ı i’tibara alınırsa işin den teberri eder. Bu mezheb erbabına Dehri denemez. Çünkü “Cordani” “Buruno” “Spinoza” gibi feylesofların münkir-i uluhiyet olmaları şöyle dursun bilakis bunlar tasdik-i uluhiyette ifrata varmışlar idi; alemde vücud-ı mutlaktan başka bir şey görmüyorlar idi. Vücudun müşahedesine müstağrak ta’bir-i diğerle mest-i medhuş-ı ilahi olan bu adamlar hakıkat-ı zatiyyelerini gaib edecek dereceye gelmişler Acaba bu efkar-ı muhalifenin içinde hakıkate karib bir fikir var mıdır? Şurası muhakkaktır ki bu meslek aynı zamanda uluhiyyeti tazammun edemez. Hal böyle olmakla beraber “Panteizm” hakkında öteden beri verilen iki muhtelif hükmün de behemehal bir sebebe müstenid olması lazım gelir. Zira “Plüton”un meslek-i felsefisindeki efkar-ı mutasavvıfane nasıl nazar-ı dikkati TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mayıs Altıncı Cild - Aded: celb etmiş ise “Hegel” ile “Spinoza”nın mesleklerindeki şaibe-i mıştır. Binaberin “Panteizm”in esasını vazıh ve kat’i bir surette ta’yin etmek bu meslekle “İlahiyyun” “Dehriyyun” meslekleri arasındaki farkı göstermek bu meslek hakkındaki iki muhtelif fikrin doğru yahud yanlış olduğunu epeyce anlamak yesiyle ma-fevka’t-tabiiyyata aid mühim mesailin halline kıyam eden kimselerin ahvali hakkında tahlilat icrası lazım gelir. Bizim mevcudat hakkında hasıl edebildiğimiz efkarın kaffesi iki fikr-i esasiye yani “mütenahi”; “gayr-i mütenahi” fikirlerine müntehidir. Zira nazargah-ı ibretimizde mahiyeten tamamıyla yekdiğerinin zıddı olan iki muhtelif vücud teayyün ediyor ki bunlardan biri daimü’t-tegayyür; zamanen ve mekanen mahdud kıyamında gayra muhtaç daima za’fa ma’ruz; zevale mahkumdur. Vücudun bu safhası silsile-i emvac-i havadisi teşkil eden şuun-ı mütevaliyyenin sahne-i bi-kararı olan bu alem-i fani demektir. Ezeli; ebedi; gayr-i mütenahi; tegayyürden masun bir vücud daha vardır ki bu vücud alem-i akıl; alem-i lahut denilen buk’a-i hakayık-ı ezeliyyedir. Alemin dağdağa-i hatır-firibine aldanarak cüst ü cuy-ı hakıkatten zahil; bu haziz-ı süflinin mena’im-i hasisesine beste-dil olan bir takım ukul-i zaife vardır ki onlar bu gibi efkar-ı ulviyyenin mülahazasından fıtraten ma’zul olmakla beraber yine Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kudretiyle kendi acz ü meskenetlerini; hayat ve mematı onlara aid mükafat ve mücazatı düşünmekten büsbütün azade kalamazlar. Hangi vicdandır ki şevaib-i gun-a-gun ile ma’yub olan bu hüsn-i faninin ötesinde her türlü uyub ve nekaisden ari bir hüsn-i bakı olduğunu mülahaza etmesin? Hangi kalbdir ki meşhun-ı keduret olan bu saadet-i afileden sonra amal-i mümkinenin tecelli-zarı olan bir saha-i saadet tasavvuruyla meşgul olmasın. mülahazasından büsbütün nefsini men’ edemez. Bu efkar her zaman değilse bile ara sıra zihinleri işgalden hali kalmaz. Edyanın kaffesi bu hakayıktan bahs etmiş; bu fikirlerin surud-ı ilhamatı mütefekkirleri; şairleri sermest-i hayret eylemiştir ber-güzidegan-ı fıtrattan bazılarının bu hakaika karşı gösterdikleri şevk ve şagafın huruş-ı müfriti onlara kendileriyle beraber dünya ve ma-fihayı unutturur. Şimdi gelelim mevzu’-i bahsin tedkıkine: Alemde yekdiğerine muhalif iki türlü mevcudiyet görülüyor ki bunlar da kıdem hüdus hareket sükun kemal noksan mutlak mukayyed ve emsali şeylerdir. Bütün feylesoflar tarafından mevzu’-ı münakaşa edilmiş olan bu efkar-ı mütehalifenin tedkıki; gayr-i mütenahi ile mütenahinin birlikte nasıl mevcud olabileceğinin ta’yini lazım geliyor. Halbuki mes’ele ne kadar güç te’lif edilmek Bazı feylesoflar mes’elenin halline kestirme bir yoldan vusul gayr-ı mütenahidir. O bir kere tasavvur edildikten sonra artık inkar olunamaz. Vücud onunla kaim daha doğrusu ondan ibarettir. Ondan gayri ne varsa hiç ender hiçdir dediler. si’nin i’tikadı bu merkezde idi. Bir takımları da dediler ki: Alemde bir hareket mevcud olduğunu görüyoruz. Bunu inkar etmek için insan ya kör olmalı yahud mecnun. İnsan kendi varlığını hissediyor. Onun nazarında vücud tebeddülden ibarettir. Zira insanın kendisi daima mütebeddil olduğu gibi onu muhit olan eşyayı saire de daimü’t-tebeddüldür. Demek vücudun mahiyet-i mahsusası tebeddülden ibaret imiş. Gayr-i mütebeddel olmak mevcud olmamak demektir hareket ve tekamül etmeyen bir şey bir ma’na-yı mücerredden başka bir şey değildir. Tales ve Heraklit medreselerinin fikri de budur bunlar bir tarafdan mütenahi ve hakıkıyi inkar diğer tarafdan da gayr-i mütenahi mutlak gibi hakayıkı tabiata feda ediyorlar. Acaba mes’elenin bu suretle halli hakıkate vusul iştiyakla pür-cuş olan ezhana sükun verir mi? Heyhat! Mütenahinin külliyen inkarı divanelik olur. Zira hiçbir akl-ı selim hayatın icabatından zahil olamaz; hiçbir fikr-i “tecrid” şahsiyetimizin sada-yı mevcudiyyetini imha edemez. Bu böyle olmakla beraber diğer tarafdan da vücud denilen şeyin peyder pey zuhur ile kemal nev’ilerine has olan derecatı kat’ eyledikten sonra başlarını giriban-ı ademe çeken şuun-ı mütehavvile ve gayr-i sabiteden ibaret olduğu kabul edilemez. Bu şuun-ı mütehavvile için bir asl-ı sabit lazımdır. Hatta bizzat hareket fikrinin idraki takdiri bile bu aslın sübutuna vabestedir. Mütenahinin inkarı aklen mümteni’ olduğu gibi gayr-i mütenahinin inkarı da mantıken gayr-i mümkündür. Herkes mütenahi yahud na-mütenahiyi kabul ediyor fakat vücudun nazaran tasavvur olunur. Tahakkuk eden bu iki lüzuma karşı acaba bunların hangisini kabul etmeli? Yoksa bu iki fikr-i mütehalifi hali üzere bırakarak mütenahi ile na-mütenahiyi yekdiğerinin zıddı olan iki asl-ı müstakil olmak üzre mi kabul etmeli? Mes’elenin bu suretle de halli cihetine gidilmiştir. Tarih-i edyanda buna “Manişeizm” tarih-i felsefede “Seneviye” derler. Duhattan bazıları mes’elenin bir hall-i zahirisi demek olan bu sureti kabul ettiler. Anaksagor sabit na-mütenahi bir aklın karşısına anasırın cedelgahı olan bir alem-i heyula vaz’ ediyor. Eflatun da bazı asarında bu fikri kabule mütemayil gibi görünüyor. “Seneviye” mesleği “Aristo” mesleğinin esasını teşkil ediyor. “Aristo”nun i’tikadınca ayrı ayrı iki alem vardır bunlardan biri tabiattır ki bunun hassa-i mümeyyizesi harekettir. Diğeri de alem-i akıldır ki bunun hassa-i mümeyyizesi de sükundur. Lakin alem-i tabiat gibi mütehavvil ve gayr-i mükemmel bir vücudun esas-ı mevcudiyeti kendisinden olduğu nasıl kabul olunabilir? Bu böyle olduğu gibi öte tarafda da tasavvur edilebilir? “Seneviye” mezhebini nazardan sakıt eden şey akl-ı beşerin en mübrem ihtiyacatından biri olan vahdet fikrine münafi olmasıdır. Akl-ı beşer vahtede aşıktır; guya bir sadayı hafi daima insanın vicdanına guş-ı canına “vahdet ukul ve eşyanın kanun-ı celilidir” diye nida eder. İşte bir tarafdan bu şevk ve hiddetin galebesi diğer tarafdan da mütenahi ile na-mütenahinin inkarına imkan olmamasıdır ki insanları mes’elenin başka bir suretle halline yani “Panteizm” mesleğinin te’sisine sevk etmiştir. Fil-hakıka mütenahi na-mütenahi mümkün vacib Allah tabiat gibi şeyler vücud-ı vahidin iki muhtelif safhası gibi tasavvur edilebilir; o zaman bunlar iki muhtelif şey olmaktan çıkıp yalnız bir şeyin nokta-i nazardaki ihtilafa göre bir teayyün-i diğerle teayyünü demek olur. Zira insan ne zaman bir imtidad tasavvur edecek olursa behemehal onu diğer bir imtidad ile mahdud olmak üzere tasavvur eder. Tasavvur ettiği imtidadı mutlak olarak tasavvur edemez. O imtidadın mutlaka kendisiyle mütecavir olan diğer bir imtidad ile bu imtidad-ı mütecavirin de kendisini muhit olan diğer bir imtidad ile münasebeti olduğunu tasavvur zaruridir. dadat-ı cüz’iyyenin esası olan na-mütenahi bir imtidadın tasavvuruna sevk eder. mütenahi de bir çok imtidadat-ı mahdudeyi tefekkür ve tasavvur ettirir. Bu’d-ı mütenahi tasavvur edilmeden bu’d-ı na-mütenahi tasavvur edilemediği gibi aksi de böyledir. Şimdi bir de imtidad-ı zamaniyi tedkık edelim: Mahdud olan her imtidad-ı zamani kendisinden daha vasi’ bir imtidad-ı zamani tasavvurunu istilzam eder imtidadat-ı mahdudenin hey’et-i mecmuası da kıdem ezel ebed fikirlerini tevlid eyler. Eğer imtidad-ı zamani fikri ortadan kaldırılacak olursa ezeliyyetin ebediyyetin ne olduğunu bilemeyiz. Ebediyet bir ma’na-yı mücerredden kuru bir sözden ibaret kalır. Zira akl-ı beşer ebediyet-i mahzayı tasavvurdan acizdir. Bir kanun-ı zarurinin hükmüne tiba’an ebediyete mesela hakku’l-vurud bir zaman-ı fikri ilave eder. Şu halde ebediyet zamanı zaman da ebediyeti mutazammın demek olur. Bunlar birbirinden ayrılmaz yekdiğeriyle tahakkuk eder. Ebediyetsiz zaman vehmin bir tasavvur-ı batılı zamansız ebediyet de zihnin bir tecrid-i bi-ma’nasıdır. Bir tarafdan zaman diğer tarafdan ebediyet namlarıyla ayrı ayrı iki şey mevcud değildir. Mevcud olan bir şeyden yani: Zamanda teayyün eden ebediyetle ebediyetten tereşşuh eden zamandan ibarettir. Eğer bu tahlil silsile-i eşyaya da teşmil edilecek olursa alemde müessirsiz bir eserin a’razdan ari bir cevherin vücudu da mümkün olmadığı görülür. Zira evsaf ve a’razdan ari bir cevher teayyünü olmayan bir şey demektir ki ademle beynlerinde hemen bir fark yok gibidir. Cevherlerin birbirinden temayüzü a’razın vücuduna vabestedir. Mevcud teayyün etmelidir. Onun mahiyetinde bir kanun-ı zarurinin indimacı lazımdır ta ki o kanun iktizasınca ta’rif edilememek derekesinden ta’rif derecesine irtika edebilsin. Zira vücud-ı hakıkı ne cevherde ne de araz-ı mahzda müteayyin olmayıp bu iki şeyin gayr-i kabil-i infisal olan müessir tasavvuru da mümkün değildir. Eser fikri ortadan kaldırılacak olursa ortada mübhem bir fikr-i illiyyet kalır ki bu da haricde vücudu olmayan bir ma’na-yı mücerredden başka bir şey değildir. El-hasıl esersiz müessir a’razsız cevher ezeliyetsiz zaman mütenahi ile onun aksi de mevcud olamaz. Mütenahi denilen şey imtidad-ı zamani imtidad-ı mekani hareket yani tabiat demektir. Na-mütenahi de ezeliyet illet-i mutlaka cevher-i gayr-i mütenahi yani Cenab-ı Hak demektir. Binaberin Allahsız tabiat tabiatsız Allah olamaz. Allahsız tabiat bir zıll-ı mevhum tabiatsiz Allah da bir ma’na-yı meyyitten başka bir şey değildir. İstikrar ile muttasıf olan ezeliyetten na-mütenahiden dan bir kanun-ı zaruri iktizasınca la-yu’ad vela-yuhsa mevcudat-ı mümkine ve gayr-i mükemmele mütevaliyen sudur etmekte yine asılları olan Cenab-ı Hakk’a rücu’ eylemektedir. Cenab-ı Hak ile tabiat iki mevcud-ı müstakil olmayıp iki suretle müteayyin vücud-ı vahidden ibarettir. Vücud-ı hakıkı ne gayr-i mütenahidedir ne de mütenahide! Onların ezeli zaruri mümteni’u’l-infisal olan ta’yinlerindedir. Hülasa bir yerde mütekessir bir vahdet bir yerde mütevahhid bir kesret görülüyor! Şarktan Yunanistan’dan Avrupa’dan alınmış olması i’tibariyle bunun la-yu’ad enva’ı vardır. Mesela feylesofun biri tabiat vahdet-i mutlakanın bir cereyanı bir feyezanı diğer biri de Cenab-ı Hak bir cevher tabiat da o cevherin suver-i muhtelifesidir diyor. Yahud mütenahi ile gayr-i mütenahi daha umumi bir ta’bir ile bütün ezdad aslen ve zaten müttehiddir fikrini ortaya sürüyor. “ Panteizm”in suver ve eşkal-i muhtelifesiyle tahavvülat ve terakkiyatında bir hakıkat-i sabite görülüyor ki o da na-mütenahi ile mütenahinin mine’l-ezel birlikte kıyamı tabiatla Cenab-ı Hakk’ın şey’-i vahid olmasıdır. Erbab-ı tedkık dört türlü “Panteizm” kabul ediyorlar. Bunlardan birincisi Revakiyyun ikinci İskenderiye medreselerinin meslekleriyle “Spinoza” “Hegel” meslekleridir. “Revakiyyun” alemde mevcud olan her şeyin maddi cismani olduğunu kabul ile beraber fikriyi gayr-i mütenahiyi de tamamıyla münkir değil idiler. Onların i’tikadınca mevcudat akla karşı tecellisi i’tibariyle akli hisse karşı tecellisi Bu mezheb erbabı: Kainat mer’i münfa’il bir vücuddan müteşekkil bir uzviyet-i cesime ile gayr-i mer’i ve fa’il bir ruhdan ibarettir. Bu ruh kainatın her cüz’üne nafiz her cüz’ünde hakimdir. Menba’-ı vücud olan odur. Her şey ondan zuhur yine ona rücu’ eder. Diyorlar idi. Hakk’a evvelen vücud saniyen akıl salisen kudret isbat ediyorlar. Aklı kudret ve hayata takdim ettikleri gibi her türlü evsafdan ari olan vücudu da akla takdim ediyorlar. kıkat-i ilahiyye vechile nüsk-pezir alem-i şuhud da Hakk’ın suretidir. Fakat alem ile onda zuhur eden hadisat bizatihi nazar-ı nümayiş-i zahiriden başka bir şey olmadığı görülür. Alemin maverasında tegayyürden masun ve aslü’l-usul-i kainat olan ukul vardır. Fakat bunların da vücud-ı zatileri yoktur. Hepsi Cenab-ı Hak ile kaimdir. Ezeli la-yetegayyer olan mevcud-ı hakıkı hıtta-i idrakten haric vahdet-i zatiyyesiyle müteayyindir. tertib üzeredir. İlmin birinci mertebesi his ikinci mertebesi akıl üçüncü mertebesi keşifdir. Kuva-yı zihniyyenin meratibi de his hayal idrak ve aşktır. Hakıkat akılda tecelli eder. Aşk insanı vasıl ilallah eyler. Ruh istila-yı cezebat ile şuur-ı nefsiden mütecerrid ve Cenab-ı Hak’da fani olur. İşte gelince bunların meslekleri birbirinin aynıdır. Ancak “Spinoza”nın cevher dediği şeye “Hegel” fikir diyor. Her şeyi fikirden zuhur yine fikre rücu’ ettiriyor. Bu iki feylesof her ne kadar bazı noktalarda birbirinden ayrılıyorlar ise de gayr-i mütenahi ile mütenahiyi kabul eşyanın bu iki aslını zaruri bir kanun-ı tekamüle tevfikan hal-i vahdete irca’da birleşiyorlar. Buraya kadar icra edilen tarihi akli muhakemat “Panteizm”in mahiyeti hakkında bir fikr-i mücmel vermiştir. Şimdi gelelim bahsin ikinci şıkkına yani “Panteizm”in safahat-ı muhtelife-i tekamülünün bir kanuna tabi’ olup olmadığı bahsine gelelim. Saha-i tecridde cevelan ettikçe bu meslek hayret-efza denecek derecede basittir! Fakat o sahadan ayrılır ayrılmaz o besatat derhal iğlaka münkalib olur. “Panteizm” mesleğinin şu’abat-ı muhtelifesi esas i’tibariyle yekdiğerinin aynıdır. Bir müsellesin iki dıl’ı uzadıkça aralarındaki mesafe açıldığı gibi bu şu’abat-ı muhtelife de vadi-i tekamüle doğru gitmeye başlayınca aralarındaki bu’d tezayüd ediyor. Bunun böyle olması gayet tabiidir. Çünkü her mütefekkirin tarz-ı tefekkürü başkadır. Ma-fevka’t-tabiiyyata aid bir meslek ancak bir şart ile teessüs edebilir. Acaba o şart nedir? Tabayi’-i mevcudatı mevcudat beynindeki münasebatı hasbe ma-yümkin ta’rif ve izah eylemektir. Mesela Cenab-ı Hak tabiat insan ve saire gibi şeylerden suret-i umumiyede bahsden hiçbir şey çıkmaz. Zat ve sıfat-ı ilahiyyeyi tebeyyün eşya-yı mütenahiye ta’yin etmeli yalnız kavaid-i mantıkıyyeye tevfikan tedvin-i mebahis kafi değildir tecaribi; hakayık-ı mevcudatı da nazar-ı Alem-i şuhud yalnız ihsasatımıza karşı tecelli ile kalmaz onun sada-yı anifi daima saha-i vicdanımızda tanin-endaz olur. Aklın kavanini kalbin ihtiyacatı ruhun garib sırr-engiz halatı vardır. Kaffe-i mesalik-i felsefiyyenin bu cihetleri nazar-ı dikkatten dur tutmaması lazım gelir. İşte “Panteizm” bu mebhasde azim müşkilata tesadüf ediyor bu meslek erbabından hiç biri bu müşkilatın iktihamında rusuh gösteremiyor. Panteistler mütenahi ile na-mütenahinin mevcudiyetini tasdik ediyorlar. Bu mebhasde kavanin-i akliyyenin mukteziyatı vicdan-ı umuminin ilhamatıyla vifak-ı tam üzere bulunuyorlar. Fakat insanlar yalnız tabiata inanmak yahud Cenab-ı Hakk’a perestiş etmekle iktifa etmezler. Onlar hayalat meskun bir alem-i tabiata inanmak bir ma’na-yı mücerredden bir işaret-i cebriyyeden hülasa kuru bir isimden ibaret olmayıp hayy ü kadir u fa’al olan bir ilaha iman etmek “Panteizm”in illet-i gaiyesi vahdet yani na-mütenahi ile mütenahinin Cenab-ı Hak ile tabiatin hakıkat-i vahide haline mez? Zira bir tarafdan vicdan-ı umumiyi tatmin için hakıkı bir Allah’ın hakıkı bir tabiatin vücudu lazım geldiği gibi diğer tarafdan da bunları hal-i vahdete irca’ iktiza ediyor. Buna nasıl muvaffak olmalı? Eğer mücerred ve mübhem bir etmeli; isbat edilecek bu sıfatın da hareketi hayatı olmalı. Bu takdire göre gerek bu sıfatın gerek bunlara müteferri’ ta’rifatın kaffesi Allah’dan başka bir şey olmamak lazım geldiğinden tabiat onda indimac ediyor demektir. Mes’ele bu şekli aldıktan sonra yalnız hayat-ı ilahiyye kalıp tabiatten eser kalmaz. Bilakis tabiat için bir hakıkat isbat edilerek mevcudat edilecek olursa o zaman hakıkat-i ilahiyye kuru bir isimden kuru bir işaretten ibaret kalır. Hülasa-i kelam kainat için bir hakıkat isbat edilecek olursa hakıkat-i ilahiyyenin kuvveti azaldılmış olacağı gibi Cenab-ı Hak için bir vücud isbat edilecek olursa alem-i şuhud hiç menzilesine tenzil edilmiş olacağından “Panteizm” bu iki şıkk-ı mütehalif arasında mebhut mündehiş bir halde kalıyor. fatın en muazzamı idraktir. Kainatı dolduran mahlukat bilinmiş anlaşılmış mahlukat da hassa-i idraki haiz olan mahlukattır. Alemde bir idrak-i külli ve na-mütenahi mevcud olduğu gibi bir çok da idrakat-ı cüz’iyye ve mütenahiyye vardır. Bunlar Cenab-ı Hakk’ın zatında tecelli eden idrak-i na-mütenahiyi tasavvur ona perestiş ederler. “Panteizm” bu iki nevi’ idraki tasdike mecburdur. Vehle-i ulada onları inkar etmek de istemiyor. Herkes bilir ki vücudun bir çok metalibi vardır. Bunların hepsi de i’tidale riayet edilmek şartiyle hayat için zaruridir. kullanılacak yahud birbirine zıt bir takım me’kulatı bir araya getirmek gibi kavaid-i sıhhiyye hilafına hareket edilecek olursa hayat için mühlik bir zehir olur. Bundan dolayıdır ki dünyadaki etibbanın kaffesi sıhhat-ı beşeriyyenin yegane medarı cismin metalibinde i’tidalden ibaret olduğunu müttefikan kabul etmişlerdir. Müslümanlık bu kaide-i esasiyyeyi te’sis etmiş; bize tayyibattan hiç bir şeyi tahrim etmediği gibi sıhhata muzır olmayan me’kulatın meşrubatın kaffesini israf etmemek şartiyle– mübah kılmıştır: Müslümanlık’ta zühd hiç bir vakit leziz yemekler nefis meyveler ye[me]mek nefsi her istediği şeyden mahrum bırakmak demek değildir. Hayır; şeriat-i garranın ahkamı hiç bir zaman hayat-ı ictimaiyyeye münafi gelecek measir-i medeniyyeyi temelinden yıkacak böyle bir zühdü kabul etmez. Cenab-ı Hak buyuruyor. Sırası gelmiş iken şunu da söyleyelim ki bizim din-i mübinimiz leziz yiyecekleri tahrim etmediği gibi güzel libasları da men’ etmemiştir. Aleyhissalatü vesselam efendimiz “Kudreti müsaid olanları Cuma günlerinde iş libasından başka temiz güzel bir libas giymekten ne men’ ediyor?” buyuruyor. Müslümanlık bununla iktifa etmiyor belki ni’metine karşı teşekkür makamında olmak şartiyle bizi güzel giyinmeye teşvik ediyor. Aleyhissalatü vesselam efendimiz “Saçı olanlar tarasın. – Cenab-ı Hak güzel libaslı adamları sever” buyuruyor. Bir gün Hz. Peygamber’imizin huzuruna perişan kıyafetli bir adam gelmiş. Aleyhissalatü vesselam efendimiz o adama ne kadar malın var diye sormuşlar. “Hamdolsun Cenab-ı Hak bana malın her türlüsünden verdi” demiş. Bunun üzerine “Allahu Zü’l-celal bir adama bir ni’met verdi mi onun o adam üzerinde eserini görmek ister” buyurmuşlar. Cem’iyat-ı medeniyyede ailenin pek mühim bir mevki’i vardır. Zira ailenin cem’iyete nisbeti efradın aileye nisbeti gibidir. Demek ikincisi salah bulursa birincisinin de salah bulması; ikincisi bozulursa birincisinin de bozulması pek tabiidir. Onun için hukema-yı alem bilhassa asr-ı hazırda bütün himmetlerini ailelerin ıslahına tevcih ediyorlar; aileler nasıl idare edilmek lazım geleceğini halka öğretmekle meşgul oluyorlar. Saadet-i ailenin mevcudiyeti iki şeye mütevakkıftır ki o da ailelerin ma’nevi maddi suretlerde ıslahından aittir. Daha doğrusu medeniyet-i hakıkiyyenin kendisine amir bulunduğu en büyük vecibedir. Biz bundan dolayı aile babasının boynuna iki vecibe yükleriz ki her ikisini kanun-ı hayatın hükmü icabınca ifaya çalışması farzdır. Erkeğin ailesine karşı şu vecibeyi eda edebilmesi iki şeyi şerik ittihaz ederek müstehık olduğu hakk-ı tekrimi ondan diriğ etmemektir ikincisi de yarın kendisi gibi aile sahibi olacak almış olduğu terbiyeye göre hayrına yahud şerrine çalışacağı bir cem’iyet-i beşeriyye a’zası arasına katılacak olan evladının istikbali kendisine mevdu’ olduğunu efraddan biri için koca bir cem’iyeti hem ikbalin en yüksek tabakalarına çıkarmak hem de nekbetin en alçak derekelerine düşürmek kabil bulunduğunu bu neticelerin kaffesi de vaktiyle verilen terbiyenin iyiliğinden yahud fenalığından fenalık şayet terbiyesinin bozukluğundan neş’et etmiş ise aile babasının da mes’uliyette şerik olması icab edeceğini düşünerek ona göre çalışmaktır. İşte medeniyet-i hazıranın terbiye-i ailiyye hakkındaki bütün nazariyeleri şu esaslar üzerine kurulmaktadır. Biz deriz ki: Bu esasları vaz’ etmek hususunda Müslümanlık bütün cihana tekaddüm etmiştir. mevki’-i ihtiram vermeye teşvik eden ehadis-i şerife: Şu iki hadis-i şerif ile ayet-i kerimesi çocukların terbiyesi tehzibi hususunda kadınların büyük bir hisseleri olduğunu isbat için en parlak delildir. miyle mutabık olduğunu göstermek için hadis-i camiini irad etmek kafidir. İşte pek sarih olan şu nass hükmünce her baba ailesini teşkil eden a’zanın her ferdinden ayrı ayrı mes’uldür. Onları ahlak-ı kerime tur. Ta ki ferda-yı kıyamette hadis-i kudsi Yüzlerce erbab-ı vicdan ve insaf lisanlarıyla ve kalemleriyle eserleriyle Cenab-ı Kur’an’a ve mübelliğ-i zi-şanına aleyhisselatü vesselam arz-ı takdisat ve tekrimat ediyor. Ez-cümle bunlardan edib-i şehir Lamartin’in bu ateş pare-i zekanın şu: “Il a fonde sur un livre dont chaque lettre est devennue une loi une nationalite spirituelle qui englobe des peuples detoute langue et de toute race etc” Beyanat-ı hak-cuyanesi üzerinde saatlerce teemmül olunsa yeri vardır. Ba-husus mensubiyet iddiasında bulunduğu milletinin kitab-ı dinine dair olunca bu ehemmiyet kat kat artar. Lamartin veliyy-i ni’met-i alem-i vücud aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretlerinin hayat-ı mukaddese-i risalet-penah-ı a’zamilerini me’murin-i lahutiyyelerinin keyfiyeten zat-ı akdes-i hümayunlarını her cevher-i harfinden bir kanun tanzim olunmak gibi bi-nazir ve bi-misal bir meziyeti haiz olan Cenab-ı Furkan-ı Hakim üzerine ırkan ve lisanen muhtelif akvamdan bir milliyet-i diniyye ve lahutiyye te’sis buyurduklarını söyledikten sonra şu medayih-i takdisatıyla sözlerine hitam veriyor: “Hakim hatib resulullah. vazı’-ı kanun kahraman-ı şirdil fatih-i ekalim-i ukul ü idrak akl-ı selime pek muvafık bir dinin tasvirden münezzeh ve müte’ali bir mezhebin muhibbi ve müceddidi bir saltanat-ı ruhaniyye ve yirmi hükumet-i cismaniyyenin vazı’ ve müessis-i zi-şanı işte Cenab-ı Muhammed!” Bu sözlerin her biri hurşidlere gark olmuş birer cihan-ı hakıkattir ki nazar-ı idrak ve irfan bu avalim-i ulviyye-i hakayıkın rü’yet ve müşahedesinde hayrandır. Güneş karanlıklar Acaba Lamartin söylediği bu sözlerin mevzuat-ı lügaviyyesini hiç de düşünmeyerek söz olsun diye mi kaleminden döktü? Şüphesiz ki hayır! Bir Kitabullah ki bütün hakayık onun muhit-i lahutisi nun vücuda getirilebilir; bir hüccet-i baliğa-i Samedaniyye ki bugün sıdkına gayr-i mü’minleri bile şehadette bir ıztırar-ı vicdani içinde çırpınıyorlar. Bir mihr-i ezel ki garbın afak-ı zeka ve irfanında kendi kendine şa’şaa-paş-ı tulu’ oluyor… Ey o ne insafsızlık ne vicdansızlık ne idraksizlik ne ruhsuzluk ne zavallılık ne biçareliktir ki o nur deryasının içinde doğmuş iken zulmete münkalib olsun da ayrılmasın! Bir Fransız Hıristiyanlığıyla Katolikliğin hissiyle Cenab-ı Muhammed’i aleyhissalatü vesselam cihan-ı insaniyyetin yegane medar-ı mefhareti veliyyü’n-ni’meti nazarıyla baksın Osmanlılara mahsus bir tarih yazmak lüzumu karşısında ser be-sine-i itaat olarak onda bu sözleri söylesin; sonra biri de bir müslüman bu hazine-i la-tefna-yı saadetin hiç de yüzüne bakmak bile hatırına gelmesin de Avrupa medeniyetiyle garbın kemalat-ı ma’rifetiyle iftihar etsin; Ali bin Ebi Talibler Halid bin Velidler Ubeyde bin Cerrahlar Musa bin Nusayrlar Tarıklar Selahaddin-i Eyyubiler Fatihler; Selimler; Kanuniler her biri mezaya-yı insaniyyenin birer mecmua-i maalisi olan e’azım-ı hıyar-ı ümmeti bıraksın da İsveç’in Şarlıyla Avusturya’nın Fransa’dan matrud Öjeniyle Fransa’nın Bonapartıyla tezyin-i lisan etsin! İbni Sinalar Farabiler Gazzaliler İbni Rüşdler Fahr-i Raziler Sa’diler Hafızlar gibi asar-ı celileleri bütün Avrupa kütübhanelerinin ta üst tabakat-ı ihtiramında bulunan efahim-i hükema-yı İslam’a bedel Almanya’nın Şiller’ini İngilizlerin Şekspirlerini Fransızların Rusolarını İtalya’nın Galilelerini göstersin! Maksad: Eğer insaniyeti ta’zim medeniyeti tekrim ise bunlar bizimkilerine nisbet bir vücudun gölgesi makamında kalırlar. Medeniyet arayiş ve ihtişamı sırf maddiyata münhasır kalan şu gözlerimizi kamaştıran terakkıyatından ibaret kalır. Belki bu elli asırlık medeniyet fazl-ı takaddümle medeniyet-ı hazıraya bir hakk-ı rüchan da’vasında bulunmaya bile hak kazanır. Medeniyet bir vücud ise onun ruhu ahlaktır. Ahlak olmayınca medeniyete insaniyetin vücuduna sarılmış milyonlarca ebna-yı beşerin kanını emen yedi başlı bir ejder demek en doğru bir tasvir-i hakıkat olur. İşte medeniyetin Girid’de gösterdiği keramet! Orada esir biçare kalan bir avuç canavarlarına paralattırıyor da kendisi tatlı tatlı seyr ediyor; ehl-i salib devirlerine engizisyon vahşetlerine taş çıkartıyor. Keşke insanlar kalaydılar da bari şu medeniyet sözünü olsun mazlum kanıyla lekedar etmeseydiler! Giridi Sırrı Paşa merhum diyor ki: Beyrut Valiliği’nde har eder; siz de ebna-yı Arabdansınız; şu halde siz kiminle vesselamı göstermeye mecbur olacaklarını söylemiş. Bu hıristiyan Cenab-ı ruhullahın –haşa!– uluhiyetine kail iken yine kavmiyetini takdisde tereddüd etmiyor. İnsaf! Ben Arnavutluğun sivri bir dağ tepesinde doğmuş bir Arnavud evladıyım. O kahraman Osmanlılar o cihangir Türkler memleketimi feth ettikleri gün cedd-i a’lam bu şir-i nerlerde gördüğü mekarim-i ahlak ve mehasin-i ef’ale –ki uluvv-i diyanet feyz-i İslamiyet’dir– hayran olmuş. İncil’i bırakmış boynundaki salibi çıkarıp atmış coşkun birer dere gibi gözlerinden yaşlar dökerek koşmuş. Cenab-ı Kur’an’ın huzur-ı uluvviyyetinde cebin-say-ı iman olmak saadet-i ebediyyesini halde vücudu serapa bir ra’şe-i ihtiram içinde zangır zangır titreyerek yed-i yemin-i takdisine almış bi’d-defeat öpmüş öpmüş başına koymuş. Ailesi bütün köy halkıyla beraber çapalara kazmalara sarılmış; o sahte o yalancı ma’bed-i teslisi ta temelinden yıkıp onun yerine nam-ı akdes ve a’la-yı Cenab-ı Muhammedi’ye aleyhissalatü vesselam bir cami’-i tevhid bir ma’bed-i temcid vücuda getirmiş! Kendini Osmanlılara o rütbe minnetdar o derece medyun-ı şükran görmüş ki Osmanlı nam-ı paki yad olundu mu o bir mücessem-i ta’zim! O bir canlı tekrim! Niçin? Korktuğundan mı? Hayır! Hayır! Korkaklık Arnavudluk’dan korkar cebanet meskenet o unsurun tinetinde yer bulamamıştır. Belki saye-i ulviyyetinde şeref-yab-ı tevhid ve iman olduğu için……! Saadetli ceddim cami’-i şerifi ikmal etti. Henüz abdest nedir namaz nedir bi-haber? Osmanlı fatihleri cami’-i şerife doluyorlar en ileri safları teşkil ediyorlar. Ceddim ise ihvan-ı karyesiyle en geride kapı dibinde. Boynu bükmüş sırf gazileri taklid ediyor. Veliyyü’nni’met-i din ve imanımız olan o mücahidinden lisanımıza vakıf bir zat kalkıyor. Bize şu sözleri söylüyor: “Ey bizim din kardeşlerimiz! İşte burası bir olan Allahu ekber namına bizim hakıkı bir ibadethanemiz mukaddes secdegahımızdır. Beş vakitte ba-husus her haftanın Cumasıyla senede iki bayramımızda burada toplanır şu gördüğünüz vechile Allah’ımıza taparız. Kulluk ederiz. Burada Türklük Arnavudluk yok. Burada İslamiyet var. Kardeşlik var. Birlik var. Dünya ve ahiret saadetimiz burada. Buraya gelmez burada toplanmaz birimizden soğuruz. Kuvvetimiz gider şevketimiz söner. Düşman gelir burasını çiğner. Sonra bu cami’ yıkılır yine kilise olur. Bir de bundan sonra karılarınız eskisi gibi açık gezmeyecekler. Kur’an’ ımız onları örtü altına alıyor. Kendilerini zinetlerini na-mahrem gözlere göstermemelerini emr ediyor. Kadınlar ırzdır. Namusdur. Onları muhafaza etmek erkeklerin en birinci vazifelerinden biridir. Dinimiz Allah dinidir. Kur’an’ ımız Allah kelamıdır. Bu nasihatleri sakın unutmayınız!” İşte benim pederimden dinlediğim bu sözlerdir. Babadan evlada en mukaddes en kıymetdar bir miras olmak üzere bana kadar gelmiştir. Bu bizim kulağımızda küpedir. Evladıma da bırakacağım miras-ı ruh budur. Benim cedd-i a’lam ki bir köylü bir bedevi Arnavuddur. Şu hiss-i takdirine şu feyz-i idrakine şu zevk-i imanına bakılsın da insaf olunsun insaf…! varisim. Arnavud kanı Fransız südüyle karışmamış; İngiliz memesini emmemiş. O kadar saf ki her damlası bir cevher-i merdi! O kadar pak ki her katresi bir şerare-i kahramani olur besasından dönmez. Hak yolunda hakıkat uğrunda şehid olmayı kefen yerine al kanlarına bürünmeği kendisine cihanlar değer bir şeref-i azim bilir ve daima bununla fahr eder. gelmiş Cenab-ı Kur’an -ı Hakim’i hıfzına almış ruhuna nakş etmiş ilm-i din-i Muhammedi’yi fıkhı tefsiri hadisi okumuş olan nesl-i ahiri nasıl olmak lazım gelir? Bu hiç ta’rif ve tasvire sığar mı? O miras-ı ihtida o mukaddes hiss-i iman şimdi hafidinin sinesi içinde daima mütemevvic bir bahr-i tufan-hiz! Arnavudluk kanımda ise Osmanlılık vicdanımda. diyanetim o çünkü insaniyetim o çünkü hakıkatim o çünkü fıtratım o çünkü ebedi sermedi saadetim o! Osmanlılar bana fıtratımı ahsen-i takvim-i hilkatimi o mir’at-ı tevhidde o ayine-i tahmidde gösterdiler. Beni düşmüş olduğum esfel-i safilin-i hüsrandan çekip kurtardılar; arş-ı a’la-yı imana çıkardılar; binaenaleyh onlara bütün safvet-i vicdanımla bütün samimiyet-i kalbimle bütün ismet-i ruhumla ilel-ebed minnetdarım o fatihan-ı hidata ferda-yı kıyamette huzur-ı ahkemü’l-hakiminde bile medyun-ı mahmidet ve şükranım. Fakat Cenab-ı Kur’an -ı Hakim’e fedayım! Kurbanım! vermeyen kimsede görmek istemeyen İngilizler gibi hodbin hod-perest bir milletin efrad-ı mümtazesinden bir fazıl o ta’azzum-ı millisiyle o gurur-ı medenisiyle beraber: Diyor! Vicdanın nasırlanmamış aklın çarpılmamış ruhun ölmemiş ise düşün! Düşün ki bu ne demektir? Fransa fudala-yı ulemasından Kont Henri Dukastri’nin L’İslam namındaki eser-i kıymetdarını al da bak! Bilhassa . sahifesindeki har ateşin sözleri oku! Risalet-i kübra-yı Muhammediyyeyi olduğunu ikrar etmeyenleri namus-ı insaniyyet namına munsıfane teemmüle i’tiraf-ı hakka da’vet ediyor. Namus-ı Bu bir Fransız “kont”u mu yoksa din-i celil-i İslam’ın müdafi’i kahraman bir ibni “Rahmetullah”ı mı? ruhu tufan-ı heyecan içinde gaşy olup gitmez? Meğer ki o kan irine tahavvül etmiş olsun! Meğer ki o ruh bir nefh-i ilahi değil bir nefs-i şeytani eseri olsun! Muhterem kont eserinin . sahifesi haşiyesinde “Garblıların Kur’an -ı Hakim’in mezaya-yı lahutiyyesini takdir edebilecek hissiyat-ı ulviyyeden pek azına malik olup bununla o kitab-ı mecidin cazibe-i huş-ruba-yı zahirisini –ki Avrupalıların zevk-i ırkılerine muhalifdir– tahammüle kifayet kafi olmadığı cihetle bu ma’luliyet-i ruhdan Kelamullah’a bir gune nakisa terettüb edemeyeceğini…” beyandan sonra Jan Jak Ruso’nun Essai sur’l origine des langues ünvanlı te’lifinden şu fıkrayı nakl ile tenvir-i müddea ediyor: “Lisan-ı celil-i Arab’a biraz vukufu olan Kur’an -ı Hakim’i hiss-i ezel ona öyle cazibedar ibtisamlarıyla ruhunu garik-ı nevaziş eder ki –eğer o üslub-ı bedayi’-nümunuyla o belagat-i hıred-fersasıyla Cenab-ı efsahü’r-rüsülün aleyhissalatü vesselam idrakleri gaşy eden lisan-ı ulviyyetinden –ki kalbden evvel sami’ayı raksan eder– her ayet hükmü “la-yenkatı’” vicdana kıvılcımlar yağdırır işitse “Ey peyamber-i a’zam! Ey Resulullah! Bizi ka’be-i şan ü şerefe Hak yolunda kurban olmak için şehadet meydanlarına ihda ve isal buyur! Biz senin düşmanlarını kahr etmek yahud bu uğurda can vermek istiyoruz! Diye bir sayha-i vecd-averane kopararak secde-i imana kapanır!” Sanki olabilir? Birkaç ruhsuzun Kur’an-ı Hakim’e arka çevirmesiyle o talibsiz sahibsiz mi kalır? O güneştir. Cihan vicdan ve idrakin hurşid-i envarıdır. Sen pencerelerini kapar zalam-ı hüsran içinde oturursan kime kahr edersin? Zararı güneşe mi sana mı? Aksa-yı şark ve garbdan yüz binlerce pencereler açılır envar-ı füyuzundan onlar istifaza ederler! Kur’an -ı Hakim bir lisan-ı istiğna ile buyuruyor: Ey mü’minler! Sizden her kim dininden irtidad ve irtica’ ederse o gibiler bilmiş olsunlar ki zararı yine kendilerinedir kendi öz elleriyle kendi kalblerini hançerlemiş intihar etmiş olurlar. Onlar görürler elbette Allah sava’ik-ı kahr-ı celaliyle onları yerin dibine geçirir; onların yerine bir kavm-i diğer getirir. Allah onları sever: Eltaf-ı bi-payanını onlara ibzal eder. Onlar da Allah’ı severler: Emrinden bir zerre harice çıkmamaya nehyinden son derece ictinab etmeye çalışırlar. Mü’min kardeşlerine hak-i pay olurlar. Kafirlere ise birer seyf-i meslul-i kahr u intikam kesilirler. Felsefe ise netayic-i mezkureyi tefekkür ve teemmül eder. Hülasa fennin metodu “ameli” ve felsefenin metodu “nazari”dir. Fen ve felsefe metodlarının başkalığı neticelere de yede müşahede olunan ayrılıklar da fen ile felsefeyi birbirlerinden pek güzel tefrik edebilirler. Fil-hakıka bir hadise fennen tedkık olunduktan sonra ondan bir netice kanun sıhhati de tahkık edilmiş olur. Çünkü aynı usul tekrar tatbik edilerek daima aynı neticeler tini isbat her vakit için mümkündür. Fakat tedkıkat-ı felsefiyyeden istihrac olunan netayicin sıhhatini isbat edecek ikinci bir tahkıkten vérification artık bahs edilemez çünkü bu ikinci surette isbat-ı fenni derecesi tecavüz edilmiş ve nazariyat-ı felsefe sahasına girilmiştir. Bu nazariyelerin hakıkate mutabık olabilmeleri muhtemeldir. Fakat sıhhatlerine dair hasıl olacak iştibahı dafi’ hiçbir delil serd olunamaz. Demek ki netayic-i fenniyye kat’i olduğu halde netayic-i felsefiyyede tereddüd mümkündür. Fen ve felsefeyi tamamıyla tefrik edebilen en esaslı fark ber-vech-i atidir: Fen ve felsefe ne derece terakkı ederlerse etsinler aralarında her vakit bu fark mevcud olabilir: Fennin matmah-ı nazarı tabiati bulunduğu vechile tedkık etmekten ibarettir. Netice-i tedkıkatın şahsiyet-i beşeriyyede hasıl edeceği teessürata bırakabileceği izlere karşı fen büsbütün la-kayd kalır. Yani fen mümkün olduğu kadar gayr-i şahsi olmaya sırf mübasarat ve alem-i harici ile alakadar bulunmaya sa’idir. Fen hiçbir vakit tahassüsat-ı beşeriyyeye aid mes’elelere karışmamıştır. İnsanların arzularına mukadderatına saadet ve felaketlerine karşı daima bigane kalmıştır. Fen nazarında mecmua-i alaimden başka bir şey değildir. Şu halde fünun-ı müsbete insanların ahval-i batıniyye ve temayülat-ı zatiyyelerinden asla bahs edemez. Çünkü fen bunların tedkık ve izahına kadir değildir. ve icabında bunları ta’dil tevcih ve hareketlerini tanzim edebilecek –fünun-ı müsbetenin gayri– diğer bir ilme ihtiyac-ı kat’i vardır. bariyle fünun-ı müsbetenin saha-i mütalaa ve tedkıkine girdiği gibi “beşeriyeti” nokta-i nazarından da felsefenin daire-i tenkıdine dahil olur. Felsefenin saha-i tedkıkinde merkez-i esas “insan”dır. Fen tabiati tersim edilmesi lazım bir levha şeklinde telakkı eder ve tasvirine çalışır. Felsefe ise tabiatı içinde “insan” yaşadığı için ve o nokta-i nazardan tetebbu’ eder. Şu halde faaliyet-i hayatiyyenin mümkün olduğu kadar semeredar olabilmesini te’min edecek kavaid-i umumiyyeyi bize ancak felsefe öğretebilecek demek olur. Yukarıdan beri zikr ettiğimiz farklar fen ile felsefe arasında bir takım revabıt ve münasebat-ı amika bulunmasına mani’ değildir. Felsefe’nin netayic-i fenniyyeyi tecavüz ettiğinde şüphe yoktur. Fakat bu tecavüz daima netayic-i fenniyyeyi ta’kıben ve yine onlara istinaden vuku’a gelir. Felsefe her ne kadar tamamıyla usul-i fenniyi methodescieutifique ta’kıb edemezse de mümkün olduğu kadar bu usulden ayrılmamaya mecburdur. Çünkü usul-i fenni haricinde vüsuk ve hakıkat aramak abesdir. Fen ve tecrübenin saha-i rasininden çıkılırsa muhayyilenin daire-i vehmiyyatına sukut edileceği şüphesizdir. Böyle bir sukut pek müdhiş ve pek tehlikeli olur. Mesalik-i felsefe-i ma’lume müessislerinin hemen hepsinin aynı zamanda eazım-ı erbab-ı fenden olduklarında şüphe yoktur. Asar-ı metrukeleri bu babda birer şahid-i payidardır. Eflatun Aristo İbni Sina İbni Rüşd El-Kindi Farabi Galile Dekart Bacon Newton Labnic Spinoza Kant ….. gibi feylesoflar zamanlarındaki erbab-ı fennin pişvası idiler. Bu zatlar mesalik-i felsefiyyelerini esasat-ı fenniyeye istinad ettirmeye çalışmışlardır. Tedkıkat-ı felsefiyyede fenden ayrılmak usul-i fenni haricinde bir tarik ta’kıb etmek vehmiyyat-ı gayr-i ma’kule usul-i fenniyi ta’kıb etmelidir iddiasında bulunmuyoruz. Böyle bir iddia gülünç ve ma’nasızdır. Demek istiyoruz ki: Felsefe usul-i fenniyi ta’kıb edemediği ahvalde hiç olmazsa mantık ve intikadat-ı serbestaneden ayrılmamalıdır. Yani felsefede mebde’-i tetebbuat her halde netayic-i fenniyye kanunlar olmalıdır. Felsefede bir teceddüd fikri husule getiren eazımdan Vanini Leonar Vinci Galile Bacon Dekart ve Paskal bu usulü ve bu esasları ta’kıb eylemişlerdir. Felsefe zeka-yı beşerin huzemat-ı nevvaresiyle lem’adar olabilen her nevi’ mebahisi tedkık edebilir. Edille-i mukni’a leri badi-i tereddüd olan mesailin derece-i sıhhatlerini muvazene ve takdir eder. Bu iki şık haricindeki mesail felsefe nazarında daima bir rida-yı iştibah altında mestur kalır. Felsefe’nin mevzu’ usul ve netayicinin kıymeti i’tibariyle fünun-ı müsbeteden ayrılmış olduğunu gördük. Filhakıka felsefe fünun-ı saire gibi bir fenn-i hususi bir fenn-i münferid değildir. Fen science kelimeleri ma’na-yı mevzu’unda isti’mal edilmemek şartıyla felsefeye fenn-i umumi fenn-i mutlakiyet scieucedel’absolu ve fenn-i fünun scieucesdes scieuce namı verilebilir. Eflatun mahiyat-ı gayr-i mer’iyyeye tealluku i’tibariyle felsefeyi fenn-i gayr-i mubsırat science de l’invisible ünvanıyla yad ediyordu. Aristo ise “Felsefe; ilk prensiplerle ile’l-i gaiyyeden bahs eder bir ilimdir” demişti. Felsefe hakkında şimdiye kadar serd edilen muhtelif ta’rifler bir suret-i amikada tedkık olunursa hepsinin tahtında bir mefhum-ı müşterek bir esas-ı müttehid gizlenmiş olduğu görülür: Bir fikr-i felsefi ta’mık edildiği vakit zihne daha umumi diğer bir fikir tebadür eder. Şu halde hakıkate karib olmak üzere felsefeyi umumiyetlerin taharri ve tedkıki yolunda ta’rif edebiliriz. Bu umumiyetler ilk nazarda keşf olunamazlar. Hatta bunların ekseriya zevahir-i evveliyyeye tamamıyla zıt ve mukabil bulundukları görülür. daima ta’mik ve istiknah müradifi olarak kullanılır. Tarih; zahiren ef’al-i şahsiyyenin rabıtasız bir tevalisi gibi görünür. Tarihi bir feylesof gibi tedkık etmek için vakıat-ı tarihiyyeden avammın alabildiği fikrin maverasına geçmek ve ef’al-i şahsiyyenin actesinbivibuels gizli yanlarını birer birer sökmek icab eder. Fakat kavanin-i amika-i felsefiyyeye destres olabilmek için bu kanunların birer timsali veya netayic-i hususiyyeleri olan zevahir ta’mik edilmeledir. Eflatun’un felsefeyi “fenn-i gayr-i mubsırat” ve Aristo’nun “ilk prensiplerin son illetlerin taharrisi” yolundaki ta’rifleri bu mütalaaya ibtinaen serd edilmişlerdir. Ma’lumat-ı felsefiyye zevahirat-ı evveliyyenin maverasında bulundukları cihetle vehle-i ulada idrak olunamazlar. Bir sa’y-i fikriye arz-ı iftikar ederler. Fil-hakıka usul-i felsefiyyenin mebniyyün-aleyhi “tefekkür”dür. Taharri-i felsefi cümlesi tahtında daima tefekkür mefhumu mündemicdir. Şu halde usul-i felsefi sözünün ma’nasını “taharri-i felsefi” cümlesi pek güzel izah edebilir. Fakat insandaki bu sa’y-i ta’mim sa’y-i ta’mik ve sa’y-i tefekkürün sebebi nedir? Şüphe yok ki bu sebeb beşeriyette tedricen inkişaf eden bir sevk-i tabii-i tecessüsiden başka bir şey değildir. eder her şeyin hakıkatini anlamak ister. Enva’-ı hayvaniyyede bile –kıyas kabul etmeyecek derecede dun olmak üzere– böyle bir sevk-i tabii bulunması muhtemeldir. linde kalmaya razı olmamışlardır. ettiği şeyin niçin öyle olduğunu da anlamak ister. İstizah ve dır. Demek oluyor ki sa’y-i felsefiden maksad eşyayı izah ve istiknah edebilmektir. Ta’mim tedkık teemmül ve tavzih ise sa’y-i felsefinin şerait-i lazimesinden başka bir şey değildir. Fakat bu kelimelerin ibham-alud olduklarını i’tiraf etmek olmalıdır. Halbuki bu kelimelerin mefhumları muarrefin kaffe-i efradına şamil olurlarsa da i’tibarını mani’ olamazlar. Fi’l-hakıka taharriyat-ı fenniyye de kamilen tefekkür ta’mim ve izah ve ta’miktan ibarettir. Şu halde yukarıda zikr ettiğimiz farklara rağmen fen ile felsefe müttehid olmaları lazım gelmez mi? Ta’bir-i diğerle felsefenin şu kelimelerin mefhumundan anlaşılan ma’nası; pek vasi’ ve pek şümullü olmuyor mu? Pek çok zamanlar ve belki on sekizinci asır nihayetlerine kadar sa’y-i felsefi; istiknaf ta’mik ta’mim ve tefekkürden ta’rifler hakkındaki şartın yalnız birinci şıkkı nazar-ı i’tibara alınıyordu. Yani fünun felsefe içinde dahil addolunurdu. Yunan-ı kadimde ve hatta bütün kurun-ı vüsta müddetince aşağıda zikr edeceğimiz vechile hükema-yı İslamiye ilk evvel fenn-i felsefeyi tefrike teşebbüs eylemişlerdir fen felsefe birbirlerine karışmıştı. Devr-i teceddüdü müteakıb ve bilhassa Dekart’dan i’tibaren fen ile felsefeyi tefrik için bir fikir uyandığı görülüyor. Maamafih Dekart meslek-i felsefisi fen ile felsefe arasında pek sıkı revabıt ve münasebat bulunduğuna kani’dir. Felasife-i kadime birbirlerinden farklı iki istikamet ta’kıb eylemişlerdir. Muhtelif feylesofların mesalik-i hakimeleri ile aynı bir hakimin mütenevvi’ mevzu’lara dair yürüttüğü mutala’aların mukayesesi esnasında bu hakıkat açıktan açığa nazara çarpar. Birinci istikamet münferid vak’aların tedkıkine ikinci temayül de hey’et-i umumiye-i kainatı istiknaha müteveccihdir: Beyyinat ve bati bir surette hakayık-ı barideyi arayan fennin yanında seri’ ruh-nüvaz bir şevk ile bütün hakıkatleri elde etmeye yeltenen kainatın düstur-ı kat’isini bulmaya çalışan felsefe görülüyor: Tales tarafından husuf ve küsuf esbabının izahı Fisagoras’a leri Eflatun Odokes Eudocse Arşimed Hiyeron Hieron Musa biraderler gibi zevatın riyaziyat ve hendeseye dair olan mesaileri; Hipokrat Galiyen Selse Celse ve Vitruve Vitruve Cabir ve Razilerin taharriyat ve tedkıkat-ı tecrübiyyeleri bunların hepsi sırf fennidir. Bilakis kainatı edilen unsur-ı nari elemeutigne nazariyesi Fisagor’un aded Aristo’nun fikir Concept Demokrit ve Epikür ile mütekellimin-i sefidir. Bugün saha-i fennin pek ziyade esrar-alud ve karışık olan felsefe sahasıyla karışmamasına i’tina ediliyor. Bu iki saha fasl-ı müşterekinin bir tarafında kat’i ve muayyen bir usul tahtında mütevali taharriyat icra ediliyor; diğer tarafında ise eşyanın mahiyyetine menşe’ ve gayesine dair faraziyat hüküm-ferma oluyor. Fakat şu iki sahanın hudud üzerinde bir fasl-ı müştereke malik olduklarını unutmamalıdır. Şu halde fenle olan bu münasebet gözedilmek şartıyla diyebiliriz ki felsefe en yüksek –veya ta’bir caiz ise– en umumi mutlakiyetleri zevahirden en uzak tavzihatı taharri ile meşguldür. Yani fenne taharri-i umum dersek daha ileri giderek felsefeye de taharri-i mutlak diyebiliriz. Fen zevahir-i adiyyeyi tedkık ediyorsa felsefe bu dereceyi de geçerek eşyayı istiknah etmek istiyor. Fen ma’lumat-ı adiyye ve fıtriyye sjontaneite yerine te’akkul ve muhakemeyi ikame ediyorsa felsefe de muhakemat-ı fenniyyeyi ta’mika çalışır. Fen vak’aları izah ediyorsa feslefe de bu izahatı daha ziyade derinleştirerek asl-ı fenni tavzih ediyor. Maamafih terdidlerden felsefe için çıkarılacak ta’rif bir kat’iyyet-i tammeyi haiz değildir. Fakat çıkarılacak bu ta’rifi bir ta’rif-i müstahzar gibi telakkı etmekte de hiçbir beis yoktur. Çünkü her taharri kendisini tahdid eden bir ta’rifle başlar kendisiyle neticelenen diğer bir ta’rifle nihayet-pezir olur ta’rifat-ı müstahzarada aranılacak vasıf muarrefini tanıtması onu ağyarından temyize medar olabilmesidir. Çıkarılacak ta’rif ise bu evsafı cami’dir. Midilli İ’dadisi Müdiri Derd-i maişet mübareze-i hayat bir çok dindaşımızı vatanını ailesini bırakarak uzak ecnebi memleketlerde çalışmaya sevk ediyor ailesinin ve ahfadının saadetlerini te’min Onları hep tahsin ederiz. Esasen İslamiyet’in metin ve gayet muhkem esaslar üzerine kurulmuş olan ahkamı insanlara çalışmayı bütün kudretle çalışmayı emr ediyor… Te’min-i ihtiyacat ve hayat zımnında memalik-i ecnebiyyeye giden ihvan-ı dinimiz ne kadar uzaklara gitseler onları her an düşünmek bizler için en mühim vezaif-i mukaddesedir. Memalik-i ecnebiyyeye giden dindaşlarımızın ekserisi; Anadolu’dan ba-husus Ma’muretülaziz vilayetinden Erzurum ve Kiği’den Rumeli’nin muhtelif cihatından Adalardan [İ]zmir havalisinden İstanbul’dan ve Suriye’den hicret eden ekserisi maddeten ve ma’nen fakır kimselerdir. Zan ve te’min edildiğine göre bu muhacirlerin adedi yarım milyona baliğ olmaktadır. Son zamanlarda arz edilen sa’ylere fevkalade mükafatlar yevmiyeler veren Amerika kendisine İslamlardan da bir çok kimse celb eyledi. Amerika’dan başka Afrika’nın ve Asya’nın muhtelif ve Avrupa’nın bazı kalabalık mevakiinde yaşamakta bulunuyorlar. di gayr-i ma’lum bir çok halk da yine ihtiyacat-ı zaruriye zımnında saydığımız memleketlerde yaşıyor. Memleketimizden çıkan ve senelerce oralarda kalan bu muhacirin-i İslamiyye her ne kadar vatanlarına ve makam-ı Hilafet’e tamamıyla merbut ve salabet-i diniyyeleri yerinde ve ara sıra memleketlerini ziyarete gelir kimseler iseler de her halde vaz’iyetleri nazar-ı dikkate alınacak bir mes’eledir. Memalik-i ecnebiyyede köyler mahalleler bile teşkil eden bu İslam muhacirlerinin vaz’iyet-i diniyyelerini düşünerek yat-ı fikriyye ve iktisadiyyelerine hizmet etmek onlardan gelecek ensalin terbiye ve salabet-i diniyyelerini te’min eylemek ve atiye müteşebbis ve fa’al İslamlar yetiştirmek için bütün İslamların ba-husus mütefekkirin-i İslamiyyemizin fevkalade çalışmaları belki hayatlarını vakf eylemeleri lazım geleceği tabiidir. Kafkasya’da Rusya’nın şarkında Sibiryalarda Tunus’da Balkan’da Afrika ve Asya kıt’asında din-i mübin-i Ahmedi epey zamandır İngiltere ve Amerika memalikinden.. Avrupa vasat ve cenublarından.. Ortodoksluk aleminden Protestan Katolik Ortodoks rahibleri ihracatı gittikçe çoğalmaya başladı. Memalik-i İslamiyye’de ötede beride çok masraflar servetler sarfıyla te’min-i mevki’ etmeye çalışan bu misyonerler herhalde nazar-ı dikkate alınmaya şayandır. Maksadının husul bulduğunu görmek için bunlar o kadar fedakarlıklar sarfıyla çalışıyorlar biz ise bu sebatlara sa’ylere karşı ta’annüd edercesine donuk ölmüş kansız ruhsuz kalıyoruz; Hıristiyanlık alemi din için çalışırken biz uykuya yatıyoruz… Bu misyonerler içinde en çok çalışan Protestan ve Katolik takımları ki artık köylere kasabalara her yerlere dağılmışlar… Bir misyoner doktordur eczacıdır hastası olan fakır bir köylüyü tedavi ediyor eczasını yapıp veriyor. Çiftçi olana çiftçiliği çok kazanmanın yolunu öğretiyor. Çocuğu bulunanın çocuğunu açtığı mektebe kabul ediyor. Ve orada çocuğa san’at ziraat her şey öğretiyor. Şayan-ı merhamet olanın müşkili olanın imdadına yetişip maddeten ve ma’nen menafiine hizmet ediyor. Elbet bu misyoner bu kadar hidematı beklediği bir menfaate mukabil yapıyor ya muvaffak oluyor menfaate nail oluyor veyahud intizar eylediği menafie nail olacağına dair esaslar izler görüyor hazırlıyor… O halde bizim muannidane ataletimize mukabil onların sa’y-i mütemadilerindeki menfaat ve muvaffakıyet neşeleri bizler için en müdhiş zehirdir. Kafkasya’da bilmem nerede burnumuzun pek yakınında birkaç köy kilise çanları takmış denilince eyvahlar çekileceğine ye’sler telehhüfler ifşa edileceğine kahvehane köşelerinin mek canlanmak daha ma’kul bir harekettir. Misyonerlerin yeni teşkilatına mukabil bizlerde bir sa’y olacak olsa gayet ulvi ve mukaddes olan ahkam-ı din-i mübinimiz sayesinde o muvaffakiyatın yüzde iki yüz üç yüz yine ve hatta daha ziyadesine malik oluruz. Biz İslamlar elhamdülillah İslamiyet gibi bir dinle müşerref olmuşuz; fakat Cenab-ı Hakk’ın bu lutf u inayetinden istifade için hem-cinsimizi de şeref-yab etmek için çalışmakta pek afv olunmaz kusurlar ediyoruz. Dünyada her fikre vücud getiren teşebbüsdür. Bugünkü ufak bir teşebbüs yarının büyük muvaffakıyeti parlaklığıdır. Öyle ise yarın hatta bir saat sonra şa’şaaya sahib olmak Bazı memlekette misyoner cem’iyetleri ne kadar metin ve emin esaslar üzerine yapılmıştır. İşte o esaslar nazarlar önüne konularak İslamiyet’in kavi ve muhkem kanunları kavaid-i mahsusa ittihazıyla bizler “Mürşidin Cem’iyeti” namı altında cem’iyetler teşkil etmeye ve bu cem’iyete hayatını mevcudiyetini bu iş için feda etmiş veyahud ömrünün bir kısmını te’ali ve tevessü’-i İslamiyet için vakf etmiş a’zalar kayd etmeye çalışmalıyız. Mürşidlik bir san’at-ı mahsusadır. Bu san’atı öğrenmek bilmek de lazımdır. Bu cem’iyete dahil olanlar evvela bu san’atı ilmi öğrenmek için çalışmalı; bütün kudretiyle vakıf olmalıdır. Bir mürşid tabib de çifçi de olabilir; fakat bir mürşid her meslek vakıfı olmakla beraber ilk evvel din-i mübin-i velhasıl kaffe-i ulum-ı diniyeyi az çok bilmelidir. Maddi ve ma’nevi her türlü hidematı ifaya kudreti olan bir mürşid her yerde muvaffak olur. Geçen sene Japonya’ya gidip az bir zaman ikamet eden şayan-ı hürmet bir mürşidimiz Abdürreşid Efendi Japonya’da din-i mukaddesimiz gibi ali ve her akılın kabul edeceği bir dini her milletin de kabul edeceğini söylüyor. Fakat bir şartla: Çalışmak ile; sebat etmek ile… Dün Japonya’da İslamiyet birkaç kelime iken bugün tevessü’ ediyor hatta İslamiyet’den bahis bir de orada Japonya’da bir gazete çıkıyor…. Memalik-i ecnebiyyede bir çok vatandaş dindaşlarımız Asya’da Afrika’da Avrupa’da Avusturalya’da daha ötede beride milyonlarca din kardeşlerimiz başka dinler içinde kalırken ve onlara sebatkar ve fa’al bir takım misyonerler tarafından başka din telkın edilirken bizlerin hala durması ve o hususi sa’ylere mukabil hususi bir hey’et-i mürşidin teşkil edilmemesi bizler için ayıbdır. Bir vakitler teşkili için ekser tarafından arzular hahişler gösterilen mürşidin hey’etinin teşkil ve vazifeye başlamaları zımnında mütefekkirin-i kiramımızın tekrar nazar-ı dikkatlerini celbi bir vazife-i mukaddese addederim. Bu işle uğraşmak için İslamiyet’i milliyeti gençlere düşüyor… Osmanlı inkılabını parlatan ve alemi hayretler içinde bırakan Osmanlı gençleri fikr-i irşad ile de alem-i İslam’da bir ınkılab yaparlarsa o vakit tarih-i İslam’ın tarih-i millinin en parlak sahifesi onlarındır. Bizim hergün çıkar yorgan kadar kocaman lahana gibi tada ayda bir neşr olunur mühim ciddi müteazzım risale-i usbuiyyelerimiz var. Bununla beraber Avrupa siyaset aleminde lı nazarla görüp anlamaya bir türlü muvaffak olamıyoruz. Sonra Kırım’da haftada bir çıkan küçücük Tercüman hergün saatlerce okuyup kafamızı şişiren siyasi ceridelerimizden öğrenemediğimiz vekayi’-i siyasiyyeyi hakayık-ı siyasiyyeyi birkaç satır içinde kemal-i vuzuh ile gösteriveriyor; “Bu son senelerin muvazene-i siyasiyyesi bir tarafından Almanya-Avusturya ve İtalya ve diğer tarafdan Rusya-Fransa ve İngiltere i’tilafı üzerine bina olunuyordu. Dünyanın ve bütün milletlerin cümle işleri şu iki büyük fırka devletlerin re’y-i münasibine göre görülüyor idi. Şimdi yavaş yavaş bu muvazene bozuluyor. Çünkü büyük hükumetler başka türlü kümeler grublar tertib ediyorlar. Amerika Cumhuriyeti ile İngiltere arasında akdi mukarrer bulunan yeni mukavelenin’üncü maddesi mucebi bu hükumetler tarafeynin rızası olmadıkça gayri bir hükumetle evvelce akd olunmuş ittifakların hükmü fesh edilmiş olacaktır. Sade lisan ile ta’rif edildikte Amerika razi olmazsa İngiltere yeniden Japonya ile akd-i ittifak edemeyecektir; eğer Japonya Amerika’ya i’lan-ı harb ederse İngiltere’nin mevcud olan ittifakı hükümsüz tutulacaktır. Binaenaleyh Japonya yalnız kalıyor. Bu hali evvelce sezmiş Japonya hükumeti Rusya ile uzlaşmaya mecbur bulunduğu gibi daha mühim kuvvet olan Almanya ile anlaşmak üzeredir. Zira Almanya İngiltere ve Amerika’nın rakıbidir. Almanya’ya arka verip Japonya Kore ile Cenubi Mançurya’yı yutabilecektir. Fakat bunun ile beraber Almanya Avusturya ve İtalya ittifakına dahil olacaktır. Böyle olduğu sırada dikkat olunacak Rusya’nın halidir. Üç devlet ittifakına açıktan açığa ya ki münasebet-i siyasiyye şarkan demir kuşak ile çevrilip bağlanmış bulunacaktır; şimalen dahi İsveç hükumeti Rusya’ya dost addolunamayacağından hal daha ziyade ağırlaşmış bulunacaktır. Bu ihtimale karşı Rusya hükumeti bir tarafdan Japonya Fransa ve İngiltere dostluğundan Rusya belli başlı bir şey kazanamadı. Almanya ile Japonya’dan faide-mend olacağı şüphelidir. Fransa da şimdi yalnız kalıyor. Rusya’nın Almanya ile dostlaşması Fas Mağrib işlerinde Rusya’dan faide görmeyeceğine Almanya’nın sözü yürüyeceğine daldir. Şimdilik dünyanın mihveri Almanya olmuştur. “Bugün alem-i siyasiyi en ziyade meşgul eden aksa-yı şark ile aksa-yı garbdır. Çin hükumeti Rusya’nın tekliflerini kabul etti ise de nice zamanlardan beri Avrupa’dan tahkır görüp gelmekte olan milyonluk sarı milletin efkar-ı umumiyyesi en aşağı tabakalardan yukarıya kadar yükseldiği görülmektedir. Çin milleti muharebe istemiyor. Lakin hukuk ve istiklalini te’min ve namus-ı millisinin herkese karşı müdafaa edilmesini taleb ediyor. Talebe-i ulum ulema tüccar ve ümera hep bu fikirde bu niyette bulunuyorlar. Her niyetin her talebin arkasında kafi kuvvet bulunmak dünyamızın hallerinden olduğuna göre sair devletlerin taleblerine ve tasallutuna mukavemet edebilmek için efkar-ı umumiyye ıslahat ve nizamat-ı cedidenin acele icrasını taleb ediyor. Usul-i Meşrutiyet’in ve Meclis-i Meb’usan’ın birgün evvel vücuda getirilmesini hükumetten yük ianeler cem’ ediyorlar; Avrupa’ya Amerika’ya Japonya’ya yüzer yüzer talebe gönderiyorlar; velhasıl Çin milleti eskiliği terk ile teceddüd sayesinde dirilmeye canlanmaya gayret ediyor. Milletin bu hali Çin hükumeti’ni meşgul ediyor. Hükumet muamelat-ı hariciyyede sulhü kabul etmek ile beraber tedarikat-ı harbiyyede bulunuyor. Mançurya’ya Moğolistan’a asker sevk ediyor. Kabul-i sulh ile komşu devletleri tedarikat-ı harbiyye ile efkar-ı milliyyeyi teskin ve ikna’ etmeye çalışıyor. Aksa-yı garbda toplanan kara bulutlar Fas Sultanlığı başı üstündedir. Topa karşı ok ile nizama karşı tertibsizlik ile mukabele etmek isteyen Mağrib gafilleri bir tarafdan o cehaletlerine ve diğer tarafdan Fransa ile İspanya’nın müdahale ve iştihasına kurban olacakları pek muhtemeldir. Ahval-i cihandan bi-haber Mağribiler Avrupalıların yavaş yavaş ilerlediklerini ve işde ticarette kesb-i nüfuz ettiklerini görüp bunları emirin ya ki sultanın müsaadesine haml ederek cahil bir kaid ya şeyhin teşviki ile isyan ederek sultanın birini düşürüp diğerini tahta çıkarmak ile vatanı ecnebilerin tasallutundan istilasından kurtarmak istiyorlar. Ham fikir boş ümid! Emir Mulay Hafiz’i hal’ ettiler; biraderini Sultan-ı Mağrib olabilir? Hiç! Cühela-yı Mağrib’in ümid ettiği halas başka tarafdan geliyor; mukaddemce olduğu gibi bu defa dahi Fransa’nın yolunu kestiren teskin-i fesad ve te’min-i sulh ettikten sonra geri çekilmesini icab ettiren Almanya imparatorunun ilca-yı siyasetle Mağrib’in istiklalini taleb etmesidir.” Birinci Kordon’da bir Amerikan kumpanyası tarafından müceddeden inşa olunan İzmir tiyatrosu binasının ve mefruşatının mıyor. Evvelce bir Yunan kumpanyası yemekten sonraları tiyatro oynatmakta iken muahharan hem yemekten evvel hem sonra sinematoğrafa tahvil edilmişti. İşte evvelki akşam muharrirlerimizden biri tesadüfen bu oyunların birinde hazır bulunmuş ve gösterilen manzaralar arasında birisini fevkalade hakaret-amiz görmüştür. Kurdela On Dördüncü Lui zamanında saray eğlencelerine aid bir manzarayı tersim ediyordu ma’lum olduğu üzre On Dördüncü Lui zamanında en büyük bir komedya muharriri olan Molyer’in Burjuva Lujantiyum ünvanlı bir piyesi vardır. Zamanının ahval-i ictimaiyesini avam ve zadeganın harekatını bir lisan-ı tenkıd ve tezyif ile tasvir eden bu piyesde guya Türklerin lisanlarına tarz-ı ibadetlerine aid de kat’iyyen hilaf-ı hakıkat bazı sözler vardır. Dediğimiz gibi yüz sahifeyi mütecaviz olan bu eserde Türklerin taklid ve tahkırini mutazammın olan fıkraları pek azdır. Biz asırlarca evvel gelmiş ve keyf-perest bir kralın hoşuna gitmiş olmak maksadıyla yazılmış böyle bir eseri burada tenkıd edecek değiliz. Yalnız kumpanyanın bu eserden yalnız Türkler hakkındaki tasvirini çıkarıp perdede göstermesi ve beş on sarıklının –haşa– namaz taklidini yapması Osmanlılar için tahammül edilemeyecek hakaretlerdendir. Osmanlı toprağında para kazanan bir kumpanyanın bu kabil bir hareket-i küstahanesi asla şayan-ı tecviz olamaz. Şayed bütün eserin başlıca levhalarını gösterirken o miyanda bize aid olan cihetleri de tasvir etmiş olsaydı ihtimal ki o kadar şiddetle i’tiraza hakkımız olamazdı. Lakin hepsinden sarf-ı nazarla ancak İslamiyet’i ve Türklüğü tahkır eden bir levhanın tersim ve iraesi mutlaka bir maksad-ı mahsusa atf olunmak lazım gelir. Ekserisi gayr-i müslim olan hazırunun bunu kahkahalarla karşılaması da bunu isbat eder. Asırlardan beri zavallı Türklerin bi-gayri hakkın duçar oldukları tecavüzler kafi gelmiyormuş gibi bugün bile memalik-i Osmaniyye’nin en mühim merakizinden biri olan İzmir’de böyle bir harekete cür’et edilmesi hakıkaten nefretle telakkı edilecek hallerdendir. Bu hususda zabıtamızın daha mütebassırane davranmasını temenni eder ve nazar-ı dikkatini celb eyleriz. Fırkaya karargah ittihaz olunan mevki’ Kosova sahra-yı ma’rufunun en hakim noktasında olup taburumuzun işgal ettiği yerden çadırıma tahsis edilen mahal meşhed-i Sultan Murad’a ve Kosova ordusunun hemen her tarafına nazırdır. Mevkiin müstesnalığına inzimam eden mevsimin letafet-i hayret-fezası bana her şeyi unutturuyor. Bu günden i’tibaren ta’limler başladı; fırkanın müctemi’ bir halde ta’lime çıkması hele “yoklama” namı verilen saat on birdeki hali mümkün değil ta’rif edilemez. Çok vakit böyle bir alemi müşahede arzusuyla saatlerle hulya ettiğimi bilirim. Lehü’lhamd muvaffak oldum. Ben şu satırları yazarken ezan borusunu ta’kıb ederek yükselen tekbir avazeleri beni pek müteessir etti. Bu şevkle çadır haricine çıkarak karargaha göz gezdirdim. Çadırların yalnız tepesine aks eden lamba zıyası parlak bir şehrayin kandilleri gibi güzel bir manzara irae ediyordu. Namazdan sonra her çadırdan bir şarkı her taburun boru ve musikısinden bir hava okunuyor. Bu muhtelif nagamattan hasıl olan aheng-i meserret şanlı Osmanlılara cevelengah olan Kosova Sahrası’nı baştan başa sarsıyor. Karargahın şark cihetine gelen dağların arkası Sırb hudududur ki dört beş saat mesafededir. Priştine Kasabası Ankara büyüklüğünde dil-nişin bir yer olup ca be-ca ağaçlar arasında yerleştirilmiş olan bu şehrin mevkii manzarası pek latifdir. Havası suyu arama ile ele geçmez! Ahalisi gayet mükrim ve mültefit olup Arnavudlarda mevcud bildiğimiz huşunet-i tab’ hiç yok gibidir. Pek güzel Türkçe bilirler. Kasabanın en hoşa giden mahsulü açıkta satılan tütünleridir. Okkası altmış paraya olan yoğurdunun bizim kaymaklarımızdan leziz olduğunu da haber vereyim kıvırcık eti altı kuzu eti dört buçuk beş guruşadır. Sebzenin envaı var. Arnavudlar askerden gayet memnun; hele teşrif-i şahaneden o kadar mahzuz oluyorlar ki derecesi gösterilemez. Caddeler sokaklar ve bunlara mücavir emakin kamilen ta’mir ve telvin edilmektedir. tahliye edilmiş ve Hereke kumaşlarıyla tefrişine başlanılmıştır. Priştine’den istasyonuna kadar müceddeden küşad olunan şose de derdest-i ikmaldir. Hülasa herkesde her tarafda Geçenlerde Maliye Nezareti me’murlarından bir gayr-i müslimin Müslüman meb’uslarından bir zatı düelloya çağırması üzerine şöyle yazmıştık: Salı günü Tanin’ de şu satırları kemal-i istiğrab ile okuduk: “Maliye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdiri Nesim Ruso Efendi’nin Lütfi Fikri Bey tarafından Meclis-i Meb’usan’da kendi aleyhinde vuku’ bulan tecavüzat-ı muhakkıraneden dolayı düello etmek üzere Dersim meb’usuna şahidlerini gönderdiği müstahberdir.” Hamden lillah Saltanat-ı İslamiyye-i Osmaniyye’de düello denilen adet-i vahşiyye-i garibe bugüne kadar görülmüş az çok aşina olanlar bilirler ki efkar-ı münevvere ashabının cümlesi bu faziha-i mecnunanenin tamamen aleyhindedir. Ve bunun için hükumat-ı medeniyyeden bir kısmı kurun-ı vüstadan kalma bu menhus göreneğin muhkem bir adet olmasına rağmen düelloyu men’ eder kavanin vaz’ etmişlerdir. Sanki kendi fena göreneklerimiz kifayet etmiyormuş gibi birkaç asır evvel cenah-ı şefkat ve merhametimize sığınmış bir takım mültecilerin ahfadı tarafından cem’iyyetimize bu kanlı cinnetin de idhali istenildiğini Tanin’in yukarıda münderic haberinden anlıyoruz. Biz müslümanlar garbın şedaid-i zalimanesinden ve bilhassa İspanya engizisyonlarından kaçan bir takım zavallıları memleketimize kabul ettik ve hatta son zamanlar onlara kendimize tamamen müsavi hukuk ve hürriyet alıverdik merhamet ve uluvv-i cenabımız kendilerine bir takım vezaif-i ma’neviyye tahmil eder. Bu vezaifden birisi de düello gibi İspanya cinayetlerinin memleketimize idhaliyle meşgul olmamalarıdır. Başka bir çok meşru’ ticaret varken bu nevi’ bıraktırmak için kısa ve kat’i emir verenler bulunur: Yerinde rahat!” Bu haftanın garaib-i şuunundan birisi de müslüman bir meb’usun diğer müslüman bir meb’usu döğüşmeye öldürüşmeye da’vet etmesi ve da’vet olunanın da buna icabet eylemesidir. Kavanin-i Osmaniyye bir hayli memalik-i mütemeddine kavanini gibi Avrupa’nın edvar-ı vahşiyesinden kalma bu gayr-i ma’kul ve gayr-i meşru’ adete müsaade vermez. Bunu pek iyi bilen heyat-ı teşri’iyyenin iki uzv-ı muhteremi yekdiğerini cerh ve katl etmek için bu nevi’ cinayatı mübah gören bir hükumetin zir-i himayesine iltica etmek isteyerek Yunanistan veya Bulgaristan’a gitmek emelinde olan bu zevat şer’-i şerif ve kanun-ı münife mugayir bir fi’li kanunun şekli ta’kıbatından kurtarabilirler lakin şer’-i şerif ve ruh-ı kavanin onları mutlaka mahkum eder ve efkar-ı umumiyye-i İslamiyye de mutlaka her ikisinin ve alelhusus böyle bir vasıta-i gayr-i meşru’a ile ihkak-ı hak etmek zu’m-ı batılında bulunup ilk teklif-i mukatele edenin aleyhinde bulunur. Bu gibi adat-ı mecnunane-i vahşiyyeyi memleketimize nunu bulunmak şöyle dursun milletin şayan-ı ihtiram a’zasından olmak hakkını bile gaib ederler. Cümlemize Allah akıl ve insaf versin! Çin: – Bu hafta Çin’den korkunç bir beyanname aldık. Bu beyanname pek ince Çin ipek kağıd üzerine bulaştırılmış kan lekelerinden ibarettir. İnsan beyannameyi eline alır almaz titremeye başlıyor. O kan lekeleri Çince bir şeyler ifade ediyormuş: Çinlileri müstevli Avrupalılardan vatanlarını kurtarmak için istibdad-ı idareye hitam verip meşrutiyet te’sis eylemek için kıyam-ı umumiye da’vet ediyormuş.. Beyannameyi Nangin Şehri’nde Çi-Mu-Şin namında Profösör bir parmağını kesip onun kanıyla ve parmağıyla yazmış imiş.. Bu garib ve şayan-ı hayret vesikanın bir suretini inşaallah gelecek haftaki Sıratmüstakım’ de neşr ederiz. Beyannamenin nüsha-i asliyyesinden yüz binlerce kopya alınıp geniş Çin memleketinin her tarafına dağıtılmış ve müzayede ile satılıp esmanı Vatanı Kurtarmak Cem’iyeti’ne toplanıyormuş. Vekayi’-i saireden sarf-ı nazar yalnız bu beyannamenin yazılışında mündemic ince ve kahraman his kopyalarındaki fevkalade san’at halkın bunu iştirada gösterdiği tehalük Çin’in pek yakın bir istikbalde büyük bir Japon olacağına kuvvetli ümidler uyandırıyor.. – Efrenci Mayıs tarihi ile Petersburg’dan alınıp ajanslar vasıtasıyla aleme dağıtılan bir haber galeyanın ne derecelerde ciddi olduğunu sarih gösteriyor: – Cenubi Çin’den alınan haberler ahvali pek vahim göstermektedir. Meşrutiyet i’lanı hakkında bir çok mitingler akd edilerek nümayişler yapılmış ve bu babda mukarrerat Rusya – Petersburg’da mütemekkin müslüman cemaatinin ahundu yani baş imamı Molla ve Müderris Ataullah hazret-i Bayezidof geçen Nisan ayının . günü vefat etmiştir. Allah mazhar-ı gufran ve rahmet eylesin! Merhum Hankirmen kurbundaki bir karyede doğmuş Hankirmen ve Kaşgar medreselerinde okuduktan sonra daha genç iken Petersburg’a gelmiş ve elli sene kadar Rusya’nın payıtahtında imamlık ahundluk ve bazı devair-i resmiyyede tercümanlık ve elsine-i şarkiye mektebinde muallimlik etmiştir. Bundan sene evvel meşhur Ernest Rönan’ın bir risalesine mukabil İslam’ın maarif ve terakkıye mani’ olmadığını isbat için bir risale de kaleme almıştı. Tebaası arasında milyonu mütecaviz müslüman bulunan bir devletin payıtahtında o tebaanın ehemmiyetle mütenasib muazzam bir cami’-i şerif binası fikrini ilk evvel meydana çıkaran merhum Ahund hazretleri olmuştur. Birkaç milyona mal olacak bu camiin inşası el-yevm hitama erişmek üzeredir. Bundan başka Rusya’da müslümanların ceride neşrine müsaade olunur olunmaz Ataullah Efendi Petersburg’da Nur ceride-i usbu’iyyesini çıkarmaya başlamıştır. Nur’un meslek-i siyasisi pek mu’tedil adeta muhafazakarlığa yakın bir terakkı-perverliktir. Gazetenizle Divan-ı Harb-i Örfi’den ahiren vaki’ olan heyecan-amiz makalat neşr edildiğinden idare-i örfiyye kararnamesinin altıncı maddesine tevfikan bila-müddet ta’tiline müttefikan karar verildiği Divan-ı Harb-i Örfi’den sadır olup Harbiye Nezaret-i Celilesi’nden ba-tezkire tevdi’ olunan mazbatada beyan kılınmakla ber-muceb-i karar Sıratı müstakım gazetesinin bugünden i’tibaren bila-müddet ta’til kılındığı tebliğ olunur. Fi Mayıs sene Perşembe günü akşam üzeri bu emirname tebliğ olununca birden bire hayret ettik adeta inanamadık: Nasıl olur da Sıratımüstakım “şahsiyata müteallik” makale neşr ettiğinden dolayı ta’til olunur? O Sıratımüstakım ki matbuat şahsiyat ile alt üst olduğu zamanlarda bile ismetini nezahetini muhafaza etmiş ve hiç kimsenin şahsıyla uğraşmayarak kendi aleminde kendi meslek-i halisanesinde Müslümanlığa Osmanlılığa elden geldiği kadar hizmetten geri durmamış alem-i İslam’da tevhid-i kelimeye gayret etmiş ve bu suretle bütün müslümanların samimi teveccühlerine mazhar olmuştur; böyle iken nasıl olur da bugün en menfuru olan bir şeyi irtikab eder? Bir çok i’tina ve tedkıklerden sonra dizilmeye verdiğimiz makaleleri bir daha gözden geçirdik hiç birinde “şahsiyata” müteallik bir şey bulamadık. Bunun her halde bir eser-i zühul olduğuna hükm ettik. Maamafih müteessir de olmadık değil. Bilakis mazharı teveccühatı olduğumuz efkar-ı umumiyye-i İslamiyye’ye karşı pek ziyade mahcub ve mahzun olduk. Hakıkat hiçbir zaman kapalı kalmaz. Bu devr-i meşrutiyette hak daima alidir elbet bu yanlışlık anlaşılır diye kemal-i itmi’nan ile matbaanın kapısını çekerek Babıali Caddesi’ne doğru yürüdük. Bize daha vasıl olmadan havadis etrafa yayılmış ikişer üçer kitapcılar muharrirler ta’til olunan gazetelerin isimlerini sayıyorlar: “ Tanin Tanzimat Sıratımüstakım Neologos.. ” Vay! Demek biz de şahsiyat ile uğraşanlarla hem-hal olmuşuz… ‘ – Hayır ola ya hu! Siz de mi onlara imrendiniz? – Vallahi hiçbir şeyden haberimiz yok. – Vakıa ben Sıratımüstakım’i henüz okuyamadım. Fakat niçin siz de o gürültülere o mala-ya’niye karıştınız? Aman bu şahsiyattan Vallahi bıktık usandık bu gibi dedikodulardan muhteriz bir Sırat’ımız vardı o da kendini zabt edemedi… – Aman azizim ne söylüyorsunuz Sırat için hiç bu mümkün mü? Mesleğini bilmiyor gibi itab ediyorsunuz. Gazete siniz? Hem yalnız bu son nüshasında değil yukarı doğru ta şey bulabilecek misiniz? Ferdası Cum’a günü bütün gazeteler İstanbul halkına teleri tenbihat-ı resmiyye hilafına olarak şahsiyata müteallik ve müheyyic makalat neşr ettiklerinden dolayı Divan-ı Harb-i Örfi kararıyla bila-müddet ta’til olundular.” Eh el-hükmü lillah kaderde bu da varmış; bari gidip de Neologos’la dertleşelim. Sabahleyin arkadaşlar soruyor: – Tanzimat Zühre oldu; Tanin de Cenin haline geldi. Acaba S ıratımüstakım ne şekle girecek? Sıratımüstakım daima S ıratımüstakım’dir. Kusuru varsa hatasına vakıf olursa memleketin salahı milletin saadeti namına cezasını çekmeyi kendisi için bir şeref addeder. Lakin ümid etmeyiz ki bu yanlışlık anlaşılmasın. Divan-ı Harb’in adaletine bütün mevcudiyetimizle eminiz. Anlatışa göre fetva verilir. Gidip anlayacağız anlatacağız. İnşaallah haftaya kadar S ıratımüstakım’i küşade bulursunuz. Cumartesi günü her şey anlaşıldı: Tamam bizim tahminimiz gibi; sebeb matbuat-ı dahiliyye erkanının işgüzarlığı mecmua-i eş’arı hakkında yazılan makalede mecmuada münderic “İstibdad” ünvanlı şiirden istibdadın temasil-i mücessemesinden biri olan Kabasakal Mehmed Paşa’yı musavvir nakl olunan bir parça guya en büyük vatanperver bir zat hakkında ta’riz imiş! Halbuki bunun için imkan ihtimal var mıydı? Sırf hakıkat uğrunda yüz bin kasemle söyleriz ki öyle bir ta’riz bizim zihnimizden geçmediği gibi bütün müslümanlar ve Osmanlılar arasında –Matbuat İdaresi Kalemi’nde öyle bir ma’na çıkaran zattan başka– hiçbir ferd bulunmadığına hükm edebiliriz. Üçüncü defa olarak saha-i matbuata çıkan o parçanın üst tarafı da olduğu o mütetebbi’ efendinin ma’lumu olmak gerekti. S ıratımüstakım’in mesleği ruhu ma’lum olduğu halde nasıl bu kadar şeni’ bir ta’riz ona isnad olunabilirdi? Bütün cihanın muhterem tanıdığı bir zata S ıratımüstakım ta’riz edecek… Öyle mi?.. Buna kim inanabilirdi. İşte asıl mucib-i teessüfümüz bu noktadır. Yoksa bizde adını değiştirir “Kündane” der ortaya çıkardık. Fakat niçin böyle bir su’-i tefehhümün kurbanı olalım. Anlatışa göre Divan-ı Harb fetvasını verdi. Fakat bizim de Divan-ı Harb’in adaletine karşı i’timadımız ondan aşağı değildi. Tarik-ı kanunisi dairesinde müracaat ederek hakıkat-i hali anlattık biz de şu fetvayı aldık: “Divan-ı Harb-i Örfi’ce bila-müddet ta’til edilmiş olan Sıratımüstakım gazetesinin ta’tilini mucib olan makalenin Safahat namındaki mecmua-i eş’ardan naklen derc edildiği anlaşılmakla devam-ı intişarına müsaade i’tasına müttefikan karar verildiği divan-ı mezkurdan sadır olup Harbiye Nezaret-i Celilesi’nden ba-tezkire tevdi’ buyurulan mazbatada lunduğunuz beyan olunur.” Fi Mayıs sene herkese hakkını müdafaa için bir salahiyet verilmiş ve eser-i zühul olan mukarreratın tashihi kanun-ı adalet namına bütün memalik-i mütemeddinede bir şeref olarak kabul olunmuştur. İşte bu sayededir ki Sıratımüstakım bir hafta bile geçmeden sevgili kari’lerine arz-ı didar ediyor. şeklinde Buhari TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Haziran Altıncı Cild - Aded: Cenab-ı Akdes azze şanuhu Beni İsrail’i iman-ı yakıniye da’vet ettikten sonra şimdi de Allahu tealayı hoşnud eder vech ile amel-i saliha kendilerini da’vet edip şöyle buyuruyor: Ve ikame-i salat edin Cenab-ı Hakk’a kalb ile teveccüh ederek huzurunda huzu’ ve huşu’ eyleyerek zikir ve dua ve senada zat-ı uluhiyyetine ihlas ederek namaz kılın. Ruh-ı salat budur salat bunun için meşru’ kılınmıştır. Ve zekat verin Salat ruhu tathir ve Cenab-ı Hakk’a takrib eylediği gibi zekat da ünvan-ı imandır Hakk’ın ni’metlerine olan teşekküre vasıta-i zuhurdur. Beyne’n-nas azim bir vuslattır bu mühim vazifede diriğ-i mürüvvet etmeyin zekatınızı verin ve ruku’ edenler ile ruku’ edin Gelin cemaat-i müslimin ile birlikte namazda ruku’ edin bu suretle de Zat-ı Akdes-i Kibriya’ya tezellül ve huzu’ gösterin. Kur’an’da ikame-i salat ile olan emre ita-i zekat ile olan emrin mukarin kılındığı ma’lumdur. İkame-i salat eden Allahu tealayı feramuş etmez ve fazl u kereminden gafil bulunmaz. Böyle olan kimse ıyalu’llaha muvasat ve kendi maslahatının kıvam ve medarı bulunan mesalih-i nasa muavenet çünkü insan malı nasdan ancak hazakati ve onlar ile cari muamelesiyle iktisab eylediğinden onun sahib-i servet olması ancak nas ile ve nasdandır. Şu halde onlardan biri ya fikir ve nefsinde bir afetten veya bedeninde bir illetten dolayı kesbden aciz kalınca efradının mesalihi biribirine murtabit bulunan hey’et-i mecmuayı hıfz u sıyanet etmek ve Cenab-ı Hakk’ın kendilerine ihsan eylediği ni’mete arz-ı şükran eylemek üzere o biçarenin elini tutup ona muavenet etmek diğerleri üzerine vacib olur. Bedihidir ki fakırin ganiye Lakin bazen olur ki nüfus hastalanır da şakık-i ruh denilen mala muhabbette mübalağa ve gulüvv ederek bezl-i malda ve fakır ve zaife muavenet hususundaki maslahat ve menfaatten gaflet eyler. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak umur-ı hayriyyede bezl ve infakı ileride bir çok ayetlerde zikr olunacağı üzere alamat-ı imandan bir alamet kıldığı gibi buhl ve hısseti de emarat-ı nifak ve küfürden addeylemiştir. Buhl-i hakıkı ki nefsi bi-mehaba huzuz ve şehevata salıvererek ve guna-gun ehva-i nefsaniyyeye meyl ve teveccüh göstererek emri için ona imtisal edip zat-ı uluhiyyetini hoşnud ve razi eyleyecek vech ile onu eda etmekten başka hiçbir ivaz yoktur – Kadi Beydavi hazretleri diyor ki emr olunan ikame-i salat ve ita-i zekat ile murad müslümanların salat ve zekatıdır. Cenab-ı Hak Beni İsrail’e usul-i İslam ile emr ettikten sonra füru’-ı İslam ile de emrediyor. Bu ayet-i kerimede küffarın füru’-ı İslam ile muhatab bulunduklarına delalet var. Zekat fi’l-asl taharet ve nema’ ve bereket ma’nalarınadır. Icab-ı şer’ ile mesakin ve aceze için maldan ihrac ve ifraz kılınan mikdar-ı muayyene şer’de zekat ıtlak olunması her iki i’tibar asmalarda olduğu gibi muhrecün-minhde Cenab-ı Hakk’ın bereketini isticlab eder nefsimizdeki fazilet-i keremi müzdad kılar malı hubsdan ve nefsi buhlden pak ve tathir eyler. şeklinde yazılmıştır. Raki’ler ile ruku’ edin demek ile de murad namazı cemaat-i müslimin ile kılın demektir. Zira cemaat ile kılınan namazda nüfus biribirine münacatta müzaheret eyledikleri cihetle salat-ı cemaat salat-ı münferidden yirmi yedi derece efdaldir. Yehud namazlarında rüku’ etmediklerinden onların namazından ihtirazen salatta salat-ı müslimine muhtas olan ruku’ ile ta’bir buyurulmuştur. Bazıları ruku’ ile murad huzu’ ve Şari’-i teala hazretlerinin kendilerine vacib kıldığı umura inkıyaddır dediler – ______ Küffar imanı takdim şartıyla şera’i’-i fer’iyye ile muhatab mıdırlar değil midirler bunda ihtilaf olunarak Irakıyyun: Küffarın imanı takdim şartıyla şera’i’-i fer’iyye ile muhatab olduklarına zahib oldular ki İmam-ı Şafi’i rahimehullah hazretlerinin mezhebi budur. Maveraünnehr amme-i meşayıhı oldular. Kadi Ebuzeyd ve Şemsü’l-eimme ve Fahru’l-İslam bu ikinci re’yde bulundukları gibi inde’l-müteahhirin muhtar olan da bu re’ydir. Hal-i küfrde edanın adem-i cevazı ve ba’de’l-iman kaza vacib olmadığı hususatınca ihtilaf olmayıp ancak semere-i ihtilaf: Küffarın dar-ı ahirette terk-i iman ve i’tikad ile muakabe oldukları gibi ukubet-i küfr üzerine ziyade olarak şera’i’-i fer’iyyeyi terk ettiklerinden dolayı dahi ayrıca muakabe olunup olunmayacaklarında zahir olur. kavl-i kerimi vücuh-ı adideye muhtemel olup küffara füru’-ı şera’i’in teklifini tecviz edenler ayeti ma’na-yı zahirinde salat ve zekatın ikame ve i’tası muraddır derler. Küffarın füru’-ı şera’i’ ile muhatab olmadıklarına zahib olanlar ise ayeti ma’na-yı zahirinden sarf ile salat ve zekatın farziyyetini ğuna kail olurlar. Bu ikinci ma’na gerçi zahir-i ayetin medluluna muhalif ise de ayatı zahirlerine haml müteazzir oldukta zahirden udul caizdir. Bizce küffarın füru’-ı şeriat ile muhatab olmadıklarına delalet eder delil kaim olduğundan bu ayeti ma’na-yı zahirine haml müteazzir olmağla burada salat ve zekat ile emirden ala tariki’l-mecaz onların kabulünü ve i’tikad-ı farziyyetlerini emr etmek ma’nası murad olunur. Bir şeyi kabul onu işlemeye adeten sebeb olduğuna ve sebebin ismini müsebbibe ve bilakis müsebbibin ismi sebebe bilir ki burada ikame-i salat ve ita-i zekat ile emirden murad onların salat ve zekatları mu’teber olacak bir halde bulunmalarını emr eylemektir; guya denilmiş oluyor ki salat ve zekatınız salat ve zekat olur bir halde bulunun. Bu ise iman vacib olan şeylerin kaffesine iman edin demek olmağla salat ve zekatı ikame ve ita ile emirden emr bi’l-iman murad edilmiş olur. Çünkü bir şey emr edilince onun mevkufün aleyhi de emr edilmiş olur – ______ Cenab-ı Hakk’ın Beni İsrail’e ni’metini tezkar eylediği ahdine vefa etmelerini ve ancak zat-ı uluhiyyetinden havf ü haşyet eylemelerini ve Kur’an’a iman etmelerini kendilerine emr ettiği Kur’an’ı inkara pişva olmaktan ve ayatu’llah ile semen-i kalil iştira eylemekten ve hakkı batıl ile karıştırıp da hakkı amden ketm etmekten onları nehy eylediği sonra da kendilerine ikame-i salat ve ita-i zekat ile emr ettiği ayat-ı sabıkada güzar eylemiş idi. Bu ayet ile zirdeki ayetlerde dahi onları din hususundaki siret-i na-hemvarlarından dolayı tevbihe ve bu siretten hurucun tarikine irşad ederek şöyle buyuruyor: Siz nasa birr ü hayr ile emr ediyorsunuz da kendilerinizi unutuyor musunuz halbuki siz kitab tilavet ediyorsunuz Tevrat okuyorsunuz. Bu ettiğimizin bir sefeh-i na-ma’kul olduğunu akl etmiyor musunuz Tevrat okuyorsunuz ona ittiba’ edilmesini nasa emr ediyorsunuz me’murların vakıf olmadığı hakaik ve dekaikini siz biliyorsunuz şu halde Tevrat’ın birr ü hayr işleyenlere va’dine ve terk-i birr ü hayr edenlere va’idine siz müteyakkın olunca nefislerinizi nasıl oluyor da unutuyorsunuz. Amelin faidesine emr ettiğiniz kimselerin ilimleri nakıs olduğu halde onlar amel etsinler de siz kemal ve si’a-i ilminiz ile amel etmeyesiniz bu ma’kul müdür? Sizi bu sefehden men’ eder sizde akıl yokmu? Kitab-ı Tevrat’a kemal-i ilm ve ona iman-ı yakıni ve vesayasıdır bu Allah’ın emridir onu ahz ü telakkı edin ona temessük edin ahkamını muhafaza edin diye ona irşada kıyam edilsin sonra da bu müdde’i mürşid onunla amel etmesin ona temessük eylemesin böyle bir hale zerret-ma aklı olan tasaddi etmez. Bu ona benzer ki bir adamın önünde ziyadar bir yol var oradan gidecek olanlar yollarını şaşırmamak için alamet ve nişanlar nasb edilmiş bu adam o yolu terk ediyor da muzlim ve alametleri na-bedid diğer bir yoldan gidiyor ve yolda kime rast gelirse benimle beraber gitme o benim bıraktığım doğru yola dön diye nasihat ediyor. Yahud ona benziyor ki açlıktan tab ü tüvanı kesilmiş bir adam maide-i şehiyyeye da’vet eylediği halde kendisi açlıktan kıvrım kıvrım kıvranıyor; yahud bir kimse teşne-gana suyun mevridini feryad ile haber veriyor da kendi onlarla birlikte gitmiyor. Akl-ı sahihden böyle bir hal vuku’ bulmayınca hasail-i bulunan bir mü’min o hasail ile emr edildiği halde kendisinin onunla amel etmemesi de mümkün değil olamaz. Şu halde bunun ma’kul olmasıyçün Kitab-ı Tevrat’ın birr ü hayrdan dolayı va’dine ve fisk u fücura karşı va’idine iman etmek amir-i muhalif nezdinde meczum ve müteyakkın olmadığına kail olmak lazım gelir. Kavm-i Yehud’un kesb-i mal ve hıfz-ı cah-ı dünyevide ukala ve mütefekkirinden bulunmaları da bunu te’yid eder. Onların dalaleti ancak din cihetinden olup bu da onların dini başka bir suretle ahz u telakkı etmelerinden neş’et eylemiştir. Hitab-ı İlahi halleri bu olan Yehuda am ve şamildir ve diğerlerine de ibrettir çünkü bu hitab onların bulunmuş oldukları o tavır emsali etvarda ümemin hal-i tabiisini inba ediyor. Bunun içindir ki yevm-i kıyamete kadar alemlere hidayet olmuştur. Yoksa nazm-ı celil bilhassa Beni İsrail’in zemm ü kadhı maksud olur bir kıssa-i tarihden ibaret değildir. Şu halde ümmet gerek efradı ve gerek hey’et-i mecmuası hakkında nefsiyle muhasebe görsün ta ki kendi hali haklarında nas varid olanların hali gibi olup da inda’llah hükmü onların hükmü gibi olmasın zira mükafat ve mücazat kulub ve cevarihin a’mali içindir eşhas ve akvamın muhabat veya muadatı için değildir. Sair milel gibi Yehud dahi kitablarına imanları olduğunu onunla amel ettiklerini ahkamını muhafaza ve mucebatını eda eylediklerini iddia ederler. Lakin Allahu teala bazı iman mu’teddün-bih olmadığı cihetle vücudu ademi gibi olduğunu bize bildirdi; o nevi’ iman ise kalb üzerinde nüfuzu ve ıslah-ı amelde te’siri olmayan imandır nitekim Cenab-ı Hak buyurmuştur. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin ahd-i bi’setinde Yehud cevher-i dinden tebaüdde bu hadde vasıl olmuşlar idi. Onlar Kitab-ı Tevrat’ı ma’ani-i elfazı fehme medar olur bir surette tilavet et[m]iyorlar nu hakk-ı tilavetiyle tilavet edenler Cenab-ı Hakk’ın dediği gibi ve zat-ı uluhiyyetinin hoşnud ve razi olduğu vech ile ona iman edenlerdir; ve Nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin beşaretini mutazammın elfazını tilavet eyleyenler ve birr ü takvaya dair ahkam ve adabıyla ameli emr edenlerdir. Lakin Tevrat’ı okuyup emir ve nehy eden ahbar heva-yı nefsanilerine muhalif düşen hakkı beyan etmiyor ve hazz u şehvetlerine muarız bulunan ahkam edecek bir peygamber göndereceğini Cenab-ı Hak Kitab-ı Tevrat’da kendilerine bildirmiş ve üzerlerine zekatı farz kılmış lem efendimize mütedair beşareti tahrif ve te’vil ediyor ve kurdukları hileler ile zekatı men’ eyliyorlar idi. Peygamberlerinin getirdikleri ayat ve mu’cizatı ve kendilerine Allahu tealanın sürur ve neşat ile dini ikame eylemek ve Kitab-ı Tevrat’la amel etmek hikmetine mebni onlar için merasim ve ihtifalat-ı diniyye ta’yin kılınmış olduğu halde tul-i zaman ile kalbleri Rabbü’l-kulubün emrinden huruc eyledi. Ellerinde olan şu Tevrat ile’l-ebed aleyhlerine hüccettir. Onun birr ü hayr ile olan emre müteallık ahkam ve adabını kendilerinden soracak olsan elbette i’tiraf edip inkar etmezler; lakin olur amel nerede? – Meal-i ayet-i kerimeden müstefad olduğu vech ile vaiz-i fasık vaazdan men’ edilmiyor. Vaiz müstakım olup da sairlerini takvim edebilmek için evvel emirde rezailden tezkiye-i nefs etmeye tahriz olunuyor. Şu halde ayetteki zem vaiz-i fasıkın nehy olunduğu şeyi irtikab etmesine yani sairlerine vaiz ve nasih olduğu halde nefsini feramuş eylemesine raci’dir yoksa münkeri nehy ettiği için tevbih olunmuyor. Çünkü mükellefin iki şeyle me’murdurlar ki biri terk-i ma’siyyet ve diğeri başkalarını fi’l-i ma’siyyetten nehy eylemektir. Bu iki teklifden birini ihlal etmekle ötekini de ihlal etmek Va’z u nasihatten maksad insan başkalarını iktisab-ı hayr ü nef’a irşad ve mefaside ilka edecek ahvalden onları tahzirdir. Akıl olan bu iyiliği ibtida kendine eder. Halka nush u pend ettiği halde kişi kendi nefsinde mütte’ız olmamak kar-ı akıl değildir. Resul-i Ekrem sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki Leyle-i İsra’da bir takım adamlar gördüm dudakları ateşten makaslar ile kesiliyor. Dedim ki ya Cebrail bunlar kimlerdir. Dedi ki bunlar senin ümmetinden ol hutabadır ki nasa a’mal-i birr ü hayr ile emr ederler ve Kitabullah’ı okudukları halde kendi nefislerini unuturlar. Denilmiştir ki yalnız söz ile va’z eden kimsenin sözü zayi’ olur. Ve fi’l ü ameli ile vaiz ve nasih olanın va’z u nasihati hedef-i maksuda Bir şair bu ma’nayı şöyle nazm etmiş: yan ile alem-i hafayada kar-ı diğer ile meşgul olduklarını hikaye eylediği vaizan ile muradı tezkiye-i nefs etmemiş bu gibi nasıhlardır: Kürsi-i hitabet-i memlekette kaim bulunan meb’usan-ı ümmet dahi bundan kendilerine büyük bir hisse-i ibret Cenab-ı Münezzilü’l-furkan Beni İsrail’in su’-i hallerini ve akılları kendilerine nef’ vermediğini ve kitab onlara müzekkir olmadığını beyan ettikten sonra şimdi de kitab ve akıl fazılaya irşad ediyor çünkü nefsi feramuş eylemekten neş’et eden su’-i amel def’ ve mukavemeti kabil olmayan bir hal-i tabii değildir sebeb-i arızdan neş’et etmiş emr-i ihtiyari olduğundan bu nazm-ı celilde irşad olunan şeyler ile izalesi mümkündür binaenaleyh şöyle buyuruluyor: Ve sabır ve salat ile istiane edin Ey Beni İsrail hacetinizde sabırdan ve ruha sabır ile sair mehasini ifaza eden salattan istimdad eyleyin. A’mal-i birr ü hayrda sabır ve tahammül edin. Metanet gösterin. Nefse müşkil gelen a’mal-i birr ü hayr hususunda sabr edenler ile nefsin meyl eylediği şehevat-ı muharremeden sabr edenlere Allahu teala’nın hüsn-i mükafat va’d eylediğini ve mesaib Cenab-ı Hakk’ın mahlukatında cari ef’al ve tasarrufatından bulunduğu cihetle zat-ı uluhiyyetine huzu’ etmek ve emrine ram ve teslim olmak vacib olduğunu tefekkür edin. Sabır mevki’inde olunca insanı her şeyde haybet ve hüsrandan vikaye eder. Bunu Sure-i Asr ifade eylediği gibi tecrübe de te’yid ediyor. Meşhurdur ki sabr eden zafer bulur. Sabır kuva-yı nefsden bir kuvvettir ki nefsin her amelinde nizam-piradır. Salatın ise ruhda başka bir te’siri vardır. Ruhu alem-i kudse cezb eder kulubu cem’ ve efrad-ı ümmetin arasını te’lifde pek beliğ te’siri vardır tabakat-ı muhtelifenin derunlarına ma’na-yı müsavatı iş’ar eder. Lakin nefs-i emmareye müşkil olur bunun için o yani salat haşi’lerden maadasına ağır gelir buyurulmuştur. Amma ehl-i huşu’ tecelligah-ı envar-ı İlahi cilvegah-ı esrar-ı Rabbani olan salatta perverdigarlarının münacatına müstağrak bulunduklarından salat onlara ağır gelmez. Salat onlara mülahazatu’llahı bütün hısal-i haseneyi istifaza ederler. Cenab-ı Hak bize dini bizi onunla saadet-i dareyne ve dan dinde her ibadet için iki vecih bulunduğu şübhesizdir. Bunun biri ruhanidir ki ukde-i imanı tevsika ve tehzib-i ahlaka nazar eder. Öbürü ictimai-i dünyevidir ki mü’minin abidin arasında uhuvvet teekküd eylemek cihet-i cami’aları metin olmak vahdetleri tahakkuk etmek için onlar arasındaki ma’ adat-ı ümmetin tevhidi lüzumunu anladılar; çünkü ittifakı mucib esbab ne kadar tekessür ve teaddüd ederse o nisbette rabıta takviyet bularak nihayet mecmu’-ı efrad şahs-ı vahid gibi olur. Bunun için onları görüyoruz ki gunagun adatta ittifak ederek bir ziyy ü kıyafet iktisa bir vakitte ekl bir vakitte tenezzüh ediyorlar nitekim vetire-i vahid üzere tahsil ve teallüm ediyorlar nüsk-i vahid üzere terbiye olunuyorlar. Bu cihetle onlar guya bir hane halkı gibi biribirlerine mihr ü şefkat ve biribirlerine yardım eder oldular; belki de onlar mü’minlerin vasfı hakkında varid olan hadis-i şerifde beyan buyurulduğu vech ile hey’et-i mecmu’aları Savm u salat bunlar iki ibadet olup bizden evvel gelenlerimize murakabetu’llahı ve zat-ı uluhiyyetine teveccüh edip rızasını taleb etmeği onlara ta’lim eylediğinden derun ve vicdanları pak oldu azm ü himmetleri ali oldu hulk ve hasletleri mühezzeb oldu. Ve bu iki ibadet onlara evkat-ı muayyenede ictima’i ve evkat-ı müttefikada ekli ta’lim edip onları nizama ve turuk-ı vahdete irşad eylemesiyle batınen ve zahiren halleri düzelerek kavl-i şerifinin sırrına tam ma-sadak oldular veyahud hadis-i Nebevi’de vürud eylediği üzere bünyan-ı mersus gibi olarak biribirine takviye eylediler. Alem-i hestiden na-bedid olan ümem-i salifenin tarihlerine da zaifleşiyor ve bu suretle onların evvela hakıkat-i ma’neviyyeleri zail oluyor bu zail olduktan sonra da şekl-i zahirleri tedric ile zail olarak akıbet adem-abada gidiyorlar. Zinde olan cesedin bekası onda olan ruhun bekasıyladır. Ruh ondan çıkınca derhal kendine fesad tari olur. Ve sonra dağılıp gider. Ruh-ı dinin mahv ü nabud olması ise etibba-i ruhaniyyenin fıkdanından sonra ona arız olan emraz iledir. Veyahud havass-ı ümmetin etibba-i ruhaniyyeyi mühmel ve muattal bırakmaları ve onların da ruhlara maraz tari olduğu zaman ruhlarına müdavatı terk eylemeleriyledir. Bunların nefislerine müdavattan i’raz etmeleri akıbeti anlamayarak duçar oldukları emraz ile mülebbed oldukları içindir. Dinin vazifesi ise insanın fıtratı selim ve mu’tedil kalmak için onu kuva-yı fikriyye ve nefsiyyesini isti’malde mevkıf-ı i’tidale Va esefa ki asrın uleması hükeması üdebası kendilerinin diyar ve adatına münasib bir tarz ve şekilde ittifakı ve tezhib-i ahlakı gaye-i emel edinerek bu suretle de guya aralarında ahkam ve adab-ı İslamiyyeyi hemen hemen ihyaya bezl-i makderet eyledikleri halde dinin makasıd-ı aliyye ve ahkam-ı celilesinden bütün bütün bi-behre bulunan bazı süfeha-i kavm bunların ne demek olduğunu takdir edemiyor. ______ Şimdi Cenab-ı Münezzilü’l-furkan celle senauhu haşi’ini makama münasib ve istianenin vechi zahir olur bir vasf ile tavsif ediyor ve şöyle buyuruyor: Onlar ki o haşi’ler ki Rablerine mülakı olacaklarını ve ona rücu’ edeceklerini zann ü i’tikad ederler. Mu’tekidi hududu nezdinde durduran şey likau’llaha i’tikaddır. Velev ki o i’tikad yakıni olmasın çünkü şu şeyin muzır olduğuna bir kimsede galebe-i zan hasıl olsa ol şeyden galebe-i zan hasıl olursa onu taleb eyler bunun içindir ki burada zan ile iktifa buyuruldu. Sahib-i tefsir Celal: Ahirette necat verecek olan i’tikad ancak i’tikad-ı yakınidir diye zannı yakın ile tefsir etmişse de takri’ ve tevbihde zan ile iktifanın daha beliğ olduğunu der-hatır etmemiş; guya ki nasa birr ü hayr ile emr edip de nefislerini feramuş etmiş olan o adamlar kitab okudukları halde Allah’a ve kitabına imanları sahibini ihtiyata da’vet eden zan derecesine bile vasıl olmuyor diye tevbih olunuyorlar – şeklinde yazılmıştır. Fakat yalnız bu tasdik kafi değildir; bu idrakat beynindeki münasebat-ı kaviyyenin ta’yini de lazımdır. Mes’elenin bu ciheti Panteizm için gayet müşkil gayet müdhiştir. Çünkü bu idrakatı vahdete irca’ gibi iktidar-ı beşerden haric bir emr-i azim karşısında kalıyor. Bu öyle bir mezlakadır ki Panteistlerin kaffesi orada pusulayı şaşırıyor. Oraya gelinceye gayet doğru bir yoldan giden Panteistler bu müşkile tesadüf edince artık o yolda devam edemeyerek muhtelif Hiçbir had ile mahdud olmayıp kaffe-i hakayıkın hüzme-i hülasa maziyi hali istikbali def’aten muhit olan bir idrak-i mutlak ve mükemmel –ki zat-ı uluhiyyet demektir– hissiyle meşhun bir feylesofu ele alalım. Bu feylesof Cenab-ı Hakk’a mahsus olan ihata ve idraki suver ve eşkal-i tasavvurattan hali bir kuvvet-i mevhume olmak üzere kabul edemeyip suver ve eşkal-i tasavvuratın kaffesini cami’ hayat ve faaliyetle meşhun bir idrak-i mükemmel üzere kabul edebilir. Şu halde bizim idrakat-ı cüz’iyyemiz o feylesofun nazarında ne olmak lazım gelir? Acaba bu idrakata idrak-ı mutlak-ı eden halatı o idrak-ı küllide mütecelli halatın gayrı olmak üzere mi telakkı edecek? Böyle olursa bu cihet Panteizm’in üssü’l-esası olan kanun-ı vahdeti kabule mani’-i kavidir. Bunu kabul edebilmek için ya kavaid-i mantıkıyyeyi ayak altına almalı yahud bizdeki idrakat-ı mahdude ve mütenahiyyenin teslim etmeli. Mes’ele bu surete iktiran edince bizim idrakat-ı cüz’iyyemiz kıyam-ı zatilerini mahiyat-ı mümeyyizelerini gaib ederek idrak-ı külliye has tasavvurata bunun neticesi olarak suver-i mahzaya münkalib olur. Halbuki bir takım kimseler vardır ki hakıkat-i zatiyyelerini hiçbir şeye feda mevcudiyet-i hazıralarını hiçbir mevcudiyet-i gaibede rehin-i fena edemezler. Şuur-ı nefislerine tamamıyla sahib telkınat-ı vicdaniyyelerine son dereceye kadar merbut olan bu gibi adamlar bu telkınatı vahdet-i vücuddan ler. Bu maksada vusul için ellerinde yalnız bir çare vardır ki o da idrak-i gayr-i mütenahinin bi-zatihi kıyamını ta’yinini red ile onu idrakat-ı mütenahiyyenin şiraze-i tevhidi mesabesinde olan bir “fikr-i mahz” bir “idrak-i mübhem” menzilesine tenzilden ibarettir. Şu halde idrak-ı vahid olmak üzere kabul edilen hakıkatin yerine bir mahiyet-i umumiyye tahtında müctemi’ idrakat-ı cüz’iyye kaim olur. İdrakat-ı cüz’iyyenin Cenab-ı Hakk’ın mevcudiyeti tahakkuk ederek mahlukat onun suver ve eşkal-i mütemessilesi olmuş olur. Hakayık-ı eşyanın tedkıkatından istinbat olunan netayicin kavaid-i mantıkıyyeye tevfikan tedvini Panteistlere karşı bu kanunu serd ediyor. Panteistler karşılarında hiçbir akl-ı selimin redd ü inkar edemeyeceği iki hakıkatin tecellisini görünce bunların hakıkat-i vahideye irca’ı tarikini iltizam ediyorlar. Eğer Panteizm hay ve kadir bir ilah-ı hakıkı kabul etmek girer. Yok teayyün-i zatisiyle müteayyin bir alem-i hakıkı kail olarak uluhiyetin bir ma’na-yı mücerredden kuru bir neticesi de ilhada varır. Panteizm’in tabayi’-i eşya ile olan münasebat-ı zaruriyyesinden bahsetmek zaiddir. Şimdi bu kanunu bir kere de ma’lumat-ı tarihiyye ile karşılaştıralım. Eğer doğru ise Panteizm’in kaffe-i eşkaline safahat-ı tekamülüne kabil-i tatbik olması lazım gelir. Panteizm vadisine atılan ilk hatvelerin asarı habaya-yı muzlimesi henüz hakkıyla tenvir edilememiş olan şarkta bulunabileceğinden burada biraz Hind ve Yunan felsefelerinin tekamülat-ı ibtidaiyyelerinden bahs lazımdır. Hindistan’da Vedanta Sanhiya Vesesika Niyaya namlarıyla dört meslek-i meşhur-ı felsefi vardır. Vedanta ve Sanhiya meslekleri umumi ve mesalik-i ma-fevka’t-tabianın kaffesinden bahisdir. Niyaya mesleğine gelince bu meslek bir meslek-i münazaradır. Vesesika mesleği de kainatın ecza-yı la-yetecezzadan teşekkülünü kabul ile mebahis-i mahsusasına maddiyattan girer. tedkıkat-ı nazariyyelerine usul ve mebadi-i eşyadan başlayıp eşyanın safahat-ı muhtelife-i tekamülünü mevki’-i bahse çekerler. Fakat bu mesleklerin kaffesinde Panteizm asarı görülür. Çünkü şarkta din ile felsefe yekdiğerinden ayrılmamıştır. Hindistan’ın en serbest mesalik-i felsefiyyesinin bile behemehal Veda mezhebiyle gizli bir münasebeti vardır. Veda mezhebinin esası da Panteizm’dir. Bundan dolayıdır ki Hindistan’da biri usul-i dine muvafık diğeri dinin te’sirinden azade iki türlü Panteizm vardır. Acaba bu meslekler hangi noktalarda birleşiyorlar hangi cihetlerde ayrılıyorlar? Bunlar vahdet-i mutlakada yani Cenab-ı Hak ile tabiatın cevher-i vahid olduğunda birleşerek yalnız bu bahsi mevki’-i münakaşaya vaz’ ettikleri sırada ve tedvininde birbirlerinden ayrılıyorlar. Veda mezhebi tabiatı Cenab-ı Hakk’a feda bu suretle tasavvufun en bala derecesine irtika ediyor Sanhiya mezhebinin Kapila şu’besi de şark felsefesinin cevelangahı olan tasavvuf vadisinden uzaklaşarak ilhadda karar kılıyor. Kapila eşya için yirmi beş kadar asıl kabul ediyor daha doğrusu derecat-ı mütevaliyye üzere zuhur eden mevcudatı bir asla nin bu asl-ı vahidden sudur ettiğine kail oluyor. Bu “aslu’lusul” Hind lisanında “prakriti” yahud “molu prakriti” “pradahana” denilen tabiat masdar-ı eşya olan maddedir. Kapila maddenin “aslu’l-usul” olduğuna kail olarak mezheb-i tabiiyyunda karar kılıyor. Ancak Kapilanın masdar-ı eşya olmak üzere kabul ettiği madde şahsiyetten akıldan şuurdan aridir. Ondan zuhur eden diğer asıllar da birer asl-ı müstakil olmayıp mebde’-i evvel olan asl-ı ma’hudun zuhurat ve tecelliyat-ı muhtelifesidir. Bu aslın ilk tecellisinden “bodi” yani akıl zuhur ediyor. Ne kadar ters bir düşünce! Fakat bunda da şuur-ı nefsi yoktur. Şuur-ı nefsi tecelli-i sanide yani “akankara”da zuhur ediyor. Kapila yalnız bu tecelliyata kail olarak “isvara”yı kabul etmediğinden mezhebi şaibedar-ı ilhad oluyor. Veda’nın zühd ü takvaya tasavvufa müstenid olan meslek-i vahdetine karşı Kapila’nın inkar ve ilhada müstenid Panteizm’i zuhur ediyor. Vedanta kitablarında da münderic olan atideki sözler Panteizm’den başka bir şey değildir. O sözler şudur: İllet-i ula tekessür etmek isteye[re]k tekessür etti. Kainat Brahma’dan eder. Onun için Brahma’ya perestiş etmek lazımdır. Örümcek nasıl ağını kurup tekrar toplar yıldızlar nasıl yerden tulu’ yerden gurub eyler ber-hayat olan bir adamın başından vücudundan kıllar nasıl çıkar nasıl büyür ise kainat da la-yetegayyer olan Brahma’dan öylece zuhur tekrar ona rücu’ eder. Brahma’nın vahdet-i zatiyyesi hiçbir şeyle halel-pezir olmaz: İlel ve ma’lulat ondan ibarettir. Deniz kendisini vücuda getiren sudan başka bir şey değildir. Ma’a zalik dalga damla köpük ve saire gibi denizde hasıl olan şeyler suret i’tibarıyla başka başka şeyler ise de hakıkat i’tibarıyla birbirinin aynıdır. Çünkü bir eser müessirinden başka bir şey değildir. Brahma birdir naziri yoktur. Vücuda temessülüyle zatından infikak etmez. O ruhdur ruh da odur. Su buza süd yoğurta münkalib olduğu gibi Brahma da hiçbir vasıtanın hululüne müftekır olmaksızın şekilden şekile girer. Güneş birdir fakat suya aks edince teaddüd eder gayr-i mahluk olan ruh-ı ilahi de suver-i muhtelife tahtında nümayan olur. Yunan felsefesinde Panteizm esası bir şekl-i umumi tahtında mevcud idiyse de ne İyonya ne de Ele medreselerinde tamamıyla teayyün edememiş idi. Çünkü bu teayyünün vuku’u için ma-fevka’t-tabiiyyat mebhasin iki rükn-i rekini olan na-mütenahi ve mütenahi fikirlerinin vazıh bir surette mevki’-i münakaşaya vaz’ edilmiş olması lazım gelir idi. Halbuki İyonya medresesinde yalnız saha-i tabiatle onda zuhur eden hadisat nazar-ı i’tibara alınarak na-mütenahi ve vücud-ı mutlak bahisleri mevki’-i münakaşaya vaz’ edilmemiş yalnız vücud-ı mutlak sahasında icale-i efkar etti ve bir daha saha-i tenahiye avdet eylemedi. Ma’a zalik bu iki medresede Panteizm’in esasıyla suret-i tekamülünün tabi’ olduğu kanun mevcud idi. Heraklit mesleğinde büsbütün na-mütenahi fikri yok değil idi. Fakat asıl o meslekte hüküm-ferma olan fikir eşyanın na-mütenahi bir harekete ve onun neticesi olarak daimi bir tahavvüle tabi’ olduğu fikri idi. Heraklit bu fikrini “İnsan aynı ırmakda iki defa yıkanamaz” sözüyle gayet dakık bir surette beyan etmiş yani ırmağın bütün eczasıyla anen fe-anen tebeddül ettiğini söylemek istemiştir. Fakat Heraklit bizi saha-i hayattan vadi-i memata doğru sürükleyen emvac-i mütehavvile-i havadisin tahtında bir kuvvetin vücuduna kail olmuş idi. Onun fikrince bu kuvvet bir unsur-ı nari idi. Fakat bu ateş bizim bildiğimiz ateş gibi olmayıp ecza-yı kainata sari bir unsur-ı zi-hayat ve bütün tahavvülat-ı kevniyyenin menba’ı idi. Heraklit bu unsura ukul-i cüz’iyyenin muktebesün-minhi olan akl-ı kül namını veriyor idi. Şundan anlaşılıyor ki Heraklit na-mütenahi fikrine büsbütün bi-gane değil imiş. Fakat onun mesleğinde mütenahi fikri daima na-mütenahiyi imhaya sai olduğundan mesleğine tabiiyyun mesleğine karib bir Panteizm denebilir. Ele medresesinin na-mütenahi ve mütenahi hakkındaki fikri Heraklit medresesinin hilafına olduğundan onun mesleğine de tecride müstenid bir Panteizm nazarıyla bakılabilir. Bu medresenin muallim-i evveli olan Ksenofon “vahdeti mutlaka” fikrine irtika etmeden evvel tabiiyyat ile meşgul olmuş idi. Fakat yine o medreseden yetişmiş olan Parmenides tecarib-i maddiyyeye kat’a ehemmiyet vermeyerek tahlil-i aklide pek ileriye gitti; “vahdet-i mahza” fikrini kabul etti. Fakat dünyada hiç kimse alem-i hiss ü şühudun ribka-i tahakkümünden azade kalamadığından bu feylesof da vadii tecridde müddet-i medide cevelan ettikten sonra tekrar saha-i tecaribe avdete mecbur oldu. Parmenides aklı havasse takdim ve bununla havassin vücudunu teslim ediyor idi. Fakat alem-i şühud onun nazarında hayal-i mahzdan başka bir şey değil idi. Ancak nefsü’l-emr onun dediği gibi bile olsa bu alem-i hayalin de bir sebeb-i tekvini olmak iktiza eder. Parmenides’in vücud-ı mutlak sahasında dolaşmaktan tab ü tüvanı kesildiğinden yukarıda söylendiği vechile tekrar saha-i şühuda ric’at ederek ondaki zevahir-i kesreti vahdete irca’a çalıştı. Hülasa Heraklit na-mütenahi fikrinden büsbütün feragat edemediği gibi Parmenides de mütenahi fikrinde tamamıyla azade kalamadı. Bunların ikisi de usul-i mahsusaları vechile vahdet-i vücud vadisine doğru sevk-i matiyye-i hayal ettiler. Biri hakayık-ı hissiyyeyi bedraka-i süluk ittihaz ederek alem-i vücuda kevn-i mutlak nazarıyla baktı diğeri de sekre-i tecridin te’sirine mağlub olarak saha-i tabiatta ademden başka bir şey görmedi. Bütün eşyayı bizatihi kaim olan bir vücud-ı hakıkıde cem’ etti. Bu fikirler Panteizm’in safahat-ı tekamülünde tabi’ olduğu kanunun iki mütehalif neticesi demektir. Revakıyyundan Zenon ile Hrisippos’un meslekleri Heraklit mesleğinin bir şekl-i mütekamilinden başka bir şey değildir. Bunlar da ateşi aslu’l-usul-i kainat olmak üzere kabul havadis-i kevn ü fesadı unsur-ı narın harekat-ı mütenavibesine atf ederlerdi. Hiss ü hayale fevkalade merbut olduklarından efkarın turuk-ı meşairden vusulüne kaffe-i mevcudatın cismani olduğuna kail idiler. Ancak Revakıyyun alem-i şuhudun saha-i bi-kararında durmadılar. Ondaki tahavvülatın esbab-ı mucibesini taharri için tedkıkat-ı nazariyyelerini daha ileriye götürerek illet ve kuvvet-i fikriyyelerine destres ecsamın fevkinde ervahın vücuduna da kail oldular. Ataletle muttasıf olan havadis-i münfailenin husulü için bir kuvve-i faile ve müessire kabul ettiler. Bunların ruh hakkındaki nazariyyeleri garib idi. Çünkü her cismin bir ruhu olduğu gibi her ruhun da bir cismi olduğunu iddia ile girive-i tenakuza sapmışlar idi. İ’tikadlarınca alem-i tabiat hayat ve kuvvetle meşhun cesim bir vücud daha doğrusu bir “hayvan” olup bütün mahlukat o hayvanın bir uzv-ı zi-hayatı idi. Revakıyyun kaffe-i ervah ve kuvanın bir ruh-ı külliden kainata münteşir bir unsur-ı nariden zuhur ettiğini bu ruh-ı küllinin alemde meşhud olan kaffe-i harekatın merkezi kaffe-i ukulün menşei olduğunu iddia ederler idi. Bundan anlaşılıyor ki bunların ufk-ı tetebbuatı Heraklit’in ufk-ı tetebbuatından daha vasi’dir. Bu medresede Panteizm safahat-ı tekamülünün tabi’ olduğu iki suretten biri olan meslek-i tabiiyyun şeklinde ve suret-i kat’iyyede teayyün ediyor. hilafına olarak tamamıyla tasavvufi idi. Ele medresesi gibi bu medresenin nokta-i azimeti de “vahdet-i mutlaka” idi. Fakat büsbütün o daire dahilinde kalmadı. Bu vahdetin zatında bir asl-ı kesret yani kaffe-i derecat vücudda kamin olup na-mütenahinin mütenahide Cenab-ı Hakk’ın insanda tabiatta zuhuruna esas olan bir kanun-ı zaruri kabul etti. Eşyanın menşeini teayyünatını bilen yalnız o asl olup mertebe-i cem’de alemden müşahede-i hakıkat anında kendisinden zahil olarak yalnız tecezzi şanından olmayan bir aslın müşahedesiyle meşgul olur. O asl da her şeyin fevkinde olan her şey kendisinden ibaret bulunan vahdettir. Vahdet meyl-i kesretle herşeyi vücuda getirir. Kendisi her şey olur. Fakat her türlü şevaibden her türlü hareketten ari olduğu halde hüviyet-i ezeliyyesini muhafaza eder. Ervah-ı zekiyye tarafından cezbe ve istiğrak halinde müşahede edilen bu menba’-ı sırr-engizden ikinci bir asl tereşşuh ediyor ki o da akıldır. Akıldan kaffe-i harekatın mebdei olan ruh zuhur eder. Eşya-yı saire rükn-i vücud olan bu üç aslın suver-i teayyünatıdır. Bu vechile vahdetten aklı akıldan ruhu zuhur ettiren kanun min ciheti’l-meratib ruhdan dun olan eşya-yı saireyi ruhdan zuhur ettirerek onlardan da mümkinat-ı saireyi zuhur ettirir. Silsile-i mahlukat en hasisinden i’tibaren zatu’llaha müntehidir. Çünkü onun bir sureti bir mahsulüdür belki de vahdetten istinbat-ı kesretle onları tekrar vahdete irca’ eden yeknesak bir kanun-ı tecelli mucebince na-mütenahinin mütenahide vacibin mümkünde zuhuru suretiyle tekessür etmiş olan vahdetin aynıdır. Mahiyet-i mümeyyizesi fikr-i vahdetten olan bu medresenin tini gaib etmiş olan bir sureti ta’bir-i diğerle zat-ı uluhiyyetin bir tenezzülüdür. Alemde hakıkı ve mahz-ı hayr olan bir şey varsa o da her türlü şevaibden ari sükun ve istikrar ile muttasıf olan vahdetten ibarettir. Vahdetin dununda harekat furuk-ı hudud ve noksan zuhur etmeye başlar. Aslı sani demek olan akıl vücudun tenezzülü demektir. Zira akıl mutlak bile olsa ma’kule tealluku ren bir hareketi tazammun eder. Mertebe-i akla tenezzülüyle zat-ı vahdet teaddüde uğrar; faaliyeti iktizasınca mübeddel ve gayr-i mükemmel bir takım mahlukat vücuda getirir. Bu suretle hakıkat-i zatiyyesi hadd-i zamanı hadd-i mekanı ile tahdide uğradığından tegayyür-pezir olur. ki’-i ali işgal ederse de za’f ve noksa[n]dan hali değildir. Bu hayat-ı faniyye aslı faslı olmayan; az bir zaman içinde üful eden bir hayal-i bi-mealden ibarettir. yud-ı mevhumesinden azade kılarak bika’-ı illiyyine irtika ettirir. Şu hale göre insan kendisini bu aleme merbut kılan kuyuddan azade ederek cem’iyet-i hatarla mertebe-i huzura vasıl olmaya tealluk-ı masiva ile mevcudiyetini inkısama uğradan şeylerle kat’-ı münasebat etmeye çalışmalı. le lüzumu yoktur. Bu gibi şeylerin kaffesi medhuldür. Alemde fena ve istiğraktan a’la bir şey tasavvur olunamaz. İstiğrak faaliyeti mevcudiyet-i şahsiyyeyi imha ruhu evc-i a’layı hakıkate i’la eder. rike sözüyle sermest-i istiğrak olan bu medrese müntesibini teayyündeki derecelerini göstermek için pek çok uğraştıktan sonra muvaffak olamıyorlar. Vücud-ı hakkı tebyin için vücud-ı kainatın kuvvetini azaltıyorlar. Yalnız vücud-ı hakkı tasdik ile ona hasr-ı fikr u muhabbet ederek hayatı kainatı ata merasim-i bi-sud nazarıyla bakan gayet-i tekamülü aşku’llahda arayan bir nevi’ meslek-i sufiyyede Kiyetizm’de karar veriyor. tuttu. Dekart devrinde olanca tekamülüyle tekrar zuhur ile Panteizm yine meydan aldı. Spinoza ile Hegel bu mesleği kemal-i mümkine isale çalıştı. Fakat tebyin-i esasındaki kuvvet-i münazaraya istikraatındaki mükemmeliyete rağmen safahat-ı tekamülünde tabi’ olmak mecburiyetinde bulunduğu kanunun te’sirinden azade kalamadı. Çünkü tabayi’-i eşya bunu muktezi idi. Dekart mütecasirane bir tahlil neticesinde alem-i cismaniyi yalnız bir imtidada alem-i ukalaniyi de yalnız bir fikre kadar indirdi. Bu iki hakıkatin te’lifini ahlafına bıraktı. Burada tevakkuf mümkün değil idi. Şevk-i vahdetle daha bir takım esbab imtidad ile fikri bir asl-ı müştereke irca’ hevesini uyandırdı. Bu asl-ı müşterek de vücud veya cevher olup imtidad ile fikr onun ezeli ve zaruri iki şekli idi. Dekart’ın bütün tilmizleri bu fikri iltizam etti. Fakat onlar miyanında bu fikri en ziyade tekamül ettiren Malbranş ile Spinoza’dır. Malbranş’ın i’tikadına göre alemde yalnız bir illet-i müessire ve kadire vardır ki o da Cenab-ı Hak’dır. İlel-i taliyye denilen illetler kuru bir isimden ibarettir. Bunların hiçbiri haiz-i te’sir ve kuvvet değildir. Ecsam bizzat hareketten aciz kabiliyet-i infialiyye ile mütemeyyiz imtidadattan başka bir şey olamaz. Ervaha gelince onlardan sadır olan ef’alin menşei de onların zatında değildir. Ervah ve eşbahı mütemadiyen harekete sevk eden ancak Cenab-ı Hak’dır. Hal böyle ise alemde yalnız bir müessirden başka bir şey yok ise hakıkatte bir vücuddan başka bir şey yok demektir. Ervah ve eşbah mevcudat-ı mütemeyyize hakayık-ı müteayyine değildir. Bunlar ef’al-i İlahiyye’den vücud-ı Bari’nin suver-i muhtelifesinden başka bir şey değildir. Na-mütenahi ve mütenahi denilen şeyler hakıkatte başka başka şeyler olmayıp iki muhtelif nokta-i nazardan öyle görünen şey’-i vahidden ibarettir. İşte Panteizm’in tekrar zuhuru! Malbranş mesleğindeki efkar-ı saireyi bel’ eden en kuvvetli fikir acaba hangisidir? Şübhesiz alem-i şühud kendisinden bir lem’a-i zaife olan vücud-ı mutlak ve mükemmel fikridir. Malbranş alem-i şühuda o kadar bi-gane kalıyor ki hatta onun vücudundan emin bile olamıyor. Onun i’tikadına göre bu alemi dolduran la-yüad mahlukat ile feza-yı bi-intihada lem’a-nisar olan sevabit ve seyyaratın kaffesi hakıkatte vücudu olmayan bir hayal-i bi-mealden başka bir şey değildir. Alemde bir vücud-ı hakıkı varsa o da Cenab-ı Hak’dan şübheden tereddüdden kurtaramıyor ise alem-i vicdani hakkında da öylece tereddüdden azade kalamıyor. Vücudumuzla hayatımıza dair mübhem bir hisden başka bir sened-i sahiha malik olmadığımızı söyliyor. Onun i’tikadına göre bizim vazıhan ve yakınen bildiğimiz bir şey varsa o da Cenab-ı Hak’dır. Sair şeyler ancak onun zatıyla ve onun zatında tasavvur olunabilir. Muhabbete layık olan ancak odur. Başka şeylerin asla kıymeti ehemmiyeti yoktur. Hülasa-i kelam Malbranş bütün hakayık ve kemalatı kainatta tecelli eden feyz-i hayatı Cenab-ı Hakk’ın zatında buluyor. Ve bu suretle Mistisizm denilen meslek-i tasavvufda karar kılıyor. Ailenin ıslah-ı ahlakısi elzem olduğu hakkında söylediğimiz sözler ıslah-ı maddisi hakkında da tamamiyle variddir. Zira insanın her şeyden evvel hissettiği zaruret kendi mevcudiyetini muhafaza kayd-ı zarurisidir. İnsan bu hacetini gereği gibi te’min etmedikçe nefsinde ahlakı ma’nevi hiç bir vazife arkasında koşmak için bir saik hissetmez. Hakıkat efradı sıhhat-i bedeniyyelerini kuva-yı akliyye ve cismaniyyelerini muhafaza edecek temiz bir gıda bulamayan kendilerini karlara yağmurlara soğuklara sıcaklara karşı barındıracak yurttan giyecekten mahrum olan bir ailenin hali ne olur? Tabii sefalet vahşet derekelerinin en müdhişine düşecek böyle bir aile efradına zaruret ihtiyac bir çok fenalıkları bir çok cinayetleri mübah şeklinde gösterir. Zira ihtiyac bütün ahlaksızlıkların anasıdır. Bu böyle olduğu gibi hayat-ı medeniyyenin iktiza ettiği tahsili terbiyeyi verebilmek için evladını mekteblere gönderemeyen yen bir babanın efrad-ı ailesi için yalnız yiyecek gıda giyecek libas barınacak ev tedarik etmiş olması neye yarar? Şu pek haklı mütalaalardan aşikar surette anlaşılmıyor mu ki aile denilen şey bol bol sarf edebilen bir reise muhtaçtır. Bir aile babasının kudretsizliği o aileyi sefaletin hırmanın en müdhiş derekelerine kadar indirir? Evet zaten bizim pek semih olan şeriat-i İslamiyyemiz bu gibi desatir-i medeniyyeyi evvelce vaz’ etmiştir: Aleyhissalatü vesselam efendimiz “Cenab-ı Hak kendisine mal verdiği halde ailesini sıkıntı içinde bırakan adam bizden değildir. –Bir adamın evine karısına evladına hizmetkarlarına sarfettiği mal kendisi için sadaka yerine geçer” buyuruyorlar. Artık aileye karşı fedakarlığa teşvik için bundan büyük söz olamaz. Hele bizim şeriat-i adilemizin nazarında ailenin ne büyük bir mevkii aileye karşı edilecek fedakarlığın ne azim te’siri olduğunu şu hadis-i şerif kadar gösterecek hiç bir düstur olamaz: “ Bir dinar Allah yolunda bir dinar rakabe uğrunda sarfetsen bir dinar fakıre tasadduk eylesen bir dinar da ailen için harc etsen en sevablısı ailen için sarfeylediğindir.” Evet müslümanlık bize hiç bir zaman zehadet namına kalkıp da nefsi bütün menaimden men’ etmek maişeti alabildiğine kısarak neticesinde bütün tehzib-i ahlakıyi işkal edecek insanları bi-zar edip –bir çok milletlerde görüldüğü vechile– büsbütün din kaydından vareste bırakacak bir harekette bulunmakla asla emretmedikten başka bilakis maişetimizi yoluna koymayı emreylemiş hatta bu uğurda çalışmayı kendisinden bir cüz’ addetmiştir. Aleyhissalatü vesselam efendimiz buyuruyor. Lakin elinde san’atı medar-ı iştigali olacak ticareti olmadıkça bir adam maişetini ıslaha nasıl muktedir olabilir? Demek şimdi bizim için sa’y ü amelin müslümanlık nazarındaki mevkiini bildirmek icab ediyor. Ta ki edyan insanları çalışmaktan tenfir eder tarzındaki iddiaların ne kadar batıl olduğu meydana çıksın. Burada müellif Ferid Vecdi Beyefendi Hazretleri “Nazar-ı yorlar ki aynı mebhas Sa’di Bey tarafından tercüme edilerek Sıratımüstakım’in . nüshasıyla neşr olunduğu için oraya müracaat buyurmalarını muhterem kari’lerimizden rica ederiz. cümle-i celilesindeki nazm-ı ulvisi zannolunmasın ki ma’na-yı hakıkısi üzerine şeref-variddir; eğer hakıkati üzerine olsa ma-ba’dindeki: de ki lik. Belki bu zilletten –Allahu a’lem– murad: İhvan-ı dine nihayet derece muhabbet ve atıfettir. Ehl-i imanın selamet ve saadeti uğruna bila-tereddüd ölmek feda-yı can etmektir ki buna lisan-ı medeniyyet!de Nationalisme “Milliyetperverlik” denir. Bir milletin hayatı onu teşkil eden efradın milliyet duygusundan milliyet muhabbetinden milliyet sevdasından yat-ı milli de o nisbette kuvvetli ve şevketli olur. Aksisi de – bit-tabi’– aksinedir! Bu ayet-i celilenin bize anlatmak istediği hakıkat işte budur. Diyor ki: “Siz birbirinizi ne kadar takdis eder a’da-yı din ve vatanınıza karşı –yek-vücud olarak– ne derece milliyetperverliğinizi gösterir milliyetinizi muhafaza seniz saadet-i dini ve şevket-i millinizi o nisbette i’la etmiş mes’udane bahtiyarane yaşamaya o nisbette sebat-ı liyakat eylemiş olursunuz!” Bir insan sine-i şefkatinde doğduğu; aguş-ı lutf ü atıfetinde beslendiği büyüdüğü milletini sevmez efrad-ı milletten her biri de böyle hissiz kansız ruhsuz vicdansız olursa artık o insan yığınında milliyet hayatı kalır mı? O hayvan sürüsüne millet denir mi? O idraksiz o iz’ansızlar insanca yaşamak hakk-ı fıtri ve tabiisini kendi öz elleriyle i’dam etmiş sayılmazlar mı?! Ya sonra a’danın tahakküm ve istibdadından tahkır ve tezlilinden şikayet niçin? Düşmanın tecavüz ve istilasından zencir-i esaretine boyun uzatmaktan feryad ve vaveyla neden? Bir avuç Yunaniler daha dünkü Bulgarlar milliyetleri siyle onun ruhu varlığı olan İslamiyet’e neden bi-gane bulunuyorsun? kabil-i teskin düşmanı bile yapamaz. katler ne hail mecazlar var. Bak! Bugün Endülüs’de gerdenlerinde salib taşıyan milyonlarca mürtedlerin altıncı babaları Şeyh Ahmedler Seyyid Abdurrahmanlar İmamü’l-muhaddisin Abdülberler İmam Kurtubiler idi. İrtidad mecaz-ı teşbihi suretiyle evvela kanlı şikak u nifaklardan Tuleytula Belense İşbile ilh… Tavaif-i mülukünden başladı. Nihayet ah…. Nihayet işte müdhiş bir hakıkat-i irtidad! Sultan-ı ekalim-i Nübüvvet ve Risalet aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri haccetü’l-veda’da şeref-irad buyurdukları meşhur hutbe-i celilelerinde: Sakınınız; benden sonra dinden rücu’ edip de –yekdiğerinize kılıç çekerek bi-gayri hakkın kanlarınızı dökerek– mürted olmayınız! Çünkü irtidadı müeddidir. Belki yekvücud olarak iman ve takva üzerine –ila maşaallah– sebat ediniz! Endülüs’de hurşid-i İslam’ın kan deryaları içinde garkına nesillerinin irtidadına sebebiyet veren erbab-ı şikak u nifak acaba ne yüzle huzur-ı Zü’l-celal’e çıkacaklar? O bedbaht mürteddin ahfadın pençe-i şekvalarından nasıl tahlis-i giriban edecekler. Rabbin hakkı için onların hepsini yapdıkları işlerin kaffesinden birer birer soracağız. Herkes –hayr u şer– amelinin cezasını görecek! Gırnata’nın o feci’ akıbetinden Osmanlılara da bir hisse-i mes’uliyyet var. Hele Viyana kapıları önünden Mustafa Paşa’ya kadar Salib’in pençe-i teslisine terk ettiğimiz milyonlarca müslümanlardan…! Hususiyle bunlardan Macaristan’da Hırvatistan’da Dalmaçya’da Transilvanya’da Romanya’da tanassur ettirilmiş olanlardan! Kur’an -ı Hakim bize “A’daya terk ettiğiniz bilad-ı İslamiyye’yi ihvan-ı dini bir daha aramayınız! Düşünmeyiniz! Kurtarmaya istirdada çalışmayınız!” mı diyor? Haşa! Bu bizim duygusuzluğumuz! Bu bizim cehl-i muzaafımız! Onlar o şeci’ o şir-dil kahramanlardır ki zillet ve meskenet şan-ı celadetlerine kat’iyyen intisab edemez. Bir tecavüz-i a’da hengamında yekdiğerinin imdadına koşmak düşman-ı din ü vatanı kahr u tenkil etmek –sair fezail-i ulviyye-i rivayeti var ki bu ötekinden eşherdir. şeklinde yazılmıştır. dane bir meziyet-i Huda-pesendanedir. Sitayiş-i Kur’an isi nerede? Biz nerede?!! Nerede? Nerede?: Birr ü takva üzerine birbirinize yardım ediniz! Emr-i celili? Biz bu ferman-ı İlahi’ye muhatab değil miyiz? Teklif bize de ifası cünud-ı gaybiyyeye mi? Cehennem ateşleri gibi ruhu yakmakta olan humma-yı teessürün sevk-i mukavemet-suzuyla mukaddimeyi uzattım durdum. İhvan-ı kariin beni afv ederler ümidindeyim. Sadede girmezden evvel Garb medeniyetinin meshur-ı maalisi olanlara bir sual irad etmek mecburiyetindeyim bir sual ki cevabı mevzu’-ı bahsimize şiddetle tealluku var. Çünkü bu cevap serd olunacak delail ve berahinin –adeta– takrib-i tammı olacak. İşte sual: Medeniyet denilen rida’-ı fahiri vücud-ı insaniyyete kim iksa etti? Gerçi insan medeni-bit-tab’dır. Lakin bu mefturiyyet medeniyetin inbisatını terakkı ve tekamülünü te’mine kafi midir? Eğer “Evet…!” denilirse ya hala taş ve tunç devirlerinde yaşamakta olan akvam-ı vahşiyye nedir? Onlar insan onlar medeni-bit-tab’ değil mi? Fıtrat onlardaki isti’dad-ı medeniyyeti niçin inbisata getirmemiş neden cinan-ı medeniyyet haricinde sahra-neverd-i vahşet kalmışlar? Ben hissiyat-ı mukaddese-i diniyyemin müsaade-i lutf-karanesiyle – bi-tarafane– düşündüm; tarih-i insaniyyetin birkaç bin senelik edvarı içinde dolaştım; insanları ka’be-i medeniyyete allim-i insaniyyet bir mürşid-i medeniyyet bulamadım. “Din” ki Haber-i ezelisi mantuk-ı celilince insanların –cenab-ı Ebu’l-beşer’den beri– din-i fıtrileri İslamdır. Tekrar ediyorum: Eğer insan kendi aklıyla kendi isti’dad-ı medenisiyle kendini terbiyeye muktedir olaydı tarik-ı temeddünde insanların kimi ileriye gitmez kimi geride bulunmaz kimi de büsbütün haricde kalmazdı. Fakat insanlar –ekseriyetle– dinin hakıkatini o hakıkatü’l-hakayıkı anlayamamışlar da o ruh-ı saadetlerini kemal-i nefret ve tahkır ile redde yeltenmişler! Bunların esbab-ı felaketi mümkün olsa da tedkık edilse…! Tarih-i insaniyyetin hangi devrinde cem’iyet-i medeniyyeden ayrıldıkları bulunsa hakıkat bütün vuzuhuyla meydana çıkar. Maamafih bunların medeniyete karşı muhafaza etmekte oldukları mevcudiyet-i vahşiyaneleri bize delil-i kafidir. Bu kainatı yaratan Allah ekber ekmel ve ecmel-i mahluku olan cenab-ı Adem’e aleyhisselam ta’lim-i esma buyurdu. Kitab-ı medeniyyetin miftahı olmak üzere on sahifelik bir de “Elif-ba” mecmuası gönderdi. İşte tıfl-ı insaniyyetin mekteb-i medeniyyette ilk başlanması ilk teallümü bu oldu. Çocuk büyüdükçe isti’dad-ı fıtrisi inbisat ettikçe dersleri değiştirildi; yeni yeni cüz’ler geldi. Hatta –baladaki ayet-i celilenin de natık olduğu vechile– Hazret-i Hakimullah’a Tevrat’dan evvel –son cüz’ olmak üzere– on suhuf verildi; fakat azgın insanlar bu irşadat-ı semaviyyenin kadrini bilmediler. Tevrat’ı Zebur’u İncil’i tahrif ettiler. Eğer muktedir olaydılar Kur’an-ı Hakim’e daha müdhiş bir darbe-i tahrif vururlardı. Lakin o mahfuz ve me’mun kaldı. Lavale ve binlerce emsalinin de –hah na-hah– i’tiraf eyledikleri gibi bütün hakayıkı medeniyetin kaffe-i turuk ve mesalikini muhtevi ve şanı tebeddülden masun daima ceyyid daima tari! celle-i desatir-i saadete medyundur. Bu olmamış olsa medeniyetin ma’nası şöyle dursun lafzı bile bilinmezdi. Lavale’nin son sözlerine dikkat olunsun! “Ta idare-i umur-ı beytiyyeye varıncaya kadar her şeye bir nizam bir kanun vaz’ ediyor. Artık azamet-i şanı veleh-bar-ı ukul olan böyle ezeli ebedi bir mürşid-i insaniyyeti bir müessis-i medeniyyeti beğenmemek kadar zulm-i azim tasavvur olunamaz!” Her kim –Hüden li’l-müttekın olan– Kur’an-ı Hakim’den maişet bir fakr u sefalet bir zillet ü meskenet bir musibet bir felaket vardır. Çünkü Kur’an -ı Hakim dareyn saadetini te’mine yegane rehberdir. Avrupalılar Kur’an-ı Hakim’i kendilerine kanun ittihaz etmeleri sayesindedir ki peri-i medeniyyetin bu kadar dilaşub bir heykelini tasvire muvaffak oldular. İşte cansız iken bu derece nazar-ruba olan bu perinin bir de ruh-ı iman ve cehlimiz bi-hakkın tahkır etmiş olurlar. Artık sadede girebiliriz. Şimdi tesettür-i nisvan hakkında şevketli Kur’an-ı Hakim’i dinleyelim! Vicdan ve imanımız varsa emirlerini hırz-ı can edelim! Muhterem Sıratımüstakım mecmuasının numaralı nüshasında Halil Halid Beyefendi tarafından yazılmış bir makale-i nefise öteden beri fikrimi işgal eyleyen bir mes’ele-i mühimme hakkında acizlerini de birkaç söz söylemeye teşvik etti. Çok vakitten beri hayalhanemde dolaşan bu tasavvuratı ba’de’l-hürriyye yazı yazdığım bir gazetede mevzu’-bahs etmeyi tasmim etmiştim. Fakat araya giren bazı gavail buna mani’ olmuştu. Bugün Sıratımüstakım’in bir kari’i sıfatıyla bu bahse iştirakime vesile olan mir-i mumaileyhe arz-ı teşekkürat eylerim. Bizde yadı duçar-ı ihmal olmuş birçok mefahir ve menakıb tahattur ve ihyası ma’ruz-ı nisyan kalmış o kadar vekayi’ ve bedayi’ vardır ki: Herbiri ecdadımızın cihandeğer muvaffakiyyatından olan bu metrukat-ı eslafa yine bizler kadar bi-hiss ü lakayd kalmış bir halef gösterilemez. Çoğumuzun bu vekayi’-i harikuladeye ıttıla’ları bile mefkud ve olanların ise sathi ve pek mahduddur. Hayat-ı mazimize aid ekserimizin bilgisi memzuc-ı hurafat denecek derecede müşevveş… Ekabir-i ecdadımızın muhayyerü’l-ukul olan an olarak zihnimizde yaşar. Maa’t-teessüf çok defa measir-i eslafa aid vesaik ve tetebbuatı bile asar-ı ecnebiyyenin himmetinde ararız. Bu nevakısımızın fusul ve derecatı kalbleri hiss-i dini ve hiss-i Osmani ile çarpan vatandaşlarımızın idrakine mevdu’dur. Bundan sonra bu hatiatımızı peyderpey tashihe başlayabilirsek ahlaf nazarında belki şimdiye kadar olan kusurlarımızı afv ettirebiliriz. Hayat-ı ictimaiyyemizde üç sene evvelisine kadar görülen perişani ve tazyikatı –herşeyde olduğu gibi– bunda da mani’-i asli kabul edelim. Lakin unutmayalım ki: Bundan böyle Osmanlıların azm-i terakkıperveranesine mani’ hiçbir sebeb gösterilemeyecektir. Şimdi mevzu’umuzun fihristini söyleyelim: Mefahir-i milliyye ve a’yad-ı tarihiyye. Yakın vakte kadar teleffuzu bile memnu’ ve cihet-i tatbikıyyesi mevhum olan şu terkib bugüne değin ancak “ Temmuz” yevm-i ekberine müsemma olabildi. Halbuki bedihiyyattandır ki: Osmanlıların şanlı mazisi zengin tarihi bu kadar bahil değildir. Hısset ü imsak şahıslarımıza aiddir ki; mevrusat-ı ecdadı layıkıyla takdir ederek onlardan şimdiye kadar hisse-yab olamamışız. Akvam ve milel arasında bazı adat vardır ki: Esasda bir oldukları halde şekil ve teferruat cihetiyle yekdiğerinden ayrı gibi görünürler. Aynı menabi’ ve sevaika tabi’ halatın i’tikadat te’sirat-ı muhitiyye ve ikinci derecede bazı avamil dolayısıyla netayic ve tatbikatında bu gibi farkların müşahedesi tabiidir. A’yad her millette “dini ve milli” kısımlarına ayrılır. Nitekim bizde birinci kısımdan id-i fıtr id-i adha gösterilebilir. Bunlardan başka “eyyam-ı mübareke” namı tahtında: “Leyle-i Berat Leyle-i Mi’rac Mevlidü’n-Nebevi” ve saire vardır. Nev’a-ma milli olan cülus ve viladet-i padişahi günleriyle “ Temmuz” yevm-i mübecceli ise resmi bayramlarımızdan ma’duddur. Kavaninin kütüb-i semaviyyeden muktebes ve kavanin-i mezkurenin fi zamanina ahkam-ı siyasiyyeye me’haz olmalarına nazaran a’yad-ı diniyyede pek ma’nidar nikat-ı siyasiyye mündemic olduğuna hükm olunur. Nitekim muvahhidin “yevm-i arafat” zamanımızda Avrupalılardan “kongre” şeklinde menşe’ ve masdarı olan bir “mü’temer-i İslam”dır. Sadhezar teessüf ki; biz müslümanlar bu ictima’-ı kudsideki menafi’i o buk’a-i mübarekeye gidip gelmek külfetinden başka cihette görüp arayamıyoruz. Ne hazin bir manzaradır ki: Revabıtın en metini olan alaik-ı diniyye ile yekdiğerlerine bağlı olan beş kıt’anın din kardeşleri aynı hissiyat ile çarpan kalblerini dinlemeye akıl erdiremeyerek aynı cerihadan müteellim olan sinelerini birbirlerine açamıyorlar. Derdlerini söyleşemiyorlar. Ancak bir “panaroma” seyreder gibi yekdiğerine mebhutane ve yabancı nazarlarla bakıyorlar. Bizde kabul ve ta’[m]imi elzem olan “a’yad-ı tarihiyye”nin birinci derecesinde Halil Halid Beyefendi’nin buyurdukları gibi “Hilafet’in Al-i Osman’a yevm-i intikallerini” görürüz. Dini ve milli olmakla zü’l-vecheyn olan o yevm-i alinin hudud-ı ihtisasatı mavera-yı arzı muhit bir derece-i vüs’attedir. O mukaddes ve büyük gün; şevket-i İslamiyye’nin mebde’-i teceddüd ve ihyası.. Bina-yı Osmani’nin yevm-i tarsin ve i’lasıdır. Yevm-i mezkurda taraf-ı Hilafet-penahi’den kübera-yı mir-i muma-ileyhin der-miyan buyurdukları mevaddı pek muvafık buluruz. Bundan maada ehem ve Osmanlılar için birer yevm-i mahsus ittihazına şayeste görülen tarihi günler ise: Şu eyyam başka bir nokta-i nazarla tedkıkten sonra şekl-i aharla da tasnif edilir. Yani bunlar hususi mevzi’i ve umumi suretlerinde de kabul olunabilir. Mesela: “İstiklal-i Osmani” Devletimizin yevm-i hayat-bahşası olduğundan “umumi ve milli” bir yevm-i id ıtlakına cidden layıktır. “Rumeli’ye mürur” ile “Feth-i Kostantıniyye”nin a’yad-ı askeriyye “hususi” miyanına idhaliyle merasim-i müteayyinesinin mevki’lerine hasrı mümkündür. “Tanzimat-ı hayriyye” yevm-i i’lanının ise sırf mahafil-i diplomatikamızca bir yevm-i mahsus addi münasibdir. Bu saydıklarımızın haricinde kalmış daha o kadar şanlı ve pür-mefharet eyyamımız vardır ki emsaline hiçbir milletin tarihinde tesadüf olunmaz. Gönül ister ki her sınıf mütefekkirin tarih-i meslekisinin o eyyam-ı şeref-averini her sene tebcil etsin. Askerlerimizce: Kosova Niğbolu Çaldıran Kanije Plevne zaferleri acaba bu gibi takdisata layık değil midir? Cüz’i bir teşebbüs bu fikri mevki’-i fi’le isale kafidir zannındayız. Bidayeten –tabiatıyla velev ki küçük mikyasda muvaffak olunsun– bunu askeri kulüblerimizin akdem-i vezaifinden addeder ve her teşebbüsde olduğu gibi bunu da –emsale numune olmak üzere– muhterem asker kardeşlerimizin himmetinden bekleriz. Diğerleri için de devair-i belediyyemizle “Osmanlı İttihad ve Terakkı” kulüblerinin sarf-ı gayret eylemeleri lazım gelir. Mesela: Bursa Selanik Edirne Üsküb Manastır Yanya ve sair merakiz-i mühimme devair-i belediyye ve kulübleri teşrik-i mesai eyledikleri takdirde şehirlerine mahsus bir yevm-i tarihi kabul edebilirler. Bunun da en münasibi o şehrin kabza-i Osmani’ye geçdiği gündür. Pişva-yı hürriyet olan muhterem Resnelilerin ref’-i liva-yı cihad ettikleri günde kahraman Manastırlıların da mü’ekkel-i istibdad olan Şemsi Paşa’nın hak-i mezellete serildiği gün için iki seneden beri merasim-i mahsusa ifa ettikleri ma’lum olduğundan bu muhit-i müstesnanın şu suretle de milletimize numune olmaları cedir-i takdirdir. Kemal’in Abdülhak Hamid’in ve mazi-i şan ve şevketimizin kahraman kumandanlarının sene-i devriyyelerinde hiç olmazsa meslekdaşlarınca o büyük ve müfrez namlara karşı bir merasim-i ihtiramkarane ifası münasib değil midir? Garbın her tarafında bütün esatiz-i sanatkaranı dühat ve fudalası rical ve hükümdaranı huzurlarında icraları mu’tad olan bu hususi ve tarihi günlerin bizde teşmil ve tebcili acaba muhal mi? Asrımızın en namdar kumandanlarından olan Golts Paşa’nın hizmet-i askeriyyeye ellinci sene-i duhulü merasiminin pek parlak bir surette Almanya’da yapıldığı son telgraflar bize bildiriyor. Osmanlı ordusunda da buna mümasil tarihi ve mümtaz simalar el-an yaşamaktadır. Bizdeki nevakıs-ı ictimainin en mühimmi eslafımıza ve asar-ı ecdadımıza karşı olan muhabbetimizin sırf lafzi ve basit şekillere havass u avam için bir ziyaretgah-ı umumi olan Hazret-i Eba Eyyube’l-Ensari hakkında ekser-i zairinin fikri meşhudatının haricine çıkamaz. Türbe-i Fatih’in semtine uğramayız. Makber-i Sultan Selim ise ancak nezaret-i mevki’iyyesi hasebiyle civar sükkanınca bir kürsi-i temaşa addolunur. Payitahtımızın surları içinde müverrihlik ile geçindiği halde müzelerimizi mevaki’-i tarihiyyemizi ziyaret etmemiş; muharririn-i mütetebbi’a zümresinden iken kütübhanelerimizin semtini öğrenmemiş; sınıf-ı harbden iken askeri müzesine uğramamış olanlarımız çoktur. Şu sözlerimize hiçbir ma’nayı ta’riz ve bedbini atf olunmamalıdır. Maksadımız umumu maali-perestliğe kadirşinaslığa meslekleri dahilinde tetebbu’a teşviktir. Biz eslafımızın muasırlarımızın asar-ı kemalatını; mazimizin memlu-yı şan ve şeref olan eyyamını tevkır ve ihya etmezsek asıl bedbinlik ve hatta asar-ı zeval o vakit başgösterir. Son zamanlarda bazı mekatib-i aliyye talebesinin muallimleri riyasetinde mesmu’ olan bu kabil ziyaretleri tevessü’ ve tezayüdü arzu olunan bir hatve-i terakkıdir. Avrupa’da müzeler kütübhaneler her vakit her sınıfdan binlerce teşnegan-ı maarifle doludur. Onların nüzhetgahları bile tercihan mevaki’-i tarihiyyedir. An-ı teneffüsleri bile abidat-ı meşahir önünde geçer. Böyle yerlerde fevc fevc mektep şakirdanına bir çok mürebbi ve mürebbiyelere tesadüf olunur. Amerika’nın ta göbeğinden Avrupa’nın münteha-yı garbisinden kalkan bir mütetebbi’ ülkemizin en hücra ve yalçın köşelerine en mahuf ve ıssız sahralarına kadar sokuluyor. Avdetinde fikri ve cebleri definelerle memlu olarak avdet ediyor. Waterlo’yu Sedan’ı Tuna boylarını Balkan geçidlerini görmek için aksa-yı şark ve garbdan mütebahhirin gelir. Makedonya’da yanan bir samanlığı tedkık hevesiyle şimalden cenubdan müverrihler koşuyor. Bizler ise elan burnumuzun ucundaki Plevne’yi göremiyoruz. Meşhed-i ecdadımızı bilemiyoruz. Kalbgahımız olan namlı ve şanlı bir kıt’a-i mübarekeye bizi yine ancak kadirşinas maali-perest vatanperver ve dünyalar kadar büyük ve necib kalbli muhterem padişahımız sürüklüyor. Acaba içimizde Hilal-i Osmani’nin doğduğu Söğüd ufuklarını Domaniç yaylalarını görenlerimiz kaça baliğ olur? Bizler değil ziyaret ve himmetlerimizle onları ihya edelim binler kere teessüf ki hüsn-i muhafazalarına bile i’tina edemiyoruz. Makalemizin mebadisinde her milletin mevzu’umuz olan “i’tiyad-ı tarihiyye”ye mütemessik ve hatta muhtaç olduklarını söylemişidik. Uzaktan misal getirmeye hacet yoktur. Kendi vatandaşlarımızdan olan anasır-ı hıristiyaniyyeyi bu adat-ı ma’kuleye pek riayetkar görüyoruz. Nitekim onlar da her kilisenin her manastırın ve hatta en küçük bir zaviyenin hususi günlerinden maada ulum ve fünun vazı’larının milletin hayr u hasenatı[n]a çalışmış ekabirin meşahir-i ağniyanın bir yevm-i takdisleri vardır biz mevzuumuzun haricinde kalan cihet-i diniyyeden sarf-ı nazar edelim. Rumeli’de kesretle bulunan “manastır”larda senenin muayyen olan birer yevm-i tarihisinde panayırlar kurulur. Her tarafdan züvvar gelir mahalli halkının civar sekenesiyle aşinalığı ünsiyyeti artar. Demek bu adet hem ictimaiyyat ve hem iktisadiyyat cihetiyle de te’min-i menafi’ ediyor. Bu münasebetle tarihi günlerin mahalli büdcelerine bir bar olmayacağını da istihrac edebiliriz. Biz şu makalemizde ta’dad ettiklerimizin cümlesinin şekl-i resmide kabul olunabileceğini – şimdilik– pek ümid edemeyiz. Bunlar alakadaranınca tedricen ta’mim ettirildikten sonra tezahür-i nef’leri halinde tabiatıyla tekemmül edecek ve şekl-i resmi alacak teşebbüslerdendir. Buna vusul için şimdiden kulüblerimizle müteşebbis devair-i belediyyemizin cem’iyyat-ı hususiyyenin –programları ve meslekleri dahilinde– işe başlamaları lazım gelir. Şu kadar var ki; Hilafet’in Al-i Osman’a intikali ile istiklal-i Osmani eyyam-ı mahsusası te’hirleri tecviz olunamayacak mefahir-i milliyyeden olduklarından bunlar için – müstesna olarak– hükumetimizin teşebbüsat-ı resmiyyesi ensebdir. Bu babda bir layiha-i kanuniyye tanzimi ile tahsisat talebi ise müdekkık ve an’anat-ı tarihiyyeye riayetkar olan meb’usin-i muhteremenin uhde-i hamiyyetlerine teveccüh eder zannındayız. Avrupalılar refah ve terakkılerine aid cem’iyyat ve müessesatın ehemlerini bitirerek zamanımızda adeta huzuzat ve garabet devresine girmişlerdir. Garbın her köşesinde maarife sınaata himaye-i hayvanata mahsus cem’iyetlere tesadüf olunur. Bunlardan başka bekarlar körler topallar dullar cüceler şişmanlar güzeller ve saire namına bir çok müesseseler teşekkül ediyor. Lakin bize garib görünen bu müesseseler emin olalım ki; yine fenne medeniyete hizmeti esas ittihaz etmişlerdir. Hülasa-i maksad ve matlabımız bizde de bir Mefahir-i Milliyye Cem’iyeti teşekkülüdür. Bu babdaki himmeti ise en ziyade Tarih Encümeni’nden Türk Derneği’nden İttihad ve Terakkı Cem’iyet-i muhteremesiyle Müzeler Müdiriyeti ve sair alakadar olan müessesat müntesibininden bekleriz. A’yad-ı milliye günleri kongreler akdi risaleler neşri konferanslar koşular tertibi seyahat ve ziyaretler icrası o güne aid vekayi’-i tarihiyyenin tiyatrolarda temsili gibi vesaitle mefahir-i milliyyeye müteallık nigah-ı tarihiyyenin efkar-ı avama kadar telkıni faide-bahş olacağından böyle bir programın ta’kıbi lazımdır. Kaviyyen iddia ederiz ki merdüm-giriz vahdet-güzin olmak daima zarar.. İctima’ ve müşareket her vakit faide tevlid eder. Menakıb-ı ecdadı efsaneler suretinde dinlemek bizleri şeh-rah-ı terakkıye götüreceğine hutuvat-ı ric’ate teşvik eder. Görmek işitmeye.. emeklemek oturmaya her halde müreccahdır. Herkes hatırlar: Bundan üç sene evvel Temmuz’da Osmanlı milleti artık hadd-i büluğa erdiği artık veli ve vasiye hele sırf kendi menfaatlerine hadim keyif ve heveslerine tabi’ zulm ü istibdada mail veli ve vasilere muhtaç olmadığını o kadar gür sesle o kadar kat’i bağırdı ki veli vasilik kisvesine saklanıp milletin iliğini emenler kanını kurutanlar bir an bile yerlerinde kalamadılar; hemen kimi kaçarak kurtulmaya kimi her suretle hizmet ve sadakatini nin sinn-i rüşde vasıl olduğu bu mübarek gün o milletin geçmiş hayatında parlak bir emel idi. Millet bir çok karanlık seneler o aydınlık güne doğru ilerliyordu “emel yolunda” yürüyordu… Lakin bu emel yolu çalılarla dikenlerle hatta yar ve uçurumlarla kesilmişti: Nur içinde parlayan timsal-i emele o latif kıza erişmek için eski İran misallerinin kahramanları gibi yılan ve çıyanların zehirlerinden ejderlerin ateş saçan ağızlarından devlerin korkunç tırnaklı pençelerinden kurtulmak lazımdı.. Hiç şübhe yok ki milletin bütün efradı emel yolunda yürüyorlardı; lakin milletin fezail ve mehasinini temsil eden gençler bu hakıkı kahramanlar emel yolunun göze çarpan yolcuları idi. Bu genç kahramanların bir haylisi “emel yolunda” uçurumlara yuvarlandılar orada karanlıklar içinde yanan kızıl ejderlerin devlerin dişlerine lokma oldular; bazıları yalnız çalı ve diken yarasıyla kurtularak yollarına devam edebildiler ve nihayet emellerine nur içinde parlayan o güzel kıza kavuştular. Emel yolunun şimdiye kadar bir seyahatnamesi yazılmamıştı. Bu hafta çıkan nefis bir kitab o eksikliği kısmen doldurdu. “ Emel Yolunda.. ” Muharriri büyük kadreşim Ali Fahri Bey o yolun hiç yorulmak bilmez bir yolcusu idi. Bir müddet beraberce de yoldaşlık etmiştik. Bana verdiği kitabında: “Eğer mazinin birkaç tatlı saatini yaşayabilirsek bahtiyarım” diyor. Azizim Ali Fahri ben o kitabda mazinin birkaç tatlı saati değil birkaç tatlı ve acı senesini yaşadım yaşayabildim… Ve eminim ki “ Emel Yolunda …”yı okuyan herkes bir avuç gencin İstanbul mekteplerinden Taşkışla Zabtiye ve Tersane zindanlarına oradan Trablusgarb kal’alarına Fizan çöllerine nasıl sürüldüğünü sahih görecek onların duygusunu duyacak birkaç sene onlarla birlikte yaşayacak hasılı emel yolunun bütün azablarına rağmen lezzetli olan yolculuğu edecek ve bunun için sana müteşekkir kalacaktır.. Ali Fahri Bey eserinin bir vesika-i tarihiyye olmadan ziyade lezzetle okunur bir seyahatname hatta edebi bir hikaye olmasına çalışmıştır. Eserinde hayli muvaffakıyetle resm olunmuş levhalara epey incelikle tahlil edilmiş hissiyata rast gelinir. Fahri Bey’in arasıra şairliği vaizliği ahlak muallimliği galebe çalmış olmasa idi bu tahliller bu levhalar da kıymetdar vesaik-i tarihiyyeden sayılabilirdi.. Lakin Ali Fahri Bey istiyor ki emel yolu yolcuları beşeriyete has nekayısdan olduğundan ziyade muarra görünsünler: Onların hayatı bir çok vatandaşlarına misal ve ibret olsun… İşte bu arzu ahlak muallimliği etmek arzusu emel yolunun.. bazı kuytu köşelerini göstermekten müellifini men’ etmiştir. Bununla beraber kaniim ki “ Emel Yolunda… ” Genç Türklerin devr-i sabıktaki hayatını musavvir olarak bu güne kadar yazılmış kitabların vekayi’ini hakayıka en ziyade yaklaştıranıdır. Yoldaşımı muvaffakıyetle tebrik ederim; sözüme inanan kari’lerime de “ Emel Yolunda ..”yı okumalarını tavsiye ederim. Emel Yolunda yolcularından biri Japonya Meclis-i Meb’usanı’nda.. Japonya Meclis-i Meb’usanı’ndan bahs edilince ihtimal ki bütün vatandaşlarım muhteşem ve müzeyyen bir binada yahud sarayda bulunacaklarını zannederler. Ben de ibtidayı emrde böyle bir fikre zahib olmuş ve müşahedatımı ol suretle kayda hazırlanmış idim. Fakat binaya tekarrüble refikım Japonun gösterdiği tarafa baktığımda birden bire mütehayyir oldum. Hatta refikıma ihtimal ki aldanıyorsunuz demek derecelerine vardım. Evet bütün zan ve tahminimin haricinde gayet sade ve basit bir bina karşısında bulunuyordum. Haricden Tokyo’da bulunan mebani-i saireden farkı yalnız biraz geniş olmasından ve kapının önünde terbiyeli ve temiz giyinmiş polis me’murlarının nöbet beklemesinden ibaret bina sadelik ve nezafet içinde. Binaya dahil olduğumuzda me’mur-ı mahsusunun bir nezaket-i fevkalade ile ayakkablarımızın çıkarılması ihtarına tebeiyyetle fotinlerimizi çıkarıp Japonların gayet hafif ve zarif hasır terliklerini ayağımıza takarak me’mur delaletiyle hanedan-ı birine dahil oldum. Meb’usan anfi-teatr tarzında üçer kişilik sıralarda ahz u mevki’ etmişler. Vükela mevki’inde Başvekil Baron Katsura Hariciye nazırı Maarif Nezareti muavini ahz-ı mevki’ etmişlerdi. O günkü müzakerat miyanında Hariciye Nezareti istizahı ve Kutb-ı Cenubi Hey’et-i Keşfiyyesi’ne tahsisat i’tası mesaili mevzu’-bahs olduğundan pek çok halk toplanmış idi. Etrafa atf edilecek ilk nazarda buranın Meclis-i Meb’usan olduğuna insanın inanmayacağı geliyor. Çünkü meb’us mevki’inde başı açık göğsü açık ayağında Japon terliği sırtında kimono ta’bir olunan Japon elbisesi bulunan bir takım zevat toplanmışlar. Kaffesi sakit mütevazı’ fakat icabında fedakar bir müdafi’. Doğrusu terakkıyat-ı maddiyye ve ma’neviyyesiyle hayret ve takdir-i alemi calib bir milletin kendisinin birkaç misli kuvveti haiz bulunan düşmanı sırf milliyet ve vatanperverlik hissiyatına tabi’ olarak mağlub eden Japon kavminin Meclis-i Meb’usanı bu olduğuna insan hayret ediyor. Her tarafda meşhud olan ahval Japon milletinin veyahud hükumetin meb’usana ehemmiyet vermediği zehabını verecek bir derecededir. Fakat bu zehabın ne kadar yanlış olduğu ve hükumetin teklifine nasıl bir cevap verildiği atide zikr edeceğim bir misal ile tavazzuh ediyor. Meclise muvasalatımızda Hariciye Nazırı Komura cenabları koca Rusya Hükumeti’nin Başvekili Kont Vite’yi mağlub eden küçük boylu fakat pek büyük fikirli Japon nazırı ma’tuf olarak söz söyleyen bu zat tercümanın ifadesine nazaran yalnız kafi cevaplar i’tasıyla iktifa ediyor daha doğrusu pek büyük ve yüksek düşünen bu nazır söz söylemekte ol kadar mahir değil. Zaten umum Japonlar iktizasından fazla söz söylemezler. Hariciye nazırının sakitane verdiği izahat kemal-i dikkatle dinleniyor ve meb’usan salonunda hiçbir ferd yokmuş gibi bir sükut hükümran oluyordu. Izahatın hitamında pek şiddetli gürültülere intizar ediyordum. Halbuki yalnız bir takım meb’usların mevki’-i hitabete çıkarak saatlerce söz söylemeleri rilmediğinden değil bilakis terbiye-i ictimaiyyenin mükemmeliyetinden mütevellid bir hal idi. Şimdi sıra şayan-ı hayret olan meb’usların sözüne geliyor. Birkaç meb’usun saatlerce devam eden nutkundan sonra a’ma bir meb’us mevki’-i hitabete çıktı merak ile saate baktım bir saatten fazla söz söyledi. Söyler iken aldığı etvarından ve tercümanımızın ifadesinden bu ni’met-i basardan mahrum meb’usun bütün ifadatını kavaid-i fenniyye ve ilmiyyeye istinad ettirerek söylediği anlaşıldı. Evet Japonya’da bir a’ma bile kavaid-i ilmiyye ve fenniyyeye vakıfdır. Çünkü müessesat-ı ilmiyyesi mebzul. Bundan sonra mevzu’-bahs olan mes’ele Japon Kutb-ı Cenubi Cem’iyeti’nin Mülazım Siruza’nın riyasetinde gönderdiği hey’et-i keşfiyyeye tahsisat i’tası hususu idi. meb’usların söz istediği ve böyle ilmi fenni bir mes’eleyi şiddetle müdafaaya hazırlandığı görülüyor idi. Tahsisat i’tası esas i’tibarıyla kabul edildiğinden münakaşa yalnız mikdarı hakkında cereyan ediyordu. Neticede gürültü patırdı hatta birbirini tahkır gibi bir dereceye gelmiyor herkes hasmını kavaid-i ilmiyye ve fenniyye dairesinde ilzama uğraşıyor. Ve hakıkat olunca muhalif bile olsa kabulde tereddüd etmiyor. Hülasa bir hey’et-i ilmiyyenin müdafaasına ma’tuf olan asabiyetle titreyen sadalar bütün binayı sarsıyordu. Nihayet kürsi-i hitabete geçen ikinci bir a’ma meb’usun şu: Japonların bir gün Kutb-ı Cenubi’yi tamamen keşf ettiklerini işitmek Bütün bu müşahedatım Japonya Meclis-i Meb’usanı’nın bir müdafi’-i kavi olduğunu gösterdi. Mes’ele ehemmiyetle telakkı edildiğinden müzakere yevm-i ahara ta’lik edilerek meclise hitam verildi. Bu ziyaretimden bil-istifade Nasyonalistlerden Meb’us Sasaki cenablarıyla mülakat ettim ve bu mes’ele hakkındaki fikirlerini sordum. Cevaben “Tahsisat i’tası hususunda umum meb’uslar müttehiddir; ihtilaf yalnız mikdarındadır. Japon meb’usları ilim ve fen namına vuku’a gelecek bütün teşebbüsatın hamisi olacak ve bütün mevani’i ref’ etmekte meb’uslar yekvücud olarak çalışacaklardır. Millet vekili olmak dolayısıyla aksi suretle hareket bizim için mümkün değildir. Devre-i intihabiyyemizin hitamında millete hesab vereceğimiz zaman onlara karşı ifa ettiğimiz hidemat-ı nafia ile mücehhez olarak çıkmak isteriz.” dedi; Japonya hayret ve takdir-i alemi celb etmiş müterakkı bir memleket olduğu halde niçin meb’usana mükemmel bir bina inşa etmiyor yolundaki sualime gülerek şöyle cevap verdi: “Bugün milletimiz matlub olan derece-i refah ve saadete nail olmamıştır. Madem ki biz milleti temsil ediyoruz; onun derece-i refahiyyeti ile mütenasib bir binada bulunmalıyız. Bizce zevahirin ehemmiyeti yoktur. Dairenin mükellef ve müzeyyen olması ile adi bir kulübeden ibaret olması arasında bir fark yoktur. Asıl mes’ele tevdi’ olunan vekaleti layıkıyla ifa etmek ve hukuk-ı milleti sıyanet etmektir. Birkaç sene mukaddem hükumetimiz bu babda milyonlar tahsis eylemiş idi. Fakat bu meblağın milletin terakkısini ve vatanın müdafaasını te’min edecek umur-ı mühimme için sarf edilmesini meb’usan ittifak-ı ara ile kabul ve şimdilik hükumetin bu teklifi reddedilmiştir. Evet biz mükellef ve müzeyyen saraylarda oturabiliriz lakin milletimizin bir kısmı pek büyük bir muzayakada iken bu bizim için bir vicdan azabı olur. Millet meb’usan binası yapacaktır fakat bu kendisinin refah ve saadet-i matlubeyi bulmasına mütevakkıfdır.” bir şeyi bulunmayan bir Japon meb’usunun ifadesi. Bu sözleri bilhassa muhterem meb’uslarımızın nazar-ı dikkatine arz ederim. Meşrutiyet-i idareye henüz mazhar olan millet-i Osmaniyye’nin vekilleri bulunan zevat-ı kiramın bütün harekatını en ufak teferruatına varıncaya kadar yalnız müvekkilleri değil bütün alem-i İslam ve hatta bütün cihan tedkık ve ta’kıb etmektedir. vak’a ertesi günü Tokyo’da münteşir İngilizce gazetelere hükumatın bi’l-iltizam bu gibi vekayi’a daha ne kadar yalanlar ye’yi lekelemeye çalışacaklarını da nazar-ı dikkatten dur tutmamalıdırlar. – İstanbul Meb’usu Hüseyin Cahid Bey ile Priştine Meb’usu Hasan Bey beyninde mutasavver olduğu evrak-ı havadisde mütalaa olunan düello hakkındaki memnu’iyet-i şer’iyyenin ve ika’ı halinde şer’an yapılması muktezi muamelenin neden ibaret bulunduğunun seri’an beyanına dair Şura-yı İlmiyye’den yazılan müzekkire Fetvahane’ye lede’l-havale düellonun her biri diğerin icra eylediği fiilden dolayı mes’ul olmamak ve tarafeyn yekdiğere demini ibaha eylemek üzere şahseyn beyninde icra kılınan mukateleden ibaret olduğu cereyan-ı hal ve sual-i vakı’dan münfehim olmağla şeriat-i garra-yı Ahmediyye’de olmadığı ve şübhe-i izn ile kısas sakıt olacağı cihetle fi’l-i mezkurdan sonra hay kalan kimseye malından diyet i’tası vacib ve kendisinin ta’zir-i şedid ile ta’zir edilmesi lazım ve fi’l-i mezkurda tarafeynden katl vuku’ bulmasa bile irtikablarından naşi bu makule eşhasa ism terettüb eylemekle şiddetle ta’zir olunmaları ve bu kabil dinen ve şer’an icrası tecviz edilmeyen bir fi’lin Hükumet-i Seniyye’ce men’ olunması muktezi idüği ifade ve derkenar edilmiş olduğundan ber-muceb-i derkenar fi’l-i mezkurun men’ edilmesi hakkında Dahiliye Nezaret-i Celilesi’ne tezkire-i aliyye-i Meşihatpenahi tastir buyurulmuştur. – Şam’da münteşir el-Muktebes gazetesinin beyanına göre şehr-i mezkurda bir İslam darülfünunu te’sisine teşebbüs edilmiş ve şimdiye kadar altı yüz lira kadar iane derc olunmuştur. İanatın mikdarı derece-i kifayeye baliğ olunca darülfünunun te’sisine mübaşeret edilecektir. Çin – Çin ihtilalcileri kendilerine düsturu’l-harekat olarak şu esasları kabul etmişlerdir: “Mançu sülale-i hükümdarisinin iskatı. Asya Asyalılar ponya başta olmak üzere bütün Asya devletlerinin hey’et-i müttefikasını vücuda getirmektir…. Sıratımüstakım Ceride-i İslamiyyesi’ne Muhterem efendim; Türkistan felaket-zedeganının tehvin-i ihtiyacatına medar olmak üzere geçen gün bölüğümüzün icra kılınan endahtı esnasında bir fişenk mevki’-i müzayedeye vaz’ olunarak yüz altmış sekiz guruş otuz paraya uhde-i acizide tekarrur ederek meblağ-ı mezbur Nevrekob Postahanesi’ne tevdi’an müdiriyet-i muhteremenize irsal kılınmış olduğundan mahalline irsali temenniyatıyla takdim-i ihtiramat olunur efendim. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Haziran Altıncı Cild - Aded: Bu ayet-i kerimeden akdem diğer bir ayette Beni İsrail’e vaktiyle haklarında ihsan buyurulan ni’met ahdu’llaha vefa etmelerine dair emre ve kendilerine bundan dolayı mükafat olunacağını mutazammın va’de makrun olarak tezkar edilmişti sonra onlara ancak Hak teala hazretlerinden havf ü haşyet etmeleri emr olunmuş idi. Bu hususatı müteakıb dahi bir takım ayat vürud eyledi ki bu ayetlerde Kur’an’a iman etmeleri emr olunmuş ve hakkı batıl ile karıştırıp hakkı ketm eylemekten nehy edilmişler idi. Sonra kendileri nasa birr ü hayr ile emr eyledikleri ve birr ü hayra dai bulunan kitabı tilavet ettikleri halde birr ü hayrdan nefislerini feramuş eylediklerinden dolayı tevbih olunmuş ve sabırdan ve ihlas ve huşua makrun salattan istimdad ederek bu nisyanı izale edecek tarika irşad edilmişler idi. Şimdi ni’met-i vakıanın tezkarı nev’a-ma bir tafsil ile tekrar olunuyor çünkü ni’met ayet-i ulada mücmelen zikr edilmiştir icmal bulunur da tezekkür daha etraflıca teessür daha kavi ni’mete teşekkür daha ziyade me’mul olur. Binaenaleyh bu hikmete mebni cenab-ı münezzilü’l-Furkan şöyle buyuruyor: Ey Beni İsrail size in’am ettiğim ni’meti ve alel-husus sizi vaktiyle alemler üzerine tafdil eylediğimi zikr ve yad edin. Musa aleyhisselam asrında ve ondan sonra dahi Şeriat-ı Musa’yı tağyir etmedikleri zamana kadar Cenab-ı Hak aba’ ü ecdadınıza nice lutf u keremler etmiş ve bilhassa ilim enbiya ba’s etmek ve adil müluk zuhura getirmek suretiyle kendilerini zamanlarındaki ümem ve akvam üzerine tafdil eylemiş idi. Ey Beni İsrail siz bunları tahattur edin onlar neden bu derece i’zaz ve tekrim-i İlahi’ye mazhar olmuşlar buyurulmuş olan ni’metleri nikmet ve nekbete kalb etmeyin. Nebiyy-i muhterem sallallahu teala aleyhi ve sellem hazretlerine ihsan olunan ayat ve mu’cizat hakkında isti’mal-i fikre ve fezaile müsabakata mufazzal olanlar mufazzalün-aleyhlerden daha laik bulundukları cihetle zat-ı Risaletine cemi’-i ümem ve şuubdan evvel iman etmeye siz daha cedir ve şayan iken onu ve irae eylediği nur-ı hidayeti Cenab-ı Hak Beni İsrail’in derunlarında hiss-i izzet ve şerefi ihya için onlara olan ni’metlerini ve diğerleri üzerine onları vaktiyle tafdil eylediğini der-hatır etmelerini kendilerinden taleb eyledikten sonra bunu yevm-i din ü cezadan üslub-ı hakim olduğundan her vaizin va’zına mev’uzların derunlarında hiss-i izzet ü şerefi ihya ile bed’ eylemesi lazımdır ta ki mev’uz bununla kabul-i mev’izaya müstaid ve müheyya bulunsun da va’zın tazammun eylediği takri’ ve tevbihden istinkaf etmesin. Hiss-i izzet ü şeref insanın lazım-ı gayr-ı mufarıkıdır fakat eseri zahir olmayacak derece bazen zaiflenir vaizin bunu tahriki ise mev’uzun izzet ve faziletini zımnen bir i’tiraf demek olarak bu iki meziyet va’zın müstelzim bulunduğu tahkıre inzimam eylemesiyle onu tahammül asan ve kabule karib olur. Hiss-i izzet bir emr-i şerifdir ki iman ona da’vet eder ve belki de onu istilzam eyler zira iman-ı sahih-i kamil sahibi kendisinin halık-ı asuman u zemin olan İlah-ı Azim’e nisbeti bulunduğunu ve zat-ı Uluhiyyeti kendisinin serveri ve muin ve nasırı olduğunu görerek şairin: dediği gibi derununda ulüvv ü rif’at peyda olur. Kendi için bir kıymet hissedeni görürsün ki nefsiyle tenha kalıp da bir nakısaya giriftar olduğunu tezekkür edince müteellim olur vücudu sarsılır Şeytan-ı racimden Allah’a istiaze eder ve bir mü’min dahi ma’rifetullah ile teşerrüf etmiş kalbinde bu tezekkür eyledikte şübhesiz bu müzahame kendisine giran gelir de ondan ar ve istinkaf eder ve giriftar olduğu nakısadan tetahhur ile Cenab-ı Hakk’a tevbe ve rücu’ eylemek ona sehl ü asan olur. Bunun içindir ki Allahu teala hazretleri Beni İsrail’e tezekkür ile olan emrini onların tabiatlerindeki gılzatı ve kalblerindeki fesadı iş’ar eden takri’ ve tevbihi mutazammın bir vech ile irad buyurdu çünkü hiss-i izzet ü şerefi lunur. Cenab-ı Hak Yehud’a izz ü siyadetlerinin aslı ve menşe’-i tafdilleri bulunan pederlerinin ismiyle nida etti ve ni’meti yalnız ona değil cümlesine isnad eyledi. Sonra da masebakta zikr eylediği ni’meti ümmehat-ı enva’ını beyan ile tafsile şüru’ ederek onları alemler üzerine tafdil eylediğini zikr eyledi Beni İsrail de diğerleri gibi beşer olduğundan bu tafdil Cenab-ı Hakk’ın mahz-ı fazl u keremiyle idi. Tafdil ahz-ı fezail ve terk-i rezailin menatıdır zira kendini rezil ve deni gören adam işlediği şeylere mübalat etmez. Kendini mufazzal ve mükerrem gören ise şerefini lekedar ve vak’ u haysiyetini izale eden denaya ve rezailden teali eder. Vaktiyle alemler üzerine tafdil edildiklerini der-hatır etmeleri için Beni İsrail’e olunan emirdeki hikmet onları vaktiyle tafdil eden Cenab-ı Kadir-i Mutlak’ın Muhammedü’l-Mücteba aleyhi ekmelü’t-tahaya hazretleri gibi ve onun ümmeti gibi sairlerini de tafdile muktedir bulunduğunu tezekkür etmeleri ve onlar birr ü hayra da’vet eden kitabı tilavet eyledikleri cihetle birr ü hayra kendilerinin onu emrettikleri kesandan daha cedir ve şayan olduklarını bilip de nasa birr ü hayr ile emrettikleri zaman nefislerini feramuş etmemeyi onlara ihtardır Kudema-i Mısriyyin ve Yunan ve emsali put-perest milletler gibi Yehud dahi umur-ı ahireti umur-ı dünyaya kıyas ederler de mücrimlerden bedel olarak verilen fidye ile veyahud bazı mukarrebin tarafından hakim nezdinde şefaat edilerek hakimin re’yini tağyir ve iradesini fesh ile mücazattan tahallusları mümkün olduğu gibi ahirette dahi fidye ve şefaat ederler idi; bununla beraber Yehud enbiyaya intisablarıyla dahil-i nar olmayacaklarını veyahud ma’dud günlerden maada nar kendilerini mess etmeyeceğini çünkü yevm-i kıyamette kendilerinin cah ve nüfuzları bulunduğunu i’tikad eylerler idi. İman-ı halis ve amel-i salih ile rızaullahı isticlabdan başka hiçbir şey yevm-i kıyamette insana nef’ vermeyeceği ma’lum olmak için Cenab-ı Hak bu vehm ve akıdeyi mahv ederek şöyle buyuruyor: Ve ittika ve hazer edin ol günden ol günün hesab ve azabından ki o günde hiçbir nefs hiçbir nefsden hiçbir şeyi kaza ve eda etmez. O günde hiçbir kimse diğerinin borcunu ödemez. O gün hep emir ve tasarruf Allah’ındır biribirlerini müdafaa ve himayeye dair nasın bu dünyada mu’tad oldukları şey orada cari değildir Ve hiçbir nefs için şefaat kabul olunmaz. Orada hiçbir ferdin te’sir ve kesbi yoktur izn-i İlahi ile olmaktıkça orada hiçbir ferd söz söyleyemez izn-i İlahi ile olmadıkça hiçbir uzuv kımıldamaz ve hiçbir nefsden fidye alınmaz. lerine yardım eden olmaz. Mu’tezile ehl-i kebair için şefaat olmadığına bu ayet ile temessük ettiler bu temessükün cevabı şudur: Ayet’de vakı’ şefaat kelimesi siyak-ı nefyde nekre olup cemi’ enva’-ı şefaate amm ü şamil olduğu cihetle ayet-i kerime gerek küffar ve gerek müsliminden ehl-i kebire haklarında alel-ıtlak nefyi şefaate delalet ediyorsa da ahirette usat-ı mü’minine şefaat vuku’ bulacağına dair vürud eden ayetlere ve mervi olan hadislere mebni küffara tahsis edilmiştir. Hitabın küffara olması ve ayet-i kerimenin dahi pederleri olan enbiya kendilerine şefaat edeceğine dair Yehud’un i’tikadlarını red için nüzul etmesi nefy olunan şefaatin küffara mahsus bulunduğunu te’yid eder – Kur’an-ı Kerim’de kavl-i şerifi gibi ale’l-ıtlak nefy-i şefaati natık ayetler olduğu gibi gah kavl-i şerifi gibi menfaat-i şefaatin nefyini natık ayetler ve gah gibi kelimat-ı şerife ile nefy-i şefaati takyid eder ayetler de vardır. Bazı nas evvelki ile temessük ediyor ve bazıları evvelki ile ikinci arasında münafat yok ki birini ahara haml etmeye muhtaç olalım diyor çünkü bu gibi izin ve meşiyyet mütearefdir. Bu da ayet-i kerimelerinde olduğu gibi müstesna-minhün Şu halde Kur’an’da şefaat hakkında nass-ı kat’i yoktur lakin şefaatin isbatı hakkında hadis vürud eylediğinden bu halde şefaatin ma’nası nedir? ettiği zatı murad etmiş olduğu bir fiilden veya terkten feragat ettirmesidir. Şu halde şefaat şefi’ için iradeyi ancak terk ve fesh etmekle tahakkuk eder. Hakim-i adil şefaati kabul etmez meğer ki evvelce hata edip de sonra savabı anlamış olmak gibi murad ettiği şey hakkında ilmi tegayyür etsin ve maslahatın murad ettiği şeyin hilafında olduğunu görsün. Fakat hakim müstebidd-i zalim mukarreblerin nezdinde bir şey hakkındaki şefaatlerini o şeyin zulm olup hilaf-ı adalet bulunduğunu bildiği halde mahza kendisinin şefi’-i mukarrebe derek kabul eder. Bu iki nev’in ikisi de Allahu teala hakkında muhaldir zira irade-i aliyyesi ilmine mebnidir ilmi ise ezeli olup tegayyür-na-pezirdir. göre müteşabihattan olmağla şu müteşabihin mütearef olan ma’nasından Hak Celle ve Ala hazretleri tenzih edilerek bu hususda selefin tefviz ve teslime dair mezhebi ile hükm olunur. Eğer halefin te’vile mütedair mezhebi nazar-ı dikkate alınırsa o halde şefaati Cenab-ı Hakk’ın müstecab edeceği dua ma’nasına haml edebiliriz. Şefaat hakkında varid olan ehadis de buna delalet eder. Sahihayn ile diğer kütüb-i ehadisde rivayet edildiği üzere Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri yevm-i kıyamette secde edecek ve Cenab-ı Hakk’ın kendisine o gün ilham eyleyeceği hamd ü sena ile zat-ı uluhiyyetine hamd ü sena eyleyecektir. O zaman kendisine Başını kaldır dile ne dilersen sana verilecektir ve şefaat et ne şefaat edersen şefaatin kabul olunacaktır diye buyurulacaktır. Bu ma’naca şefaat Hak Sübhanehu ve teala hazretlerinin murad etmiş olduğu irade-i aliyyesinden şefi’ için rücu’ edeceğine delalet etmeyip belki şefi’in duası akıbinde irade-i ezeliyye tenfiz edilmek suretiyle onun izz ü şerefini izhar etmekten ibarettir. Kezalik bu ma’naca şefaatte şefi’lerin şefaatine i’timaden dinin evamir ve nevahisinde tekasül eden mağrurların gururunu takviye edecek bir hal dahi olmayıp belki emr ü tasarruf hep Allah’ın olduğunu ve yevm-i ahirette hiçbir ferde Allah’a itaatten ve rıza’-i İlahisinden başka hiçbir şeyin nefy olmayacağını inba ediyor. – A[ayın]. Spinoza’ya gelince bu feylesofun mebde’-i hareketi “cevher” fikridir. Cevhere bizatihi kaim olan vücud ma’nası veriyor ve cevher fikrinden evsaf a’raz fikrini istinbat ile diyor ki: Cevher demek vücud-ı na-mütenahi demektir; vücud-ı na-mütenahinin na-mütenahi suver-i kevniyyesi yahud sıfatı olmak lazım gelir. İnsanlar muttasıf oldukları acz neticesi olarak bu sıfat-ı gayr-i mütenahiyyeden yalnız ikisini tidad-ı gayr-i mütenahi”dir. Vücud-ı mutlaktan sıfat-ı gayr-i mütenahiyyenin zuhurunu istilzam eden bir kanun-ı zaruri-i kevniyye-i mütenahiyye zuhurunu istilzam eder. akla has olan suver-i kevniyye-i muhtelife de ervahdır. İşte mevcudatın esası bundan ibarettir. Cevherle onun evsaf ve a’razına hükema “tabiat-i mükevvene –ism-i fail sigasıyla” ahad-ı nas da Allah derler. Tabiat-i mükevvene –ism-i mef’ul sigasıyla yahud bizzat “tabiat” da suver-i imtidad-ı İlahi ta’bir-i diğerle alem-i eşbah denilen alemin suver-i akliyye-i bat-ı gayr-i mütenahiyyeye karşı zaruri olan zuhurat-ı mütekabile-i gayr-i mütenahiyyesidir. Şu sözlerine bakılırsa Spinoza’nın vehle-i ulada Cenab-ı Hakk’a bir vücud-ı has ve müstakil isbat ettiği Cenab-ı Hakk’ın mükemmel ve gayr-i mütenahi bir teayyün-i zatıyla müteayyin şuur-ı nefsiyi haiz bir vücud-ı müdrikten ibaret olduğunu kabul eylediği zannolunur. Halbuki biraz ta’mik-i nazar edilecek olursa hakıkatin öyle olmadığı görülür. Dekart medresesinde Cenab-ı Hakk’a isbat edilen “akıl” rak” diğeri de “irade”dir. Halbuki Spinoza Cenab-ı Hakk’ın “irade” sıfatıyla ittisafını suret-i kat’iyyede red ile: “İrade” mahlukatın tabakat-ı süfliyyesine has bir sıfattır; Cenab-ı Hak’da irade değil ancak bir inbisat ve inkişaf-ı zaruri olabilir diyor. Onun i’tikadınca idrak denilen şey –na-mütenahi bile olsa– tabiat-ı mükevvenenin icabatından olup tabiat-i mükevvenenin mahsusatından olmadığından Cenab-ı Hak sıfat-ı “akıl” hadd-i zatında suver-i fikriyyeden şuur-ı nefsiden ari bir akl-ı mühmelden ibarettir. Bu akıl teayyün ve inbisata meyl edip kendisinden suver-i teayyünatı demek olan efkar zuhur eylediği anda makam-ı lahuttan tenezzül bika’-ı süfliyye-i tabiate sükut vakı’ olur. hakıkı bir ilahın teayyününe kail olmayıp yalnız biri diğerinden ve hepsi fikr-i vücud denilen bir fikr-i asliden zuhur eden bir takım efkarın sübutuna kail oluyor. Spinoza’nın sıfat-ı İlahiyyeyi nazar-ı i’tibara almaksızın doğrudan doğruya akıl ile imtidad-ı gayr-i mütenahiden ervah ve eşbaha geçdiği zannolunuyor. Felsefesinin en sade noktası da burasıdır. Halbuki dikkat edilecek olursa eşyanın silsile-i zuhurunu böyle düşünmediği böyle düşünemediği görülür. Çünkü sıfat-ı gayr-i mütenahiye ile suver-i mütenahiye beyninde bir rabıtanın vücudu lazımdır. Mesela: Mühmel ve şuur-ı nefsiden ari olan akl-ı mutlak ile ervah tesmiye edilen ve tamamıyla müteayyin müteşahhıs olan efkarın arasında bir takım vesaite lüzum vardır. Bunlar ancak o suretle mümkinü’z-zuhur olabilir. Mantıka son dereceye kadar ri’ayetkar olan Spinoza da cevherin evsafı için bazı hazerat-ı Modes ezeliyye ve gayr-i mütenahiyye kabul ediyor. Mesela akl-ı mutlak ile alem-i ervah arasında aklın ezeli ve gayr-i mütenahi bir hazretini kabul ile buna hazret-i idrak-ı gayr-i mütenahi hazret-i fikr-i uluhiyyet diyor. İktiza-yı mantıkı Spinoza’ya fikr-i uluhiyyetten sonra ezeli ve gayr-i mütenahi diğer bir takım efkar daha kabul ettiriyorsa da Spinoza bunların mahiyetlerini ta’yin ve izah edemiyor. Hülasa Spinoza’nın Cenab-ı Hak dediği hakıkat teayyün-i zati ve şuurı nefsiden tamamıyla aridir. Herkesin Spinoza’yı ilhad ile itham etmesi de bundan asla ilhadı kabul etmiyor. Masdar-ı eşya olmak üzere gayr-i mütenahi bir mebde’-i evvelin vücuduna kail olarak ona Allah diyor. Spinoza’nın mülhid olmadığı kabul edilse bile feslefesinde daima mühmel ve mübhem bir ilahın vücuduna kail gibi görünüyor. Bu da isbat-ı uluhiyyetten ziyade nefy-i uluhiyyeti andırıyor. Bu feylesofun meslek-i hikmeti bazı kere de bambaşka bir sima ile nümayan oluyor. Mesela Cenab-ı Hakk’ın idrak ve irade sıfatlarıyla ittisafını reddederek tabiat-ı mükevvenenin fikr-i uluhiyyeti tazammun edemeyeceğini bi-i’tibari’z-zat nazar-ı mülahazaya alındığı takdirde Cenab-ı Vacibü’l-Vücud’un şuur-ı nefsiyi haiz olamayacağını söyledikten sonra Etik ünvanlı eserinde: “Cenab-ı Hak bir aşk-ı ma’nevi ile kendi kendini sever” diyor. Yine bir yerde bu aşk-ı ma’neviden bahsettiği sırada şu sözleri söylüyor: İnsanlar ekseriya şayan-ı uluhiyyete yakışmayacak bir takım akvale cür’et ettikleri halde yine zat-ı İlahiyi düşünmekten sevmekten kendilerini alamazlar. İnsanların Cenab-ı Hakk’a muhabbetleri Cenab-ı Hakk’ın insanlara olan muhabbet-i gayr-i mütenahiyyesinin eser-i tecellisidir. Bu iki nevi’ muhabbet muhabbet-i vahide haline girerek Halık ile mahlukat arasında bir rabıta teşkil eder. Hayat-ı hakıkiyye masivaya masruf olan hayat olmayıp Cenab-ı Hakk’a mevkuf olan hayattır. İnsanlar kalblerindeki muhabbetu’llahın te’siriyle birbirlerini de severler. Ruhlar kardeştir. Ruh-ı insani ancak bu muhabbet sayesinde hür ve mes’ud ve kendi asl-ı lahutisi gibi ebedi ve gayr-i fanidir. rünen bu feylesof biraz sonra bir mutasavvıf kesiliyor. Acaba bu tenakuzunun sebebi nedir? Bunun sebebi Panteizm’in safahat-ı tekamülünde te’sirinden azade kalamadığı kanun-ı zaruridir. Spinoza gayr-i mütenahi ile mütenahinin Cenab-ı Hak vücuda her feylesofdan ziyade kail oluyor. Fakat aynı zamanda bunu bir sistem suretine ifrağ ile ondan bir takım netayic-i kat’iyye istinbat etmek na-mütenahi batı suret-i vazıhada göstermek de istiyor. Bu suretle iktihamı gayr-i kabil müşkilata tesadüf ederek zihn-i hendesisinin bütün kuvvetine kalbinin olanca cesaret ve safvetine rağmen varta-i tenakuza düşüyor. Yani bazı kere kaffe-i hakayıkı tabiatte indimac ettirerek Cenab-ı Hakk’ı haricde vücudu olmayan bir ma’na-yı mevhum suretinde gösteriyor ki Panteizm’in netayici i’tibarıyla ilhada karib olan “Tabiiyyun” mesleği şeklindeki nev’i demektir. Bazı kere de bütün mevcudatı “hayat-ı İlahiyye”de fani gibi göstererek “hayat-ı menzilesine tenzil ile ifratı hayret ve heyemana varan tasavvufi Panteizm vadisine sapıyor!! Tedkıkat-ı tarihiyyeyi bundan ileri götürmekte bir faide mutasavver olaydı Dekart ve Kant meslekleriyle onlardan sonra zuhur eden diğer felasifenin mesalikinden de bahseder eddi olacağından bu kadarla iktifa ve halli sadedinde olduğumuz son mes’eleye nakl-i kelam edelim. Panteizm’in esasını tedkık eylediğimiz esnada safahat-ı tekamülünde tabi’ olduğu kanun-ı umumiye dest-res olmuş şimdi o kanunun kendisinde arayacağız. Ma-fevka’t-tabiiyyata aid bir mesleğin makbul olabilmesi tıkıyi ihtiva etmesi kafi değildir. Böyle bir meslek mükemmel bir eser-i san’at olabilir ise de felsefeden hakıkatten başka bir şey beklemeyen ukul-i ciddiyye nezdinde kat’a haiz-i ehemmiyet olamaz. Her hangi bir meslek-i felsefinin bu ünvana kesb-i istihkak edebilmesi için yalnız mantıka muvafık olması asla tenakuzu ihtiva etmemesi kafi değildir. Daha mühim daha kat’i diğer bir şart daha vardır yani o mesleğin hakayık-ı eşyaya da tevafuku lazımdır. Bina-berin bir meslek-i felsefinin tecaribi tecaribden istihsal olunan netayici nazar-ı i’tibara alması iktiza eder. Fakat bundan maksadımız o meslek daire-i tecaribde mahsur kalsın demek değildir; ancak felsefe ne kadar ali bir mevki’den tecaribe hakim olursa olsun daima onları tasdik ve biat-ı insaniyyenin ise bir takım kavanini hududu ihtiyacatı vardır. Her feylesof bunları nazar-ı dikkatten dur tutmamaya bunların mukteziyatına ister istemez tevfik-i hareket etmeye mecburdur. Eğer tabiat-ı insaniyyede onun lazım-ı gayr-i müfarıkı hükmünde olan kayd-ı zamani ve mekaniye tabi’ bulunmayan bir i’tikad varsa felsefenin onu da nazar-ı Felsefe vicdan-ı umumiyi inkar onda cay-gir olan i’tikadın butlanına hükmedemez. Bilakis onun menşe’ini sebeb-i teammümünü şerh ve izah eyler. Çünkü vazifesi odur. Madem ki mesalik-i felsefiyyenin kaffesi bu iki noktayı yani tecarible ammenin i’tikadını teşrih ve izaha mecburdur şu halde Panteizm de şu mecburiyetten azade kalamaz. Halbuki bu mesleğe salik olan feylesofların kaffesi tecaribi Spinoza Hegel gibi felasife havassin insanı tağlit ettiğini onu rehber-i hareket ittihaz eden avamın akıllarını vadi-i dalal ve hayalde otlattıklarını hakıkı bir hakimin tecaribe atf-ı ehemmiyet etmeyerek herşeyi akıl gözüyle tedkık ve muhakeme etmesi lazım geleceği[ni] iddia ile diyorlar ki: Farz edelim ki tecrübe insanı aldatmasın neticesi ne olabilir? Tercübe ilel-i müessireyi esas-ı mevcudatı göstermeyip yalnız ma’lulat ve hadisatı gösterir. Halbuki felsefe usul ve ilel-i eşyayı yani herşeyin “niçin”i ile “nasıl”ını gösteren bir ilimdir. Şu hale nazaran hakim olan kimse de vadi-i taharriyyatın habaya-yı muzlimesine delalet-i havas ile değil nur-ı mübin-i akl ile girmelidir. tecarib ve i’tikad-ı umuminin behemehal kendilerini mahkum edeceğini bildiklerinden asla o cihete iltifat etmemişlerdir. Halbuki iddiaların en vahisi teşebbüsatın en akımi divaneliklerin en acibi tecaribden feragat sevdasına düşmektir. Bu hususda en ileri giden de Parmenides’dir. Bu hakimi sade-dil hakıkı bir feylesofun “akl-ı mahz” ve “fikr-i vücud” dairelerinden dışarı çıkmaması bunlardan başka ne varsa hepsini hiçe sayması lazım geleceğini iddiaya kadar cür’et etmiştir. Bunun neticesi de evsaf ve a’razdan ari olan vücud-ı mutlaktan maadasının inkarına varır. Eğer tecaribi büsbütün istihkar etmiş olaydılar hiç şübhe yok ki Pluton menides’in dest-res olduğu neticenin aynı olacak idi. Yani Pluton “vahdet-i mutlaka” haricine çıkamayacağı gibi Spinoza cevherden öteye bir adım atamayacak Hegel de son dereceye kadar mübhem olan “fikir” dairesini tecavüz edemeyecek Halbuki Pluton iltizam-gerdesi olan “vahdet”de ezeli bir menşe’-i teayyünat buluyor Spinoza “cevher”den “araz” arazdan suret çıkarıyor Hegel de fikrin bütün tekamülatını zatında mündemic bir isti’dad zuhur ve inkişafa gayet basit bir kanun-ı muttarid neticesi olan tabii ve zaruri bir harekete atf ediyor. Pekala bu sözleri biz de tasdik edelim; fakat bu feylesoflar teayyün araz suret hareket ve tekamül fikirlerini acaba nereden almışlar? Bu ma’lumatın kaffesi tecaribe müstenid tecaribden muktebes değil midir? Hulus ve ciddiyetle muttasıf hasbe’l-meslek bu ma’lumata muhtaç olan bir feylesof için bu ma’lumatın menba’ını ketmde ne gibi bir faide mutasavver olabilir? Diğer mesalik-i felsefiyye gibi Panteizm de tecaribden istiğna edemez ve edemiyor. Çünkü ma’lumat-ı hissiyye ile vicdan-ı beşerde hüküm-ferma olan i’tikadı inkar edecek olursa kendisi de inkar edilmek tehlikesine ma’ruz kalır. Bir asla istinaden ahval ve vekayii inkar etmek yalnız muhalat tiğna suretiyle varta-i tenakuza düşmek demektir. Panteistler akıl ve vicdanın kendilerinden istediği iki büyük hakıkatin yani mahiyyat ve teayyünat-ı eşya ile hakıkatı Bunlar gah meslek-i tabiiyyuna meyl ile Cenab-ı Hakk’ı gah tasavvufa inhimak ile hakayık-ı eşyayı inkar ettikleri gibi bazı kere de gayet kavi ve fakat akım bir azm ile bunların rinden kaçırıyorlar. Eşya-yı saireyi bir tarafa bırakalım! Fakat bunlar teşekkülü kat-ı zatiyyesini suret-i kat’iyyede cazim melekat-ı akliyyesiyle kuva-yı tabiate hakim olan insandaki nefs-i natıkaya kındaki fikrini tedkık edelim. Bakalım ne neticeye dest-res olacağız. Spinoza kainatın cevher araz ve suret denilen üç unsurdan teşkili mümkün olduğunu iddia ediyor. sairenin hepsinden ziyade kabil-i tedkık olan bir şey varsa o da kendi hakıkatidir. Şu halde Spinoza’nın teşkil edeceği alemde teayyün-i şahsinin medlul-i vecizi olan “ben” lafzının yani nefs-i natıkanın mevkiini taharri ediniz. Acaba nefsi natıka cevher midir? Hayır çünkü cevher bizatihi kaim bir mevcud-ı gayr-i mütenahidir. Peki araz mıdır? Araz da değildir; zira araz da na-mütenahidir. Her ne kadar bu namütenahilik nisbi izafi ise de şu halde nefs-i natıka “suret” demek olacak bu da kabul edilemez. Çünkü suret bir mevcud-ı müteayyen olup besatatıyla beraber kendisinde bir takım melekat mündemicdir. Şu halde nefs-i natıka olsa olsa bir mecmua-i suver olabilir. Böyle bir suret kolleksiyonu da bir ma’na-yı mücerredden başka bir şey olamaz. Demek ki nefs-i natıka Spinoza’nın aleminden ile’l-ebed matrud o alemde onun için bir mevki’ aramak beyhudedir. Acaba bu feylesof “irade” hususunda vicdan-ı umumi ve tecrübe ile müttehid midir? Hayır. Hangi insan olursa olsun hususiyle mütemeddin asırlarda şu dört ismin birine dahil bulunmaktan hali kalamaz: hetlerinden iştiraki olan doğrudan doğruya onun kanunuyla halif bulunan bir millete vatandaşlık mahkumiyet gibi kuyud münafat mevcud olan diğer cem’iyetlerle sırf ittihad-ı menafi’ yüzünden dost geçinmek. hayatiyyenin tehalüfü yüzünden diğer bir cem’iyete karşı düşman vaz’ını almak. Görülüyor ki üç evvelki hal büyük cem’iyetlerin başından hiç bir zaman eksik değildir. Dördüncüsüne gelince alem-i siyasetteki mevkiinin ehemmiyetine göre bazen yahud çok zaman bir cem’iyet buna da ma’ruz olur. Nitekim medeniyette şevkette en ileri giden milletlerin isti’mar istimlak politikasındaki cazibeye kapılarak hatta en küçük en zavallı kabilelerle suret-i daimede harb etmekte olduklarını görüyoruz. Şimdi şu taksime atf olunacak en sathi bir nazar onun gayet tabii bir taksim olduğunu elinden kurtulmak kabil olmayacağını teslime kafidir; zira medeni olsun vahşi olsun asrımızda bulunsun yahud maziye karışsın ne kadar millet varsa hepsinin lisan-ı hali bunu söylüyor. şısına öyle vecibeler koymalıdır ki ahkamına mütemessik olanlar o vecibeleri ifa mecburiyetinde olsun o vecibeler de adalete kanun-ı tabiate tamamiyle muvafık bulunsun. Bu onu kanun-ı adl ü hak icabınca yerine getirmek müyesser olmamıştır. Evet Müslümanlık insanları yukarıda söylediğimiz dört kısma ayırıyor. Her kısım için de müslümanlara edası farz olan bir takım hususi vecibeler gösteriyor. nasranilerden müslümanların idaresi altında bulunup müslümanların kanunlariyle idare olunanlardır. lar. atın müslümanlara karşı şu dört kısım hakkında ne gibi vecibeler ta’yin etmiş olduğunu birer fasılda gösterelim. denilen şu mihnet aleminde dest-i kudretle kisve-i ademiyyeti tufan-ı şebabın emvac-ı vahşet ve cehaleti arasında yuvarlandı durdu. Pek azametli pek esrarengiz olan fıtratının duş-i aczine tahmil eylediği vezaif-i hilkat ve ubudiyyetini öğrenmek üzere mekteb-i ma’rifette eline verilen elif-ba-yı medeniyyeti biraz sivrilip yükselince tebdil-i tavr ederek şiddetli bir hırçınlığa vahşiyane bir azgınlığa tutuldu: Kitablarını yırtmak parçalamak; yazılarını silmek yalamak yerine ma’nasız mealsiz: Abuk sabuk saçmalar hezeyanlar yazmak! Biraz daha büyüyünce hace-i idrakine mürşid-i rak nefretler düşnamlar yağdırarak –müfteris bir hayvan gibi– saldırmak! Döğmek! Hatta –bazısını da– öldürmek! İşte bu yaramaz bu şımarık insanın mekteb-i ma’rifete hürmeti! Kitab-ı medeniyyeti teallüme muhabbeti!... ve şebabını geçirdikten sonra en son ve en büyük mualliminin huzur-ı hidayet-perverine çağırıldı. O mürebbi-i a’zam-ı insaniyyet o muallim-i efham-ı medeniyyet sultan-ı kişver-i nübüvvet; imam-ı mihrab-ı risalet aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri idi. Adet bu ki ahirde gelir bezme ekabir Herodotlar Ksenofonlar Polipler ne derlerse desinler; Sokratlarıyla; Eflatunlarıyla ve daha bilmem kimleriyle ne kadar iftihar ederlerse etsinler; medeniyet o zamana kadar galiblerin mağlubları diri diri derilerini yüzmesinden ruus-ı maktualarından tepeler dağlar vücuda getirmesinden hayyen üzerlerine duvarlar örüp faci’ bir mevte terk etmesinden; dayinin medyunu esir gibi satmak yahud –sanki hayatını kendi ömrüne katıp onun hesabına yaşayabilecekmiş gibi!– öldürmek hakkına malik olmasından ibaret idi. İşte Yunan ve Roma medeniyeti! Maamafih i’tiraf olunmalıdır ki Ceziretü’l-arab cehalette vahşette sefalette –hemen de– sair kıtaat-ı arzın en bedbahtı idi denilebilir. İnsanlar arasında –isti’dad-ı fıtrileriyle– en ziyade saadete bahtiyarlığa layık olan nesl-i celil-i Arab boğucu öldürücü bir kabus-ı felaket altında cansız nefessiz yaşıyorlardı. Eşref-i mahlukatın ehass-i mevcudata bi-ruh cemadata uluhiyet gibi bir sıfat-ı mukaddese-i ezeliyye vererek huzurunda cebin-sa-yı tezellül ve ihtikar olması taştan ağaçtan istimdad etmesi kadar musibet mi tasavvur olunur? Bu bedbahtları düştükleri derk-i esfel-i hiçiden çekip kurtarmak insanlıklarını ihsas etmek ölü olan ruhlarını diriltmek –bir kuvve-i fevka’t-tabia olmadıkça– kudret-i beşer dahilinde değildi. Fakat o ruhu’r-ruh-ı insaniyyet o ma’şuk-ı ehadiyyet o mescud-ı melekiyyet tek başına –bi-perva– meydan-ı mücahedeye atıldı. Hak ve hakıkate insaniyete medeniyete da’vete me’mur olduğunu i’lan etti. Mekke’de on üç sene –la-yenkatı’– cehaletle vahşetle pençeleşti ki yalnız bu uzun müddette çektiği zahmet ve meşakkatlerin en yakın akrabasından gördüğü husumet ve cildler dolusu kitablar tahammül edemez. Bütün dünyanın ebedi saltanatına mukabil olsa yine çekilmez çekilemez olan bu mihnetlere bu ibtilalara niçin katlanıyor neden göğüs geriyordu? Neden Uhud gazasında müşrikin-i Kureyş mübarek dişini kırmak cinayetinde bulunmuş iken “Ya Rab! Kavmimi ıslah buyur! Onlara gazab etme! Çünkü bilmiyorlar” diye hayr u salah ile saadet ü felah ile dua buyurdu? Dünyaca maddi bir menfaatin zerresi yok iken niçin layetezelzel bir azm-i hıred-fersa ile vazife-i mukaddesesinde sebat etti? Bu sualler cevap ister cevap..! Hazret-i Kur’an -ı Hakim tedricen şeref-bahş-ı nüzul olmakta akıl ve idrak uşeklinde Beyhaki yandıkça inbisat ettikçe emirler nehiyler irşadlar mev’izalar durub-ı emsaller tarihden ibret-amiz sahifeler getirmekte Düşünülsün: Birbirinin kanına susamış yığınlarıyla akvam-ı cahileyi kabail-i müşrikeyi livaü’l-hamd-i İslam altında toplamak barıştırmak seviştirmek öpüştürmek bütün revabıt-ı insaniyyet uhuvvetiyle yekdiğerine sımsıkı bağlamak; a’da-yı hakk u hakıkate karşı bir nokta-i müdafaada teşbih-i celil-i Kur’an isinin timsal-i zi-hayatı şekline koymak… Bu ne yorulmak bilmez ikdam ve gayret! Bu ne bitmez tükenmez himmet ve inayet! Bu ne ulüvv-i şan-ı insaniyyet! Bu ne azamet! Bu ne kudsiyyet! Artık bunun bir kuvve-i fevka’t-tabia ve ta’yin-i sahihle ukul-i selimeyi teshir edici bir kuvve-i risalet bir cazibe-i nübüvvet olduğunda şekk ü tereddüd mü kalır? Hakıkat sence mechul olsa da aklen müberhendir Güneş a’maya pinhan olsa da binaya ruşendir Medeniyet bir vücud ise onun ruhu da mekarim-i ahlaktır” Demiştim. Şan-ı celilü’l-kadri Sitayiş-i ezelisiyle tebcil ve tekrim buyurulan o nur-ı ehadiyyet o mihr-i asuman-ı risalet aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri din-i hakkı bu esas-ı metin üzerine kuruyorlar ruha musallat olmuş emraz-ı ahlakıyyeyi enfas-ı kudsiyyeleriyle tedavi buyuruyorlardı. “Ben ancak mekarim-i ahlakı itmam ve ikmal etmek için ba’s olundum” hadis-i celili bu hikmete mebni şeref-efza-yı sudur olmuştur. Zat-ı hümayun-ı Risalet-penahları bir huluk-ı azim oldukları gibi her sözleri de bir huluk-ı kerim idi. Buyuruyorlardı ki: “Ahlak-ı İlahiyye ile tahalluk ediniz.” –Makalat-ı sabıkada felsefenin şekl-i hazırı hakkında bazı izahat verilmiş ve bir takım ta’rifler zikredilmişti. Felsefe ve Psikoloji’ye dair son zamanlarda neşrettiği eserleriyle kesb-i iştihar eden Rey’i A. Rej felsefeyi “intikad-ı fikri” cümlesiyle tefsir ederek diyor ki: Usul-i felsefiyyenin en mühim seciyesi “tefekkür”dür. Şu halde mümkün olduğu kadar iyi hareket edebilmek için tanıdığımız bildiğimiz herşeye dair icra edeceğimiz intikadat-ı fikriyye bir felsefe sayılır. Tefekkürat ve intikadat-ı fikriyyenin en mühim mevzu’ları umumiyyelerinden ibarettir. Harekat-ı beşeriyye tedkık olunarak istikamet ve cihet-i temayülleri ta’yin edilirse felsefenin taksim-i tabiisini istihrac etmek mümkün olur. Şöyle ki: tabiati tedkık ve tetebbu’ etmeye mecburdur. Ta’bir-i diğerle umumiyyesini nasıl bilirse nasıl bilmesi icab ederse içinde yaşadığı alemi de öylece tanıması öğrenmesi iktiza eder. Kainata ve kainatta ser-zede-i zuhur olan hadisat-ı tabiiyyeye ancak fen sayesinde kesb-i vukuf edebiliriz. Halbuki fennin bu hususdaki metodlarını usullerini tedkık ve tenkıd edecek de felsefedir. İşte felsefenin bu babda yürüteceği ğimiz fenni teşkil eder. derece esaslı bir surette ta’mik edersek harekat-ı şahsiyyemizi de o nisbette iyi tanzim etmiş oluruz. Bu hal kendi hukukumuzu sıyanet diğerin hukukuna ri’ayet esaslarını ihzar edeceğinden hemcinslerimizle olan münasebatımızın daha adilane ve daha iyi bir surette idare edilmesini te’min eder. Bu hususdaki kavaidin hey’et-i mecmuası ise felsefenin hikmet-i ahlakıyye-Ethique şu’besini teşkil eder. faaliyet-i lakaydanede bulunurlar. Bu gibi faaliyetler neticede bazı asar-ı sanaiyye tevlid eder. Asar-ı mezkureyi meydana getirmek için tatbik edilen usullerin hey’et-i mecmuası felsefenin diğer bir kısmı olan hikmet-i bedayi’-Esthetiquein mevzuunu teşkil eder. neticesi bizi tabiata şahsımıza alemdeki mevki’ ve mukadderatımıza dair i’mal-i fikre ve umumi bir takım nazariyyeler te’sisine sevkeder. Bu umumi nazariyyelerin hey’et-i mecmuası felsefenin en mühim kısmı olan hikmet-i nazariyye-Metaphysiquenin esasını teşkil eder. Hissiyat akıl vicdan ve iradeye müteallık olan mebahis öteden beri felsefe dahilinde mütalaa ve tedkık edilmektedir. Erbab-ı felsefeden bir çok zevat bugün de aynı tarzı ta’kıb ediyorlar. Şu halde mebahis-i felsefiyyeye en evvel psikolojiden başlayarak müteakıben hikmet-i bedayi’ mantık hikmet-i ahlakıyye ve hikmet-i nazariyye kısımları tedkık edilirse an’anedar olan bu usule ri’ayet edilmiş olur. Ondokuzuncu asrın nihayetlerine kadar psikoloji fenni felsefe ile birlikte mütalaa edilmekte idi. Her meslek-i felsefiye bir de meslek-i psikoloji terfik ediliyordu. Yani yegane metodu bizzat beşeri tedkıkten ibaret sayılan psikoloji münakaşat-ı felsefiyyenin bir zeyli gibi telakkı ediliyor ve fünun-ı müsbete ile hiçbir surette alakadar addolunmuyordu. Felsefenin bu taksimi müteahhirin tarafından haylice hırpalanmış; mühim ta’dilata uğradılmıştır. Ta’dilat-ı mezkurenin ilk temelini August Comte attı. Te’sis ettiği pozitivizm mesleğiyle ondokuzuncu asrın tarihçe-i efkarında pek derin izler bırakmış olan Comte bu hususda müceddidin-i ahirenin pişvası sayılmalıdır. Son zamanlarda psikoloji mantık hikmet-i ahlakıyye ve hikmet-i bedayi’ fenleri fünun-ı müsbete miyanına idhal edilerek felsefe mefhumunun yalnız metafizik ma’nasına hasr u tahsisi tavsiye edilmektedir. Terakkıyat-ı fenniyye felsefede dahi pek çok tahavvül ve tekamülü mucib oldu. Bu tekamülün istikbalde daha başka bir surette tecelli edeceği şübhesizdir. Vaktiyle felsefe nasıl bir fenn-i umumi halinde idiyse atiyen de –fakat bir başka ma’nada olmak üzere– yine bir fenn-i umumi manzarasını dilebilirdi: Prensipler neticeler kanunlar illetler vak’alar hadiseler hakayık-ı umumiyyeler bunların hepsi mebahis-i felsefeye dahil oluyorlardı. Tabii bu bir ifrattı. Pozitivistlerin hikmet-i müsbete tarafdaranı birdenbire gösterdikleri hücum Bugün felsefe bir tarafdan bir fenn-i umumi manzarası arzettiği halde diğer tarafdan bir hususiyet ibraz ediyor. Mösyö Ribo: Asr-ı hazırda İngiliz Psikolojisi ünvanlı eserinde diyor ki: “Felsefeyi bu ma’naya metafizik ma’nasına hasrettiğimiz takdirde buna bir fen nazarıyla bakabilecek miyiz? Esasat-ı fenniyye felsefeden ihrac olunduktan sonra bu hal nasıl kabil olabilir? Bugün kanunlar nisbetler vak’alar hadiseler bunların hepsi fennin havza-i tedkıkine edemediği mesail bırakılmıştır. “Maamafih mes’ele hala halledilememiştir. Münakaşat bütün şiddetiyle devam edip duruyor. Her iki müddeanın da bir çok müdafi’leri bir çok tarafdarları var. Fakat hiçbir taraf da galebe-i kamileyi ihraz edebilecek kuvveti haiz görünemiyorlar. Bununla beraber felsefeyi sırf metafizik haline mekte oldukları unutulmamalıdır. Ba-husus bunların müddeiyatı ma’lumat-ı beşeriyyenin “fünun-ı müsbete” ta’kıb ettiği kanun-ı tekamüle daha muvafık görünüyor. Şimdiye kadar terakkı etmeye başlayan her fen istiklale doğru koşmuştur. Bu suretledir ki fünun birer birer felsefeden ayrıldılar. Bugün tamamıyla kesb-i istiklal etmiş olan fenleri tekrar felsefeye ilhak etmek fikri hiç kimsenin hatırından geçmez. Fennin saha-i mütalaası bugüne kadar felsefenin zararına olmak üzere muttasıl tevessü’ eylemiştir.” Mevcudat fenni ve felsefi olmak üzere iki nokta-i nazardan mütalaa ve tedkık olunabilir. Fen eşyada vüsuk arar ve bunun için vak’aları faits hadiseleri en basit aksanına kadar ya riyazi veya tecrübidir. Bunlara tevafuk etmeyen şeyler fenni olarak kabul edilemezler. Felsefe ise hadiselerden vak’alardan uzaktan uzağa müstenbat olan umumi fikirleri tedkık ve ta’mik etmek ister. Çünkü en amik nikata vasıl olmak en hafi nikatı anlamak hususunda pek haris ve mütecessis olan beşeriyyet felsefe muştur. Şimdiye kadar ma’lum olan mesalik-i felsefiyye icmal edilirse muhtelif görünen sistemlerin kaffesinde bir takım hutut-ı esasiyye-i müşabehet bulunduğu yani bu muhtelif sistemlerin aynı bir cinsin envaından başka bir şey olmadıkları anlaşılır. Kaffe-i mesailde müttehid olan şu umumi sisteme –ta’bir kahtında– usul-i müşekkele methode constructive namını vereceğiz. Bu usul menşe’den i’tibaren kainatı kısmen veya külliyen teşkile çalışmaktan ibarettir. Nokta-i ibtidar bir faraziye bir nazariyedir. Fakat bu ifadeden felsefede herşeyin keyfi ve farazi olduğu ma’nası anlaşılmamalıdır. Maksad kainatı izah için serd edilen nazariyelerde farz ve keyfin dahli olduğunu söylemektir. Yoksa mütalaat-ı felsefiyye kamilen keyfidir farazidir demek tabii doğru bir söz olamaz. Tarih-i felsefe vasi’ bir kitab-ı münazaradır. Her bahs bir münazara ile başlar. Bir mukabele ile nihayetlenir; bir faraziyeden muhalif faraziyeye bir takım recfelerle sarsıntılarla geçilir. Maddiyata aid bir felsefeden ma’neviyata ahlaka dair bir felsefe çıkarılabilir. Çok kere bir felsefe-i akıdeviyye bir felsefe-i reybiyye veya intikadiyyeye müncer olur. Cidal ve muaraza felsefenin ruhu gibidir. Ondokuzuncu asırda fen ile felsefe mahdud ve bir zaman kıkat-i halde bu iftirakı fen ve felsefede değil erbab-ı fen ve felsefenin şahıslarında aramalıdır. Fen ve felsefe hiçbir zaman suret-i kat’iyyede birbirlerinden ayrılmamışlardır ve ayrılamazlar. Bir zamanlar erbab-ı fünunun felsefeye karşı derin bir nefret göstermeleri moda hükmüne girmişti. Aynı zamanda feylesof geçinenler ise erbab-ı fennin mesailerinden büsbütün bi-haber bulunuyorlardı. Bu garibe-i tarihiyyenin esbabı pek karışıktır. August Comte’un pozitivizm mesleği bir çok nokta-i nazardan memnuniyet-bahş netayic husule getirmekle beraber şu halin –velev kısmen olsun– mes’uliyyetinden vareste kalamaz. Almanya hükemasından Kant Jan Fihte Fichte Hegl Hegel gibi rasyonalistler fen ve felsefe arasındaki revabıt-ı samimiyyeyi mümkün mertebe muhafaza etmişlerdi. Kant’ın Akl-ı Mahz İntikadı ünvanlı eseri riyaziyat ve Newton fizikinin bir hücceti gibidir. Fakat bilahare Şelling Schelling tarafından te’sis edilen “idealizm süpjektif” mesleğiyle meşhur Şopenhoer’in Schopenhauer nazariye-i bed-binisi Kant ve tarafdaranının meslek-i aklilerini epeyce hırpalamıştır. Fen ile felsefe arasındaki münaferet işte bu tarihden başlar. Schelling ve Schopenhauer’in telkınatları neticesindedir ki felsefe-i akliyyeye karşı efkarda şiddetli bir cereyan-ı muhalefet uyandı. Hükema-yı Yunaniyye tarafından başlanılıp bilahare hükema-yı İslamiyyenin tarsin ve ikmal ettiği meslek-i akliden tedricen inhiraf edilerek Hind işrakiyyununun mistisizmi Bu suretle fen ile esasat-ı fenniyyeden ari olan bu garib felsefe arasında bir mücadele-i daime başladı. Fakat fen ile felsefe arasındaki münaferetin en mühim sebebi bizzat terakkıyat-ı fenniyyede aranılmalıdır. Fil-hakıka bir sür’at-i harika-nüma ile vukua gelen bu terakkı fen tahsilini işkal edecek derecelerde tevessü’ eylemiş olduğundan tabiiyyu’l-husul olan aksi te’sir cehlin teammümünü teshile sebeb olmuştur. Herkes –fennin gavamiz-i müz’icesine vukuf-peyda etmeye lüzum görmeksizin– kolayca hakim olmak çarelerini aramaya başladı. Bu çare pek kolay bulunabildi: Fenne i’lan-ı harb! Artık bi-ser ü bün gevezeliklerle mali sütünlar cildler dolusu kitablar efkar-ı umumiyeyi herc ü merc etmeye başlamıştı. Fransa’da Kuzin V.o Cusin tarafından te’sis edilen mektep bu garib felsefenin en hararetli müdafii en faal mürevvici sırasına geçdi. Bu mektebin efkarda bıraktığı izlerin soluk eserleri son zamanlara kadar pay-dar olmuştur. Kuzin mektebi pek kıymetdar zamanları bilinmeyen bilinemeyen şeyler hakkında uzun münakaşalar faidesiz mübaheselerle Bugün tamamıyla terk edilmiş olan bu felsefe cehl ve safsata tarafından ilim ve fenne fırlatılmış bir hakarete benzer. Kuzin felsefesinin mevzuu metafizikle psikolojinin bazı mesail-i mühimmesinden ibaret gibidir. Viktor Kuzin mektebi bütün mesaisini fen ile felsefeyi tamamen ve kat’iyyen birbirlerinden ayırmaya hasr eylemişti. Fakat bu mektep pek çürük esaslar üzerine ibtina edilmiş olduğundan ilmin terakkıyat-ı hazırasına karşı tabaver-i mukavemet olamayarak esasından münhedim oldu. Felsefe-i hazıra –müstehasat-ı mütebakiyyeden sarf-ı nazar edilirse– günden güne fennin usul netayic ve nazariyyatına muvafık bir şekil almaya sai görünüyor. Hamlin Hamelin Butro Boutraux ve Bergson Bergson bu şekl-i cedidin hutut-ı esasiyyesini çizmişlerdi. Fuilye Fouillet ve Seay Seailles ise çizilen hutut-ı asliyyeyi tevsia tesbite gayret eylediler. Esatize-i hazıra felsefeyi fenni düşünmek haline getirmek Felsefeyi bir tehlike-i muvakkateye ma’ruz bırakmış olan o kısa devre-i inhiraf bugün memnuniyet-bahş bir surette netice-pezir olmuş felsefenin fen ile rabıta-dar olması lüzumu suret-i kat’iyyede anlaşılmıştır. Felsefe son zamanlarda yeni baştan fenne yaklaşmış fen ile pek samimi rabıtalar peyda eylemiş olmağla beraber edvar-ı sabıkanın zarureti olan te’siratından büsbütün kurtulamamıştır. Günden güne fünunun hey’et-i mecmuasında vukua gelen terakkıyat aynı zamanda felsefenin esaslarını da ihzar eylediğinden istikbalde felsefenin büsbütün başka bir şekil alacağı zannolunur. Psikoloji hal-i hazırda müstakil bir fen şeklini iktisab eylemiştir. Byne[?] Bell Leveges[?] Almanya’da Wond Fransa’da Tenveribo[?] gibi eazım bu hususda pek ziyade sarf-ı mesai eylemişlerdir. Şimdi psikoloji tecrübevi bir fen gibi kabul ediliyor. Yakında büsbütün fünun-ı müsbete miyanına idhal edileceğinde şübhe yoktur. Öğrenmek istediğimiz bir hakıkati iki suretle tedkık edebiliriz: Ya mes’elenin künhüne tabiat ve mahiyetine nüfuz etmek isteriz yahud sadece o şeyin şuur ve havassımıza olan tecelliyatıyla iktifa ederiz. Yani nefs-i hadiseyi tedkık ve mütalaa ederiz. Birinci suretteki vukuf felsefidir. Hadisenin maddiyet ve mahsusiyeti ile alakadar değildir. vak’alarda ve bu vak’aların merbut bulundukları kavanine münhasırdır. Demek ki kainat iki nevi’ tedkıke mevzu’ olabilir. Bunların biri fenni diğeri felsefidir. Fen mesela fizik hikmet-i tabiiyye ancak havassimizle idrak edebildiğimiz hadisatı tedkık ve kanunlarını taharri ve te’sis eder. Fizik ister tecrübi cine çıkamaz; behemehal zıyadan savtdan elektrik ve mıknatısdan hülasa hareketten bahseder. Hikmet-i tabiiyye hiçbir vakit bil-farz hararetin esbab-ı evveliyyesinden harareti hasıl eden harekat-ı ihtizaziyyeden bahsetmez. Ta’bir-i diğerle fizik maddenin suret-i teşekkülünü hareketini ecsamın tabiat ve mahiyetlerini tedkıke girişmez. Bir şeyin zevahiri anlaşılmadan evvel onun künhüne vakıf olmak arzusu bir hayaldir. Fen his ve tecrübe hududunu geçmez ve geçemez. Bu hudud haricindeki tedkıkat felsefeye aiddir. Esbab-ı evveliyye ilel-i gaiyye gibi mesail-i aliyye his ve tecrübe ile anlaşılamaz. Psikolojinin felsefe ile olan revabıtı hala tamamıyla kat’ olunamamıştır. Psikoloji tecerrübü teessüs etti. Bunda şübhe yok; garbda bu babda bir hayli asar neşrolundu. Fakat tecrübenin saha-i tedkıkine giren vak’alar arasındaki münasebatın tedkıki yine felsefeye aiddir. Psikoloji bugün felsefeden büsbütün istiğna edemiyor. Fakat bu istiğnanın atiyen husule gelebileceği ve psikolojinin fünun-ı tecrübiyye miyanına gireceği şübhesizdir. Hikmet-i bedayi’ mantık ve ahlaka gelince bunlar elan nazariyat-ı felsefiyye ile meşbu’ bulunuyorlar. Bundan üç dört hafta mukaddem Tanin gazetesi seyyar muhabiri muharrir-i muktedir Ahmed Şerif Bey’in; Beyrut’da kain “Medrese-i Külliyye-i İnciliyye” mektebi hakkındaki bir makalesi – Tanin’den naklen– muhterem Sıratımüstakım ’e derc edilmişti… Beyrut’da bulunduğum esnada idi ki; Şerif Bey benden külliye hakkında [ tafsilat istemiş ve ben de mahza kendisine olan muhabbetim ve “külliye hakkında her ne ki yazılırsa faideden hali kalamaz” nazariyesine olan i’tikadım hasebiyle taleb ettiği tafsilatı yazarak kendisine takdim etmiş ve kendisi de haşiye suretinde aynen Tanin Gazetesi’ne göndermiş idi… Pek az bir zamanın mahsul-i tetebbuu olan mezkur tafsilat –Şerif Bey’in ertesi günü Beyrut’u terk etmesi sebebiyle– muhtasar bir surette yazılmıştı. Halbuki bu öyle mühim bir mes’ele idi ki; değil hakkındaki ma’lumatı ihtisar etmek ona dair ehemmiyetsiz bir ma’lumatı vermemekle kariini bigane bırakmak ve hükumetin nazar-ı dikkatini celb etmemek insanda daimi bir ıztırab-ı vicdaniye baisdir! simizde mühim bir rol oynayan ve hem de memleketimizin saf ve pak bir tinete malik olan evladını telkınat-ı İblis-pesendaneleriyle tesmim edip muazzez vatanımızı bir serab-ı muğfel ve hatar-nake doğru sürüklemek için mecralar ihzar eden bu mektebin an’anat-ı tarihiyyesiyle beraber aksam-ı dahiliyyesinden sırr-ı necah ve muvaffakıyetinden ve bütün bunlara karşı hükumetimizin tecahül ve bi-ganeliğinden bahsetmek istiyorum! Eminim ki; hükumetimiz –cihet-i tealluku hasebiyle Maarif Nezareti muraddır– daha şimdiye kadar bu mektep hakkında ma’lumat-ı esasiyeye dest-res olamamıştır!.. Nasıl dest-res olabilsin ki; –bu mekteble en ziyade temasda bulunması lazım gelen– maarif müdirinin ma’lumatı bile pek sathi pek basittir! Belki de usul-i tedris ve maksad-ı te’sisinden bi-haberdir! Şimdi şu hakıkatleri izhar ettikten sonra zannedersem; bu babda icale-i kalem ile tenvir-i efkar her halde faideden hali değildir… truth” –Yani hakıkat daima hakıkattir– derler. Perde-i kitman altında kalamaz. Ben izhar etmesem bile elbet bir gün zahir olacak ve şa’şaasıyla gözleri kamaştıracaktır! Gerçi bu babdaki tafsilatım biraz uzun ise de tealluku olan cihetlerden kemal-i memnuniyyetle okunacak ve emeklerim de ber-heva olmayacaktır ümidindeyim! Milad’ın senesine müsadif sene-i rumisine doğru irca’-ı nazar edecek olursak: Hükumat-ı müttehidenin New York şehrinde “Daniel Bils” namında bir Amerikalının taht-ı riyasetinde müteşekkil küçük bir Protestant hey’etinin Bahr-i Muhit-i Atlasi’nin dehşet-efza fırtınalarını atlattıktan sonra Bahr-i Sefid’in en müstesna en dil-ruba ve aynı zamanda her türlü amalin baziçesi olmaya müsaid bulunan Suriye sevahilinin meşhur iskelesine yani Beyrut’a vasıl olduklarını görürüz! Adedde küçük fikr-i sebat yonstantivility ve teşebbüs-i şahside personal initiative ise pek büyüklükler adeta harikalar gösteren bu kafile-i mahdudü’leşhası ta’kıb edelim: Bu hey’et-i Protestaniyyenin Beyrut’da bir hafta kadar aram ederek ahval-i mahalliyyeye kesb-i vukuf ve ıttıla’ ettikten sonra; Cebel-i Lübnan Şam Haleb Hama Humus Baalbek gibi Suriye kıt’asının bilad-ı meşhuresini geşt ü güzar edip hem oralarda ahali-i cahileye va’z u nasihatte bulunarak yürümekte oldukları yolun pek muavvec olduğunu göstermek onlara rehber adeta hüdat-ı taraık ?! meşa’il-i hakaık ?! olmak ve hem de Suriye kıt’asının hey’et-i umumiyyesi hakkında bir fikir peyda etmek ümniyesiyle yola revan olduklarını müşahede ederiz… Ta’kıbiyle meşgul olduğumuz bu kafile-i Protestaniyyeyi Suriye kıt’asının bilad-ı meşhure ve gayr-i meşhuresini gezerek ahaliye Protestanlık ruhu nefh etmek kasabalarında köylerde bir çok mezahim ve müşkilata tesadüf edip onları bil-mecburiye iktiham etmekle meşgul bırakarak o tarihde Devlet-i Aliyye’nin ahval-i umumiyye ve vaz’iyyet-i siyasiyyesine bir nazar atf edelim. Bu kafilenin sırr-ı necah ve muvaffakıyetini anlamak her halde Devlet-i Aliyye’nin o zamanki ahval ve vaz’iyyetini nazar-ı tedkıkten geçirmeye vabeste olduğu için ma’lumat i’tasını faideden hali göremedim… senesi Sultan Abdülaziz’in evail-i saltanatına tesadüf eder… Gerçi Sultan Aziz bidayet-i cülusunda ahval-i dahiliyyeyi ıslah ve düvel-i ecnebiyye ile münasebatını bir cereyan-ı muntazamaya idhal etmiş ise de birkaç sene sonra riciyye büsbütün bir hal-i perişaniye tahavvül ederek hükumet büyük bir “tezebzüb-i idari” karşısında bulunmuştur. Hazinede paranın mefkudiyyetine mebni –Avrupa’dan istikrazata başlanılmış ve az bir müddet zarfında bu istikrazat büyük bir yekun teşkil ettiğinden– ahval-i memleket vehamet-alud bir hal kesb etmiştir… Valilerin mutasarrıfların hatta vükelanın bile ayda birkaç kere tebdil olunması işleri sürüncemede bıraktığı gibi emniyet-i umumiyyeyi de selb etmiş ve diğer tarafdan ise Hazine-i Maliyye’de para kalmadığından devlet para vermek hususundaki va’dini tutamayarak i’tibarını gaib etmiştir… Şu ahval ile devletin fena ve çıkmaz bir yola gittiğini herkes göremeyip ancak parlak fikirli bir takım gençler hissederek şikayatta bulunmuşlardır.. Bunların bir çoğu Avrupa’ya giderek hükumet adamları aleyhine gazeteler çıkarmaya halkın fikrini tenvir etmeye çalışmışlardır ez-cümle Cem’iyet-i Ahrar Reisi Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa senesinde Paris’den Sultan Aziz’e uzun ve mufassal bir mektup göndererek devletin girdab-ı mahv ü izmihlale doğru gitmekte olduğunu bir çok delail-i bahire ve berahin-i sabite ile isbat etmiş ve bu mevki’-i hevl-nakden devleti yalnız hürriyet ve nizamat-ı cedidenin tahlis edeceğini halisane beyan ederek demiştir ki: “Biz eski usulümüz sebebiyle telef oluyoruz. Bu eski usul bizim devletimizin me’murlarını bozmuş ve berbad etmiştir. Bunlar da bozulduklarından eski usulü bir kat daha bozup berbad etmişlerdir. Artık bu usulü terk edelim ve hükumeti muhafaza edemedikten başka ezip harab eden yıllanmış eski kaideleri bırakalım sair devletlerde yerleşmiş onlara bais-i saadet olmuş olan yeni nizamat ittihaz edelim.” Mustafa Fazıl Paşa mektubunda lüzum-ı tahsil ve terbiyeden bahsederken diyor ki: “Bugün bütün Avrupa ahalinin terbiyesiyle meşguldür ve bu arzuya mütevassıt bulunan devletler bile ziyadesiyle himmet gösteriyorlar buna misal olarak zat-ı şahanenize bilmeyen bir adam bulmak güçdür! İngiltere Devleti ki kendisini terk etmekte gayet ağır davrandığı halde yirmi beş seneden beri ahalisine ulum-ı nafia tahsil ettirmek için pek büyük himmetler eyledi… Prusya Devleti’nin Sadova muharebesini kazandığına sebeb Prusya ahalisinin Avusturyalılardan ziyade ma’lumatlı olduklarıdır… Şimdi Avrupa devletleri bu kadar fedakarlıklar ihtiyarıyla ilerlemekte oldukları halde biz geri kalmaya nasıl razi olalım?” “Padişahım; ya hali kalıp duracak veyahud devamına o muhakkar ve mütekasil çocuklardan başka kimse rağbet etmeyecek olan mektepleri çoğaltmak tedbiri devletinizde neşr-i uluma kafi olur zannında bulunmayınız.” seylabe-i fiten ve mihen bütün tehevvürüyle coşup duruyor ahval-i memleket bir hal-i herc ü mercide puyan olarak her türlü muhataraya ma’ruz bulunuyordu! Şu muhtasar fakat ruhlu ve mücmel ma’lumat-ı tarihiyyeden bir şey daha istinbat olunuyor ki o da: senesinde Devlet-i Aliyye’de mekteplerin nedreti daha doğrusu fıkdanı ulum ve maarifin adem-i teammüm ve intişarı ve bu sebeble ahalinin bir cehl-i amik içinde bulunmakta oldukları hakıkatidir! Şimdi şu ma’lumat-ı tarihiyyeye vakıf olduktan sonra ta’kıb etmekte olduğumuz “Syrian Mission” Suriye Misyoner Hey’eti sırrı-necahını keşfetmekte müşkilata tesadüf etmeyiz zannederim. Evet! Devlet-i Aliyye’nin bir tezebzüb-i idari karşısında bulunduğu asayiş-i memleketin mihver-i layıkında deveran etmediği mülk-i Osmani’nin her tarafı isyanlar ihtilaller anasır mücadelatı ile memlu olduğu bir zamanda –fırsattan teferruatından olan Şark’da saltanat ve siyaset-i Nasraniyyeyi tahkim ve tevsi’ etmek için şimdi müşahedesiyle kalplerimizi dil-hun eden bu ahenin binaları vücuda getirmeye başladılar… Devletin bu hal-i keşmekeşinden istifade etmek emeliyle binlerce mil mesafeyi tayy ederek gelen bu misyoner hey’eti; programlarında asla makasıd-ı esasiyyelerinden bahsetmeyip bu hareketleriyle bir cehl-i amik içinde puyan olarak girdab-ı mahv ü izmihlale doğru sürüklenen ahaliyi envar-ı şa’şaadar-ı maarif ile temdin ?! ve bu suretle cem’iyete hizmet etmek olduğunu devlete ve ba-husus ahaliye anlattıktan ve hükumetten hüsn-i teveccüh ve müsaade gördükten sonra bu saha-i faaliyette bütün mevcudiyetleriyle çalışmaya ve kendilerini aksa-yı amale doğru götüren yolda pek az mani’ ve haillere tesadüf etmeye bu suretle de hedef ve maksadlarına doğru kemal-i suhuletle hatve-endaz olmakla başladılar… Devletin o zamanki vaz’iyet-i siyasiyyesi bunların bu teşebbüslerini akım bırakmaya müsaid olmadığından hükumetin za’fını kendileri için mucib-i fevz ü felah addeden hey’et-i mezkure Suriye’deki cevelanlarından avdet ederek Beyrut’un en mu’tena hava ve mevki’ce en dil-ruba parçasını da arazi iştirasıyla binalar inşasına ibtidar eylediler. Sakini bulunduğumuz Asya mükemmel ve i’caz-bahş bir fikir ruha malik ve en mühim bir mevkii haiz; arazisinin vüs’ati dağlarının ve nehirlerinin azameti nüfusunun kesreti mahsulatının bereketi ile bütün sair kıtaata faiktir. Bunun içindir ki edvar-ı kadimedeki medeniyetin haşmeti orada görülür en büyük feylesoflar onun mehd-i kemalinde doğmuşlardır. Lakin zamanımızda Asyalılar birbirlerine emniyet edemiyor veya muvakkat bir asayiş için yahud tükenmek bilmeyen hırslarından dolayı bir aileye mümasil olan cem’iyetleri içinde birbirlerini öldürüyorlar. Ve bin-netice istilacı garblıların şarka yürümelerine meydan açıyorlar. Bu mes’eleyi nazar-ı i’tibara almazlarsa Asya’nın lak-ı haseneye adat-ı müstahseneye ve fikir ve ahlak-ı müşterekeye maliktirler. Binaenaleyh Asya’nın tenmiye ve ıslahına sarf-ı gayret etmelidirler. Bu keyfiyete kani’ olduğumuzdandır ki Asya Gikay Cem’iyeti’ni te’sis ettik Asya’da bulunan bütün şüreka-yı makasıdımızın bu hususda en sadıkane muavenetlerini alenen rica ederiz. Müessisleri: Auyagı Kaçotoşi İyamada Kinozoka; İtokai Takeşi Konohironaka Nakano Çonataro Ohara Takeiyoşi Toyama Miçoro. “Yemenliler asr-ı peygamberide name-i mahsus-ı peyamberi kir mürteddin ve müşrikin aleyhine şimale sefer edeceği zaman Yemen Meliki Melik Kila’dan istimdad etmişti. Halifenin bu da’vetine icabet eden Yemenliler evlad ü ıyalleriyle birlikte karadan Medine’ye gelmişler ordu-yı mücahidine iltihak eylemişlerdi. Ne idi o halifenin kudreti ki yabancı bir memleket halkını bir işaret üzerine çoluklarıyla çocuklarıyla beraber aynı liva-yı ittihad altına cem’ edebildi ve nedir bu asrın talii ki yan alem-i İslam’ın yegane istinadgahı olan bir devletin asakir-i ma’sumesi yine bu aynı halk nazarında a’da telakkı ediliyor ve asırlardan beri arada bir seylab-ı hun cereyan edip duruyor.” kaktan kurtaracak ve bütün akvam-ı İslamiyyeyi yek-dest-i vifak-ı ittihad evc-i terakkı ve saadete isal eyleyecektir. – Nasaranın neşr-i din kasdıyla te’sis ettikleri misyoner mektep ve medreseleri misyoner cem’iyetleri herkese ma’lumdur. Ehl-i İslamın son zamanlarda hayat ve cihanın hal-i hazırına muvafık o yolda müessesat vücuda getirmek üzere tefekküratta bulundukları birkaç defalar işidilmiş ise de bu tefekküratın teşebbüs derecesine geldiği henüz vakı’ değildi. Bu kere kemal-i sürur ile reseleri programına benzer bir program ile Din-i İslam’ın neşrine mahsus “Da’vet ve İrşad” isminde bir medrese te’sis[i] takarrur etmiştir. Bu medrese “Da’vet ve İrşad” Cem’iyet-i İslamiyyesi idaresinde bulunacaktır. “Da’vet ve İrşad” Cem’iyeti siyasetle asla uğraşmayıp sırf dini ve ahlakı umura hasr-ı fikr edecektir. Medresede ulum-ı diniyye ile beraber lüzumu kadar ulum-ı dünyeviyye de tedris olunacaktır. “Da’vet ve İrşad” Cem’iyet ve Medresesi’nin müteşebbisi Müfti-i Diyar-ı Mısır Şeyh Muhammed Abduh’un şakirdi el-Menar sahibi Seyyid Muhammed Reşid Rıza hazretleridir. Hidiv Abbas Paşa hazretlerinin küçük kardeşi Emir Muhammed Ali Paşa cem’iyetin fahri riyasetini kabul etmiştir. Emir Muhammed Ali Paşa Viyana’da Terezyanum Mekteb-i Alisi’nde ikmal-i tahsil etmiş birkaç defa Avrupa’yı: Bir kere Rusya Sibirya Çin ve Japonya yani Büyük Asya’yı seyahat ederek ma’lumat-ı nazariyesini müşahedatıyla takviye ve te’yid eylemiş ashab-ı vukufdandır. Emir Muhammed Ali Paşa Da’vet ve İrşad Medresesi’ne bin Mısır altını teberru’ eylemiştir. “Bombay”ın pek büyük tacirlerinden ve evlad-ı Arab’dan Şeyh el-Kasım bin Muhammed ahiran Mısır’a geldiği zaman “Da’vet ve İrşad” teşebbüsünden haberdar olmuş ve derhal Mısır altunu ihda ettiği gibi her sene lira vereceğini de va’d eylemiştir. Bu yolda himmetine mükafaten Şeyh el-Kasım bin Muhammed “Da’vet ve İrşad” Cem’iyyeti’ne fahri a’za intihab olunmuştur. “Da’vet ve İrşad” Cem’iyet-i mukaddesesi teşebbüsüne fevkalade sevindiğimizi ve muvaffakıyetine dua ettiğimizi söylemeye bile hacet yoktur. Ancak gönlümüz isterdi ki böyle bir teşebbüs ilk önce “Darulhilafe”de meydana gelsin; Din-i İslam’ın ilk “Da’vet ve İrşad” Medrese ve Cem’iyeti Darulhilafe’de te’sis olunsun. Geçen sene Şeyh Reşid Rıza hazretleri Darulhilafe’de bu hususda hayli çalışmışlardı fakat maatteessüf her ne sebebe mebni ise muvaffak olamadılar. – Mısır’ın milyona karib ahalisinin bin kadarı Kıbtilerdir. Bunlar Mısır’ın eski sekenesinden olup el-yevm Hıristiyanlığın Kıbti kilisesine mensubdurlar. Ecnebiler ihrac olundukta mütebakı kalan milyon nüfus ehl-i İslam’dır. beri İngilizlerin dindaşı olan Kıbtilerin umur-ı siyasiyye ve zamanlar birkaç bin İngilize müstenid birkaç bin Kıbti milyonluk kitle-i azime-i İslamiyye’nin hakim-i müstakılli kesildi. Mısır’ın bir çok vüzerası Kıbti olduğu gibi şehid-i muhterem gibi bazıları vezir-i a’zamlık makamına bile suud etmişlerdi! Birkaç sene evvel hukuk-ı siyasiyyeden mahrum olan Kıbtilerin birkaç sene sonra böyle hakim-i vakıf olmaları bittabi’ müslümanların ehemmiyet-i diniyye ve milliyelerine dokundu; müslümanlar arasında hiss-i milli uyandı. Bir avuç Kıbti’nin hüküm ve istibdadına mukabele için tedbirler düşünüldü. Bu intibah-ı İslami’den hazzetmeyen Kıbtiler hareket henüz başlangacında iken önüne geçmek için bir kongre akd ederek hamileri olan İngilizlere müslümanlardan şikayete koyuldular; bir takım haksız iddialarda bulundular; ezcümle Mısır’da me’murin-i hükumetin ekseri Kıbti olduğu halde mahkemeler de Cuma günü ta’til olunuyor Pazarları hizmet ettiriliyor bu haksızlıktır yevm-i ta’til Pazar olsun dediler!.. Müslüman bir memlekette ahalinin’da birini teşkil eden Hıristiyan-Kıbtilerin bu cür’etkarlıkları Mısır müslümanlarını pek ziyade müteessir etti. Onlar da Nisan’ın son günlerinde bir müslüman kongresi topladılar. Bu kongre hissiyat-ı milliyye ve İslamiyye’nin son zamanlar Mısır’da ne kadar kesb-i kuvvet ve ittisa’ ettiğine pek bahir bir delildir. Kongrenin mukarreratından en mühimmi Kıbtilerin mikdarıyla gayr-i mütenasib bir surette memlekete sahib ve hakim olmalarına şiddetli protesto etmek oldu; Kıbti me’murların mikdarını mevcudlarıyla mütenasib bir hale irca’ taleb olundu. Mısır’ın müslüman kongresine on bine karib ehl-i İslam olup hizb-i vatani hizb-i ıslahat ve hizb-i milliye mensub zevattan mürekkeb idi. Rusya: – Asya-yı Vüsta’nın mühim bir kısmını kaplayan ve safvet-i asliyyelerini hala muhafaza eden Kırgız-Kazak müslümanlarının zengin edebiyat-ı milliyyeleri vardır. Lakin bu edebiyat ekser akvam-ı bedeviyyede olduğu gibi muharrer değildir; yalnız nakl olunur teganni olunur saatlerce süren manzum destanlar mensur hikayeler kahraman hikayeleri söylenilir yahud saza terdifen okunur. Fakat son birkaç sene zarfında Kazaklar arasında muharrer edebiyat da görülmeye başladı. Geçenlerde Kazakça bir gazete neşrine ibtidar olunduğunu yazmıştık. Bu defa Vakit refikımızda Kazakça iki risalenin neşr olunduğunu okuyup sevindik. Çıkan risalelerden birisi Urnik [?] diğeri Tomaç [?] birincisi Karaşoğlu[?] Ömer Efendi’nin i’tikad ve ahlakıyata müteallık mensur bir eseridir; ikincisi ise Müştak Efendi’nin hayata dair yazdığı eş’ar mecmuasıdır. Her iki eser Ufa’da “Şark” matbaasında tab’ olunmuştur. Uzakta yaşayan fakat gönlümüze pek yakın olan Ömer ve Müştak Efendileri samimiyetle tebrik ederek hizmetlerinin tevalisine dua eyleriz. – İlk evvel şunu mahza ifade eder gibi görünürse de siyasete vasıta olarak en çok yalan söyleyen bir fendir. İstatistik mugalata ve iğfaline en meşhur misal Makedonya denilen Rumeli vilayetlerinin akvamına müteallık adedlerdir. Bulgarların istatistiğine göre buralarda ekseriyeti Bulgarlar Sırplarınkine göre Sırplar Rumlarınkine göre Rumlar teşkil eder. Akvamın mikdarını gösteren adedleri siyasetin icabına göre arttırıp eksiltmek daima yapılan bir istatistik hilesidir. Rusya’da müslümanların adedi bi-taraf tahminlere göre yirmi ile yirmi beş milyon arasındadır. Bu böyle olduğu halde senesi edilen hesab ! üzerine resmi istatistik ber-vech-i ati yazıyor: senesi Rusya’da . müslüman vardı. Bunun . .’i Avrupa-yı Rusi’de . Sibirya’da . Kırgızistan ve Türkistan’da . Kafkazya’da. Resmi istatistik bu müslümanların idare-i ruhanilerine mescid ve medreselerine aid şu ma’lumatı da veriyor: Kırım Litva Leh müslümanları Kırım idare-i ruhaniyyesine Avrupa-yı Rusi ve Sibirya müslümanları Ufa’da bulunan Orenburg Mahkeme-i Şer’iyyesi’ne tabi’ olup Asya-yı Vüsta müslümanlarının mahkeme-i şer’iyyeleri yoktur. Kafkazilere Sünni ve Şiiler için ayrı ayrı mehakim-i şer’iyye vardır. senesi Orenburg Mahkeme-i Şer’iyyesi taht-ı nezaretinde Mavera-yı Kafkaz Sünnilerinin Şiilerinin Türkistan’da . Türkistan’ın diğer cihetlerinde mescid vardı. Avrupa-yı Rusi’de Asya-yı Vüsta’da Kafkazya’da müslüman mektep ve medresesi vardı. Çin: – Çin’de istibdad ve ecanib aleyhine umumi bir hareket-i terakkiyet-perve[r]ane varken teessüf olunur ki Çin’in müslümanları ne bu harekete tamamen iştirak edebilirler ve ne de kendi kendilerine hayat ve teceddüd Hoy –Yuvan– Sung Çin’in şimal-i garbisindedir’den gelen hususi bir mektubda Çin müslümanlarının hali şöyle tasvir olunuyor: “Bu yerlerin müslümanları dünyanın en ahlaksız en nadan müslümanlarıdır zannederim. Birkaç guruş için gavga edip birbirlerine bıçak çekmek kumar oynayıp paralarını yutturduktan sonra kızlarını Çinlilere satmak umur-ı adiyyedendir. Çatto denilen bu müslümanlar kendilerinin ayrıca bir millet olduğundan bi-haberdirler kendilerini sırf Çinlilere hizmet için yaradılmış mahlukat zannederler. Bunlar Çin hükumetinden fevkalade korkarlar; hamiyet ve şecaat-i mes’ele var: Yakın zamanlarda Çin Devleti meşruti olacak ahaliye müsavat ve hürriyet i’lan olacaktır. Fakat bu kadar cahil ahlak ve terbiyeden mahrum müslümanlar hiç şübhe yok ki ne meşrutiyetten ve ne de hürriyet ve müsavattan müstefid olamayacaklardır..” Biz zannediyoruz ve zannımızın doğru olmasını dua ediyoruz ki bu mektubun muharriri dindaşlarına fart-ı muhabbetinden meşhudatını biraz fazla siyah renge boyamıştır. Kendisinin o müslümanlar arasında bulunuşu levhada parlak noktalar da bulunduğuna delildir. Cezayir: – Ceraid-i yevmiyyemizin istihbaratına göre “Ahali Fransızların herekat-ı tecavüzkaranelerinden muğber olarak Mayıs’ın yedisinde Fransız askeri üzerine bil-hücum zabitandan birini hafif surette cerh etmişlerdir. Fransız askeri zabitin cerh edilmesinden dolayı tehevvüre gelip “Melupe”[?] sahilinde bulunan sahilhanelere tekarrüble yirmi dört pare top atarak şehri tahrib etmişlerdir. Şimdi “Melupe”[?]de hiçbir ferd bulunmuyor.” Çin’de Nangin şehrinde Çi-Mu-Şin namında bir profesörün parmağını kesip kanıyla istibdad ve ecanib aleyhine kıyam-ı umumi için bir beyanname yazdığını ve yüz binlerce kopyaları Çin’in her tarafına neşr olunduğunu bir kopyasının da idarehanemize gönderildiğini ve bu garib beyannameyi şekil ve reng-i aslisiyle ilave suretiyle neşr edeceğimizi’inci numarada va’d etmiş isek de bazı esaba mebni şimdilik neşrinden sarf-ı nazar olunduğu maa’li’tizar beyan olunur. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Haziran Altıncı Cild - Aded: Ma-kabli ile ma-ba’dindekiler gibi bu ayet dahi Cenab-ı Hakk’ın Beni İsrail’e evvelce icmalen tezkar buyurulan ni’metini tafsildir ve tafsile evvel emirde tafdilin zikri ile ibtida edilmesi onlarda ahlak-ı fazıla ile tahalluka himmet uyanıp da Allahu tealanın kendilerini ref’ ve i’la eylemiş olduğu makamın ma-dununa razi olmaktan tereffu’ ve teali etmeleri ve nefisleri kabul-i mev’izaya tavtin olunması ve saire gibi ma-sebakta beyan olunan hikmete mübtenidir. Tafdilin zikrinden sonra Cenab-ı Hak Beni İsrail’e cürmlerine cezaen kendilerine hülul eden bela ve ukubatı ve mikdar-ı fazl ü ukubetini onlara bildirmek için dahi kendilerine lutf ile onları beladan kurtardığını ve nice kere tevbelerini kabul buyurmuş olduğunu zikr ve yad ediyor. Cenab-ı Hak Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin zaman-ı saadetlerinde bulunan Yehud’a onların aba’ ve ecdadı için vuku’ bulmuş ahval ile hitab etmesi bir ümmete fülan ümmet olmak nam ve ünvanıyla şayan buyurulan olmuş kesan bulunsun bulunmasın cümle ümmete şamil olup onunla bütün ümmetin iftihar eylemesi sahih olduğu gibi o in’am ile onların sabık ve lahık cemi’-i efradına imtinan sahih olduğu içindir. Bir adama iktisa eylediği ve yahud ekl ettiği taam gibi a’zasından bir uzvuna muhtas bir şey ile vakı’ olan in’am o adama in’am olur bu in’am onun diline veya başına veya eline veya ayağına in’amdır denilmez. Bir de bir hey’et-i ictimaiyyeye o ictima’ nam ve ünvanıyla ve efradını biribirine bend eden rabıta haysiyetiyle veya nikmet o hey’etin hayır veya şer bir amelinden husule gelmişse mecmu’-ı efradında te’siri olur ve binaenaleyh o ümmet bakı oldukça selef halefe o umuru miras bırakarak ümmette te’siri ilel-ebed kalır. Kur’an-ı Kerim’de yehuda tezkar olunan enva’-ı belanın şa’b-ı İsrail için olması şa’b-ı ğu ceraim ancak şa’b-ı İsrail olmak haysiyetiyle mecmu’-ı şa’bdan sadır olmuş idi. Hak teala hazretleri her beladan sonra şa’bın tevbesini kabul buyurarak onlar üzerine ifaza-i niam ediyor idi şu halde ukubet ondan ibret alanlara ni’met ve saadet bahşeder bir terbiye ve ta’lim olur. Cenab-ı münezzilü’l-Furkan muhatablara ümmetleri hakkında zat-ı uluhiyyetinin muamelesini tezekkür ederek onlara isabet eden bela ve ni’metten saadet ve şekavetten daha hululü muntazar bulunmuş olan hususatta tefekkür etmeleriyçün ümmetlerinin tarih-i mazisini gözleri önüne getirmelerini emrediyor. Ümmetlerin efrad ve cemaati arasındaki revabıt-ı ictimaiyye bila-fark bir adamın a’zası arasındaki revabıt-ı hayatiyye gibidir. Ayak kayar da berelenir veya biraz incinir; halbuki onun elemi ayağının ve sair a’zasının müsavi bulunduğu bir hayat ile zinde bir şahıs olmak i’tibarıyla şahsın hey’et-i mecmuasına şamil olur bunun içindir ki o şahıs ayağın elemini izaleye hey’et-i mecmuasıyla sa’y eder ve bütün a’za ve kuvasından istiane ederek artık kaymamanın çaresine bakar. Şerh olunan sır ve hikmete mebni şöyle buyuruluyor: Bunu de der-hatır edin ki al-i Fir’avn size eşna’-ı ukubet ile cevr ü cefa eyler oğullarınızı zebh edip nisanızı ileride meblağ-ı nisvana baliğ olacak benatınızı hayatta bırakırlar iken sizi onlardan kurtardık. Rabbiniz tarafından bunda size büyük bir bela beliyye ve ukubet var idi. Cenab-ı Hak ümemin efrad ve cemaati arasındaki revabıt-ı revabıt-ı hayatiyye gibi olduğunu bize hikaye eylediği ahbar-ı ümem ile ta’lim etti ve bir şa’b ve cinse muhtas bulunmayan ümmetimize bu Kur’an-ı Kerim’i ihsan ile in’am eyledi. Kur’an-ı Kerim ile ümmet için niam-ı la-tuhsa husule geldiği kitap ve sünnetten ma’lum olur. Bu niam-ı İlahiyyeden biri onlar kable’l-İslam biribirinin düşmanları iken Cenab-ı Hak onların kalbleri arasını cem’ ve te’lif eylediğinden bu lutf ve in’am-ı İlahi ile biribirleriyle kardeş oldular. Diğeri onlar müstaz’af iken Cenab-ı Hak kendilerine ruy-i zeminde kudret ve miknet vererek kuvvetli ümmetlerin arz ve diyarını onlara miras etti ve kendilerine o kuvvetli ümmetler üzerine şevket ve saltanat ihsan eyledi. Diğeri de gulüvv ü ifrat edenler ile taksir ve tefrit edenler üzerine şahid olmaları için Cenab-ı Hak kendilerini tefrit ve ifrat etmez bir ümmet-i vasat kıldı. Fakat sonraları in’amat-ı İlahiyyeye küfran edildiğinden Cenab-ı Hak ümmete ümmet nam ve ünvanına olarak rengarenk bela ve nikmetler inzal eyledi. Vaktiyle Tatarın ümmeti tenkil ve hak ile yeksan etmesi ümmetin ümmet-i İslamiye olması haysiyyeti ile idi. Muharebat-ı Salibiyye zamanlarında garbiyyun bu ümmete hücum meleri bu ümmet ümmet-i İslamiyye olduğu için idi. Hala fiten ve fesadat diyar-ı İslamiyyede devam edip duruyor bu fiten ve fesadat bu şuriş ve iğtişaşlar diyar-ı İslamı etraf ve eknafından demadem eksilmiyor ümmet-i İslamiyye nam ve ünvanına olarak üzerimize her canibden nikmet ve nekbetler yağıyor. Üzerinden bunca kurun ve a’sar geçmişken o hala ne maziden ibret alıyor ne hal-i hazır ile mütenebbih oluyor. Maziye cahil ve hal-i hazırda mütehayyir olarak ne giriftar olduğu müşkilatın sebebini ne de kendisini bu müşkilat Garib değil midir? Ki içimizde ilim ile iştigal edenlerin kısm-ı a’zamı tarih-i ümmete en cahillerimiz olarak ümmetin ne mazisinden ve ne hal-i hazırından hiçbir şeye vakıf değildirler. Bunlar ümmetin büyük bir bela içinde olduğunu der ile i’tizar eyleyerek o beladan necatı veya onda bekayı kader ve kazaya havale ederler. Bu ümmetin diyar ve ekalimi her ne kadar muhtelif ve ecnası dahi müteaddid ise de yine ümmet-i vahidedir; onun tarih-i mazisi bilinmedikçe hakıkatini bilmek mümkün değildir; şu halde sakiye ve cedveller asıl olan menba’-ı evvele kadar tetebbu’ ve taharri edilmelidir. Selefimiz rahimehümullah hazeratı kendilerinden evvel geçenlerin umur-ı din ve dünyaya dair ahvalini kemal-i i’tina ve dikkat ile zabt ediyor ve hatta ebyat-ı şiirden bir beyti veyahud aşık ile ma’şukası arasında cereyan etmiş bir nükteyi bile esanid-i muttasıla ile rivayet eyliyor idiler. Bu mübalağa şayan-ı intikad değildir çünkü bir ümmetin ümmet olması ancak dini ve lisanı ve ahlak ve adatı iledir ümmeti takvim eden bunlardır. Bir ümmetin tarihi hıfz ve zabt olunarak bu mukavvematı halef selefden hıfz u zabt etmeyince o ümmet havadis-i zamanın te’siri ve şuun-ı ictimaın tahavvülat ve inkılabatı ile tegayyüre ma’ruz olur ve tarihe cehllerinden naşi sonrakiler ne evvelkilerin ahvaline ne de şu tegayyürün keyfiyet-i hudusüne kesb-i ıttıla’ ederler. Bu sebeb ile müessirat-ı alem ümmet-i cahileye te’siratını icra eder ve nihayet onun binasını hedm ile zir ü zeber eylediği gibi efradı arasındaki rabıta-i umumiyyeyi de kat’ eder şu halde efrad-ı ümmetin sa’y ve amelleri ancak menfaat-i şahsiyyeleri için olup menfaat-i şahsiyye ise mecmu’-ı ümmet bileceğinden menfaat-i umumiyye ihmal olununca artık o ümmet zümre-i halikine dahil olur. Ümmetimizin tarihe i’tinası o kadar ziyade idi ki hiçbir ümmet bu hususda onu sebk etmemişidi. Onlar yalnız vekayii zabt ile o vekayia dair rivayatı telakkı ile iktifa etmeyip bu hususatta tefennün ederek tarih-i bilad ve akvam hakkında asar tasnif eyledikleri gibi tarih-i eşhas hakkında da eserler tahrir ettiler ve sonra tarih-i eşhası tenvi’ edip her bir tabaka için bir tarih yazdılar. İşte kütübhanelerimizde tabakat-ı müfessirin tabakat-ı muhaddisin tabakat-ı nahviyyin tabakat-ı etibba tabakat-ı şuara gibi nice tabakat görüyoruz. Daha sonra onlardan bazıları tarihden kavaid-i umran ve usul-i ictimai istinbata yol buldular. Allame-i zi-fünun İbni Haldun bu hususda tarihinin o meşhur Mukaddime’sini te’lif etti. Ahkam-ı Sultaniyye namıyla usul-i idareye dair asar tahririne de başlandı. Eğer silsile-i ilim o zamandan bize doğru munkatı’ olmaya idi selefimizin başlamış oldukları şeyleri biz itmam edecek idik lakin ne faide ki o başladıkları şeylerin itmam ve istismarı için ağyar bizi sebk etti. Bugün i’zaz olunan ümmetleri haiz bulundukları si’a-i umrana ve izzet-i saltanata irşad eden en büyük şey tarihdir. Müslimleri tarihe i’tinaya ve tarihden Cenab-ı Hakk’ın ümmetler hakkında cari sünen-i İlahiyyesini ma’rifete ilk evvel vücub-ı hıfzına i’tikad dahi buna ikinci derecede irşad ediyor idi. Vakta ki din kitap ve sünnetin gayriden ahz edildi tarih mühmel ve muattal bırakıldı belki de ilm-i din ile lerinde eğer tarihe iltifat edenler varsa onların bu iltifatları diğer akvamın adetine ittiba’dan neş’et etmiş bir haldir. Al-i Fir’avn’ın kudema’-i Yehud’a cevr ü eza ettiklerine ve Cenab-ı Hak onlara lutf u in’am edip kendilerini bu renc ve mihnetten tahlis eylediğine dair hususat-ı salifeden dolayı zaman-ı nüzul-i Kur’an’da bulunan ahlafı Yehud’a ayet-i kerimede hitab edilmiş olduğundan bu münasebet bizi saded haricine çıkardı. Şimdi bu kadar tenbih ile iktifa edip tefsir-i ayetin itmamına avdet eyleyelim. Beni İsrail’den Mısır’a ilk dahil olan Yusuf aleyhisselamdır. Müşarun-ileyhin Mısır’da nesli pek çok neşv ü nema buldu hatta denildi ki Beni İsrail Mısır’dan çıktıkları gün altı yüz bin nüfus idiler. Bu neşv ü nema dört yüz sene zarfında husule gelmiş idi. Al-i Fir’avn’dan olan Mısriyyun gurebanın Mısır’da tavattun etmelerini istemezler idi. Firavun şa’b-ı korktu zira bunlar tekessür edince arz-ı Mısır’a yayılıp Mısırlıları tazyik edeceklerini biliyor idi. Bunları tezlil ve tahkır badi olmak üzere Firavun onlara hakaret ile muameleye ve heykellerin binası için kerpiç yapmak gibi a’mal-i şakka ile kendilerini mükellef etmeye başladıysa da onların bu mezellet bununla beraber kendilerini efdal-i mahlukat addıyla tefahür ve teazzum etmelerine mebni Mısriyyun ile muaşeret ve müşahede eden ümera-i Mısriyye bunların kesret ile kuvvet bularak yevmen mine’l-eyyam kendilerine galebe ile memleketlerine bütün bütün veya kısmen istila edeceklerini mülahaza ederek duçar-ı bim ve hiras oldular. Beni İsrail’in mezellet ile beraber nesil ve zürriyetlerinin müzdad olması mezellet ancak uzun bir zamanda te’sir eylediği temdid-i hayat eden gıdanın tenavülünden zaif düşüp de yavaş yavaş solarak nihayet inhilal ve vefat eden şahıs menzilesinde bulunmasından naşidir. Hayat-ı ümemi hıfz eden kuvve-i ma’neviyye ervah ve iradatın kuvvetidir çünkü cisim ruh ile mahmuldür. Nef’i olan fiil ancak irade ile hasıl olur. Şu halde nüfusun iradesi üzerine tasallut vakı’ olarak nüfus ne zaman tezlil ve tahkır edilirse cisim ona tabi’ olduğundan onun za’fıyla bu da zaif düşer. Zaif ise zaif-i nitac husule getirir; nitacın nesli de zaifin neslinden daha zaif olur bu da teselsül eder nihayet za’f-ı neslin levazımından olarak mevt ve nesl-i zaifin evlad-ı sıgarına sinn-i rüşde baliğ olmadan müsaraat eder ve bu sebeb ile nesil münkarız olur nitekim Amerika Hindlileri ile Şimali Avusturya sekenesi Lakin Mısırlılar tezlil ve tahkırin Beni İsrail’ce te’sirini bati’ gördüklerinden onların inkırazlarını ta’cil için erkek çocuklarını katl ve kız çocuklarını hayatta ibka etmek suretine müracaat ederek bu suretle amel ve hareket etmeye karar vermeleriyle Firavun kabilelere Beni İsrail’in dünyaya gelen bütün erkek çocuklarını öldürmelerini emretti çünkü Cenab-ı Hakk’ın mahlukatında cari adet-i İlahiyyesinden olduğu üzere şuub ve kabailin kıvamı ve ecnasın hıfzı ancak zükur ile olur. Müfessirimiz Celal diğerlerine tebean: Beni da yalnız erkek çocukları katl olunmasının sebebi bazı kehenenin Firavun’a “Yakında Beni İsrail’den bir erkek çocuğu dünyaya gelip senin mülk ve saltanatını elinden alacaktır ve sen onun eliyle telef olacaksın” diye haber vermiş olmalarıdır demişse de bu kavlin sened-i sahihi olmadığı gibi tarihce de ma’lum değildir. Bizim söylediklerimiz Beni İsrail’in bildikleri ve mukaddes ve gayr-i mukaddes kitablarında biribirlerinden halefen an selefin nakl ve rivayet ettikleri şeylerdir ve hadd-i zatında ma’kul olan da budur – Buyuruyorlardı ki: “Güzel huy dinin yarısıdır.” Buyuruyorlardı ki: “ Aklın başı yani: Akl-ı selim – Allah’a imandan sonra haslet-i ulviyye-i haya ve güzel huydur.” Kanun-ı ahlak-ı İslamiyyet’den nümune olarak balada vicdan ve idrak ile okunsun! Ahlak-ı İlahiyye ile tahalluk ne demektir? Bütün şümul-i ma’nasıyla insan-ı kamil olmak demek değil midir? Bu mukaddes cümle öyle birkaç adi sözle tefsir ve izah olunamaz. Olunamaz çünkü vahy-i İlahidir. Füyuz-ı meanisi na-mütenahidir. Doğrusu: Bu levha-i garra-yı ulviyyet karşısında akıl medid bir sekte-i hayrete tutulup kalıyor! “Ahlak-ı İlahiyye ile tahalluk ediniz!” Ne azametli emr-i risalet! Ne büyük düstur-ı irşad-ı medeniyyet! hayvana baksın da şeref-i ademiyyetini kıymet-i insaniyyetini takdir etsin! Sıfat-ı ezeliyye-i İlahiyyeden bazısına mazhariyet “Haslet-i ulviyye-i haya” Bakınız: Bu hayvanda var mıdır? Hayvan utanmak bilir mi? Her fi’li her hareketi gayr-i mestur!?...... Bir de muhit-i bulunursunuz ki kalem tasvirinden değil tasavvurundan bile hicab terleri döker. Mesela: Ecnebi memleketinde bir hamama gitmek isteseniz setr-i avrete muktedir olamazsınız! Peştemaliniz tahkıramiz bir tavr ile cebren alınır. Görürsünüz ki erkek kadın bir yerde! Hepsi uryan! Hamama gittiğinize de gideceğinize de bin kere nedamet edersiniz! Peki şimdi bunların hayvanlardan ne farkı var? Düşününüz! Belki hayvandan da bed-ter; zira hayvan ni’met-i akl ve idrakten mahrum. Sırf hiss-i hayvanisine tabi’! Ona hayvan denip geçilir; lakin buna ne demeli ki insan kıyafetinde! diğerini seyretmek midir? cinin kavaid-i medeniyyesi! Avrupa medeniyetinin merkezi addolunan Paris’i ziyaret eden bir muhibbim diyor ki: Paris’i tebcil etmek için insanın mutlaka hayvanlaşması lazım gelir! Binlerce genç kadınlar sokaklara dökülmüşler rast geldiklerine kendilerini takdim ediyorlar her leyl hayatlarını bir aguş-ı sefahette geçiriyorlar gazinolarda otellerde apartmanlarda mahkum-ı hayvaniyyet olanlar yine başka! Artık üst tarafını siz düşününüz! Bulunuz! “Haslet-i ulviyye-i haya” Ancak muhit-i İslamiyyet içinde tekrim ve tebcil olunuyor. Zaman-ı cahiliyyette Hicaz Arabları da böyle idi. Anadan doğma çıplak olarak Ka’be-i Muazzama’yı –guya– tavaf ederlerdi. Haya nedir asla bilmezlerdi! Avam kısmından biri zevcesini şürefadan birine arz-ı cemal ve visale ondan hamil kalıp kendisine bir ibni şerif ? kazandırmaya teşvik ederdi. Buhari : Kitabü’n-nikah Şu halde Avrupa medeniyeti Arabların zaman-ı cahiliyyetiyle aynı hal-i fuhşda değil mi? Böyle medeniyet insanlara ukul-i selime ashabı olan insanlara değil sokak köpeklerine yakışır! Bu Fransız lügaviyyununun “seciviliser” kelimesine verdikleri bir ma’na-yı istihzadır ki “rezalet-i medeniyyet!” demektir. Balolarda zevcenin bir erkekle –yekdiğerine sımsıkı sarılmış oldukları halde !!?– dans etmesi sonra dostluk namına sık sık madamenin ziyaretine gitmesi zevcinin “Entjez!” emrini almadıkça yanına girememesi insaniyet medeniyet midir? Fakat Avrupa terbiyesiyle perveriş-yab olanlar için belki medeniyet-i hayvaniyye olunabilir! Bizim düstur-ı medeniyyetimiz: “Haya ve hüsn-i hulk”dur. selam” efendimiz hazretleri medeniyet-i hakıkıyye-i İslamiyyeyi haya ve hüsn-i hulk esası üzerine böyle te’sis buyurdular. Öyle bir hey’et-i ictimaiyye-i medeniyye vücuda getirdiler ki her uzvu bir cihan-ı fazilet! Her ferdi bir alem-i nezahet! Bir ruh-ı insaniyyet! Bir ma’na-yı zi-hayat-ı medeniyyet! Gerçekten: Dünyanın en mes’udu en bahtiyarı olmak meziyetini gösteren bu şevketli hey’et-i ictimaiyye bu azametli insaniyet-i hakıkıyye işte böyle seri’ hatvelerle ka’be-i kemal-i medeniyyete vasıl oluyordu. Temeddün terakkı ve tealiye olan feyz-i isti’dad-ı bipayani nefehat-ı vahy-i Cenab-ı Muhammedi aleyhissalatü vesselam ile öyle bir cuşiş-i inbisat ve ittisa’ gösteriyordu ki tekemmül için muhtaç olduğu usul ve kavaid-i medeniyyenin bir çok prensiplerini kendiliğinden idrake ve binaenaleyh ol babdaki ahkam-ı evamir ve nevahinin bir an evvel şeref-vürudunu –mütehassirane müştakkane– niyaz ve istirhama başladı. Bu kitle-i ulviyyet miyanında –en ziyade– hırs-ı ta’cil gösteren “Eğer benden sonra peygamber geleydi Ömer gelirdi.” Mediha-i kudsiyye-i Nebeviyyesiyle beyne’l-akran mümtaz ve ser-firaz olan Hazret-i Faruk-ı a’zam Ebu’l-Hafs Ömer bin el-Hattab radiyallahu anh ve an ihvanihi’l-kiram idi. O Faruk ki cemal-i huş-rüba-yı tevhidden ref’-i nikab etmek gibi müstesna bir şeref-i ihtidaya nailiyetle müşarun bi’l-benan olmuş! O cihan-ı rüşd ü zeka ki –Celaleddin-i Suyuti’nin Tarihu’l-Hulefa ’sında rivayetine göre– ahkam-ı ezeliyye-i Kur’an re’y ile nasıl bir kalb-i selime nasıl bir mehbit-i ilham-ı hakka malik olduğunu göstermiş! Ma’na-yı insaniyyet Cenab-ı İbnü’l-Hattab’ın piş-i nazar-ı hikmetinde bütün ulviyyetiyle tecelli ediyor. Hey’et-i şafına hail olan nekayısı görüyordu. Zalam-ı cehl ü işrak bulunduklarını hurşid-i İslamiyyet tulu’ ettikten sonra etrafına saçdığı nurları ona gösteriyordu. Hayat-ı medeniyye namına nazar-ı dikkatini celb eden nakayısdan birinin de tesettür-i nisvan olduğunu takdir ediyordu. Anlıyordu ki nisvan-ı İslam’ın mevki’-i ictimaileri seraperde-i ması derece-i vücubda! Anlıyordu ki tesettür-i nisvan feraiz-i himlerinden biri! Anlıyordu ki cem’iyetin sükun-ı kalbi sükunet-i vicdanı –kısmen– buna mütevakkıf! Anlıyordu ki kadınlar erkeklerin oyuncağı tatlı birer “et” parçası değil. Onların namus ve ismetlerinin şeref ve haysiyetlerinin muhafazası pederlerine kardeşlerine evladlarına aid bir fariza-i insaniyye bir vecibe-i medeniyye! Çünkü kadınlar –erkekler gibi– kendilerini kendi hukuklarını muhafazaya muktedir değil. Erkeğin kuva-yı fıtriyye ve tabiiyyesi kadınınkine galib! Fakat –anlıyordu ki– kadınlar açık saçık gezdikçe ağyarın enzar-ı taarruzu altında ezilmekten lisan-ı ta’riziyle hırpalanmaktan kurtulamayacaklar! Hürriyet-i nisvaniyyeleri –ki hayat-ı hakıkıleri olan namus ve ismetleridir– daima pa-mal-i ecanib olup duracak! Her iki nevi’ efradı miyanında vücudu tabii ve belki zaruri olan meyl-i yekdiğer yüzünden cem’iyet içinde muadatların muhasamaların ve belki mukatelelerin önü alınamayacak! Efrad-ı cem’iyyet arasında mıyla birleşmedikçe ve bunun mevkufün-aleyhi olan emniyet-i yanet ve hayat-ı medeniyyet vücud bulamayacak. Arada sırada bazı meyyal-i nisvan tarafından ailelerin duçar-ı ta’riz ve tearruz olmaları Cenab-ı Faruk’u bi-hakkın Hele muhterem validelerimiz ezvac-ı tahirat radiyallahu anhünne hazeratının gayr-i mesture olarak haricde görünmelerine hiç de dayanamıyordu. Huzur-ı celil-i cenab-ı peyamber-i a’zamide –münasebet düşürdükçe– nisvan-ı müslimanın mukteza-bihası olan ehl-i beytin mesturiyetleri esbabının –lütfen– istikmal buyurulmasını bütün hararet-i iman ve irfanıyla niyaz ve istirham ediyordu. Fakat sükut buyuruluyordu. Çünkü vakt-i merhunu bekleniliyordu. Maamafih hey’et-i celile-i İslamiyyenin ğunu gösteriyordu. Birgün Hazret-i Faruk Harem-i Şerif’de ümmehat-ı mü’minin radiyallahu anhünne hazeratıyla bu babda müşafehe ettiler. Müşarun-ileyhinne hazeratından – “Ya Ömer! Vahy-i İlahi bizim saadethanemizde şerefefza-yı nüzul olmakta; binaenaleyh sen bizim tesettürümüze neden bu derece haris oluyursun?” dedi. Şübhesizdir ki müşarun-ileyha mader-i muhteremimizin Hazret-i Faruk’a bu ta’rizden maksadları –haşa– emr-i celil-i tesettürü istiskal ettikleri için değildi. Nasıl olabilir ki: Emr-i İlahisi mantuk-ı münifince dünyanın hayat ve arayiş-i çend-ruzesiyle Cenab-ı Rahmeten li’l-alemin’in saadet-i müebbede-i zevciyyeti arasında tahyir olundukları zaman hepsi eşk-riz-i niyaz ve tazarru’ olarak ehl-i beyt-i Resul olmayı dünya ve ma-fihaya tercih ettiler. Zaten müşarun-ileyha annemizin mübarek sözlerinden de anlaşılıyor ki emr-i mühimm-i tesettürün icabı Hazret-i Ömer’in niyazı üzerine değil vahy-i İlahiye iktiranı arzu olunuyor. “Allah emrederse biz ehl-i beyt derhal ihticaba amadeyiz! Sen müsterih ol! Allah Alim ve Hakim’dir” demek Felsefe derslerine bir medhal olmak üzere yazılmış olan makalat-ı sabıkada fen ile felsefe arasındaki farklar münasebetler tedkık edilmiş fennin felsefeden ne suretle ayrılmış olduğu ve felsefenin hal-i hazırdaki derece-i şümulü izah olunmuştu. Bu babdaki tedkıkat felsefenin asran ba’de asrin ma’ruz kaldığı tahavvülatı –hutut-ı esasiyye ve esbab-ı müessireleriyle birlikte– göstereceği haiz-i ehemmiyyettir. Asıl felsefe derslerine başlamadan evvel; mukayeseye medar olmak üzere; fen ve felsefenin İslamiyet’de ne suretle telakkı edilmiş olduklarını İslamlardan terakkıyat-ı ilmiyye hususunda hidemat-ı mühimmeleri sebk eden büyük simaları –velev mücmelen olsun– zikr etmek faideden hali değildir. Ba-husus ahkam-ı celile-i İslamiyyeden bi-haber bazı kimseler İslamiyet’in fen ile kabil-i te’lif olmadığını ve olamayacağını son zamanlarda büyük bir cesaretle ortaya atmaktan çekinmedikleri cihetle bu babda İslamiyet’in mazi-i şa’şaadarına irca’-ı nazarla hakıkati meydana koymak lüzumu kat’iyyen tahakkuk ediyor. Alem-i İslamda meşhud dide-i teessüf olan tezebzüb-i hazırın amil-i müessiri din olduğu hakkındaki iddiaların kat’i tekzibini İslamiyet’in ruhunda aramalıdır. Çünkü zevahire istinaden verilen hükümlerin hata-alud olmaması mümkün değildir. Gavamız-ı diniyyemize vakıf olan zevatın ekserisi –maatteessüf– fünun-ı müsbete ile tevaggule o derece rağbet göstermedikleri gibi fen şinasanımız da hikmet-i İslamiyyeye tamamıyla bi-gane bulunduklarından tabiiyyu’l-husul olan anlaşılamamazlık ve bundan mütevellid burudet şahısları geçerek prensiplere kadar sirayet eylemiş olduğu kemal-i teessürle görülüyor: Bir taraf fenni muhrib-i diyanet bir düşman-ı müdhiş diğer taraf dini bir kabus-ı muattıl gibi telakkı ediyor. Şu münaferet-i mütekabilenin başlıca sebebi her iki tarafın da birbirlerinin kabul ve ta’kıb ettikleri esaslardan tamamıyla bi-haber bulunmalarından başka bir şey değildir. Cehl daima nefret ve adaveti calibdir. Din-i Mübin-i cel hamisi en zi-nüfuz müşevviki olduğunu göstermiştir. Bu hakıkati anlamak için İslamiyet’in ruhu tedkık ve tetebbu’ edilmelidir. Fenne gelince bu bir muhrib-i müdhiş değil bilakis berahin-i kat’iyyesiyle İslamiyet’i i’laya çalışan sadık bir hadim-i dindir. Çünkü fen ve İslamiyet’den her ikisinin de ta’kıb ettikleri tarik vasıl olmak istedikleri gaye müttehiddir: Bu tarik-i hakıkati bulmak o gaye-i saadet-i beşeriyyeyi te’min edebilmekten ibarettir. Fen ve felsefenin maksad-ı esasileri taharri-i hakıkattir. de müntesiblerine hikmet-i hakıkıyye taharrisiyle emrediyor. Demek ki Din-i Mübin-i İslamiyyet fünun ile tearuz şöyle dursun bilakis onunla beraber aynı gayeye vasıl olmak emr-i celili kuvve-i müfekkireyi intibah ve faaliyete da’vet yani felsefenin esasını vaz’ eylemektedir. Nazar istidlal ictihad bir müslümanın dinen me’mur olduğu şeylerdir. Halbuki hikmet-i aliyye ve fünunun esasları da bunlardan ibarettir. İsbat-ı vacib hususunda eserden müessire tabi’ evvela eserin yani kainatın tedkıki iktiza eder. Şu halde ta’bir-i diğerle fünun-ı müsbete tahsili ile mükellef bulunuyorlar demektir. Eslaf-ı kiram hazeratı bu mükellefiyeti pek güzel takdir buyurmuşlardı; müellefat-ı metrukeleri şu takdirin pek kıymetdar birer mahsulüdür. Amerika erbab-ı tedkıkinden meşhur Draper Avrupa’nın lectuldel’Europe ünvanlı eser-i ma’rufunda medeniyet-i İslamiyyeden bir lisan-ı sitayişle bahsederken İslamların ulum ve fünuna olan hidemat-ı ber-güzidelerini i’tiraf etmekten kendini alamıyor. Draper diyor ki: İslamiyet fütuhat-ı mülkiyyesini ikmal edebilmek için birkaç asır kafi idi. Fütuhat-ı mülkiyyeyi müteakıb ve belki o esnada müslümanlar aynı şiddet ve gayretle fütuhat-ı ilmiyyeye atılmıştır. Neticede pek büyük hakimler pek hazık tabibler yetişmiş olduğu gibi ulum-ı riyaziyye hey’et kimya sarf ve nahiv ve mantık ilimlerinde dahi mütehassıs pek çok erbab-ı tedkık zuhur eylemişti. Medaris-i İslamiyyede edebiyat ve fünunun her şu’besi esaslı bir surette tedris ve tetebbu’ ediliyordu. Tababet sevkıyle medi’nin vahdaniyet akıdesi müslümanları ulum ve fünunu pek derin bir surette tedkık etmeye sevk ediyordu. uyanmıştı. Müslümanlar Nasturiler ve Yahudiler vasıtasıyla Yunan ve İskenderiye ulumuna kesb-i vukuf eylediler. Tetebbuat-ı kimyeviyyeleri hamızatın keşfi gibi pek mühim bir terakkı ile netice-pezir olmuştu. Çok geçmeden barutun Sina gibi eazım tarafından üstad lakabına mazhar olmuştu. Garb’da Bristelli ve Lavoisier ne ise Şark’da dahi Cabir odur. Hamız-ı azot ve ma’-i zerrin hakkında ilk defa tedkıkatta bulunmuş olan zat Cabir el-Kufi’dir. Cabir’den evvel en kuvvetli hamız olarak hall-i mükessefden başka bir şey bilinmiyordu; İngiliz feylesof-ı şehiri Bacon Cabir’in nam-ı zi-ihtiramını bi-hakkın tebcil eylemiştir. Cabir gazat hakkında dahi pek doğru mütalaat serd eylemiş olduğu gibi “Her hangi bir ma’den teshin ve teklis olunursa veznen tezayüd eder” yolunda o vakte kadar mechul olan bir hakıkati meydana koymuştur. Pek basit görünen bu söz meşhur Stal’in “Filojistik” nazariyesini esasından hedm eylemiştir. Cabir’in bu keşf-i mühimmi pek haksız olarak kendisinden pek çok zaman sonra gelmiş olan Avrupa kimyageranına fen ve felsefeye olan hidemat-ı ber-güzidelerini hakkıyla takdir edebilmek için müdevvenat-ı muazzama-i eslaf tedkık ve tetebbu’ edilmek icab eder. El-Kindi er-Razi Farabi İbni Sina İbni Rüşd Gazzali Musa biraderler Nasruddin-i Tusi gibi dühatın metrukat-ı kalemiyyeleri muhalledat-ı azimeleri bir milleti bütün ma’nasıyla hale getirecek prensipler ve usullerle malamaldir. Yazık ki ahlafın kadir-na-şinaslıkları neticesi olarak bu kıymetdar eserlerin bir çoğu zayi’ olmuş mevcud olanları da kütübhane köşelerinde çürümeye mahkum edilmişlerdir. nesi idiler. Kütübhaneler dolusu müdevvenat-ı aliyye o devre-i tealinin ahlafa terk edilmiş la-yemut şahidleridir. Müellefat-ı İslamiyyemizin tedkıki hususunda gösterdiğimiz la-kaydi bizi muhteriat-ı İslamiyyeden pek çoklarını Avrupalılara isnad etmek gibi garib neticelere sevkediyor. Ne acınacak hal! Her millet kendi eazımını hürmetle yad ettikleri onların en ufak eserlerini en ehemmiyetsiz keşf ü ihtira’larını alem-i medeniyyete tanıttırarak şeref-i millilerinin i’lasına çalıştıkları halde biz; İslamlar miyanında yetişmiş olan dahilerin isimlerini olsun bilmiyoruz bilmek Evet İslamiyet’in yetiştirdiği o dahi-i a’zam Cabir’dir ki kimyada taktir tas’id terşih usullerini vaz’ ve te’sis eyledi. Hammam-ı mariler hammal-ı remiller kal potaları gibi birçok cihazlar hep Cabir’in yadigar-ı zekasıdır. Avrupa kimyageranı bugün bile hamız-ı azot istihsal etmek bibi Ebubekir Razi hazretleri hamız-ı kibritin suret-i istihsaline ve evsafına dair alem-i fenne ilk evvel ma’lumat vermeye muvaffak olmuştur. Duhani hamız-ı kibritide “nur-ı deha vezn hamız-ı kibriti” en evvel istihsal eden Razi’dir. Şayan-ı teessüfdür ki bu keşf-i mühim de yine Avrupalılara isnad edilir. Ulema-yı İslamiyyenin fenne olan hidemat-ı mühimmesine Beşir’in keşf-i ma’rufunu da ilave etmeliyiz: Beşir bula[?] hülasasıyla kireç kil ve kömür tozundan ibaret bir mahlutu teshin ve taktir ederek “kamer-i a’la” namını verdiği bir cisim keşf eylemişti. Karanlıkta ziya neşr eden bu cisim bildiğimiz fosfordur. Halbuki Avrupalılar fosforun keşfini Almanyalı Brand’a isnad ederler. Vaktiyle İslamlar arasında pek parlak bir surette uyanmış olan fikr-i ulvi-i terakkı-perveranenin esbab-ı intifasını aramak psikoloji-i akvam nokta-i nazarından pek ziyade haiz-i ehemmiyettir. müşevvikidir. Bunda şübhe yok nasıl şübhe edilebilir ki Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i Nebeviyyenin müslümanları tahsil-i müz önünde duruyor. nazm-ı münifi bilenle bilmeyenlerin hiçbir zaman müsavi olamayacaklarını fıtraten müsavi yaradılan ebna-yı beşerin yekdiğerlerinden ancak ilim ve irfan ile temayüz edebileceklerini tasrih buyuruyor ve erbab-ı ilme her şeyin fevkinde bir paye-i alu’l-al bahşediyor. niyet-i aliyye telkın eder. İcma’-ı ümmetle makam-ı imamete rında efrad-ı saireden fazla bir imtiyazı yoktur. Vazife-i mukaddese-i hilinde ifa eylediği takdirde– evamirine arz-ı itaat her ferd-i müslimin vecaib-i diniyyesindedir. Fakat aynı zamanda efrad-ı münker ile me’mur olduğundan şer’a mugayir tebligatın önünü almaya sa’y etmek de yine her mü’minin fariza-i zimmetidir. Hulefa-yı Raşidin devri bu suretle güzeran eylemişti. ve Hazret-i Ömer’in zaman-ı saadetleri bu suretledir ki gıbta-bahşa-yı a’sar olmak meziyetini ihraz eylemiştir. Hatta Osman devrinde zuhura gelen galeyan-ı efkar bile bu babdaki fart-ı ri’ayetin bir neticesi gibi telakkı edilmelidir. Şer’-i mübin-i Ahmedi’ye mensub olan her ferd ahkam-ı esasiyei diniyyesiyle beraber hayat-ı dünyeviyyesi için lazım gelen ma’lumatı yani fünun-ı müsbeteyi de iktisab etmek mecburiyetindedir. emr-i Rabbanisi umum muvahhidine aid bir hitab-ı Sübhani’dir. hadis-i Nebevisiyle i’la buyurulmuştur. yade haiz-i fazilet olanı ta’lim-i ilimden ibaret olduğu lisan-ı dürer-bar-ı Risalet’den şeref-sudur buyurulan ehadis mukteziyyatındandır. hükm-i münifi müslümanlarca vacibü’r-ri’aye bir düstur-ı alidir. Bu kadar ulvi esaslarla iktisab-ı ilim ü irfana teşvik buyurulan İslamların evamir-i diniyye hilafında son zamanlarda büsbütün mahkum-ı cehalet olmaları esbabını aramak ve maraz-ı ictimaimizin teşhisine çalışmak zamanı çoktan gelmiş ve belki geçmiştir. Şari’-i A’zam hazretleri iktisab-ı ilim ü ma’rifetle emrediyor dinin mukteziyatı kesb-i ma’rifet olduğu mükerreren Eslaf-ı kiram; harekat-ı fikriyyeleriyle şu emr-i celili bihakkın Fakat biz yine mahkum-ı cehalet kalmayı tercih ve hatta bu hususu salabet-i diniyyeden addedecek kadar ahkam-ı mübeccele-i diniyyemize vukufsuzluk gösteriyoruz. Acaba neden? muazzama-i İslamiyyenin kütübhane köşelerinde çürümeye mahkum edildikleri zamandan başlar. Evet bu zamandan yı cehalete doğru sürüklenmeye mahkum oldu. Hırman-ı tetebbu’ kuvve-i müfekkirenin ataletini intac eder. Fikrin kabus-ı atalet altında zebun olması ise cehl ve taassubu tevlid edeceği tabiidir. Fil-hakıka fikir ve zekayı inkişaf ettirecek asar-ı aliyye-i let-i İslamiyye baziçe-i cehl ü taassub olmak derekelerine tice-i cehalet olduğunda şübhe yoktur. Mazinin edvar-ı şa’şaadarıyla bugünkü hali kıyas eden her sahib-i vicdanın kalbi Müellefat-ı İslamiyyenin eyadi-i ihtiram ve mütalaadan uzak bırakılması esbabını tedkık edelim: müz’ic bir hayat-ı sa’y ve faaliyete katlanmak yalnız ezvak-ı ruhiyye ile kanaat etmek sayesinde iktisab olunabilir. riyordu. Bila-zahmet şu paye-i aliye suud etmek isteyen türedilerin bu derece müt’ib bir hayat-ı faaliyete katlanmak Bu gibi adamlar zahmetsizce o paye-i aliye irtika etmek külfetsizce elde etmek istiyorlardı. Bu maksada vusul için en kesdirme yol; en muvafık çare efkar-ı milleti uyuşturmak kuvve-i müfekkire-i halkı ibtal etmekten ibaret olduğunu pek güzel anlıyorlardı. O vakit bir kaç derme çatma ma’lumatla halka istedikleri gibi icra-yı nüfuz edecekler kuvve-i müfekkire ve mümeyyizeden mahrum kitleye kendilerini birer dahi-i a’zam tanıtabileceklerdi ve işte o zaman her türlü Tedricen tatbik edilmeye başlandı: Millet-i İslamiyyenin inkişaf-ı fikrisine hadim olacak asar-ı aliyye-i İslamiyye tedricen ortadan kaldırıldı. bin-i Ahmedi ile hiçbir münasebeti olmayan hurafeler garib rivayetler esassız hikayelerle uyuşturulmaya başlandı. Müstebid hükümdarlar da aynı emeli perverde ediyorlardı. Onlar da kendilerini zıllullah-ı fi’l-alem tanıyacak her da-yı hatifi gibi telakkı edecek hurafe-perest tebea istiyorlardı. Bu suretle her iki tarafın emelleri bir noktada ittihad ediyordu. dazanın telkınat-ı muzırraları diğer tarafdan erbab-ı istibdadın kahr u mezalimi efrad-ı İslamiyyede düşünmek hissini uyuşturuyor mahvediyordu. Artık dude-i cehalet gülbin-i İslamiyyeti kemirmeye tahrib etmeye koyulmuştu; o esnalara alem-i İslam’da zuhura gelen herc ü merc-i siyasinin de bu hususda pek çok te’siri olmuştur. Eazım-ı İslamiyyenin müdevvenat-ı aliyyelerini eyadi-i rağbetten düşürmek için bu cahil türediler tarafından pek sefilane tedbirler tatbik olunuyordu. Millet-i İslamiyyenin medar-ı iftiharı olan o koca dahiler Din-i mübin-i Ahmedi’nin ulviyyetini bi-hakkın takdir edebilmiş olan o muhterem vücudlar za’f-ı i’tikadla mahkum edildiler. Eserlerini okumak günah-ı kebairden addolundu. Halbuki halka bu yolda telkınatta bulunan biçareler dinime ta’n eyleyen bari müslüman olsa mısdakınca hukuk-ı aliyye-i akaid-i İslamiyyeden külliyen bi-behre idiler. sırrını anlayamıyorlardı. Düşünmüyorlar düşünemiyorlardı ki fizyoloji ve psikoloji fenleri öğrenilmedikçe hadis-i şerifin sırrı zahir olamaz. Şübhe yok ki bu gibiler nazm-ı münifinin ile müfesser olduğuna vakıf değillerdi. Furkan-ı Mübin’de bir çok defa tekrar buyurulmuş olan ve gibi ayat-ı celilenin millet-i İslamiyyeyi tefekkür ve teakkula da’vet buyurduklarını anlamıyorlar anlayamıyorlardı. gibi ferman-ı peyamberinin tedkık-i kainat için en büyük saik olduğunu lunuyorlardı. kayatı Zerdüşt hurafeleri Hind ve Yunan esatiri birer hakıkat gibi millet-i İslamiyye arasında neşredilmeye başlandı. Artık her yerde her meclisde Avc bin Unuk hikayeleri birer hikmet-i mahza gibi hahişle dinleniyordu. Hikmet ve akıl üzerine müesses olan ve her türlü terakkiyat ve tekamülata müsaid ve saik bulunan bir din-i celil eyvah ki bu sefil adamlar tarafından bir mecmua-i hurafat haline getirilmek isteniliyordu. Bu suretle Din-i Mübin’e karşı en müdhiş ihanetler irtikab olunarak millet-i İslamiyye pek müdhiş ve tehlikeli bir uçuruma gayya-yı cehalete doğru sevk olunuyordu. Artık gibi ayat-ı celile –haşa sümme haşa– mefsuh hükmüne girmişti. Nazar istidlal tedkık yerine kabul tasdik hurafe kaim olmaya başlıyordu. Ne garib hal! Peyamber-i zişan buyuruyor beri tarafda bir takım cahil türediler kainatı kainatta hüküm-ferma olan kanunları ve bunların netayici bulunan hikmet-i aliyyeyi tedkık ve tetebbua lüzum görmek şöyle dursun görenleri tel’in müellefat-ı kadime-i derecelerine çıkıyorlardı. Tavsifat-ı sabıkanın ahkam-ı aliye-i İslamiyyeden büsbütün bi-haber cahil bir takım türedilere aid olduğunu ihtara lüzum yoktur zannederim. Çünkü senelerce tahsil-i ilm uğrunda ifna-yı hayat ederek bi-hakkın verese-i enbiya olmak mertebe-i alü’l-aline irtika eden eazımın mevki’ ve şerefleri şübhe yok ki bu gibi levsiyyattan tamamıyla münezzeh ve alidir. Derin bir vukufla İslamiyet’in tealisine beşeriyetin Bugün alem-i İslamda bir nehda-i fikriyye başlamış olduğu kemal-i meserretle görülüyor. İstikbal için ümid-bahş bir beraat-i istihlal olan bu temayülün mümkün olduğu kadar seri’ ve esaslı bir surette tenmiyesi lazımedendir. Terakkıyat-ı hazıra-i medeniyye ta’kıb edilmekle beraber eazım-ı ye hakkıyla tetebbu’ edilebilir medeniyet-i İslamiyyenin ne kadar parlak ve ulvi esaslar üzerine ibtina edilmiş olduğu anlaşılır. Anlaşılır da senelerce atalet ve rehavete mahkum edilmiş olan müslümanlar hikemiyat-ı Kur’an iyyeden müstenbat ve birer bedraka-i saadet ve selamet olan prensipleri ta’kıb ederek yine evc-i ulya-yı irfana i’tila ederler… Garbın hayret-bahş-ı uyun-ı hayretimiz olan tekamülat ve terakkıyatının mebna-yı rasini ulema-yı İslamiyye tarafından vaz’ edilmiştir. Bu hakıkat garb erbab-ı ilminin de taht-ı i’tirafındadır. bile intak-ı hak kabilinden olarak bazı eserlerinde bu hakıkati Tarik-ı Nakşiben tarihinde Köstendil’de mehd-ara-yı şühud oldu. de’l-ikmal tahsil-i ali ta’limi için İstanbul’a gelerek zamanı efazılından tekmil-i nüsah eyledi. Ve haiz-i ilm ü kemal olarak vatanına avdetle ta’lim-i talibine ve bu esnada sadat-ı Nakşibendiyye’den Şeyh Ali Şami Efendi’ye intisab eyleyip tarihinde tarikate nail-i mertebe-i hilafet olarak irşad-ı salikine başladı. Bu vechile evkat-güzar iken tarihinde irtihal-i dar-ı naim ederek bina-kerdeleri olan dergaha defn edildi. Maatteessüf merkad-ı alileri Bulgaristan’ın teşekkülünden sonra yıkılarak başka bir binaya tahvil edilmiştir. Lemeat-ı Nakşibend ismindeki eser-i mutasavvıfanelerinde mürşid-i ekremleri Ali Efendi hazretleri delaletiyle nail oldukları tecelliyat-ı İlahiyye tasfilat-ı lazımesiyle mezkurdur. Asar-ı aliyyelerinin en büyüğü tarihinde itmam ettikleri Bahru’l-Velaye namındaki eser-i alidir ki İmam Ca’fer-i Sadık radiyallahu anh hazretlerinden başlayarak bin bir aded ekabir-i evliyaullahın muhtasar teracim-i ahvaliyle keramat-ı ilmiyye ve kevniyyelerinden bahis olup sonunda kendi terceme-i hali de mündemicdir. Bir nüshası Beşiktaş’da Yahya Efendi Dergahı Kütübhanesi’nde vardır. Müellefat-ı aliyyeleri ber-vech-i atidir: Dişi bir serçe alıp karşısına Yeni pervaza özenmekte olan Afacan bir ufacık yavrusuna Dedi: “Gördün mü şudur bak insan! Onu gördükçe sakın sen yavrum Şöyle dört aç nazar-ı dikkatini Sana anlatmaya ben mecburum Bilemezsin daha mahiyyetini! Onda insaf bulunmaz; heyhat! Eğilirse yere; bir taş alarak Seni ey sevgili mahsul-i hayat Seni bil maksadı mutlak vurmak. Anladın mı çocuğum? İşte o dem Durma artık oralardan kaç; git Bu nasihat sana her dem elzem Bunu zihninde güzelce hıfz et!” Yavru afaka olurken nigeran Mader-i müşfikine döndü başı; Dedi: –pür-şevk ve şetaret– der-an “Güzel amma ya elindeyse taşı.” Nev’-i beni beşere musallat afatın en büyüklerinden birisi şübhesiz frengi denilen illet-i müdhişedir. Bu illet kolera ve vebadan ziyade tahribat icra eyler. Çünkü koleranın mazarratı muvakkattır daimi değildir. Veba da böyledir frengi beraber insanların evlad ve ahfadına kadar tohumunu isal eder. Frengi cürsumesi bir kimsenin vücuduna dahil oldu mu artık orada senelerce icra-yı ahkam ettikten başka marizin a’za-yı dahiliyye ve hariciyyesinde harab etmedik nokta bırakmaz. Evvel emirde kanı telvis ve bu vasıta ile ahşa-yı dahiliyyede ve a’mak-ı bedende emraz-ı guna-gunu tevlid eder. İnsanların lehçe ve a’zasını ekseriya eşkal-i garibeye tahvil ve bilad ve emsarı harabe-zara döndürür. Hülasa denibilir ki nev’-i beşeri tahrib hususunda frengi derecesinde muzır bir hastalık yoktur. Azim teessüflerle beyan ederim ki bu illet-i menhuse bir çok senelerden beri Anadolu vilayatımızdan hayli mahalleri vetiyle tahrib eylemektedir. Bu hakıkati memleketimizde bilmeyen yoktur. Çi faide ki ciddi olarak çare-i indifaına henüz tevessül edilmemiştir. Erbab-ı dikkatin ma’lumudur ki Devlet-i Aliyye-i Osmaniyyemizin Avrupa ve Afrika ve Arabistan’daki arazisi dahil olmadığı halde yalnız Anadolu Irak el-Cezire ve Suriye kıt’alarındaki arazisi mecmuu bir milyon beş yüz elli bin kilometre terbiinde Asya’nın garbında azim bir şibh-i cezire olduğu halde ancak on yedi on sekiz milyon ahali ile meskundur. Halbuki Almanya Fransa ve Avusturya’nın Avrupa’da malik oldukları arazi Asya-yı Suğra şibh-i ceziresinin üçde biri nisbetinde bulunduğu halde Almanya’nın altmış bir milyon Fransa’nın otuz dokuz milyon Avusturya’nın elli milyon ahalisi olup İtalya ise beşte biri nisbetinde olduğu halde otuz dört milyon nüfusa maliktir. Almanya’da bir kilometro mahalle nüfus Avusturya ve Fransa’da kilometro murabbaındaki mahalle nüfus isabet etmektedir. Avrupa’nın küçük hükumetlerinden Belçika’da beher kilometre murabbaı mahalle Felemenk’de İsviçre’de Portekiz Cumhuriyeti’nde Romanya’da Bulgaristan’da nüfus isabet ettiği nazar-ı im’ana alınacak olursa Devlet-i Osmaniyyemizin nüfus cihetiyle Avrupa’nın en geri kalan memalikinden olduğu maatteessüf nazarlara teayyün eyler. Mahza Feyyaz-ı Kudret’in bahşayişi olan her zerre-i haki niam-ı guna-guna masdar sine-i maderanesi haiz olduğu kuvve-i inbatiyyesiyle her türlü ağdiye-i hayatiyyeyi müstahzır olan Anadolumuzun mevki’-i coğrafisi ve ahalisinin memleketi olmak isti’dadını haiz iken ilel-i saire-i mütenevvia nakus eylemekte ve servet-i memleket o nisbette mahv ü heba olmaktadır. Bütün erbab-ı hamiyyeti kan ağlattıran bu hal-i pür-melale bir nihayet vermek zamanı çoktan gelmiştir. Yazık değil midir ki bir zamanlar Avrupa ve Asya ve Afrika kıt’alarının en mu’tena mevkiinde irae-i satvet ve liva-yı şevket-ihtiva-yı Osmani’yi Bahr-i Sefid ve Siyah’da ve Umman’da muzafferane temevvüc ettiren kavm-i necibin asırlardan beri damarlarında cevelan eden dem-i hamaset bugün frengi mikroplarıyla tesemmüm ederek tenasüb-i endamı bünyesinin kuvveti şecaati dillerde dastan olan Osmanlıların vücud-ı ahenini hüzale şecaate mukabil havf ü hirase tenasüb-i endama muadil tegayyür-i eşkale giriftar olsun! Muhterem meb’usanımızın ve hükumet-i meşrutamızın bu afet-i müdhişeden vatanımızı tahlis için lazım gelen vesaiti bazı hususatın arzına ictisar eyliyorum: Bir çok senelerden beri bu hastalığın tedavisi ve nev’-i beni beşerin şu afet-i elimeden tahlisi hususunda binlerce etibbanın cehd ü gayretlerinden bir semere-i müfide hasıl olamamış iken böyle bir devanın keşfi şeref-i azimi Almanya’nın Main Nehri üzerinde kain Frankfurt şehrinde “Fenni Tedavi-i Tecrübevi Enstitü-yi Kralisi” nazırı olup yirmi beş seneden beri insan ve hayvanat kanlarıyla hüceyratın a’mak-ı bedendeki tegayyüratı hakkında tedkıkat ve taharriyat tabib-i şehiri muallim Ehrlich’e nasib olmuştur. Müddet-i hayat-ı acizanemi şimdiye kadar mesleğimden başka bir şeye hasr eylememiş bir Osmanlı sıfatıyla beyan eylerim ki bu keşf-i mühimmi haber alır almaz evvelce kendisiyle muarefem olan Muallim Doktor Ehrlich ile bi’l-muhabere aldığım cevabda her türlü teshilata mazhar olabileceğimi anladığımdan senesi Eylül’ünün ilk günü Frankfurt şehrinde muallim-i müşarun-ileyh ile mülakı olarak işe başladım. Burada muallim acizlerine pek ziyade gelen şeyleri öğrendikten sonra Berlin’de Charite hastahane-i meşhurunda frengi illeti muallimi Doktor Lehser[?] ve Virchow hastahane-i cesiminde doktor Vekslman’nın[?] da ve Emraz-ı İntaniye Enstitü-yi Kralisi’nde muallim-i eşher Wassermann gibi zamanımızın en alim etibbasının yanında yüzlerce frengi hastalarına ilacının tatbikatını gördüm. Berlin’den Viyana’ya avdetle Viyana Darülfünunu Seririyyat-ı Etfal muallimi ve St Anna Hastahanesi direktörü muallim Escherich’in nezdinde dahi validesinden frengili olarak doğmuş çocuklarda bu ilacın te’sirat-ı hasenesini müşahede ve tecrübe eyledim. senesi Teşrinisani’sinin onunda tekrar Macaristan’ın makarr-ı idaresi olan Peşte şehrine azimetle bu dil-nişin payitahtta terakkıyat-ı tıbbiyyenin enmuzeci olan seririyat hastahanelerinde Macar eşher-i etibbasından emraz-ı dahiliye kliniğinde Muallim Korani[?] ve İstvan Hastahanesi’nde emraz-ı efrenciye muallim-i şehiri Doktor Havaş ve emraz-ı ayniyye kliniğinde Muallim Doktor Gros gibi zevat-ı hazakat-simatın yanlarında ve yüzlerce frengili hastalar üzerinde “Ehrlich–hata” ilacının tatbikatını ve bu babdaki tecaribi müşahede ve tedkık eyledim. lemiş olduğu kanaat-i vicdaniyye ile beyan edebilirim ki Muallim Ehrlich’in icadı olan bu “ ” tevsim olunan ilac hakıkaten frengi illetinin devasıdır. Şurasını da arz edeyim ki bu kanaat yalnız acizlerine münhasır değildir. Bu ilacın tecrübesi hengamında Frankfurt Berlin Braslav Magdeburg Viyana Peşte gibi müessesat-ı tıbbiyyesi en parlak şehirlerde iktisab-ı ma’lumat ve tedkıkat için gelen İngiliz Fransız Rus İtalyan İspanyol ve sair milel etibbası en ağır frengi hastalarında “ ”nın te’sirat-ı seri’a ve hasenesi karşısında mebhut kalmışlardır. Hatta en mu’teriz görünen Fransız etibbasından bir çoğu senesi Eylül ayında Almanya’nın Königsberg şehrinde in’ikad edip bütün milel-i mütemeddine etibbasının iştirak eylediği kongrede ilacının te’siratını kanaat-i vicdaniyyeleri üzerine beyan ve i’tiraf etmişler hazır bulunan Doktor Ehrlich’i alkışlara gark eylemişlerdir. Bundan başka esamisi yukarıda geçen Muallim Lehser[?] Muallim Vekslman[?] Nayser[?] gibi zamanımızın en büyük etibbası ve Macaristan’da Muallim Havaş[?] ve Doktor Gross gibi ulema-yı tıb Ehrlich ilacıyla kendilerinin yüzlerce hastalardaki tecaribini ve netayic ve te’sirat-ı şifaiyyesini müteaddid resail-i mahsusa ve evrak-ı havadis-i tıbbiyye ve fenniye ile neşr ü i’lan eylemişlerdir. Ez-cümle Berlin’de Virchow hastahane-i cesimi emraz-ı efrenciyye şu’besi sertabibi Doktor Vekslman[?] ahiran frengi hastasını bu ilacla ne suretle tedavi eylediğini ve gördüğü te’sirat-ı şifaiyye ve seri’ayı müş’ir musavver bir eser-i mühim neşr eylemiştir. Fransa’da Paris’de Saint Lazare Hastahanesi tabiblerinden Doktor Emeri Emery bu son zamanda bir sini i’lan etmiştir. Memalik-i mütemeddine meşahir-i etibbasının mazhar-ı kabulü olan deva-yı mezkurun memleketimizde vasian tatbikiyle vatanımızı bu afetten kurtarmak için fikr-i acizanemi ber-vech-i ati arz edeceğim: Evvel emirde şurası bilinmelidir ki bu hastalık memleketimize haricden gelmiştir. Eğer zannımda hata etmiyorsam memalik-i ecnebiyyeden hususiyle Romanya’dan gelen sermayeler vasıtasıyla İstanbul’dan Anadolu’ya Rumeli’ye sirayet eylemiş olduğu şübhesiz gibidir. Çünkü Romanya’da bu illetin pek münteşir bir halde olduğu mevsuktur. Her nereden gelirse gelsin madem ki bu hastalık vatanımızda hüküm-fermadır indifaı için –fikr-i kasıraneme göre– dört noktayı nazar-ı dikkate almalıdır: Evvela –Ba’dema haricden bu illeti getiren ma’lul sermayeleri memlekete kabul etmemek. Saniyen –İstanbul’da yüz elli kişilik son sistem bir frengi hastahanesi te’sis ile buradaki hastaları tedavi etmek. Bu hastahanenin Peşte’de Muallim Havaş[?] tarafından yeni inşa kılınan tarzda on beş bin liraya inşa kılınabileceği Salisen – Anadolu’nun Rumeli’nin frengi olan mahallerine üçer kişiden mürekkeb etibba hey’etleri gönderilerek Rabian – Memalik-i Osmaniyye’de icra-yı ahkam eden frengi hastalığının suret-i imhasını müzakere ve iktiza eden tedabir ve nizamatı tanzim eylemek üzere frengi illetiyle meşgul etibbadan mürekkeb İstanbul’da daimi ve müstakil bir frengi komisyonu teşkil etmek. Payitaht-ı Osmani’de te’sis olunacak frengi hastahanesine bir sertabib bir tabib-i sani bir tabib-i müdavim kafi olup ancak burası frengi tedavisi için darü’l-ilmiyye ittihaz olunarak altışar mah mümarese peyda eylemek üzere laekall on belediye etibbasının bulundurulması ve her altı ay mürurunda diğer on tabib ta’yini. İşte mesrudat-ı acizanem muhterem Meclis-i Meb’usan’ımız tarafından mazhar-ı kabul olarak vakit geçirilmeden derhal tatbikata başlanılırsa vatan-ı azizimiz bu illet-i müdhişeden biran evvel kurtulmuş olur zann-ı kavisinde bulunuyorum. Bir de ilacının tatbikatı için İstanbul’da bir mükemmel hastahane ve vilayatta muntazam pavyonlar inşasını ve buralara üçer tabibden mürekkeb hey’etler i’zamını teklif edişim sebebsiz değildir. Şöyle ki: Bu ilac frenginin def’i için hakıkaten müessir ise de isti’mali fennen mümareseye mütevakkıf olduğu gibi tatbikinden sonra da hastalarını istirahat ve bir müddet müşahedatı tıbbiye altında bulundurulmak lazımdır. Ez-cümle frengiye mübtela bir hastanın evvelce a’zası ve hurde-bin tahtında kanı layıkıyla muayene edilerek hastalık vücudun hangi a’zasını en ziyade tahribata duçar eylediğini tefehhüm ve teferrüs eylemek muktezi olduğu gibi “Wassermann usulüyle teşhis-i maraz” dahi yapılmak için alat ü edevat-ı dakıkaya bunların suret-i isti’malini bilmeye lüzum-ı kat’i vardır. Bundan maada ilacı halletmek vücuda zerk eylemek gayet mükemmel ve müteaddid kablar ve şırıngalar bulundurmak bunları layıkıyla ta’kım etmeye salih etüvler ihzar etmek lazımdır. Levazım ve şerait-i mesrudeyi nazar-ı dikkate almayarak tabibin biri ilacını eline alıp da rast gele hususi olarak ötede beride tatbik ederse tabii bundan ekseriyet üzere netayic-i gayr-i me’mule vuku’a gelmesi melhuzdur ki bu halde kabahatin ilaca isnadı muvafık-ı maslahat olmayıp ancak şerait-i lazımeye gerek adem-i vukufdan ve gerek adem-i dikkatten ileri geldiği anlaşılır ki min külli’l-vücuh enzar-ı dikkat ve ehemmiyet alınmaya şayan mevaddandır. olan bir çok esbabdan naşi ilacın mucidi Muallim Ehrlich Eylül’ünde bir beyanname-i umumi irsal ederek bervech-i bala serd ettiğim hususata dair etibbanın enzar-ı dikkatini celb etmiş mümkün olduğu kadar suret-i hususiyyede tedaviden ictinab olunmasını ve behemehal bir mükemmel hastahanede tatbikini ve müşahedat-ı tıbbiye tutulmasını tezkar ve işbu ihtaratı ısga etmeyen etibbanın vukua gelecek netayic-i gayr-i me’muleden vicdanen mes’ul olacaklarını musırran ihtar eylemiştir. Binaenaleyh memalik-i mütemeddinede ekseriyet üzere hastahanelerde tatbik olunmaktadır. Mesela frengili bir fakıri hanesinde tedaviyi der-uhde eden bir tabib orada mükemmel hastahanelerde olduğu gibi her şeyi hazır bulumaz. Hastanın ahvalini günü gününe dakıkası dakıkasına ta’kıb edemez. Derece-i hararetini alaim-i maraziyyeyi derhal icra edemez. Bu böyle olduğu fennen aklen müsbet meydana çıkar da frengili hastaları tedaviye kalkarsa o hastanın hali mülahazaya muhtaç kalmaz mı? Layiha-i acizanemi itmam etmeden meb’usanımızın enzar-ı hakayık-şinasilerine şurasını arz edeyim ki Macarlar fünun-ı tıbbiyede me’mulün fevkinde ilerlemişler ve hele son sistem hastahane te’sisinde Avrupa’nın pek çok memalikini geçmişlerdir. Bugün Peşte’de ve Buda şehrindeki Macar hastahanelerinin intizam ve mükemmeliyeti zairini müstağrak-ı hayret ediyor! Bir çok müessesat ve emakin-i sıhhiyeye malik olan Macarlar bu dereceye kanaat etmeyerek bu defa yirmi dört milyon kron sarfıyla altmış yetmiş kıt’a emraz-ı mütenevviaya mahsus cesim pavyonlardan mürekkeb bir hastahane inşasına da başlamışlardır. Biz her ne kadar bu parayı sarf edemezsek de hiç olmazsa on beş bin lira sarfıyla Peşte’de İstvan hastahane-i meşhuru arsasına emraz-ı cildiyye ve efrenciyye muallim-i şehiri Doktor Havaş’ın kendi tertib ettiği plan üzerine geçen Teşrinisani’de seyrettirilen frengi hastahanesi tarzında bir binanın payitaht-ı Osmani’nin güzel ve vasıta-i nakliyyesiyle hastalara suhulet-bahş olacak bir mevkiinde inşa kılınması bir emr-i asir olmadığını muhterem meb’uslarımızın memleketimizin en acil ve en mühim ihtiyacatından bulunan böyle bir emr-i hayrı tasvib buyuracaklarını kaviyyen ümid eyleyerek layiha-i bendeganem merfu’-ı pişgah-ı ali-i Riyaset-penahileri kılınmıştır. Şam’dan gelen bir arkadaşım ile Şam’a dair cereyan eden mübahase esnasında söz orada defin-i hak-i ıtır-nak olan ve kalbimde muhabbeti pek büyük bir yer tutan Müezzin-i Hazret-i Risalet-penahi Cenab-ı Bilal’e intikal etti. Cenab-ı Bilal’in şevket ve saltanat-ı muazzama-i İslamiyyenin tealisi için yapdığı şeyleri ve Server-i alem s.a efendimiz hazretleri hakkındaki ihtisasat-ı aliyyesini tezkar ile neş’emend olduk. Fakat sevk-i kelam o hazretin türbesinin müşrif-i harab bir halde olduğuna ve ulüvv-i kadriyle mütenasib bir surette tezyin edilmeyip alel-ade bir halde bırakıldığına sulü için hayatını istihkar eden ve mediha-i celile-i Nebeviyye yen ve ma’mur olması ve devam-ı umranının nazardan dur tutulmaması her müslimin arzu edeceği bir şeydir. Keyfiyeti zat-ı alinize isma’ edecek olursam Evkaf-ı Hümayun nazırı olmaklığınız i’tibarıyla da nazar-ı dikkate alarak müşarun-ileyhin ulüvv-i kadriyle mütenasib bir surette türbesinin i’mar ve tezyinine ibzal-i gayret ve icra-yı keşfiyyat bimde bir kuvvet hasıl oldu. Şu suretle müracaata mecbur oldum; inşaallah asar-ı fi’liyye-i diyanet-karisini görmekle karirü’l-ayn oluruz. Bu hususa dair Sivas’dan aldığımız bir mektubu bervech-i ati derc ediyoruz: Esselamü aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatuhu usu Hasan Bey’in yekdiğerini düelloya da’vet ettikleri evrak-ı havadisde görülmüştür. Müşarun-ileyhimanın kendi hayatlarını ma’ruz-ı fena etmelerine müdahale olunamaması varid-i hatır olabilir ve ale’l-husus düelloyu icra için bu gibi adat-ı seyyienin hamd olsun memnu’ olduğu bilad-ı Osmaniyye ve İslamiyyemiz [ haricine: Bulgaristan Yunanistan gibi bu kabil maayib-i medeniyyeden çekinmeyen memalikten birisine çıkılacağı mucib-i teşekkür addedilebilir husus meb’usluk sıfat-ı mümtazesini haiz iki zatın hissiyat-ı kadime-i milliyemizi tepeleyerek velev ki haricde olsun bir suret-i gayr-i meşru’ada izaa-i mevcudiyyetlerinden müteessir olmaz değiliz. Maamafih asıl şayan-ı teessüf bazı cihetler var ki enzar-ı üli’l-ebsara bunları arz etmek isterim o da evvelen Hüseyin Cahid ve Hasan Beylerden her birini ellişer bin Osmanlının intihab eylemeleri. Böyle mücadelat-ı adiyye ve şahsiyye ile kendi varlıklarını ebediyyen hiç etmek milletle meşgul olmaları için mi idi? Burasını sağ kalırlarsa kendilerinden nefislerini feda ettikleri adet-i kerihe yolunda ve ölür giderlerse müntehiblerinden sorarız. Saniyen intihar etmesi melhuz olan bir şahsın kable’l-intihar taht-ı tarassud ve murakabede bulundurulması zabıta-i mülkiyye ve ba’de’l-intihar sebeb-i intiharının tahkıkiyle müsebbibleri hakkında mücazat-ı kanuniyye icrası kuvve-i adliyye vezaifinden olduğu ve bu vazifeler memalik-i Osmaniyyenin her tarafında her gün ifa oluna gelmekte bulunduğu halde intihardan neticeten farkı olmayan ve hatta bunu aleni yapdığı düello kaziyyesinde icra-yı ta’kıbat olunmaması mücerred memalik-i ecnebiyyeden bazılarında memnu’ olmamasından mı naşidir. Böyle ise akvam-ı medeniyye ve vahşiyye arasında mübah görülmeyen daha bir çok ef’al ve i’tiyadat-ı muzırra vardır ki memalik-i Osmaniyyede şediden memnuiyyet ve mücazat-ı kanuniyyeye tabi’dir. Salisen işbu düello mukavele-i na-meşruuna yine meb’usan-ı kiramımızdan Siroz ve Amasya ve Sinob meb’usları Midhat ve Derviş ve Rıza Nur Beylerin ve İsmail Hakkı Paşa’nın şahid olmaları da hemen bunu bil-fiil yapacak olanların hareketi kadar mucib-i hayrettir. Rabian asıl şayan-ı teessüf bir nokta vardır ki o da millet kanlar dökülerek küşadına muvaffak olunan bir sahne-i muazzama-i milliyede –Meclis-i Meb’usan’da– şeriatimiz adat-ı müstahsene-i milliyemiz kanun-ı ahlakımiz hilafında Meclisi Meb’usan’ın vazifesi haricinde olan “düello” mes’elesi için meb’usin-i müşarun-ileyhim taraflarından müzakerat cereyan etmesi kararlar ittihaz olunmasıdır. Acaba bir meclisde o meclisin me’mur olduğu vazifeden başka iş ile iştigal etmek doğru bir şey midir? Acaba bu müzakerat Meclis-i Milli’nin o günkü ruzname-i müzakeratındaki hayat-ı millete tealluk edecek umur-ı mühimme tezaküratına hiç za’f ve noksan iras etmedi mi? Etmedi ise bile esasen memalik-i Osmaniyyemiz haricine çıkılacak kadar hissiyat-ı milliyemizden merdud olan şu iş için meclis-i muazzam-ı millide velev gayr-i resmi olsun sarf-ı evkat edilmesi münasib midir? Vicdanlarına ellişer bin Osmanlu i’timad etmiş olan müşarun-ileyhime sorar ve mecelle-i muhteremenizi –vebal atarak– tebliğ bi’l-ma’ruf vazifesine da’vet eyleriz. Ve’s-selamü aleyküm ve ala meni’t-tebaa’l-Huda. Sivas’dan Selimefendi-zade Vatanda bayram var. Millet gülüyor. Sancak açılmış davullar çalıyor. Büyük Osmanlı günü de böyle idi. Büyük padişahımız geldi. Balkanlar’da şimşekler çaktığı günler Avrupa’ya yıldırımlar düştüğü günlerde böyle gelinmişti. Vatanın bağrındaki Bosna ve Hersek yarası sarılmıştır. Ordunun vicdanındaki Tuna intikamı damla damla kanıyor. Fakat bugün için olsun durmuştur. Milletin yüreğindeki Girid artık acıtmıyor. Çünkü bizimdir. Balkanlar’daki yangın sönecektir. Karadağ ya al kana boyanacak ya kapkara kalıp mangır gibi bir paralık olacaktır. Hasretler kavuştu. Garibler kalmamıştır. Zavallı Osmanlılar babalarına sarıldı. Öksüzler; yetimeler dulların göz yaşları dinmiştir. Artık vatanda gurbet yok garib yok. Hasret yok matem olmayacaktır; çünkü şüheda mezarları çiçekler açdı. Millet donanma var.. Müştak kollar sarılmış kalbler ağlıyor gözler sevinç yaşları döküyor. Gönüller de ağlıyor. Bir baran-ı rahmet vatanı yıkıyor. Artık nifak lekeleri silinmiştir. Vatan paktır millet temizdir; donanmanın safvetini serenlerindeki bayrağı söyler. Ordunun savletini adımlarındaki yıldırımlar anlatır. Haydi ey büyük Osmanlılığın büyük padişahı! Murad-ı Hüdavendigar’ın sen de ikinci bir yıldırımı ol. Çünkü üstünde yürüdüğümüz şehidlikte Osmanlı asırlarının fedakar evladları kemikleri gömülüdür. Eğer Osmanlı vahdetine hürriyet ve istiklaline şahid isterlerse o mezarları göster; şahin na cihanlara kendini göster ve Balkanlar’ın üstüne bas da kılıcına dayan da kainata de ki: Fermanıma ram ol ayağımın altındasın! Mayıs Sinin gazetesi bugünün mes’elesi diye bundan bahsettiği sırada diyor ki: “Şübhesiz ki bu memleket için pek büyük pek azametli bir hadise-i ictimaiyyedir. Denilebilir ki Boğaziçi’nin yeşil bir tepesinden hakim-i afak olan bu müessese-i hayriyye bütün Şark’da kendisini gösterecek bir inkılab-ı karibin en kuvvetli bir amili en yüksek bir ideosu[?] olacaktır.” Aşağıda yine tekrar ediyor: “… Bu nesiller teakub ettikçe o müesseseler de artacak; yükselecek ve bu suretle Şark’ın tekamül-i ma’nevisi inkılab-ı Acaba ne demek istiyor! Bi-mennihi ve keremihi teala yarın Kosova Sahrası’nda Halife-i Müslimin Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretleri hazır olduğu halde yüz binlerce ehl-i İslam’dan mürekkeb büyük bir ictima’ vukua gelecek ümmetce Cuma namazı eda olunacaktır.. Osmanlı inkılabı nasıl bütün alem-i azzam ve mes’ud gün dahi bütün Osmanlılar ve müslümanlar arasındaki her türlü nifak ve şikakları kaldırarak hakıkı bir vifak ve ittihad husule getirmesi eltaf-ı İlahiyyeden mutazarra’ ve me’muldür. Namazın hitamını müteakıb Alem-i mi Abdürreşid İbrahim Efendi hazretleri tarafından bütün alem-i İslam ümera ve rüesasına meşhedden telgraflar keşide olunarak bu büyük ve mühim ictima’-ı İslam hakkında ma’lumat verilecektir. Memalik-i Osmaniyyenin bir çok şehirlerinde cevami’-i kebirede salat-ı Cuma eda edildikten sonra bu meserretli ve müteyemmen günü tebcilen mevlid-i Nebeviler okunacak ziyafetler verilecek fukara ve muhtacine sadakalar tevzi’ olunacak şenlikler icra edilecekdir. Yakın şehirlere Darülhilafe’den hatibler da’vet olunmuştur. İntibah-ı İslam’ın bimennihi’l-kerim fatihasını teşkil edecek şu mübarek günü rike müsaraat ederiz. Din-i İslam saadet-i uhreviyyeyi te’min etmekle beraber muaşeret-i dünyeviyyeyi de tanzim eden bir hikmet-i Samedaniyyedir. Namazlar “cemaatle” eda olunur. Edille-i fıkhiyyeden birisi “icma’”dır. İslam’ın yevm-i mukaddesine “Cuma” mekan-ı ibadetine “cami’” ıtlak olunur. Ehl-i Sünnet’e “ehl-i cemaat” sıfatı terdif edilir. Din-i İslam’ın “ictimai” bir din olduğunu isbat için bu gibi ta’birlerden istianeye de ihtiyac yoktur. Roma devlet-i muazzamasının ve onu ta’kıb eden Avrupa devletlerinin asırlarca tecrübelerinden doğan hukuk-ı garbiyye kavaid-i muaşeretin esaslarını bin müşkilatla ve kısmen vaz’ edebildiği halde Din-i İslam edille-i bahireye müstenid olan ahkam-ı fıkhiyyesiyle gayet nezih ve adilane bir medeniyetin bütün kaidelerini tansis etmiştir. Din-i İslam’ın cemaatce eda olunan farizaları olduğu gibi ümmetce ifa kılınacak ibadetleri de vardır. Halife-i İslam imamü’l-müslimindir. İmam bir ümmetin pişva-yı ma’neviyyatı demektir. Cuma ve bayram namazları imamü’l-müsliminin huzuru ve vekillerinin vesatetiyle eda olunur. Mekanen müteferrik fakat ruhen müttehid cemaatler tarafından kılınan bu namazlar ümmetce ifa olunmuş gibidir. Ve bu mesrudatı temhidden maksad vatan-ı Osmaninin her vilayetinden bir hiss-i ulvi-i dindarane ile koşup gelen hey’etlerin imamü’l-müsliminle beraber Kosova Sahrası’nda eda edecekleri Cuma namazının tarih-i İslam’da emsali görülmemiş “ümmetce bir namaz” olduğunu tasrih etmektir. Devr-i istibdadda dini ictimaat bile memnuattandı. Meşrutiyet-i Osmaniyyenin ne ali ictimaat-ı diniyyeye zemin-i imkan tehiyye ettiği ve diyanet ile hürriyetin yekdiğerinden ayrılmaz iki emr-i muazzez-i cavidanı olduğu bu münasebetle de zahir oluyor. Kosova Sahrası’ndaki Cuma namazı yalnız bir ibadet-i diniyyeden de ibaret kalmayacaktır. Ehl-i Salib’in Osmanlıarı Avrupa’dan ihrac için cerad-ı aremrem gibi Kosova Sahrası’na tahaşşüd ettikleri evan-ı kat’i-i hayat ve mematı tahattur edelim. Sultan Murad-ı Hüdavendigar’ın “Ya Rab milletimi muzaffer bana şehadeti müyesser et” dua-yı samimisinin mazhar-ı tirelim. O gün tarih-i İslamda nasıl bir yevm-i na-feramuş ise cemaat-i şühedanın da iştirakine şübhe olmayan bu “Cuma” günü de hafıza-i ümmette nisyan-na-pezir bir ruz-ı ebed-zinde kalacaktır. Halife-i İslamın payitaht-ı sani-i saltanat olan Edirne’ye teşriflerinde eda buyurulan fariza- i Cuma’da hazır idim. O mübarek namazın te’sir-i ma’neviyyatı vicdanlara ne suretle emirü’l-mü’minin hazretlerinin meşhed-i Hüdavendigar’da milletle beraber ictima’ ve ümmetle birlikte ibadet etmelerinden hasıl olacak füyuz-ı vicdaniyyeyi şimdiden hissederek bahtiyar oluyorum. “Cenab-ı Hak daima ümmet-i naciyyeyi bu kabil saadetlere mazhar buyursun” duasıyla bu tarihi seyahatten mütevellid mes’udiyetimizi tahdis edelim. Katib-i Umumisi: Hilafet-meab efendimizin; Kosova meşhed-i mübarekinde cemaat-i kübra-yı müsliminin muktezası olarak gelecek Cuma günü Cuma namazını eda etmeleri peyamı alem-i Dainiz tebşir-i Kur’an vech ile şevket ve saadet edvarının tahattur-ı avdetiyle bekam iken dün akşam Rumeli ufuklarından tulu’ eden nur-ı hürriyet gibi tenvir-i a’yün-i hakıkat eyleyen ceraidden Rumeli ceridesinin son nüshasının kıraatine fırsat elverdi. Huda alim gözlerim sirişk-i şadi ile sütur-ı beyanı göremez oldu. karin olan mesai-i cezileleri hasebiyle münciye sıfatı izafede tereddüd etmem– merkez-i umumisi katibi Hacı Adil Beyefendi oğlum feyz-i tevhid ve imanın kalb ve kaleme bahş ettiği feyz-i cavidani ve ma’nevi ile ol meşhed-i mübarek-i Hüdavendigar’[d]a ümmetce eda edilecek salat-ı Cuma’nın fezailini tezkar eylemiştir ki: –Cenab-ı Hak sa’yini meşkur eylesin– Duasını tekrara ceridenizi tavsit ediyorum. Ka’betullah defa görmek nasib oldu. Huda bir daha kısmet ederse teşekküratımı şifahen takdim etmek istiyorum. Cerideniz hakkında muhalasat-ı gıyabiyyem imamü’l-müsliminin Kosova Sahrası’nda cemaat-i kübra-yı muvahhidine imamet eyleyecekleri haberini ilk defa i’ta eylediği cihetle tezayüd eylemiştir. Onun için müşarun-ileyh Hacı Adil Bey’in her kelimesi bir dürr-i mensur-ı hikmet olan beyannamesinin enzar-ı mü’minine vaz’ını temenni ederim. Hacı Adil Beyefendi benim gaye-i hayal ve emelim olan “ittihad-ı İslam” namına o derece nükte-pira icale-i hame-i belagat eda eylemişlerdir ki tasvirinde i’lan-ı acz eyliyorum daileri velval-i siyasiyyat zilzal-i ihtirasattan müctenib neşr-i hakayık-ı dine sai ve mükibb bir hadim-i vatan olmakla binden zat-ı maddenin külliyen mugayiri bulunan maani kasd etmeleri kaziyye-i bedihiyyesine karşı benim mesleğimde bulunan bir adamın yine ondan bahsetmesi biraz garib görünür ise de hakayık-binan-ı ümmet “ittihad-ı İslam” nazariyesinin mahiyetini isbata teşmir-i sak-ı gayret eyledikleri cihetle daileri de o isre ıktifaen “ittihad-ı İslam” tarafdarı olmaklığım tabiidir. Zaten öyle olması bile “mü’minin kardeş” olup münteha-yı Garb’daki mü’minin aksayı Şark’daki mü’mine kalben ruhen merbutiyeti mütemessik olduğumuz habl-i metin-i Muhammedi muktezasıdır. Hilafet-meab-ı zi-şan efendimizin imametiyle ümmetce eda edilecek salat-ı Cuma’nın ind-i Bari’deki derecesini ta’rife ola geldiği üzere alem-i İslam’ın da’-i udalı tefrika ve nifaktır. Saf saf dizilen erbab-ı teveccüh gönül birliğini bir ve adil Allah’ın huzur-ı azametinde tezekkür eylemelidir ki bunu diğer bir makalemde şerh ve izah eylerim oğlum. Erkan ve kavaid-i İslamiyyeden hiçbiri bulunamaz ki bir hikmet-i celileye istinad etmesin. Mesela rükn-i rekin-i İslam olan namaz şu alem-i şühudun gavail-i maddiyesiyle kalben kalıben duçar-ı ta’b ü fütur olduğu bir zamanda insanın imdadına yetişir. Kalıbını Ka’betu’llah’a kalbini Allah’a çevirir. İnsan o demde cismen alem-i şühudda ise ruhen alem-i gaybdadır. Kalb muhasebe-i nefs ile meşgul olarak şükür ve tevbe gibi bir takım hissiyat-ı ulviyye ile tesliyet bulurken kalıb harekat-ı bedia Senede bir ay oruç insanı on bir ay zarfında gösterdiği Bunları emr-i İlahi ile yapmanın cisim ve ruh üzerine te’sir-i garibi vardır. Açlık kuvve-i derrakeyi tenbih ettikçe nice hakayık-ı ulviyye zihne reh-yab-ı duhul olur. Ve insan zaman olur ki avalim-i ulviyyeye kesb-i ittisal eyler. Hakim-i demiştir. Sosyalizm’in cihanın her tarafında her gün tevessü’ etmekte olduğu şu zamanda zekatın hikem ve fevaidinden bahsetmeye ihtiyac görmek ahval-i alemden bütün bütün gaflet göstermek olacağı için o kadar gafil davranmayı nefsime hazm ettiremedim. Haccın maddi ma’nevi fevaidi hakkında pek çok musannefat vücuda gelmiştir. Hacdan layıkıyla istifade olunsa dünyanın bir hükumet olacağını Müsamere-i Kostantıniyye müellifi Mösyö Mismer haccın fevaid-i esasiyyesi sırasında zikr ediyor. Hac İlahi bir pazar olduğundan mübadele-i masnuat ve ma’mulat gibi fevaid-i iktisadiyyesi de hadd ü ihsaya gelmez. Müellifin-i İslamiyye fevaid-i haccın herkes hakkında – velev suret-i mahdudede olsun– te’mini için ca be-ca mevsim be-mevsim pazarlar kurmayı büyük büyük ictima’lar seyahatler teşkilini tavsiye buyurmuşlar ve haccı asgar ve ekber vasıflarıyla ikiye taksim eylemişlerdir. Çünkü hadis-i şerifini bu suretle te’vil edebilmişlerdir. Zaten hadis-i şerifi de bu te’vil için bir zemin-i müsaid tehyie eylemiştir. Milletin te’lif-i kulubünü te’min-i iştiyakını teskin maksad-ı cihan-pesendanesiyle Selanik Üsküb ve Priştine tarikleriyle meşhed-i Hüdavendigar-ı Gazi’yi ziyaret etmek zuruyla Kosova Sahrası’nda eda olunacak Cuma namazındaki az bulurum. Hacc-ı ekber demekliğime de halife-i seyyidü’lmürselin olan emirü’l-mü’minin efendimiz rıza vermezler. Maamafih ben ictimaa “hacc-ı a’zam” demekte hiç tereddüd etmem. Hele imamü’l-müslimin efendimizin bizzat namaza a’zam” ta’birinde kaffe-i enam benimle hem-zeban olacaktır. Ey ni’met-i İslam ile mütena’im olan muvahhidin! Fırsatı Sevgili padişahımızın Kosova’da meşhed-i mübarek-i Hüdavendigar’da bir cemaat-i muazzama ile eda-yı salat-ı Cuma edecekleri güne tesadüf eden Haziran’ın üçüncü Cuma günü İttihad ve Terakkı Cem’iyyeti Bursa kulüpleri namına Acemler’de büyük bir ziyafet tertib olunacaktır. şekilde Suyuti Bu ziyafetin hey’et-i ictimaiyye siyasiyye ve tarihiyyesi ber-vech-i ati muhtasaran bahs edeceğimiz programından anlaşılacağı cihetle fazla mütalaaya hacet göremiyoruz. Bilumum kulüpler a’zasıyla beraber erkan-ı vilayet ümera-yı askeriyye ulema ve meşayih-i kiram eşraf-ı memleket günkü Cuma namazı Hüdavendigar Cami-i şerifi’nde eda edilecektir ki asıl bu ziyafetin saik-i fikrisi de budur. Halife-i binlerce müslümanın pişva-yı fi’lisi oldukları esnada Bursalılar da türbe-i Hüdavendigar’da eda-yı fariza-i salat etmiş olacaklardır. Ruh-ı pak-ı Hüdavendigar’ın şu suretle yad ve tebciline zeria ittihaz olunan şu fariza-i mübarekenin ifasından sonra herkes müctemian Acemler’e doğru hareket edecektir. A’zayı cem’iyyet ile med’uvvinin adedi iki bini mütecaviz olacağı şimdiden tahmin ediliyor ki mefahir-i Osmaniyyeyi ihya ve farizayı hissiyat-ı müheyyice ile eda gibi fevaidi cami’ olan şu teşebbüs her türlü takdire sezadır. Sinin nat-ı Uzma-yı Osmaniyye şereflerini haiz bulunan şehriyar-ı ali-tebar efendimiz hazretlerinin Rumeli’yi teşrif-i hümayunları tarih-i Osmaninin en parlak sahaifini teşkil edecek mahiyet ve şerefi mutazammındır. Bu seyahat-i levha-i garra ve kıymetdarı müşahede ile bahtiyar olamayacak tebea ve sair müslümanlara ayine-i sahaifi aks suretiyle irae hizmet-i lerin ehemm-i vezaifindendir. Ceride-i mübecceleleri ise ancak o noktayı hedef ittihaz eylediğine binaen azimet ve inşaallahu teala bi’l-izzi ve’l-ikbal avdet-i hümayunları hengam-ı hayr-encamında ve seyahat-i Hilafet-penahileriyle şeref verdikleri bilad ve ale’l-husus meşhed-i hazret-i Murad’da gerek memalik-i Osmaniyyeden ve memalik-i mütecavireden beray-ı istikbal gelen heye’atın suret-i kabulü gerekse safahat-ı saire hakkında kabil olduğu kadar mufassal fakat musahhah ma’lumat elde edilip risale-i muhteremeleri vasıtasıyla ve Rumeli’yi teşrif-i hümayun ünvanlı bir tarihçeyi bila-te’hir neşre himmet ve bu suretle dahi kari’leri garik-ı meserret buyurmalarını istirham eylerim. Saraybosnalı Semiz-zade Bu telgrafname müslümanların mübarek halifelerine sevgili padişahlarına karşı ne derin bir muhabbetle mütehassis ne la-yetezelzel bir irtibat ile merbut olduklarına bir delil-i bahirdir. Hacı Mehmed Efendi biraderimizin galeyan-ı hamiyyetle hayli fedakarlık ederek iş’aratını ba-telgraf bildirmesi el-hak her türlü takdir ve sitayişe sezadır. Bu fedakarlığı bu hamiyyeti bu tezahürat-ı İslamiyyeyi bütün alem-i İslam tebcil eder. Sıratımüstakım haftalık bir ceride olmak hasebiyle sahayifi mahdud olacağından bit-tabi’ seyahat-i hümayunun tafsilatını muhtevi olamaz. Zaten payitahtın gündelik gazeteleri uzun telgrafnameler mektuplarla bu hususda mufassal ma’lumat veriyorlar; diğer tarafdan Rumeli gazeteleri de seyahat-i hümayun-ı hazret-i Hilafet-penahinin bütün teferruatını kayd ve hıfza çalışıyorlar ki yalnız nakli ile iktifa bile Sıratımüstakım’ in haftalarca bu mevzua hasrını icab eder. Halbuki ma-ba’dlı asarın kesreti i’tibarıyla buna imkan görülemiyor. Binaenaleyh kari’in-i kiramımızca şu ma’zeretin cay-ı kabul bulucağı me’mul-i kavidir. Maamafih bu münasebetle hatırımıza bir şey geldi; eğer seyahat-i hümayuna iştirak eden muharrirler bu mülahazayı nazar-ı dikkate alır da tevhid-i mesai ederlerse şübhesiz ki ümmete büyük hizmet etmiş olurlar. Mülahazamız şudur: Gerek payitaht gazeteleri muhabirleri ve gerek Selanik Kosova Manastır ceraid-i İslamiyyesi muharrirleri birleşmeli seyahat-i hümayun hakkındaki bütün meşhudat ve mesmuatlarını cem’ ve tanzim ile kıymetdar bir kitap vücuda getirerek bunu Donanma-yı Osmani Muavenet-i Milliye Cem’iyyeti’ne terk etmeli. Cem’iyyet yüz bin nüsha kadar tab’ ettirerek ucuz bir fiatla bütün memalik-i Osmaniyyeye ve alem-i İslama dağıtır bu suretle hem bütün Osmanlılar ve müslümanlar seyahat-i Hilafet-penahi hakkında ma’lumat-ı tamme ve sahiha edinir hem de Donanma Cem’iyyeti için bütün ma’nasıyla müfid bir menba’-ı varidat olur. Bu babda hamiyyetli muharrirlerimizle Muavenet-i Milliye Cem’iyyeti’nin kemal-i ehemmiyetle nazar-ı dikkatlerini celb ederiz. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Haziran Altıncı Cild - Aded: Ayet-i sabıkada Beni İsrail’e al-i Fir’avn’dan necat verildiği her nevi’ eza ve cefadan necata şamil olur vech ile mücmelen zikr olunmuşidi. Bu ayet-i kerimede ise Cenab-ı Hakk’ın Beni İsrail’e olan lutf u inayeti izah edilmek üzere ni’met-i tenciyyenin harik-ı ade bir suretle zuhura gelip bununla düşmanları dahi helak eylediği beyan olunarak icmali salif tafsil buyuruluyor. Bu ni’met ma-kablinde ala-vechi’licmal zikr olunan ni’meti beyan ve tafsil olmayıp belki Allahu teala hazretlerinin Beni İsrail hakkında sezavar buyurulan ni’metlerinden müstakil bir ni’mettir de denebilir. Cenab-ı Hak Musa aleyhisselamı Firavun ile cemaatine rail’e reva gördükleri eza ve cefadan feragat etmeye da’vet eylediği halde Firavun Beni İsrail’e eza ve cefasını günden güne artırdı. Tarih-i Tevrat’ın Sifr-i Huruc’unda mastur olduğu üzere Allahu teala Musa’ya Firavun’un yüreğine katılık vereceği cihetle Firavun Beni İsrail’e olan eza ve cefayı tahfif etmeyeceğini ve ayat ve alamatını Musa’ya göstermedikçe Beni İsrail’i kendisiyle birlikte göndermeyeceğini sonra Firavun’un zulm ve udvanı arttığından Beni İsrail’i a’mal-ı şakkada istihdam edenlere Beni İsrail hakkında şiddet ve huşunetlerini tezyid etmelerini ve bir tarafdan kerpiç yapmak için Beni İsrail’e vermekte oldukları samanı onlardan men’ edip diğer tarafdan da evvelce ne kadar kerpiç i’mal ediyorlar idiyse saman toplayıp yine bila-noksan o mikdar kerpiç i’maliyle kendilerini mükellef tutmalarını emreyledi. Bunun üzerine Allahu teala Musa ile kardeşi Harun’a ayat-ı beyyinat ihsan eyledi. Firavun sahirlerin sihriyle bu ayat-ı beyyinata karşı komak istedi. Lakin sahirler yed-i Musa’da zahir olan şey sihir olmayıp taraf-ı Hak’dan bir te’yid olduğunu anlamalarıyla Musa ve Harun’un perverdigarı olan Rabbü’l-alemin’e iman eylediklerinden Firavun Beni İsrail’in Mısır’dan huruclarına müsaade ve daha doğrusu Beni İsrail’i Mısır’dan külliyen tard etti. Sifr-i Huruc’da mezkur olduğu üzere Beni İsrail mah-ı Ebib’de yani Mart ayında huruc ettiler ve Mısır’da ikametleri dört yüz otuz sene idi. Beni İsrail Mısır’dan çıkıp Süveys beyne’n-nas galat olarak şın ile Süveyş diye zebanzeddir sahiline doğru yola revan oldular. Firavun azim bir ordu ile bunları ta’kıb ederek Süveys’de yetişti. Beni İsrail baktılar ki Firavun askeriyle geliyor ne yapacaklarını şaşırarak ya Musa! Hani senin bize va’dlerin? İşte Firavun arkamızdan geliyor burada kalsak bizi kesip öldürecek önümüz deniz olduğundan üzerine Musa aleyhisselam ba-vahy-i İlahi asasıyla denize vurmasıyla sular bi-izni’llah yarıldı on iki yol açıldı. Her yolun etrafında sular dağlar gibi yükseldi. On iki sıbttan her biri bir yola girdi. Ayakları bile ıslanmayarak Bahr-i Ahmer’i Musa aleyhisselam ile birlikte salimen geçdiler. Arkaları sıra Firavun’la askeri denize girerek bahren dahi Beni olup tamamıyla denizde bulundukları zaman sular cuş u huruş ederek üzerlerine yürümesiyle cümleten gark oldular. Bu meded-i gaybinin zuhurundan dolayı Beni İsrail pürneş’e ve sürur olup Allahu tealanın lutf u keremine müteşekkiren ellerini canib-i asumana ref’ ettikleri halde düşmanlarının kendilerini yutmak için üzerlerine hücum eden dalgalardan duçar-ı bim ü havf olarak gark olduklarını gözleriyle gördüler. Bu kıssaya remz ü işaretle şöyle buyuruluyor: Denizi sizinle yarıp size necat verdik. Denizde yollar husule gelip de oralardan geçebilmeniz için denizi şakk edip sizi kurtardık ve al-i Fir’avn’ı gark eyledik. Al-i Fir’avn arkanız sıra denizden geçerler iken suları kapayarak onları gark ettik siz de bunu görüyordunuz. ______ Firavun askeriyle Beni İsrail’i ta’kıb ettiği esnada deniz bölük bölük yarılarak Beni İsrail’in sular arasında denizi ubur ile karşı yakaya geçip necat bulmaları ve müteakıben Firavun ile askeri denizden geçerler iken sular kapanıp gark olmaları Beni İsrail hakkında bir inayet-i İlahiyye olarak yed-i Musa’da izhar edilmiş bir mu’cize idi. Bu vak’anın bir Beni İsrail’e imtinan buyurulması mu’cize olarak zuhur eylediğine delalet eder. Mu’cizattan hazzetmeyen bazı cür’etkaran: Bahr-i Ahmer’de medd ü cezir vukua gelir cezir şiddetlice olunca bazı yerlerinde sular azlaşarak oralardan maşiyen geçilebilir. Beni tesadüf etmiş idi. Firavun’la askeri geçdikleri esnada ise med vukua gelerek sular tuğyan etmesiyle gark olmuşlar idi diye zu’m edip bu vech ile te’vile kıyam eylemişlerse de dediğimiz gibi vak’anın bir in’am-ı mahsus olarak zikr u yad edilmesi ve onunla imtinan buyurulması bu zu’m ve te’vilden külliyen iba eder. Hele vak’aya mütedair ayat-ı Kur’an kavl-i şerifini te’vil na-kabil-i imkandır. Mu’cizat denilen keyfiyyat iki nakizın ictimaı ve irtifaı gibi muhali mutazammın mevaddan değildir. Aklen caiz bulunan havariktandır bunun içindir ki mütekellimin mu’cizatı havarik-ı adat tesmiye etmişlerdir. Bu havarikın kudret-i İlahiyye ile enbiyaullahdan birinin yedinde vukuuna hiçbir mani’ yoktur. Bizim bu havarika zahir olduğu vechile iman etmekliğimiz vacibdir. Bu imanımız bizi Cenab-ı Hakk’ın mahlukatında cari sünen-i İlahiyyesine ihtidaddan ve Kitab-ı aziz’inde buyurduğu üzere sünen-i İlahiyyenin tebeddül ve tahavvül eylemediğine i’tikad eylemekten men’ etmez. Ulema’-i din tarafından beyan edildiği üzere o havarik-ı adatın bir takım esbab-ı hafiyye-i ruhaniyyesi vardır ki Cenab-ı Hak ol esbaba ıttılaı enbiya-i izam aleyhisselam hazeratına tahsis buyurmuştur veyahud vazı’ ve müdebbiri üzerinde sünen ve kavaninin hüküm ve nüfuzu olmayıp vazı’ ve müdebbir-i kavanin olan Halık tealanın onlarda dilediği gibi hüküm ve tasarruf eylediğine delalet etsin için o havarik-ı adatı bi-gayri sebebin halk etmiştir. ___________ Beni İsrail al-i Fir’avn’ın mezaliminden kurtarıldıktan ve al-i Fir’avn dahi helak edildikten sonra Hazret-i Musa’ya Tevrat ihsan olunacağı va’d edilmiş ve bu va’din ifası için bir müddet ta’yin buyurulmuş iken Beni İsrail küfran-ı ni’met ettiler ve diğer surelerde tafsil edildiği üzere Musa aleyhisselam vakt-i muayyende Tur’a gittikten sonra onlar bu müddeti uzun gördüler ve altından bir buzağı yaparak ona perestiş eylediler. İşte Beni İsrail ayat ve mu’cizat görmüş ve çeşme-sar-ı niam-ı İlahiyyeden sir-ab olmuş oldukları halde küfran-ı ni’met etmiş bir taife olup Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerini tekzib etmeleri ve zat-ı Risalet-meabına muanede ve muaraza eylemeleri me’luf bulundukları hale nazaran şayan-ı teaccüb olmadığı tezahür etmek için haklarında erzan buyurulan ni’met ile ona mukabil ettikleri küfran-ı ni’met yad ü tezkar olunarak şöyle buyuruluyor: Ve biz Musa’ya kırk gecenin tamamını va’d etmişidik. Firavun’un helakinden sonra biz Musa’ya Tevrat’ı va’d etmiş ve bu va’dimizi ifa için kırk gecenin tamam olmasını ta’yin eylemiş idik. Bu vech ile va’d sebk etmiş ve bunun için vakit ta’yin olunmuş iken siz ondan sonra yani Musa aleyhisselam kırk gece kalmak üzere Tur’a gittikten sonra buzağıyı ilah ve ma’bud ittihaz ile nefsinize zulm ettiniz. kavl-i kerimi cümle-i tezyiliyye olmakda muhtemel olduğundan bu halde meal-i münifi: Siz bir kavimsiniz ki zulm eylemek adetinizdir demektir. ___________ Siz böyle bir halde bulunduktan sonra tevbe ettiğiniz cihetle biz de sizi nail olduğunuz ni’met-i afva teşekkür edesiniz ve artık taatte sebat ve devam eyleyesiniz için afv eyledik. ______ Ve doğru yola salik olmanız için Musa’ya kitap ve furkan verdik. Kitab-ı Tevrat’ı ve hak ve batıl helal ve haram beynini farik olarak Kitab-ı Tevrat’da beyan olunan şerai’ ve ahkamı Musa aleyhisselama ihsan eyledik. Asr-ı Saadet-i Muhammedi’de Beni İsrail’den Kitab-ı Tevrat’ı fehm eden ehl-i basiret Resul-i Mücteba aleyhi efdalü’t-tehaya hazretlerinin tebliğ eylediği şerai’ ve ahkamın hakaik-nüma bir meş’ale-i hidayet-i Huda olup kendilerini tebaüd eylemiş oldukları asla irca’ eylediğine vakıf olmalarıyla o meş’ale-i celi-şa’şaaya iktida ettiler ve bi-şuur olanları da varta-i muarazaya saplanıp kaldılar. Her müslümanın diğer müslümanlara karşı olan muamelatında muhabbet gibi hukuk-ı tabiiyye ve siyasiyyede müsavat gibi uhuvvet-i hakıkiyyenin istilzam ettiği vazifeleri yerine getirmesi bir vecibedir. Evet cemaatin bütün efradını kendine kardeş bilmek; ara yerdeki cinsiyet kavmiyet ihtilafatını asla hatıra bile getirmemek; mezaya-yı şahsiyyeden müktesebat-ı zatiyyeden başka bir sebeb-i rüchan tanımamak bununla beraber o rüchan ile hükmü de Cenab-ı Hakk’a tevdi’ ederek kanun-ı adil huzurunda sahibini hiç bir istisnaya mazhar görmemek her müslüman için farzdır. Müslümanların birbirini sevmesine gelince bu imanın en birinci şartıdır. Aleyhissalatü vesselam efendimiz: “ Mü’min olmadıkça asla cennete giremezsinizk; birbirinizi sevmedikçe de asla mü’min olamazsınız” buyuruyorlar. Şunu da ihtar etmeliyiz ki bu muhabbet samimi olmalı; riya müdahene gibi şaibelerle mülevves olmamalı. Yoksa o bir nifak demektir ki bugün gizli kalsa bile yarın mahiyeti meydana çıkar.. Onun lazım ise bu muhabbeti de levs-i nifaktan pak bir muhabbet-i halise şekline ifrağ için uğraşmak da o kadar lazımdır. Bu mesainin müsmir olabilmesi de her ferdin dindaşlarıyla olan münasebatının derecesini takdir eylemesine; onlara yaklaşmasından yahud uzaklaşmasından hasıl olacak neticeleri kestirebilmesine; hayatı onların hayatına helaki de onların helakine merbut olduğunu hakkıyla anlayabilmek mütevakkıftır. Bu cihet te’min edildikten sonra artık o müslüman nasıl ovaları dolduran selin önünden kaçıp yüksek tepelere iltica ederse kendisini ister istemez dindaşlarına karşı halisane bir muhabbet beslemekte öylece mecbur görür. Müslümanlığın emreylediği muhabbet bütün saadet-i sıdır. Temeddün etmiş milletlerin ahvalini layıkıyle tetebbu’ eder onların ecza-yı mürekkebesini müfredatiyle tedkıkte bulunursanız görürsünüz ki hangi milletin ahadı arasında vifak efradı arasında ittihad en ziyade ise bu alemde en mes’ud olan sözleri bütün akvamın mukadderatı üzerinde mez kalkar; za’fa giriftar olacağı zannedildiği bir sırada hemen satvetini gösterir; siyaset-i hariciyyesini muhtell menabi’-i hükmetmek üzere iken bir de bakarsınız ki kısa bir zaman deki tozları silkmiş kendisinin helakini gözeten etrafındaki akvamı silaha sarılmaksızın tehdid edecek bir şevket gösteriyor. İşte bu hal muhabbetin neticesi olan bir vahdet-i kamilenin sırrıdır. Bugünkü milletlerde görmekte olduğumuz olan onlara başkalarının hayalinden bile geçmeyecek bir mecd-i refi’ te’min eden ittihadın yanında pek naçiz kalır. Ecdadımızın evvelce aralarında tefrikadan muhasamadan başka bir şey görülmezken sonradan mazhar oldukları o samimi muhabbet o hakıkı vahdet ancak diyanet-i İslamiyye’nin fazileti o din-i mübinin semavi emirlerine inkıyadın semeresidir. Müslümanlar arasında hakıkı bir muhabbet te’sisi lüzumuna dair varid olan nasları burada irada kalkışaydık bir çok sahifeler doldurmaklığımız icab ederdi. Burada yalnız bir hadis-i şerif irad edeceğiz ki din kardeşlerinin menfaatine karşı lakayd kalarak ancak kendi rahatlarını düşünen adamların Müslümanlık’taki noksanlarını göstermeye kafidir. İşte o hadis-i şerif de şudur: “ Müslümanların derdini kendine dert etmeyenler müslüman değildir.” Burada bir kaç tarihi hakıkat söyleyeceğiz ta ki sadr-ı vetin derecesi asr-ı hazır evladı tarafından layıkıyla anlaşılsın da eski müslümanların birbirlerine karşı bugün iki öz kardeş arasında bile görülmeyen derecede muhabbet besledikleri Huzeyfetü’l-Adevi diyor ki: Yermuk vak’ası günü amcamın oğlunu arıyordum yanımda azıcık su vardı. Diyordum ki eğer henüz ölmemişse hem bir iki yudum su içiririm hem de yüzünü gözünü silerim. Nihayet kendisini görerek su sadası geldi amcamın oğlu suyu ona götürmemi işaret etti. Gittim baktım ki Hişam bin el-As imiş. Ona da su vereyim mi? derken diğer taraftan bir ah sesi daha geldi bu sefer de Hişam suyu kabul etmeyerek ötekine götürmemi işaret etti. Fakat ben bu üçüncüsünün yanına gidince ölmüş buldum. Bari Hişam’a vereyim dedim döndüm baktım ki o da ölmüş. Amcamın oğluna geldim o da ölmüş.” Bakınız şu ervah-ı tahireye ki anaların ciğerparelerini düşünemeyeceği böyle bir zamanda bile birbirlerini kayırmakla uğraşıyorlar işte ayet-i celilesi bunların halini gösteriyor. Şu hale bakınız da sonra bu derecelerde samimi bir muhabbet-i insaniyyetin medar-ı mefhareti daha doğrusu hayvanat-ı saireden ma-bihi’t-temayüzü olacak ne gibi evsafı istilzam eder onu teemmül ediniz. Artık ecdadımız bu kadar müdhiş bir ittihad ile müsellah olduktan sonra adetlerinin silahlarının naçizliğine rağmen ma’mure-i arzı pek az bir zaman rab olabilir mi? Hem bu muhabbet-i hakıkıyye efrad-ı müsliminden her birinde mevcud idi. Emir hakır gani fakır herkes birbirini aynı muhabbetle severdi. Basra köylüleri günün birinde valileri bulunan İbni Abbas’ın huzuruna çıkarak dediler ki: “Bir komşumuz var geceleri kaim gündüzleri saim. Allah adamı. Doğrusu hepimiz onun gibi olabilmesini isterdik. Bu adamcağız kardeşinin kızını evlendiriyor. Halbuki fakır olduğu için başa çıkaramayacak.” Abdullah bin Abbas kalkarak köylülerin elinden tuttu onları evine götürdü. Bir sandık açtı içinden altı kese çıkarıp alın götürün dedi. Fakat biraz sonra “Hayır yanlış yaptık. Biz adamcağızı namazından orucundan alıkoyacağız gelin öyle yapmayalım da kızın teçhizini biz üzerimize alalım. Zira dünyanın halis bir mü’minini ibadetinden alıkoyacak kadar kıymeti olmadığı gibi bizim de Allah adamlarına hizmet edemeyecek kadar azametimiz yoktur” dedi. İşte müslümanlar arasında böyle samimi bir muhabbetin sereyanıyladır ki müsavat hürriyet adalet denilen erkan hiç bir milletin elde edemediği bir surette teeyyüd etmiştir. İleride buna dair sözler söyleyeceğiz. Bu böyle olduğu gibi müslümanlık efrad-ı müsliminden her birine milletin i’la-yı kadr ü şanı te’yid-i satveti için çalışmayı emretmiş indellah en büyük ibadetin saadet-i umumiyyeye çalışmaktan ibaret olduğunu sarahaten bildirmiştir. Aleyhissalatü vesselam efendimiz buyuruyorlar ki: “İçinizden birinin bir saat bir belde-i İslamiyyeyi muhafaza için sebat etmesi kırk sene ibadet etmesinden hayırlıdır. –Islah-ı zatü’ -beyn oruçtan namazdan hayırlıdır. –Bir günlük adalet altmış senelik ibadetten efdaldir. –Din kardeşinin bir mektir. –Bir adam din kardeşinin işi için gece yahud gündüz bir saatlik yürüse ister o işi görmüş ister görmemiş olsun iki aylık i’tikaftan daha büyük bir sevaba girer. –Bir adam bir onun ağzına ateşten bir gem vurur.” Hiç şüphe yoktur ki şu zikrettiğimiz ehadis-i şerifeyi tedkık edenler edyanı te’sisteki murad-ı ilahinin insanları müfrit bir takım ibadetler mühlik bir yığın riyazetler altında öldürmek olmadığını belki cem’iyyat-ı beşeriyyeyi tehzib ederek her birini efradı üzerinde hakim bir takım kavanin-i mümeddinenin sevkıyle evc-i medeniyyete yükseltmek olduğunu yakınen anlayacaklardır. Görmüyor musunuz ki din “Bir kelime-i hikmet dinlemek iki ay i’tikafa kapanmaktan; bir zatü’l-beyni ıslah bütün namazlardan oruçlardan daha efdaldir” diyor. Ya Rabbi! Sen müslümanlara dinleri hakkında bir basiret hurafeleri tathir için bir azm inayet eyle de Müslümanlığı nasıl bir gözle görmek lazımsa öyle görebilsinler. Zira buraya kadar naklettiğimiz hadisleri anlamış olanların nazarında tahakkuk etmiştir ki bugünkü müslümanlar nifakları şikakları tefrikaları cehaletleri sebebiyle dinlerini bir tarafa atarak hevalarına heveslerine uymuşlar. Bu suretle gazab-ı ilahiyi celb etmişlerdir. Evet tefrikanın birbirine buğz etmenin Müslümanlığa külliyen münafi daha doğrusu dinden huruc olduğunu bu hadisler bize sarahaten göstermektedir. Zira Cenab-ı Hak bu dini efrad için indirmedi belki umum cem’iyet için indirdi. Zaten evamir-i diniyyenin çoğu ancak müslümanlar arasında vahdet bulunduğu surette kabil-i infazdır. “İslam’ın cemaate ihtiyacı cemaatin Hükema-yı İslamiyye fen ile felsefe arasındaki revabıt-ı kaviyyeyi pek güzel takdir buyurmuşlardı. Bilhassa İbni Sina revabıt-ı mezkureyi te’yid için pek çok mesai sarfeylemiştir. Şifa’da çizdiği hutut-ı esasiyye el-hak şayan-ı takdir ve hayrettir. Müellifin-i İslamiyye fünunu şu’belere şu’beleri bablara fasıllara taksim etmişler umumi prensipleri netayic-i fenniyyeyi felsefenin daire-i tedkıkine hasr eylemişlerdi. Meşhur Hüseyin bin Muidüddin Esirüddin Ebheri’nin eser-i ma’rufuna yazdığı şerhde felsefeyi şu suretle ta’rif ve taksim ediyor: “Hikmet nefsü’l-emrde bulundukları vechile a’yan-ı mevcudatın ahvaline ilimden ibarettir. A’yan-ı mezkure bir takım ef’al ve a’malden ibaret olup vücudları ya kudret veya haricinde bulunurlar. Bunlardan birinciye hikmet-i ameliyye ve ikinciye de hikmet-i nazariyye ıtlak olunur. Hikmet-i ameliyye hikmet-i ahlakıyye hikmet-i tedbirü’l-menzil ve hikmet-i siyasetü’l-medeniyye kısımlarına ayrıldığı gibi hikmet-i nazariyye de felsefe-i ula metafizik hikmet-i riyaziyye ve hikmet-i tabiiyye şu’belerine tefrik olunur.” Hikmetin şu suretle olan ta’rifine göre mantık aksam-ı felsefiyye ıdadına dahil olamaz. Esasen hükema-yı dığında ihtilaf eylemişlerdir. Bazıları hikmeti nefsin ilmen mümkün olan mertebe-i kemale vusulü suretiyle ta’rif ederek mantıkı da aksam-ı felsefe miyanına idhal eylemişlerdir. Maamafih ta’rif-i sabıktaki “a’yan” kelimesi terk edilirse mantık yine felsefe aksamına ilhak olunabilir. Bu re’yi tervic edenler diyor ki: Mantıkın mevzuu vücudları kudret ve ihtiyar-ı beşerle olmayan ma’kulat-ı saniyye olduğundan ta’rif-i sabıktan yalnız “a’yan” kelimesinin hazfi maksadı te’mine kafidir. Şu taksimde en ziyade nazar-ı dikkate çarpan şey ilm-i ahval-i ruhun ayrıca zikr edilmemiş olmasıdır. Hükema-yı men de ayrıca tedkık ve mütalaa eylemişlerdir. Felsefenin bugünkü haline nazaran şu taksimi aynen kabul etmekte ma’zuruz maamafih ilmin o vakitki haline göre yapılan şu taksimin pek ma’kul olduğunu i’tiraf etmek de zaruridir. Felsefenin mevzu’ prensip ve metodları hükema-yı İslamiyye tarafından amik bir surette tetebbu’ edilmiş olduğu asar-ı metrukelerinden anlaşılıyor. Ernest Renan hükema-yı İslamiyyenin kendilerine mahsus bir meslek-i felsefileri olmadığını ve İbni Rüşd’e Aristo’nun ancak bir şarihi nazarıyla bakılabileceğini ima etmek görmemelidir. Felsefe-i İslamiyyeye dair –iddia ettiği kadar tetebbu’da bulunmuş ve biraz da insaf sahibi olmuş olsaydı– şübhe yok ki böyle bir hüküm vermekte o kadar isti’cal etmeyecekti. İslamiyet’in fen ve felsefeye karşı ne gibi bir vaz’iyyet almış olduğunu esaslı bir surette tedkık edebilmek bir nazar atf edelim: Her tarafdan çıplak yanardağlar bi-payan kum sahralarıyla muhat olan Hicaz muhiti oralarda sakin olan akvamı pek basit bir akıdeye merbut kılmış pek sade bir hayata alıştırmış idi. Arablar esasen keskin bir zeka kuvvetli bir hafıza medeniyetleriyle ihtilat etmemişlerdi. Bazı i’tiyadat-ı sakımeden sarf-ı nazar bekaret-i ahlakiyyeleriyle mümtaz idiler. Arablar asalet ve necabet mes’elesinde pek muteassıb idiler. Fahr-i Kainat Efendimiz ise Hicaz’ın en nebil en necib bir ailesine mensub idiler. Neşrine me’mur buyuruldukları envar-ı taban-ı İslamiyyet az zamanda şa’şaa-i layıkını iktisab eyledi. Huzemat-ı nevvare-i Furkan arz-ı bathanın iklim-i yabisini bir gülbün-i ma’rifet haline kalb eyledi. Çok geçmeden Kitabullah’ın lemeat-ı le doldurdu: Bir tarafdan cenubda Yemen’in zengin mahsuldar sevahilini garka-i envar ettiği gibi diğer tarafdan da köhne İran’ın levs-alud hurafelerini Himalaya silsilesi arkalarına çekilmeye mecbur ederek o güzel iklimi de bir gülzar-ı ma’rifet haline getirmeye muvaffak oldu. Bir halde ki garbda Bizans’ın safsata-pervaz erbab-ı hikmetinin gözleri bu envar-ı hakıkat karşısında –şua’-ı şemse ma’ruz şeb-pereasa– kamaşmaya başladı. Hulefa-yı Raşidin devri te’sis-i din ile geçdi. Bu devirde müslümanlar hikmet-i ahlakıyyenin en mübeccel numunelerini göstermeye muvaffak oldular. Bil-fiil gösterilen şu numunelerdir ki bilahare hikmet-i ahlakıyyenin nazariyyat-ı aliyyesini te’sis için esas ittihaz olundular. Devr-i Risalet bir devre-i saadettir. Yar-ı gar’ın pek kısa olan zaman-ı hilafetiyle İbni Hattab’ın devre-i adalet-pirası Kur’an-ı Kerim’den ef’al ve akval-i Nebeviyyeden istinbat olunabilen hikmet-i aliyye-i ahlakıyyenin tatbikat-ı fi’liyyesiyle mümtazdır. Bu sebebe mebnidir ki bu devirler a’sar-ı müteakıbeye nisbeten gıbta-bahşa bir ulviyyeti mübeccel bir nezaheti na-kabil-i tasvir bir büyüklüğü haizdir. Cenab-ı Haydar’ın asar-ı mütevatire-i edebiyyeleri felsefe-i Unfuvan-ı sabavetini ekmel-i Rüsülün aguş-ı irfanında geçirmiş olan Cenab-ı Kerrar ashab-ı kiram arasında ilim ve irfanıyla cidden kesb-i imtiyaz eylemiştir. Kur’an-ı Kerim’in hikemiyat-ı aliyyesini nafiz bir nazar müdekkık bir fikirle görmüş ve anlatmıştır. Birer darb-ı mesel hükmüne geçmiş olan hikemiyyat-ı Ali o yüksek terbiyenin şu nüfuz ve nazarın birer netice-i alü’l-alidir. Emevilerin devre-i hükumeti ilmen siyaseten hudud-ı Vukua gelen kanlı ihtilaller facia-nüma vak’alara rağmen Emeviler hudud-ı alem-i İslamın tevsii hususunda şayan-ı sa-paş gayret ve faaliyet göstermişlerdir. Alem-i İslam dahilen müteşettit idi. Fakat harice karşı bir kitle-i rasin-i niyet-i Furkaniyyenin lemeat-ı şa’şaa-paşı; çok geçmeden Hind hududundan Bahr-i Muhit-i Atlasi’ye kadar olan kıt’a-i vesiayı garka-i envar etmeye başladı. Medeniyet-i İslamiyye Mısır’da Suriye’de İran’da pek zengin dimağlar bulmuştu. Bu ateşin zekaları ihata eden gışave-i cehl; huzemat-ı nevvare-i İslamiyye ile birden bire sıyrıldı zail oldu. Karşılarında bi-payan bir ufk-ı faaliyyet açılmış olduğunu gördüler. Çalışmaya başladılar: yandı. Esası Nil vadilerinde kurulmuş olan Hermetik Hermetique mesleği İslamlar arasında teammüm eylemeye başladı. Bunun neticesinde fenn-i kimya tevellüd ve İslamlar tarafından esasları vaz’ edildi. Fünuna karşı uyanan meyelanın başında cem’iyetin en yüksek sınıfına mensub bir çok eazım güzide erbab-ı zeka bulunuyordu. “Cabir” bu erbab-ı zeka arasında temeyyüz etmiş bir harikadır. İslamlar Nasturilerin asarını İskenderiye maarifini suret-i ciddiyyede tedkıke koyulmuşlardı. Daha Emeviler devrinde Galen’in eserleriyle gramerci Jan’ın kitabları kamilen Arabca’ya tercüme edilmişti. Kimyadan maada tıbba dair de bir çok eserler intişar eylemişti. Emeviyye hanedan-ı saltanatı erkanından Halid bin Yezid fenne karşı ibtila derecesinde bir muhabbet besliyordu. Halid İskenderiye erbab-ı ulumunu celb ederek Yunan-ı kadim asar-ı fenniyesini Arabca’ya tercüme ettirdi. Bu kitabların ekserisi hey’et tıb ve el-kimyaya aid idiler. Fenn-i kimyanın hakıkı müessisleri ulema-yı İslamiyyedir. Emeviler devrinde iki büyük zat birbirlerinin hasm-ı biemanı olan iki hanedan encalinden Halid bin Yezid ile Alevilerden Ca’fer-i Sadık fenn-i kimyanın temel taşını atmaya çalışıyorlardı. Halid harekat-ı hilkat-şikenanesiyle sahayif-i tarihde şaibedar şayan-ı nefrin bir nam bırakmış olan ma’hud Yezid’in mahdumudur. Fakat Halid nazm-ı celili mısdakının bir timsali sayılır. Ca’fer-i Sadık tecelli mücessem bir enmuzec-i irfan idi. Halid tarihin şayan-ı tedkık simalarından ma’duddur. Tarih-i ulumda pek büyük bir nam bırakabilecek nevadir-i ruzgardan idi. Ne çare ki bazı ilcaat-ı siyasiyye ve muhitiyye zeka-yı fıtrisinin layıkıyla inkişafına müsaid bulunmamıştır. Asar-ı kadime-i ilmiyyeyi ilk defa olarak Arabca’ya tercüme ettiren Halid’dir. Bu zat bir mütefennin olmakla beraber aynı zamanda beliğ bir şair zeki bir kanun-şinas idi. Fenne olan ibtilası esbabını sual edenlere “Hakk-ı hükumeti elimden gasb ettiler. Hem-cinsime nafi’ olabilmek için ilim ile iştigalden başka çare göremiyorum” cevabını vermişti. Yezid gibi bir şahsın evladına isnad edilen şu sözler insanı pek derin düşündürür. Muhammed bin İshak Halid’in dört kadar eserini görmüş olduğunu yazıyor. İbni Hallikan fenn-i tıb ve fenn-i kimyaya dair bazı müellefatı bulunduğunu tasdik eylemektedir. Halid’in fünunu Maryanus Marianus namında bir zattan teallüm eylediği yine İbni Hallikan’ın cümle-i rivayetindendir. Halid’in manzum bir divanı bulunduğu da mütevatirdir. Üç eserinin Latince’ye tercüme edilmiş olduğunu Doktor Lüsyen zikr ediyor. İslamlar arasında kimya ile ilk tevaggul eden Halid’dir. El-İksir’in terkibine dair ma’lumat verdiği gibi felsefeye aid de hayli tetebbuatta bulunmuştur. Ca’fer-i Sadık ise Halid’in tarih-i vefatından dört sene akdem sene-i miladisinde mehd-ara-yı alem-i şühud olmuştur. El-kimyaya dair bazı eserler yazdığı rivayet ediliyor. Meşhur Cabir’le İmam-ı A’zam hazretleri Ca’fer-i Sadık’ın halka-i tedrisinde bulunmuşlardı. Şarkta el-kimya ve Ca’fer altmış sene kadar muammer olmuştur. İbni Hallikan muhtelif mevzu’lara dair beş yüz kadar risale yazmış olduğunu iddia ediyor. Maamafih hiçbir eseri olmasa bile Cabir ve İmam-ı A’zam gibi zevatın üstadı olmak meziyeti tarih-i ulumda kendisine bir mevki’-i mahsus bahşedebilir. Cabir el-Kufi –Cabir hayatının devre-i evveliyesini Kufe’de geçirmişti. Kendisine el-Kufi lakabının bu münasebetle verilmiş olması muhtemeldir. Kitabü’l-Hükema Cabir’i “Sufi” lakabıyla da yad ediyor. hemen hemen mechul gibidir. Keşfü’z-Zünun sahibi Hicret’in ’inci senesinde sene-i miladisinde irtihal ettiğini beyan ediyor. Cabir Avrupa lisanlarında “Ceber” namıyla iştihar eylemiştir. Sahib-i Fihrist’in beyanına nazaran felsefe el-kimya tıb ve ilm-i hey’ete aid olmak üzere iki yüzü mütecaviz müellefatı vardır. Maamafih Cabir te’sirat-ı muhitiyyeye kapılarak ve Felsefe hey’et tarih-i tabii teşrih ve tıbba dair olan asar-ı kıymetdarı arasında ta’birnameler cifirnameler garib bir tezad teşkil ediyor. Fakat muhita tevafuk bir kanun-ı umumidir. Mevcudattan hiçbir ferd hatta harika-i fıtrat olmak meziyetini ihraz etmiş olanlar bile bu kanun ahkamından haric kalamazlar. Daire-i İslamiyyeye yeni dahil olan akvam bilhassa İraniler Mısriler Suriyeliler an’anat-ı tarihiyyelerini birden bire kamilen unutamazlardı ve fil-hakıka öyle olmuştur. İlm-i cifir gibi şeyler de bu an’anat miyanına dahil olabilir. Demek ki Cabir gibi dahiler bile an’anat-ı maziyyenin esiri olmaktan vareste kalamıyorlar!... Cabir Fisagoras Sokrat Eflatun Aristo ve Demokrit gibi hükema-yı kadimenin eserlerini kamilen gözden geçirmişti. Bu eserleri tenkıd yollu bir çok te’lifat bırakmıştır. Cabir’in Balinas “Balinas” mesleğini de tedkık etmiş olduğu zannolunuyor. Hendesede Öklid ve el-Mecisti’ye şerhleri olduğu mervidir. Usturlab hakkında mühim bir kitap yazdığı da tevatüren rivayet ediliyor. Paris Kütübhanesi’nde Cabir’in yazma birkaç eseri vardır. Kitabü’r-Rahme’si süplemanın numarasında mukayyeddir. Cabir maadinden altın gümüş bakır demir kurşun ve kalay….. hakkında esaslı ma’lumat verebilmiştir. Tavsif-i suhura aid de bir eser-i müfidi vardır. Kitabü’l-Ahad’ı sırf tıbdan bahisdir. Bilhassa mualecat ve edviye hakkında ma’lumat-ı mufassalayı cami’dir. Kitabü’l-Halis ve Kitabü’l-Havas ünvanlı eserleri ise elkimyanın bir felsefesi gibidir. Kitabü’l-halis Salamon tarafından Fransızca’ya tercüme edilmiştir. Cabir maadin-i hasisenin maadin-i aliyyeye kalb olunabileceği hakkındaki “Hermetik” nazariyesinin birinci müdafiidir. Cabir diyor ki: “Bir nev’in diğer bir nev’e tahavvülü gayr-i mümkün olduğunu iddia etmek kadar abes bir şey olamaz. Adi bir kurdun istihale neticesinde kelebek haline geldiği daima müşahede edilmiyor mu? mezler. Kalb eden kuvvet nevamis-i tabiiyyedir. İnsanlar yalnız vesait ve mevadd-ı lazımeyi ihzar ederek bu hususda tabiate muavenet edebilirler. Müessir ve muharrik biz değil bizim de hükmüne ram olduğumuz kanun-ı fıtrattır” Cabir’in şu iddiası muvafık-ı hakıkat olmamakla beraber kailinin nevamis-i hilkat hakkında pek esaslı ve derin ma’lumat sahibi olduğuna vazıh bir burhandır. Mösyö Hofer Hoefer Cabir’den bahsederken diyor ki: “Hipokrat tarih-i tıbda ne ise Cabir de tarih-i kimyada odur.” Hülasa Cabir; kurun-ı vüsta erbab-ı ilmi arasında mümtaz bir simadır. Her halde devrinin feridi idi. Te’sirat-ı mütekabile neticesinde ecsamda vukua gelen tebeddülata dair pek esaslı tedkıkat ve tecrübeler icrasına muvaffak olmuştur. Ulum ve fünun nokta-i nazarından Emevilerin devre-i hükumetini i’lan eden birkaç büyük zattır: Hanedan-ı saltanat erkanından Halid bilhassa el-kimyaya rağbet göstermişti. Neticede Cabir gibi dahiler yetişti. Bilahare Ömer Abdülaziz zamanında; kıymetdar bazı eserler daha tercüme ve te’lif edildi. Fakat müellefat-ı mezkurenin semerat-ı nafiasını görebilmek Midilli İ’dadisi Müdiri şeklinde yazılmıştır. senesi Rumeli’de tanıdığım Osman; İspirli bir jandarma neferi idi. Gönlünde fezail-i askeriyye kaynar fışkırır bir arslan idi. Düşmanına karşı yaman bir saika sadık vatandaşına karşı munis bir kuzu hal-i asayişte bir melek müsademelerde müdhiş bir ateş idi. Osman birgün bir nizamiye neferiyle bir köyün kenarını dolaşıyordu. O köyde bir çete; Osmanlı yurdunda ev yıkmak ocak söndürmek kardeşi kardeşe boğazlatmak için gelmiş hain bir çete eşkıya bulunduğunu bilmiyordu. Bir müfreze-i askeriyye mücavir köyü sarmış çünkü çeteyi orada sanıyordu. Bu esnada köyden çıkan çete bi’t-tesadüf Osman yapmış idi. Osman arkadaşına bakmış şehid düştüğünü görmüştü. Besmele-i şerife ile silahına davranan Osman işte o vakit üç vazife karşısında kalmıştı: ’incisi; müfrezenin yetişmesini te’min ve vazifesini teshil nın intikamını almak.’üncüsü; kendi hayatını pahalıya satmak. Yalnız bunlar için bir şey lazım idi; o da; bu işin eri olmak. Osman’ın yüreğini taşımak! başlamıştı düşman Osman’ı pek yakın ve tek başına gördüğünden mühimsememiş ve Osman’ın başını diri diri kesmek Fakat bu hücum Osman’ı şaşırtmak değil bilakis cesaret ve sükunetini artırmış idi. Kemal-i i’tidal ile attığı kurşunlar; kelle kesmeye gelenlerin altısını bi-ruh yere devirmiş bu manzara ise diğerlerini mevzi’lerinde alıkomuş Osman’ın kendi hesablarına gelir adam olmadığını anlatmış idi. İşte bu koca Osman çeteyi yerinde mıhlamış başkaldırtmamış ve müfreze-i askeriyye yetişinceye kadar onları kaçırtmamış Tek başına bu vazifeleri ifa eden Osman; bilirmisiniz ey kariin-i kiram ne mahviyet-perverdir?… Ne kadar tevazu’ haya hicab itaat muvaneset sadakat sahibidir?.. Ne halim geçimli sabırlı kanaatli bir mütevekkildir?.. Mesela bu yapdığı kahramanlığı bir yabancı sorsa; Osman utanır sıkılır bu işten adem-i ma’lumat beyan eder çekilir! İddia etseler; belki başka Osman’dır der savuşur. Hiçbir zaman hiçbir yerde makam-ı tefahürde kendinden bahsetmez. Hatta onbaşısı Osman’ı kıskanır binaenaleyh onu sıkar ezer fakat Osman hiç ses çıkarmaz ne ima eder ne şikayet eder ne çekiştirir ne de kalbinde bir husumet besler. Çünkü Osman ma-fevkinden soğumaz düşmanla uyuşamaz bir haslettedir. Birgün kendi mangasından bir nefer onbaşısını yüzbaşıya şikayet etmiş ve gördüğü muameleye Osman’ı da şahid tutmuş idi. Fakat Osman bu şikayetten bu şehadetten müteessir olmuş yüzbaşısının huzuruna hayasından ağlayarak çıkmış idi. Harbde daima gülen başı dik duran keyfinden sayhalar koparan Osman; bu divanda başı bükük dili tutuk gözü yaşlı dudakları titriyor idi. Esbabını soran yüzbaşıya Osman titrek sadasıyla cevap verdi: “Ma-fevk huzuruna çıkarılmak bir nefer için ağır birşeydir. Velevki şahid sıfatıyla olsun! Madem ki mes’ele bir neferle onbaşı arasındadır ma-dunla ma-fevk arasındadır; pek acıdır. Açılmış bir evlad ile baba arası gibidir. Onbaşımız büyük kardeşimiz ağamız babamızdır. Elbette kusurlarımız oluyor ki bizi te’dib ediyor. Bir baba evladını hem döğer hem sever. Keşke bu sebeble huzurunuza çıkmayaydım da onbaşım beni her vakit terbiye edeydi.” diyordu. rabıtasından salabetinden dolayı Osman; askerlik uğurunda haksız bir acıdan dahi tad duyardı. Osman daima beşuş idi mükrim idi haluk idi temiz idi. Arkadaşlarının ihmal ettiği işleri bila-minnet kendisi yapar başkalarının angaryasını bila-kayd ü şart kendisi çeker hiç kimseye acı söz söylemez herkesden uysal görünür maaşını misafirlerini ağırlayarak sarf eder en büyük zevki alemi memnun etmekten ibaret idi. Osman bütün ma’nasıyla afif ve her türlü mesaviden masun idi. Bütün mevcudatın ırzı namusu kavi ve zaifin hukuku; can ve malı sanki ona emanet idi. Kendisi başkalarının menfaati için yaşardı. Osman; tehlikeli bir me’muriyet işidince keyfinden sevda-yı fedakari ile titrer eğer tehlikeye giden müfrezeye ilhak edilmezse yimez içmez asabi buhranlar içinde kavrulur bu ona en büyük ceza olurdu. Osman’a; en yorgun uykusuz zamanlarında en yorucu öldürücü bir vazife emredin; bütün şetaretiyle kabul eder Osman harbe düğün diye; ta’kıbe sefere şenlik diye gider; canını malını kendinden başkaları için sarf edecek fırsat arar; bir merd oğlu merd idi. Merdliğine hasımları da hayran birincisi istiman için yalnız Osman’ı istemiş ve pür-şevk bu da’vete koşan Osman’a çete şenlikler ziyafetler yapmış idi. Osman tab’an ma’sum idi. En büyük zevki çizmesi boyundaki küçük çocuklarla saatlerce oyalanmak; onlara şeker almak onlarla hem-hal ve arkadaş olmak idi. En müdavim ahbabı üç yaşında Seyfullah namında bir asker evladı idi. Karakoluna bitişik hanesinden Osman bunu kapar müsaid zamanını tavlada koğuşta bu ma’sum ile geçirirdi. Osman! İşte ulu ecdadımızın hakıkı varisi; hafid ve şebihi bir arslan! Selamlar merhabalar tahsinler sana ey vatanın öz evladı kahraman Osman! Ciddi düşünceli muhterem kadınlarımızın terbiye-i inas hakkındaki efkar ve mütalaalarını göstermek üzere Sinin refikımıza gönderilen ve şayan-ı dikkat ve ehemmiyet mündericat-ı aliyeyi muhtevi bulunan şu mektubu nakl ile millet-i İslamiyye namına beyan-ı iftihar ederiz: Kadınların lüzum-ı ta’lim ve terbiyesi hemen umumiyete yakın bir ekseriyet-i münevvere tarafından o kadar kat’iyyetle kabul ve tasdik edilmiş bir hakıkattir ki bu babda bast-ı makali zaid görüyorum. Esasen maksadım da bu değildir. Madem ki bugün hey’et-i ictimaiyye içinde kadınların en mühim ve en mu’tena vazifesi herşeyden evvel iyi bir valide olmalarıdır. Bugün mevcudiyet-i ırkiyyemizi tehdid eden müteşebbis ve faal bir unsur-ı kıymetdar yetiştirmek nesl-i atiyi “pedegoji ve psikoloji”nin icabat-ı fenniyesine tevfikan tecdid ve ıslah ederek ihya etmek olunca bilhassa bizim memleketimizde kadınların vezaifi bir kat daha kesb-i ehemmiyyet ve nezaket eder. Hatta diyebilirim ki bu bizim en evvel kadınlarımızdan başlamak lüzum ve hakıkati teslim olunduktan sonra onlar hakkında tatbik olunacak en ma’kul ve en müfid bir tarz-ı terbiyyeyi taharri etmek mes’ele-i mühimmesi karşısında bulunuyoruz. Hiç şübhesizdir ki kadınlara tahmil edilen vezaifin mevki’-i ictimaileri ve mukteza-yı hilkatleriyle mütenasib olması iktiza eder. Terbiye-i fid olması ancak ihtiyacat-ı ictimaiyyeye tevafuk etmesiyle mümkün olabilir. Yoksa müntesibin-i fen olanlar ile erbab-ı san’atı –otuz milyonun ekseriyet-i adediyyesi nazar-ı i’tibara alınınca– henüz mefkud denilecek ve bizi bir çok seneler daha en adi bir iş için Avrupa’ya adam sipariş etmeye mecbur edecek derecede fakr-ı irfan içinde inleyen muhitimizde kadınların mühendis kimyager doktor veya avukat olmalarını te’min değil hatta temenni etmek kadar cinnet tasavvur olunamaz. Bizim vazifemiz iyi bir valide iyi bir zevce; ve’l-hasıl iyi bir ev kadını olarak saadet-i aileyi te’sis etmek vatanın muhtaç olduğu kendisine cidden hadim evladları yetiştirmektir. İşte bu gayeyi nazar-ı i’tibara alınca kadınlara verilmesi lazım gelen terbiyenin şekli kendiliğinden teayyün eder. Saadet-i aileyi nasıl te’sis etmeli; nesl-i atiyi nasıl yetiştirmeli bu vatan nasıl evladlara muhtaçtır bunların herbiri başlı başına bir silsile-i makalat teşkil edecek kadar haiz-i ehemmiyyettir… Cehalet bu milletin bahusus Türk ırkının feyz-i hayatını emerek müheyya-yı inkişaf duran bütün kabiliyetini nasıl akım bıraktıysa yarım yanlış bir Fransızca ile mürebbiye namını takınan bir takım kadınların yetiştirdikleri genç kızlar ve bunların ensali bu memleket ve bu millet için o kadar muzır ve vahim oldu. Biz yalnız cehaletle bu hale gelmedik. Hazm ve temsil olunamamış bir garb terbiyesiyle milliyetinden tecerrüd etmiş zavallılar gözümüzün önünde duruyor. İnhitat-ı ictimaimizde bu “Degenerees”lerin büyük bir dahli olduğu inkar olunamaz acı bir hakıkattir. Fransızca İngilizce öğrenmeyelim demiyorum. Garb medeniyetine de bi-gane kalalım demiyorum. Avrupa’nın terakkkıyatını memleketimize idhal için daha bir çok seneler gerek kadınlarımız gerek erkeklerimiz hiç olmazsa bir ecnebi lisanı öğrenmek ihtiyacından müstağni kalamazlar biz bu lisanları Avrupa’yı sathi bir taklid yeden ibaret olan medeniyetini o medeniyete bir şekl-i milli vererek ahz ve iktibas için öğrenelim. Fenne aguş-ı kabulümüzü ateşin bir iştiyakla açarak feyz-i hayat alacağız. Fakat secaya-yı ırkıyyemizi tehdid eden halel ve fesaddan sıyanet ederek mevcudiyet-i ırkıyyemizi idame için de milliyet ve i’tikadatımızı tahkim ve te’yid edeceğiz. Genç kızlarımız milliyet ve i’tikadatına sadık metin azm-perver ve müteşebbis garbın bütün terakkiyat-ı fenniyyesiyle mücehhez evladlar yetiştirebilecek güzide birer valide hanenin umur-ı dahiliyesini bir hükumet-i muntazama kat’iyyetiyle hüsn-i idare edebilecek intizam-perver birer ev kadını saadet-i aileyi te’sis ederek erkeklerini mes’ud ve bahtiyar edecek haluk ve sadık birer zevce olmakla şerait-i hazıra-i ictimaiyyenin kendilerine tahmil ettiği vezaifi ifa etmiş olacaklardır. Şimdiye kadar kadınlarımız hiçbir şey olmaya muvaffak olamadı. Bu kadar mahrumiyet ve fıkdan-ı vesait içinde ne olabilirlerdi? Terbiye-i inası der-uhde eden müessesat-ı aliyyeyi meydana getirmek ricalimize terettüb eder. Çünkü vatanın saadet ve felaketinde kadınlar kadar erkekler de alakadardır. Kadınlarımızın derin bir iştiyak-ı irfana tercüman olan feryadları erkeklerimizin barid-i la-kaydisi karşısında mahkum-ı sükut kalıyordu. Fil-hakıka i’lan-ı Meşrutiyet’de terbiye-i nı işgal etmiştir. Sonra bunu üç sene imtidad eden bir devre-i sükut ve la-kaydi ta’kıb etti. Nihayet derin bir zulmet müesseseye dair bir teşebbüs-i mühim şu son günlerde bir şekl-i kat’iyyet iktisab ediyor. Meclis-i Meb’usan’ımızın reis-i fazıl ve muhteremi mazideki silsile-i mücahedatını bu son ve azim muvaffakıyetle tetvic etmiş oldu. Bütün Osmanlı[lı]k kendilerine medyun-ı şükrandır. Acaba bu müessesede ne gibi bir program ta’kıb edilecek? Henüz buna dair gazetelerde etraflı bir tafsilata müsadif olmadık. Her halde memleketin programın esasatı ihzar edilmiştir. Ümid edelim ki muvaffakiyetle tatbik olunabilsin. Fakat muallim mürebbiler nasıl ve nereden tedarik olunacak? Bizde hem mürebbi hem muallim evsafını haiz zevat-ı muktedire ihtiyac-ı vakıa kifayet edecek derecede midir? Bunların tedarik ve intihabında ne gibi evsaf aranması icab eder? Bunları başka bir makaleye bırakıyorum. Japon kadınları da terakkiyat ve tekemmülat-ı nisvaniyyeye sai oldukları aralarında bu maksadı te’min için bir cem’iyet teşkil etmiş bulundukları halde havza-i siyasiyyata dahil olmak istemedikleri gibi erkeklerin der-uhde etmiş oldukları Danimarka kadınları tarafından kadınların hakk-ı intihaba malik olmasına çalışan feministlerin akd eyledikleri beyne’l-milel kongreye iştirak etmeleri için Japon kadınlarına müracaat edilmiş Japon kadınları da şöyle cevap vermiş: “Biz çocuklarımızı terbiye etmek hakkıyla vatanperver sıfatına layık olacak vatan-ı azizi fedakarane müdafaa edecek evlad yetiştirmekle meşgulüz politika ile iştigal etmeye vaktimiz yoktur..” Bugün Haziran Osmanlı tarihinin hassaten tarih-i İslam’ın amme-i sahaif-i şan-averi arasında şübhesiz en bala-terin bir mevkii ihraz edecektir. Zira otuz milyon Osmanlının padişah-ı maali-penahı üç yüz milyon İslamın halife-i diyanet-şiarı bundan beş asır evvel ecdad-ı izamından bir şehriyar-ı namdarın Sultan Murad Hüdavendigar’ın şehid olduğu Kosova Sahrası’nda yüzbinlerce ehl-i İslam ile beraber Halık-ı A’zam’a secde-güzar-ı hamd ü sena olmuştur. Beşyüz küsür sene evvel o şehid-i namdarın Kosova’yı maddeten zabt ve istilasına bedel bugün muhterem padişahımız da bu kıt’ayı ma’nen feth ü ihya buyuruyorlar. O sahra-yı vesiin aguş-ı mehib-i tarihisinde a’sarın sakladığı şan ve azamet bugün bar-gah-ı ehadiyyete açılan yüzbinlerce eyadi-i mü’minin temenniyatı ile bir kat daha azametini arttırdığına arttıracağına kat’iyyen şübhe yoktur. Şurada toplanıp da halife-i adalet-şiarlarının liva-yı mes’adeti altında feraiz-i İlahiyyeyi eda eyleyen kitle-i muvahhidin hisseyledikleri ezvak ve huzuzat-ı ma’neviyyenin te’siratıyla ne derece gaşy olmuşlar ise muhterem tac-darilerinin vatandaşlara karşı ibzal buyurdukları afv ü ihsanla da o kadar müteheyyic ve mesrur olmuşlardır. En muktedir kalemler bugünün ulviyetini tavsife imkan bulamaz. Daha sabahdan belki de birgün evvelki akşamdan o sahra-yı vesiin meşhed-i hazret-i Hüdavendigar önüne tesadüf eden kısmı yüzbinlerce ahali ile dolmuş vakt-i mübarekin vüruduna intizar edilmekte bulunmuş idi. Bütün kalbler bir hissin tercümanı bütün gönüller bir emelin tercümanı idi. Herkes padişahın vürudunu sabırsızlıkla bekliyor onun şeklinde yazılmıştır. Sabahleyin saat bir idi ki Priştine’nin Kosova Sahrası’na nazır istihkamatından velvele-endaz olan top sadaları herkesin simasında bir beşaşet husule getirdi. Zira Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretleri meşhede müteveccihen şehirdeki Şevket-meabımız dört atlı bir gerdune içinde saltanatnümun resmi üniformalarını labis oldukları ve maiyyet-i şehriyarilerinde şehzadegan hazeratıyla vükela Mabeyn-i Hümayun erkanı ve bendegan-ı şahaneleri bulunduğu halde teşkil edilen bir mevkib-i müdebdeb ile hareket buyurarak rekz edilmiş olan otağ-ı hümayuna muvasalat buyurmuşlardır. Güzergah-ı şahaneye tesadüf eden şose üzerine dairelerinden Ahalinin tezahüratı gösterdikleri hissiyat-ı samimiyetkarane her türlü tavsifin haricinde idi. Davullarla zurnalarla rengarenk binlerce bayraklarla sevgili padişahımızı selamlayan bu saf ve necib kavim eyyam-ı hayatiyyelerinde böyle bir yevm-i mes’udu görmekten mütevellid mesruriyet-i binihaye alkışlıyorlardı. Şehriyar-ı mekarim-perver sırf hissiyat-ı kalbiyye mahsulü olan bu mesruriyetten fevkalade mahzuz oluyorlardı. Tac-darımız efendimiz bu alkış tufanları içinde otağ-ı hümayunlarında zarfında öğle taamlarını da tenavül buyurmuşlardır. Meşhedin karşı cihetine mütesadif sahra yüzbinlerce Arnavud vatandaşlarımızla hıncahınç dolu idi. Mahall-i mezkura yirmi kademeli bir minber ile bir kürsi ve zat-ı hazret-i şehriyari ile şehzadegan ve vükela için dört tarafı açık bir çadır rekz edilmiş idi. Çadırın sağ tarafına müsadif bir mevkie de dört kademe ile çıkılır bir kürsi vaz’ olunmuş idi. Padişahımızın namazgaha muvasalatlarından evvelce seyyah-ı şehir Abdürreşid İbrahim Efendi ile a’yandan fazıl-ı muhterem Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretleri taraflarından huzzara karşı birer mev’iza-i diniyye ifa olunmuş ve saat dört buçukta da halife-i diyanet-şiar şeref-vürud eylemiştir. mail Hakkı Efendi hazretleri tarafından hülasaten derc eylediğimiz şu: Hutbe-i beliga pek müessir bir tavr ile irad olunmuş ba’dehu yine müşarun-ileyhin imametiyle fariza-i Cuma eda kılınmıştır. Cuma ezanı ve namaz aralarındaki tekbirat ve tehlilat müezzinan-ı şehriyari tarafından tilavet olunmuştur. Hutbe lisan-ı diniyi bilenler için bir ders veciz ve müfid bir ders teşkil ediyordu bilmeyenler onun ruhaniyet ve uzubetiyle cezbedar idiler. Burada bir noktaya müteveccih iki yüz elli bin müslimden mürekkeb bir cemaat Cuma’yı eda eyledi. Kalabalık o mertebede idi ki cemaat erkan-ı salat için müsevvegat-ı şer’iyyeden istifadeye zaruret buluyordu. Namaz kılınıyor ruzgar susuyor; ağaçlar susuyor; her şey kainat susuyordu. Orada yalnız bir sada Kur’an-ı Kerim’in tilaveti sadası bir de “Allahu Ekber” tekbiriyle rüku’ ve sücud eden imama bin müslimin ıktifasından çıkan bir aheng-i ulvi vardı. Namazın hitamında sadr-ı a’zam paşa beraberlerinde Serkarin Lütfi Bey’le zevat-ı saire olduğu halde kürsiye çıkarak: “Ey ahali! Sevgili padişahımızın sevgili babamızın bazı iradelerini telakkı eyledim ve yazdım. Size okuyacağım sonra da kendiliğimden birkaç söz der-miyan edeceğim dikkatle dinleyiniz!” dedikten sonra atide sureti muharrer beyanname-i hümayunu kıraat eylediler. “Ecdad-ı izamımdan Sultan Murad Hüdavendigar-ı Gazi hazretlerinin devletin teşyid-i mebani-i satveti uğurunda terk-i hayat eylediği meşhed-i mübareke gelerek hak-i pa-yı mübarekini ziyaret eyledim. Devlet ve millet-i Osmaniyyenin teali-i şan ü şevket ve tezayüd-i refah u saadetine vakf-ı hayat etmek hususundaki ahd ü misakımı bu mahall-i mukaddesde de tekrar ettim. Hazret-i Hüdavendigar gibi bir hükümdar-ı muazzamın hatıratıyla mali olan bu güzel kıt’anın geçen sene kardeşler arasında sefk-i dima’ gibi bir musibete uğraması beni dil-hun etmişti. Fakat bu sırada yanlış bir yola sapmış olan bir kısım Arnavud evladımın padişahlarına ve Devlet-i Aliyye’mize sadakat-i kalbiyyelerinden emin olduğumdan bu ahvali onların cehaletine ve bazı müfsidlerin teşvikatına kapılmalarına atf etmiştim. Seyahatim esnasında tebeam tarafından gördüğüm measir-i sadakat ve samimiyyet bu ümniyenin yanlış olmadığını isbat eyledi ki işbu measir-i i’timad ile hadisat-ı zaileden dolayı maznun ve mahkum olanlar hakkında kanun-ı mahsusunda musarrah olan şerait dairesinde afv memleketi enva’-ı musibete duçar eden kan dökmek adetinin bi-mennihi’l-Kerim bir daha başgöstermemesi için mevcud diyet da’valarının kamilen bitirilmesi bi-kudret medyunların verecekleri diyetlerin taraf-ı devletten tesviyesi zımnında tahsisat i’tasına dair olan kanuna da vaz’-ı imza eyliyorum. Ümid ederim ki ba’dema Arnavud evladlarım cümlesi necat kanuna itaatte olduğunu takdir ederek kendilerini bunun hilafına sevke çalışacak fesedeye haklarını şer’ ve kanunda ararlar. Bu suretle inşaallah müreffeh ve mes’ud olurlar ve rıza-yı şahane dahilinde bulunurlar. Ben bu hususdaki duanın kabulünü Cenab-ı Hak’dan tazarru’ ve niyaz ederim.” Beyannamenin kıraatini müteakib sadr-ı müşarun-ileyh ber-vech-i ati irad-ı nutk etmişlerdir: “Şimdi Arnavud kardeşlerim! Biraz da beni dinleyin. Bugün çok büyük bir gündür. Bu Kosova muharebesidir ki devleti Rumeli’de yerleştirdi. Bu noktada padişahımız şehid oldu ki hun-ı şehadeti hanedan-ı saltanatın Arnavudluk’a ebedi bir yadigarıdır. Bugün Allah’a çok şükür padişahımız geliyor onu kendi ceddinin meşhedini ziyaret ediyor. Bu kadar müslümanı yalnız senede bir defa Ka’be’de görürsünüz. dişahımızın dediği gibi hepimizin geçen sene gücümüze giden bir şey oldu. Bu memlekette müslüman kanı döküldü. Müslüman müslümanı öldürdü. Bu olacak şey değildi. Hepimizi mahzun etti. Müslüman müslümanı öldürmez. İnşaallah bundan sonra bir daha böyle hal olmaz. Bazı cahiller – amma hep padişahımıza sadıktırlar devlete canını verirler hatta Meclis-i Meb’usan’da söyledim. Arnavudluk padişahlarımızın tacının en kıymetli bir cevheri bir pırlantasıdır dedim. Arnavudlar padişaha devlete can vermeye hazırdırlar. Bunu laf olmak üzere söylemedim. Allah Arkadaşlar sizin iki kabahatiniz var biri cahilsiniz diğeri de kim bir şey söylerse kanıyor o fena adamlara uyuyorsunuz. Daima her millette iyi adamlar da vardır fena adamlar da vardır. Çok şükür fenalar azdır. Kim olursa olsun fena bir şey söylerse kanmayınız. Padişahımız da emrediyor fena adamlara uymayın. Bir fena yüz iyiyi bozabilir. Onun için ben gelir de size fena bir şey yapın der isem amma sizler onu iyi biliyorsunuz. Halkı fenalığa sevk eden büyükler iyi adam olmaz. Fenalar daima küçüktür gerçekten büyük olan adam halkı iyiliye götürendir. Size fena nasihatler verenler yerin dibine geçsin. İşte onun için padişahımız buyuruyor ki “Ben geldim gördüm anladım ki bu hal cahilliktir. Bu millet büyük millettir.” Bu millet padişahımızın uğuruna canını vermeye hazırdır. mız emrettiler ki geçen sene olan şeyler unutulsun. Hatırda kalmasın. O da ne ile olur? Hapse girenler çıkar kaçanlar gelir. Herkes çoluğunu çocuğunu bulur. Bunun için bir kanun neşrolunuyor. Bundan sonra bir daha inşaallah bu memlekette böyle bir kardeş kanı döküldüğünü görmeyiz; padişahımızın ikinci bir iradesi daha var. Bu memlekette kan dökmek adetinin terki. Bu fena birşeydir. O onu öldü rüyor öteki berikini öldürüyor. Bu olmamalıdır. Buna ne Allah razi ne şeriat razi; ne de kanun razidır. Birisi birini öldürüyor sonra yüz müslüman bu yüzden ölüyor. Bu adet de artık bitsin buyurdular. Şimdiye kadar bir takım adamlar diyet vermemişler. Bunun için padişahımız “ . ” lira zın ihsanıdır. Komisyonlar teşekkül edecek işlere bakılacak bu da’valar temizlenecek. Ben de size veliyy-i ni’metimiz efendimizin emirlerini tebliğ ediyorum: Fena adamlara uymayın; fena sözü dinlemeyin. Şunun bunun sözüne inanmayın. Herşeyde kanuna müracaat eyleyin. Necat kanundadır. Biz birleşirsek kuvvetli olur isek kimse bize fenalık edemez. Fakat böyle nifak ve şikak ile vakit geçirir birbirimizi boğazlayacak olur isek memleketimiz maazallah elden gider kurtlar kuşlar yer. Padişahımızın arzusu gibi kardeş olarak yaşayın. Bu memleket inci gibi bir memlekettir. Padişahımızın dediği gibi olursa rahat olursunuz. Halifemiz efendimiz bu namazda sizin için bütün memaliki için dualar etmiştir. Allah kabul buyursun. İnşaallah refah bulursunuz. Memleket ma’mur olur; hükumetin de memleketinizin ma’muriyeti için tasavvurları vardır; inşaallah az vakitte pek güzel işler yapılacaktır. Cenab-ı Hak duasını kabul eder rahat olursunuz.” Sadr-ı a’zam paşanın irticalen irad eyledikleri bu sade fakat müessir nutuk pek büyük alkışlarla telakkı ve kabul olunmuş “padişahım çok yaşa” zemzeme-i duaiyyesi küngüre-i asmana isal kılınmıştır. Zat-ı şahane beyannameyi kaimen istima’ buyurdukları gibi sadr-ı a’zam paşa hazretlerinin ilave-i beyanatını da kaimen istima’ buyurmuşlardır. Arnavudlar el çırpmıyor padişahım çok yaşa dualarını en tiz sislerle söylüyorlardı. Sadr-ı a’zam paşa beyanatını bitirdikten sonra namazdan evvel yine orada müşarun-ileyh Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretleri pek beliğ bir nutuk daha irad etmişler ve bu duanın her fıkrası için bütün cemaat kalbi bir gulgule ile amin-han olmuşlardır. Ba’dehu Süleyman Sudi Efendi umum Arnavudluk namına beyan-ı teşekkür için mahfile gelmiş ve “Cenab-ı Hak ömr ü afiyet ve şan u şevket-i hümayunlarını bi-payan buyursun. Şevket-i va Sahrası’ndaki an’anat-ı tarihiyyemiz ne derecede mübeccel kulub-ı Osmanide husule getirdiği nihayetsiz meserret o mertebede haiz-i şandır; çünkü cümle anasırın te’yid-i hak-i pa-yı şahanelerine umum Arnavudluk namına arz-ı teşekkürat-ı minnet-daraneye cür’et eder ve bütün efrad-ı milletin en has duası olan vird-i mukaddesini bu vesile ile de tekrar ederim” demiş bu duaya umum cemaat tekrar iştirak etmiştir. Ba’dehu şehriyar-ı maali-girdar efendimiz hazretleri meşhed-i mübareke azimetle ifa-yı rasime-i ziyaret buyurmuşlar ve bu millet-i necibe için hak-i pak-ı hazret-i Hüdavendigar’dan Cemaatin bir kısmı mevkibi ta’kıben meşhede gitmişler ve kısm-ı diğeri de mahfil etrafında kalarak irad olunan nutuklarla tercümelerini dinlemişlerdir. Evvela Ömer Naci Bey Osmanlıların bu muhterem ve namuslu hatibi söze başlamıştır. Naci Bey halkın bu kalabalığından bir şey işittirmek mümkün olamaz diyor fakat her tarafdan sesleriyle müterafık sükuta da’vet sadaları geliyordu. Naci Bey’i müteakib Erzurum’dan seyahat-i padişahide hazır bulunmak üzere gelmiş hey’et a’zasından bir zat Nazım Nazmi Bey o eda-yı milli ile Kürdlerin selamını Arnavudlara tebliğ Kürdlerin vatan yolunda ölmek için ettikleri teahhüdü Arnavudlara ifade etti ve Arnavudlar? Bu ümmi adamlar içinde ne kahraman hatibler varmış ki öteden beriden Türkçe ve Arnavudca mütekabil selamlar ve tahiyyelerle hissiyatı coşturdu. Trabzon hey’etinden Sadık Bey ise: “Esselamü aleyküm” diye başlar başlamaz bütün cemaatin bir lisanı “Ve aleyküm selam” cevab-ı samimisini irad etti! Arnavudca’ya tercüme suretiyle birer defa daha tekrar edilen bu beyanat mükerrer te’minata vatan yolunda Kürdler Lazlar Arnavudlar bütün Osmanlılar birlikte yaşamak birlikte mes’ud olmak için mükerrer peymanlara vesile verdi. Sadık Bey “Arnavudlar Lazlar verdikleri sözden dönmezler!” dediği zaman tasavvuru muhal umumi bir nida-yı tasdik cuş u huruş etmeye başladı. Burada ak sakallılar ağlıyor gençler düşünüyor çocuklar intibah ediyordu. Frizovikli Hacı İbrahim namında bir ihtiyar bu iki nutuku mahfil merdiveninde tutmuş cemaatin bir ağızdan kaç kere tekrar ettiği: “Padişahımızın yoluna kurbanız emrine müheyyayız” mealini hiçbir hatibin anlatamayacağı bir lisan-ı beyan ile bir kere daha söylüyor bir kere daha söylüyordu. Bundan sonra evvelce ta’rif ve tasvir olunan abidenin suret-i mutantanada vaz’-ı esas resmi icra kılınarak çadıra avdet buyurulmuştur. Biraz istirahati müteakib civar-ı rahmet-midad-ı meşhedde te’sisi mukarrer bulunan medresenin vaz’-ı esas resmi de ilk taş yed-i müeyyede-i Hilafet-penahi ile vaz’ buyurulmak suretiyle icra edilmiştir. Şehriyar-ı ulviyet-şiar efendimiz bu vecibe-i maarif-perveriyi de ifa buyurduktan sonra otağ-ı hümayunlarına şeref-muavedetle şeref-sadır buyurulan irade-i ketibe-perveri-i Hilafet-penahileri muceb-i alisince asakir-i mevcude-i Osmaniyye canibinden mükemmel bir resm-i geçid icra kılınmıştır. Resm-i geçidin hitamını müteakib erkan-ı me’murin; ulema ve meşayih-i mahalliyye meb’usan-ı mevcude İttihad ve Terakkı Cem’iyeti’nin Priştine Kulübü Hey’eti huzur-ı hümayuna kabul şerefiyle müşerref ve iltifat-ı cihan-derecat-ı padişahiye mazhariyetle bekam olmuşlardır. Padişah-ı şevket-penah efendimiz saat on raddelerinde gerdune-i hümayunlarına nebahet-bahş-ı izz ü iclal oldukları halde kasabadaki ikametgahlarına ahalinin alkışları duaları arasında şeref-muavedet buyurmuşlardır. Meşhed-i Hüdavendigar’dan avdeti ta’kıb eden bu gece Priştine kasabası nurdan bir libas giymişe benziyordu. Her taraf donanmış her hane tezyin olunmuş herkes şad ve handan idi. Nevasi-i esdikadan lemean eden envar-ı meserret fanuslardan kandillerden meş’alelerden yayılan ziyalarla tekabül ediyor Priştine arzdan semaya nur saçıyordu. Hele Priştinelilerin tertib ettikleri fener alayı o kadar nazarfirib o mertebe hoş-manzar idi ki ta’rif ve tasvirinde aczimi Cenab-ı Hak milletine bu derece merbutiyet-i kalbiyye besleyen bu ümmet-i necibeyi dünya ve ahirette ber-murad buyursun amin. Afv-ı umumi layiha-i kanuniyyesinin hülasası şudur: “ senesinde Kosova Manastır İşkodra divan-ı harblerince mahkum edilen eşhas hakkında hukuk-ı şahsiyye da’vası bakı olmak üzere afv-ı umumi i’lan ediliyor. Bu afv-ı umuminin ceraim-i adiyyeden dolayı maznun ve mahkumlara şümulü yoktur. Haklarında medar-ı itham olan ahvali tekrar irtikab ederler ise cürm-i sabıklarıyla beraber muhakemeleri baren bir ay zarfında teslim-i silah ile hükumete dehalet eden firariler dahi afv-ı umumiden istifade edecektir.” tasvir ediyor: Hükumet konağı ittisalinde bulunan ilk müfreze hareket-i hümayunu ihbar etmişti. Artık kayd ve izah olunacak notlarımı almak üzere ben de bulunduğum tepeyi bıraktım. Padişahımız efendimiz hazretleri dört atlı saltanat arabasına rakib olmuşlar yaverlerin biraz açıkça gitmelerini emr ü ferman buyurmuşlardı. Bir mikdar mızraklı süvari alayı zat-ı şahaneye mahsus arabanın önünde arkasında gitmekte Şehzadegan hazeratıyla vükeladan bulunanlar ve maiyyet-i seniyye diğer arabalarla zat-ı şahaneyi ta’kıb etmekte Zat-ı şevket-simat-ı hazret-i padişahi büyük üniformalarını labis ve nişan-ı zi-şanlarını hamil idiler. Şehzadegan hazeratıyla vükela da resmi üniformalarını labis bulunmakta Mevkib-i hümayun Alemdar Gazi Sinan hazretlerinin türbeleri civarında istihzar edilen otağ-ı hümayun önünde tevakkuf etti. Padişahımız efendimiz hazretleri bir müddet Bundan sonra doğruca meşhed-i Hüdavendigar’a müteveccihen yola çıktılar. Padişah-ı ali-cah efendimiz hazretleri meşhed-i Hüdavendigar civarında hazırlanan çadıra girdikleri zaman kadem-i şahaneyi mübeşşir top sadaları Kosova Sahrası’nı dolduruyor üç yüz bin kişinin “Padişahım çok yaşa” duaları asumana çıkıyor ufuklardan aynı mealde cevaplar alıyordu. Güzergah-ı hümayunda bulunan sancaklar yarıya kadar şahane bir eliyle altun kabzalı kılıncını tutuyor diğer eliyle de evladlarına selam vermek suretiyle iltifatta bulunuyorlardı. Her kabilenin önünden padişahımız efendimiz hazretleri geçerlerken Arnavudlar “Aleykümü’s-selam” diye iade-i selam ediyorlar; mütemadiyen tekbir alıyorlardı. Yüzbinlerce halkın yek-avaz olarak tekbir almaları gayr-i kudsiyenin ilham-ı evamiriyle bila-ihtiyar tekbir alıyordu. Saat üç raddelerinde mevkib-i hümayun meşhed-i Hüdavendigar’a vasıl olmuştu. Zat-ı şahane arabadan inerek küçük bir tepe üzerinde otağ-ı hümayunlarına girdiler. Otağ-ı hümayun mahrutiyyü’ş-şekl idi. Alt taraflarında sırmalı püsküller birer saç yığını gibi sarkıyor akıyor; tepesinde ay-yıldız bulunuyor üzerinde ayat-ı celile-i Kur’an iyye okunuyordu. Otağa duhul-i hümayunu müteakib üzerinde bulunan yaldızlı direğe zat-ı şahanelerine mahsus sancak keşide edildi. Burada padişahımız efendimiz hazretleri namaz vaktine kadar istirahat buyurdular. Arnavudlar çadıra doğru diz çökerek oturmuşlardı. Her köyün her kabilenin bayrakları yerlere rekz edilmişti. Bayrakdarlar sırmalı cebken sırmalı camedan giymişlerdi. Etrafda bayraklar temevvüc ediyor gayet latif bir manzara teşkil… Rusya’daki müslümanların en büyük meraci’-i milliyyelerinden olan Orenburg Daire-i İftası’nı rub’ asırdan beri vücuduyla şereflendiren Hacı Muhammedyar Sultani Efendi hazretlerinin yirmi beşinci sene-i devriyye-i iftalarına tesadüf eden işbu sene-i hicriyyesi Cemaziyelahir’inin ikinci günü Rusya’nın İslam ile meskun kıtaatında umumi bir yevm-i sürur ittihaz olunarak bu vesile-i hasene ile pek büyük tezahürat-ı milliyyede bulunulduğu bu hafta aldığımız Rusya müslüman gazetelerinde maa’l-mesar mütalaa-güzarımız olmuştur. Gazetelerin verdikleri tafsilata göre merasim hakıkaten müşa’şa’ ve muhteşem bir surette icra edilmiş ve Rusya’daki din kardeşlerimizin bir kavmin medar-ı i’tila ve terakkısi olan ruh-ı milliyyet ile perverişyab-ı kemal ve irfan olduklarını herkese teslim ettirmiştir. Rusya’nın muhtelif İslam şehirlerinden merasime iştirak etmek üzere bir çok hey’et-i mahsusa Ufa şehrine gelmiş ve o gün daire-i iftitaya beray-ı tebrik vürud eden telgrafların adedi’ü ve mektupların adedi’ü tecavüz etmiştir. Müslüman ağniyası tarafından bazı şehirlerin şahsiyet-i ma’neviyyelerine izafetle müfti efendi hazretlerine takdim olunan hedaya bini mütecaviz bulunuyor. Bütün müslüman gazeteleri o güne aid nüshalarını müfti efendi hazretlerinin hidemat-ı mebruresini yad ve tezkara hasr etmişler hamiyet ve fikr-i milliyyet ile meşbu’ ateşin makaleler yazmışlardır. Müfti efendi hazretlerinin tasvirleriyle müzeyyen ilaveler halka meccanen tevzi’ olunmuş ve gazeteler namına yazılan fatiha-i tebrikiyyeler büyük harflerle tab’ edilmiştir. Hülasa müslümanlar o güne umumi bir bayram şekli vererek mütenezzihat da bahçelerde müfti efendi hazretlerinin şerefine icra-yı sur ve izhar-ı sürur u hubur eyledikleri gibi Orenburg’un merkezi olan Ufa şehrindeki tezahürat-ı milliyet-perverane de gayr-i kabil-i tasvir derecede bir şekl-i bedi’-i müstesna irae eylemiştir. Hey’et-i mahsusanın yalnız merasim-i kabulü iki gün devam etmiş ve keşide olunan umumi bir ziyafetle merasim miskiyyü’l-hitam olmuştur. Bu mes’ud ve şerefli günün hatıra-i ebedisi olmak üzere müfti efendi hazretlerinin namına izafetle bir darü’l-muallimin te’sisi cümle-i mukarrerattandır. Kazan müslümanları Hazret-i Osman radiyallahu anh efendimiz tarafından yazdırılan mesahif-i şerifenin oraca mahfuz nüsha-i mübarekesinden istinsah olunan bir nüsha-i şerifeyi atideki ithafnameyi yazarak müfti efendi hazretlerine “Saadetli müfti-i ehl-i İslam el-Hac Muhammedyar bin Muhammed Şerif Sultan hazretleri: Cenab-ı muhterem! Kemal-i metanet ile menasıb-ı milliyyemizin en alisi olan ifta mansıbında yirmi beş sene devamınız ve ehl-i İslam için bu kadar uzun müddet hidemat-ı nafiaya muvaffakıyetiniz münasebeti ile zat-ı muhtereminize kalblerimizde olan hissiyat-ı muhabbeti arz ve takdim etmeye biz Kazan müslümanlarına lutfen müsaade buyurunuz. Saadetli müfti efendi hazretleri! Zat-ı fakahet-simatları müftilik mansıbına şeref-bahş olduğu vakitten beri taht-ı olan ehl-i İslamın ahval-i diniyye ve ictimaiyyelerini hususan zıll-i himayenizde olan tarik-ı ali ricalinin maddi ve ma’nevi cihetlerini ıslah etmeye hemişe sa’y-i beliğde bulundunuz. Maksadınız mahkeme-i şer’iyyeyi bi-hakkın ıslah etmek ve taht-ı idarenizde olan müslümanların salah ve saadetleri yenin a’za-yı kiramını her devre-i ta’yinlerinde şu hayırlı hareket ve maksadınızda kendinize muavenet edebilecek erbab-ı fazl ü kemalden intihab ettiniz. Mahkeme-i şer’iyyede imtihan umurunu ıslah ve tanzim edip vezaif ve menasıb-ı diniyyeyi müstahıklarına tevdi’ etmeye cehd ü sa’y-i kamilde bulundunuz. Aile mes’elelerine nezaret ve ihtimam ile tertibe koyup binlerce mazlumelerin saadet ve refahiyetlerine sebeb oldunuz. Taht-ı nezaretinizde olan hatib ve imamlara her vakit pederane nasihatlerde bulunup onlara diyanetli iyi ahlaklı olmayı ve ahaliye hüsn-i muamele etmeyi ve kendilerine faideli vaazlar söylemeyi öğretip tenbihnameler ile daimi surette ve pak tutmaya din ve ilim öğrenmeye erkek ve kız çocuklarımızı mekteplerde okutmaya mektep ve medreseler bina eylemeye ehl-i İslamı tergıb ve teşvik edecek müessir vaazlar söylemek hakkında imamlara daima nasihatlerde bulundunuz. Saadetli müfti efendi hazretleri siz hakıkaten mes’ud ve bahtiyarsınız. Sizlerin şu saf ulvi kalbinizden çıkan ihlaslı tenbih ve nasihatleriniz; diyanet ve ilim yoluna sevk ettiğinizi hamiyetli müslümanlara güzel te’sir edip onlarda ilme muhabbet hevesini kuvvetlendirdi. Bu sayede maarif ve medeniyetten mahrum olan milletimiz zat-ı muhtereminiz müftilik mansıbında olduğunuz müddette fersah fersah terakkı edip şehirlerde değil hatta küçük karyelerde tertibli ve mektepler yüzlerce binlerce vücuda geldi. Bilumum medaris-i diniyye ıslah [ve] tekmil edildiği gibi bir nice muntazam medreseler yeniden te’sis edildi. Bunlarda tedris ve ta’lim vazifeleri nezaretiniz tahtında olan hatib ve terakkıyat görülmesi şübhesiz ki her türlü mevanii büyük bir zeka ve iktidar ile ıktiham eden zat-ı sami-i fakıhanelerinin erbab-ı ilm ü fazlı himaye etmeleri sayesindedir. Taht-ı idare-i aliyenizde olan evkaf-ı hayriyyenin tanzim ve ıslahı ve taht-ı inzibata alınması için hemişe ihtimam-ı tam irae buyurdunuz mücerred sa’y ü ihtimamınız sayesinde büyük şehirlerde ve karyelerde ali mescidler vücuda geldi. Himayenizde olan ehl-i ilmin ma’nevi cihetlerini ıslah etmek hususunda mücahedatta bulunduğunuz gibi maddi cihetlerini de ikmale çalışıp kahtlık yıllarda fakır ve muhtaç olanlarına hazine-i devletten büyük bir meblağ iane çıkartmaya muvaffak oldunuz. Taht-ı idarenizde askeriye sınıfından ma’dud olan ulemanın mahallelerindeki ahali-i müslimeye şefkat-i pedaranenizden dolayı vaazdan mahrum kalmamaları maksadıyla tekrar asker hizmetine çağırılmalarından muafiyetlerini te’min haklı talebinizi ısga ettirmeye muvaffak oldunuz. Askeriye hizmetinde olan müslümanların dini vazifelerini bi’d-defeat resmi surette orduya askeri imamlar konulmak müyesser oldu. Cenab-ı muhteremeniz çeryek asır müddet hidemat-ı müfidede bulunup ehl-i İslam’ı memnun ve minnetdar ettiğiniz gibi tabi’ bulunduğumuz devletin kanun ve nizamlarını tınız. Hükumetimizin halk için faideli tedbir ve maslahatlarını müslümanlara vaktinde eriştirip ve ma’kul cihetlerini anlatıp hüsn-i vasıta oldunuz. Hükumetimize emniyetimizin artmasına ve sevgili vatanımıza muhabbetimizin kuvvetlenmesine sebeb oldunuz. Cemi’ umur-ı diniyyemizin merkez ve mercii olan ve hükumet nazarında da büyük ehemmiyeti bulunan mahkeme-i şer’iyye riyaseti gibi gayet ağır ve mes’uliyetli bir vazifeyi çeryek asır müddet kemal-i sebat ve sadakat ile ifa edip milletin faidesi uğruna kendi rahatınızı feda ettiniz. Cenab-ı müfti hazretleri! Ehl-i İslam için bu kadar uzun bir müddet faideli hizmetlerde bulunduğunuzdan biz Kazan müslümanları sizlere hulus-ı kalble muhabbet ve teşekküratı halisanemizi takdim kılıp kabulünü rica ediyor; bundan sonra da devamınızı arzu edip Cenab-ı Hak’dan muvaffakiyetinizi ve çok seneler mübarek ve hayırlı ömürler ile muammer olmanızı tazarru’ ediyoruz. ’inci sene’inci May Kazan’daki Cem’iyet-i Hayriyye ve Şark Kulübü a’zaları tarafından da tebrik telgrafları çekilmiştir. Çelni müslümanları tarafından çekilen telgrafnamenin mündericatını ehemmiyetli bulduğumuzdan bunu da aynen naklediyoruz. Haccü’l-haremeyn Müftiu’l-İslam Muhammedyar Sultani Hazretlerine Şeyhü’l-islam hazretleri tam yirmi beş senedir ki dahili Rusya müslümanlarının en ali dini mansıbında bulunuyorsunuz. liyetli olan bu levazımda yirmi beş sene muvaffakıyetle devam ve sebatın müşkil bir iş idiği ma’lumumuzdur. Siz muhteremler bu müşkil vazifeyi her türlü siyasi müşkilat ve çetinlikler arasında kemal-i metanet ve gayretle eda kıldınız. Taht-ı idarenizde olan altı bin mahalde sakin ve mutavattın altı milyon ehl-i İslamın dini ve ahlakı ıslahatına oldukça çalıştınız. Muhtelif cihetlerden ma’ruz bulundukları ma’nevi afetlerden hıfz u himaye etmeye gayret ettiniz asırlardan beri intizamsız gelen mahalle idarelerini muntazam bir hale koydunuz. Geçen asırdan beri ıslah edilmeyen nuz. Hüddam-ı din olan ulema-yı İslamın refahiyet-i hali hususunda yollar gösterdiniz. Padişah ve vatan hizmetinde olan askeri gençlerimizin hissiyat-ı diniyyelerini muhafza yolunda eimme-i askeriyyenin çoğalmasına gayret ettiniz. Aile ve miras mes’elelerinin hall ü tesviyesi ehl-i İslam arasında ala vechi’ş-şer’ icra ve tenfiz kılınmasına sa’y ü gayret ettiniz. Ale’l-umum diyarımızda ahkam-ı şer’iyyenin bi-kaderi ma-emken icrasına sarf-ı himmet kıldınız. Zamanenin karışık vakitlerinde ehl-i İslam ile Hükumet-i Aliyye arasında şeklinde yazılmıştır. Türkçe’de adı Yarçallı’dır. tavassutla her tarafın rızasına hizmet ettiniz. Şahsınız için türlü ağırlıklar tahammül edip ehl-i İslamın faidesini aradınız. Biz Çelni şehri müslümanları cenab-ı fazılanenizi mes’uliyetli müftilik levazımında sene devam ve sebatınızdan dolayı tebrik ederek ehl-i İslam için faideli olan anifü’z-zikr hidemat-ı milliyeniz için halisane teşekkür ederiz. Yaşayınız müfti hazretleri yaşayınız. Yaşasın ehl-i İslam. Faziletli Müfti-i Ehl-i İslam El-Hac Muhammedyar Hazretleri! Orenburg Cem’iyet-i Şer’iyye-i Muhammediyye’si altı binden ziyade mahallenin mercii bulunduğundan Rusya’da en büyük idare-i ruhaniye-i İslamiyye olup onun ve onda reislik –Müftilik mansıbının– müslümanlar ve devlet idaresi nokta-i nazarından ehemmiyetinin büyüklüğü şübhesizdir. Biz müslümanlar dine ihlasımız ve din ulularımızın hüsn-i gelmişiz. Memleketimiz dahili siyasetinin müslümanları ağlatan o müellim zamanlarında umum ahalinin siyaset işinde şaşkınlık gösterdiği sıralarda biz müslümanların hemen i’tidal cılarımızın bizi bu tarika irşad etmelerindendir. Binaenaleyh ulemamızın imamı olup millet-i İslamiyye ile hükumet arasında vasıtalık eden zatın uhdesine büyük mes’uliyetli vazife düşüyor. Siz müfti hazretleri! Özünüzün hüsn-i niyyetiniz devlet hizmetinde pişkinliğiniz vasi’ ma’lumatınız mesail-i hukukiyyede uzun tecrübeniz sayesinde bu ağır mes’uliyetli müftilik hizmetini çeyrek asır müddetinde güzel eda kıldınız. Bahr-i Baltık’dan Muhit-i Kebir’e kadar müslümanların Ufa’daki idare-i ruhaniyyeleri siz hazretin riyaseti tahtında geçen yılda pek çok kesb-i intizam edip ahund ve mollalarımızın devlet ve millet hizmetinde gösterdikleri takayyüdler ve hususan aile mes’elelerinde mühim ve ictimai vazifelerini özlerinin mes’uliyetleriyle mütenasib bir surette ifa hususları irşadatınız ile pek çok tekemmül etti. mizin özlerinin de aile işlerini sizin idarenizdeki müslümanlar gibi muntazam surette gördürmeye çalışmaları hazretinizin hizmetlerine şahiddir. Bundan başka makamınızın ehemmiyetiyle mütenasib sa’y ü ictihadlarınız çoktur: Müslüman avallarında isirtkeç gitlerinin yaptırıldı müslüman askerlerin dini ihtiyaclarını eda için askeri imamlar ta’yin edildi. Mahalle levazımında bulunup da asker hizmetine çağırılan ulemamızın münasib hukuklarına ri’ayet olundu ehl-i Sebebli sergerdan müslümanlar hakkında ahkam-ı istisnaiyye vaz’ olundu hacc-ı şerif için umuma ruhsat verildi mescidlere aid umur-ı vakfiyye tanzim ve idareleri te’min olundu. Payitahtta mescid binasına felaket-i umumiyyeden müteessir olanlara iane cem’ine hükumetin çok tedbirlerini ehl-i İslam’a anlatıp bir yanlışlığa meydan vermemeye mahalle mektepleri ve medreselerin idare-i ilmiyyelerini tanzime ve maada hususlara sebk eden mesainiz muhterem let menfaatleri gözedilip yapılan bu hizmetlerden bazılarının semereleri meydana çıkıp bitmese de ictihadınız inkar olunamayacağından sa’yiniz meşkurdur. Ahalimiz arasında ihtilafa sebeb olan bir çok mes’elelerde bir fırkaya tarafdarlık göstermeyip kendinizi fırka ihtilafatından yukarı tutmak nezahetini muhafaza ile bütün taifelerin aynı derecede muhabbet ve ihlaslarını celb ettiniz. Bütün muamelenizde taht ve vatana sadakat ile taht-ı cenahınızda bulunanlara şefkat ve hayr-hahlıkta bulunduğunuza mükafat gibi Huda-yı teala hazretleri size bu büyük ve aziz mansıbın tul müddet devamını müyesser edip bugünkü mübarek bayramınızı bil-istihkak görmeye muvaffak oldunuz. Bu şevketli bayrama iştirak fevkalade meclis topladı ve hazretinizi cem’iyete fahri a’za muzaf birer müessese vücuda getirilecektir. Ma’lumat ve tecrübenizden milyonlarca müslümanların nızı Cenab-ı Rabbü’l-alemin’den yalvarırız. Ya Rab amin. Hayır duaların ız berekatından feyz ümid eden: İmzalar May Faziletli Müfti-i Ehl-i İslam Haccü’l-haremeyn Muhammedyar bin Muhammed Şerif Hazretleri! Dahili Rusya müslümanlarının mahkeme-i şer’iyye ve metanet ile yirmi beş yıl hizmet ederek bi-hakkın müstahık olduğunuz işbu şerefli bayram ve dua meclisinizi görmeye muvaffak oldunuz. Kolunuz altında bulunan binlerce mahalle müslüman halkı bugünkü gün sizin vatan ve millete aid ali hizmetlerinizi tahatturla cenabınızı hulus-ı kalbden tebrik ederler ve çok yıllar sıhhat ve afiyette bulunup işbu hizmet-i mukaddesede devamınıza ve kol altınızda bulunan binlerce mahalle hüddamını hüsn-i irşadınız sayesinde ehl-i İslamın dünya ve ahiret nail-i saadet olmalarına padişah-ı a’zam hazretleri ve hanedan-ı alisinin sıhhat ve afiyetlerine bugün milyonlarca müslümanlar ve şol cümleden Orenburg müslümanları bulunduğunuz mahkeme-i şer’iyyemizin müesisesi bulunan müteveffiye Büyük İmparatoriçe İkinci Katerina’nın haysiyet-i diniyyemize ri’ayeten bize bahş ettiği bu büyük ihsanı beraberinde onun ismini derun-ı dilden ikram ile yad ederler. Şevketli hazretimiz! Bir çeyrek asır müftilik mansıbında bulunduğunuz vakit ettiğiniz hizmetleriniz büyük ve ictihadınız çoktur. Bu saatte onları sayıp bitiremeyiz maa-zalik ol hizmetlerinizin umum tarafından takdir ve tahsin edildiklerini beyan etmeye muktediriz. Sizin müftilik devrinizde dahili Rusya müslümanlarında umumi bir intibah başlayıp maarif ve medeniyete meyilleri arttı. Mescid mektep ve medreseleri ta’mir ve ıslah ettiler. Mescid mektep ve medrese terbiyesi için ehl-i İslam arasında vakıflar çoğaldı. Muntazam surette idareleri te’min edildi; mahalle işleri tertibe girdi muntazam teşkilat-ı milliye yapıldı müslümanlarda müskirat teammümünün önü alındı müslüman askerlerin vezaif-i diniyyeleri nazar-ı i’tibara alınarak kendilerine daşımız bulunan Ruslar arasında hüsn-i münasebet arttı. Bunların müslümanlar için sevinçli haller olduğunda hiç şübhe yoktur. Bunların vücuda gelmesine siz hazretin ve kol altınızda bulunan terakkıperver mahalle hüddamın çok dahli bulunduğundan müslümanlar bunları takdir ederek bugünkü şerefli bayramınızda cenabınıza samimi minnetdarlık beyan ediyorlar. Şunlar cümlesinden umum Orenburg müslümanları da maa’l-iftihar bu bayramınıza iştirak ve din ve millet yolunda bir çeyrek asır hüsn-i hizmete muvaffakıyetinizden dolayı hazretinizi tebrik ve bunun bir yadigarı olmak üzere bir müessese-i hayriyyenin vücuda gelmesini temenni ederler. Hayır dualarınızdan berekat ümid eden: İmzalar TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Haziran Altıncı Cild - Aded: “Ne gelenden haberim var; ne gidenden haberim; Serseri kevne gelelden beri sersem gezerim!” diyen şu hale göre yalnız bizim değil Cenab-ı Hakk’ın hesabından bile haricde kalması lazım gelen avareleri bahse katmayacak olursak memleketimizde iki sınıf halk görürüz: “Ne varsa Şark’da vardır. Garb’a doğru açılan pencereleri kapamalıyız” diyenler. “Ne varsa Garb’da vardır. Harim-i ailemizi bile Garblılara açık bulundurmalıyız” iddiasına kadar varanlar. Lakin o kadar az ki birbirine neyzen bakışıyla bakan şu iki cemaatin arasında hiçbir mevcudiyet gösteremeyeceği için bunları da ister istemez der ceng-i evvel sürünün haricinde bırakılan biçarelere ilhak edeceğiz. Bana öyle geliyor ki ne varsa Şark’da vardır diyenler yalnız Garb’ı değil Şark’ı da bilmiyorlar; nitekim ne varsa Garb’da vardır da’vasını ileri sürenler yalnız Şark’ı değil Garb’ı da tanımıyorlar. Mesela Garb felsefesiyle uğraşıyor görünen bir adama deseniz ki: Yahu! Azıcık da bizim Şark’a aid felsefemizi tedkık etseniz.. Emin olunuz şu cevabı alacaksınız: – Aman canım! Hiç Şark’da mebahis-i felsefiyyeyi hazm edecek adam gelmiş midir? – Niçin efendim? Kelama tasavvufa aid bu kadar asar var. Onların hakkında ne buyuracaksınız? – Kelam dediğiniz teoloji olacak ki baştan başa safsatadır! Tasavvufa gelince bu da sırf Panteizm’dir başka bir şey değildir. Halbuki Panteizm bugün butlanı anlaşılmış bir meslek-i felsefidir. – Şu meslek-i felsefi hakkında az buçuk izahat lutf eder misiniz? – Hiç efendim işte ma’lum olan vahdet-i vücud! – Çok şey! Binlerce mütefekkir dimağı ömürlerce işgal eden mesail-i gamiza böyle “vahdet-i vücud” terkibiyle hülasa edilince işin içinden çıkılmış mı oluyor? Rica ederim siz tasavvufa dair bir eser okudunuz mu? – Lüzum görmedim. Çünkü tasavvufun dediğim gibi Panteizm olduğunu işitmiş idim. – Pekala! Tasavvufun Panteizm’e pek benzediğini hatta onun aynı olduğunu kabul edelim. Acaba Panteizm mesleğinin lanı yok mudur? Onu tedkık ettiniz mi? – Hayır efendim onu da tedkıke lüzum görmedim. – İnsaf ediniz tasavvuf saçmadır çünkü Panteizm’in aynıdır demek için her ikisini ayrı ayrı tedkık etmiş olmanız lazım gelmez miydi? – Hacet mi var? Bu kadar adam tedkık etmiş benim dediğimi söylüyor. – Sakın onlar da sizin gibi tedkık etmiş olmasınlar! Hem siz başkalarının kafasıyla mı düşünüyorsunuz? Ömründe baklava yüzü görmeyen fakat çeribaşının kızını yerken gören dayısından naklen bu tatlının lezzetine iman eden çingene karısı gibi siz de kendi zaikanızı ta’til edecek de ötekinin berikinin zevkine mi dellal olacaksınız? Geçende şuna yakın bir vak’a benim de başımdan geçdi. etti. Ben Hazret-i Mevlana’nın en gamiz en mücerred mesaili mahsüsat dairesine indirmekteki kudretine hayran olduğumu; o kitab-ı muazzamın mutlaka baştan başa okunması lazım geleceğini ileri sürünce arkadaşım dedi ki: – Hazret-i Mevlana Hind felsefesinin nakılidir. – Mesnevi’yi okudunuz mu? – Hayır. – Hind felsefesi nedir onu biliyor musunuz? – Hayır. – O halde böyle bir iddiaya ne cür’etle kıyam ediyorsunuz? – Öyle işittim. Görüyorsunuz bizdeki hali ya! Koca bir felsefe koca bir kitap koca bir kainat iki sözle devriliveriyor! Deminden beri can sıkacak atiden bizi büsbütün nevmid edecek bir çok sözler söyledik. Biraz da iyi tarafını görelim. Allah’a çok şükürler olsun ki hala içimizde ifrata tefrite kapılmayarak hakıkate i’tidal yolundan varmak için uğraşan kafaları eksik etmiyor. İşte Ferid’in Dini Felsefi Mu sahabeler ’i öyle bir kafa mahsulüdür. Müellifin dediği gibi “Ka’r-ı na-yabı ebediyetlere müntehi olan gayya-yı ilhadın kenarında dolaşmak isteyen kulub-ı mütereddideye akıbetin vehametini göstermek maksadıyla” yazılan bu eser bize bir çok hakaik-ı aliyyeyi en beliğ en vazıh bir lisan ile anlatmakta olduğu gibi deminki ifratlara tefritlere pek güzel bir nihayet veriyor. hem Şopenhavr’ı okuyan; hem Muhyiddin’i hem Spinoza’yı tedkık eden Mevlana’ya aşık olduğu kadar Hind felsefesindeki hakıkatleri de hırz-ı can edinen Hazret-i Ferid daha ne kadar uzatacaktık! Ferid’i Sıratımüstakım kari’lerine tanıtmak hasılı tahsil olacağı gibi eseri hakkında söz söylemek de benim kudretimin pek fevkindedir. Maamafih ezelden beri edebiyat avaresi olduğum için şu parçaları bir daha okumadan geçemeyeceğim: “Matiyye-i hayalimi saha-i la-tenahiye doğru sevk ettim. Menzil almaya neşveli neşveli tek ü taz etmeye başladı. Lakin merhale-i ulada dizlerinde kuvvet kalmadı. Aman bu benim cevelan edeceğim saha değil döneyim dedi. Biraz daha dedim. Zar zor biraz daha gitti. Fakat biraz daha gidecek olursam helak muhakkaktır diye feryad ediyordu. Yalvarmasına dayanamadım. Öyle ise dön; halini haddini bil de dairen dahilinde cevelan et dedim. Pür-lerze-i haşyet yerine çekildi. Fakat hala tiril tiril titriyor; hala nasıyesinden dolu daneleri gibi terler döküyor idi. Onu orada bıraktım ufka doğru tevcih-i nigah ettim. Kamer damen-i ufuktan nazan ve hıraman görünmeye başladı. Uçuk ziyası saha-i semaya bir reng-i hüzn-agin veriyordu en yakın olan hem-saye-i semavimizin çehresinde gerd-i küduret gibi duran kelefler gittikçe nazarımda hutut-ı ibtisam şeklini aldı. Kamerin bu ibtisam-ı latifi gönlüme de sirayet etti. Hatib-i nev-bahar bedayi’-i rebii nağme suretine temsil sir etmeye başladı. Ruhum onun söylediği şeyleri anladı. Soluma tevcih-i nigah ile denize baktım. Tatlı tatlı uyuyur ruzgar gündüzün ıztırab-ı ta’b-engizinden yorgun düşmüş o yorgunlukla derin bir uykuya dalmış olan o safha-i nur-ı mevvac ile oynaşmak için onu uyandırmaya çalışıyordu. Deniz ruzgarın işve-i şebabı andıran iz’acat-ı mütevaliyyesine bir fütur-ı lakaydi ile mukabele ettikçe o yaramaz çocuk yine rahat durmuyor yine onun ötesini berisini gıcıklıyor tafeye başladılar. Yaramaz çocuk onun yanağına hafifce dokunup kaçar o da bir tavr-ı rehavet-nüma ile elini kaldırıp arkasından sular serper idi. Latifeler gittikçe şiddet kesb etmeye sükut ile başlayan bu mülatafat arasında sesler zin sadası da hafif bir nevha-i iştikayı iktirabı andırıyordu. Ne ise sesler pek o kadar yükselmedi. Ruzgar kaldı; deniz de tekrar hab-ı nuşine daldı. Afakta tecelli eden bu halatı gördükçe ben de neşvelenmeye başladım. Kendi kendime dedim ki: Oh ne a’la! Feleğin şu bad-ı heva safasından biraz müstefid olayım. Derhal bir lisan-ı gayb-ı semavi bana şu sözleri söyledi: “Bad-ı heva dediğin safa hangisi? O safanın husulüne badi olan şu levha-i garra silsile-i i’dadında milyonlar vahid hükmünde kalan edvar-ı tekallübatın mahsul-i mesaisidir.…” “…. Evden çıktığım esnada hiç kabristana gitmek niyetinde değil idim. Meğer niyetin oraya gitmeye te’siri yok hakıkati ihtar ediyor idi. Etrafa baktım hayhuy-i hayat başlamak üzere idi. Fakat mahalle-i emvatta hüküm-ferma olan sükun-ı amik haricin dağdağasından kat’a müteessir değil raş-ı vapesininde yatanların miad-ı istikazına kim bilir daha ne kadar zaman var idi! Onların yelda-yı samitleri güneşin tuluundan bi-haber idi. Her yerde gündüz geceyi ta’kıb ediyor. Fakat onların gecesi gündüze müntehi olmaksızın bir siyak üzere gidiyor idi. Ah-ı medid şeklinde asumana ser çeken siyah kesif serviler hafif bir ruzgarın temasıyla başlarını ağır ağır iki tarafa sallamakda guya a’mak-ı mekabirden aldıkları peyam-ı ahireti hüzn ü vahşetle memzuc bir eda ve sada ile guş-ı ibrete isal etmekte idi….” Musahabelerde buna benzer bir çok şiirler daha var ki hepsinin altından müellif binlerce hakaik-ı felsefe çıkarıyor. Ben burada onları nakle kalkışmayacağım. Ancak Hazret-i Ferid’den bize böyle büyük büyük bir çok eserler daha yazmasını niyaz ederek söze nihayet vereceğim. Hicret-i seniyyenin üçüncü –veyahud ala-rivayetin beşinci– sene-i devriyyesi idrak olunmuştu. Ümmehat-ı mü’mininden Zeyneb bint-i Cahş radıyallahu anha validemiz –Sure-i Celile-i Ahzab []– Tebşir-i İlahisiyle Cenab-ı Ecmelü’r-rüsül aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretlerinin dest-i kudsiyet-peyvest-i oluyordu. Ber-mantuk-ı ferman-ı İlahi velime cem’iyetine müba- “ Zeyneb’i biz sana tezvic ettik!” Bu emsalsiz iltifat-ı İlahi ile doğ- “ Vefatımdan sonra sizden bana en evvel kavuşacak en sahiniz- ] Yani: Veliemr-i alisi şeret ve lazımü’l-huzur olan zevat-ı kiram da’vet buyuruldu. Med’uvvin; ba’de’t-taam musahabeye koyuldular; sohbet uzadı. Halbuki artık dağılmak zamanı gelmiş ve belki geçmişti. Zat-ı Hazret-i Risalet-penahi aleyhissalatü vesselam dışarıya çıktılar; biraz sonra müsafirler de avdet ettiler. Devlethanelerinde kimse kalmadığını hadim-i bahtiyarları Hazret-i Enes gelip haber verdi. Muavedet buyurdular. Enes de girmek üzere iken perde çekildi. Haricde kaldı. İşte o dakıkada “Ayet-i hicab” Şeref-efza-yı nüzul olmuştu. “Artık Nebiyy-i muhteremimin ezvac-ı tahiratı harim-i hassu’l-hassına duhulden memnu’sunuz. Fi-ma-ba’d müşarun-ileyhinne hazeratından bir şey talebinde bulunduğunuz vakit perde arkasından isteyiniz!” “Size söylüyorum –ey ashab-ı Resul–! –Şu ihticab ve tesettür –Yahud: Perde ardından taleb-i hacet– gerek sizin ve gerek onların taharet-i kalbinizi safvet-i vicdanınızı tekdirat-ı şeytaniyyeden muhafaza hususunda daha müessir bir tedbir-i selamet-bahşadır.” Çünkü göz kalbin penceresi nazar; vicdanın muhbiridir. Göz görmedikçe kalb teheyyüc ve tekeddür etmez; nazar haber vermedikçe vicdan telaşa derde düşmez. Evet; gerçi bazı kalb-i selim rü’yetten müteessir olmaz; hatta: diye sine-i visale çağırılsa su’ ve fahşadan masrufiyet ve mahfuziyet sayesinde “Maazallah…..!” Cevab-ı haşyet ve takva-perestanesiyle redd-i murad da eder. Fakat kayd-ı celilinde ne esrarengiz bir ma’na-yı imtinan olduğu da teemmüle şayandır. Kanun; umumidir. Vazıı bile ondan müstesna olamaz. Belki ahkamına ri’ayette numune-i itaat ve inkıyad olur. “Ey ma’şuk-ı ezel! Sana ve senden evvel geçen ihvan-ı kiramına şöyle vahy ettik: Farz-ı muhal olararak –Haşa! Estağfurullah ve eluzü ileyh –Zeyl-i rida’-i nübüvvetin levs-i şirke temas etse amelin –elbette– mahkum-ı ihbat ve ibtal olur.” Ne dehşetli bir cilve-i hitab! Nebi ma’sumdur. Ma’sumdan şirk değil en küçük bir zenbin bile suduru muhal ender-muhaldir. Kanun-ı İlahiye karşı en büyük en gayr-i kabil-i afv bir isyan olan şirk faraziyesine muhatab olmak – düşünmeli!– ne demektir? Bu hitaba –hakıkat ve nefsü’l-emrde– muhatab biz olduğumuzu sakın! –Unutmayalım. Nebiyy-i ma’suma farz-ı muhal suretiyle tevcih buyurulan hitab-ı İlahiye bizim farzsız muhalsiz! muhatab olmamız evla ve evla bit-tariktir. Ayet-i celile-i hicabın böyle ezvac-ı tahirata has olarak şeref-nüzulü ve bu hususiyet-i ihticabın mutlakiyeti atideki hatırat-ı es’ileyi tevlid etti: – Ezvac-ı tahirat bundan sonra; zevc-i muhteremlerinden maada– hiç kimseye görünemeyecekler mi? – Lede’z-zarure dışarıya çıkamayacaklar mı? – Sair nisvan-ı müslimat haklarında hüküm nedir? “Pederlerine evladlarına kardeşlerine birader ve hemşire-zadelerine ve nisa-i müslimata ve mülk-i yeminleri olan cariyelerine görünmekte onlara vebal yoktur. Allah’dan –Ey ezvac-ı tahirat!– korkunuz! Mevki’-i hass-ı ictimainize çekilen sera-perde-i ihticabı hetk ile nefslerinizi duçar-ı ukubet olmaktan vikayet ediniz!” “Ey Nebiyy-i muhteremimin ezvac-ı tahiratı! Siz –Resul-i zi-şanın şeref-i cihan-baha-yı zevciyyetine nailiyetiniz sayesinde– nisvan-ı saire cemaatından hiçbiri gibi –eğer Allah’a ve Resulullah’ın hükmüne muhafeletten ittika ve ictinab ederseniz– değilsiniz!.. İmdi: Sizden bir şey sual olunduğu vakit öyle şan-ı iffet ve ismetleri şaibedar kadınlar gibi mühtezz sada ile işvekarane cevap vermeyiniz ki kalbi meyyal-i fücur olanlar ümidlere düşerler! Cevabınız töhmet-i ıtma’dan beri galiz ve haşin olsun! Yani: Savt-ı tabiinizi ketm ederek mütenekkir bir sada-yı ca’li ile cevap veriniz!” Baladaki ayet-i celilenin maba’di: “Harir-i ismetinizde aram-güzin-i huzur ve rahat olunuz! Öyle zaman-ı cahiliyette olduğu gibi açık saçık sokağa çıkıp da zinetlerinizi göstermeyin ve eda-yı şuhane ile salınarak kurularak yürümeyiniz! Ta ki ağyarın enzar-ı şehevatını tehyic ve üzerinize celb ve cezb etmiş olmayasınız! Beş vakit namazınızı kılınız! Zekatınızı veriniz! Allah’a ve Resulullah’a samı izhab ve ib’ad ve sizi tathir-i beliğ ile tathir etmeyi irade ve inayet buyuruyor.” Biz: Rical-i mü’mininin sebilü’r-reşadda hadi ve muktezamız veliyy-i ni’met-i alem-i vücud aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri oldukları gibi muhadderatımızın pişva-yı din ve dünyası da ehl-i beyt-i Resul-i Kibriya’dır. “Resul-i muhteremim! Onlara söyle: Eğer Allah’a kalben ve nevahiye gerdan-dade-i itaat ve teslimiyet olunuz ki o da sizi sevsin: Sizden razi olsun. Sizin günahlarınızı afv ü mağfiret buyursun; Allah’ın mağfireti bi-gaye rahmeti bi-nihayedir.” Binaenaleyh: Allah ve Resulullah’a gerçekten imanı olan her müslüman kadını ahlakan akvalen ve ef’alen [e]zvac-ı tahirata ehl-i beyt-i Resul’e ittiba’ ve iktida eder. Lüzumsuz yere harim-i ismetinden çıkmaz; evladlarını ciğerparelerini terbiye ve umur-ı beytiyyesini tesviye ile iştigal onun ezvak-ı hayatı olur. Ehabb-ı zevcat-ı Resulullah Hazret-i Aişe radiyallahu teala anha validemizden rivayet olunuyor: “Kadın; avrettir. Enzar-ı ağyara görünmesi ayıb ve binaenaleyh tesettür ve [i]htifası vacibdir. Evinden çıkınca ona Hadis sahih olmak üzere Ebu Ümame hazretlerinden rivayet olunuyor: “Hangi kadın ki lavanta ve emsali ıtriyyat sürünerek çıkar ve meşamm-ı ricali kokularına boğmak için onların yanından geçer; işte o kadın zaniyedir; ona bakan gözler de zaniyedir.” Zinanın yalnız kendisi değil mukaddemat ve esbabı da haramdır. “Sakın –Ey mü’minin ve mü’minat!– zinaya takarrub etmeyiniz! Çünkü zina insaniyetin akl-ı selimin kemal-i nefret ve istikrah ile i’raz eylediği yüzünü çevirdiği bir fahişe-i cinayet bir mel’anettir. Zina; ne fena bir meslek-i dalal ve hüsrandır!” Nehy-i hakimini: “Fi’len mübaşeret şöyle dursun mukaddemat ve esbabını ediyorlar ki pek doğrudur. Ve illa buyurulmaz doğrudan doğruya: Buyurulurdu. Zinaya takarrub: Mukaddemat ve esbabını mecami’-i ricale dalması –velev azm ü kasd olmasa da– mukaddemat ve esbabını istihzar değilse nedir? İntişar eden o revayih-i miskiyye o eda-yı şuhane ne ile te’vil olunabilir? Bunun hürmetine şek ve şübhe etmek haramdır. Cevher-i ismet ve iffetinin kadr u kıymetini bilen her muhaddere-i İslam; bundan –ateşten kaçar gibi– sakınır. Zinet; kadının hakk-ı meşruudur. Zevc-i meşruuna karşı ne kadar süslenmek mümkün ise süslensin: Altunlara elmaslara mücevherlere gark olsun! Itriyyata boğulsun! Şeriat; bu arayiş ve tecemmülünü teşvikkarane istihsan eder ecr ü mükafat bile va’d eyler. Fakat yalnız zevc-i meşruuna olmak şartıyla…..! Yoksa aleme karşı değil ağyar içine dalmak niçin? Niçin ki onların arasında bir çok da insan şeytanları var! Aradıkları: Mefsedetten mel’anetten ibaret. Kadının fıtri ve cibilli olan bu sevda-yı arayiş ve tecemmülü erkek için ise o da harim-i ismetinde zevc-i meşruuna mahsus olmak mukteza-yı akl ü hikmet değil mi? Evet; kadın; hakk-ı tezeyyün ve tecemmülünü aramgah-ı ağyara karşı israf ederse pek büyük bir zulüm olur. Böyle perde-birunane bir hareket; zevcine hakaret ve belki ihanettir. Meğer zevc buna razi ola….!? Gerek ezvac-ı tahiratın ve gerek sair nisvan-ı müslimatın bir lüzum ve ihtiyac halinde dışarıya –tesettür etmek şartıyla– çıkabileceklerine dair inayet-bahş-ı nüzul olan ayet-i celile: “Ey Sultan-ı Enbiya! Ehl-i beytin olan ezvac-ı tahiratına ve benat-ı mükerrematına ve bütün nisvan-ı müslimine – şefkaten ve sıyaneten– söyle: Büyut-ı ismetlerinden – lede’z-zarure arada sırada– çıktıkça yüzlerini ve bütün vücudlarını örtsünler!” Müfessirin-i izam: “Lede’l-hace dışarıya çıktıkları vakit yüzlerini vücudlarını cilbab-ı ismetleriyle örtsünler!” Sözleriyle tefsir ediyorlar. “Celabib” “cilbab”ın cem’idir. Ruhu’l-Beyan sahibi “cilbab” Farisi olarak “çar” ile tercüme ediyor ki bizim isti’malimize tamamıyla muvafık Türkçeleşmiş bir kelimedir. Bu hutbeyi evvelki hafta Bursa’da Hüdavendigar-ı cennet-mekan cami’-i şerifinde vuku’ bulan fevkalade ictima’-ı azimde minberde nutuk tarzında Arapça olarak irad ve tertilden sonra birkaç bin cemaat-i müslimine hitaben “Müslümanlar din kardeşler ma’lumunuzdur ki Cuma hutbesi bir nutk-ı dinidir. Müslümanlar okunan hutbelerin ma’nasına vakıf olmazlar ise saadet-i dünyeviyye ve uhreviyye için matlub olan faide hasıl olmaz. İşte size şimdi Arapça olarak okuduğum mev’ıza ile ayat-ı kerimeleri ve ehadis-i şerifeyi muhtasaran tercüme ediyorum” deyip baladaki yazılan hutbeyi Türkçe olarak cemaat-i muvahhidine söyledim ve nihayetinde Cenab-ı Hak umum İslam kardeşlerimizi şarkta ve garbda muvaffak bi’l-hayr buyursun duasıyla hatm-i kelam ederek ayet-i kerimesini okudum ve namazı eda ettikten sonra her tarafdan hayırlı dualara nail oldum. İşte o pak ve saf kalblerden kopan hayırlı dualar bana mucib-i iftihar ve saadet-i uhreviyyedir. Çünkü İslamiyet’in nam-ı alisi altında Osmanlı milletinin terakkı ve tealisinden başka bir emelim yoktur. Evet şimdi ketm edemeyeceğim bir cihet kaldı. O da şudur ki Bursa’da Cami’-i Hüdavendigar’da minber üzerine hutbeyi tercüme eylediğimden dolayı ba’de’s-salat umum cemaat tarafından acizlerine hitaben hay Allah razi olsun işte tam bugün müslümanca bir Cuma namazı kıldık ya demek okunan hutbelerde çok faideli şeyler vardır biz bilmiyorduk dediler. Bu sözlere tarafımdan şimdilik bir şey ilavesine lüzum görmüyorum. Ali Şeyhü’l-Arab Üçüncü asr-ı hicri tarih-i insaniyyette mümtaz bir devre-i yeganedir. Bu asırda İslamların gösterdikleri havarik-ı ilmiyye hiçbir zamanda hiçbir yerde görülememiştir. Cehl ve bedavet teşettüt ve fetret içinde puyan olan kavimler nur-ı mübin-i Furkan’ı rehber ittihaz eder etmez bir sür’at-i berkıyye ile iklim-i ilm ü irfanı kabza-i teshire aldılar. da yalnız fenn-i tıb ve kimya iştihar eylemişti. Üçüncü asırda ise fünun-ı mevcudenin bil-cümle şuabatı medaris-i İslamiyyede tedris olunuyordu. Efkar-ı fenniyenin tevessü’ ve sür’at-i intişarı hususunda hulefa-yı Abbasiyye’nin şayan-ı tebcil hidematı sebk etmiştir. Bilhassa el-Mansur er-Reşid ve el-Me’mun tarih-i ulumda hürmetle yad edilen eazım sırasına geçmişlerdir. Bunların himemat-ı ber-güzideleri sayesinde Bağdad cihan-ı medeniyyetin merkez-i irfanı halini iktisab eyledi. Dünyanın her tarafından erbab-ı ilm ü fen ashab-ı zeka mukavemet-suz bir cazibe te’siriyle Bağdad’a bu merkez-i şa’şaanisar-ı Abbasilerin makam-ı vezaretinde iştihar eden Bermekiler de hulefanın isrini ta’kıb ediyorlardı. Yüksekten başlayan bu ibtila teammüm ettikçe ediyordu. Bir halde ki bütün efrad-ı İslamiyye banu-yı fennin cazibe-i füsun-karı karşısında meshur ve şeyda kalmışlardı. Herkes çılgıncasına bir gayret ve ibtila ile tahsil-i fünuna koyulmuştu. Ekabir-i İslamiyyenin daireleri konakları erbab-ı ilm ü kemal ile mali idi. Hülasa bu asırda hey’et-i ictimaiyye-i eylemişlerdi. Hükema-yı kadimenin asarı kamilen Arapça’ya nakl ü tercüme edildi. Fakat İslamlar miyanında yetişen dahiler hükema-yı kadimeyi gölgede bırakacak derecelerde harikalar gösterdiler eserler meydana getirmeye muvaffak oldular. Dokuzuncu asr-ı miladide dünyanın en mütefennin hey’et-şinaslarına en mütefekkir hakimlerine tesadüf edilebilirdi….. Tarih-i medeniyyet bu hakıkatin bir şahid-i adilidir. Havza-i İslamiyyeden haric memalik ve Avrupa ise derin bir cehl hurafe-alud bir taassub içinde uyuşmuş kalmışlardı. Sanki o vakitlerde bugünkü halin bir levha-i ma’kusesi tersim edilmek istenilmişti!.. Asar-ı kadimeyi Arapça’ya tercüme etmek için halifelerin riyaseti tahtında bir çok hey’et-i ilmiyyeler teşkil olunmuştu. zamanında bir istikamet-i muayyene alabilmişti. Harun devrinde hutuvat-ı muntazama ile seyrinde devam ve nihayet Me’mun’un saye-i irfanında inkişaf-ı layıkını iktisab eyledi. El-Me’mun tazminat-ı harbiyye mukabilinde Bizans imparatorundan bir çok kütüb-i kadime almıştı. “Beytü’l-Hikme” namıyla teşkil edilen akademide bu eserler tedkık ve Arapça’ya nakl ü tercüme edildiler. Beytü’l-Hikme’ye devam eden eazım miyanında Ebu görülüyor. Yunan-ı kadim maarifini daha yakından tedkık etmek alat-ı rasadiyyeye dair tetebbuatta bulunmak üzere hey’etşinas-ı şehir Muhammed bin Şakir İstanbul’a kadar bir seyahat Abbasiler devrinde fenne karşı uyanan şagaf-ı ibtilakarane yalnız hulefaya ve cem’iyetin mevaki’-i aliyyesini işgal eden ekabire münhasır değildi. Bütün millet-i İslamiyye bir gayret-i harika-nüma ile tetebbuat-ı ilmiyyeye koyulmuşlardı. Hulefanın teşkil ettikleri encümenden maada ahali ve efrad arasında dahi müteaddid hey’et-i ilmiyyeler teşkil olunmuştu. Erbab-ı servet ü samanın muavenetleriyle teşekkül eden bu hey’etler büyük dahiler mümtaz alimler tarafından idare olunuyordu. Mesela hey’et-şinas-ı şehir Muhammed bin Musa riyaziyat hey’et ve tıb ile meşgul bir akademi riyasetini idare ediyordu. Me’mun’un kurenasından Ali bin Yahya başka bir encümen-i Musa bin Abdülmelik –ki vüs’at-i ilmiyyesiyle mümtaz idi– bir hey’et-i tıbbiyeyi idare ediyordu. Ahmed bin Muhammed İbrahim bin Muhammed bin Musa Abdullah bin İshak muhtelif şuabat-ı fenniyyeye dair ayrı ayrı birer gurup birer encümen teşkil etmişlerdi. Muhammed bin Abdülmelik tarafından riyasetinde bulunduğu hey’et-i ilmiyye için mahiye iki bin lira sarf edildiği bir çoğu eserlerini Abdülmelik namına ithaf eylemişlerdir. Tercüme edilen asar yalnız müellefat-ı kadime-i Yunaniyyeye hasr edilmemişti. Hind ve İran-ı kadim asarı dahi Arapça’ya tercüme edilmiştir. İbnü’l-Mukaffa Hind’in meşhur Kelile ve Dimne’sini Arapça’ya tercüme eylemiştir. “Manka” isminde bir Hindli zehirlerden bahis bir eseri Kitabü’s-Sümum ünvanıyla Arapça’ya tercüme eylemiştir. Esasen Me’mun’un sarayı bir akademi halinde idi. İlim ve irfanlarıyla iştihar eden eazım çar-aktar-ı cihandan südde-i Abbasiler devrinde zuhur eden erbab-ı felsefe miyanında; el-Kindi bir sima-yı mübeccel arz eder: – Bu zat şuabat-ı fenne olan vukuf-ı tammı ve vüs’at-i irfanıyla mümtazdır. Fennin her şu’besine dair asar te’lifine muvaffak olmuştur. Bu derece vüs’at-i ma’lumat cidden hayret-bahş bir harikadır. Halid bin Yezid Ca’fer-i Sadık el-Kindi’nin vüs’at-i irfanı önünde birer tilmiz derecesine inerler. El-Kindi’nin ufk-ı irfanı Cabir’i bile unutturacak derecede rengin ve vasi’dir. Zamanının erbab-ı ilmi kendisini üstad ve “el-Feylesof” ünvanıyla yad ederlerdi. El-Kindi’nin pederi Harun ve Me’mun devirlerinde Kufe valiliklerinde bulunmuştu. Tahsilini Bağdad-ı behişt-abad’da dad’a azimeti dokuzuncu asr-ı miladinin ilk senelerine müsadif olduğu zannolunuyor. El-Kindi bir harika-i zeka idi. Arapça’dan maada Süryani ve Yunani lisanlarına da vakıfdı. Her iki lisandan da pek çok asar tercümesine muvaffak olmuştur. tarih-i miladisinde el-Kindi’yi Bağdad Rasadhanesi’nde görüyoruz. Üç ay imtidad eden bu rasadatla şevaib-i şemsiyyeyi tedkıke koyulmuştu. Bütün derin düşünücüler gibi el-Kindi de rukabanın ithamatından vareste kalamadı. Muarızlarının telkınat-ı sefilaneleriyle Halife Mütevekkil koca hakimin asarını müsadere etmek garabetinde bulundu. Fakat çok geçmeden halife bu hatasını tashih eylemiştir. El-Kindi’nin asarı bir kütübhane teşkil edecek kadar mütenevvi’dir. Felsefe riyaziyat tabiiyyat tıb ilm-i kelam muvaffak olmuştur. Bilhassa Kitabü’l-Felsefeti’l-Ula ve Kitabü’l-Felsefeti’d-Dahile namındaki eserleri hikemiyat-ı aliyye Felsefenin lüzum-ı tahsiline dair Kitabü’l-Hassi ala Teallümi’l-Felsefe ünvanlı bir eser yazmıştır. El-Kindi August Comte’dan senelerce evvel riyaziyata esaslı bir surette vukuf-peyda edilmeksizin gavamızat-ı felsefiyyenin anlaşılamayacağını Kitabü fi İnnehu la-Tenalü’lFelsefe eylemiştir. Biri hakıkı diğeri izafi olmak üzere iki kıymeti haiz olmak ve a’dad-ı na-mütenahiyyeyi on kadar işarat-ı muayyene suret-i isti’maline dair yazdığı Risaletün fi Keyfiyyeti İsti’mali’l-Hisabi’l-Hindi namındaki eseriyle Risaletün fi Te’lifi’lA’dad ünvanlı kitabı ilm-i hesaba ne derecelerde vakıf olduğunu pek güzel gösterebilir. El-Kindi hey’etten ahval-i kevakib ve safahat-ı kamer hakkında dahi bazı eserler yazmıştır. Şems ve kamerin etrafında görülen “hale”leri ayrıca bir risalede izah ediyor. Risaletü fi İstihraci Hattı Nısfi’n-Nehari ve Semti’l-Kıbleti bi’l-Hendese ünvanlı eseri pek makbuldür. Risaletün fi İlleti İhtilafi’l-Ezmani fi’s-Seneti ve İntikaliha bi-Erbaati Fusul namındaki bir broşürüyle Risaletün fi İhbari Eb’adi’l-Ecram ve Risaletün fi İstihraci Bu’di Merkezi’l-Kameri ve mine’l-Arz eserleri ilm-i hey’ete aid esaslı ma’lumatı cami’dir. El-Kindi ecram-ı semaviyyenin eb’adını ta’yine mahsus bir alet ihtiraına da muvaffak olmuştu. Yazdığı bir risalede bu aletin esas ve suret-i isti’maline dair ma’lumat-ı lazıme vermiştir. Medd ü cezre dair olan Risaletün fi’l-Meddi ve’l-Cezr eseriyle merayadan bahis Risaletün fi Şiari’l-Mir’at ve ilm-i ahval-i cevviyyeye aid Risaletün fi İlleti’ra’di ve’l-Berkı ve’sSelci ve’l-Berdi ve’s-Savaıki ve’l-Matar ve hayvanattan Risaletün fi’l-Haşerat ünvanlı eserleri meşhur ve makbuldür. Risaletü’l-Matar Latince’ye tercüme edilmiştir. El-Kindi’nin te’lifine muvaffak olduğu asarın yalnız isimlerini zikr etmek için sahifeler dolusu yazı yazmak icab eder. El-Kindi etıbba-yı İslamiyye arasında ikinci derecede sayılırsa da bi-hakkın eazım-ı erbab-ı felfese miyanına idhal olunabilir. El-Kindi Serahsi gibi büyük şakirdler yetiştirmeye muvaffak olmuştur. Müellefatının en meşhurları ber-vech-i atidir: Risaletün fi İleli Evzai’n-Nücumiyye Risaletün fi’t-Tevhidi min Ciheti’l-Aded Risaletün fi’l-Medhali ila Sınaati’l-Musikı Muhtasaru’l-Musikı fi Te’lifi’n-Nagam ve San’ati’l-ud Risaletün fi İleli Ahdasi’l-Cevv Risaletün fi Nevadiri’l-Felasife Risaletün fi’l-Akl Risaletün ani’l-İlleti’l-Faaileti’l-Karibeti li’l-Kevni ve’lFesadi fi’l-Kainati’l-Fasidat Risaletün fi’l-Eseri’llezi Yazherü fi’l-Cevvi ve Yüsemma Kevkeben Risaletün fi’l-Kevkebi zi’z-Zuabe Risaletün fi Ma’rifeti Eb’adi Kuleli’l-Cibal Risaletün fi Enva’i’l-Cevahiri ve’l-Eşbah Risaletün fi Enva’i’l-Hadidi ve’s-Suyufi ve Ceyyidiha ve Mevazi’i İntisabiha Risaletün fi’l-Esereyni’l-Mahsüseyni mine’l-Ma’ Risaletün fi İlmi’l-Havas Risaletün fi’l-Feleki ve’n-Nücum Risaletün fi’l-Mübdi’i’l-Evvel Risaletün fi Butlani Da’ve’l-Müddeiyyine San’ate’zZehebi ve’l-Fızzati ve Hud’aihim Risaletün fi Ameli Meraye’l-Muharrakati Risaletün fi’l-Ecrami’l-Habita Risaletün fi İlleti İhtilafi Enva’i Elsine Risaletün fi Asari’l-Ulviyye Risaletün Muhtasaratün fi Hududi’l-Mevalid Risaletün fi İlleti’n-Nevmi ve’r-Rü’ya ve ma Yermüzü bihi’n-Nefs Risaletün fi’l-Ahlak Risaletün fi Siyaseti’l-Amme Risaletün fi’t-Tenbihi ale’l-Fezail Risaletün fi İktirani’l-Mileli fi’t-Tevhid Risaletün fi’l-Bürhan Risaletün fi Tesbiti’r-Rüsüli Aleyhimü’s-Selam Risaletün fi Enne’l-Cisme fi Evveli İbdaihi la-Sakinün vela Müteharrikun Zannun Batıl Risaletün fi Butlani Enne Cüz’en la-Yetecezze’ Risaletün fi Nakzı Mesaili’l-Mülhidin Risaletün fi’l-Hayat Risaletün fi’l-Ferase Risaletün fi’l-Gıda’ ve’t-Deva’ Risaletün fi’t-Teşfiyeti’s-Sümum Risaletün fi’l-Alemi’l-Aksa Risaletün fi Menazıri’l-Felekiyye Risaletün fi İhtilafi’l-Menazır Risaletün fi San’ati’l-Usturlabı bi’l-Hendese Risaletün fi İstihraci’s-Saati ala Nısfı Küretin bi’l-Hendese Risaletün fi Şürukı’l-Kevakibi ve Gurubiha bi’l-Hendese Risaletün fi Taksimi’l-Müsellesi ve’l-Murabba’i ve Amelihima Risaletün fi’l-İlleti’lleti Nera mine’l-Halati li’ş-Şemsi ve’lKameri ve’l-Kevkakib Risaletün fi Takribi ve Vitri’d-Daire Risaletün fi Keyfiyyeti Ameli Dairetin Müsaviyetin liSathi Üstüvanetin Mefruza Kitabün fi Mesaili’l-Mesahati’l-Enhari ve Gayriha Risaletün fi’ş-Şuaat Risaletün fi İleli Ahdasi’l-Cevv Risaletün fi’l-Kirbat Risaletün fi Tastihi’l-Küre Risaletün fi Enne Rü’yete’l-Hilali la-Tuzabbata bi’l-Hakıkati ve İnneme’l-Kavlü fihi’t-Takrib Risaletün fi İhtilafi Suveri’l-Mevalid Risaletün fi’l-Kemmiyyeti’l-Muzafe Risaletün fi Sür’ati ma Yüra min Hareketi’l-Kevakibi iza Kanet fi’l-Ufk Risaletün fi İhtirasi min Huda’i’s-Sofistaiyye ev Betaiha Küllema İllet Risaletün fi’l-Medhali ile’l-Aritmatiki ulum-ı riyaziyyeye aid Kitabü’l-Felsefeti’l-ula fima dune’t-Tabiiyyati ve’tTevhid Kitabü’l-Felsefeti’d-Dahileti ve’l-Mesaili’l-Mantıkiyye Yalnız şu isimlerin mütalaası el-Kindi’nin nasıl bir harika-i deha ne derece mütebahhir bir nadire-i zeka olduğunu anlatmaya kafidir zannederim. El-Kindi’nin bunlardan başka daha pek çok müellefatı varsa da burada yalnız fünun ve felsefeye müteallık olanlarının en meşhurlarının zikriyle iktifa ediyoruz. Hükema-yı kadimenin asarını tefsir ve tenkıd hususunda yazdığı müellefat da şayan-ı tedkık mebahisi cami’dir. Hülasa el-Kindi Şark’ın en büyük mütefekkirlerinden en müdekkık mütebahhirlerinden ma’duddur. – Sabiiyyü’l-mezheb olmakla beraber dokuzuncu asr-ı miladide Irak erbab-ı fenni miyanında bariz bir sima-yı irfan arz eden riyaziyyundan Sabit bin Kurra’yı zikr etmeden geçemeyeceğiz. Sabit’in beş yüz kadar Arapça ve on altı cild de Süryanice asar te’lifine muvaffak olduğu tevatüren rivayet ediliyor. Jeolojiden miyah-ı bahriyye ve teşekkül-i cibal hakkındaki müellefatı pek kıymetdardır. Musikı hikmet-i nazariyye ve tıbba dair de hayli asarı vardır. Müellefatının riyaziyyat ve ilm-i hey’ete aid olanları yirmiye baliğ oluyor. Sabit Oklid’in hendesesini Arapça’ya tercüme ettiği gibi küre üstüvane ve sutuh-ı küreviyyeden bahis ayrıca bir kitap daha te’lif eylemiştir. Sabit bu kitabında bilhassa Arşimed nazariyesine istinad eylemiştir. Kutu’u Mahrutiyat ünvanlı eseri ilm-i hendese erbabınca pek mu’teberdir. Hey’etten tulu’ ve gurub-ı kevakibe aid bir eseri rasadatla malidir. Coğrafyasıyla küreviyatı müddet-i medide eyadi-i Cebiri hendeseye tatbik etmek fikri ilk evvel Sabit tarafından ortaya atılmıştır. Sabit’in bazı asarı Latince’ye tercüme edilmiştir. – El-Kindi’nin bu tilmiz-i zi-irfanı üstadının şöhretine rekabet edecek derecede metin bir tahsil görmüştü. Tarih-i fünun Serahsi’nin nam-ı bülendini sername-i tebcil etmekle müftehirdir. Mahafil-i erbab-ı fende Serahsi’yi; hazık bir tabib münekkid bir feylesof müdekkık bir riyazi yılmaz bir hey’etşinas olarak görüyoruz. Mecami’-i ulemada ise keskin hafızasıyla mümtaz bir muhaddis encümen-i edebiyyelerde nezih bir sahib-i kalem Yazık ki bu harika-i zeka tarihinde Halife Mu’tezid Billah’ın tiğ-ı gadrine kurban olarak alem-i fende na-kabil-i Bedbaht Serahsi senelerce bu hilkat-şikene; işgal edeceği makam-ı ulvi ile mütenasib bir terbiye vermeye çalışmıştı. Makam-ı Hilafet’e geçdiği zaman da en emin nüdeması sırasına geçmişti. Hırs ve istibdadla kuvve-i müfekkiresi bozulmuş beyni sulanmış olan Mu’tezid muhterem muallimini sevgili nedimini daha doğrusu bir cihan-ı ilm ü irfanı mahvetmeden çekinmedi. Guya Mu’tezid takdim edilen hükm-i i’damı farkında olmaksızın imza eylemiş imiş!...... Serahsi pek çok asar bırakmıştır. Psikoloji ve felsefe-i ahlakıyyeden Kitabü’n-Nefs ve Kitabü Nüzheti’n-Nüfus ve Kitabün fi Edebi’n-Nefs ve Kitabün fi Ahlakı’n-Nefs ve Siretü’l-İnsan ünvanlı eserleri meşhurdur. Riyaziyattan Kitabü’l-Cebri ve’l-Mukabele’siyle mantıktan eserleri hayli zamanlar medaris-i ilmiyyede eyadi-i ihtiramı Asar-ı meşhuresinden bazıları ber-vech-i atidir: Risaletün fi’s-Salikin ve Taraifi İ’tikadihim Risaletün fi Vasfi Mezhebi’s-Sabiin Kitabün fi Enne’l-Mübdeat fi Hali’l-İbda’ la-Müteharriketün vela Sakinetün Kitabü’l-Akl Kitabün fi enne’l-Cüz’e Yenkasimü illa ma-la Nihayetün Leh Kitabü’l-Mesalik ve’l-Memalik Kitabü’s-Siyaseti’s-Sağır Kitabü’l-Melahi Kitabün fi Menfaati’l-Cibal Kitabü’l-Musikıyyi’l-Kebir El-Medhalü ila İlmi’l-Musikı Kitabün fi Mahiyeti’n-Nevmi ve’r-Rü’ya Kitabün fi’l-Akl Kitabü Vahdaniyyeti’llahi teala Kitabün fi’l-aşk Kitabün fi berdi eyyami’l-acuz Kitabün fi’l-kavanini ala mezhebi Aristotalis Serahsi’nin mebahis-i mütenevviaya aid pek çok asarı vardır. Felsefe ve riyaziyatta metanet-i muhakemesiyle ma’rufdur. – Şark nebatiyyununun sername-i mübahatı olan Ebu Hanife Ebu’l-Fida tarafından “Sahibü Kitabi’n-Nebat” lakabıyla yad ediliyor. Dineveri ilm-i nebatata dair tetebbuat-ı mühimmede bulunmuştu. Tetebbuat ve taharriyatını cami’ olmak üzere nebatata dair iki mühim eser te’lif eylemiştir. Ebu Hanife ed-Dineveri o vakte kadar mechul olan elli nevi’ nebat keşf eylemiş ve bunların evsafına dair eserlerinde tafsilat-ı lazıme vermiştir. Dineveri meşahir-i nebatiyyundan olmakla beraber aynı zamanda bir riyazi bir hey’et-şinas idi. Buruc-ı sema hakkında mühim bir eser[i] vardır. Mantık ve cebire aid Kitabün fi’l-cebr ve Islahu’l-Mantık ve Kitabün fi’l-Cebri ve’l-Mukabele ünvanlı kitabları ma’rufdur. Ed-Dineveri asrı uleması arasında riyaziyata vukuf-ı tammıyla kesb-i imtiyaz ve iştihar eylemişti. Midilli İ’dadisi Müdiri Kur’an -ı azimüş-şan’ın vücuh ile kıraati pek mühim bir fen olduğu ve bu fennin erbabı vaktiyle mazhar-ı ihtiramat-ı ümmet olagelmiş iken bir müddetten beri bu gibi zevat kesb-i nedret edip binaenaleyh vücuh-ı kıraat günden güne zayi’ olmakta bulunduğu izahdan müstağnidir. Bu fenn-i celilin derece-i ehemmiyetini tebyin ve erbabının bu babda masruf olan mesaisini ta’yin etmek ve rahmete de vesile olmak ümniyesiyle meşahir-i kurranın muttali’ olduğum derecede teracim-i ahvallerini yazmak arzusu diğer arzularıma galebe ettiğinden Ravzatü’l-Kurra’ namı altında makaleler yazmak istiyorum. Buna bir mukaddime-i nevin teşkil etmek üzere vaktiyle bir zat-ı muhterem tarafından huffaz ve Kur’an’ın teksirine ve ilm-i celil-i kıraatin indirasdan vikayesi esbabının istikmali ve bu babda hatıra gelen bazı tedabirin daire-i aidesince kabul ve icrasına dair Makam-ı Ali-i Fetva’ya takdim edilmek üzere alınan layihanın bir sureti elime geçdiğinden bunu bazı ta’dilat ve ilavat icrasıyla takdim ediyorum. Sıratımüstakım’de intişarı mucib-i intibah ve teşvik olacağı ümidindeyim. Hoca-zade hadis-i şerifi lisan-ı hikmet-feşanından sadır olan Sultan-ı Enbiya ve sened-i ehl-i eda Nebiyy-i zi-şanımız sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine şeref-bahş-ı inzal buyurulan Kur’an-ı Azimü’ş-şan kaffe-i ulum-ı evvelin ve ahirini cami’ ve muhittir. Pişva-yı müfessirin İbni Abbas radiye anhüme’l-Muin hazretleri “bilcümle ulum Kur’an -ı hakim’de mündericdir. Lakin ulum-ı mevcudeyi istinbat etmekte efham-ı rical aciz ve kasırdır” mealinde olan kelam-ı hikmet-nisabını daima vird-i zeban buyururlardı. Mazmunat-ı mukaddese-i Furkaniyye’den nice nice ulum ve fünun istinbat ve iktibas edilegeldiği gibi elfaz-ı celile-i şeklinde yazılmıştır. Kur’an iyye dahi bir çok ulumun ahz u istifaza olunmasına me’haz ve merci’ olmuştur. Nazm-ı celil-i Furkani’ye müteallık ulumun yeganesi ilm-i vücuh-ı Kur’an’dır. Zat-ı Risalet-penah sallalahu teala aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinden ahz olunduğu vechile nazm-ı mübin-i Furkani’nin suver ve vücuh-ı makbulesinden keyfiyet-i eda ve tilavetiyle kavanin-i tecvidiyyesinden bahis bir ilm-i celildir. Bu ilm-i celile vukuf ve intisab sebebiyle kıraat-ı mütevatire ve meşhure ve şazzeyi tefrik ve temyiz hususunda insanda bir meleke-i mümeyyize-i mümtaze hasıl olur ki elfaz-ı celile-i Furkaniyye’nin suret-i eda ve tilavetinde şayan-ı ahz ü kabul olmayan vücuh ve ihtimalatın za’fiyetini veya külliyen adem-i makbuliyetini anlamakta insan duçar-ı müşkilat olmaz; elfaz-ı celile-i Furkaniyye’nin hedef-i tağyir ve tahrif olmaması emr-i mühimmini te’min bu ilm-i celile vukuf ve intisabla mümkün olur. Cenab-ı Kibriya ayet-i celilesinde Furkan-ı Hakim ilelebed tağyir ve tahrifden mahfuz ve masun kalacağını Habib-i Kerim’ine haber verdi. Müfessirin-i izam hazeratı Sure-i Hicr’de vakı’ işbu ayet-i celilenin tefsirinde Furkan-ı Hakim’in masun ve mahfuz kalmasının sebeb-i yeganesi ümmet-i münciye-i İslamiyyeden bir fırka-i mahsusa nazm-ı celil-i Furkani’nin emr-i ta’lim ve teallümünü kendilerine mabihi’l-iştigal addetmiş olmalarıdır buyurdular. Nitekim zat-ı Risalet-penah sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri azm-i gülşen-saray-ı ahiret buyurduklarından sonra ashab-ı güzin ve alel-husus Hulefa-yı Raşidin hazeratının ehemm-i umuru Furkan-ı Hakim’in emr-i hıfz u sıyanetini te’min etmek olmuştur. Ba’dehu tabiin ve tebe’-i tabiin asrından beri bugüne kadar Kur’an -ı azimü’şşanı vücuhat ve edasıyla huffaz ve hamele-i Kur’an mahfaza-i tesbit ve te’min etmiş oldukları gibi ila kıyami’s-saa edecekleri dahi ayet-i celile-i mezkure ve ehadis-i Nebeviyye ve ahval-i cariyye ile sabittir. Nitekim İmam Fahreddin-i Razi hazretleri dahi bu hususun beka ve devamı bi-avnihi teala ümmetin beka ve devamıyla olacağını ayet-i celile-i mezkurenin tefsir-i şerifinde buyurur ki: limine rical-i ümmet her an ü zaman sa’y ü himmet etmişler ve etmektedirler. Ahz-ı kıraat iki tarikle olup biri arz diğeri istima’dır. Arz – Talib okuyup mukri’ dinlemektir. İstima’ –Muallim okuyup müteallim dinlemekdir. Kur’an -ı azimü’ş-şanın ahzında arz ve istima’dan başka meslek kabul edilmemiştir. Binaenaleyh silsile-i ahz ve kıraat muntazaman ve muttasılan zat-ı Risalet-penah sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinde nihayet bulmakla mu’teberdir. Kurra’-i ashabdan Ebu’d-Derda radiyallahu anh hazretleri Şam-ı şerif’in hin-i fethinde Şam’a kadi nasb olunmakla bir sabah cami’-i şerifde eda-yı salat ettikten sonra Furkan-ı Hakim’in emr-i teallüm ve ahzı için etraf ve bika’dan toplanan zevata vazife-i mühimme-i ta’limi ifa buyururlardı. Cemaati onar onar halkaya bit-tefrik her birine arif-i kıraat olan bir zat ta’yin eylemişidi. Bir on kişi hall-i müşkilat için kendilerine arif ve reis ta’yin olunan zata müracaat eder o da bildiğini ta’rif bilmediği takdirde mihrab önünde kemal-i anh hazretlerinin enzar-ı müdekkikanesine arz eyler idi. Ecille-i ümmetten bir çok zevat-ı kiram nefislerini bilhassa Kur’an-ı Kerim’in elfaz-ı aliyyesini ve suret-i kıraat ve vücuh ve edasını zabt ve ta’lim etmek hususuna vakf edip bu babda mukteza-yı ümmet olmuşlardır. Eimme-i Seb’a ki Nafi’ vileri ve Eimme-i Selase ki Ebu Ca’fer Ya’kub Halef elAşir hazeratı olup bu hususda en ziyade iştihar eden bu on zevat-ı kiramdır. Beyne’l-kurra’ cümlesi Eimme-i Aşere namıyla ma’rufdur. Onların rivayet ve ahzlarıyla sabit olan kıraat makbul ve mütedavildir. Müşarun-ileyhim hazeratının bazıları sahabe-i kiramdan ve bazıları ecille-i kibar-ı tabiinden kıraat-i Kur’an ahz eylemişlerdir. Ez-cümle Eimme-i Seb’a’dan İbni Amir hazretleri bizzat Ebu’d-Derda radiyallahu anh hazretlerinden ahz-ı kıraat etmiş ve arif ta’yin olunmuş olan zevattan olup Ebu’d-Derda radiyallahu anh hazretlerinin vefatından sonra ta’lim-i Kur’an-ı Kerim kendisine bulan cehd ü ikdamat-ı mütevaliyeleriyle kıraat-i mütevatire ve meşhure ve rivayat-ı şazze ve ihtimalat-ı gayr-i me’huze tebeyyün edip vücuh-ı kıraat sudurdan sutura nakl olunmuştur. Beş yüz tarihlerine kadar tarik-ı infirad üzere vücuh-ı Kur’an iyye ta’lim ve tedris olunarak eimme-i kurra’nın her birerlerinin vücuh ve kıraatleri ayrı ayrı kıraat ve hatm olunur dede vücuhat-ı Kur’an iyye’yi ta’lim ve tedris ve kıraat eylemeleriyle maktadır. Ubeyd el-Kasım bin Sellam ve Ebu Amr ed-Dani ve İmam Şatıbi ve İmam Sehavi ve İmam Ca’beri hazeratıdır ve şeklinde yazılmıştır. den hatimetü’l-muhaddisin İmam Şemsüddin Muhammed bin el-Cezeri hazretleridir. Şam’dan Mısır’a azimetle bir müddet tedris ve neşr-i kıraat ettikten sonra sene-i hicriyyesinde cennet-mekan Gazi Sultan Bayezid Han aleyhirrahmetü ve’l-gufran hazretlerinin zaman-ı saltanatlarında Bursa şehrine azimetle neşr-i ulum-ı vücuh-ı kıraat-i Kur’an Kebir ve Sağır ve Tayyibe kitablarını ve tarik-ı aşereden Tahbir ve sair kitablar te’lifiyle bu ümmet-i merhumeyi ihya eylemiştir. Ben zannediyorum ki Şark’ın ictimai hastalıklarından en münteşir ve en vahimi sözle iş arasının birleşmeyecek kadar açılmış olmasıdır. Bizde ahlak kaideleri şeriat emirleri peygamber sözleri kanun hükümleri hasılı hey’et-i münasebetlerini tanzim eden ma’lum bir gaye-i hayale doğru ilerleten ne kadar emir ve nehiy varsa bunların hepsi ya ma’nasına asla ehemmiyet verilmeden ezbere ve acele okunan efsunlar yahud sırf söz söylemek için cümleler arasına sıkıştırılmış kof düsturlar veyahud divar tezyinine mahsus yaldızlı fakat mealsiz levhalar derekesine indirilmiştir. Ezberimizde bir çok ehadis-i Nebeviyye vardır; sırası geldikçe hatta gelmeden bunları okuyarak alimlik satmayı pek severiz; amma o hadisin emir ve nehyini sözden işe geçirmek hatırımıza bile gelmez; hatta geçirecekler bulunursa mani’ olmak bile isteriz. Faraza hepimizin ta çocukluktan beri işide işide iyice hıfz ettiğimiz şu: hadis-i şerifiyle amel etmek isteyenlerin vay haline!.. Lakin bunun neticesi pek vahim imiş; bugün memalik-i okuyup yazmak bilmez hüner ve ma’rifetten behresiz gayri müslim kavim ve kabilelerin en süfli hizmetlerde kullanılır kölesi yük taşır hayvanı menzilesine iniyormuş; kadınların yüzde doksan beşi doksan dokuzu cehl yüzünden hayata nazarda Orta Afrika zencilerinden pek az farklı bulunuyormuş… Neme lazım! Selef-i salihin buyurmamışlar mı ki: “Bu dünya kafire cennet olubdur mü’mine zindan!..” Zindan olsa idi belki ona da alışmak kabil olurdu; fakat bu gidişle dünya bize zindan değil bir siyaset meydanı hepimizin i’dama mahkum olduğumuz bir siyaset meydanı olacak… Hiç olmazsa bizi şu felaketten kurtarmak isteyenlere olsun mani’ olmayalım elimizden gelirse onlara yardım ve muavenet edelim. Hükumet erkek çocuklarımızı şöyle böyle düşünüyor; yalnız büyük merkezlerimizde o da az ve noksanlı ibtidai orta ve ali mekteplerimiz var. Amma kızlarımızı şimdiye kadar hemen hiç düşünen yoktu. İstanbul’un yüksek tabaka-i ictimaiyyesinden bir dostum iki üç senedir baldızlarını okutmak için bir Türk mektebi arıyor arıyor bulamıyordu. Nihayet istemeye istemeye birisini Fransız diğerini Alman Kız Mektebi’ne verdi… Bir ay kadar evvel İstanbul’un münevver sınıfından bir dostumun küçük kızları için mektep aramaya beraberce çıkmıştık; yine mecburen ecnebi mektepleri kapılarına düştük. Bir İngiliz kız mektebinin salonuna girer girmez benim dostumun beyni attı. Bütün divarlar çocukların körpe beyinlerinde en derin resiyle konuştuk. Muhterem misteres bizi biraz fazla dikkatli her şeyi çokça araştırıp soran adamlardan görünce çarçabuk fakat nezaketle kapı dışarı attı. Bu vak’a efendim Darü’l-hilafe’nin ta göbeğinde Nur-ı Osmaniye Camii’nin üç beş yüz metre uzağında olup geçdi!.. Zaten müdire hanım çocukları kabul edecek gibi davransaydı da yine dostum eliyle evladını böyle bir Protestanlık ve İngilizlik havuzuna atıp gitmiş olmazdı. Hatırıma daha bir takım vak’alar geliyor; fakat sözü uzatmamak için bir hemşehrimin Merkez-i Hilafet’te okutmak üzere kendisinin ve akrabasından bazılarının birkaç kızını alıp geldiği halde İstanbul’da istediği gibi bir mektep bulamayarak şaşırıp kalmasını zikr ile Memalik-i İslamiyyenin hele gözümüz önünde duran merkez-i İslamiyyet’in kız mekteplerine ihtiyacı fevkalade – tam ma’nasıyla fevkalade– şediddir. Bu ihtiyac orta veya atılan her bir hatve Türk ve İslam alemine edilen en büyük hizmetlerdendir. Bir müddetten beri bu alemin her tarafında bu büyük hizmeti edenler görünmeye başladı. Osmanlı Meclis-i Meb’usan’ı Reisi Ahmed Rıza Bey’in bülend siması bu muhterem zevat içinde daima yüksek duracak ve uzaktan seçilecektir. Benim i’tikadımca Ahmed Rıza Bey’in mühimmi bir kız mektebi te’sisine çalışması olmuştur. Bu teşebbüsüyle Rıza Bey yalnız vatanının değil bütün Türklüğün bütün alem-i İslamın şükranına kesb-i istihkak eylemiştir. Ahmed Rıza Bey’in kız mektebi yapmak işine yardım edenler arasında Manastırlı İsmail Hakkı Nasuhi-zade Mustafa Asım Efendiler gibi zamanımızın en güzide ulema-yı dini bulunması mektebin teşkilat ve nizamatında evamir ve nevahi-i şer’iyyenin tamamıyla tatbik olunacağına en kavi te’minattır. Birkaç hafta oluyor ki bu büyük teşebbüs yeni bir devreye girdi: Millet Meclisi’nin reisi bütün efrad-ı milleti bu sevablı işe iştirak için da’vet ediyor; Osmanlı Bankası vasıtasıyla radan ianeleri mikdarını arttırmaya yarayacak bir mükafat da kazanabilecekler… Şu satırları karalayan aciz “Amentü”ye tanisi faidesine iane bileti satın alanlar cehle karşı açılmış cihadın mücahidleri olacaklar ve binaenaleyh fi sebilillah cihad sevabını kazanacaklardır… Haziran Gubar-ı nisyan altında kalan mazinin medid müselsel senelerinden kırk beş sene gibi uzun bir zamanın suret-i güzarişinden sarf-ı nazar edip mecra-yı bahsi; sinin-i güzeştenin mahsul-i sa’y ü ikdamı olarak vücuda gelen bugünkü “Amerikan Protestan Mektebi”nin aksam-ı dahiliyyesi ahval-i umumiyyesi ve Suriye’deki nüfuz ve te’siratına tahvil ederek netice-i tedkıkatımı piş-i enzar-ı kariine vaz’ edeceğim. Medrese-i Külliyye-i Amerikaniyye’nin tedrisatı bervech-i ati sekiz şu’beye münkasemdir: tebin diğer aksam-ı aliyyesine devam edebilecek bir iktidarı haiz olmak için İngilizce lisanı bir dereceye kadar ta’lim edilir. Müddet-i tahsil beş senedir. vamızı tedris ve tarih felsefe psikoloji fizyoloji zeoloji sosyoloji jeoloji mantık iktisad kimya ilm-i hey’et felsefe-i tabiiyye felsefe-i akliyye felsefe-i edebiyye nebatat gibi ulum-ı aliye gösterilir.. Müddet-i tahsil dört senedir. det-i tahsiliyyesi dört sene eczacı kısmının üç senedir. yirminci asırda adeta bir “fen” şeklini almıştır. Bu şu’beye kibar-ı nisvan dahi dahil olmakta ve bunu kendilerine bir şeref addetmektedirler. Bu cidden takdire seza bir hareket her türlü sitayişin fevkinde bir fedakarlıktır! sene-i rumisinde inşa edilen ve külliyenin en kadim müessesesini teşkil eden bu bina-yı muazzam mektebin kütübhanesini cem’iyetlerin ictima’ ve konferans salonlarını dershaneler ve cerrahiyye. Bu bina senesinde inşa edilmiştir. senesinde inşa ve aynı senede tedrisata ibtidar olunmuştur. Muhteviyatı: Dershaneler yatakhaneler istikbal salonları reisin daire-i resmisi ile alt katında mutfak ve yemekhanelerden ibarettir. ayrıca büyük bir bina işgal etmektedir. büyük dershaneden ibarettir. ne mahsus binası. Muhteviyatı: Dershaneler yatakhaneler hammamlar… rak küçük bir bina. sinde inşa edilmiştir. Üç tabakadan ibaret bulunan işbu ebniyenin muhteviyatı ber-vech-i atidir: Gayet büyük dört dershane ki herbiri yüzer talebe istiabına müsa’iddir otuz beşer talebe alacak kadar vüs’ati haiz muntazam son sistem on iki dershane. Üçüncü kat talebelerin yatakhaneleriyle muallimlerin odalarına tahsis edilmiştir. Orta katta ictimaat-ı umumiyyeye mahsus büyük bir salon mevcuddur. kan ve ikametlerine mahsus bina. felsefe-i tabiiyye nebatat jeoloji zeoloji meteoroloji –ve asar-ı kadimeye mahsus vasi’ odalar ile rontgen şuaatını hasıl eden alet için büyük bir oda. ninin iki odası bir istikbal salonu ve mütebakısi mektep fakültesinin kebdir. kütübhane aded müteaddid lisanlarda muharrer kitabı havidir. Bu kitabların –bit-tabi’– ekserisi İngilizce olup Türkçe Arapça Fransızca İbranice Rumca Ermenice İtalyanca lisanlarda muharrer kitablar da mevcuddur. Sırf Türkçe ve Arapça olarak işbu kütübhanede Suriye ve Filistin kıt’alarına aid bir çok kitablardan teşekkül etmiş mühim bir mecmua vardır ki bu iki kıt’a hakkında tafsilat-ı mükemmele ve ma’lumat-ı mufassalayı muhtevidir. Talebeler on beş gün zarfında iade etmek ve iki kitabdan fazla olmamak şartıyla kütübhaneden istedikleri kitabı almaya me’zundurlar. Kütübhanede cild kadar lügat kitabları ile bir çok ansiklopediler mevcuddur. Dünyanın her tarafından her nevi’ gazete risale mecmua gelmekte ve Türkçe olarak da Sabah İkdam Servet-i Fünun; Taarüf-i Müslimin Sıratımüstakım gazeteleri getirtilmektedir. Rasadhane: senesinde inşa ve senesinde binası tecdid edilip murakabat-ı felekiyye ve meteorolojiyye – aid mikyasat yirmi dört kadem kutrunda ve isti’maline muvafık alat ile mücehhez büyük hacimde ve on dört bin lira kıymetinde bir teleskop Telescope getirtilmiştir… Rasadhanenin irsad-ı cevviyeye mahsus müteaddid aletlerinden bazıları ber-vech-i atidir: Mikyas-ı sekall-i hava mikyas-ı hararet ve bürudet mikyas-ı rutubet-i havaiyye riyahın cihet ve sür’at-i hareketine mübeyyin mikyas mikyas-ı derece-i nüzul-i baran ilh. Balada mezkur aletler ile – günde bir defa vuku’ bulan– netice-i tarassud hususi cedvellere ba’de’l-kayd günde bir defa İstanbul Rasadhanesi’ne telgrafla ma’lumat verilir. Ay nihayetlerinde Londra Washington Paris Viyana Kahire ve sair merakiz-i rasadiyyeye hülasa olarak i’ta-yı ma’lumat edilir. Mezkur rasadhanede zelazil ve irticacat-ı arziyyeyi fotoğrafiyen kayd etmek için bir de sismoğraf –vardır ki kayd ettiği zelzele ve irticacatı İngiltere merakizi ile Almanya’nın Strazburg şehrindeki “sismoloji” merkezine ihbar ederler. Kimya laboratuvarı: Kimya dersinin nazariyatını ameliyat ile tatbik edebilmek için bir çok alat ve edevat ile mücehhez hususi bir bina bu fennin tahsiline tahsis edilmiştir… Bakteriyoloji laboratuvarı: Bu dahi gayr-i kabil-i ihtirak hususi bir bina işgal etmektedir. Patoloji laboratuvarı: Bu laboratuvar bir çok mikroskopları havi olup her talabenin kendisine mahsus bir mikroskopu vardır. Zeoloji ve botani laboratuvarı: Bu dahi mevadd-ı hayvaniyye ve nebatiyyenin cem’ine mahsus bir çok mikroskopları havi olup ayrıca bir kısmı hayvanat ve nebatat müzelerine tahsis olunmuştur. Fizyoloji laboratuvarı: Bu laboratuvara birkaç sene evvel Avrupa’dan elektrik bataryaları lefaif-i musıla kimoğraf –sefiğmoraf cihaz-ı teneffüsiyyeyi temsil eder ve gözde deveran-ı demin suret-i seyrini gösterir. Alat ile teheyyüc-i a’sab ittikas-ı adalat temeddüd-i şerayini tecrübe ve tedkık etmeye mahsus edevat-ı mükemmele celb edilmiştir. Felsefe-i tabiiyye laboratuvarı: Bu laboratuvar mebadi-i felsefe-i tabiiyyenin tavzihine medar olmak için bir çok alat ve edevatı muhtevidir. Rontgen şuaatı laboratuvarı: Bu dahi elektrik istihsaline ve bu şuaatın kaffe-i mezahirinin tavzihine ve hasteganın tedavisine vafi aletlerle mücehhezdir. - - Uzakta Sultan Murad Hüdavendigar hazretlerinin bayrakdarları şehid-i vatan Sinan Baba hazretlerinin türbesi üzerinde Kosova Muharebesi’ni görmüş bir bayrak eski zamanı yad ve ihtar ediyor o günkü velvele-i muzafferiyetin hatıra-i mukaddesesiyle bugünkü ictima’-ı mübareki takdis eyliyordu. Cuma namazını eda zamanı takarrüb ettiği zaman padişahımız efendimiz hazretleri otağ-ı hümayunlarından çıktılar arabalarına rakib oldular eda-yı salat için ihzar olunmuş çadıra gittiler.. Bunun üzerine bütün ahali ayağa kalktı üçer defa tekbir aldı.. Ezan-ı Muhammedi Kosova Sahrası içinde tanin-endaz olmakta idi. Padişah evladlarını mütebessim çehresiyle selamlıyordu. Arnavudlar da “Aleykümü’s-selam padişahi” diye mukabelede bulunuyorlar Mitroviçe’den gelmiş olan Rufai dervişleri kudüm çalıyorlardı. Bu manzaranın ulviyet ve kudsiyetini ta’rifden aciz olduğumu i’tiraf ederim. Meşhed-i Hüdavendigar bin iki yüz metre yer tutmaktadır. Meşhedin kapısından kıble cihetine doğru dört bin adımlık halı ferş olunmuştu. Halıların bittiği yerde zat-ı şahanenin eda-yı fariza-i salat edecekleri çadır bulunuyor idi. Bu çadır Sultan Murad Hüdavendigar hazretlerine aid olup harb zamanında aynı mahalle rekz edilmiş imiş.. Yeşil ile tirşe renglerinin imtizacından mütevellid bir renge malik zemini al sarı nakışlarla müzeyyen bir çadır…. Bunun sağ cihetinde takriben yüz adım ötede minber bulunmakta idi. Minber beyaz zemin üzerine yaldızlı nakışlara malik yüksek mualla bir minberdi. İki tarafda ayat-ı celile-i Kur’an iyye muharrer beyaz sırma ile işlenmiş iki sancak merkuz bulunmakta idi. Bunun takriben elli hatve cenubunda yuvarlak yirmi bir basamakla çıkılır bir kürsi vardı. Namaz çadırının yanında zat-ı şahanenin abdest almasına mahsus her tarafı kapalı üzerinin bir kısmı açık bir çadır bulunuyordu. Zat-ı şahane çadırı teşrif buyurdukları esnada padişahımız efendimiz hazretleri mübarek yed-i hümayunlarıyla halka oturmalarını işaret etti. Bu sırada imam-ı evvel-i hazret-i şehriyari İsmail Efendi hazretleri minbere çıkarak bir elinde kitap diğer elinde kılınç olduğu halde hutbeyi kıraat etmeye başladı. Kıraat edilen hutbe Kosova Naibi Hüseyin Şevket Efendi tarafından ahaliye hitaben mealen tercüme edilmekle ber-vech-i ati gönderiyorum: Bu yevm-i meserrete bu zaman-ı saadete değin Al-i Osman’ın hilafetiyle Din-i İslam’ı te’yid ve feth-i bilad ve neşr-i tevhid-i iman ile sair müluk ve selatin üzerine Devlet-i Osmaniyye’yi tafdil ve te’yid-i meşrutiyet ve tevzi’-i adl ü ihsan hususunda Halife-i a’zam Sultan Mehmed Reşad Han hazretlerinin kalb-i pak-i şahanelerini tenvir buyuran Cenab-ı Hak hazretlerini tahmid ve takdis ederim. Te’yidat-ı gaybiyye-i İlahiyyesiyle ahkam-ı şeriat ve Kur’an iyye’ye temessük edenlere nusret eden halık-ı kainatın vahdaniyetine şehadet ederim ve Cenab-ı Hakk’ın kudret-i vam ve ümmet-i Muhammed’in beka-yı mes’udiyyetlerini tebşir eden Fahr-i alem efendimizin dahi abd-i zi-şan ve Nebiyy-i ahir-i zaman olduğuna şehadet ederiz. Ey ihvan-ı din-i mübin ma’lumunuz olsun ki Meşhed-i Hüdavendigar-ı mübarekte ictima’ eylediğiniz bu yevm-i Cuma bayram günü ve emirü’l-mü’minin ve kurretü’l-uyuni’l-muvahhidin olan halifeniz sultan-ı zi-şan Mehmed Reşad Han-ı Hamis hazretleri ile şeref-i mülakata nail olduğunuz bir yevm-i saadettir. Ey ümmet-i necibe! Halife-i muazzam size izhar-ı asar-ı muhabbet ve iltifat ve inayet kıldı ve aranızda devam-ı ittihad ve saadet için sakin bulunduğunuz bilada gelip vaz’-ı kademiyle alem-i İslam ve Osmaniyanı şereflendirdi. Teşrif-i şahanelerinden maksad efrad-ı ümmet-i necibeden sıgar u kibarınızın umumu hakkında nazar-ı şefkat-i pederaneleriyle evlad-ı ümmeti tezyin ve efrad-ı milletin yekdiğerine mebnidir. Eslafınızın mazide geçen sa’y ü gayret ve hasbeten lillah cihad ü ictihad-ı mücahidine doğru enzar-ı hakıkatinizi Din-i Hak ve telkın-i kelimetullah için emval ve emlakini feda ve nefislerini kurban eylediler. Hatta fi sebilillah canlarını vatan uğurunda ihda ettiler. Vacib teala ve tekaddes hazretleri Kitab-ı mübin’inde buyuruyor ki Allah yolunda din uğurunda terk-i can edenleri alem-i mematta zann ü kıyas etmeyiniz. Belki o mücahidin-i kiram nezd-i İlahi’de hayat-ı ebediyyeye nail ve mertebe-i a’la-yı illiyyine vasıl olarak niam-ı İlahiyye ile merzuk ve mütena’im olacaklardır. hed-i mübarekinde bu sahra-yı vesia-i feyz-gah-ı ittihadda beş yüz sene mukaddem icra buyurdukları cihad-ı şan ve zafer-ayatıyla alemi engüşt ber-dehan-ı hayret bırakan melhame-i kübrayı enzar-ı çeşm-i hakıkati millete irae ediyor. Müşahede olunuyor ki bu sahra-yı mübarek Anadolu kahramanlarının medfen ve me’vası şimdi de o cesur ecdadın bahadır varisleri olan Rumeli kahramanlarının arslan Arnavudların yurd ve yuvasıdır. Ey ihvan! Agah olunuz işidiniz can kulağıyla dinleyiniz bu behişt-asa olan sahra-yı zümridin içinde bir aks-i sadadır gidiyor! Babalarınızın ecdadınızın ervahı sizin da’vetinize mına kalb-i saf-ı tab-nakınızdan çıkan ve arş-ı a’laya müteveccih heva-yı safiyane ile sahradaki afak ve bugün vekil-i Peygamber olan Halife-i zi-şana nurani iltifatta bulunarak o kıymetdar ve dürr-nisar olan baharın latif bulutlarına doğru uruc eden ma’sumane halisane feryad ve istimdad-ı hazininize sahradaki şüheda iştirak ve imdada çıkıyor ve diyor ki Allahu Zü’l-celal ile Peygamber-i sahib-kemale itaate müttefik ve Peygamber-i zi-şanın halifesi sultan-ı kam-ranın evamirine müttehiden imtisal eden benim evlad ü ahlafım sevgili ahfadım nerededir? Halife-i ruy-i zemine itaat eden Peygamber-i zi-şanını hoşnud; Huda-negerde Emirü’l-mü’minin’e karşı isyan edenler Hazret-i Fahr-i Alem’i na-hoşnud ederler. Ey ihvan-ı din! Siz Allah’a ve yevm-i ahirete iman eder olduğunuz cihetle umur ve hukukunuz hakkında i’mar-ı bilad ve ıslah-ı vetine icabet devletinizin [e]vamrine itaat ediniz ki tahsil-i kemal ederek vatanınızda refah-ı hal ile müsterih ve mes’udü’l-bal olasınız. Ey ihvan! Müctemian habl-i metin-i ittihada sarılınız ve cem’-i iman beyninde müsavi olan kelime-i vahidede tefrika etmeyiniz. Tavsiyeden ayrılmayınız te’lif-i kulub ile Allahu tealanın üzerinizde olan niam-i İlahiyyesini tezekkür ediniz aranıza ta’mim-i uhuvvet ve irtibat-ı muhabbete sa’y ü himmet ediniz. Dünyanın meşarık ve magaribinde dört yüz milyon nüfusu havi ihvan-ı müsliminin dinen ve ruhen irtibat ve tealluk-ı ma’nevisi olduğuna cem’-i ehl-i imanın asla şekk ü şübhesi yoktur! Binaenaleyh alaka ve münasebet-i ma’neviyye ki habl-i metin-i hilafetin irtibatından ibarettir. O kürsi-i mukaddes-i Hilafet’te bulunan Sultan Reşad hazretlerinin muhabbet ve teveccühünü ve milleti hakkındaki şefkat-i pederanelerini takdir ile ittihada hasr-ı vücud etmeli vatanın tealisine gitmeli. Peygamberimiz Efendimiz buyuruyor ki nefs-i nefis-i Muhammediyyem ve zat-ı ecell ü a’laya kasem ederim ki şeyi mü’min kardeşine muhabbet ve kendi nefsi için kerih gördüğü şeyi din kardeşi için kerih görmedikçe mü’min-i kamil olamaz. Hadis-i aharda buyurulmuştur ki müslim müslimin kardeşidir ve müslimin muavenet ve nusretinde daim oldukça Cenab-ı Hakk’ın lutf u atıfetine mazhar olur. Mealinde ve burhan ile müeyyed olan hadis kavl-i şerifini sadıktır. Bu ne ulvi ne mukaddes manzara idi! Yüz binlerce müslimin halife-i ruy-i zeminin yanında eda-yı fariza-i salat ediyordu. Eda-yı salatı müteakıb şayan buyurulan müsaade-i seniyye-i hazret-i padişahiyi müteakıb Sadr-ı a’zam Hakkı Paşa ile maiyet-i seniyyede bulunan vükela kürsiye çıktılar. Evvelki mektubumda gönderdiğim beyanname-i hümayunu sadr-ı a’zam paşa kıraat etti. Sadr-ı a’zam beyanname-i hümayunu okumazdan evvel kıbleye teveccüh ettikten sonra padişahımız efendimiz hazretlerine üç defa i’ta-yı selam etti. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Temmuz Altıncı Cild - Aded: Ma’lumdur ki cism-i insanide pezira-yı vücud olan her bir maraz daima bir veya müteaddid araz-ı harici ile müterafık bulunur. Emraz-ı ictimaiyye de öyledir onlar da arız oldukları hey’et-i ictimaiyye ebdanında kendi nevi’lerine has olan bir takım a’raz vücuda getirirler. Enzar-ı basita ashabı alel-ekser duçar-ı hata olarak o a’razı nefs-i maraz nefs-i illet suretinde telakkı ederler. Hakıkatte ise a’raz-ı hariciyyeden başka bir şey değillerdir. Kendilerini tevlid eden ilel ve emrazın terakkılerine göre rengden renge tahavvül şekilden şekile Muhtac-ı beyan değil: Bugün cümlemizin ıyanen meşhudumuz olduğu üzere bünyan-ı ictimaimiz “vahşi medeni” her halde bir nevi’ maraz ile musabdır; tedavi vacib! Bir illeti inzar la-şekk evvel emirde onu teşhis ile mümkün olur. Binaenaleyh iktiza eder ki reca-yı afiyetimiz olan herşeyden evvel zat-ı marazı hatasız olarak teşhise sa’y edelim: Zat-ı marazı bir tarafa bırakıp da a’razdaki tegayyürat-ı etvar ve tahavvülat-ı eşkali tedkık yolunda bezl edeceğimiz her bir i’tina sarf eyleceğimiz her saniye-i ömr la-cerem hederdir. Bizim o derecelerde metaib ve meşak ihtiyariyle tedkık-i a’razda vasıl olacağımız netice o şahs-ı basitü’l-fikrin hasıl edeceği neticenin aynıdır: Ki şemsin mişrak-ı kainat üzerinde vücuda getirdiği “manazır-ı tulu’ ve gurub” mucib-i istiğrabı olur; ufuktaki sehab-parelerin o zamanlarda arz eyledikleri elvan-ı zahiye zihin ve fikrine veleh verir ister ki iktinah-ı hakıkatlerine yol bulsun esbab-ı husuliyyeleri ne olduğunu anlasın! Lakin hangi vasıta ile ki hazain-i esrar-ı tabiat kendisine karşı “ejder-i cehl” ile mutalsam o esrarı idare eden “kavanin-i tabiiyye” kendisinin bilmediği lisan üzere muharrer! Bu zatın o haldeki mesai-i dimağiyyesi nasıl olmak lazım gelir? La-şekk daire-i tasavvurunda bir takım nazariyat-ı indiyyeye vücud verir bir çok esbab-ı vehmiyye ibtikarıyla da o nazariyattan birini te’yid eyler ve bi’n-netice mutmainnen cazimen hükm eder ki; o elvanı vücuda getiren hakıkat-ı zatiyye levh-i zihninde ahiran nigariş-yab olan nazariyeden başka bir şey değildir.! Çok sürmez telahuk eden bir hiss-i diğerle vazıhan müşahede eyler ki: Hakıkat-ı zatiyye olmak üzere telakkı ettiği nazariye külliyen fasiddir; binaenaleyh: Evvelce rasanetine kail olarak harim-i hayalinde inşa eylediği o nazariyeyi de ta esasından hedme mecbur olur hedm eder diğer birini onun yerine ikame için sarf-ı zihne koyulur. Onun bu hal üzere hasıl edeceği netice ikiden hali değildir. Ya odur ki vesvese-şiar feylesoflar gibi –hiçbir hakıkat üzerinde istikrar-ı fikre muvaffak olamayarak– ömr-i kıymetdarını ta’kıb-i vehmiyyat ile izaa eder yahud bir fikr-i na-savabın kani’-i isabeti olarak merahil-i ömrünü rahile-i cehl üzerinde Lakin bu zat öyle etmeyip de her bir zahire-i kevniyyenin bir veya müteaddid esbab-ı tabiiyyesi bulunmak biiyyeyi tedkık yolunda ifna eden erbab-ı ilme müracaat lüzumunu derk eylese o vasıta ile bila-ta’b öğrenir ki: O elvan-ı bahireyi vücuda getiren sebeb-i asli “şua’-ı şems” ile sehab-parelerin ihtilaf-ı kesafatıdır. Yine o vasıta ile –ziya inkisar-ı şua’ elvan-ı şems– nazariyatına da kesb-i ıttıla’ eyleyerek müşkilini tamamen halleder. Velev bu muvaffakıyet kendisine mektep çocukları menzilesine inerek senelerce ulum-ı tabiiyye tahsil gibi külfetler mukabelesinde te’min edilmiş olsun. O külfetleri ihtiyar etmek kendisi için her meşhuda karşı bi-gayri irfan hayran olmaktan eşyayı mizanının gayrıyla ölçerek hüsranı fikriye uğramaktan elbette evladır. Beraat-i kalemine i’timadı olan her münşi pey-a-pey yazıyor fesahat-ı beyanından emin olan her hatib sayhat-ı müdhişe ile müselselen söylüyor; biz de onlarla beraber feryad edip diyoruz ki: Bizler bir veya birkaç ilel-i ictimaiyye etmemize mecal veremiyor az çok mal ve menalimizi ve bil-cümle hayrat ve menafiimizi metami’-i ecnebiyye sihamına hedef eyliyor. Daha ne diyoruz? Evet daha diyoruz ki: Bu ilel-i ictimaiyye avatıf-ı nefsiyyemize hücum ediyor onları serapa katl ü itlaf eyliyor; ihtisasat-ı kalbiyyemize tehacüm gösteriyor nefislerimizde şeraif-i hısalden eser bırakmıyor. Hamiyetimizi ıhmad iradatımızı selb ederek bizleri her tarafdan öyle şedid bir surette taht-ı hasra aldılar ki yeis sıfat-ı zatiyyemizden bir sıfat-ı asliyye şeklini aldı levazım-ı tabiatımızdan bir cüz’-i sabit hükmüne girdi. Semerat-ı ma’hudesi nefs-i millimizde ferden ve cem’an husule başlayarak: Milliyetimizden teberri ecanibi taklid netayic-i ye’s olan mesaib-i ahlak cümlesinden bulundukları mahall-i muaraza değildir! Daha ne diyoruz? Evet daha diyoruz ki: Bu hallere bais olan esbab: Adem-i din adem-i fazilet adem-i terbiye adem-i tenasur adem-i teatuf ile adem-i gayrettir. Umur-ı hayriyye için ağniyanın bezl-i emvalde imsaki ulemanın irşad-ı ümmetten tekaüdü ümeranın su’-i siyaseti de o esbab cümlesindendir. Daha ne diyoruz? Evet daha diyoruz ki: Uhdelerimizde terettüb eden vecaib: Mütedeyyin fazilet-kar müterebbi mütenasır müteatıf ve gayur olmaktır. Ağniyamızın ehl-i bezl ü nisar ulemamızın ashab-ı fazl ü irşad ümeramızın erbab-ı hüsn-i siyaset olmaları da o vecaib miyanında dahildir. Daha? Daha başka bir şey dediğimiz yok! Bed’ ettiğimiz sözleri iade ettiğimiz sözlerle bed’ ederek” matviyatımızı neşr ile sabahlayıp neşriyatımızı tayy ile akşam ediyoruz! Lakin bu zemindeki makalat-ı farigadan katibler de kari’ler de bıktı usandı o gibi neticesiz hutbelerden hatibler de muhatablar da melal getirdi! Akıbet nush ile hezeyan mertebe-i vahidede istiva eylediler!.. Lazım geldi ki ıslah-ı şuunumuz için bir başka vadi ihtiyar edelim. O vadi-i diğeri intihab etmemiz de suhuletle müyesser oldu! Nesayihi şetaime tebdil ettik. Efrad-ı ümmeti ulüvv-i himmete şeraif-i hısale da’vet için serd-i zemaim teşhir-i measim tariklerini iltizam ederek bu tarz-ı nevin üzere de elhak hünerler ibraz eyledik. O raddelerde ki şimdi hiçbir katibi zi-iktidar addetmeyiz: Meğer ki tasvir-i fevahiş ve rezailde her mezhebe süluk istitaatine bila-kusur sahib ola! Kezalik hiçbir hatibi de rabbü’l-beyan addetmeyiz: Meğer ki vücuh-ı fazayih ve measiyi takrirde sefahet-beyan erbabının mecmuuna karşı müsellemü’r-rüchan ola!.. Meyelan-ı halk bu cereyan-ı fazıha munsab olunca: Seylü’l-arim-i vakahat olanca şiddetiyle tuğyan ederek riyaz-ı haya ve edebde istila etmedik mahal bırakmadı. Binaenaleyh: Elsine ve aklam zikr-i fazayih ve tahnik-ı kabayihde yekdiğeriyle müsabakaya koyuldular! Samialarımız Kulubümüz te’sirat-ı sebb ü şetme karşı müsterihan aminen hab-ı rahata daldı! Usul-i tehzibin bu nev’ine ma’ruz olan bizler: Min tarafi’llah labis olduğumuz hil’at-i hamiyyetten kendi rızamızla te’arri ettik! Neslen ba’de neslin tevarüs ettiğimiz rida-yı şehameti kendi elimizle çekip çak eyledik.! Bu belayanın müvelledat-ı tabiiyyesinden olarak mabeynimizde –yevmi ve üsbui– öyle ceraid intişara başladı ki: Şerafet-i insaniyye ne demek olduğunu bilenlere göre terk-i ar ve hal’-i izar etmedikçe mütalaalarına cür’et aksa-yı müstahilat! Şer’-i haya-ifette: Değil mütalaaları zikr-i namları bile a’zam-ı muharremat! O ceraid taraf-ı ümmetten az çok ruy-ı i’raz da görmediler! Bilakis en şedid ve en medid rağbetlere yine o ceraid mazhar oldular! Zira kendilerini vücuda getiren isti’dadat-ı mütekaddime: Tıbkan ve aynen mazhar oldukları rağbetlerin de esbab-ı mütekaddimesi idi! Enhar-ı efkarın o bihar-ı ikzara doğru meyl ü inhidarındaki sür’at ve şiddeti görmek isteriseniz enzar-ı hatıranızı etrafınızda fasılat-ı mütekaribe ile halkalar teşkil eden ebna-yı vatanınıza atf eyleyiniz! Bakınız nasıl serapa sem’ kesilmişler! Beyne’l-kurra’ Tarik-ı Seb’a ve Tarik-ı Aşere namıyla iki meşhur tarik vardır. İmam Ebu Amr ed-Devvani’nin Kitabü’t-Teysiri sim buyurduğu Kaside-i Lamiyye’sinin ihtiva ettiği vücuh-ı kıraatine Tarik-ı Seb’a ve İmam Şemsüddin Muhammed bin el-Cezeri’nin Tahbir’ i ile ed-Dürre namıyla mevsum bulunan Kaside-i Lamiyye’ sinin mündericat ve muhteviyatına Tarik-ı Aşere namı verilmiştir. Bundan başka bir de şeklinde yazılmıştır. Tarik-ı Takrib vardır ki eimme-i aşere kurrasının ruvat ve ruvat-ı ruvatı beyninde hasıl olan mesmu’ ihtilafat-ı cüz’iyye ve fer’iyyeye ri’ayetle mufassalan ahz-ı kıraat eylemektir. Gerek kıraat-i seb’a ve aşerede ve gerek Tarik-ı Takrib’de vücuh-ı kıraatın cem’ ve tertibi i’tibarıyla beyne’lkurra’ Teysiri namı verilir ki Ebu Amr ed-Devvani’nin Teysir’i ile Şatıbiyye ile Dürre’yi zam ve ilave etmekten ibarettir. Muahharan Şöyle ki dokuzuncu asır evasıtında cennet-mekan Kanuni Sultan Süleyman aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufran hazretlerinin emir ve fermanıyla Sadr-ı a’zam Tavil Mehmed Paşa Mısır’da ta’lim ve tedris-i Furkan-ı Hakim hususunda iktisab-ı şöhret-i fevkalade eden Şeyh Ahmed el-Mesiri el-Mısri hazretlerini Dersaadet’e celb ile Hazret-i Halid Eba Eyyube’lEnsari radiyallahu anhü’l-Bari cami’-i şerifine imam nasb etmiş olmağla Ahmed el-Mesiri el-Mısri hazretleri tarihine kadar cami’-i mezkurda Tarik-ı Teysir’i iltizam ederek neşr-i kıraat eylemiştir. Üstad-ı müşarun-ileyhin yetiştirdiği telamiz memalik-i Osmaniyyenin her tarafına dağılarak talibin-i den sonra herkes arasında işbu Tarik-ı Teysiri Tarik-ı İslambol namıyla iştihara başlamıştır. Tarikayndan ikincisine Tarik-ı Şatıbiyye tesmiye olunur. Çünkü bu tarikte Şatıbiyye ile Dürre asıl i’tibar olunmuş ve Teysir ile Tahbir işbu asla zam ve ilave edilmiştir. Şeyh Nasıruddin Tablavi’nin telamizinden Şeyh Şehazetü’l-Yemeni Tarik-ı Şatıbiyye’yi bil-iltizam Mısır’da neşr-i kıraat etmiş olduğu cihetle muahharan bu tarik de Tarik-ı Mısır namını almıştır. Tarik-ı İslambol mensubininden bazı ekabir-i kurra’ beray-ı hac canib-i Hicaz’a azimetleri esnasında Mısır’a uğrayarak teberrüken tarik-ı Mısır’ı da ahz u telakkı etmişlerse de asıl tarik-ı Mısır’ın memalik-i Osmaniyye’nin bir tarafında şüyuu tarih-i hicrisinde Mısır’dan Şeyh Ali el-Mansuri’nin Dersaadet’e celbiyle tarik-ı Mısrı efrad-ı tedrisine vakı’ olan himemat-ı beliganesi sayesindedir ve Şeyh Ali el-Mansuri vücuh ve rivayat-ı muhtareyi beyan hakkında kütüb-i nafia tedvin etmiştir. tarihinden sonra işbu Tarik-ı Şatıbiyye memalik-i Osmaniyye’de dahi Tarik-ı Mısır namıyla Bu vechile bilumum memalik-i Osmaniyye’de ve bilhassa Dersaadet’de hem Tarik-ı İslambol hem de Tarik-ı Mısır şayi’ olup ila yevmina bu iki tarikın erbabı mevcud bulunmuştur. Tarik-ı İslambol ve tarik-ı Mısır’da ikişer meslek me’huz ve mu’teberdir. Tarik-ı İslambol’da meslek-i evvel İ’tilaf nam kitabın müellifi ve Sahih-i Buhari’nin şarihi Yusuf Efendi-zade Şeyh Abdullah Efendi hazretlerinin mesleği olup vücuh-ı eda-i kıraatin azimet ciheti ihtiyar olunmuştur. Meslek-i sani Kastamoni Şeyh Ahmed es-Sufi hazretlerinin mesleği olup vücuh-ı kıraatin ruhsat ciheti iltizam olunmuştur. Tarik-ı Mısır’da meslek-i evvel Şeyh Muhammed enNuaymi Efendi hazretlerinin mesleği olup te’lif buyurduğu Mutkın nam kitabında Mısır tarikının azimet cihetini iltizam ve beyan eylemesiyle sahib-i meslek olmuştur. Meslek-i sani Şeyh Ataullah Efendi hazretleri mesleğidir ki Mısır tarikının ruhsat cihetini ta’lim ve tedris eylemesiyle sahib-i meslek olmuştur ve Ataullah mesleğini mübeyyin muahharan Mürşidü’t-Talebe nam kitab te’lif olunmuştur ve bin seksen hazretleri İthafü’l-Beşer fi’l-Kıraati’l-Erbaati’l-Aşer nam kitabı te’lif ve bu ilm-i şerife hizmet-i fevkaladede bulunmuştur ve Şeyh Hamid bin Abdülfettah Paledi hazretleri tarafından te’lif olunan Zübdetü’l-İrfan nam kitabı Eyub Cami’-i Şerifi le ma’ruf merhum Mehmed Emin Efendi bin iki yüz yetmiş tarihinde Umdetü’l-Hullan fi Izahi Zübtedi’l-İrfan namıyla mesalik-i erbaanın edasını onda beyan buyurup ümmet-i merhumeye büyük hizmet etmişlerdir. Mesalik-i erbaa-i mezkureden her birerleri tarik-ı münasibe yani mahir tarikıyla vücuhat-ı Kur’an iyye’nin edasını ve kıraat-ı seb’a ve aşereden başka eimme-i erbaa-i mu’tebere şevaz rivayetlerine tarik-ı Kabakabi ve nihayet İbnü’lCezeri olmak üzere vücuhat-ı Kur’an iyye’nin edasını ahz eyledikleri halde el-yevm mahir ve şevaz tarikleri üzere vücuhat-ı Kur’an iyye’nin edasını sened-i muttasıl ile fem-i muhsinden ahz eylemiş icazetli bulunan yok mesabesinde pek az kimse kalmıştır ve mesalik-i erbaa-i mezkureyi vücuhat-ı takrib üzere ahz eylemiş olanlar dahi eslafa nisbetle ekall-i kalil derecesinde olup bunun esbabı ise rağbetin azalması ve bu da esbab-ı maişetin diğer cihetlerden isticlabıyla Selef-i salihin elfaz-ı Kur’an-ı Kerim’in vücuh ve kıraati edasının me’huziyet ve menkuliyetini mübeyyin ve mahfuziyetini ve resm-i hututiyyetini müeyyid manzum ve mensur nice nice asar vücuda getirmiş ve pek çok kitablar te’lifiyle ümmet-i İslamiyye’ye büyük büyük hizmet etmişlerdir. Binaenaleyh erkan-ı ahz-ı Kur’an-ı Kerim üç olup birincisi kavaid-i Arabiyye’ye muvafakat ikincisi resm-i hatt-ı Osmaniyye’ye mutabakat üçüncüsü ittisal-i seneddir ki bu müteselsilen ve muttasılan fem-i muhsinden Kur’an-ı Kerim ’in elfaz-ı şerifesinin vücuh ve kıraatinin edasını ahz ve ta’limdir. Zira silsile-i ahz ve eda-i kıraat muntazaman ve muttasılan zat-ı Risalet-penah sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinde nihayet bulmağla mu’teberdir. Nitekim sahib-i İthaf buyurdu: ve bu ilim diğer uluma makıs değildir. Çünkü ulum-ı saire kitabdan tahsil olunabilir. Fakat kıraat ve tilavet ve vücuh-ı Kur’an-ı Kerim’in edasını behemehal fem-i muhsinden ahz ve telakkı etmek lazımdır. Nitekim sahib-i İthaf buyurur Çünkü nazm-ı celil-i Kur’an iyye’nin hutut ve tilavet ve edasında kavanin-i mahsusa ve hey’etinde menkule ve mesmua mu’teber olmağla bu ilm-i şerif uluma kat’iyyen makıs değildir. Bu hususda arz ve istima’ tarikleri mu’teber tutulmuştur. ki “Kitab-ı Mübin-i İlahi’nin zıya’ ve tahrifine mahal kalmamak zum ve muhafazası ve erbabının tekessürü her asırda nazarı dikkat ve i’tinaya alınmış ve esbabının çarelerine tevessül olunmuştur” ve bu cümle-i cemileden olarak hami-i Din-i Mübin-i Ahmedi ve hadim-i şer’-i metin-i Muhammedi olan selatin-i Osmaniyye hazeratı taraflarından ehl-i Kur’an ve kıraati taltifen ve erbabının tekessürüne vesile olmak üzere teşvikan Dersaadet’de Sultan Ahmed Cami’-i Şerifi’yle sair müteaddid mahallerde ve taşralarda daru’l-kurralar ve ale’lhusus cevami’ ve mesacid-i şerifede şeyhü’l-kurra’lıklar ve Darü’l-hilafeti’l-aliyye’de ehl ü erbab ve esatiz-i ma’rufeden olan kurraların kıdemlisine tevcih olunmak üzere birer şeyhü’l-kurralık te’sis ve ihdas ve bunlara bir çok muhassasat merhumeye bereket olan huffaz ve kurranın tekessürüne vesile-i hasene olmak üzere Fatih Süleymaniye Bayezid Ayasofya Sultan Ahmed Eyub Nur-ı Osmaniyye Yeni Cami’ Şehzade Sultan Selim Kılıç Ali Paşa Sinan Paşa Üsküdar’da Valide cevamiinde talibine ta’lim-i Kur’an-ı Ke rim ve vücuha talib olanlara vücuhat-ı Kur’an iyye’yi ta’lim ve tedris eylemek üzere vücuh-ı Kur’an iyye’nin takrib-i vechilerinden icazet almış ve sinni otuzu tecavüz etmiş meşahir-i kurradan birer şeyhü’l-kurra ta’yin olunarak bunlara muhtacin-i ilmiyye tertibinden münasib mikdarda maaş tahsis ve münhal olan cevami’ müezzinlik ve imamet ve hitabet ve ecza’-i şerife ve devrhanlık ve emsali cihetlerin tevcihatında vücuh-ı Kur’an iyye’den icazete muvaffak olanların ala meratibihim sairlerine tercih edilmeleri ve selatin-i izam hazeratının evkaf-ı şerifelerinden münhal olanların ve evkaf-ı sairenin vakfiyyesinde bir sarahat-i mania bulunmadığı takdirde onlardan dahi münhal bulunanların vücuhat-ı Kur’a n bihim kıdem i’tibarıyla tevcihi ve cihat-ı mezkureden na-ehline kasr-ı yed olunmaması hususuna dikkat ve i’tina olunması huffaz ve kurranın teksirine ve ilm-i celil-i kıraatin indirasdan vikayesine kafil olacağından hususat-ı ma’ruzanın nazar-ı dikkate alınmasını zat-ı sami-i Meşihat-penahi’den ve evkaf nazırı beyefendi hazretlerinden istirham eylerim. Kuy-i Çengel Dokuzuncu asr-ı miladi ulum ve fünunun beyne’l-İslam parlak bir surette tasvir ediyor. Fil-hakıka dokuzuncu asırda da ezilirken alem-i İslam ulum ve fünunun şuaat-ı renginine müstağrak behişti bir levha manzarası arz ediyordu. Bu asırda yetişen eazım-ı İslamiyye tarih-i ulumun bi-hakkın sername-i mübahatı olmak şerefini ihraz eylemişlerdir. Kadir-şinasan-ı ahlaf bu büyük isimleri ebediyen derin bir hürmetle yad ve tezkar edecektir. Me’mun zamanında arzın küreviyetini isbat etmek için nısfu’n-nehar arzın ölçülmesi lüzumu taht-ı karara alınmıştı. Meşahir-i riyaziyyun-ı İslamiyye’den Muhammed bin Musa Ahmed bin Musa Hasan bin Musa namında üç birader taraf-ı halifeden bu hususa me’mur edildiler. Sincar Sahrası’nda vasi’ bir mahal intihab olundu. Muayyen bir noktadan i’tibaren biri şimal ve diğeri cenub cihetine gitmek üzere iki hey’et ayrıldı. Tevakkuf ettikleri nikata birer filama rekz ettiler. Her iki filama arası mesaha olundu. Filamaların rekz olundukları mahallerde usturlab vasıtasıyla makadir hesab edilerek bir derecelik kavs-ı arzın iki bin zira’-ı Haşimiye müsavi olduğu anlaşıldı. Ba’dehu mecmu’ nısfu’n-neharın tulü hesab ve ta’yin olundu. Bulunan netice sıhhate pek karibdir. Alatın adem-i mükemmeliyyetine rağmen sıhhate bu kadar karib bir netice istihracı cidden hayret-bahş muvaffakıyetlerdendir. Musa biraderler Kufe Sahrası’nda sayesinde küreviyet-i arz suret-i kat’iyyede isbat edilmiş oldu. Ulema-yı İslamiyye’nin bu muvaffakıyeti zerrin kalemlerle hakkedilecek mazhariyat-ı azimedendir. İlm-i hey’etin terakkısi hususunda İslamlar tarafından ibraz edilen hidemat-ı mühimmeyi “Historie de l’astronomie” Tarih-i İlm-i Hey’et nam eser-i ma’rufunda bir lisan-ı sitayişle yad ederken Mösyö “Hoeffer” diyor ki: “İskenderiye Mektebi sukut ettikten sonra bir çok asırlar ilm-i hey’et her türlü eser-i terakkıden mahrum kalmıştı. Bu uzun seneler zarfında hey’etle tevaggul eden ancak birkaç zat görüyoruz. Onlar da asar-ı kudemadan bazı bahisleri şerh etmekten fazla bir şeye muvaffak olamamışlardır. Bizans’da kainatın vaz’iyet ve teşekkülatı hakkında tedkıkat icra edilecek yerde ervah-ı tayyibenin cinsiyyetini ta’yin ile uğraşmak gibi garib şeylerle vakit geçiriliyordu. Avrupa’da ise bir çok asırlar ilm-i hey’etten kimsenin bir şey bildiği yoktu. Avrupa ve Şarkı Roma İmparatorluğu bu suretle tedricen cehalet ve vahşete doğru yuvarlandıkları esnada; İslamlar bütün gayretleriyle alem-i fenni fethe koyulmuşlardı. İskenderiye ve Yunan-ı kadim hükemasının bıraktıkları noktadan başlayarak fennin tekamül ve terakkısine hükema-yı kadimenin hatalarını ıslaha çalışıyorlardı. himemat-ı aliyye ibraz etmişler ve bu babda birinci hatveyi atmaya muvaffak olmuşlardır.” Mösyö Bertran Brtrand ise İlm-i Hey’et-i Hazıra Müessisini ünvanlı eserinde diyor ki: “İslam fatihleri Hazret-i Mu hammed’in aleyhisselam halifeleri zir-i tabiiyyete aldıkları memalik ahalisine –inkişafat-ı fikriyye için elzem olan– sükunet ve asayişi te’min edebilmişlerdi. Bila-tefrik herkesi adalet ve avatıfına müstağrak eden hükumet-i İslamiyye; zeka-yı beşerin her şu’be-i fende inkişafına müsaid bulunuyordu. Hatta halifeleri en büyük müşevvikler miyanında sayabiliriz.” cümlesi ne güzel ne doğru bir sözdür; hak ve hakıkat hiçbir suretle gizlenemez mahvedilemez. Çünkü nur zulmetle setr olunamaz. Muhammed bin Musa şa’şaa-i irfanıyla Me’mun devrini tercüme ve metn-i Arabisi’yle birlikte tarihiyle Londra’da neşr edilmiştir. el-Mansur Bağdad’da biri hukuk ve diğeri tıb tahsili için Ulum-ı tabiiyyede usul-i tecrübeyi ilk evvel vaz’ ve te’sis eden ulema-yı İslamiyye’dir. Tevzi’-i miyah mihanik ve fenn-i münazaraya dair yazdıkları asarı tecrübe ve müşahede üzerine istinad ettirmişlerdir. Asar-ı mezkureden bazıları dir. Alat-ı mezkure miyanında usturlabları güneş saatlerini hassas ve dakık terazileri zikr edebiliriz. yor. Ulum-ı riyaziyyeden cebir ve müsellesatın müessisleri yine İslamlardır. İkinci derece muadelatının usul-i hallini keşf eden Muhammed bin Musa’dır. Ömer bin İbrahim de üçüncü derece muadelatının halli kavaidini vaz’ ve beyan eylemiştir. ellefatı la-yemut asar miyanında ta’dad olunabilir. Riyaziyyun-ı İslamiyye en büyük dehalarını cebirin hendeseye tatbikinde göstermişlerdir. Avrupalılar bu şerefi Dekart’a çüncü derece muadelatını bile bi’l-hendese tersime muvaffak oldukları muhakkakat-ı tarihiyyedendir. Ulema-yı İslamiyye müsellesat-ı küreviyye ianesiyle evkat-ı şer’iyyeyi sahih bir surette ta’yin etmeye muvaffak olmuşlardır. Mirkatlar irtifa’ cedvelleri ziçler bunların hepsi mütemadi bir sa’yin yadigar-ı hayret-bahşasıdır. el-Bağdadi’nin topoğrofya ve mesaha-i araziye dair yazmış olduğu kitablar Avrupalıları bile hayrette bırakıyor. Kadir-şinas Montoklav ve Şarles bu hakıkati i’tirafdan kendilerini alamıyorlar. den hayret-bahştır: Ecram-ı semaviyenin herekatı kanunları keşf edilmiş harita-i semavileri tanzim olunmuş ecramın arza olan bu’dları ta’yin ve kevakib bir takım burçlara taksim olunmuştu. Buruc-ı semaviyye bugün bile ulema-yı İslamiyye tarafından vaz’ edilen isimlerle yad olunmaktadır. el-Battani’nin ilm-i hey’ete dair müellefatı ma’rufdur. cedveli tertib etmiş ve husuf ve küsufun devri olduklarını isbata muvaffak olmuştu. Fenn-i ispençiyari sırf İslamların eser-i edviye tertibi usulünü vaz’ eylediler. Riyaziyyun-ı İslamiyye fenn-i mihanikin de esasını vaz’ ederek hareket ve esbab-ı harekete hareketle kuva arasındaki münasebata dair esaslı kanunlar keşf eylemişlerdir. Hatta sükut-ı ecsam kanunlarını bile ta’yin ettikleri muhakkakattır. Ulema-yı İslamiyye’nin cazibe-i arziyye hakkında bir fikir edinmiş oldukları eserlerinden anlaşılıyor. Hikmet-i tabiiyyenin mayiat bahsini hayli terakkı ettirmişlerdir. Tevzi’-i miyaha dair ve ecsam-ı mağtuse ve sabiha hakkında pek doğru fikirler serd eylemişlerdir. Hükema-yı İslamiyye’nin mebhas-i ziyaya aid bir keşf-i mühimmini zikr etmeden geçemeyeceğiz: Hükema-yı Yunaniye rü’yeti gözden çıkan şuaatın cism-i mer’iye vusulü suretinde ber-aks olduğunu yani fi’l-i rü’yetin ecsamdan vürud eden şuaat-ı ziyaiyyenin tabaka-i şebekeye olan te’siratı neticesinde vukua geldiğini iddia etmişlerdir. Fünun-ı hazır da rü’yeti bu suretle tasvir ve izah ediyor. İnkisar in’ikas ve tahallül-i ziya hadiseleri hükema-yı İslamiyyece ma’lum idi. Merayada hayalin suret-i teressümüne dair Kitabün fi Şiari’l-Mir’at nam eserinde el-Kindi –daha pek er ken– tafsilat-ı lazıme vermişti. İnkisar-ı nesimi hadisesini keşf eden Hazini hazretleridir. Hazini diyor ki: “Şuaat-ı şemsiyye muhtelifü’l-kesafe olan tabakat-ı hevaiyyeden geçerken inkisar edeceğinden kanun-ı umumi –ki ziyanın bir vasıta-i mütecanise derununda hatt-ı müstakım üzerinde intişarından ibarettir– hilafında bir hatt-ı münhani resm ederek bize vasıl olur. Binaenaleyh biz ufka yakın bulunan ecramı daima mevki’-i hakıkılerinin fevkinde müşahede ederiz. Yine bu sebebden şems ve kameri tulu’larından akdem ve gurublarından sonra yani tahte’l-ufk iken dahi müşahede ederiz” Tevzi’-i miyah fenninin tatbikatı olmak üzere Mezopotamya el-Cezire arazisi muntazam cedveller rasin bendler hayret-bahş kanallarla iska ediliyordu. Bu sayede ziraat fevkalade yade terakkı ve teammüm etmişti. İslamlar taneni dahi keşf etmişlerdi: Deriler gayet güzel dibagat ediliyordu. Bu sayede kitablar için ince ve güzel parşömenler i’mal edilmekte idi. Bilahare Endülüs İslamları kağıdın da ihtiraına muvaffak oldular. Hükema-yı İslamiyye hafaya-yı tabiatin en gizli gavamızına kesb-i vukuf etmeye çalışmışlardır: Uzviyat-ı hayvaniyye ve nebatiyyenin tedrici ve bati bir surette tekamül etmiş olduklarına vakıf idiler. Bugün ulum-ı tabiiyye ve ulum-ı ictimaiyyenin üssü’l-esası olan kanun-ı tekamül ilk evvel hükema-yı ta; ulemadan bazıları kanun-ı tekamülü cemadat ve ma’deniyata bile teşmile çalışmışlardır. Üçüncü asr-ı hicri tarih-i medeniyetin münferid ve mümtaz bir devre-i tealisidir. Arabistan’ın har ve yabis badiyelerinde bir hayat-ı bedeviyane geçirmeye mahkum olan ve o vakte kadar cihan-ı medeniyyetten büsbütün uzak bir halde yaşamış bulunan bir kavim bu asırda; birden bire harika-nüma bir kudretle cihanı ma’nen ve maddeten taht-ı istilaya almaya muvaffak oldu. Siyaseten iktisab ettiği şerefi ulum ve fünun ile de tetvic ederek çok geçmeden ilmen siyaseten parlak mazileriyle Dördüncü asr-ı hicri ise İslamlarda fünuna karşı uyanan halel-na-pezir bir azm hayret-bahş bir sebat ile tedkıkat-ı fenniyeye koyulmuşlardı. Bu asırda İslamlarda görülen harekat-ı dimağiyye başlıca iki suretle tecelli etmiştir: Bir tarafdan fen tekamül-i tedricisine devam etmekle beraber alem-i rifetler lem’a-i irfanlar ikad ederek her tarafı müstağrak-ı envar ediyordu. Diğer tarafdan; şuabat-ı fenniyye bir usul bir sistem dairesinde tertib ve te’lif olunarak felsefe-i fünunun esasları kuruluyordu. Üçüncü asırda asar-ı kadime-i ilmiyye tedkıki ile meşgul olan hey’etler dördüncü asırda da faaliyetlerine germi vermekle beraber kütüb-i mütercemenin tefsir ve tenkıdlerine daha vasi’ bir mikyasda ehemmiyet vermişlerdi. Asr-ı sabık fadıl-ı yegane olarak el-Kindi’yi yetiştirmişti. Dördüncü asır ise Raziler Farabiler Ali bin Abbaslar Ebu’l-Kasımlar gibi nevadir-i dühattan ma’dud coğrafiyyun riyaziyyun etibba felasife ve hey’et-şinaslar yetiştirmiş olmakla mümtazdır. Üçüncü asırda harekat-ı fikriyye hemen hudud Nil vadilerinden Kafkas eteklerine Maveraünnehir’den Bahr-i Muhit-i Atlasi kıyılarına kadar tevessü’ eylemişti. Fariza-i hac ne büyük bir hikmet bir hikmet-i ictimaiyye üzerine müessesdir. Bu hikmet-i aliyyenin gavamızını idrak ve takdir edebilmek için üçüncü asır ve onu müteakıb gelen devirlerin ahval-i tarihiyyeleri amik bir surette tedkık edilmelidir: Hicaz’a koşan muvahhidin köylerine kasabalarına memleketlerine münkeşif bir dimağ cezbedar-ı irfan bir ruh ile mücehhez olarak avdet ediyorlar. esaslı o nisbette samimi idi ki; alem-i İslam siyaseten tefrikaya düştüğü halde bile terekkıyat-ı ilmiyye seyr-i seriinde asla duçar-ı irticaf olmamıştı. Bilakis merkez-i teşa’şu’-ı irfanın nevvar ve daha rengin olmasını mucib olmuştu. Gerçi Harun ve Me’mun devirlerine aid haşmet ve nüfuzu gaib etmiş olan hulefa-yı Abbasiyye tenevvürat-ı fikriyye hususunda evvelkiler derecesinde şahsen icra-yı te’sir edemiyorlardı ise de fennin terakkısi mes’elesinde yine mümkün olduğu kadar teşvikattan geri kalmamaya gayret ediyorlardı. Halife el-Müktefi Billah’ın mahdumu Ca’fer felsefede cidden bir alim idi. Bizzat ilm-i hey’et tedris ediyordu. Adudü’d-Devle ise ilk halifeleri tanzire çalışıyordu. Erbab-ı çok camiler mektepler medreseler ve hastahaneler te’sisine muvaffak oldu. Adudü’d-Devle namına nisbetle Bağdad’da te’sis olunan hastahaneye meşahirden hergün yirmi dört tabib devam ediyordu. Dördüncü asır uleması asar-ı fenniyelerini muayyen bir metoda tevfikan te’lif eylemişlerdir. Ali bin el-Abbas’ın Emir Adudü’d-Devle namına ithaf eylediği el-Meliki nam eser-i tıbbiyyesi bu yolda te’lif edilmiş muhalledat-ı fenniyyedendir. Bu asırda İran taraflarında tıb er-Razi ve felsefe elFarabi tarafından temsil ediliyordu. Suriye’de Emir Seyfüddin sarayına toplanan erbab-ı Mısır’da; Beni Tolun ulemayı fevkalade mazhar-ı tevkır ediyorlardı. Ahmed bin Tolun Kahire civarında el-an namıyla yad olunan cami’-i şerifle meşhur hastahaneyi inşa ettirmişti. Cami ittisalindeki darü’l-ilmin resm-i küşadında Ahmed bin Tolun bizzat hazır bulunmuştu. Fatımiler de aynı isri ta’kıb aynı an’anatı muhafaza eylediler. Hey’et-şinas-ı şehir İbni Yunus hulefa-yı Fatımiyye’den el-Aziz ve el-Hakim taraflarından fevkalade mazhar-ı bab-ı ilme bir me’men-i irfan haline gelmişti. Mağribde bile Berberistan’ın feyafi-i riki arasına sığınmış vahalarda bazı şu’le-i zekalar parıldıyordu. siyaseten rekabette idiler. Yarım asır kadar evreng-i saltanatı muştu. El-Hakem devri Kurtuba’nın en parlak zamanıdır. Endülüs’ün her tarafında muntazam mektepler cesim ve zengin kütübhaneler te’sis edilmişti. Halifenin kütübhanesinde altı yüz bin cildi mütecaviz kitap bulunduğu tevatüren rivayet ediliyor. Kitabların yalnız kataloğu kırk dört büyük cild teşkil ediyordu. El-Hakem erbab-ı ilmi himaye etmekle beraber kendisi de zamanının en meşhur uleması miyanında zikr olunabilir. El-Hakem mütalaa ettiği asara mutlaka bir haşiye yazarak; eserin muhteviyatı hakkındaki fikrini orada izah etmeyi i’tiyad etmişti. O zamanlar Endülüs darü’l-irfanları rengin şa’şaalarıyla barbar Avrupalıların gözlerini kamaştırıyordu. Avrupa’nın her tarafından fevc fevc bir takım gençler bu darülfünunlara koşuyorlardı. Meşhur Jerber Gerbert de bunların arasında idi. Cerrahlığın mucidi sayılan Ebu’l-Kasım Zehravi vüs’at-i irfanıyla bu asırda cidden temayüz etmiş erbab-ı dehadandır. Ebu’l-Kasım’ın et-Tasrifü li-men Aceze ani’t-Teessüf ünvanlı eseri hayli zamanlar Avrupa darülfünunlarında tedris edilmiştir. Bu kitabın metn-i Arabisi bilahare İngiltere’de Oxford’da neşr edildi. Endülüs uleması miyanında ilm-i hey’et ve fünun-ı riyaziyyede dahi pek çok mütehassıslar yetişmiştir. Coğrafya ve tarihi ise bir fenn-i müdevven haline getirmişlerdir. Fihrisü’l-Ulum sahibi Muhammed bin İshak gibi eazım bi-hakkın Fihrisü’l-Ulum hükema-yı kadimeye aid vesaik-ı ciddiyye senesinde te’lif edilmiştir. Hey’et-şinasandan el-Battani ve şeklinde yazılmıştır. namına ithaf eylediği dört cildden mürekkeb ziç-i meşhuru vesaik-ı ilm-i hey’etten ma’duddur. – Üçüncü asr-ı hicri nihayetleriyle dördüncü asır mebadisinde ufk-ı alem-i İslam Berenci kadar Kevakibi kadar parlak bir dahinin nur-ı irfanıyla şa’şaadar bir manzara-i dil-ruba arz ediyordu. Vüs’at-i irfan resanet-i muhakeme metanet-i efkar ile mümtaz olan bu zat-ı meşhur elBattani’dir. Ebu Abdullah Muhammed bin Cabir bin Sinan el-Battani. Harran mülhakatından Battan nam karyede mehdara-yı alem-i şuhud olmuştur. Battani bir harika-i zeka bir dahi-i hayret-bahşa idi. Bütün müddet-i hayatında ta’b-na-pezir bir sa’y ile mütemadiyen çalışmış tedkıkatta bulunmuş netice-i tetebbuatını ahlafa yadigar bıraktığı mücelledat-ı azimede kayd u sebt etmiştir. Avrupa’da el-Battani namıyla iştihar eden bu zat fart-ı zeka sür’at-i intikal isabet-i muhakeme fikr-i tenkıd hüsn-i yorulmak gibi şeyler kendisince ahval-i mechuleden idiler. Rakka Rasadhanesi’nde kırk iki sene bila-fasıla rasadatla gösterir. Eserlerinde kat’iyet-i riyaziyyeden başka bir şey görülmez. El-Battani’nin meslek-i ilmisi mecmua-i müellefatı tecrübe müşahede ve muhakeme ile icmal edilebilir. Battani bi-hakkın ilm-i hey’etin nazımı olmak paye-i bülendini Ez-Zicü’s-Sabi ünvanlı eseri Rakka’da senesine kadar Garb’da Galile ne ise Şark’da da el-Battani odur. İlm-i hey’ette mühim keşfiyata mazhar olmuştur. Daire-i husufun bir kat’-ı nakıs olduğunu beyan eylediği gibi hesabat ve rasadat sayesinde sene-i kamilenin üç yüz altmış beş gün kırk altı dakıka ve yirmi dört saniyeden ibaret bulunduğunu El-Battani’nin en mühim mazhariyeti i’tidaleyn noktalarının hareket-i ric’iyyelerini keşf ve ta’yine muvaffak olmasıdır. Ta’dilü’l-Kevakib namındaki eser-i meşhuru evvela Latince’ye ve bilahare Avrupa lisanlarından bazılarına tercüme edilmiştir. Risaletün fi Mikdari’l-İttisalat rasadat-ı medide netayiciyle mali bir eser-i alidir. zamanında büyük bir hahişle istikbal edilmişti. Battani’nin riyaziyat ve hey’ete aid daha pek çok müellefatı vardır. Senelerce Irak ufkunda pertev-bar-ı maarif olan bu necm-i irfan senesinde ebediyen üful eyledi. Avrupa kadir-şinasan-ı maarifi el-Battani namını hürmetle yad ederler. Yazık ki bu büyük adamın eserleri Şark’da layıkı vechile el-an tedkık edilememiştir. – Ahmed bin Muhammed bin Kesir el-Fergani Me’mun ve Mütevekkil devirleri hey’et-şinasanındandır. Kitabü’l-Hükema Fergani’yi Me’mun’un hey’et-şinasanından ve Sincar’a gönderilen hey’et a’zasından olmak üzere tasvir ediyor. Harekat-ı Semaviyye ünvanlı eseri pek mu’teber olup Latince tercümesi Avrupa’da defeatla neşr edilmiştir. Meşhur Delamber Fergani’nin bu eserini tedkık etmiş ve şayan-ı takdir asardan bulunduğunu i’tirafa mecbur olmuştur. Latince tercümesi senesinde Nürnberg’de ve tarihinde dahi Paris’de tab’ ve neşr edilmiştir. – Miladın tarihinde irtihal-i dar-ı beka eylemiştir. İlm-i hey’ete vukuf-ı tammı olduğu Hey’eti Hazıra Müessisleri nam eserin müellifi tarafından beyan ve tasdik edilmektedir. Yahya daire-i husufun meylini hesab etmeye muvaffak olmuştu. – Halife Me’mun’un hafız-ı kütüblerinden idi. Me’mun’un emriyle Sind-i Hind denilen eseri esas ittihaz ederek bir ziç tertib eylemiştir. Fakat Ebu Ca’fer bu eserinde İran ve Batlamyus mesleklerini de nazar-ı i’tibara almış olduğu gibi tedkıkat ve rasadat-ı zatiyyesine dair de hayli tafsilat verdiğinden kitabın kıymetini büsbütün artırmıştır. Asarı miyanında iki kıt’a ziç ile Kitabü’l-Cebr ’i meşhurdur. Ziçlerden biri Adelard Döbart tarafından Latince’ye tercüme edilmiştir ki Mazarin Kütübhahesi’nde mahfuz olan nüshası numarada mukayyeddir. Kitabü’l-Cebr ise Jerard Vefremon tarafından Latince’ye tercüme edilmiştir. Fransa Kütübhane-i Millisi’nde mevcud olan nüshası numarada mukayyeddir. Bilahare Mösyö Rozan Rosen tercümesiyle birlikte metn-i Arabi’sini Avrupa’da neşr etmeye muvaffak oldu. – Muhammed bin Buzcani sene-i miladisinde tevellüd eylemiştir. Ulum-ı riyaziyye ve ilm-i hey’ette asrının feridi idi. ez-Zicü’ş-Şamil ünvanlı eseri hey’et-şinasan nezdinde asar-ı mu’tebereden ma’duddur. İlm-i hesab ve ilm-i hendeseye dair de müteaddid kitablar yazmıştır. Oklid hendesesine yazdığı şerh zamanında pek ziyade iştihar eylemişti. Ebu’l-Vefa’nın harekat-ı kamer hakkında mühim tedkıkat ve keşfiyatı vardır. – Üçüncü asr-ı hicrinin nihayetlerine doğru ilm-i hey’et ve riyaziyatta kesb-i iştihar eylemişti. Asarından bazılarını halife namına ithaf eylemiştir. Oklid üzerine yazdığı şerh bilahare Latince’ye tercüme edilmiştir. Belh’de tevellüd ve senesinde yüz yaşına karib olduğu halde irtihal eylemiştir. Ebu Ma’şer riyaziyyun-ı İslamiyye arasında mümtaz bir zattır. İlm-i hey’et ve nücuma dair de müteaddid eserler yazmıştır. Kitabü’l-hükema’da kırk kadar müellefatı olduğu beyan ediliyor. Hind ve İran riyaziyatına da vukufu olduğu eserlerinden anlaşılıyor. Bizzat icra ettiği rasadat netayicini havi olan el-Medhal ve ez-Ziç ünvanlı eserleri makbul ve mu’teberdir. Ebu Ma’şer’in ekser-i müellefatı Latince[ye] tercüme edilmiştir. Fransa Kütübhane-i Millisi’nde Latince tercümeleri mevcuddur. Bütün şümul-i ma’nasıyla ayn-ı hikmet olan bir kanun-ı ezelin bir mürebbi-i insaniyyetin bir müessis-i medeniyyetin tanzim-i şuun ve tashih-i hadisat hususunda ibzal ettiği füyuz-ı teallukatı da elbette hakimane olur. emr-i irşadisini ibzal etti. O; vicdanı ruhu nevaziş etti. Onda latif bir te’sir husule getirdi. Kemal-i aşk-i iman ile kabul ettiği bu emr-i celilin tefsirini istedi. O da cilve-saz-ı nüzul oldu. Fakat dahası var. Şimdi bu tefsirin daha vazıh daha vasi’ mikyasda bir sahayif-i can-fezası üzerine im’an-ı nazarla karirü’l-ayn-ı ibtihac olalım! hadise: Kibar-ı ashab-ı kiramdan radiyallahu anhüm Hazret-i Cabir bin Abdullah diyor ki: Sahabiyat-ı muhteremeden Esma binti Mersed radiyallahu anha bir gün Medine-i Münevvere haricindeki bahçesinde iken nisvan-ı darü’s-selamdan birkaçı hilaf-ı emr-i İlahi açık saçık bir hal-i gayr-i meşru’da nezdine gelir. Müşarun-ileyha hazretleri kemal-i teessür ve hicab ile bunları bir güzelce azarlar. ayat-ı celilesi vahy ve inzal buyurulur. Birinci ayet-i celile: “Resul-i zi-şanım! Mü’min kullarıma söyle: Gözlerini namahremden yumsunlar! Zira nazar sebeb-i fitnedir. Vücudlarının göbeklerinden dizlerine kadar –keşfi haram olan– mahallerini hıfz ve tesettür etsinler! Na-mahremden gadd-ı basar yani: Göz yummak setr-i avret etmek taharet-i kalblerini safa-yı vicdanlarını çirkab-ı şehevattan muhafaza için daha müessir daha emniyet-bahş bir tedbir-i edeb bir kaide-i namus-perveridir. Şübhesizdir ki Allah onların gizli aşikare her hal ü karlarını habirdir.” Şayan-ı dikkat değil midir ki hadiseyi ika’ eden muhit-i nisvan iken emr-i celil-i İlahi evvela erkeklere teveccüh ediyor? Tabii değil mi? Erkekler hitabda asıl kadınlar fer’dir. Erkeğin fıtratındaki kemal kadında yok. Binaenaleyh erkekler; mevki’-i hitabın saff-ı evvelini teşkil ediyorlar. Ayet-i celile demek istiyor ki: Kadınlar emr-i tesettüre bakmayacaklar gözlerini yumacaklar zemin-i hicaba indirecekler. O nur-ı nazarı çamurlara serpip bulayacaklar fakat levs-i müstekreh-i hürmet ve şehvetle kirlenmeyecekler! Cenab-ı Kur’an -ı Hakim’in bizi –lutfen ve merhameten– irşad ve ihda buyurduğu adab-ı ictimaiyyenin ne kadar insaniyyet-perverane ne kadar medeniyet-küsterane olduğu görülüyor ya! İşte insaniyet buna derler! Medeniyet böyle olur! Ani ve gayr-i ihtiyari olan ilk nazara gelince: O ma’füvvdür. Mes’ul olan: İkinci nazar-ı ihtiyaridir. Mukteza-yı celilü’lkadrimiz: ki: Tekrir-i nazar caiz değildir. Çünkü Cenab-ı Hak: Yani: Şübhesiz samia basıra kalb; bunlardan herbiri ayrı ayrı sahibinin ef’alinden mes’uldür buyuruyorlar. Çünkü Sultan-ı kişver-i Hazret-i Ali radiyallahu anh ve kerremehu vechehu hazretlerine buyuruyorlar ki Yani: “Ani ve gayr-i ihtiyari olan ilk nazarını ikincisi ta’kıb etmesin! Zira birincisinde ma’zur sayılırsın fakat ikincisinde değil.” olmak üzere lisan-ı hikmet-beyan-ı cenab-ı peygamber-i a’zamiden aleyhissalatü vesselam şu: “ Ey Adem oğlu! Birinci nazar senin yani: Ani ve gayr-i ihtiyari olduğu için puşide-i mağfiretimle mestur; fakat ya o ikinci bakış ne oluyor?.....” hitab-ı ezelisini nakl ediyor. Nazar-ı mü’minin na-mahremden sarf ve men’i emrindeki şu inayet-i İlahiyyeye bakalım! Bir de buyuran cenab-ı ekmel-i beşerin ümmeti bendesi olduğumuzu vicdanımıza müracaat ederek düşünelim! Heyhat…….! “Nisvan-ı mü’minata da söyle; onlar da gözlerini kendilerine na-mahrem erkeklerden yumsunlar! Zemin-i haya ve hicaba indirsinler! Cevher-i namus ve istmetlerini muhafaza etsinler! Zinetlerini ağyara ibda ve izhar etmesinler!” avuçdaki hınna gibi setrinde cidden suubet olan müstesna. Bu cümle-i celile-i istisnaiyye üzerine müfessirin-i izam hayli münakaşa etmişler. Bunları ayrı ayrı nakle sahifenin tahammülü yok. Hülasası: Balada geçen: Ayet-i kerimesinde müfessirin-i kiramın; yüzü de setri farz olan a’za miyanına idhal eylediklerini gördük. Şunu da unutmayalım ki Cenab-ı Kur’an -ı Hakim’in asıl müfessiri sünnet-i seniyye yani: Ehadis-i sahiha-i Nebeviyye aleyhissalatü vesselam’dır. Şimdi: Cümle-i celile-i istisnaiyyesindeki zamir-i mecrur-ı müennesini mü’mineye irca’ edenler müstesna: Yüz avuç ve ayaktır diyorlar bunun kailleri zineti hulkı ve sun’iye teşmil ediyorlar. Zamir-i mezkure cümle-i celilenin ma-kablindeki cümle-i nahiyesindeki lafzından müle hasr ediyorlar. Bunlar diyorlar ki zaten kadın tepeden tırnağa kadar avrettir. Tesettürü farzdır. Cenab-ı Hakk’ın setrini emr ü ferman buyurduğu sun’i zinet olunca mehasini fıtriyye evla bit-tariktir. Şafii olan Kadi merhum diyor ki: “Ezher olan yüz avuç ve ayak gibi a’zanın istisnaiyyeti namaza münhasır olmaktır.” Biz: Hanefilerle bu a’za-yı selasenin cevaz-ı inkişafı fitneden emin olmak şartıyladır ve illa caiz değildir. Evet: Bahusus yüz ki fitne-i a’zamdır. Kadınlığın bütün ma’na-yı cazibedarı o levha üzerinde titrer. Güzellik denilen sayyad-ı ruh şikarını kaşla göz arasında avlar. Görücüler elden ayaktan boydan herşeyden evvel çehreye bakarlar. Matluba muvafık ise oldu bitti. Hatta bazı sayesinde bahtiyar olur. Aksisi de aksi felaketi gösterir. Artık bu bedahetle ve hususiyle zamanın bu fesad-ı ahlakıyla beraber nasıl olur da yüzün keşfi tecviz olunur. Bu ictimai bir mes’eledir; bunda Hanefilik’den Şafiilik’den ziyade hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyye’nin hayatı hükümrandır. Bir muhit-i İslamiyyet içinde Hanefiyenin yüzü açık Şafiiyenin ki kapalı…! Olur mu? Mezhebimize –haşa!– ta’riz etmiyoruz. İşte o muhterem mezhebimiz: Na-mahrem kadınların mehasin-i halkıyyesinden: “Yüzüne ve avucuna bakmak caizdir; eğer iştiha-i nefsden korkarsa haramdır. Na-mahrem kadının yüzüne bakmak eğer hal-i iffet ve ismetle olursa haram değil fakat mekruhdur.” diyor. Birinci mes’ele zahir rivayetle mukayyed. İkincisi onu takyid ediyor. Üçüncüsü ise hal-i ismet kaydıyla beraber nazarın kerahetine hükm ediyor. Ma’lumdur ki kerahet lafzı mutlak zikr olununca murad kerahet-i tahrimiyyedir. Haramın küçük biraderi demektir. Müfti-i alem; fetvayı zaman ve muhitin icab ve ihtiyacına göre en muvafık ve en müfidini vermeye me’murdur. Eğer ziya’-ı iffet ve ismetten yani: “Duçar-ı girive-i şehvet olmaktan korkarsa na-mahrem yüzüne bakmaktan Allame İbni Abidin diyor ki bu ihtiyatlar bu endişeler mekarim-i ahlak-ı İslamiyye’nin kulub-ı ümmeti birer ayine-i müşa’şa’ ve mücella şekline koyduğu zamanlarda idi. Bizim zaman-ı mefsedet-nişanımıza gelince genç kadın keşf-i ruhsardan kat’an men’ olunur. Bugün Cenab-ı Şeriat-i Ahmediyye’nin mezahib-i erbaasına mensub her hangi bir müftü alemden istiğna olunursa olunsun eğer kalbinde zerre kadar mehafetu’llah var ise vereceği fetva işte budur. Hiç keşf-i nikabın cevazına müsaade ümid olunmasın. Nasıl tekrar etmeyeyim? Kur’an’ın bir bahr-ı bi-payan-ı hikmet ve hakıkat olduğunu nasıl söylemeyeyim? Bir bakir veya bir seyyibin talibi görmek istese kızın velisi hayretle memzuc bir hiddetle “A…! O nasıl söz? Ben bu namussuzluğu nasıl kabul ederim. Kızım kırk yıl kocasız kalır fakat nihahsız kimseye görünmez?!” der ve bunu namussuzlukla vasf eder değil mi? Şimdi bir de lisan-ı akdes-i şerife ve düstur-ı fıkha bakalım! “Sizden her hangi biriniz bir kadına talib olduğu vakit o kadını görmekte ona ism ve vebal yoktur fakat almak şartıyla. Matlubenin bu rü’yetten haberi olsa da olur.” “Mugıre Bin Şu’be haber veriyor ki bir kadınla izdivac etmek istedim. Aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretlerine arz ettim. Buyurdular ki: Kadını gör. Zira aranızda meveddet ve muhabbetin istikrarına ahradır. Yani te’sis-i muhabbete ve devam-ı saadete pek güzel bir müessir ve amildir.” Göstermekte şeriatin müsaade-i hikmet-karanesi olunca şeriat namına imtina’ın ma’nası kalır mı? Maamafih mes’elenin nezaket ve ehemmiyeti de hiç söz götürmez. Talib; mutlak almak niyyet-i halisasını beslemeli. Matlubenin velisi de kusursuzluğa güvenmeli. Ve illa kat’an caiz olmaz. Zira ortada bir hayat bir namus mes’elesi var. Görmekte bir hikmet bir faide olunca şeriat-i mukaddese ona . diye bir de teşvik eder. Anlaşıldı mı? Cenab-ı Kur’an’ın şu lisan-ı hikmetine bakınız: Kadını görebilecek mahremleri arasında amca ve dayısını zikr etmiyor. Müfessirin-i kiramdan bazısı bunun tevcihinde diyorlar ki: Kız amca ve dayı-zadelerine na-mahremdir. Nikah düşer. Amca dayı olur ki kızı oğullarına medhederler. Gıyabdan bir muhabbet bir sevda kapısı açılır. Kız istemeyiverir caiz ki isimleri bu sebebden meskutün-anhüma kalmış olsun” Evet: Bu bir ihtiyattır ki pedere aiddir. Biraderi boş boğaz ahlaksız; oğlu sarhoş çapkın kumarcı sefih olunca o hayırsız biraderi –ve keza kaim biraderi– hanesine kabul etmezse ne kadar isabet etmiş olur! Hususiyle kerimesi nişanlı veya nikahlı da olunca…! Binaenaleyh bu müdekkık müfessirlerin mütalaalarında ne kadar haklı isabete ne kadar yakın bulundukları muarızlarınca bile inkar olunamaz. başka bir bela getirmelerinden korktuğun halde– kerimeni göstermemek hakkındır” diyor. Hatta çapkın bir evladdan hemşiresini saklıyor. Namussuz olduktan sonra kardeşliğin ne hükmü ne meziyeti ne fazileti kalır! –Fatih Camii Tevhid Mezarlık Meyhane– Fatih Camii Safahat’ın ilk sahifesindedir. Mehmed Akif’in ve edebiyat-ı münazaun-fihamızın “monumental” manzumesi olan bu eser Safahat’ın yalnız sahifelerine zannedilmesin şiirlerine de tekaddüm edecek mahiyettedir. Kim ne re’y-i edebi der-miyan buyurursa buyursun Akif’in “Şeh-duver”i Fr. Chef-d’oeuvres’i “ecell-i asarı” bu şiirdir. Manzume iki kısımdır: Yatarken yerde ilhadıyla haşr olmuş sefil efkar Mısra’-ı müdhişiyle başlayan kısım “tasvir-i şairane”dir. Bir infilak-ı safadır ki yar-ı canımdır Mısraını ta’kıb eden parça “tasvir-i ressamane”dir. “Deskripsiyon” ikiye ayrılır. Biri “tasvir-i ressamane” kısmıdır ki şair gözünün önündeki manzarayı “hutut-ı farika”sıyla çizer. Bu mahiyetteki tasvirin bir gaye-i muvaffakıyeti vardır ki o manzarayı kari’e göstermek değil o manzarada kari’in göremeyeceği şeyleri göstermektir. Mesela şair Fatih Camii’ni “tasvir-i ressamane” tarzında yazsaydı biz kendisinden Fatih Camii’nin kubbelerini sütunlarını mirkatlarını minberlerini –fakat nikat-ı hafiyye ve nikat-ı müstetiresiyle– taleb ederdik diğeri “tasvir-i şairane” dir ki şair yazacağı manzarayı musavvirane değil mütehassisane rü’yet eder ihtisasını bize söyler. Müşahede-i mütehassisane mahsulu olan bu türlü tasvirler şekle aid olmaz mahiyete tealluk eder. Fatih Camii’ni gören şaire o mazi-mande taş yığını maali-i kibriyayı hitab edebilmiş ise ve o hitabiyat-ı aliyyeyi şair bize isma’ edebiliyorsa manzumesinin ilk kısmında Fatih Camii’ne aid bir “tasvir-i şairane” yapabilmiş olur. Aksi halde ise bir takım kafiyelerin kanına girmiş demektir. Demek oluyor ki biz Fatih Camii’nin ilk kısmında Fatih binasının şekline aid bir tasvire ve o tasvire aid bir hususiyete miyle Türbe-i Fatih’de bir haşr u neşr-i müdhiş halk u tekvin eden “Abdülhak Hamid” o türbeyi tasvir ederken tahassüsatını tasvir etmiştir. Türbenin manzar-ı hassını tersim eylememiştir. Hamid’in o şiiri Fatih’in natık-ı mefahiri olan bir “heykel-i şahane”dir ki asırlar mukaddim-i endamıdır. Mehmed Akif’in Fatih Camii de –aynen bu mahiyettedir ki– o ma’bedin heykel-i maalisi olup tasvir-i hususisi değildir. Bu nüktenin anlaşılması pek mültezem olduğu için aynı fikri –fakat farkında olarak– tekrar ediyorum. Bir camie girilince uluhiyetin hake nazil bir arş-ı tecellisi olan öyle bir binada ulviyet-i İlahiyye hissi insanı en tabii olarak istila eden hissiyat-ı ibtidaiyyedendir. Binaenaleyh ma’bedde yalnız bir “kibriya” görebilmek hüner değildir. Bu asmani kibriyayı hususi nokta-i nazardan görmelidir. Gördükten sonra da o görülen şeyi bir manzar-ı muazzam-ı ma’nevi şeklinde ve mutlaka bir orijinalite yani bir “garabet-i mümtaze” altında göstermelidir. Fatih Cami’ inde bu Tedkık edelim: Fatih Camii Yatarken yerde ilhadıyla haşr olmuş sefil efkar Yarıp edvarı yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrar Şu ilk beytiyle şair “Fatih” ma’bedini şahs-ı edebisine has bir nokta-i nazardan görmüştür. Fatih Camii’ne sadece heykel-i iman ve ikrar deseydi bu sözüyle mübtezel bir umumiyetin hufre-i hüsranına yuvarlanırdı. Çünkü taş bir bina bir heykele zaten şeklen tabiaten benzediği için o vücud-ı sengine heykel demek güneşe münevvir geceye muzlim demektir ki bedahet-nüvisliktir. Fakat şair Fatih Camii’ni sadece “heykel-i ikrar” olarak tasvir etmiyor. Onu “mülhid fikirlerin miyane-i haşr-ı meş’umundan yükselmiş bir abide-i ikrar” olarak tasvir eyliyor ki binayı hususi nokta-i nazardan görmek buna derler. Bu beytin ikinci nükte-i temayüzü de şudur: Fatih Camii edvarı yarıp yükseliyor. Fatih Camii’nin asırların sine-i şuununu yararak azamet –muhat-ı edvar olup– yükselmesi bülend bir manzaradır. Fatih Camii bize bir hediye-i a’sar ki onun a’sar-mande olduğu ancak bu kadar muhayyir-i ukul bir tarzda söylenebilir. Şair burada hem camiin yadigar-ı a’sar olduğunu söylüyor hem de a’sar-ı maziyye gibi mücerredat-ı muğteribeyi – “yarıp” gelmesini kullanmak suretiyle– maddi bir şekilde ve Fatih Camii’nin çarcube-i harabı olmak üzere irae ediyor. “A’sarın ortasından yükselmiş bir heykel” şairin ulviyet-i muhayyilesinde engüşt-i şehadet şeklinde i’tila ediyor. Mümkünse munsıfane düşünmeli ki Abdülhak Hamid bile eserinin en çok yükseldiği yerde ancak şu mısraı söyleyebilmiştir. Yani onun da yapdığı şey “menef” badiye-i vahşetlerinin sinesine yaslanmış olan edvar-ı feraine yadigarı bir takım heyakil-i hailenin içinde asırları haps etmiş olmaktır: Ehramın içinde asrı tescin Fatih Camii’nde ve edebiyat-ı Osmaniyye’de bir de şu beyt vardır: Der-aguş etmek ister nazenin-i bezm-i lahutu Kol açmış her menarı sanki bir ümmid-i cür’etkar Şimdiye kadar her şair bir camiin minaresini hayalinin sia-i servetine göre ya “amud-ı seher”e yahud “hüzme-i şems”e teşbih etmekle mübahi geçinmiştir. Yahud “ De Janşante ” müellifi kadar son asrın telkınat-ı edebiyyesinin tezahürat-perverdesi olanlar bir minareyi nihayet “zıll-i mem dud-ı sefid”e benzetmek hüner-i basitini ibraz edebiliyor. Minarenin “beyazlık” ve “uzunluk” gibi nigah-ı muzlim-i avamdan bile kaçmayan iki aded vasf-ı mümeyyizi göz önünde dururken minareyi uzunluğundan dolayı “hüzme”ye yahud “amud”a yahud “zıll-i memdud”a ve beyazlığından dolayı da “hüzme-i şemse” yahud “amud-ı seher”e yahud “zıll-i memdud-ı sefid”e benzetmek kolaydır. Bu türlü teşebbühler muhayyile-i şaire –derhal ve bi-eyyi hal– gelir. Fakat minareyi “lahut bezmlerinin nazenini kucaklamak isteyen cür’etkar bir ümmid” gibi tasvir etmek o sütun-ı sengin nüma-yı mehasin bir cihet-i camia bulmak için kuvve-i hayaliyyenin anasır-ı azimesinden olan “tecrid” ve “teşmil” ve sanayi’-i nefisenin vicdanı demek istediğim “zevk-ı edeb ve muhakeme” kuvvetlerine Mehmed Akif gibi ifrat ile malik olmak lazımdır. Fatih Camii’nin mevcudiyet-i muhallede-i edebiyyesini te’min ve tedarik eden beyitler arasında şu iki danesi mühimleridir: O revzenler nazarlardan nihan didara müstağrak Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrar Tabiat perde-puş-ı zulmet olmuş habe dalmışken O guya kalb-i nuranisidir leylin durur bidar Camiin pencereleri ilk beyitte “göz” ikinci beyitte de camiin hey’et-i mecmuası “kalb” oluyor. Şair Fatih Camii’nin pencerelerini mahza toparlak oldukları için göze benzetmiş olsaydı bu teşbihini –mikdar-ı kafi bedihi olacağı için– beğenmezdim. Çünkü daire şeklindeki bir deliği göze benzetmek –maderzad a’maların bile– muvaffakıyetle yapabileceği teşbihlerdendir. Bu eşkal-i eşyayı umumi ve adi nazardan görmek daha doğrusu eşkal-i eşyaya karşı ancak “nazara” malik olup “nokta-i nazar” sahibi olmamaktır. “Deskripsiyon” yapmak isteyen şairler icab eder ki kafalarından ve kalblerinden evvel gözleriyle şair olsunlar. Yoksa hakaik-ı eşyayı a’sab-ı tehassüsü kalbe ve dimağa müntehi olmamakta adeta “gözlük”e benzeyen adese-i züccaciyye mahiyetli camid ve barid iki gözle seyretmek edebiyat için “ama”dır. Eşkal-i eşyayı “ariyet gözler”le değil yed-i fıtratın nasıye-i hüviyyetine nakş ettiği iki çeşm-i hass-ı hassas ile görenler şairdir. Mehmed Akif Fatih Camii’nin pencerelerini yalnız göze benzetmiyor. “Uluhiyetin didarına müstağrak birer göz” olarak irae eyliyor ki bir ma’bed penceresi için bu teşbih şi’r-i mahzdır. “Didara mazhar” yahud “didara ma’kes” demeyip de “didara müstağrak” demesinde kelimelerin anlamak için Türkçe edebiyatın selika-şinası olmak behemehal lazımdır. “Tabiati uyur” tasvir ettikten sonra Fatih Camii’ni “gecenin bidar bir kalbi” olarak tersim etmek Mehmed Akif’e Emil Zola kari’-i müdavimliğinin hediye-i magbutudur. Avrupa edebiyatını bu kadar hazımane ve münferidane tetebbu’ edebildiğinden dolayı Akif’in şiirlerinde Şark’ın muhit-i milliyyetini rencide edecek tuhaflıklar acemilikler zerre kadar yoktur. Bu bahsi ileride fasl-ı müstakil şeklinde ta’kıb edeceğim. Fatih Camii’nin ilk kısmında şu beyt hususiyet-i mümtazeyi mutazammın olmadığı için gayet bariddir: Bu kudsi ma’bedin üstünde taban fevc fevc ervah Bu ulvi kubbenin altında cuşan mevc mevc envar Bendeniz bu beyti Fatih Camii’nin zıdd-ı mükemmeli olan “Tur-ı Eyfel” için de tahrif-i hafif ile irad edebilirim: B u ali heykelin üstünde taban fevc fevc ervah Bu samit hey’etin koynunda cuşan mevc mevc envar Görülüyor ki Mehmed Akif’in yukarıdaki beytini Fatih Camii’ne ancak “kudsi ma’bed” “ulvi kubbe” terkibleri rabt edebiliyor. O terkibler kalkınca beyitten de Fatih Camii’ne aid olmak sıfatı kalkıyor ve her hangi bir binaya her hangi bir abideye kabil-i ilbas oluyor. Bu beyt Safahat’dan mutlaka tayy ve tard olunmalıdır. İşte Abdülhak Hamid edebiyatını şa’şaa-i mazi-muhatıyla Bu bir ma’bed değil Ma’bud’a yükselmiş ibadettir Bu bir manzar değil didara vasıl mevkib-i enzar. Birinci mısra’ fevkalade yüksek olmakla beraber ikinci mısra’da “manzar değil kafile-i enzardır” bediasındaki kılıyor. Fatih Camii’nin “Bir infilak-ı safadır ki yar-ı canımdır” mısraıyla başlayan kısmı Mehmed Akif’in şahsiyet-i edebiyyesini gösterdiği için birinci kısımdan daha yüksek olmamakla beraber daha mühimdir. Bir şairin şahsiyetini vücuda getiren avamil-i azime “üslub-ı beyan üslub-ı tefekkür üslub-ı tehayyül üslub-ı tahassüsdür. Zaten üslub-ı beyanda “esalib-i selase-i ma’neviyye” tabiatıyla mündemic olacağı mehd-i tulu’-ı şahsiyyeti olan üslub-ı beyanından bahs etmek lerse şübhe yok ki sanayi’-i nefise ashabı da insanlardan “üslub-ı has”larıyla ayrılırlar. Üslubdan maksadım selika değildir. “Manier”in medlulü olan “selika” bir hükumet katib-i adisinde de bulunabileceği için “stil” kelimesinin medlul-ı muhteremi olan “üslub” ile karıştırılmaması ehass-ı efkarımdır. Bir şairin imzasını –mükerrer söylenmiş bir hakıkattir ki– nisyanın pençe-i elim-i tahribinden üslubunun bazu-yı metin-i sıyaneti çeker kurtarır. Eserlerini kari’lerine üslublarıyla tanıtmaya muvaffak olamayıp da imzalarıyla hatırlatmaya mecbur olan şairler ketm-i ademden dünyaya şairden başka her şey olmak isti’dadıyla gelmişlerdir. Şairin imza-yı sahihi üslubudur. Bu imzayı eserinin altına değil her yerine derc eder. Fakat imza-yı hüviyet-ihtivayı esere derc etmek müşkildir. Eğer üslub muayyen kelimelerin muayyen terkiblerin muayyen şekilde isti’mali olsaydı o zaman bu kolay bir meleke olurdu. Fakat üslub için bu iddia ve telakkı nasıl doğru olabilir ki heykeltraşlıkta abidenin “üslub-ı naht”ı musikıde nağmenin “üslub-ı in’ikası” resimde tablonun “üslub-ı tasvir”i vardır. Musikıde nagamatın her zerre-i ihtizazında resimde elvanın her katre-i tenevvüründe tecelli ve teali eden bu mahiyet edebiyatta kelimat ve terakibin mafevkinde ve ancak fikirlerin hislerin hayallerin a’mak-ı hüviyetinde mevcud görünür. hüviyetine imza-yı şahsiyyetini vaz’ etmeye muvaffak olan bir kariha-i zi-üslub var. Mehmed Akif’in en büyük muvaffakiyeti buradadır. Yazılarında Arabdan Acemden Frenkten Türkten hiçbir şairin üslubunun te’siri hatta gölgesi bile görünmez. Halbuki kendisi Avrupa ve Asya edebiyatının muannid ve müdavim kariidir. Acem şairi Sa’di’yi ve Fransız şair Nejnos’u Alfons Dode’yi tercihen seven Mehmed Akif küçük hikayelerden hurde fıkralardan netayic-i azime-i ictimaiyye çıkarıp irae eden kalemiyle Sa’di’nin taht-ı te’sir ve teshirinde kalmıştır. Hikayat-ı manzumesine tertib-i mantıkı vermek şiirlerinin tul-i tabiisini ihlal edecek eden evet ancak icab eden cihetlerini yazmak hususunda kendisinin üstad-ı gıyabisi “Alfons Dode”dir. Yalnız ne vardır Arab Acem ve Frenk edebiyatının meshur-ı mehasini olmakla iktifa edip o üç lisanın selikasını şivesini muhitini şiirlerine idhal etmemiştir. Mesela “bir şebpere-i hufte bir ahu-yı çerende” gibi Acemistan’ı hatırlatmakta nargile gürültüsüne benzeyen bir mısra’-ı mudhiki söylemekten tenzih-i nefs-i natıka edemeyen şair-i rengarenk Cenab Şahabeddin Bey’e Mehmed Akif kat’iyyen ve katıbeten benzememiştir. Frenklerin selikasını ise hiçbir manzumesinde zerre kadar taklid etmemiştir. Hiçbir şiirinde “ve” ile başlayan tek bir mısra’ yoktur. Garb edebiyatından hissen fikren hayalen mahdud birkaç şaire nasib olmuş bir lutf-i tali’dir ki onlardan biri Mehmed Akif’dir. Bunu ise bir nakısa şeklinde görmek temeddine şairlerinin ve kendi milletinin eazım-ı şuarasının müstefid-i kıraat-asarı olmamak hangi şaire müyesserdir? Cahiliye şuarasından başka kimler vardır ki kitab-ı tabiattan başka bir eser okumayarak fıtrat-ı san’atkaranelerine güncayiş-i tammını vermiş olsunlar? Akif’in Garb edebiyatından zumesi delil-i natıktır. Bunlardan ayrı bir bend-i edebide bahs edeceğim. Şairin kendisine has meziyetlerinden biri de bir “program” dahilinde yahud kendi ta’biri vechile bir “plan” tahtında şiirlerini yazmış olmasıdır. Mesela isimlerini söylemek istemediğim ve vadileri muhtelif iki şair vardır ki kendilerinin kariin-i kesireleri mevcuddur. Fakat şiirleriyle bize hayalat-ı aliyye söyleyen hissiyat-ı rakıka teganni eden bu iki şair şiirlerine maatteessüf bir tertib-i mantıkı veremezler. Manzumelerinin altındaki imzaları mesela manzumelerinin ortasına yahud sonnelerinin ilk kıt’asının zirine de vaz’ etmek mümkündür. Halbuki Mehmed Akif’in imzasını manzumesinin bir mısra’ının yukarısına koysak yahud şiirinin ünvanını ilk mısraının aşağısına indirsek ihtimal-i evvele göre temelsiz bir bina ihtimal-i diğere göre de binasız bir temel gibi manzume bir manzar-ı münkesir alır. Memalik-i Osmaniyye’de devr-i cedidin hululüyle matbuat mazhar-ı serbesti olduğu zaman saha-i matbuatta mevcud bulunan asar; kabiliyet ve ehliyetlerinden ve tecarib-i adidelerinden bil-istifade orduya bir çok asar-ı askeriyye bahş edecek ve hizmet-i askeriyyeyi terakkıye ve efradın ta’lim ve terbiyesi için kütüb-i fenniyyenin noksanından dolayı hissedilen ihtiyacatı ber-taraf etmeye müstaid zabitan için gayr-i kafi idi. A. Son iki senenin mesaisi en semeredar müelliflerinden birisi Pangaltı’da kain Mekteb-i Harbiye’de Bölük Kumandanı Yüzbaşı Ömer Fevzi Bey’dir. Muma-ileyhin iki sene zarfında vücuda getirdiği müellefat şunlardır. ri’nin birinci ve ikinci kısımları ikinci tab’ı lerim ikinci cild. Osmanlı ordusunda efrada nasıl muvafık tarzda ve pederane bir surette tedrisat icra olunduğuna dair bir fikr-i umumi vermek için balada’inci numaradaki Ma’neviyat-ı Askeriyye Dersleri’nin havi olduğu mebahisin müstenid olduğu esas ve mevzu’ları zire nakl ile iktifa ediyorum: – Cenab-ı Allah şeref ve namus ve vatan hakkında bir asker yüreğinin ihtisasatı. – Sebat ve cesaretin suret-i istihsali. – Askerin validesi vatan olduğu. – Askerin amirleri; babası ve arkadaşları; kardeşi olduğu. – Hizmet-i askeriyyeye muhabbet ve onun lüzum ve ehemmiyeti. – Askerin vatana borcu. – Osmanlılar nasıl büyüdü – Vatan kıymeti. – Silahın kadr u kıymeti. – Muharebede kimler vurulmaz nereleri harab edilmez ve esirlere muamele. – İstibdalde eve dönerken ve sonraki vezaif. – Muharebede feda olanların yetimleri millete evlad köye emanet olduğu. – Sancak ve ehemmiyeti – Sancağa karşı askerin borcu. – Askerlik hayatı ve mahiyeti. – Ma-fevkler ve nizam kuvveti. – Harbde mukadderat. – Osmanlı ordusunun muzafferiyatı. – Vatanın selameti –Devletin kuvveti milletin serveti ve buna karşı vezaif-i münferide. – Osmanlı padişahları. – Osmanlı kahramanları ve fedakarlıkları. Mesela: Sultan Yıldırım Bayezid. Sinan Paşa Barbaros Hayreddin Paşa Turgut Reis Gazi Osman Paşa Abdullah Çavuş Nefer Göriceli Adil ve saire… ve Kara Fatıma gibi meşhur kadınların fedakarlıklarından bir numune. – Osmanlı vatanının hududları ve muhafazası. – Askerin muhiti –Askerin duygusu. – Osmanlı milleti ve askeri coşturan sesler. Ordu – Millet ve vatan ve askerin fedakarlığı. – Ana baba nasihatleri – Askere giderken. – Ana baba nasihatleri –Silahın kıymeti ve vezaif-i seferiyyenin kudsiyeti ve istiksar-ı hayat hissinin fazileti. – Babanın nasihatleri – Silah altına da’vet edilirken ve harbe giderken. – Vezaif-i harbiyye ve asker kaçağı. – Padişahımız – Vatanda mukaddes babamız. – Muzafferiyete alışmış bir ordunun evsaf-ı ma’neviyyesi. – Hidemat-ı askeriyyenin mevkie nazaran şerefi. – Askerliğin tedavi edeceği hastalıklar –Tenbellik yalancılık. – Mefahir-i milliyye kısmı İskender Paşa Nefer Botanlı Ömer Sancakdar Ali’nin fedakarlıkları. – Hatime – Ordu ve donanmaya beyanname-i hümayun cülus-ı hümayun vesilesiyle. Osmanlı ordusunda zabitanın uhdesine terettüb eden hidemat ve vezaifin şimdi fevkalade bir dereceye vasıl olan mutalebatını ifa ile birlikte asar-ı askeriyye tahririne de sarf-ı kuvet için vakit bulmaya çalışan işbu asar sahibi efendi ile bir çok rüfekasının faaliyet ve mesaisi şayan-ı takdir olduğu reti tarafından irae edilen tarikı ta’kıb ve daima tekemmüle doğru koşan yeni Osmanlı ordusunun te’min-i tekemmülatı hususunda işbu hidemat-ı kalemiyye şübhesiz daima mütezayid bir ehemmiyeti haiz olacaktır. B. Suret-i resmiyyede ta’lim ve terbiyeye nasıl dikkat edildiğini bir sene zarfında neşr edilen ve mütercimce ma’lum bulunan nizamname ve ta’limnamelerin aded ve esamisi Piyade Süvari Sahra Topçusu Cebel Topçusu Ağır Topçu ta’limnameleri ve bunların endaht nizamnameleri ve ağır topçuya aid Batarya İnşası Nizamnamesi . Seferiye Nizamnamesi müsvedde halinde Sunuf-ı selasenin hizmet-i dahiliye nizamnameleri. Elbise Nizamnamesi. Teşkilat-ı sıhhiyeye ve sıhhiye raporlarının i’tasına dair ta’limatnameler. Muavenet-i Sıhhiyye Ta’limatnamesi. Seferde Hidemat-ı Sıhhiyye Ta’limatnamesi. Etibba-yı Askeriyyenin Hizmet ve Vezaifine Dair Nizamname. Etibba-yı Askeriyyenin Vezaif-i Askeriyye Haricindeki Suret-i Hareketine Dair Ta’limatname. Jimnastik ve Eskrim Ta’limnamesi. Piyade ve Süvari Tüfeklerine Mahsus Nizamname. Tüfeklerin Usul-i Tathir ve Muhafazasına Dair Nizamname. Ordugah Nizamnamesi. Telgraf Depolarında Malzemenin ve Nakliye Arabalarının Muhafazasına Dair Nizamnameler. Yaveran Vezaifine Dair Nizamname. Piyade İhtiyat Zabitan Mektebi Nizamnamesi. Süvarinin Tahribat İşlerine Dair Nizamname. Zabitan-ı Harbiyye ve Sıhhiyyenin Kıdem Cedveli. Zabitanın Hal-i Seferberide Bulunduracakları Eşya-yı Hususiyye Ta’limatnamesi Levazım-ı Askeriyye İhale Nizamnamesi. Me’zuniyet Nizamnamesi. Erkan-ı Harbiyye Vezaifi Muhtırası. Altıncı Yedinci Ordulara Gidecek Zabitan Hakkında Nizamname. Bizatihi’l-hareke Silahlara Dair Ta’limat Alaylar Vesaire İçin Sıhhiye Nizamnamesi Erkan-ı Harbiyye Mektebi’nin Hizmet-i Dahiliyyesine Dair Nizamname Erkan-ı Harbiyye Mektebi’nin Tedrisat Programı Gayr-i Müslimler Hakkında Mukarrerat Topçu Tecrübe Komisyonu Süvari Komisyonu İstihkam Komisyonu Nizamnameleri. Mekatib-i Askeriyyede Muallimin Vesaire İçin Mukarrerat Flama İle Muhabere Ta’limnamesi. Süngü İle Mübareze Ta’limnamesi Meb’us İntihab Olunan Zabitan Hakkında Mukarrerat. Askeri Tekaüd Kanunnamesi. Jandarma Nizamnamesi Küçük Zabitan Mektepleri ve Küçük Zabitan İbtidai Mektepleri Piyade Endaht Mektebi Sahra Topçu Endaht Mektebi Nizamnameleri İhtiyat Efradının Ta’limleri İçin Program Seyyar İstihkam Taburları Çimento ve Beton İşlerine Dair Ta’limat ve Projektör Nizamnamesi Muharebede Telefon İrtibatı İçin Nizamname ve Techizat Nizamnamesi. Sıratımüstakım – Muhterem ceneral hazretleri bundan sonraki kısımda Osmanlı Ceride-i Askeriyyesi’nin o haftaki mündericatını takdiren zikr ediyor ve Ceride-i Askeriyye’nin böyle müteaddid zabitanın iktidar-ı kalemiyyesi mahsulü olan müntahab ve müfid makalat-ı askeriyye ile kesb-i kıymet etmiş olması da Osmanlı ordusunun terakkiyatına bir delil-i diğer olduğunu gösteriyor. ALEM-İ İSLAMİYET’TE SA’Y U AMEL rak hilkaten bela-yı ihtiyac ile musab bir mahiyette yaradılmış olduklarından naşi bu marazı keşf ve takdire müsaid bir seviye-i idrak ve irfana vasıl olur olmaz tedavisiyle tahfif-i alamı çaresinin taharrisine kalkışmaları kendilerince bir emr bir emr-i zaruridir. Bu derd-i tabi’an ı n sa’y ve amelden başka bir dermanı olmadığını da anlamış oldukları cihetle sa’y ve amel alem-i hayatın ma-bihi’l-kavamı addedilse becadır. Feleklerle pençeleşmek iktidarını kendisinde görmek derecesinde yükselmek isteyen tabayi’-i müstebidde-i beşeriyyeyi emrine mahkum ve zebun ve bir nan-pare-i maişetin te’mini için insanları esir-i meşakk-ı guna-gun etmiş olan ihtiyac: Efrad-ı beşeri bir hey’et-i ictimaiyye halinde yaşamaya mecbur etmiş ve bu mecburiyetin neticesi i’tibarıyla sinei arzda medfun ve müddehar bulunan milyonlarca hazain-i tabiatın keşfi sayesinde bugünkü şekl-i dil-firib-i alem vücuda gelmiştir. kında eğerçi edyan-ı mütekaddime ahkamında dahi bazı nesayihi mutazammın ihtarat mevcud ise de bu lüzum-ı aklinin ahkam-ı kat’iyye-i şer’iyye ve diniyye şekline ifrağ ve tahvili şerefi dahi hamd olsun fezail-i saire-i medeniyye gibi yine alem-i İslamiyete nasib olmuştur. Dünyada her bir şeyin sa’y ve amel neticesi olmak üzere husulünün evamir-i mukaddese-i İlahiyyeden olduğuna hitab-ı Rabbanisiyle bizi haberdar eden Kur’an -ı azimü’ş-şandır. Semere-i nahlin kendi kendine sükutu kudret-i İlahiyyeye nazaran hiç mesabesinde bulunduğu cihetle bu hitab-ı izzetten maksad hakayık-ı mübeccele-i sa’y u ameli ifham buyurmaktan başka ne olabilir? Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabi hazretleri bu ayet-i kerimenin tefsirinde hurma ağacı dalının tahriki i’mal-i fikrin lüzumuna ve iskat-ı ratb dahi semerat-ı nafia-i maarif ve hakaikın yet-i celilenin zahiren ve batınen tazammun eylediği hükm-i aliyyeyi bir kat daha izah eylemiştir. Ma’lum olduğu üzere saadet-i dünyeviyyenin rükn-i mühimmi servettir. Servetin esbab-ı cem’i ise sa’y ve amelden nayi’ ve ticaretinden istifade etmek tarik ve usulünün tedkık ve tetebbuuna vabeste olup nazm-ı celili bu hakıkati bize suret-i kat’iyyede lamiyye bugün en ziyade Avrupalıların düstur-ı hareketi olmuştur. ayet-i kerimesini Hazin: tur. Demek oluyor ki namaz zamanlarının maadasını icra-yı ticaretle havaic-i zatiyyesinin tesviyesine hasr etmek irade-i ayet-i kerimesi de zaten bu hakıkati müeyyiddir. Çi hacet sa’y ve amelin vücubunu daha kat’i bir surette emr etmiş olan ayet-i kerimesindeki sa’y kelimesi amel ile tefsir buyurulmuştur. Amel lüne hizmet edebilecek her nevi’ harekete şamildir. kanun-ı hikmet-meşhununun vazıı bulunan Hazret-i Fahr-i alem sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri bir sabah bazı ashab-ı güzin hazeratı dahi maiyyet-i Risalet-penahilerinde bulundukları halde gayet dinc ve kaviyyü’l-bünye bir gencin kemal-i hırs ve tehalükle iş ile meşgul olduklarını müşahede buyurmuş ve o sırada ashabdan bir zat: “Eğer bu genç sermaye-i şebabını böyle umur-ı dünyeviyyeye bedel Allah’ın yoluna sarf etmiş olsaydı hakkında daha hayırlı olurdu” sözüyle gencin nev’-i meşguliyyetini takbih etmiş ise de Hazret-i Peygamber “Zinhar böyle söylemeyiniz! Bu gencin mesai-i vakıası ister nasdan istigna maksadına isterse zuafadan olan ebeveyni ile evlad ü ıyalinin te’min-i maişetleri fikrine mebni bulunsun her iki suretle hak yoluna masrufdur” kelam-ı hikmet-ittisamıyla o zatı irşad buyurmuşlardır. Efkar ve amal-i umran-perveranede eser-i celil-i mes’adet-delil-i Cenab-ı Peygamberiye iktida etmiş olan Faruk-ı a’zam hazretleri “İçinde mevtin bana mülakı olacağı hiçbir vatan kendim için bey’ u şira ile içinde meşgul bulunduğum aram-gahdan daha sevimli değildir” ma’nasında olan ve hülasası; çarşı ve pazar mahallinde temenni-i mevtte bulunmak suretiyle sa’y u ameli takdis buyurmalarından ibaret bulunan sözü mahfuz-ı sahayif-i tevarihdir. Hikemiyat-ı İslamiyyenin dünyada intişarına hizmet etmekle ma’dud bulunan Me’mun-ı Abbasi ahaliyi hükkam ve ashab-ı sanayi’ ve tüccar ve zürra’ olmak üzere dört sınıfa taksim etmiş ve bu dört sınıfın haricinde bulunan efrad-ı ahaliyi hayatları sunuf-ı mezkure efradının semahat ve iaşeleriyle mukayyed ıyalleri hükmünde addeylemiştir. Hükkamdan maksad erbab-ı hall ü akddir. Bu sınıfın da icra-yı adalet ve te’min-i asayişle tanzim-i umur-ı memleket noktalarından sunuf-ı selasenin devam ve terakkısine olan derece-i hizmet ve te’siri muhtac-ı arz ve izah olmayan hakayıktandır. Velhasıl sa’y ve amelin fezailini birer birer izah ve beyana girişmek şemsin zerrat-ı şuaiyyesini ta’dada kalkışmak kabilinden olacağı için bu babdaki maksad-ı acizanemin hülasasını beytine hasr ile hatm-i makal eylerim. Mecelle-i muhteremelerinin son nüshasındaki iltifat-ı alii hakimanelerine bendelerini hüviyetim hakkında tereddüde düşürdü. İstihkakımın hezaran kere fevkinde olan bu teveccühfendim. “ Yeni Asır ” gazetesinde okunmuştur: Amerika’nın St. Charles şehrinden gazetemize müteaddid “Amerika’nın St. Charles Missouri şehrinde vukua gelen münasebetsiz bir vak’a ile gayur sefirimiz Ziya Paşa’nın teşebbüsat-ı mumiyye-i Osmaniyyeye arz eylemeği bir vazife-i vicdaniye telakkı ediyoruz: Bundan birkaç gün mukaddem şehrimize gelip icra-yı lu’biyyat eden bir Ermeni tiyatro kumpanyası tiyatroda ezan-ı Muhammedi ve namaz-ı İslamı pek çirkin bir surette taklid eylemiş ve İslamiyyet’i tahkır etmiş olduğundan orada hazır bulunan on İslam Din-i Mübin-i İslam’a karşı vuku’ bulan bu tecavüzü protesto ettik. Hükmete vuku’ bulan müracaatımızın te’siri görülmediğinden derhal Washington Sefiri Ziya Paşa’ya mes’eleyi telgrafla arz eyledik. Paşa-yı müşarun-ileyh hemen Amerika Hariciye Nezareti’nde teşebbüsat-ı lazımede bulunmuş ve bize telgrafla Din-i Mübin-i İslam’a vuku’ bulan tecavüzleri men’ eyleyeceğini te’min etmiştir. Ertesi gece polisler tiyatroda İslamiyyet’in tahkırine müsaade etmemişlerdir. Sefir-i gayurumuz Ziya Paşa’nın teşebbüsat-ı serialarının neticesi olarak vukua gelen polisin müdahalesi bize el-yevm Hükumet-i Osmaniyye’nin haricde işgal ettiği mevki’-i muhteremi Zaman-ı istibdadda bu gibi ahval-i na-layıka karşısında biçare ehl-i İslam dağdar-ı teessüf olurlar ise de avaze-i iştikalarını ref’ edemezlerdi. Velev ki ref’ edecek olurlarsa isma’ edecek bir merci’ bulamazlardı. Lehü’l-hamd saye-i Meşrutiyet’de İslamiyet ve Osmanlılığa vukua gelecek tahkırlerin men’i kabil olduğunu bugünkü misal ile pek güzel anlıyoruz. Türkiye’de Meşrutiyet-i İdare’nin teessüsü Amerika’nın en hücra köşelerinde imrar-ı hayat eden Osmanlılara İslamlara bile bir ni’met-i uzma olmuştur. Sefir-i müşarun-ileyhe teşebbüsat-ı insaniyyet-karane ve vazife-şinasanelerinden dolayı St. Charles şehrinde mukım İslamlar namına teşekkürat-ı bi-nihayemizi arz eder ve yaşasın Meşrutiyet diyerek hatm-i makal ederiz. ET-TECRIDÜ’S-SARIH Lİ-EHADISİ’L-CAMİ’İ’S-SAHIH Diğer rivayette . Bir riva- - Tercüme Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem in zevce-i tahiresi Aişe radiyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem cenabetten çıkmak için yıkandığı zaman işe ellerini yıkamaktan başlardı. Sonra namaz için abdest alır gibi abdest alırdı. Sonra parmaklarını suya daldırıp saçlarının dibini hilallerdi. Sonra başına üç avuç su döker ondan sonra da bütün bedeninin üzerinden akıtırdı. – Tercüme Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin zevce-i tahiresi Meymune radiyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem yalnız ayaklarını yıkamamak üzere namaza abdest alır gibi abdestini aldı. Fercini ve oralarına isabet eden yıkanacak şeyleri de yıkadı. Sonra kendi üzerine su döktü. Sonra ayaklarını uzatıp yıkadı. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin cenabetten çıkmak için guslü işte böyledir. Kavl-i cumhura göre iki sa’ mikdarı su alır bir kapdır. On altı rıtl yani üç sa’ ve ranın Yüz yirmi rıtl yani yirmi iki buçuk sa’ olduğunu beAyişe radiyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem ile ben bir kabdan gusül ederdik; bu kab da farak denilen bir kadeh TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Temmuz Altıncı Cild - Aded: Bir rivayette - Tercüme Yine rivayet olunuyor ki Aişe radiyallahu anhadan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin keyfiyet-i guslü sorulmuş Ayişe radiyallahu anha bir sa’ mikdarı su alır bir kab istedi. Onunla yıkandı ve başının üzerine su akıttı. Şu kadar ki kendisi ile soran arasında bedeninin üstünden aşağısı görünmemek için bir perde var idi. - Tercüme Rivayet olunuyor ki biri Cabir bin Abdullah radiyallahu anhümadan gusülün keyfiyetininden sormuş. O da: “Bana bir sa’ mikdarı su yeter” cevabını vermiş. Bir di ğeri : “Bana bu kadarı yetmez” demiş. Bunun üzerine Cabir radiyallahu anh: “Saçı senden daha gür ve kendisi senden hayırlı olan bir zata bu kadarı yetiyordu” cevabını vermiş. Sonra Cabir radiyallahu anh oradaki cemaate üs tünde yalnız bir tek gömlek olduğu halde imam olmuş. diğerinde ise . – Tercüme Cübeyr bin Mut’im radiyallahu anhden Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin “Başımın üzerinden üç kere suyu akıtırım” buyurup her iki eliyle işaret ettiği rivayet olunuyor. Bazı rivayatta . - Tercüme Ayişe radiyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem cenabetten çıkmak için yıkandığında külek gibi bir şey isterdi. Sonra iki avucuyla su alıp başının sağ tarafından başlayarak sol tarafını da yıkadıktan sonra yine iki avucuyla başının ortasına su dökerdi. Yine Aişe radiyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme ıt ır sürerdim. Gece zevcatını tavaf ettikten sonra sabahleyin ıtr asarı daha üzerinde iken ihrama girerdi. Eldeki nüshalarda . Eldeki Buhari nüshalarında . - Tercüme Rivayet olunuyor ki Enes bin Malik radiyallahu anh Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem “Gecenin veyahud gündüzün bir saatinde bütün zevcat-ı tahiratını devr ederdi. Bunlar da on bir hatun idi.” Bir rivayette “Bunlar da dokuz hatun idi” demiş. “Buna takat getirir miydi?” diye sorulmuş. Enes radiyallahu anh: “Biz aramızda ona yani Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme otuz erkek kuvveti verilmiştir diye söyleşirdik” cevabını vermiş. – Tercüme Ayişe radiyallahu anhanın: “Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ihramda iken başındaki ıtrın parıldısı sanki gözümün önündedir” dediği rivayet olunuyor. Müslümanlık’ta Esaret Diyanet-i İslamiyye’nin esirler hakkındaki ahkamına dair sevgili kari’lerimize ma’lumat vermeden şu faslı bitirmek adalet-i ilahiyye ile adalet-i beşeriyye arasındaki farkı layıkıyla O halde söze başlayalım: Bir müslümanın diğer müslümana karşı haiz olduğu hukukun kaffesine bir esir de maliktir. Zira esirler şeriat nazarında sahiplerinin kardeşleridir. “ Köleleriniz cariyeleriniz sizin kardeşlerinizdir Cenab-ı Hak onları sizin elinize tevdi etmiştir.” Hadis-i Şerif Şu zeminde istişhad olunacak vak’alardandır ki ashabdan Ebu Zerr-i Gıfari radiyallahu anh aleyhissalatü vesselam Efendimiz’in huzurunda bir köle ile münakaşa ediyormuş. Nihayet hiddetine mağlub olarak ağzından “Gidi zenciyenin doğurduğu!” sözünü kaçırmış. Daha terkibi tamamlamadan Hazret-i Peygamber Ebu Zer’e dönerek “Hepiniz birsiniz hepinizin eksiği var hepiniz birsiniz hepinizin eksiği var; beyazın doğurduğu zenciyenin doğurduğuna ancak amel-i salih sayesinde tekaddüm edebilir.” buyurmuş. Bunun üzerine hemen Ebu Zer yanağını topraklara sererek köleye: “Kalk da ayaklarınla yüzümü gözümü çiğne!” demiş. Abdurrahman bin Avf yürürken kölelerinden seçilmezdi. Çünkü elbisesi kıyafeti onlarla bir olduğu gibi önlerine de geçmezdi. Hazret-i Ali bir gün kölesiyle beraber çarşıya giderek iki kat elbise almış ki biri diğerinden daha kıymetli imiş. Ucuzunu kendisi için alıkoyarak pahalısını köleye vermiş. Bunun üzerine köle: “Efendim bu libas size layıktır..” demiş. Lakin Emirü’l-mü’minin Ali “Hayır oğlum hayır! Sana daha layık tır. Çünkü gençsin ben ise ihtiyarladım” cevabını vermiştir. Hazret-i Ömer daima “Ebu Bekir hem seyyidimizdir hem de seyyidimizi azad etmiştir” derdi. Ebu Bekir’in azad ettiği seyyidden maksud Bilal’dir. Allah aşkına bakınız görünüz ki zaman-ı cahilide her biri Arabın birer padişahı olan ashab-ı Resul’ün vicdanında müsavat meyli ne derecelere kadar hakim idi! Ömer gibi bir adam Bilal’e bakarken hiç renk asalet gibi şeyleri hatırına getirmiyor da onun yalnız hasais-i aliyyesini görüyor. Kendisine halef ta’yinini üzerine almak istemeyen Ömer halet-i ihtizarda iken diyordu ki: “Ebu Huzeyfe’nin azadlı kölesi Salim sağ olaydı hilafet mes’elesini şuraya havale etmezdim.” Ey kari’! Sen hiç bir millette müsavat uhuvvet hürriyet dokuzuncu asrın nihayetine gelinceye kadar hiç bir feylesofun hayalinden bile geçmemiştir. Daha doğrusu asr-ı hazır hukukiyyunundan biri çıkıp da medeniyet adalet i’tibariyle en ileri giden milletlerde bile müsavatın bu derecesi için Şimdi ben kalkar da müslümanlığın vaz’ ettiği bu müsavat beşerin kabul edebileceği derecatın müntehasıdır diyecek olursam yahud akvam-ı müterakkıyye tarafından şu düstur-ı azimin ta’mimi uğrunda atılan her hatve İslam’a tekarrubdur iddiasında bulunursam bana kim levm edebilir? Kezalik tutar da bu müsavat-ı hakıkiyye şimdiye kadar ancak müslüman kitablarında görülmüştür başka hiç bir eserde görülmemiştir dersem beni kim tekzibe cesaret eder. Burada bir mu’teriz çıkarak şöyle bir sual sorabilir: Madem ki Müslümanlık esirler ile ahrar arasında bu kadar büyük bir müsavat kabul ediyor. Madem ki Müslümanlık köleye kısas olarak hürün katlini emrettiği halde hüre kısas olarak kölenin katlini emretmemek gibi esirlere karşı bütün tarih-i insaniyyette naziri görülmemiş bir şefkat gösteriyor acaba niçin esaretin külliyen butlanını tebliğ ederek bunu yeryüzünden kaldırmadı? Yoksa bu adeti kaldırmak esnama Biz de şöyle cevap veririz: Müslümanlık bütün insaniyetin dini olduğu için herkes tarafından metbu’ olmak ta’limat-ı aliyyesi muktezasınca hareket olunmak maksadıyla teşri’ edilmiştir. Bu maksad ise ancak dinin gerek evamiri gerek nevahisi fıtrat-ı beşeriyyeye mülayim gelmek insaniyet için zebun-ı te’siri olmamaya fık olmak; elhasıl beşeriyetin mazideki halet-i behimiyyesinden kurtulup tedricen evc-i medeniyyete yükselmesi için bütün cem’iyet-i insaniyye üzerinde –hatta efradının şuuru tecanis bulunmak suretiyle olabilir. Bu kavanin-i tabiatin vücudunu August Comte gibi Hegel gibi Spencer gibi ictimaiyyun hissetmiştir. Zira bu tabakadaki feylesoflar bakmışlar ki insaniyet terakkiyatında muntazam bir silsile ta’kib ediyor; ikide birde uğradığı mesaibe muhat olduğu ihtilalata rağmen o silsileden asla harice çıkmıyor. Hatta bu feylesoflar diyor ki: Sathi bir nazar bu inkılabat insaniyeti istikbale doğru sevkeden tefrikadan perişanlıktan kurtarıp vahdete nizama kavuşturan bir takım esbab ve avamildir. Hükemanın temhid ettiği hikmetler nazariyeler bidayette ne kadar parlak ne kadar yüksek görünürse görünsün muhtelif seviyelerde muhtelif tabakalarda bulunan akvamın kaffesi tarafından tatbik edilebilmesi lerle o nazariyelerle beraber nazar-ı im’ana alınmış olmak Heyhat ne kadar müdekkik ne kadar vakıf olursa olsun hükema bu kavaninin seyrini hakkıyle tedkıke kudret-yab olamazlar! terakkiyatı im’an ile gören bir nazar şu hakıkati mahsüs bir surette anlar ki: Her milletin bulunduğu tavra girebilmesi ancak o milleti teşkil eden kitlenin o tavrı kabule isti’dat göstermiş olduğu bir zamanda kabil olabilir. Hürriyet müsavat kanunlarının garbın bazı memleketleri afakında parlaması öyle bir feylesofun nazariyesine ittiba’ yahud bir hakimin nasihatine inkıyad ile zuhura gelmiş bir hadise değildir. Hayır hayır belki bütün hey’et-i ictimaiyyenin bulunduğu şekilden başka bir şekli kabul etmesini icab eden bir takım esbab ve münasebat evvelce zuhur etmiştir de inkılab onu ta’kib etmiştir. Maamafih bu bahis hakkiyle izah edilmek lazım gelse bir çok söz söylememiz icab eder ki mevzuun tahammülü yoktur. üzerine istinad ederek insaniyete hakim olan kavanin-i tabiiyyenin seyrini tamamiyle nazar-ı ihtimama alarak nazil olmuştur. Kavanin ve kavaid-i mevzu’a-i beşeriyye bir takım cem’iyetlerin geçmiş zamanlarda terakkısini kafil olduğu halde görüyoruz ki cem’iyyat-ı hazıranın ihtiyacını te’min etmiyor. Halbuki kavaid-i İslamiyye bunun aksine olarak şebabını hala muhafaza etmektedir. Cem’iyyat-ı sabıkaya mutabık olan o esaslar cem’iyyat-ı hazıra için de muvafık gelmekte her isti’dada her kabiliyete mülayim görünmektedir. Zira o kavaid insaniyetin bidayet-i zuhurundan bu ana kadar gelip geçen ulema-yı ictimaiyyunun arayıp durduğu terakkı kanunlarının ta kendisidir. Bizim şu uzun mukaddimeyi temhid etmekten maksadımız esaretin el-an devamı icab eden kavaid-i İslamiyye’den biri olduğunu te’yid eylemektir zannolunmasın. Ancak biz İslam’ın bidayet-i zuhurunda nasıl olup da bu adeti yoruz. Bu maksada vusul için de meşhur Larous’un Muhi tü’l-Maarif ’inden nakledeceğimiz şu sözlerden daha büyük bir delil olamaz: “Muharebelerin beşeriyete çok faidesi oldu. Hatta harbin en meş’um netayicinden biri olan esir almak mes’elesi bile büyük bir menfaat te’mininden hali kalmadı. Kari’lerimiz bu işi istib’ad etmemelidir. Zira beşeriyetin terakkısi bazen hiç zannolunmayan yollardan husule gelmiştir. İşte harbin kurtulmuştur. Çünkü evvelce karılar kocalarının nazarında hayvandan farklı değildi. Üsera-yı harb gelince karıların sırtından bir çok ağır işler kalktığı gibi bir dereceye kadar kocalarının nazarındaki mevki’leri de yükseldi. Zira bir aileye yabancının girmesi o aile efradının birbirlerine karşı hiç olmazsa o yabancı önünde hürmetkar davranmasını bir te’sir husule getirdi. Bu cins-i rakıkin bir derece daha tehzibini ihzar eyledi. Kadın terakkı edince beşeriyet de ona tebean felaha doğru yol almaya başladı. Lakin bugün için esarete lüzum kalmamıştır. Zira makineler bir çok ağır işleri – Üçüncü asrın en namdar hakimi el-Kindi olduğu gibi dördüncü asrın en büyük tabibi de er-Razi’dir. El-Kindi vüs’at-i irfanıyla bir harika-i zeka olduğunu göstermişti. Razi ise deha-yı ilmisiyle bir nadire-i ruzgar olduğunu şühud olmuştur. Tarih-i viladeti suret-i kat’iyyede ma’lum değildir. Üçüncü asrın nısf-ı ahirine müsadif olduğu zannolunuyor. Asrının en hazık bir tabibi olan Razi garibdir ki hayatının otuzuncu saline kadar fenn-i tıbba tamamıyla bigane bu ibtila daha ziyade bir şiddetle felsefeye teveccüh eylemiştir. Razi aynı zamanda büyük bir edib idi. Fil-hakıka ruh-ı Razi pek ali sünuhata mehbit-i ilham olmuştur. Tıbba felsefe ve edebiyata ulum-ı riyaziyye ve hey’ete dair musannefat-ı adide vücuda getirmiştir. Razi bütün ma’nasıyla mütehassıs bir tabib vüs’at-ı ma’lumatıyla mümtaz bir ansiklopedisttir. Razi bir gün Bağdad hastahanesini ziyarete gitmişti. Bu ziyaret kendisinde fenne tıbba karşı pek derin bir muhabbet bir ibtila uyandırdı. Bu tarihden i’tibaren Razi hazık bir tabib olmaya azmetti. Muttasıl çalıştı ve nihayet muvaffak oldu. Razi’nin tarihçe-i hayatı kısmen sükun-amiz Rey hatıratıyla kısmen de Bağdad’ın velveledar şa’şaalarıyla malidir. Fihrisü’l-Ulum sahibi Razi’nin sergüzeşt-i hayatına dair ma’lumat-ı lazıme alabilmek için Rey kasabasına kadar suretle kayd ediyor: “Rey kasabasına Razi gibi bir dahinin maskat-ı re’si olmak şerefini ihraz eden bu dil-nüvaz şehre takarrüb ettikçe ruhumda büyük bir şevk-i ihtiram yükselmeye başlıyordu. Razi irtihal etmişti. Fakat kendisinin güzariş-i hayatına tamamıyla vakıf bir pir-i sal-dide ile mülakat edebildim. İhtiyar dedi ki: “Bi-payan bir dimağ-ı irfan haluk bir ruh beşuş bir sima ulvi bir nasıye mütevazı’ bir tavr semih bir tabiat lutüfkar ve mültefit bir seciye işte bu vasıfları bir şahısda cem’ ediniz. O vakit Razi’yi nazarınızda temessül ettirmiş olursunuz. Razi erbab-ı fakra karşı rikkat hissiyle ma’rufdu. Esna-yı rahda kendisini bir ordu kumandanı zannederdiniz. Bütün tilmizan vakur bir terbiye ile Razi’yi ta’kıb ederlerdi. Bu muhterem zat hüsn-i ahlakı vüs’at-i irfanı sima-yı beşuşuyla hürmet-i umumiyeyi kazanmıştı. Her din her mezheb erbabı yollarda bile dest-i zi-ihtiramını takbil etmekle teberrük ederlerdi….. Fazla söze ne hacet Razi’ye maskat-ı re’s olmak şerefiyledir ki bu küçük kasaba sizi bile ta Endülüs’den buralara kadar cezb eyledi.” Razi tıbbı Taberi’den felsefeyi de İmam-ı Belhi’den teallüm eylemiştir. Razi tıbbın hem nazariyyatı ve hem ameliyyatıyla Tecarib-i dakıkası teşhis-i maraz ve usul-i tedavide gösterdiği hazakat ve maharet herkesi hayrette bırakıyordu. Zamanında yetişen ulema Razi’ye karşı şayan-ı tebcil bir hiss-i hürmet-perverde eylemişlerdir. Hicret-i Nebevi’nin’inci salinde idi ki bu cihan-ı irfan ebediyyen üful eyledi. Razi hayatının kısm-ı a’zamını te’lifatla imrar eylemiştir. Ziyaretine gidenler kendisini behemehal ya bir eser tesvidi veya tebyiziyle meşgul bulurlardı. Asar-ı münteşiresi iki yüzü mütecavizdir. Otuz cildden mürekkeb e l-Havi nam eser-i la-yemutu fenn-i tıbbın bil-cümle aksamını cami’dir. Bu eser evvela Latince’ye ve bilahare bütün garb lisanlarına tercüme edilmiştir. Tıbb-ı kadim tıbbın kendi zamanındaki terakkıyatına aid ma’lumat bizzat kendi tecrübeleri bütün bunlar el-Havi’de derc edilmişlerdir. el-Havi’nin saha-i tetebbuu pek vasi’dir. Razi bu eserinde aba-i tıbbı bile ara sıra tenkıdden çekinmemiştir. el-Havi’de evvela emraz-ı re’siyyeden başlanılarak sırasıyla her uzva mahsus hastalıklar daha sonra emraz-ı umumiyye yegan yegan mütalaa ve tedkık edilmişlerdir. Bunları müteakıb “mebhasü’s-sümum” ve tertib-i edviyeye dair mebahis-i mufassala görülüyor. Razi etibba-yı İslamiyyenin ser-tac-ı iftiharı ser-name-i mübahatıdır. Muasırları kendisine bi-hakkın “Calinosü’lArab” unvanını vermişlerdir. Kızamık ve kızıl hastalıklarına dair Makaletü’l-Cederi ve’l-Hasine namında mühim bir risale yazmıştır ki Avrupa’da iştihar etmiş asar-ı kadimedendir. e l-Mansuri namındaki eseri ise ümmehat-ı kütüb-i tıbbiyyeden ma’duddur. Razi Kitabün fi Enne li’l-İnsani Halikan Mütkınen Hakimen unvanlı eser-i alisinde teşrih ve fizyolojiden istidlal ederek vücud-ı Bari’yi isbat etmeye muvaffak olmuştur. Bu eserde alem-i suğra olan insana dair pek amik tedkıkata tesadüf olunur. Kitabün fi Sireti’l-Hükema namındaki eser ise bir nevi’ tarihçe-i felsefe addolunabilir. Kitabün Kebirun fi’l-Heyula’ felsefe-i kadimeyi aid mütalaat-ı dakıkayı muhtevidir. Kitabün fi’l-Müddeti ve’l-Hala’ ve’l-Mela’ nam eserinde Razi; zaman ve mekana dair amik fikirler serd eylemiştir. e l-Havi ve e l-Mansuri her lisana tercüme edilmiş olduğu gibi metn-i Arabileri de Avrupa’da neşredilmiştir. Kitabü’l-Cederi ve’l-Hasine İngilizce’ye tercümesiyle birlikte Londra’da tab’ edildi. Er-Razi Avrupa’da “Razes” namıyla iştihar eylemiştir. Doktor Lüsyen Lucien Razi’den bahs ederken diyor ki: Razi’nin müfredat-ı tıb hakkındaki vukufu şayan-ı hayret bir derecedir. Razi bütün ma’nasıyla hazık bir tabib olduğu gibi aynı zamanda büyük ve derin düşünücü bir hakim iktidarını da göstermiştir. Tarih-i fen ve tarih-i felsefe Razi’yi en büyük eazım miyanında ta’dad ediyor. rından meşhur olanlar ber-vech-i atidir: - Kitabün fi’t-tıb - el-Medhalü ile’t-Tıb - Makaletün fi’z-Zükami ve’n-Nezleti ve İmtilai’r-re’s - Makaletün fi’s-Sebebi fi Katli Rihi’l-Umumi Ekseri’lHayvanat - Kitabün fi İleli’l-Mafsal ve’n-Nikris ve Irkı’n-Nisa - Kitabün fi Mace’u’l-Mafasıl - Makaletün fi’l-Hus ve’l-Keli ve’l-Mesane - Kitabün ila men la-Yahzaruhü’t-Tabib - Kitabü’t-Taksim ve’t-Teşcir - Kitabü’t-Tıbbü’l-Müluki - Kitabün fi’l-Falic - Kitabün fi Hey’eti’l-Kebed - Kitabün fi Hey’eti’l-Kalb - Kitabün fi Hey’eti’l-Ayn - Kitabün fi Keyfiyeti’l-İğtida’ - Kitabün fi Et’imeti’l-Merza - Makaletün fi Enne’l-İlele’l-Yesirate Ba’zıha E’serü Ta’arrufen ve İlacen - Kitabü’l-İlleti’lleti leha Tezümmü’l-Avamü’l-Etibbaü’l-Huzzak - Risaletün fi’l-İleli’l-Müşkileti ve Özri’t-Tabib - Kitabün fi’l-İleli’l-Katileti li-Azmiha ve’l-Katileti liZuhuriha Bağteten mimma la-Yakdirü’t-Tabibü ala Salahiha ve Özrühu fi Zalik - Risaletün fi Mihneti’t-Tabibi ve Keyfe Yenbagı en Yekune Haluhu fi Nefsihi ve Bedenihi ve Siretihi ve Edebihi - Kitabü Menafi’i’l-Ağdiyeti ve Def’-i Mazarriha - Kitabün fi’l-Kulunç - Kitabün fi Tefsiri Kitabi Calinos li-Fusuli’l-Bukrat - Kitabün fi İstifragi’l-Mahmumin Kable’n-Nadc - Kitabün fi Menafi’i’l-A’za’ - El-Kafi fi’t-Tıb - Kitabü’l-Ber’ - Kitabü Sıfati’l-Bimaristan - Makaletün fi Ebdali’l-Edviyeti - Risaletün fi’l-Hammami ve Menafi’ihi ve Mazrarrihi - Kitabün fi Devai’l-Müshili ve’l-Mukayyi’ - Cümelü Maani Katigoryas - Cümelü Maani Barimniyas - Cümelü Maani Analotika - Kitabü Hey’eti’l-Alem - Kitabü’l-İsbat İlm-i kimyaya aiddir - Kitabü’l-Ahcar - Kitabü’l-Esrar - Kitabü Sırrı’l-Esrar - Kitabü’t-Tebvib - Kitabü Risaleti’l-Hassa - Kitabü’l-Haceri’l-Asfer - Kitabü’r-Reddi ale’l-Kindi fi İdhalihi Sanaati’l-Kimya fi’l-Mümteni’ - Kitabün Kebirun fi’l-Heyula’ - Kitabün fi Havassi’l-Eşya’ - Kitabün fi Sebebi Vukufi’l-Arzi Vasate’l-Feleki Ala - Kitabün fi Enne’l-Aleme la-Yümkinü en Yekune illa ma-Nüşahiduhu - Kitabün fi’l-Hareketi ve İnneha Leyset Mer’iyyeten bel Ma’lumeten - Kitabün fi Enne li’l-Cismi Tahriken min Zatihi ve - Kasidetün fi’l-Mantıkiyat - Kasidetün fi’l-İlmi’l-İlahi - Kasidetün fi’l-Azemeti’l-Yunaniyye - Kitabü’l-Kera fi Makadiri Muhtasarihi - Kitabün fi Nakzi Kitabün Anabuvali[?] Porfiryus[?] fi Şerhi Mezahibi Aristotalis fi’l-İlmi’l-İlahi - Kitabün fi’l-İlmi’l-İlahi - Kitabün fi’l-Heyula el-Mutlakati ve’l-Cüz’iyyeti - Kitabün fi’l-ilmi’l-ilahi ala re’yi Eflatun - Kitabün fi Alamati İkbalü’d-Devleti - Risaletün fi Enne’n-Nefse Leyset bi-Cismin - Kitabün fi Feshi Zanni men Yetevehhemü enne’lKevakibe Leyset fi Nihayeti’l-İstidarati - Risaletün Yübhasü fiha ani’l-Arzi’t-Tabiiyyeti Tinin hiye Ümmü Hacerin - Kitabün fi’l-Kevakibi’s-Seb’ati - Kitabün fi’l-Hikmeti - Kitabün fi’n-Nefsi’l-Kebirati - Kitabün fi’n-Nefsi’s-Sagırati [ ] - Kitabün fi’l-Münakasati Beyne Ehli’d-Dehri ve Ehli’t-Tevhidi fi İhdasi’l-Alem mavis[?] fi İtmami Kitabi Eflatorahs dıl’u min Gayri Hendeseti limine bi’l-Felsefeti bi’l-Felsefeti ve’s-Sukun ti’l-Fadıleti saneti zıru fi’n-Nuri ve Tettesi’u fi’z-Zulmeti Kelami fi’l-Kailine bi-Hudusi’l-Ecsami ve ale’l-Kailine biKademiha Enne’s-Selce Yu’attişu min Ahkami’n-Nücum Tıb zileti’l-Kelami ve ma Galaza fihi Ale’l-Felasifeti Kitabün fi Eskali’l-Edviyeti’l-Mürekkebeti mü bi’t-tagazzi ve Merrate’t-Tedbir Agziyeti ve’l-Fevakih ve ma-Yüahharu minha Ruhsa fima Reddebihi ala Calinos fi Emri’t-Ta’mi’l-Mürr dihi ala Ashabi’l-Heyula Mizani’t-Tabii nos nafi’u Razi fende olduğu kadar edebiyat ve şiirde de iştihar eylemiştir. Edebiyatın bütün inceliklerini cami’ rengin rakık şiirleri vardır. Mantık ve sair fünundan bazılarını nazmen te’lif edecek kadar iktidar-ı edebi göstermiştir. Razi unfuvan-ı hayatına aid hatıratını Rey ufuklarında gizlemiş olduğu gibi enfas-ı va-pesini de yine bu ufuklarda sönmüştür. Leon Afriken Leon l’Africain Tarih-i Hükema ve Etibba unvanlı eserinde Razi’nin Mısır’a ve muahharan Endü lüs’e kadar bir seyahat icra eylemiş olduğunu rivayet ediyor. Guya Razi el-Mansuri’yi Endülüs’de te’lif ve Hacib el-Mansur namına ithaf eylemiş Vostanfield[?] de aynı iddiada bulunmaktadır. Fakat Razi’nin bu yolda bir seyahat icra eylemiş olduğuna dair mevsuk bir ma’lumat yoktur. Vostanfield’in[?] bir çok hususda olduğu gibi bu mes’elede dahi duçar-ı hata olması ağleb-i ihtimaldir. Ba-husus ki el-Mansuri’nin Horasan Emiri El-Mansur bin İsmail bin İshak namına ithaf edilmiş olduğu muhakkakat-ı tarihiyyedendir. Şu halde Leon’un rivayeti bu suretle de te’yid edilemez. Razi et-Tıbbü’l-Müluki eserini de Taberistan emirinin mahdumu Ali namına ithaf eylemiştir. Medid bir hayat-ı faaliyeti müteakib Razi’nin bütün kuvasını za’f-ı piri istila eylemişti. Bu tab-fersa faaliyet-i dimagiye nihayet bir ama-yı basari ile hatime-nüma-yı fecaat oldu. Koca hekim ihtiyarlığında nur-ı basardan mahrum kaldı. Beray-ı tedavi bir kehhal celb edilmişti. Razi bu zata gözün kaç tabakadan müteşekkil olduğunu sual edince biçare adam piç ü tab içine düştü. Meğer bu yadigarın hiçbir şeyden haberi yokmuş. Razi kendi gibi bir dahi-i tıbbı tedaviye cür’et-yab olan cesur mütetabbibi kapı dışarı attırdıktan sonra kemal-i ye’s ve infial ile: “Şimdiye kadar gördüğüm yetişir. Artık bu sefil dünyayı görmek istemem” demiş olduğu rivayet-i tarihiyyedendir. Bir dahi-i tıb için ne suzişli ye’s ü nevmidi!..... Razi’nin tercüme-i halini kayd edenler bir keyfiyet-i garibeden bahs ediyorlar. Onlarca garib görünen bu keyfiyet fünun-ı hazıra nazarında mühim ve fakat tabii görülebilir. Müverrihin diyor ki: Hayatında Razi’nin evani-i beytiyyesi gayetle mücella ve adeta müzehheb ve simin oldukları halde vefatını müteakib mürur-ı zamanla bunlar evvelki cila ve renglerini gaib eylemişlerdir. Razi’nin fenn-i kimyadaki ihtisası meşhurdur. Hatta hamız-ı kibriti keşf eden zatın Razi olduğu muhakkakat-ı kat’iyyedendir. Şu halde hatıra gelebilir ki Razi hanesinde bulunan bakır evaniyi kimya ve fen sayesinde şimdiki galvanoplastiye müşabih bir san’atla tezhib ve tafziz edebilmişti. Maamafih bu rivayet o derece haiz-i vüsuk addedilemez. Razi bütün ma’nasıyla hazık bir tabib idi. Fenn-i tıbbın nazariyat ve tatbikatında bi-hakkın müşarun bil-benan olmuştu. Bilhassa teşhis-i maraz hakkındaki melekesi şayan-ı hayrettir. Kan kusduğundan dolayı bil-cümle etibba tarafından teverrümüne hükm edilmiş olan bir gencin esbab-ı marazı durgun bir gölden içdiği su vasıtasıyla boğazına kaçmış olan sülükten neş’et ettiğini hastayı görür görmez teşhise muvaffak olmuştu. Razi vefatında el-Havi’yi ikmal edememişti. Kitabın ikmali tilmizanının semere-i gayretidir. Vefatını müteakib İbnü’l-Hamid namında bir zat bir çok meblağ feda ederek elHavi ’yi hemşiresinden iştira eylemişti. Ba’dehu kitap ikmal edildi. el-Havi’nin Bodleian ve Escorial kütübhanelerinde yazma birer nüshası mevcuddur. Paris kütübhanesinde dahi bir nüsha mevcud ise de maatteessüf kısm-ı küllisi noksandır. Yalnız Kitabü’l-Hümmeyat kısmı tamamdır. On üçüncü asır-ı miladide Farragut isminde bir zat elHavi ’yi “ Continent ” namı altında Latince’ye tercüme eylemişti. Tercüme iki büyük cildden ibaret olup bilahare defeatla tab’ edilmiştir. el-Havi’den sonra tıbba dair Razi’nin en meşhur eseri el-Mansuri’dir. el-Mansuri on kitabdan mürekkeb olup her birinde sırasıyla mesail-i atiyyeden bahs edilmiştir: ve mualecat ’s-sıhha -ı beşere -yı seyahatte tatbik edilecek usul-ı sıhhi -i cerrahi -ı umumiyye - Hummalar el-Mansuri Jerar dö Kremon tarafından Latince’ye tercüme ve defeatla tab’ edilmiştir. Tabib-i şehir Ali bin Abbas e l-Meliki namındaki eser-i ma’rufunun mukaddimesinde esbab-ı te’lifinden bahs ederken diyor ki: “Gerçi Razi’nin el-Mansuri ve el-Havi namında tıbba dair iki eser-i muazzamı mevcud ise de el-Mansuri bi’n-nisbe muhtasar ve el-Havi ise intizamdan ari bir metoda tevfikan mürettebdir. Bundan maada el-Havi’de fenn-i cerrahiye dair ma’lumat yoktur. Ali bin Abbas esbab-ı tenkıd olarak mütalaat-ı sabıkayı serd ettikten sonra el-Havi ve el-Mansuri’nin kıymet-i ilmiyye ve fenniyelerini bir lisan-ı sitayişle i’tirafdan kendini alamıyor. Razi’nin el-Cami’ ve el-Fahir unvanlı eserleri de muhalledat-ı tıbbiyyeden ma’duddur. Razi’nin kızamık ve çiçek illetleri hakkında yazmış olduğu Kitabü’l -Cederi ve’l-Hasine nam eseri tarih-i tıbda en kıymetdar eserler miyanına idhal edilmektedir. Eser-i mezkur vaktiyle “ Pestilentia ” namı altında Latince’ye tercüme edilmişti. Metn-i Arabisiyle bu Latince tercümesi Şannig tarafından tab’ ve neşr edilmiştir. Mösyö Granhil tarafından İngilizce’ye tercüme edildiği gibi “ Traite de la variole et de la rougeole ” unvanı altında ahiran Fransızca’ya da tercüme edilmiştir. İspanya’daki Escorial kütübhanesinde Razi’nin ekser-i asarına dest-res olunabilir. “ Makaletün fima yenbagı en yükaddeme mine’l-agdiyeti ve’l-fevakihi ve ma yüahharu minha ” unvanlı eseri numarada mukayyeddir. Razi bu eserde meyveleri sırasıyla ta’dad ettikten sonra hangilerinin yemekten evvel ve hangilerinin ba’de’t-taam ekl olunabileceğine dair serd-i mütalaat etmektedir. Mesela Razi bu eserinde yemekten evvel ayva eklini şiddetle men’ ettiği halde usare-i mi’deviyye ifrazına hadim olacağı cihetle ba’de’t-taam ayva yemeği münasib görüyor ve tavsiye ediyor. Razi ilm-i hey’et ve riyaziyatta da bir deha-yı hayretbahş göstermiştir. Kitabün fi hey’eti’l-alem namındaki eserinde arzın küreviyyetini beyan ve isbat ettiği gibi cesametine dair de bir mukayese yapmıştır. Razi şemsin arzdan pek büyük ve kamerin ise bilakis arzdan küçük olduğunu bu eserinde zikr ediyor. Fennin o vakit ki haline nazaran Razi’nin beyanatındaki ehemmiyet bilhassa şayan-ı tezkardır. –maba’di var– – – Eazımın hakıkat ve mu’cizat ve siret-i seniyye-i Nebeviyye’yi mübeyyin kütübhane-i dehre ber-güzar eyledikleri bu kadar te’lifat-ı nefise hülasasını böyle küçük bir makaleye sığıştırmak herkesin karı ve ba-husus esrar ve hakayıkından bahs etmek bizim gibi acizlerin muvafık-ı de’b ü şiarı değildir. Bina-berin yalnız bilinmesi vacib olan hilye-i şerifelerinin derciyle teşerrüf ve iktifa evladır. Server-i Enbiya kaşif-i sırr-ı ilmü’l-esma hadi-i sübül emlahü’r-rüsül efendimiz hazretleri uzuna karib orta boylu tammü’l-a’za endamı mütenasib ecell ü ekmel-i beşer idi. az değirmi çehreli cism-i paki gül gibi kırmızıya mail beyaz ve tab-dar ve mübarek dişleri seyrek ve inci gibi revnak-dar ve şerif ve muhterem sakalı tam ve içinde ancak yirmi tel kadar beyaz var idi. Birdir dedi aşina-yı vahdet Mevc-i ehadiyyet-i Ahmediyyet Mahrem-i ahval ü esrar serheng-i kavafil-i Muhacirin ü Ensar seyyid-i ehl-i tecrid efdal-i erbab-ı tefrid hazine-i ilm ü hilm Hazret-i Sıddik-ı a’zam ü ekremin ism-i pak-i alisi “Abdullah bin Osman” olup künyeleri “Ebubekir”dir. Peder-i ali-kadrleri “Osman bin Amir” hazretlerinin künyeleri dahi “Ebu Kuhafe”dir. Valide-i macideleri “Ümmü’l-hayr Selma” radiyallahu anhadır. Atik ve sıddik ve zü’l-hilal elkab-ı celile-i cümlesinden olup hicret-i seniyyede Resulullah’ın refik-ı hassı olarak gar-ı şerife kendisiyle birlikte teşrif buyurulduğundan “Yar-ı gar” unvan-ı mahsusunu almıştır. Celalet-i kadrine ve ve ve ehadis-i şerifesinin suduru büyük delildir. Cenab-ı Sıddik viladet-i seniyye-i Nebeviyye’den iki sene ve birkaç ay sonra kadem-nihade-i alem-i şühud olmuş ve bi’set-i seniyyede herkesden evvel İslam’a gelmiştir. Hazret-i İbni Abbas: En evvel müslim olan kimdir? Diye soranlara “Hazret-i Ebubekir’dir Hassan bin Sabit’in söylediği mersiyeyi işitmedin mi?” buyurup Hazret-i Hassan’ın Sıddik-ı ekber efendimiz hakkındaki mersiyesinden şu beyitleri okurlardı: Seyyidüna İbni Abbas’ın muradları rical-i ahrar içinde en evvel müslim olan Hazret-i Sıddik olduğudur ve illa ale’lıtlak en evvel İslam’a gelen Hazret-i Hadice radiyallahu anhadır. Hazret-i Sıddik radiyallahu anh efendimiz fenada ferd-i kamil idi. hadis-i şerifi bunu müeyyiddir. Yar-ı gar-ı peygamber Cenab-ı Sıddik-ı ekber radiyallahu anh mi’racü’n-Nebi’yi herkesden evvel tasdik edip ol babda kendilerine ta’riz eden imansızlara “Bütün gün haber-i semavisini tasdik etmekte olduğum bir zat-ı vala-şanın seyr-i melekut ettiği haberini niçin tasdik etmem” diye mukabelede bulunmuş ve hicret-i seniyye vukuunda ıyal ü etfalini terk ile Hazret-i Sultanü’l-Enbiya ile beraber çıkmış ve gar-ı şerifde ve bütün yolda Sultan-ı Kevneyn’den ayrılmamış ve yevm-i Bedir’de eşca’-ı nas olup tahte’l-ariş mülazım-ı bab-ı Nebi ve haris-i peygamberi bulunmuş ve yevm-i Hudeybiye’de sairlerine müştebih olan teehhur-ı duhul-i Mekke emri ber-vefk-ı fermude-i Nebi kendilerine münkeşif ü celi olmakla mütehayyiren müracaat edenlerin şübhelerini hal ve hayretlerini izale eylemiş ve suresinin nüzulünde ve Hazret-i Nebiyy-i Ekrem’in “Cenab-ı Hak bir kulu dünya ile ahiret beyninde tahyir etti. O kul ise ahireti seniyye vukuunda sebat edip este’izü billah müslimin için kaziyye-i bey’ate kıyam ve ceyş-i cenab-ı Üsame’yi Şam cihetine bi’sete ihtimam eylemiş ve mürtedler zuhurunda onlarla mukatele emrinde muhalif re’yde bulunan kibar-ı ashabı hücec-i şer’iyye ile ilzam ederek müslimini tefrikadan ve azim bir tehlikeden kurtarmış; ve ondan sonra Şam fütuhuna müteşebbis ve muvaffak olmuş ve hatime-i ömr-i azizinde dahi maslahat-ı müslimini der-piş ederek makam-ı hilafete Hazret-i Ömer gibi bir faruk-ı a’zamı intihab buyurmuştur. Menakıb-ı celileleri bi-hadd ü Hazret-i Sıddik radiyallahu anh kaffe-i ulum-ı diniyyeyi cami’ ve mezaya-yı Kur’an’a hakkıyla vakıf kamilü’l-vücud bir zat-ı kerimü’s-sıfat idiler. Kur’an -ı azimü’ş-şanı evvela cem’ eden ol cami’u’l-kemalat hazretleridir. Evahir-i asr-ı saadette Yemame’de da’va-yı nübüvvetle zuhur eden Müseylime’nin vücud-ı mazarrat-endudu dünyadan kaldırılmak üzere lede’l-müşavere halife-i Resulullah tarafından mikdar-ı kafi tertib edilen müfreze-i askeriyye sahabe-i kiram hazeratının maiyetlerinde Yemame’ye sevk ve i’zam olundu. Muharebe-i vakıada “Müseylimetü’l-kezzab” maktul olarak kazanılan muzafferiyet-i mühimme ile emsaline ibret gösterildi. Muharebe-i mezkurede huffaz-ı kiramdan bir çoğunun şehid olmaları üzerine Kur’an-ı Kerim’in hep bir yere cem’iyle Mushaf-ı şerif tertib ve tahriri lüzumu Hazret-i Ömer radiyallahu anh tarafından huzur-ı halifeye arz olunmağla hazret-i halife fukaha-yı ashabdan Ali bin Ebi Talib ve Zeyd bin Sabit ve sair kurra’-i ashabın ictimaıyla bir Mushaf-ı şerif yazıldı ve cenab-ı halifeye tevdi’ olundu ve irtihal-i dar-ı cinan edinceye kadar nezd-i alilerinde mahfuz kalıp sonra Ömerü’l-Faruk hazretlerine ve onun irtihalinde kendi kerimeleri olan ve zevcat-ı tahirat-ı hazret-i Risaletpenahi’den bulunan Hafsa radiyallahu anhaya bi’l-intikal mevki’-i ta’zimde mahfuz kalmış idi. Muahharan Mushaf-ı şerif-i mezkurdan nüshalar istinsahıyla etrafa ve memalik-i saireye ba’s ve neşri hizmet-i aliyesini de Hazret-i Osman radiyallahu anh ifa eyledi. Hazret-i Sıddik radiyallahu anh ilm-i Kur’an’da ensabda ve ilm-i ta’birde a’lemü’l-ashab idiler. Her hususda ve siyyema mesail-i şer’iyyede sahabe-i kiram Hazret-i Sıddik’a müracaat eylemekte bulunmuş oldukları gibi ve ayet-i celilesinin nüzulünden sonra Risaletpenah efendimiz hazretleri emr-i dünyaca re’y ve tedbirde adimü’l-emsal olan Cenab-ı Sıdddik ile meşveret ve müzakere buyururlar idi. Ebu Amr ed-Dani de huruf-ı Kur’an’da Hazret-i Ebubekir’den rivayet varide olduğunu beyan etmiştir. Zat-ı sütude-simatlarından yüz kırk iki hadis-i şerif rivayet olunmuştur. Devlet-i dirine-i Muhammediyye’de en evvel emirü’l-hac olan sahib-i tercüme hazretleridir. Cenab-ı Sıddik ticaret ile idare-i maişet eder ve halkı ticarete ve ilm-i ticaret tahsiline sevk buyururlar idi. Hazret-i Sıddik kavlen ve fiilen ve aklen ve niyyeten sadık idi. İbtida-yı İslamında kırk bin dirhem gümüşü olduğu halde bunun kaffesini mahbub-ı Rabbü’l-alemin cenab-ı ecmelü’l-mürselin aleyhi ekmelü’s-selam efendimizin uğuruna feda ederek zaman-ı irtihalinde hiçbir dirheme malik değil idi. Hazret-i Sıddik radiyallahu anh ilm-i sabık fehm-i saib kuvvet-i insaf sıhhat-i tevfik sıdk-ı tahkık ashabından idi. Pederi ve maderi ve evladı ve evlad-ı evladı umumen ashab-ı kiramdan idi; bu fazilet sairlerine nasib olmamıştır. Hazret-i peygamber efendimizin Ebubekir ve Ömer hazeratı haklarında “Zaman-ı müşaverede ikiniz bir şeye ittifak eder yine delildir. Ol sahibü’l-irfan hazretleri altmış üç yaşlarında oldukları halde on üç senesi Cumadelahire’sinden sekiz gün kalarak bir Salı gecesi akşamında zinet-bahş-ı alem-i diğer ve cesed-i es’adleri Ravza-i Mutahhara dahilinde şeref-yab-ı kurb-ı peygamber olmuştur. Son sözü ayet-i kerimesidir. “Azar ” tarih-i irtihalleridir. Yar-ı gar-ı şefik Hazret-i Ebabekir es-Sıddik efendimiz hazretlerinin mübarek vechi melih sakalı beyaz ve cebini vasi’ gözlerinin kasesi çukurca sakalının iki tarafı seyrek kendileri zaifü’l-beden kamet-i şerifleri uzunca ve kalb-i ilham-celbleri haşyetullah ve şiddet-i hubb-i Resulullah’dan mütemadiyen mahzun idi. Müddet-i hilafetleri iki sene üç ay eder. Bazılar dört aydan dört gün eksik olmak üzere hesab etmişlerdir. Hazret-i Sıddik’ın ilk hutbeleri ile ahir-i ömrlerindeki ahidnamelerinin tercümesi teberrüken derc edilmiştir. Ba’de ez hamd-i Huda “Ey nas! Ben sizin efdaliniz olmadığım halde size veliyyü’l-emr oldum. Biz nüzul-i Kur’an ve sünen-i seniyye-i Cenab-ı Fahr-i dü-cihan ile ta’lim olunarak ilim peyda ettik. Ma’lumunuz olsun ki kiyaset-i fadıla vera’ u takvadır. Hamakat-ı müfrita fısk u fücurdur. Sizin bence en kaviniz zaif-i vely-i muininizdir ki onun hakkını kendisine alıveririm ve bence en zaifiniz sizin en kavi ve muktedirinizdir ki hakk-ı gayrı ondan ahz eylerim. Ey nas! Ben ancak müttebiim yani isr-i Resul’e tabiim. Metbu’ yani bab-ı dinde yeni bir şey vazı’ değilim. Eğer ben şeklinde yazılmıştır. lunursam beni doğrultun” Ahir-i ömrlerinde Hazret-i Ömer el-Faruk’u istihlaf için “Bu ol ahd ü vasiyyettir ki halife-i Resulullah olan Ebubekir onu dünyaca en son ve ahiretce en ön olan zamanındaki evanda kafir imana ve facir ittikaya gelir icra etmiştir. Ben size kendimden sonra halife olmak üzere Ömer bin el-Hattab’ı intihab ettim. Eğer iyilik ve adalet eder ise fe-biha. Benim ona zannım ve hakkındaki re’yim de budur ve eğer zulm ü cevr ve tebdil-i emr eder ise ben onu bilmem ki gaybdır. Sizin ben ancak hayrınızı istemişimdir. Herkesin vebali kendinedir. Zalimler kendilerinin hali neye müncer olacağını yakında bilirler” Bu ahidnameden sonra hazret-i halife veliahdı Hazret-i Faruk’u huzurlarına alarak “Vallahi uyuyamadım ki rü’ya göreyim. Tok olmadım ki evhama dalayım. Ben yol üzerinde bulundum ve sapmadım. Çalışmakta kusur etmedim; çünkü her nefis için bir arzu vardır. O arzu nefse verilir ise nefis daima arzuda olur” buyurmuştur. Hazret-i Sıddik radiyallah ın kelimat-ı dürer-barlarındandır: Sabır ile musibet kalmaz ve sabırsızlık faide vermez. Kerimü’ş-şiyem olan zatın eşref-i ef’ali bildiği şeylerin bir takımından kim mahabbet-i İlahiyyeyi tatmış bulunur ise zevk onu dünyadaki metalib ve amalinden işgal edip kendisi cemi’-i beni-beşerden tevahhuş eyler. Mevte haris ol ki sana hayat verilsin. Mevtten murad mevt-i ıztırari değildir; belki mevt-i ihtiyaridir ki alem-i kudse ittisal ile revayih-i ünsü istişmama haris ol demektir. Hazret-i Sıddik radiyallahu anh hakkında Ömer el-Faruk hazretleri canibinden tanzim buyurulan mersiyedir: Çengelköyü –Fatih Camii Tevhid Meyhane Mezarlık– Fatih Camii’nin hikaye kısmına geçiyorum. Bu kısımda evvela şu beyt “Saba”ya “hab-ı sükun” isnad etmek inceliğini o incelikte na-şinideliği ihtiva ettiği için güzel: “Rida-yı leyli henüz açmamışdı dest-i sema Saba da hab-ı sükundan ayılmamışdı daha” Saniyen sokakları yere serilip yatmış olarak tasvir ettiği hem de lihafını zulmetten firaşını zemin-i mezelletten intihab eylediği için şu mısra’-ı nefis: “Zalamı sineye çekmiş yatan sokaklardan” Öteki mısra’larla beyitler bu incileri birbirine rabt etmek rişte-i rakıkin sine-i hariri-i ensacındaki imtidad-ı revan ve sehili hiçbir “ukde-i ta’kıd” rahnedar etmiyor. Bu da nazma aid muvaffakıyettir. Şu beyitleri okuyalım: Feza-yı ma’bedin encüm-nüma meşailini O lem’a lem’a dizilmiş ziya kavafilini Görünce geldi çocukluk zamanlarım yada… Neler düşündüm o saatte bilseniz orada! Bu beyitlerden anlaşılıyor ki şair Fatih Cami’ini görünce çocukluğunu ve pederini hatırlamış. Burada –dikkat ederseniz– basıra-güriz bir lami’a-i perran-ı muvaffakıyyet görürsünüz ki in’ikasatında safvet ve samimiyet görünür. Şair camie girdiği zaman maali-i ma’bedin mehasin-i ma’neviyyesine müstağrak görünüp de azim azim laflar söylemeye cesim cesim cümleler tela’süm etmeye kıyam etseydi şiirinin tertib-i mantıkı ve tedric-i tabii mahiyetli iki meziyetini te’min edemezdi. Hatta bu söylediği şeyler mahiyetce müteali bir takım maali-i maani bile olsaydı bu maani-i aliyyenin tepeleri cibal-i mürtefia zirveleri gibi berf ü burudetle muhat olurdu. Çünkü çocukken imame-güzin peder-i münevveriyle Fatih Camii’ne her sabah namazı devam etmiş olan bir çocuk aradan zamanlar geçip de otuz sekiz yaşına vasıl olduğu halde yine birgün ba-husus yine bir sabah Fatih Camii’ne giderse ma’bedin kapısına girer girmez pederiyle kendisini elele –velev ki hayal-ı şairanesinin mazılle-i lutfüne Bunu görmek i’tibarıyla da “şair-i san’atkar” olmak şahikasından “insan-ı hassas” olmak vadisine sukut yahud i’tila eder. Bu intikal ve i’tila ise mutlaka lazımdır. Fatih Camii’ne girdiği zaman ma’bedin ruhaniliğe has olan zulümat-ı mehibesinin muhat-ı mutlakı olarak kalsaydı da şair kendi çocukluğu ile pederini yani daima birbirine refik olan o tulu’ ve gurubu o mehd ü lahdi görmeseydi. Yalnız Fatih’in kubbe-i muallasını yalnız minber-i mehibini görüp tasvir etseydi bana “Mehmed Akif şair değildir san’atkardır” hükmünü –müdellelen– i’ta etmek hakkını bahş ederdi. Fakat Akif cümle-i asabiyyesinin müfrit meleke-i hassasiyyeti ile dem’a-perver bir şair olduğu ve şairliği san’atkarlıkta aramak tuhaflığına tenezzül edemeyeceği değil girye-meşhun olan gözlerini iki berk-ı hatıra-perver gibi mazisinin karanlıklarına tevcih ederek o gözlerin nur-ı nazar-ı tedkık ve eşk-i teessür-i amik mahiyetli huzme-i ziyasıyla yirmi yirmi beş sene evvelki zamanların zulmetleri etmiştir. Garbın eazım-ı akl ü idrakinden birinin dediği gibi “Şair o kimsedir ki çocukluğundaki gözlere büyüdükten sonra da malik” olur. Bendeniz buradaki “göz” uzvuna bir de uzv-ı diğer ilave ederek diyeceğim ki dünyada bir takım gayyür eder. Fakat her uzvunun geçirdiği bu istihale alaiminden “kalb” ile “göz” olduğu gibi o kısım insanların da unvan-ı tekrimi “şair”dir. İşte Mehmed Akif gözü ve kalbi çocuk kalabildiği yani ma’na-yı ma’lumuyla şair olduğu için cami’e gidince Fatih ma’bedinde gözünün önüne gelen levha kendi sabaveti ve bir de kendi seyyare-i sabavetinin peyk-i sefidi olan ak sakallı pederi olmuştur. İhtar ve iddia ederim ki bunu görmek için “çocukluğundaki gözler”e malik olmak gördükten sonra da bu zikıymet rü’yetten mütehassis ve müteessir olmak için yine mak; böyle bir “göz”e ve “kalb”e malik olmak için de ihtar ve iddia ederim ki şair olmak lazımdır. Edebiyatta incelik bunlardır. “Kadın” nakaratıyla bir takım ma’nası ma’dum fakat musikı-perver kelimeleri fevvare-i enfasının üzerinde adeta avam kahvehanelerinin h ı yaz-ı hadaik ı ndeki fıskiyelerin üzerinde sıçrayıp duran “cihannüma” camları gibi zıplatıp durmak bir incelik değildir. Bunlar akl-ı avamdan rikkat ve dikkat tese’ül edebilecek bize tasvir ettiği kadınlar eğer nuha’-i şevkiye hitab etmek müreccahdır.” Yok eğer Havva’nın değil de bedenlerindeki nesc-i nerminin rikkati i’tibarıyla ab ü havanın benat-ı bediası demek istediğim kadın dediğimiz cins-i latifin elvan-ı rakıka-i hüsnünden demet demet çiçekler toplayıp bunların sibak-ı müşterekine ah-ı hunini kırmızı bir kurdela gibi düğümleyerek o şükufe desteden de bize ruh-istinas bir nükhet-i nihan duyurmak için bu manzumelerin külfet-i tahriri der-uhde buyuruluyorsa o zaman da arzına mütecasir olurum ki Samen gibi Verlen gibi Mose gibi Nedim gibi Hamid gibi nisvan-nüvis eazımın yazıları muvacehesinde bunlar şiir değil enfas-ı manzume izdihamlarıdır. Evet yine tekrar edeyim Fatih Camii’nin şu kısmı şairin tufuliyyetine i’ade-i enzar ederek yazdığı bir şi’r-i hissidir ki ötesinde berisinde katre katre göz yaşları seçilmek i’tibarıyla bir çocuk çehresi kadar samimidir: şeklinde yazılmıştır. Sekiz yaşında kadardım babam gelir “Bu gece Sizinle cami’e gitsek çocuklar erkence. Giderseniz gelin amma namazda uslu durun; Meramınız yaramazlıksa işte ev oturun!” Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi. Girinci cami’e haliyle koyuverir peşimi. Namaz kılardı. Ben artık kalınca azade Ne aşıkane koşardım hasırlar üstünde! Hayal otuz sene evvelki hali pişimden Geçirdi başladım artık yanımda görmeye ben Beyaz sarıklı temiz yaşca elli beş ancak; Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak; Mehib yüzlü bir adem edeb-güzin-i namaz. Yanında bir küçücük kızcağızla pek yaramaz Yeşil sarıklı bir oğlan ki başda püskül yok Burada mezar-ı mazisinin zair-i siyah-ı muzlimi olan Mehmed Akif bu parçayı yazarken mutlaka ağlamıştır. Akif’in kari’leri “Hasta” manzumesindeki müteverrim çehreye tekabül edince müttefikan ağlıyorlar. Benim ise maziyi tahatturlardan daima nasib-i elem alan harabe ber-duş gönlüm o müteverrim çehrenin karşısında da ağlamakla beraber Fatih Camii’nin şu kısmında yani şairin şimdiki lihyedar nasiyesinin o zamanki çehre-i tufuliyyeti ile levha-i tekabülü önünde ağlarım. Bu giryemin esbabını yukarıdaki ma’ruzatımda görmeyecek derecede bu perişan-müfad yazıları lakaydane okuyanların göz yaşımda bir “Pedantizm” şaibesi görmelerinden suret-i mahsusada korkarım. Manzumeye devam edelim: Sarık hemen bozulur sonra şöyle bir dolanır Biraz geçer yine rayet misali dalgalanır! Koşar koşar duramaz akıbet denir amin Namaz biter ilh. Şu beyitlerin hafif ve latif “ironi”si ile Mehmed Akif burada Alfons Dode’ye tekrar ve pek benziyor. Zaten Safahat şairinin kitab-ı şiirini serapa tedkık eden her nazar-ı hayret – eğer musırran teami etmek istemiyorsa– görür ki Mehmed Akif’in faciat-ı beşer elvahına karşı gelince her dem giryan olmakta–yetimlerin samim-i kalbine –benzeyen bir nazar-ı rahim hayatın handan ve mudhik hakayıkı önünde de bulununca tebessüm ber-leb-i istihza olmakta gamze-i nisvana benzeyen bir dehan-ı rakık sahibidir. Mehmed Akif’le Alfons Dode’nin cihat-ı camia-i müşabehetini tafsilatını ileriye ta’lik etmek üzere burada muhtasaran haber vereyim. Dode ile Akif noktada ittihad eden muhtelifü’l-muhit mahiyet-i edebiyyedir. -perverlik. ’-i ve nekayis-i beşeriyyeye karşı acı acı gülen bir dudak. “Henri Beranje” La France Intellectuelle’nin Dode’ye rezailine karşı gözleri lem’a-dar-ı nüfuz ve dikkat oluyorken yine o avamın fezaile karşı kirpiklerine münevver katreler asılırdı. Beranje’nin yine o eserinde Dode’ye aid olan şu iki terkib-i tavsifisi pek kıymetdardır: Rezailin handan bir müstehzi-i hayr-kar ve hayr-hahı! Fezailin giryan bir müştak-ı şeydası bu iki hande-i haşin-i istihzanın mev’id-i mülakatı olan birer cebhe-i san’attırlar. Şairin ve Dode’nin avam-perverliğini bahs-i aidine terk ediyorum. Fatih Camii’ndeki şu beyitler nasıye-i şebablarının melahat-ı müfriteleri dehşet-i mehib derecesine varan nefais-i müheykeledendir: “Sufuf ayakta müselsel cibal-i velveledar Gibiydi. Herbirisinden duyuldu sine-fikar Birer enin-i tazarru’ birer niyaz-ı hazin Ki kalb-i rahmeti sızlattı şübhesiz o enin! Semaya doğru o dağlar da açdı ellerini. Akif şu beyitteki “ruh-ı itminan” terkib-i şiir-amizini Kur’an-ı Kerim’in bir ayet-i aliyyesinden mülhem olarak yazmakla Fatih Camii’nin ruhani mahiyetine san’atkarane bir müraat ibraz etmiştir: Evet huruşa gelip bahr-i rahmet-i Subbuh Kuluba indi semadan da bir [i]lahi ruh: Ruh-ı itminan. Her manzumenin bir mevcudiyet-i mecmuası bir de mevcudiyet-i müteferrikası vardır. Mevcudiyet-i müteferrikasındaki güzellikler her beytin yahud her kıt’anın yahud her mısra’ın mahiyetlerini tetebbu’ etmekle kabil-i rü’yettir. Mevcudiyet-i mecmuanın harir-i nefaset ve sada-yı muvaffakiyeti kelimelerin terkiblerin cümlelerin yani “eşkal-i cümle”nin ve mısra’ların beyitlerin kıt’aların yani “eşkal-i nazm”ın arasında musikı-i muazzam-ı mütekabilde ve aheng-i metin-i mütevazinde mevcud olan meşime-i esiriden tabii olarak tevellüd eder. Musikıde “diyapazon” ne kadar nisab-ı ehemmiyeti haizse şiirde de bir manzumenin hey’et-i umumiyesine aid güzellik ve manzumenin mi’yar-ı mahiyyeti olmak hususunda o mertebe mühimdir. Bir şair ki manzumesinin bazı beyitlerinde harikalar izhar ve ibraz edebilmiş fakat bu harikaları – miyanegah-ı ihtilatına mi’yar-ı kimyevi konulmuş bir mahlut-ı kimyevinin müteferrik ecza-yı ecnebiyyesi gibi– gayr-i mültesik bırakmıştır o manzume tefessühe yüz tutmuş eczayı a’zası ile inhilale başlamış bir ölü gibidir ki yaşayamaz. Kalem-i tedkıkimin ucuna gelen şu teşbih-i kimyeviyi teşrih etmekle ma’ruzatımı daha ziyade tasrih edeceğimi i’tikad ediyorum. Ma’lumdur ki kimyada da bir “mahlut” bir de “mürekkeb” ta’biri vardır. İki madde-i kimyeviyye havadaki müvellidü’l-humuza kendisine aid havass-ı hususiyye ile kalırsa yani bir hassa-i müştereke almazsa bu türlü halita-i kimyeviyyelere “mahlut” ve mesela bildiğimiz tuzdaki klor ile sodyumun ittihad-ı kimyevisi gibi ikisi de hassasını gaib eder bir hassa-i müştereke hiyette bulunmalı ki manzume bir mürekkeb mahiyetini almalı. Yoksa his bir tarafda hayal bir tarafda temevvüc ve teferrüd eder durur bunlar arasında bir iltisak-ı mütekabil bulunmazsa manzume san’atkarane tertib edilmemiştir. Adeta hayali ve hissi bir iki beyti teşhir ve irae etmek için koca bir manzumenin külfet-i tesvid ve tebyizi ihtiyar edilmiş olur ki lagv-perverliktir. Şu halde o iki beyti ayrı ayrı ve müfred unvan-ı eslaf-mandesi altında yazmak daha muvafık bir iş görmüş olmak değil midir? Fatih Camii’nde ilk kısım sırf hayalidir. İkinci kısım hem hayali hem hissidir. Fakat hissi olan beyitlerle hayali olan beyitler o kadar imtizac ile tertib edilmiştir ki bunlar manzumede bir nahiye-i umumiyye teşkil edip birer “didar-ı münferid” manzarasını irae etmiyorlar. Bu nokta-i nazardan da Fatih Camii’nde şair muvaffak olmuştur. Manzumenin hikaye kısmını ise artık şair değil demeyelim san’atkarın tahrir değil adeta tekellüm etmesi şekle aid bir muvaffakıyet-i mühimmedir. Fatih Camii’nin bir meziyet-i ma’neviyyesi de “loşluğu”dur. Camiin tersiminde “münir” ile “muzlim”in imtizacından husule gelen bu “zulmet-i ruşen” bu “loşluk” manzumenin ve ma’bedin haline muvafık bir reng-i ruhanidir. Chateaubriand’ın Les Aventures du dernier Abencérage’ ında ma’bedler René’ sinde harabeler tasvir eden manend napezir nasir-i azimin karihasındaki zulümat-ı aliyye mahşerinden Fatih Camii’nde de renkler gölgeler mevce-i zulmetler var. Akif’in hayat-ı edebiyyesinin bir cihetidir ki Akif Chateaubriand’ı da muhabbet ve dikkatle ve müdavemetle okur. Fatih Camii’nin “dört mefailün” vezninde olan ilk kısmında Akif Hamid’i hatırlatır. Eğer Hamid’e benzeseydi bu müşabehet-i ma’neviyyeyi şahsiyet-i edebiyyesine halel etmezdim. Fakat Hamid’i hatırlatmakla kalmaya muvaffak olup nazar-ı tedkık önünde kurtulmuştur. Manzumenin ikinci kısmında şu parça var: Gelip düşer eve yorgun dalar pek asude Derin bir uykuya… Derken bu hatırat-ı latif Çekildi aslına artık hakıkatin o kesif Likası başladı karşımda cilve eylemeye… Bu mısra’ları okuduktan sonra bir de “ Zilal-i ilham ”daki “ Tabut ” manzumesinin şu mısra’larına atf-ı fikr-i nazar buyurulsun: Bu bir cihan-ı maali semaya yükseliyor Bu bir hayat-ı müebbed Huda’ya yükseliyor. Bu bir… Garib tesadüf aman sükut-ı hayal Hayal-i şairi mecruh eden hakıkat-i hal Kemal-zade’nin bu mısra’larına Mehmed Akif’in o mısra’ları şeklen mealen ve Akif’in aleyhine olarak benziyor. Şair burada şahsiyetini tamamıyla yed-i tasarrufundan çıkarmış ve Ekrem Bey’in şahsiyetinin te’siri altında kalmıştır. Manzumesinin burası güzeldir. Fakat ne çare ki kendi malı değildir. İşte Akif manzumesinin şu dört mısra’ına imza-endaz olmaya muvaffak olamamış. Ben o mısra’ların altında ma’nadan evvel A. Nadir’in imzasını okuyorum. Şu mısra’lardaki şahsiyetsizlik manzumenin ayb-ı azimidir. Fatih Camii hakkındaki tehassüsat ve tefekküratım bundan ibaret. Tevhid’e geçiyorum. Avrupa’da Amerika’da bütün dünyada olduğu gibi memleketimizde de birkaç gün sonra bütün mektepler ta’til günlerine giriyor. Yazın bunaltıcı sıcakları geliyor iki ay için mektep kapıları kapanıyor; çocuklar talebeler gençler sıcak ta’til günlerini geçirmek için aileleri nezdine koşuyor gidiyor. Yollar şimendüferler istasyonlar hep temiz giyinmiş ve nazik mekteplilerle dolu… Hepsi aileleri akrabaları nezdine uçuyor uçmak istiyor…. Bir sene ebeveyni nevazişinden muhitinden mahrum kalan mektepliler elbet birkaç vakit kendisini büyüten terbiye edenler arasında yaşamak ister; istemeye hak kazanır. Çok hocalar çok ebeveyn çocuğun gencin ta’til zamanını boş işsiz geçirmesine razi olmazlar. Bazı hocalar talebelerine altından çıkılmaz uzun vazifeler karalamalar kopyalar verirler. Bazı ebeveyn ta’til zamanında evladına hususi hoca tutar; komşusu fülan mektepten me’zun beye oğluna ders göstermesi gelecek sene derslerini hazırlaması Fransızca okutması için rica eder. Sınıfı güzelce geçmiş olan çocuğunu sevdiği gayur çocuğunu boş bırakmaz çalış der… Ekser eski muallimler çocuk ta’tilde çalıştı mı takdir eder oğlunun ta’til esnasında da elinden kitap bırakmadığını gören ebeveyn “aferin evladım adam olacak” der. Ben çocuk olsam böyle takdirlere böyle aferinlere boğulurdum; ruhum bu ma’nasız teşviklere isyan eder. Şöyle mülahazasızca düşünsek evet gelecek senenin derslerini hazırlamak Fransız lisanını ve edebiyatını öğrenmek vazife yapmak çalışmak ve gayret etmek nokta-i nazarından faydalıdır iyidir. Fakat mülahaza ile derin bütün dekayıka nüfuz ederek düşünsek buna faydalı değildir luğunu kafa şişkinliğini dokuz aylık mezahim-i fikriyyeyi rakarak gelecek senenin daha ciddi ve daha mühim ve daha esaslı olan sene-i tahsiline daha cesur ve daha zinde hazırlanmak zım. Bir senelik yorgun kafa dinlenmedi ta’tilde de bir çok yorgunluk yüklendi ise o dimağ gelecek senenin hamulesine dayanamaz; göçer zaifler rahatsız olur; cevvaliyet zindelik mahvolur. Bir sa’y bir gayret görülür; fakat onun atisi istikbali meskenet korkaklık nefsine i’timadsızlık musibettir. Milletleri yükselten ticaret ziraat sanayi’ vadisinde ilerleten teşebbüs-i şahsidir. Cevvaliyet zindelik cesaret ateşinlik gaib olur yerine miskinane bir sa’y korkaklık i’timadsızlık za’fiyet sünepelik kaim olursa teşebbüs-i şahsi de mahvolmuş ölmüş defn edilmiş çürümüş kalmamış demektir. Memlekete gidilir... Köyün kasabanın saf havası ciğerlerin en birinci dostu gıdasıdır. Tatlı; akarsuların menazır-ı şairanesinden istifade edilir. Bağlarda bahçelerde ağaçlar yemiş ağaçları altında eğleniliyor şarkılar çığırılıyor. Temiz hava temiz su temiz yiyecek… Hayat ömür bu ziyafet içinde yükseliyor… Bunlar iyi hepsi iyi; ta’til günlerinde biz de böyle günler isteriz; ta’tilin hayat-ı tahsile kuvvet katan bu anlarının eğlencelerinin lazım olduğunu takdir ederiz. Fikir yorulur dimağ yorulur; fikir yorgunluğunu def’ eden vücud beden yorgunluğudur. Vücudu azıcık riyaziyat-ı bedeniyye ile zindeleştirmek yormak ve bu yorgunluk sayesinde büyütmek feyizlendirmek lazımdır. Riyaziyat-ı bedeniyye spor; fikir yorgunluğu dimağ rahatsızlığını def’ eder gaib eder. Şu halde yalnız su başı safaları bağ bahçe eğlenceleri hayata kafi değildir. Beygirlere binmeli gezmeli oynamalı vücudu metinleştirecek bütün sporları ta’til müddeti için kabul etmeli.. Köyün kasabanın mahallenin bütün mektepli gençleri toplanmalı riyaziyat-ı bedeniyye eğlenceleri bulmalı hep el birliğiyle yapmalı eğlenmeli bulundukları yere de bir neş’eli yaşatıcı parlayıcı bir hayat sokmalı!.. Her memlekette talebe kısmı en parlak en yüksek en gözü açık bir sınıfdır. Talebeler teşebbüs-i şahsinin en mühim vasıta-i husulü olan riyaziyat-ı bedeniyyeyi usul-i terbiyyenin yeniliklerine hiçbir şeyine vakıf olmayan halka sevdirmeli anlatmalı alkışlatmalı… Yirminci asr-ı medenideyiz. Bu asrı görmeli bilmeliyiz. Asır bize neler emrediyor. Neler diyor? Bunları tanımalı; tanımak Jules Verne o büyük mütefekkir dahi muharrir “ İki Sene Mektep Ta’tili ” ismindeki eseri ile keşf etmiş ve bize de öğretmek istemiş idi ki bir gün talebeler gerek ders ve gerek ta’til esnasında seyahatler yapacaklar asrın terakkiyatını medeniyetini her yerde görecekler tanıyacaklar bilecekler her şeyi gözleri ile görerek tatbik ederek öğrenecekler; vücudları kesb-i kuvvet edecek spor yapacaklar… Jules Verne’in diğer yazdıkları mesela Cevv-i Hevada Seyahat Deniz Altında Seyahat gibi bu da bugün bir esas-ı hakıkat oldu; nasıl bugün tayyareler sefain-i hevaiyyeler semalarda uçuyor tahte’l-bahrlar denizin altında geşt ü güzar ediyor ise mekteplerde ta’til günlerinde müsaid zamanlarda Avrupa’nın ortasından kalkarak Afrika’ya Mısır’a Cezayir’e Tunus’a Sudan’a İspanya’ya Suriye’ye Anadolu’ya Amerika’ya seyahat ediyorlar. Ta’til seyahatleri tenezzühleri memalik-i baideye tarihi mevaki’a hasr edildiği gibi Alplere yüksek dağlara çıkmaya Hindistan dağlarında arslanlar ve kaplanlar avlamaya komşu memalik şehirleri ve mektepleri gezilmeye de hasr edilir. Avrupa’da turist klüpler seyahat hey’et ve şirketleri nasıl la-yenkatı’ ahaliyi gezdiriyor dolaştırıyor halka mükemmel dersler veriyor terbiye ediyorlar ise; mektepleri de kız ve erkek çocukları da ta’til günlerini böyle gezdiriyor terbiye ediyorlar… ….. Bizim talebelerimizi ta’til günlerinin bir kısmını seyahate dünyanın en sevimli ve feyizli ve tarihi kıt’ası olan memleketimizde dolaşmaya teşvik etmeliyiz. Bu teşvik hükumetin muallimlerin ebeveynin vazifesidir. Bu seyahatler sayesinde talebelerimiz gençlerimiz canlanır; memleketlerini vatanlarını tanırlar; mevaki’-i tarihiyye görülür vekayi’ canlanır; gözler açılır meskenet teb’id edilir; vücud peyda-yı kuvvet eyler; hissiyat-ı vataniyye teza’uf eder. Ta’til müddetini böyle geçirerek yeni derse başlayan talebe eski talebe değildir; fikri ihatası dimağı vücudu daha ali bir talebedir. Londra’da çıkan haftalık Near East yani Şark-ı Karib nam risalenin fi Temmuz tarihli nüshasında görülmüştür: “ tarihinden beri Kembric Darülfünunu’nda konsolos namzedleri talebeye muallimlik etmekte bulunan Halil Halid Bey’in kendi vatanı umurunda doğrudan doğruya den isti’fa eylediği yakında İstanbul’a avdet niyetinde bulunduğu Halid Bey İngiltere’deki bunca şahsi dostlarından maada kendisini asarıyla tanıyıp tahsin-hanı bulunan pek çok kimselerin temenniyat-ı hayr-hahanelerine nail olarak gideceğinden eminiz. Şarkta ise pek çok vatandaş ve dindaşları tarafından hüsn-i kabule mazhar olacağı bedihidir. Zira Halil Halid Bey onların burada çok kere kavi ve cür’etli bir müdafii bulunagelmiştir. Kezalik kendisinden tederrüs ile şarktaki muvaffakıyetlerine nail olan bir nice İngiliz konsolos me’murları tarafından hüsn-i kabul görecektir. Ma’lumdur ki Halid Bey’e senesinde Kembric Darülfünunu’nun üstad-ı ulum paye-i şerefinden biri tevcih olunmuş idi ki o payeye ilk nail olan Osmanlı kendisidir ve bu nailiyeti ibraz eylediği hidematın mükafatıdır. Kezalik senesinde Cezayir’de darülfünun tarafından murahhas gönderilmek suretiyle dahi bi-hakkın şöhret kazanmıştır. Asarından “ Bir Türkün Ruznamesi ” unvanlı kitap Hindistan’da Urdu lisanına tercüme edildiği gibi “Hilal ve Salib” hakkında İngilizce olarak yazdığı eser dahi Arapça ve Türkçe’ye tercüme edilmiştir. “ İngiltere’deki Türk Adaveti Hakkında Bir Tetebbu’ ” unvanlı risalesi dahi Urdu lisanına nakl olunmuştur. Diğer tarafdan dahi müdafaa-i meşrık-ı İslam uğurunda İngiliz matbuatına yazdığı pek çok makalat ve mekatib havi oldukları mesailin mahiyetini anlayanlar tarafından hürmetle tehakkıye şayandır. Bir şeyi tenkıd ettiğinde keskin kinayeler isti’mal eylediğinden Halid Bey’in yazdığı şeyler tenkıd eylediği adamlar Bu kinayeli tenkıdatından dolayıdır ki balada beyan olunan “ İngiltere’deki Türk Adaveti Hakkında Bir Tetebbu’ ” unvanlı risalesinin zikri sırasında vaktiyle gazetelerden biri şöyle yazmıştı: “Bu Türk muharririnin İngiltere hakkındaki ma’lumatı bizim Türk mezalimi icad edenlerimizin Türkiye hakkındaki ma’lumatından pek çok ziyadedir. Türkler aleyhindeki adaveti öyle istihzalı kinayelerle reddediyor ki bunlar insana adeta Volter’in istihzalarını hatırlatıyor.” Halil Halid Bey ibtida ilmiye sınıfına mensub olmak üzere ta’lim görmüş ve fakat İstanbul’da Mekteb-i Hukuk’un küşadından çend sene sonra oraya dahil olarak hukuktan mıştır. Milad’ın senelerinde tahsilini ikmalden sonra cevasis-i istibdadın tazyikat-ı tarassudiyesine pek ma’ruz kaldığını görünce İngiltere’ye gelmişti ki o zamandan beri allim suretiyle ta’yin olunduktan sonra Yıldız’ın teklif-i lutfüne atf-ı i’tibar eylememiş ve hatta Abdülhak Hamid Bey’in Londra Sefareti Müsteşarlığı zamanında kendisine Yıldız’dan gelen bir sefaret başkatibliği veya başşehbenderliği gibi tekalife rağbet göstermemiştir. Ondan sonra hakan-ı sabıkın tarz-ı hükumetinin ne kadar şiddetle muarızı olarak kaldığı yazdığı şeylerden anlaşılır. Halil Halid Bey Mısır’da Sudan’da Cezayir’de seyahat eylemiştir. Sudan’dan avdetinde o zaman Kahire’de bulunan Lord Cromer’e müracaat eylemiş ve Sudan’daki muharebatta maktul dervişlerin kemiklerinin meydanda kalmasının hissiyat-ı müslimini cerh eyleyeceğini anlattığından meydan-ı ma’rekedeki bakaya-yı izam toplanıp defn edilmişti. Risalemizde evvelce yazıldığı üzere Londra Camii için ve siyaset mülahazalarından tamamıyla azade kalması uğurunda en çok mücadele eden Halil Halid Bey’dir. Geçenlerde Mısır’a ve İstanbul’a kadar ihtiyar-ı sefer edip cami’ Meşrutiyet-i Osmaniyye’nin i’lanı akıbinde Halil Halid Bey’e maskat-ı re’si olan Ankara şehri meb’usluk teklifinde bulunmuş idi; lakin bu teklif-i atiyi kabul kendisince o zaman mümkün olmamıştı. Gelecek intihabatta dahi bir tarafdan böyle bir teklif gelmek ihtimali vardır. Her halde kendisinin tecarib-i vasiasından ve tezekkür-i mesail hususundaki ceği bedihidir. Efendim: Mu’teber ceridelerinin numaralı nüshasında Çin müslümanlarına aid haysiyet-şikenane bir mektup münderiç bulunduğunu kemal-i teessüfle gördük. İfadesinden bizce ve alemce ma’lum olan serserilerden olduğu anlaşılan sahib-i mektup tarafından Çin Çanto müslümanlarına yani Türkistan-ı Çini müslümanlarına atf edilen ahlaksızlık ve sair münasebetsizlikler butlanı; biz senaverlerinin Dersaadet mekatib-i muhtelifesinde tahsil ile meşgul olmamız ve daha nice misallerle sabit olduğundan bu ahlaksızlık ve münasebetsizlikleri olduğu gibi sahib-i mektuba redd ü i’ade eder ve şu beyannamemizin muhterem mecellelerinin aynı mahalline dercini rica ederiz efendim. Sıratımüstakım – Zaten biz de o mektuba pek i’timad edememiştik; inşaallah mündericatı doğru değildir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Temmuz Altıncı Cild - Aded: Yukarıda kendi kendimize şöyle bir sual irad etmiş idik: Esirlere karşı bu derecelerde merhametli davranan onlara bu kadar hukuk te’min eden Müslümanlık nasıl oluyor da bu adeti kökünden kaldırmıyor? Cevaben deriz ki: Eğer şeriat-i İslamiyye on üç asırdan beri istirkakı yani esir almayı lağvetmiş olsaydı kanun-ı hayata nizam-ı tabiate muhalif bir harekette bulunmuş kendi ahkamına tebaiyet edenleri terakkıden temeddünden alıkoymuş olurdu. Lakin Müslümanlık için kavanin-i medeniyyete muarız gelmek nasıl tasavvur olunabilir? İşte şeriat-i garra-yı İslamiyye vakıa esareti ibka etti ancak onu muhiti hikmet ve adaletten hem sahibine birbirlerine karşı da’va-yı rüchan edemeyecek kadar imtiyazlar bahşeyledikten sonra ibka etti. Akvam-ı saire esir almak hususunda insanların şöyle dursun hayvanların bile tüylerini ürpetecek bir takım vahşiyane usullere müracaattan çekinmez iken müslümanlar yalnız gayr-ı müslim akvam-ı vahşiyyeye karşı açtıkları muharebelerde esir alırlardı. Bundan başka Müslümanlık esareti yalnız bu kadar mahdud bir daire dahilinde takyid etmekle kalmadı belki esirler için öyle bir takım hukuk vaz’ etti ki medeniyette en tır. Evet eğer akvam-ı vahşiyye müslümanların esirlerine karşı gösterdikleri merhameti onlar hakkında izhar ettikleri hiç bir hususda nefislerinden aşağı tutmadıklarını görselerdi kendi ciğerparelerini müslümanlara köle olmak üzere verirler hem de evladını seven bir baba günün birinde insan-ı kamil olmuş görmek istediği oğlunu gider de bir mektep müdürüne kabul ettirmek için nasıl ricalar niyazlar ederse onlar da evladlarını müslümanlara yalvara yalvara tevdi’ ederlerdi. Hakıkat müslümanların elindeki kölelerin babaları kardeşleri çöllerde badiyelerde dolaşıp dururken kendileri cemaat-i zimi görürler; Bilal Salim Selman gibi birçokları umur-ı lardı. Müsavata hürriyete yemin ederim ki namı yad olunduğu zaman en mütecebbir padişahların serir-i saltanatı yerinden oynayan Ömer ibni Hattab’ın kalkıp da meclisinde bulunanlara “Ebu Bekir hem bizim seyyidimizdir; hem de seyyidimizi azad etmiştir” Ebu Bekir’in azad ettiği seyyidden maksad Bilal’dir. dediğini Sudan’daki melikler duymuş olsaydılar hemen arş-ı hükumetlerinden inerlerdi de sırf mezaya-yı zatiyyesinden hasais-i ruhiyyesinden dolayı kölelere emir seyyid nazarıyla bakan bu cem’iyete kendilerini esir olmak üzere takdim ederlerdi. Vakıa bu kadar söz söyledik lakin acaba Müslümanlık esir almayı suret-i mutlakada vaz’ etti de bu adetin günün birinde hayır te’min etmek şöyle dursun şerr-i mahz olacağını erbab-ı ferasetin anlayacağı bir lisan-ı ima ile olsun söylemedi mi? Evet ima ile değil herkesin anlayacağı kimsenin de te’vil edemeyeceği bir sarahatle bildirdi. İşte Aleyhissalatü vesselam Efendimiz “ Ahir zamanda malın en fenası esirlerdir” buyuruyor. Ey kari’ bu mu’cizat-ı ilmiyyeyi nazar-ı basiretle tedkık et diyanet-i İslamiyye’nin ahkamına infaz-ı fikr eyle de o din-i mübine bir yığın hurafat bir alay vehmiyat isnad etmek kar esirciliği pek temiz bir san’at olarak gösterir diyen erazili velev kalbinle tekzib et. Heyhat! Bu şeriat-i garraya daha ne kadar bühtanlar azv olunmuştur ki her mahfilde tekrar olunan o gibi eracifi dinleye dinleye artık kulaklar meşbu’ bir hale gelmiştir. Lakin ne beis var? Elbette hakıkat yükselecek elbette batıl muhakkar olacak; elbette İslam mahiyet-i celilesiyle meydana çıkacaktır. kı batıldan tefrikte kuvve-i harikuladesi ve kemal-i adalet ve hakkaniyyeti sebebiyle canib-i Nebevi’den “Faruk” lakab-ı şeref-efzasıyla telkıb buyurulmuştur. Neseb-i şerifleri Ömer bin el-Hattab ibni Nüfeyl bin Abdiluzza bin Rabah bin Abdullah bin Kurt bin Derac bin Adiy bin Ka’b’dır. Ka’b Resul-i Ekrem sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin dokuzuncu atalarıdır. Valideleri Halime binti Hişam’dır. Ma’rifet-amuz-ı cihan aleyhi ekmelü’s-selam Efendimiz hazretlerinin viladet-i seniyyelerinden on üç sene sonra zinet-bahş-ı ma’mure-i cihan olmuşlardır. Müşarun-ileyh hazretleri zaman-ı cahiliyyette de eşraf ve şüce’an-ı Kureyş’den bir merd-i kerim olup emr-i safaret uhdesinde olduğundan Fahr-i alem efendimiz hazretleri taraflarından diye arz-ı münacat buyurulmuştur. Yani akva-yı Kureşy’den ya Ebu Cehil’in ve yahud Ömer bin el-Hattab’ın kabul-i İslam eylemeleri niyaz buyurulmuştur ki iltimas-ı vakı’ Hazret-i Ömer hakkında karin-i ayet-i kerimesi nazil olmuştur. Ömer bin el-Hattab radiyallahu anh hazretleri cevher-i iman-ı ezelisini izhar etmezden evvel Ka’be-i Muazzama’da aleni olarak hiçbir mü’min aleni olarak eda-yı salat edememiştir. Faruk-ı hakk u butlan sahib-i adl ü ihsan hazretlerinin İslam’ı fütuhat-ı İslamiyyenin birincilerinden ma’dud olup adaleti ve re’yindeki isabeti ile kesb-i iştihar etmiştir. Server-i alem efendimiz hazretleri “Benden sonra nebi gelmesi mümkün olsaydı Ömer gelirdi” buyurduklarını Ukbe bin Amir radiyallahu anh rivayet ediyor. Fezail-i celilesi hakkında zaman-ı hilafeti bir şahid-i adil ve maiyyet-i Nebeviyyede muharebat-ı mukaddesenin umumunda isbatşeklindedir. şeklindedir. hamr hakkındaki re’y-i alilerini müeyyid ayat-ı Kur’an iyye’nin nüzulü ve Fahr-i kevneyn ve Resulü’s-sakaleyn efendimiz hazretlerinin Ebubekir ve Ömer hazeratı haklarında “Zaman-ı müşaverede ikiniz bir şeye ittifak eder iseniz size muhalefet etmem” buyurması isabet-i re’yine delildir. Nüsha-i nefise-i adalet olan Ömer el-Faruk hazretleri aşere-i mübeşşerenin ab-ru-yı mübahatı ve Hülefa-yı Raşidin’in sani-i zi-şan ve şerafetidirler. Zat-ı sütude-simatlarından huruf-ı Kur’an’da rivayet varide olmuştur. Ebu’l-aline er-Riyahi Kur’an -ı azimü’ş-şanı Hazret-i Ömer’den dört defa kıraat eylediğini beyan etmiştir. Hazret-i Ebubekir es-Sıddik radiyallahu anh efendimizin zaman-ı hilafetinde ibtida emr-i kazayı der-uhde buyurmuş olduklarından kudat-ı İslam’ın dahi birincisi olmuş ve halife-i müşarun-ileyhin veliahd-ı hilafeti olduğundan on üçüncü sene-i hicriyyenin Cemaziyelula’sında Pazartesi günü nail-i hilafet olmuştur. Zat-ı mekarim-sıfatları şanıyla mevsum olmuştur. Bu unvan sahabe-i kiramdan “Mugıre bin Şu’be” radiyallahu anhın “Ya emira’l-mü’minin” diye hitab etmesi ile tahsin ve cümlesi tarafından ol vechile tekrim olunmuştur. Nüsha-i nefise-i adalet olan cenab-ı Faruk on sene altı ay yedi gün icra-yı adalet ve fütuhat-ı etmişler ve altmış üç yaşında oldukları halde yirmi üçüncü sene-i hicriyyenin Zilhicce’sinin evahirinde şehiden zinetbahş-ı alem-i diğer ve cesed-i es’adleri Ravza-i Mutahhara dahilinde şeref-yab-ı kurb-ı Peygamber olmuştur. Hazret-i Faruk radiyallahu anhin zaman-ı mes’adet-iktiran-ı hilafetpenahilerinde münteşir-i aktar-ı alem olan kemal-i adl ve fart-ı hakkaniyet asarı olarak kabail-i Arab ve Acem ve Rum ümerası hemen kaffeten denecek surette dergah-ı hilafete arz-ı kemal-i itaatle Mısır Şam Umman Medayin-i Kisra Horasan Kirman diyarına ve Ceyhun ve Azerbaycan’a varıncaya kadar bir çok mahaller feth ü teshir olundu. İ’la-yı kelimetullah için gaza eden asakir-i İslamiyye asla inhizam görmeyip asr-ı adalet-hasr-ı Farukılerinde dört bine karib cevami’de eda-yı salat olunmuş ve ehl-i İslam’a merkez olmak üzere Kufe ve Basra şehirlerini bina ettirmiştir. Zaman-ı hilafetlerinde fethine muvaffak oldukları mahallere gönderdikleri vali ve hakimlerin debdebe ve ihtişama kalkışmalarına meydan vermeyerek bab-ı hükumet ve şeriatin erbab-ı ahkam-ı şer’iyyeye tevfikan mu-şikafane rü’yet olunarak hiç kimse hakkında zerre kadar zulm ü teaddi vukua getirilmemesi hususlarına pek ziyade dikkat etmiş oldukları gibi ahali ve fukaraya ne vechile muamele olunacağına ve emr-i inzibat ve asayişe ve tesviye-i umur-ı raiyyete ne derecelerde ve muamelat olmak üzere daima şiddetli ta’limat ve evamir-i mahsusa i’ta ve istarından geri durmamış ve bunun hilafında hareket ve teaddiye cür’et eden olur ise derhal şeklindedir. dergah-ı hilafete bildirilmek esbab ve vesailini teshil ve ikmal buyurmakta ve bizzat dahi tahkık ve teftiş-i ahvalden hali kalmayıp hatta her sene her tarafdan Hicaz’a gelip gidenlerden reaya ve fukaranın ahvalini bil-etraf tahkık ve niyye ve dünyeviyyenin müzakeresi zımnında akd-i encümen-i meşveret edilmesini usul ittihaz ettiler. Hazret-i Faruk’un menakıb-ı celileleri hadden birun ve fezail-i cemileleri cidden efzundur. Resul-i ekrem Nebiyy-i muhterem efendimiz hazretlerinin “Meclislerinizi Ömer bin el-Hattab’ın zikriyle tezyin ediniz” buyurduklarını Hazret-i Aişe radiyallahu anha rivayet ediyor. Sultan-ı enbiya efendimiz hazretlerinin “Ömer hayatta iken İslam’ın nurudur. Dünyadan gidince cennetin çerağı olur” buyurduklarını Hazret-i Ali radiyallahu anh rivayet ediyor. Hazret-i Ömer Cenab-ı Ebubekir es-Sıddik radiyallahu anh “Resulullah’dan sonra nasın hayırlısı” demesi üzerine Hazret-i Sıddik’ın “Ya Ömren! Resulullah hiçbir adem üzerine gün doğmadı ki Ömer’den hayırlı ola” buyurduğunu işittim dediğini Hazret-i Cabir radiyallahu anh rivayet ediyor. Nüsha-i nefise-i hikmet olan Ömer bin el-Hattab radiyallahu anhü’l-Vehhab hazretlerinin kelimat-ı aliyatındandır: Cenab-ı Hakk’ı zikr ediniz ki onun zikri mahz-ı şifadır. Zikr-i nas ve ma-siva ile meşgul olmayınız ki zikrin o sureti mahz-ı marazdır. Din ile ifa-yı resm-i ihsan eylemek ehl-i kerem adetidir. Vera’ ve takvası az olanın hayası az olur; hayası az olanın da kalbi temevvüt etmiştir. Bizim kötülüğümüze dair gıybet ile hediye ve ibraz-ı kerem eyleyenlere Hak rahmet eylesin. Cenab-ı Hakk’ın haşyetinden bir damla göz yaşı dökmek bin dinar tasadduk eylemekten bana daha evladır. Bu dört şeyin iadesi mümkün olmaz: Söylenmiş kelam; hükm-i kader; atılmış ok zayi’ olan ömr. Bu dört adet makbuldür: Gurebaya yardım; a’dadan ihtiraz; meşveretle amel; nezafete dikkat. Bir kimse namaz vakti hülul etmezden evvel namaza hazırlanmaz ise karirü’l-ayn olamaz; tevbe edenlerin meclisinde oturunuz; zira taibinin kalbleri pek incedir. Sadakat seni öldürecek olsa dahi sen sadakatten ayrılma bugünün yükünü yarına ta’lik eyleme. Ahmak ve cahil ile kardeş ve dost olma. Zira sana menfaat muradıyla dai-i mazarrat olur. Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri Abdullah olup pederlerinin ismi Sayib bin Ebi’s-Sayib Hayfi bin İbad bin Ömer bin el-Mahzumi’dir. Künyeleri Ebu’s-Sayib yahud Ebu Abdurrahman olup “İbnü’s-Sayib el-Mahzumi” demekle ma’rufdurlar. Zat-ı ali-kadrları ehl-i Mekke’nin ilm-i Kur’an ’da ekmeli olup cemal-i hurşid-misal-i cenab-ı Peygamberi’yi müşahede şerefine nail olmuştur. Kur’an-ı Kerim’i bi-tarikı’l-arz Ömer bin el-Hattab ve Übey bin Ka’b gibi kurra’-i ashab-ı Resulullah’dan ahz ve telakkı etmiştir. Meşahir-i kurradan Mücahid bin Cebr ve Abdullah bin Kesir sahib-i tercüme hazretlerinden ahz-ı kıraat etmişlerdir. ke Abdullah bin Sayib Fakıh-i Mekke Abdullah bin Abbas Kadi-i Mekke Ubeyd bin Umeyr müezzin-i meşhur Ebu Mahzure gibi zevat-ı aliyye ile iftihar ederiz. Hicret-i celile-i Nebeviyye’nin’inci senesi şeref-efza-yı huld-berin olmuştur. radiyallahu anh . Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri Rufey’ pederleri Mihran namıyla ma’ruf idi. Beni Riyah bin Yerbu’ kabilesinden saliha bir hatunun abd-i mu’takı olmakla “erRiyahi” şöhretini almıştır. Hatemü’l-enbiya efendimiz hazretlerinin gülşen-saray-ı bekaya rıhletlerinden iki sene sonra şeref-i İslam ile müşerref olarak kibar-ı tabiinden olmuşlardır. Yar-ı gar-ı şefik Ebubekir es-Sıddik hazretlerine ittiba’ ve Hazret-i Ömer bin el-Hattab radiyallahu anh hazretlerinin arkasında eda-yı salat edenlerdendir. Ömer bin elHattab Ali bin Ebi Talib Abdullah bin Mes’ud Übey bin Ka’b Abdullah bin Ayyaş radiyallahu anhüm hazeratından ahz-ı Kur’an ve rivayet-i hadis etmiştir. Zat-ı irfan-simatları Kur’an -ı azimü’ş-şanı dört defa Hazreti Ömer’den kıraat eylediğini beyan etmiştir. Cenab-ı Katade Asımü’l-usul Davud bin Ebi Hind Rebi’ bin Enes gibi bir çok zevat sahib-i tercüme hazretlerinden ahz-ı kıraat ve rivayet-i hadis etmişlerdir. Zat-ı pür-berekatlarının mevsuk ve imam-ı mukri olduğu mücmeun-aleyhdir. Ashab-ı kiramdan sonra Kur’an’a a’lem zat-ı fezail-simatlarından başka kimse olmadığı mervidir. Hicret-i celile-i Nebeviyye aleyhi ekmetü’t-tahiyyenin ’inci senesinde yüz yaşını mütecaviz oldukları halde alemi ukbayı münevver etmişlerdir. Rahmetullah. Çengelköyü Okunan nedir? Şübhesiz o ceraidden biri. Mecmu’-ı mündericatı: Her türlü telmih ve tasriha mukarin her türlü terzil ve takbih. Cerire-i istima’ları da cür’et-i Lakin tedbir nedir ki –hükm-i i’tiyad– galib olmuş; lerinin o gibi süfliyat-ı kadihaya karşı asam olmalarını iktiza eylediği hatırlarına gelmiyor. Bilakis o münkerat-ı fazıhayı bila-kusur tasvir eden namık-ı makale hakkında bakınız nasıl sitayiş-han oluyorlar. Maayib ve mesalibin vücuh-ı teradüfünü ne kadar samimiyetle recelerde gark-ı neşat! İçlerinden en ziyade mühezzeb bilşeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. diklerimiz o muharremat-ı edebiyye ve imaniyeye karşı dinleyiniz ne gibi sözlerle sena-han oluyorlar. Evet diyorlar ki: Kimdir bu muharrir ne metin tarz-ı beyanı var; el-hak: Bu tarz-ı beyan atşanı reyyan eder alili şifa-yab! diği hidemat! İşte o hidematın vücuda getirdiği menazır-ı dil-nişin; elvah-ı rengin! Diyelim ki sarir-i aklamımızla yine kendi hakkımızda i’lan ve işaa eylediğimiz münkerat ve fezayihi münadi-i uyubumuz olmakta lezzet bulan düşmenan-ı mülk ü canımız da bizlere isnad etmedi; isnadı reva görmedi. Ne diyelim ki sihr-i beyanımızla ümmetin bünyan-ı muaşeretinde hasıl ettiğimiz rahneleri sahare-i Fir’avn: Revabıt-ı Beni İsrail’de vücuda getirmedi getirmeye yol bulamadı! Hatta ne diyelim ki “nazm u nesir” hançer-i ser-tiz neşriyatımızla maali-i mevruse-i ümmetin ta kalbgahına açtığımız yaraları suyuf-ı a’da: Rukabımız şöyle dursun cildlerimiz üzerinde ika’ etmedi ikaa fırsat-yab olamadı… Millet ve milliyetimizi vehamet-i akıbetle inzar ve tehdid eden bu hal-i hatar-nake sebeb: La-şekk vazife-i temdin ve tehzibin onu ifaya ehil olmayanlar canibinden fuzulen deruhde edilmesidir. Aled-devam ve maalesef meşhudumuz olduğu üzere: satır yazı yazmak iktidarını elde ederse şüun-ı ümmeti tanzim ve efradını ıslah salahiyetlerini de beraberce hasıl addederek alel-fevr mansıb-ı irşad ve tehzib üzerine ıs’ad-ı nefs ile tasaddurdan çekinmiyor. Eğer kendi lisanında galatsız olarak birkaç satır yazı yazmak melekesini haiz olan her ferdin bu mansıb-ı hatire liyakatini kabul etmek lazım gelse: Her bir İngilizin hakim-i ahlaki her bir Fransızın alem-i ictimai kürsileri üzerinde murabba’-nişin-i irşad olmaya liyakatlerini de –kavlen vahiden– teslim eylemek iktiza eder! Zira her iki kavmin ekser-i efradı kendi lisanlarında galatsız olarak sahifelerle yazı yazmak istitaatına sahib olduktan başka; durub-ı kelamın her kısmıyla ifade-i meram iktidarına da maliktirler. Lakin heyhat! Bu o mansıbdır ki feyz-i ezel: Ona hakkıyla hata” maksurü’l-aded olarak ilka eder; mader-i dehr onları şaz ve nadir olarak yetiştirir. Umur-ı ictimaiyyeyi tanzim ve ıslah la-cerem bir emr-i azimdir. Bir ümmeti vehde-i izmihlalden tahlis ile az bir zaman zarfında necd-i a’la-yı azamete is’ad azminde bulunan ulema-yı umran uhdelerinde müteretteb olan vazife: Teşebbüsat-ı umraniyyelerinde derhal te’sis-i nazariyyata serd-i taalime müsaraat değildir. İbtida-yı teşebbüsde zihinleri o nazariyat lub-i halkta onların nüfuz ve istikrarlarına layık olacak mahaller Bu vazifenin iktizası üzere ifası suret-i uhrada pezira-yı yen müdrikat-ı mütenakıza ve mebadi-i müteakiseden tamamen tahliye ve tenzih ile mümkün olur. O müdrikat-ı mütenakıza ve müteakise ki meblağ-ı ilm ü irfanlarını evvelce bil-etraf der-miyan eylediğimiz bir çok muharrirler ile bir çok hutaba onları nice senelerden beri ezhan-ı cumhura nakş ile meşguldürler. Biz diğer bir memleket bilmeyiz ki ahalisi: Hem giriftarı bulundukları maraz-ı ictimaiyi hem de o maraza nafi’ olacak deva-yı temdiniyi bizim memleketimiz ahalisi kadar suhuletle öğrenmiş olsun. Lakin yine hiçbir memleket bilmeyiz ki sakinleri: Derdleri ile devaları hakkındaki ilimlerinden bizim memleketimiz sakinleri kadar mahrum-ı istifade bulunsun. Bu tenakuz elbette müdhiştir. Onu gözleri önünde müşahede eden her bir sahib-i fikr la-şekk mütehayyir olur sıhhat-i meşhudatına kat’an inanmak istemez. Hak yedinde olarak der ki: Maraz teşhis olundu devası da teayyün etti öyle mi? Lakin ne için? Hasta tarihu’l-firaş muztarib mevt ile mühedded bulunan devayı isti’mal etmiyor mu? Nasıl tasavvur olunur bir mariz ki evca’-ı marazına leylen ve neharan tahammül etsin; subhan ve mesaen şedaid-i illeti altında inlesin dursun da: Gözlerinin önünde ve hatta ellerinin arasında mevcud bulunan deva-yı şafiye vücud hark-ı adettir. O halde ne maraz teşhis olundu ne de devası ta’ayyün etti!” Biz de o zata deriz ki: Mülahazanız doğrudur. Evet meşhudatınız zıdd-ı tabiattır hilaf-ı mahsüsdür. Kalb nizam-ı vücud hark-ı ibadettir. Lakin maa’l-esef hal de gözümüz önünde bu minval üzere caridir. Vech-i te’lif aranırsa deriz ki: Biz nefislerimizde mütehakkim olan zat-ı marazı bilmez değiliz biliriz. Lakin ilm-i müşevveş ile... Deva-yı marazımızdan da gafil değiliz onu da biliriz lakin ma’rifet-i mağşuşe ile… Burada bir vazıh misal irad edelim ki teşhis-i marazımızda ne derecelerde halt-ı azim vasf-ı devamızda ne mertebelerde zabt-ı cesim içinde olduğumuz o misal delaletiyle tamamen ittizah eylesin. Erbab-ı kalem selaik-ı guna-gun ile durmayıp yazıyorlar; hutabamız da savt-ı cehur ile peyapey i’lan ediyorlar ki: Marazımız adem-i ittihad devamız da ittihaddır. Biz demeyiz ki adem-i ittihad ile musab değiliz. Evet onunla musabız ve bizlere ittihad lazımdır. Lakin teslim etmeyiz: Ki bünyan-ı vücudumuzda caygir olarak beka-yı mevcudiyyetimizi tehlikeye ilka eden zat-ı maraz o zevatın tevehhüm eyledikleri üzere: Adem-i ittihad olsun. Adem-i ittihad maraz-ı aslimizin ancak bir araz-ı zahirisidir. Onu bize nakş-ı maraz şeklinde tehayyül ettiren ancak kendi vehmimizdir. Mes’ele-i basita biz o zevata der isek ki: Marazımız sizin dediğiniz vechile –adem-i ittihad– devamız da yine sizin idşeklindedir. dianız üzere –ittihad– ise: İttihadımıza mani’ olan nedir üzerimizde müstevli olan marazın evca’ ve alamına leyl ü nehar tahammül etmek bize lezzet mi veriyor? Yoksa ecanibe “lokma-i sağ” olmak nazarımızda ehvenleşti mi? Cevaben diyorlar ki; adem-i ittihadımızın menşei; adem-i Demek oluyor ki zat-ı maraz –adem-i ittihad– değil adem-i zahiridir.. Biz yine o zevattan fikirlerine mücazaten sual ederiz ki: Marazımız adem-i ilm ile su’-i terbiyedir diyorsunuz! Ne aceb? Bizler ilmen ve terbiye-i ümem-i sairenin kaffesinden ekall miyiz? O iki meziyete mazhariyette: Teaddiyat-ı demeviyyeleriyle Makedonya’yı taraf taraf gark-ı hun eden asabat-ı saire ve hey’et-i vahşiyeden de edna mıyız? O gaddarlar beyninde caygir ve üstüvar olan şiddet-i ittihadın menşei ilimleriyle terbiyeleri midir? sanlar beyninde el-yevm meşhudumuz olan –hal-i ictimai– kat’iyyen vücuda gelmez; nesl-i beni ademte’sir-i mesaibi Hakıkat ise bunun bil-külliye hilafıdır. Hey’et-i ictimaiyye eylemiştir. Ne hacet sath-ı zemin üzerinde bugün dahi binlerce kabail ve akvam gösterilebilir ki ömr-i azizleri ilel-an esfel-i derekat-ı cehl içinde güzeran oluyor. Kendileriyle ma’na-yı terbiyenin cihet-i ilmiyye ve felsefiyyesi arasındaki mesafe küre-i zemin ile necm-i Şi’ra ma-beynindeki bu’d-ı mümted kadar vasi’ ve şasi’! Maa zalik hurşid-i münir-i ittihad evc-i sema-yı muaşeretlerinde azamet ve ihtişam ile el-an tab-efşan oluyor; neşr eylediği envar-ı üns şua’-ı terahüm medeniyetin en müttehid ensalini bile gark-ı hayret eyliyor. memalik! Bir tarafdan Avrupa topları o memalikten birini vakt-i zevalde darb ve ihrak ile meşgul iken diğer tarafdan “Ajans Royter Ajans Havas” yine o memalikten birkaçının daha sabah olmazdan evvel sukutunu haber veriyor! O memalikte mevcud olan akvam ise evvelce de söylediğimiz üzere ittihad kelimesinin olanca kuvvetiyle müttehid cehl ile adem-i terbiyeden başka hiçbir şeyden şikayetleri yok!.. Kalbleri aklen mümkinü’t-tasavvur olan meratib-i sabr u sebatın hey’et-i külliyesine mazhar: Milliyetlerini vatanlarını –müteanikan müterabıtan– müdafaaya çalışıyorlar. Güllelere karşı mızraklarıyla kurşunlara karşı seyf ve hançerlerle –müteavinen mütenasıran– harb ediyorlar. Müttehiden müterahimen– ölüyorlar!.. Kuvve-i ittihad ile “bünyan-ı mersus” gibi yek-pare kıtalgaha saldıran o diliran-ı pür-namus üzerine Avrupa medenilerinin tevali eden hücumları toplarının makzufatına tüfenklerinin mermiyatına müstenid olmasaydı kaplanlar esedler cevelangahı olan o kavim sahraları üzerinde akarib ve hayyat gibi zehirler saçarak hücum izhak-ı ervah tahribi me’va gibi vahşetler icrasına cür’etleri şöyle dursun Afrika’yı mahlukat-ı fevka’l-beşerle meskun bir kıt’a-i haricü’ddünya addederler semtine takarrübden Hazret-i Allah’a sığınırlar Bu cihet böyle! Bundan başka: Eğer ma-beynimizde ittihad husulünü ilim ile terbiyenin daha evvel husulüne ta’lik eyler isek bu hareketimizle temenni etmiş oluruz ki: Evvel be-evvel şeyh ü şabb sabi vü ma’tuh bil-cümle efrad-ı ümmeti meratib-i hükemaya ıs’ad edelim! Onlar da ittihadın menafii ve esbab-ı husuliyyesi hakkında lazım gelen mukaddemat-ı mantıkıyyeyi vaz’ etsinler ve o mukaddematın netayic-i felsefiyyesini de bil-etraf istihrac ederek vücub-ı ittihada kani’ olsunlar vesail-i husuliyyesine teşebbüs eylesinler ta ki maksud olan ittihad da dil-hah üzere husule gelsin!.. Lakin bugün hey’et-i mecmuamız üzerine atf eyleyeceğimiz en basit bir nazarla daha ayan olarak müşahede eyler den eser bile mevcud değil iken o asırlarda yaşayan aba vü ecdadımız beynlerinde cereyan eden vidad ve ittihad “şehadet-i tarih ile sabit olduğu üzere” bizim şimdi temenni eylediğimiz vidad ve ittihadın kat kat fevkinde idi! Sürur u kederde sırr u alende sehm-i hayalimizin vasıl olamayacağı mertebelerde yekdiğerine muin ü müzahir idiler! A’daya karşı eşidda’ kendi aralarında cidden ve hakkan ruhama’ idiler!.. Şimdi gördünüz mü? Emr-i teşhisde duçar-ı hata olmak zat-ı maraz zannıyla a’raz-ı marazı ta’kıb eylemek bizleri cevher-i mes’eleye vusulden nasıl men’ ediyor.? O vadideki mesai-i zihniyyemiz ilmen ne kadar fasid netayice müncer oluyor? Ömrümüz olsa da “hastalığımız adem-i ittihaddır” diye bin sene feryad etsek bir o kadar zaman da her türlü vesaili tedaviye müracaat eylesek bizim için te’min-i ittihada muvaffakıyet yine emr-i muhaldir! Her türlü vesail-i tedavi “cinsen ve nev’an” pezira-yı hitam olur “adem-i ittihad” payidar! Nitekim emraz-ı cildiyyeyi mi’dede veyahud ecza-yı demde müstakırr bulunan ilel-i reisiyyelerinden gafil olarak muvaffakıyyet emr-i muhaldir! Eyyam-ı ömr-i tabib nihayetpezir olur tedavisine sa’y eylediği “maraz-ı cildi” payidar! Evet böyle bir tabib-i sathi tarafından ittihaz olunacak her şekl-i müdavat; la-cerem iştidad-ı marazdan iz’ac-ı marizdan başka hiçbir şeye hizmet etmez. Kezalik emraz-ı ictimaiyyede hasran a’raz-ı zahiriyyeyi piş-i nazara alanların kabul eylecekleri tarz-ı ıslah da: Mabeyne’l-ümmet tezyid-i fesaddan revabıt-ı milliyyede teşdid-i olur; zat-ı illeti takviye edecek “hadimetü’l-aks” bir madde-i mühlike hükmünü iktisab eyler… Ma’lumdur ki kudret-i fatıra cism-i insaniyi teşkil eden a’zanın yekdiğeriyle irtibatını hayret-res-i ezhan olacak bir şekl-i intizam üzere te’sis eylemiştir. Hususan o a’zanın ifa eyledikleri vezaif aralarındaki alakat ve münasebatı idare eden kanun öyle bir düstur-ı harika-nümundur ki radde-i hayreti mertebe-i dehşete isal eder. O derecelerde ki mesela sinde husule gelen imtiladır. Mevzii olarak ne kadar tedavi edilirse edilsin imtila-yı mi’de bakı kaldıkça gözlerdeki ihtikanı Baş ağrısından şikayet eder. suda’ın cümle-i esbabından biri de ayaklara isabet eden bürudettir. O halde lazım gelir ki vech-i tedavi mevzii olarak baş ağrısına değil umumiyet üzere soğuk algınlığına karşı ittihaz edilsin! Kezalik diş ağrısından şikayet eder. Baisi ise umum cismine da vermez. O bir dişi tedavi için iktiza eder kisülfat dö kinin A’za-yı beden aralarındaki mütevasıl olan bu gibi alakat-ı baide insana ibtidaen dehşet verir; sıhhat-i meşhudatına mamen mutabakatını görünce teslimden başka çaresi de kalmaz. Emraz-ı ictimaiyye dahi aynen böyledir. Hatta emraz-ı bat ile vüs’at-i tedahül emraz-ı cismaniyye hilafına olarak taht-ı hasra girmeyecek derecelerde mütenevvi’ ve bi-hesabdır… Burada şu ciheti de haber verelim ki mizac-ı ictimaimizi merkez-i selametten münharif eden zat-ı maraza vusul için tarafımızdan iltizam olunacak mezheb-i teşhis alel-ade şayi’ ve mütearef olan diğer mezahib-i teşhisa tevafuk etmeyebilir. Lakin bu keyfiyet ile bizim nefsü’l-emrde izhar-ı garabet arzusunda bulunduğumuza yahud re’y-i şahsimiz meyli Bilakis atiyen görüleceği üzere bizim maksudumuz ilm ü irfan mukteziyatına tamamen hazı’ olarak yine o ilm ü irfan tarafından vaz’ edilen alamat-ı sadıka ile bil-ihtida zat-ı şayi’ ve mütearef olan sözlerle haşv-i sahaifin ki nas onları nice senelerden beri aksen ve tarden tekrar edip duruyorlar. Netayic-i hasılaları ise müdrikatta naks u halel izhan u efkarda levs ü meleldir. Dördüncü asr-ı hicride İran ve Türkistan taraflarında perveriş-yab-ı kemal olan mütefekkirin-i İslamiyye’den birisi de Sicistani merhumdur. Sicistani hem edebiyat ve hem felsefe ve fünun-ı tıbbiyede iştihar eylemişti. Melekat-ı beşeriyyenin suret-i tahassul ve tarz-ı neması hakkında tedkıkat-ı amikada bulunmuş ve netice-i tetebbuatını mühim bir eseriyle enzar-ı ammeye vaz’ eylemiştir. Sicistani felsefeye dair de müteaddid eserler yazmıştır. Müellefatı muhalledat-ı felsefiyyeden ma’duddur. Eserlerinden birisinde ecram-ı semaviyyenin birer mahiyet ve tabiat-ı hususiyyeye malik olduklarını ve hatta bunların birer ruh-ı müteakkılı bile bulunduğunu iddiaya kadar varmıştır. Sicistani’nin bu iddiası fünun-ı hazıra nokta-i nazarından şayan-ı nazar mütalaattandır. Yirminci asrın mütefekkirini miyanında bülend bir nasiye-i irfan olan Kamil Filamaryon’un eserlerinde dahi bu yolda iddialar nadir değildir. Mesela Filamaryon’un Kevakib-i sır Garaib-i sema Les etoiles les curiosites du ciel Arzin-i sema Les terres du ciel Teaddüd-i avalim-i meskune La muetiplicite des mondes habites La-yetenahi rivayetleri Reeits de l’infini Sicistani’nin müddeayatına karib pek çok mütalaata tesadüf olunabilir. Fünun-ı hazıranın terakkıyat-ı veleh-bahşasına düşünebilecek kadar deha-yı irfan göstermiştir. Müellefat-ı dar maaliyat-ı fikriyye ve fenniyyeye tesadüf olunacaktır. – Al-i Büveyh’den Emir Rüknüddevle’nin hizmet-i tababetinde iştihar eylemiştir. Fenn-i tıbbın şuabat ve gavamızına ihtisas-ı tammıyla ma’rufdu. Ebu’l-Hasen bu asrın en hazık etibbasından sayılır. Taberi sene-i miladisinde irtihal eylemiştir. e l-Mualecatü’l-Bukratiyye ünvanlı eser-i meşhurunda teşekkülat ve emraz-ı ayniyyeye dair pek mühim ma’lumat vermiştir. Emraz-ı ayniyyenin suret-i tedavisine dair olan beyanatı da haiz-i ehemmiyettir. Yine bu asırda Razi’nin hakıkı bir münekkidi sıfatını Mansur el-Hasen bin Nuh el-Kameri’nin pek ziyade iştihar eylemiş olduğu görülüyor. İbni Sina’nın tıbbı bu zattan teallüm eylediği mervidir. Ebu’l-Mansur’un Floransa kütübhanesinde Kitabu Gunye ve Munye unvanlı kıymetdar bir eser-i tıbbisi mevcuddur. Ebu’l-Mansur bu eserinde emraz-ı umumiyyeden bunların suret-i tedavisinden uzun uzadıya bahs ettikten sonra mütekaddimin-i etibbanın tedavi-i emraz hakkındaki mütalaalarını da icmalen zikr eylemiştir. Eser-i mezkur Emraz-ı Dahiliyye Emraz-ı Hariciyye ve Hümmeyat-ı İndifaiyye namlarıyla üç kitabdan mürekkebdir. Ebu Mansur’un esbab-ı emraza dair Kitabü İleli’l-ilel ünvanlı eseri de müellefat-ı meşhuredendir. – Dördüncü asr-ı hicride Türkistan’ın yüksek mütebeddil yaylalarında harr u yabis muhitinde bir nadirei ruzgar bir zeka-yı cevval inkişaf ediyordu. Türkistan’ın Farab hıttasında fakır ve fakat necib bir ailenin aguş-ı şefkatinde perveriş-yab olan bu nur-ı zekanın bu dimağ-ı bi-payanın az bir müddet sonra bütün cihan-ı medeniyyeti şa’şaa-i irfanı karşısında hayran bırakacağını Ebu Nasr Muhammed bin Tarhan bin Uzluğ el-Farabi Türklerin ve bütün alem-i İslam’ın ser-tac-ı iftiharıdır. Farabi’nin Horasanlı ve İraniyyü’l-asl olduğu hakkındaki rivayet şayan-ı i’timad değildir. Bu rivayet Farabi’nin lisan-ı Farisi’deki vukuf-ı tammına ve Farisice bazı asar yazmış olmasına bi’nin Türk olduğuna şübhe yoktur. Farabi tahsil-i ibtidaisini Türkistan’da ikmal eylemiştir. Fakat bu andan i’tibaren fıtratın harika-nüma bir mevhibe-i Sübhanisine mazhar olan bu nadire-i dehaya Türkistan’ın bi-payan yaylaları dar gelmeye başladı. Farabi iştiyak-ı irfanla tutuşan dimağına sükun-bahş olacak reşahat-ı zülal-i ma’rifeti Türkistan’da bulamıyordu. Bu sebebe mebnidir ki bir müddet sonra Farabi’yi İran’da görüyoruz. Burada bir İranlı kadar lisan-ı Farisi’de ihtisas kesb ediyor. Ne çare ki dimağ-ı harika-nüması İran ufuklarında da aradığı lem’a-i maaliyi bulamıyor. Farabi dad’a kadar koşuyor. Bağdad’a girdiği zaman Arapça müşkilatla ifham-ı meram eden Farabi’nin üç dört sene sonra lisan-ı Arab üzere telasuk eserler te’lifine muvaffak olduğunu söylersek ne zengin bir gencine-i zekaya; ne kadar zinde bir dimağa malik olduğu anlaşılır. Farabi’nin devre-i tahsili bir silsile-i metaibdir. Genc dahi tahsili esnasında fakr u sefaletin merhametsiz pençeleri altında kıvranmış ezilmiştir. Fakat –maatteessüf– emsaline pek nadir tesadüf olunan Farabi gibi dahiler mesaib-i dehre karşı izhar-ı acz edecek duçar-ı fütur olacak kadar za’f-ı kalb eseri göstermezler. Tevali-i mesaib nisbetinde bu hilkatteki eazımın azm ü sebatları da tezauf eder. Bunlar alam-ı dehre karşı kemal-i metanetle: demekten çekinmezler. lara rağmen muttasıl çalışmış azminde bir an bile eser-i fütur göstermemiştir. Geceleri mehtab zamanlarında kamerin solgun sönük ziya-yı mensurundan istifade ederek mütalaatına devam etmiş mehtabsız zamanlarda kim bilir hangi bahtiyara hacle-gah-ı saadet olan muhteşem bir kaşanenin hariri perdeleri arasından sözülen huzemat karşısında kitabını okumaya çalışmıştır. mısdakı vechile ekser-i cühelaya karşı pek semih olan dehr-i fertut bu koca dahiden bir mum alabilecek kadar küçük bir lutfu diriğ eylemişti. Farabi çılgıncasına bir azm ü gayretle felsefe riyaziyat ve hey’et tahsiline koyulmuştur. Bu sa’y-i medid o deha-yı harika-nüma sayesindedir ki Farabi alem-i felsefenin büyük inkılabcıları miyanına girebildi. Farabi psikoloji-i akvam hakkındaki fikrini tetebbuat ve tecarib-i ciddiyye ile tetvic edebilmek için bir müddet sonra Bağdad’dan Mısır’a kadar bir seyahat icra eylemiş oralarda pek amik tedkıkatta bulunmuştur. Bilahare Mısır’dan Suriye’ye avdet eyledi. Emir Seyfüddevle bu muhterem hakimi zamanına layık bir surette Seyfüddevle’nin sarayı bir kasr-ı hükümdari olmaktan ziyade bir mahfil-i ilmi idi. Bütün Suriye uleması Seyfüddevle huzurunda bu Türk hakimini münazaraya da’vet eylediler. Fakat daha ikinci sualde Farabi’nin deha-yı irfanı önünde ancak tilmiz olabileceklerini teferrüs eylediler. Büyük bir kadir-şinaslıkla münazarayı bırakarak hakim-i zu-fünunun mütalaatını kayda başladılar. O günden i’tibaren bütün Suriye uleması Farabi’nin tilmizi olmak unvanını en mübeccel bir şeref addetmişlerdir. Farabi bu nur-ı zeka tarih-i hicrisinde Dımeşk-ı Şam’da irtihal eylemiştir. Emir Seyfüddevle bu koca hakime son vazife-i ihtiramını da ifa eyledi. Emir de beraber olduğu halde bütün Şam ahalisi eşk-riz-i telehhüf olarak bu cihan-ı irfanı matmure-i ebedisine kadar teşyi’ eylediler!... Farabi inzivayı sever ihtişamdan teneffür eder hakıkı bir hakim idi. Eserlerini ekseriya kırlarda ya yeşil bir ağaç sayesinde mehasin-i tabiati seyr ederek veya bir cuybarın zemzemat-ı hazinini dinleyerek yazardı… Devre-i tahsilinde çektiği mihan u meşakkın acıları Farabi’nin ruhunda pek derin izler bırakmıştır. beşeriyet-i muztaribe hakkındaki mütalaat-ı felsefiyyesinde dahi hayat-ı maziyyesinin derin izleri müşahede ediliyor. Farabi felsefe-i kadimeyi pek amik bir surette tedkık eylemiştir. Aristo’nun Fizik’ini elli ve Ruh risalesini de iki yüz defa okumuş olduğunu kendisi bizzat beyan ediyor. Farabi’nin İhsa’ el-Ulum’u bir ansiklopedidir. Bu eserde fünunun tasnifi hakkında esaslı bir metod ta’kıb edilmiştir. nüshası Paris kütübhanesinde mahfuzdur. Bu kütübhanede Farabi’nin İbranice’ye tercüme edilmiş diğer bir eser-i tıbbisi daha mevcuddur. Farabi bu kitabında tıbbın nazariyat ve tatbikatına dair mütalaat-ı mühimme serd etmiş olduğu gibi aba’-i tıbdan Galyen ve er-Razi hakkında dahi hayli tenkıdat yürütmüştür. Uzviyyat-ı Hayvaniyyenin Teşekkülat-ı Bünyeviyyesi Farabi bu kitabda nafiz bir nazarla teşrih eylemiştir. Hakim-i şehir ilm-i ahval-i cev ve hikmet-i tabiiyyeye dair tecarib ve tedkıkat-ı mühimmede bulunmuş ve bu yolda kıymetdar eserler yazmıştır. El-Siyasetü’l-Medeniyye unvanlı eseri hukuk-ı idarenin gavamız-ı dakıkasını cami’dir. Kitabün fi İhsa’ el-Ulum ve’t-Ta’rif namındaki ansiklopedisiyle Kitabün fi’n-Nevamis unvanlı eseri Farabi’nin; şuabat-ı fünuna kavanin ve nevamis-i kainata olan vukuf-ı amikinin birer mecmua-i berahini sayılır. Hakim-i münekkıd Eflatun ve Aristo mekteb-i felsefilerini Kitabü Ağraz-ı Felsefe-i Eflatun ve Aristotalis namındaki eserinde tedkık ve tenkıd eylemiştir. Mantıka dair yazdığı eserler miyanında Kitabü’t-Tavti’eti fi’l-Mantık ve İhsa’ el-Kazaya ve’l-Kıyasat ve Kitabü Şüruti’l-Kıyas ve Kitabü’l-Burhan ve Kitabü’l-Cedel unvanlı eserleri müellefat-ı mu’tebereden ma’duddur. Farabi ulum-ı ictimaiyye ve ahlakıyye hakkında da tedkıkatta bulunmuştur. Kitabü’l-Medeniyyeti’l-Fadıla ve’l-Medeniyyeti’l-Cahile ve’l-Medeniyyeti’l-Fasıka ve’l-Medeniyyeti’l-Mübeddele ve’l-Medeniyyeti’d-dalle ve Kitabü Mebadi-i Ara’i’l-Medeniyyeti’l-Fadıla unvanlı eserleri bu yolda yazılmış muhalledat-ı mühimmedendir. Farabi bu kitablarıyla psikoloji-i beşeriyet hakkında derin tetebbuatta bulunmuş olduğunu isbat ettiği gibi sosyolojinin nevamis-i esasiyyesini vaz’ u te’sise çalışmış olduğunu da göstermiştir. Kelamün fi A’za’l-Hayvan namındaki kitap Farabi’nin teşrih-i tatbikıye tarih-i tabiiye olan vukuf-ı hayret-bahşasının bir abide-i payidarıdır. Farabi ilm-i ahval-i ruha dair derin tetebbuatta bulunmuştur. Risaletün fi Mahiyeti’n-Nefs unvanlı eserinde bu babdaki tedkıkatını derc eylemiştir. Farabi bunlardan başka hikmet-i tabiiyye riyaziyat mantık felsefe ilm-i kelam ilm-i ahlak ve ilm-i kimyaya dair de pek çok kıymetdar eserler bırakmıştır. Midilli İ’dadisi Müdiri Tevhid Mezarlık Meyhane Safahat’daki Tevhid’e nakl-i bahs etmeden evvel edebiyat-ı Osmaniyye tevhidatının ne mahiyette şeyler olduğunu bir defa da burada ben söyleyeyim: Her tevhidde uluhiyetin atebesine karşı şu sözler –adeta semaya karşı tasa’udat-ı merzagiyye gibi– recfe-nüma-yı suud görünür: yok! zamanda ve her mekanda sen mevcudsun! dalale mekr-i muazzamın atmış! -i sevada meş’al-i irşadın çekip getirmiş! müessire intikal! ve Celal cennet ve cehennem nazariye-i mutasavvıfaneleri! fariğ oldum didar-ı uluhiyyetini mütecelli kıl! Gibi sathiyat-ı sade-meal ki insan bu mükerreratı tekrar edecek kadar sersem-fıtrat bir nazımsa kalemini uluhiyyetin sera-perde-i gaybına taslit etmesinde ma’na bulunamaz. Bu ağızla daman-ı ekabiri öpecek kasaid-i rezile söylenir. Bu hükmün Ziya ile Hamid bir de Fuzuli üç müstesna-yı muhteremidir. Ziya Paşa’nın Harabat mukaddimesinde ve Hamid’in şimdi ismini tahattur edemediğim manzum bir risalesinde Fuzuli’nin de Divanı’ndaki üç tevhid Ziya Paşa’nınki Hamid’inkine müreccah olmak ve Fuzuli’ninki gibi hepsine mütefevvık bulunmak suretiyle edebiyatımızın yegane üç eseridir. Zaten Ziya Paşa’nın hayat-ı edebiyyesindeki icraatı Ali Paşa gibi bir mahluk-ı münevvere hicv-i azim bir de Hallak-ı kainata medhiye-i tekrim yazmış olmasıyla ta’dad edilir. Ben şimdi Safahat kari’lerine ifham etmek isterim ki Mehmed Akif’in Tevhid’i hey’et-i mecmuasında mütecelli olan münferid bir mahiyet i’tibarıyla bu üç tevhidin üçüne de ayrı ayrı müreccahdır. Binaenaleyh yeganedir. Çünkü evvela– Yukarıda saydığım bedihiyat Akif’in Tevhid’inde – ekser yerlerinde– yoktur. Saniyen– Mevcud olduğu yerlerde bu bedihiyat ya felsefe-i uluhiyet nikatının yahud hiss ü hayal kainatının ziyalarıyla hale-dar olarak mevcuddur. Misal arz edeyim Mehmed Akif’de Allah’ın yukarıda bedihiyat değildir. Lakin bakınız ne suretle: Bir şahsa esir olmayı bir koskoca millet Mekrinle mi ya Rab sanıyor kendine devlet? Dünyayı yakıp yıkmaya bir seyf-i teaddi? Emrinle mi ya Rab ediyor böyle tasaddi? Zalimlere kahrın o kadar verdi ki meydan: “Yok adil-i mutlak” diyecek ye’s ile vicdan! Yerden çıkıyor göklere bin ah-ı şerer-bar Gökler ediyor sade çıkan naleyi tekrar! Bir yanda yanar lanesi bin hane-harabın Bir yanda söner lem’ası milyonla şebabın Kalmış eli böğründe felaket-zede mader; Evladını gömmüş kara topraklara inler! Ağlar beriden bir sürü avare-i tali’ Nan-pare için eyleyerek ırzını zayi’. Bükmüş oradan boynunu binlerce yetiman Me’va arıyor aileler lane perişan! Mazlum şikayette nedamette sitemkar; Hunabe-i maktule garik olmada hun-har! Bi-marı felaketliyi üryanı sefili Meflucu amel-mandeyi miskini zelili Gaddarı cefa-dideyi mahkumu esiri Heyhat şu payansız olan cemm-i gafiri Teşhir ile şöhret kazanan sahne-i dünya Gelmez mi İlahi sana bir kanlı temaşa? Sidre-i Gird-gar’ın münteha-hane-i gaybına kadar vasıl olan bu feryad birden semaya düşmüş bir saikadır ki kaza ve kaderin daman-ı mehibini parçalar. “ Tevhid ” en güç şu’be-i şiirdir. Uluhiyet ki –şukka-i serairini akd-i a’sar ile mezc ederek milyonla cebhe-i i’tikadın fevkıne imame-i münevver yine milyonla endam-ı inkıyadın beline zünnar-ı muavvec olarak bağlamak bu ser-i sema çehrenin huzur-ı celailinde şair o kadar yükselmeli o kadar yükselmeli ki nasıye-i idraki sütun-ı arş ile müsademe ederek oradan cezebat-ı vicdan saikaları yağdırmalı. Yahud ulviyet-i uluhiyyet önünde o kadar alçalmalı o kadar alçalmalı ki kalb-i hassası kürenin merkez-i ateşini ile çarpışarak vicdan-ı şaire zelzele-i ta’zim arız olmalı da adeta hareket-i arz zamanlarında yerin altından çıkan ve kof gürültülere benzeyen sözleri –hani şu ma’nası değil mahiyet-i müdhişesi anlaşılabilen– sözleri şiiriyle söyleyebilmeli: Ey nur-ı uluhiyyetinin zıllı avalim Zıllın bile esrar-ı zuhurun gibi muzlim hüviyetli değildir de ancak ses mahiyetli mübhemat-ı aliyyedendir. Zaten şi’r-i hakıkınin bazen öyle yerleri olur ki mehib ve bir ucu na-mütenahiye vasıl sesler çıkarır. Zaten benim akval-i aliyye demek istediğim şeyler bu na-mütenahi nevred seslerdir. Düşünülsün ki yıldırım akisleri fırtına sadaları bütün bu kelimat-ı pür-velvele-i tabiat sesden yaratılmamış mıdır? Şu beyti okuyalım ki bir ayetin meal-i alisidir: Kürsi-i Celal’in ki semalarla zeminler Bir nokta kadar sahn-ı muhitinde tutar yer! Tevhid şairi manzumesini yazarken hem uluhiyet şiiri olan “ Kur’an-ı Kerim ”den hem de uluhiyet şairi olan LaMartin’den müstefid olmuştur. Şu dünya-yı denide bir takım zevat mevcuddur ki şiir ayet telmihatı şiir ve edebiyatın bina-yı nefaisine girse girse bab-ı kabulünden değil revzen-i istiskalinden girer. Hele edebiyatta tasavvuf-perverliği –na’ş-ı idraklerinin adali bir seng-i mezarı olan– çınçınlarla karşılarlar. Halbuki bu iddiaları serd etmek bugünkü Avrupa edebiyatının mahiyetine kulaktan aşık olup çeşm-aşina bile olmamak demektir. “La Martin”i daima lahut hadikaları ve uluhiyet şahikaları fevkinde aram ettiği için bırakalım da mesela Mose’yi alalım ki şuh ve nisvan-nüvis bir şairdir yine mesela onun “ Jak Rola ” rüz ki bu şiir bütün esatir-i evvelin telmihatıyla dolu. Müteahhir şairlerin mühimlerinden ve muhteremlerinden olan Pol Herediya ise Yunan mitolojisi ile şiirleri lebriz-i zulümat olmuş bir şairdir. Acaba edvar-ı evvelin hurafatı kadar olsun bizde tasavvuf tagdiye-i ruh-ı şi’r edemez mi? Akif’in buradaki Kur’an telmihatı Tevhid’inde olduğu ve mesela bir neşide-i muhabbette olmadığı için pek muvafıktır. Tevhidatın güç yazılabilmesine bir başka sebeb de –ictihadımın kimseye mütecasir-i isnadı değilim kendi idrakimce demek istiyorum– şudur: Uluhiyet bir “ma’nevi-i muazzam” dır ki künh-i keriminin önünde şua’-ı fikr ve nur-ı nazar tealluk edecek maddi nokta bulamaz; feza içinde boşluk içinde na-muayyenlik rur. Gusn-ı tealluk bulamayan bir kuş kanadının küre-i hevaya mütemadiyen çarpıp kırılmasından mütehassıl kanlar gibi bu nur-ı nazarla şua’-ı fikr de kibriya fezalarında uçarken ümid ettiği nokta-i aramı bulamayınca çırpınmaya başlar da o ziya ile o nurun şehbal-ı münkesir gibi kanadığı ve fakat kan katrelerinin ziya zerreleri şeklinde şairin kağıdına döküldüğü görülür ve bit-tabi’ ancak fikrin ziya-yı mecruh ve nazarın nur-ı münkesirinden akan bu hun-ı münevver şiirdir. Fakat bir tevhid tasavvur buyurunuz ki beyitten müteşekkil olsun da hep böyle kan katreleriyle yazılmış olsun mümteni’dir. İşte bu imtina’-ı tabiinin muvacehe-i müşkilatında kaldığını re’ye’l-ayn gören şibh-i şuara-yı ümmet tevhid-nüvislik ettikleri zaman işi hep Allah’ın büyüklüğünü söylemek hem de mükerreren söylemek yoluna dökmüşler ve maatteessüf “Yunus Emre” ve “Mısri-i Niyazi” ilahilerine yakın bir şey olsun söyleyememişler. Zaten uluhiyete karşı mutlaka bir şey söylemiş olmak değil bir şey söylemiş olmamak da bazen şiirdir. Fakat bu sükun sadanın pek fevkindedir. Bu tela’süm tekellüme balayı sermediyyetten bakar. Mehmed Akif’in Tevhid’ini öteki tevhidlerden derin bir hufre-i esbab ayırıyor. Safahat’daki Tevhid’in bazı yerlerde vicdan-ı muvahhidden çıkan katarat-ı hun imtidadlarıyla yazılmakla beraber manzumede öyle beyitler var ki adeta uluhiyetin feza-yı mücerredatı içinde maddi manzaralar maddeler maddiyetler böyle nur-ı nazarın serseri serseri uçup gittiği boşluklarda “manzara” göstermek muhalatın mertebe-i imtinaına vasıl güçlüklerdir. Şu beyitler bize mücerredat fezalarında manzaralar gösteriyor: Ey ruh-ı feza-gerd giran-seyr-i harimin Ey natıka dembeste-i esrar-ı azimin Cevelanına yetmez gibi pehna-yı avalim Gahi seni bulmak için avare hayalim Bir şevk ile lahuta kadar yükseleyim der Lakin nasıl olsun ki bu mi’raca muzaffer? Nasut muhitinde henüz çalkalanırken Bir dest-i tecebbür dayanıp göğsüne birden; Medhuş ve muhakkar serilir esfel-i hake!.. Bu beyitlerde evvela terkiblerin kelimelerin hemen hepsi pek çok güzel “natıka –dembeste– esrar-ı azim– ruh-ı feza-gerd–giran-seyr-i harim” kelimelerinin her biri Akif’in bir imza-yı mütenekkirü’l-kıyafesidir. Hele “giran-seyr-i harim”i Hasta manzumesindeki “lemha-i lebriz-i elem” terkibi gibi en evvel milletin lehcesinden istihsal ve edebiyatında Şimdi beyitlerin tazammun ettiği levhalara manzaralara gelelim: Birinci mısra’ında feza-pervaz olan bir ruh-ı mütemevvic var buraya kadar fikirde mümtazlık yok. Ruh-ı uluhiyetin atebe-i harimine yaklaştıkça yavaşlıyor. cerredattan olan bir şeyi o kadar maddi tasvir edebiliyor ki fezada kendisine derecat-ı seyr u pervaz bile ta’yin ediyor. Bu tasvir yalnız bu şiirin değil şi’r-i mutlakın incelikleridir. Fakat bu kabil tarz-ı tefekkürata i’tiraz edecek zevat bulunurlarmış Akif’i beğenmezlermiş ne beis var. A’da mermisinden sütun-ı mefahir de teşkil olunur. Seng-i tearruzla bazı namlara heykeller de rekz ettiler. “Kolon ve Endom” düşman kelleleriyle bina ve tezyin edilen bir abide-i şeref değil midir? “Bir dest-i tecebbür dayanıp göğsüne birden” Mısraı da bir levhadır. Uluhiyetin galebe-ferma-yı herem-taharri olan serairini fezanın mavera-yı gaybına muallak bir pençe-i tecebbür şeklinde tasvir ve tersim etmek Akif’e mahsus bir hüner-i haildir. Tevhid tevhidat-ı saireden bir noktada bir kere daha ayrılır bütün tevhidlerde mülhidlere aid ta’an ü teşni’ baran-ı tufan-nüması var. Akif’in Tevhid’inde ise mülhidlere aid bir merhamet-i muazzama hissi mevcud ki şairin Allah’a derece-i irtibatını gösteren en samimi kısım – Tevhid’de– budur: Bir mülhidi lakin kim eder tesliye heyhat? Sığmaz onun afakına ferda-yı mükafat! Feryadını guş eyleyecek guş-ı kerem yok! Etrafına binlerce şedaid gelip üşmüş. Her lahza boğuşmakla geçip devr-i hayatı Bir şey olacak gaye-i hüsranı: Mematı! Varlıktan onun inleyerek ölme nasibi! Buraya kadar mülhid kendi kanaat-ı muzlimeleriyle ne güzel ve ne tabii olarak söyleniyor devam edelim: Bunlar beşerin işte en avare garibi Mü’minlere imdada yetiş merhametinle Mülhidlere lakin daha çok merhamet eyle: Gümrahlarındır ki ama leyline dalmış Bir rehber olur necm-i emel yok da bunalmış ! Şimdiye kadar hiçbir şair “mü’minlere merhamet-i İlahiyyeyi” a’zami-i merhamet” istemeyi hatırlayacak kadar ulüvv-i cenab Şu mısra’ şimdiye kadar başka şekillerde başkaları tarafından da söylendiği için güzel değil: Her zerrede aheng-i celalin duyulurken Nağmede lisanlar intak Şu mısra’-ı muazzam okunduğu zaman insan na-mütenahiden akıp gelen bir umman-ı esvat içinde kalıyor: Her nağmede binlerce lisan natık olurken Şu beyitteki “tay” ve “şey” kafiyeleri fena: Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey; Bir anda bu payansız olan cevvi eder tayy. Tevhid hakkındaki mütalaat-ı acizanem de bu kadar. Şimdi “ Mezarlık ” manzumesine geçiyorum. Bir rica: Müştakan-ı ilm ü ma’rifeti guna-gun ma’lumat ile vayedar-ı feyz ü mefharet eden teracim-i ahval ve meşahir-i paratoru Napolyon Bonapart’ı ric’at-i kahkariye uğradan Akka Kalesi muhafızı Saraybosnalı Cezzar Ahmed Paşa’nın nam-ı bülendi görülememiş ve mir-i müşarun-ileyhin tercüme-i haline dair Kamusü’l-A’lam’daki maksadı te’mine gayr-i kafi iki satır yazıdan maada hiçbir yerde ma’lumata tesadüf edilememiş olmağla kadr-na-şinaslığımıza hatime vermek icab eden böyle bir devirde kuşe-i nisyana atılan bu elmas-pare-i millinin artık ihyasına delalet buyurulması mütemennadır efendim. Tarihde mücahedat-ı siyasiyyenin her hangi sahifesine atf-ı nazar edilse orada bir İngiliz sima-yı hükumetine rast gelmemek mümkünsüzdür. Hürriyet-i beşeriyyenin bu ilk mücahidi olan gayur fakat mu’tedil kavm: Asırlardan beri kendisi için çizilen harita-i istikbale kemal-i sükunla ve fakat şahane bir zaferle ilerlemekten geri durmuyor. Aheste lakin metin ve ahenin hatveler dur-endiş ve bi-fütur gayretlerdir ki zaferi te’min eder. İngiliz kavmi böyle yürür ve böyle çalışır.. Hindistan ma’mure-i giran-bahasına gitmek için Ümid Burnu’nu dolaşmayı zaid gören; satvet-i bahriyyesine şeref-i millisine bir şeyn addeden bu millet: Septe Boğazı’nı Bahr-i Sefid’i Süveyş’i Babü’l-Mendeb’i zir-i kabza-i idaresine geçirerek en kısa bir Hind ve servet yolunu te’min eyledi. Coğrafyanın hududunu şekl ü şemailini bozdu da yine sükuneti bozmadı.. Yürüdü sükunet i’tidalle sebat ve metanetle yürüdü. Rah-ı amaline çıkan ne kadar mani’alar varsa varlığını satvetini siyasetini göstererek hepsini evet hepsini söktü attı. Emeline doğru yürürken elbette zahmetler meşakkatler çekti. Fakat sebat ve metanet.. İşte bu iki demir haslettir ki onun çehre-i siyasetine bir çin-i fütur konduramadı. teveccühü hedefi nedir?.. Bunu bilmek Osmanlılarca hayat ve memat mes’elesidir. Çünkü Hindistan’a doğru akan İngiliz enzar ve amali bizim sahillerimize bizim hududumuza bizim memleketimize uğramadan geçmez. Böyle kol kola bizimle ve bizim memleketimizle münasebetdar olan bir reftar-ı siyasete nasıl olur ki bi-gane kalabiliriz! Efkar-ı umumiyye ile matbuat-ı Osmaniyye bu mes’ele sönmüş değil belki de henüz ve daima şedid bir feveran-ı hafi ile göklere yükselen bir politika volkanıdır. Bu volkan Vahdeti’nin volkanı gibi gelip geçici değildir. Bu öyle dessas bir volkandır ki az zamanda tükenmez; hükmü İngiliz Devleti ile beraber ebedidir. Kim ne derse desin.. Hüsn-i niyyet ve hüsn-i tefekkür siyaset ve menfaat işine giremez. Beyne’l-milel ve beyne’lmatbuat “menafi’-i düveliyye” terkib ve ta’bir-i sarihi varken hüsn-i niyyet ve ta’mim-i medeniyet gibi zahirde ruh ve fikri okşayan fakat hakıkatte bir zümre-i beşeri iğfal için kullanılan kuru ve bi-ma’na sözlere i’timad edecek bir devirde değiliz. Kim çıkıp da efkar-ı umumiyeye İngiliz seyaset volkanı kıvılcımlarının mesela Yemen’de ika’-ı harik-i ihtilal etmediğini te’min edebilir? Kimse. Çünkü bu te’minatı verecek olan zat-ı muhterem evvel-emirde Hindistan’ı: Bahr-i Muhit-i Hindi sahilinden alarak Fransa’nın garb-ı şimalisine nakl etmeye mecburdur.! Evvel-emirde Hind yolunu kavi bir esasa rabt etmek sonra Hindistan’ı Mısır’la hem-hudud ederek orta yere: İngiliz kuvveti İngiliz hakimiyeti İngiliz siyaseti altında bir “Hilafet-i Arabiye!” te’sis eylemek ki bunun bir ucu Bengale Aden; öbür ucu Bahr-i Sefid ve Hartum’dur. Hindistan’ı Belucistan’ı tamamıyla zabt etmeleri Mısır’ı ma’lumda İran’ın cenublarını benimsemeleri Basra Körfezi’nde bir hak aramaları Kuveyt üzerinde bir hakk-ı himayet ve belkide hakimiyet istemeleri.. Daha daha bir çok şeyler bu iddiamıza sarih ve kat’i birer delildir. Bu emele varmak.. Tedrici ve akılane bir hatt-ı hareket ta’kıbine menut ise onu İngilizler kemal-i muvaffakıyetle tatbik etmektedir. Fakat yazıklar olsun ki İngilizler bundan bir asır evvel Napolyon’un namına çizdiği tarik-ı zaferde böyle aheste emin ve bi-fütur yürürken.. İstikbalin en ağır “mahkumiyet ve tabiiyet boyunduruğu” altına girecek olan bizler İslamlar bu girdab-ı bi-amandan bi-haberiz. Haberdar olanlarımız varsa bile az ve hatta onların bir çoğu da vicdanını o amale hizmet için satmış hamiyetsizlerdir. Gerek cehlimizle gerekse vicdansızlığımızla bin üç yüz bu kadar senelik dinimizi mezar-ı felakete götürmekte olduğumuz gibi bu halden bi-haber olan bunca ümmet-i İslamiyeyi de mahkumiyet ve felaket cehennemlerine atmaktan hazer etmiyoruz utanmıyoruz!... Memleketimize enzar-ı istilasını dikmiş düşman milletler fetih ve istila politikasını “hulul-i muslihane” şekline koymuşlardır. Bir memleketi tahrib ve istila için o memleketten kendilerine karşı çıkarak harb edecek kan dökecek ve kan akıdacak olan kuvveti imha etmek ve o memleketi kendiliğinden mecbur-ı sukut etmek.. İşte hatt-ı hareket! Çünkü bu sureti hayatın kıymetini takdir eden beşeriyet-i garbiyye-i hazıraya daha mülayim bulmuşlardır. Memleketlerinde daralıp kalmış semere-i sa’yini artık topraktan alamamaya başlamış olan o garb o kesret-i nüfus: Zelil hakır sefil serseri ve perişan mı olsun?!.. Onların saraylarını saadetlerini ezvak-ı bi-nihayelerini kim ve ne ihzar edecektir? İşte hedef burada teayyün ediyor. Şehirlere milyon milyon birikmiş ve günden güne de çoğalmakta bulunmuş olan o halkın saadeti o halkın hayatı o halkın bahtiyarlığı lazım.. İşte maksad! Fakat her millet her millet-i kaviyye tevsi’-i satvet ve te’min-i servet ederken bir zaif hükumetin bir biçare milletin hayatından ve hududundan ma’mureler saadetler hanümanlar hasılı insanlar yıkar alır.. Biz memleketimizi bu sevimli diyarı o maksadın pa-yı Öyle ise her Osmanlı bir İngiliz kafasıyla bu memleketi niçin düşünmüyor!.. Yemen... Bu vilayetimizde meskun olan vatandaşlarımız ve dindaşlarımız Arabistan şibh-ceziresinin cenubunda öyle kanlı bir meş’ale-i ihtilal yakmışlardır ki onun neticesinden kendilerinin de felaket ve nedameti muhakkak. İngiliz teşvikatıyla teşvikat-ı hafiyyesiyle ellerine Hilafet ve Arablık namına şekavet bayrakları alan Yemenli vatandaşlarımız akıllarını başlarına alsınlar!... İngilizler hiçbir vakit Yemenlinin kara gözlerine mail olmazlar ve hiçbir vakit Yemenlinin hak ve saadetini düşünmezler ve düşünemezler. Onlar yalnız Hindistan’dan nebean eden seyl-i servet ü samanın Londra sokaklarına sehil ve emin olarak akmasından başka hiçbir şey düşünmek istemezler. Bu bir hakıkat-i riyaziyyedir. Devlet-i Osmaniyye’nin Hindistan ve Hind yolu ile samimi ve kavi bir rabıtası vardır. Osmanlıların i’lan-ı hürriyeti o rabıtadan istikbalde istifade etmeye bir çığır bir alamet-i mahsusa demek ise İngilizler elbette onu alkışlamazlar. Bu öyle bir hakıkattir ki iki kere iki dört eder gibi kat’idir. Binaenaleyh İngilizler suret-i zahirede hürriyet-i Osmaniyyeyi okşayarak bazen da hatta alkışlayarak dahil-i mülkümüzde öyle hafi öyle müdhiş roller oynuyorlar ki yalnız bundan erbab-ı feraset ve rical-i siyaset haberdar olabilmektedir. Vatanımızın hangi canibine baksak bir ihtilal yangını bir sada-yı silah bir berk-i cehl göze çarpıyor. İnsan kendi vücudunun kalbine şiş sokmak istemez fakat biz öyle yapıyoruz: Bu bir cinnet-i müdhişedir. Emeline muvaffak olmak için milyonlar sarfından kaçmayan sarılmış olan Yemen imamının ihtilalci sürüleri arasına mühtedi müfsidler göndererek çalışıyorlar. İmamın vicdanı satılmamış olsa bile vatana Osmanlılığa hele ve hele İslamlığa zehirli bir akreb gibi iras-ı mazarrat etmektedir. İmam hakıkat-i hali idrak etse bile yine fikrinde sabittir. O daima bize karşı bir ihtilalcidir. Kendisini San’a’da müdebdeb ve müzehher bir serir-i hilafet üzerine ik’ada razi gibi görünen tepelerine yağdırdıkları taşlar gibi teng-i balasına inecektir. Fakat teessüf olunur ki bu mazarrat yalnız kendisine değil bir defa bize dokunacak bizim için arkadan çevirme olacak ve bu münbit kıt’adaki şimdiki bu cenbiyyeli cahil halkın mahv ü harab olmasını intac edecektir. Binaenaleyh Devlet-i Osmaniyye’nin hayat ve istikbali Arabistan şibh-ceziresinde ise Yemen’i artık düşünmelidir.. yen şedid kuvvetlerin izalesi lazım gelir. Yemen’in tahliyesi Devlet-i Osmaniyye’nin iflası demekse buradaki halet-i sakımenin daha ziyade kesb-i ittisa’ ve kuvvet etmesine meydan vermeyerek mahv ü ifnası hükumetimize borcdur. Biz evvel ve ahir Yemen’de te’sis-i nüfuz için satvet-i askeriyyeye muhtacız. Burada imamlar İdrisler şeriat isterlermiş. Acaib!.. Şeriati yıkmaya İslamiyet’i batırmaya çalışanlar nasıl olur da şeriat isterler.! Demek ki bunlar emsal-i adidesi gibi cahil ve gafil halkı celb için “şeriat” kelimesini alet ittihaz etmişlerdir. Teessüf sad-hezar teessüf: Bu denaete!.. Burada ne yapılabilir? Kuvvet-i hükumet olduktan sonra her şey. Burada ne yapmalıdır? Bir dimağ bir tecrübe ve bir düstur olduktan sonra yine her şey. Evet; her şey yapılabilir!.. Biz bir çok defalar söyledik ve yine de söyleyeceğiz asla söylemekten usanmayacağız ki Osmanlı Devleti’nin asıl gövdesi Anadolu’dur; böyle olmakla beraber yetim gibi en az bakılan da o mübarek kıt’adır. Zavallı Anodolu vatanı iç ve dış düşmanlara karşı saklamak için gürbüz evladlarını Karadağ Bulgar hududlarına Malisör kayalıklarına Yemen çöllerine gönderir ana ata ocaklarından ayırır; o soğuk dağlar o ateşli kumlar bu muti’ bu sadık kahramanların bir çoğuna kardan ottan mezar olur; böylece seneden seneye tarlayı sürecek sağlam kollar nesli arttıracak koç yiğitler eksilir durur.. Sanki bunlar yetişmemiş gibi diğer tarafdan salgın hastalıklarla o ana ata ilini kavurmakta ıssızlamakda sahih ise şu sıralarda; kolera Anadolu’nun bazı köylerini zehirli diliyle yalayıp büsbütün yok etmiştir!.. Memleketin her tarafından çok ve iyi havadis alan Ranin geçen nüshalarının birinde şu ma’lumatı veriyor ki ne kadar çok okur çok düşünülürse o kadar faidedir. “Kütahya’da bir müddetten beri hüküm süren kolera kesb-i şiddet etmiştir. İstihsal ettiğimiz ma’lumata nazaran hastalığın indifaını te’min için İstanbul’dan gönderilen etibba elde edememişlerdir. Hiç kimse hastasını haber vermediğinden hastalık muttasıl terakkı etmektedir. Pek çok musab varsa da gizli kalmaktadır. “Kütahya kasabasında vaz’iyet böyle pek elim pek feci’ olduğu gibi mülhakatı da bize nik-binlik verecek bir mahiyette değildir Kütahya köylerinde kolera kıştan beri mevcud cesi olarak hastalık o zaman duyulmamış. Beş on gün mukaddem kolera pek ziyade tehdidkar bir vaz’iyet aldığından köylüler hükumete müracaat etmişler. Nahiye merkezi olan Tavşanlı’da kolera icra-yı tahribat etmekte olduğu gibi mezkur nahiyeye merbut kurada musabin ve vefeyatın mikdarı korkunç rakamlara baliğ olmuştur. Şöyle bir vaz’iyet-i elime karşısında her hamiyetli Osmanlının kalbinde derin bir eza hissetmemesi mümkün değildir; her yerde teksir-i nüfus için akla gelen gelmeyen bin türlü vesaite müracaat olunuyor. Bekarlardan vergi almak gibi üçden ziyade evladı olan pederlere iane vermek gibi tedbirler şimdi kalemimizin ucuna gelen vesait cümlesindendir. Biz bundan ne vakit mütenebbih olacağız? Müzmin daimi hastalıkların çare-i indifaını taharride ihmal göstermek bir ma’siyet ise kolera gibi afatın imhası emrinde ihtiyar-ı müsamaha cür’etkarane bir cinayet olur. “Biz hey’et-i ictimaiyyemizin böyle bir cinayeti kabul etmeyeceğine kat’iyen eminiz; binaenaleyh ümid ederiz ki Dahiliye ve Sıhhiye Nezaretleri ve sair merci’ler hemen Kütahya’nın imdadına yetişirler. Kolerayı oradan def’ etmek pek kolay: Madem ki buradan i’zam edilen etibba her nasılsa ahalinin i’timad-ı tammını celb edememişlerdir; yerlerine başkaları evsaf-ı lazımeyi haiz olanları i’zam edilmeli ve bunlar bütün esbab-ı muvaffakıyetle yani para alat ve edevat ve ecza-yı kimyeviyye gibi vesaitle techiz olunmalıdır. “Bu gibi ahvalde bir dakıka teehhür na-kabil-i ta’mir bir hata teşkil eder. Kütahya tarih-i millimizde pek muazzez bir mevkii olan bu saf ve feyz-kar Osmanlı yurdunun bir zamanlar masnuat-ı bediası dillerde destan olan bir kıt’a-i mehasin-penahın kolera gibi bir afet-i haileden kurtulması küçük bir himmete mütevakkıfdır bu himmetin esirgenmesi sine-i akdes-i vatanda kapanmaz cerihalar açacaktır.” Anladık: İsyanları ecnebiler teşvik ediyor bir takım şöhret düşkünü menafi’-i şahsiyye kölesi müfsidler de onlara alet oluyor… Bu isyanları bir defa patladıktan sonra askersiz silahsız söndürmek de kabil değil… Binaenaleyh birkaç senedir sonu gelmeyen sevkiyat-ı askeriyye mecburidir bunları yapmakta hükumet ma’zurdur. Peki ama Anadolu’yu bitirmekte tüketmekte o sevkiyattan asla geri kalmayan bu salgın hastalıklar da mı öyle?.. Bunlara karşı da hükumetin hiçbir çaresi tedbiri yok mu? Filibe’de münteşir Balkan refikimizden: Osmanlı Rus sefer-i ahirinde Osmanlı ordularına cevelan-gah olan Şumnu bu sene Altıncı Bulgaristan Muallimini bahtiyar bulunuyor. İstibdadın sine-i millete açdığı cerihalar sene evvelde ilk kongrelerini tabiatın buraya bahş ettiği güzellikler içinde yirmi üç a’za ile küşad etmişlerdi. O vakit Bulgaristan muallimin-i İslamiyyesi bugün mekteb-i rüşdinin vasi’ salonunda yirmi üç a’zaya bedel yüz yirmi sekiz a’za ile müzakere ediyor mahfi ictima’lar yerine bugün aleni Şumnu ise Bulgaristan müslümanlarının muallimin ordusunu aguş-ı şefkatte tutmakla onlara tabiatın kaffe-i hakayıkını göstermek isteyerek i’lan-ı sürur u şadumani eyliyor. Ne kadar tezad! Bakınız şu tenevvu’-ı efkara ki altı sene evvel tevahhuş eden bazı Şumnulular bugün aguş-ı mihman-nüvazilerinde muallimin ordusunu görmekle mesrur oluyorlar. mualliminin ne tahammül-fersa müşkilat karşısında bulunduklarını takdir etmiş olduklarındandır ki Şumnuluları vatanın karşı bir kalb-i rakık ile mütehassis bırakdı. Hasılı Şumnulular vazife-i mihman-nüvaziyi bi-hakkın ifa ile samimi kalbleri ve rakık nazarlarıyla daima muallimleri hürmetle tebrik ediyorlar. Kongre Haziran’ın ikinci günü yüz yirmi sekiz a’za ile küşad olundu. Küşadı müteakib reis reis muavini ve katiblerin kongre ictimaını müş’ir bir telgraf keşide olunarak ruznamei müzakerata başlandı. Birinci madde cem’iyet nizamname-i esasisinin birinci maddesinin ta’dilini havi olduğundan bu maddenin müzakeresiyle ariz ve amik iştigalden bir çok Bunu müteakib Şumnu Bulgar Muallimin Cem’iyeti Şu’besi tarafından beray-ı tebrik i’zam olunan Balgaranof Bulgar Muallimin Cem’iyeti’nin tebrikat-ı samimanesi kongre hey’etine arz ile yarım saat kadar imtidad eden beyanat-ı rüfeka-nüvazanede bulundu. Sözlerinin en mühimleri Bulgar Muallimin Cem’iyeti’nin on yedi seneden beri devam eden hükumete rica değil bilakis mukavemet ederek her emellerinin olduğu Bulgar ve Türk muallimlerinin el ele vererek çalışmaları haklarının daha fazla mahfuziyet ve istirdadına delalet edeceği noktalarını teşkil ediyordu. Bunu müteakib alkışlar içinde tebriki mutazammın gelen telgraflar okunarak celseye hitam verildi. İkinci celsede Rusçuk Şu’besi’nin teklifi üzerine’uncu maddenin müzakeresine geçilerek kongrelerin şu’belerden gönderilecek murahhaslarla küşadı iki saat kadar devam eden münakaşadan sonra maddenin haliyle ibkasına karar verilerek celseye hitam verildi. Konya’da münteşir Babalık gazetesinden: Doktor Dad bi’l-vasıta aldığı arazinin etrafına daire-i aidesinden ruhsat-ı resmiyye almaksızın duvar çevirtmeye başlamış ve mezkur arazinin yanıbaşında bir takım tarlaları da peylemiştir. Haftada iki gün bir takım aileleri gençleri başına toplamakda ve halkın ictimaına vasıta olan piyanonun nagamat-ı latifesi; sim ü zerrin te’sirat-ı dil-firibi ve güzel simaların iltifat-ı cazibedarı sayesinde efkar ve hissiyat-ı milliyyeyi ıdlal ve ifsada çalışmaktadır. Doktor Dad Konya’ya geleli bir iki ay olduğu halde bu küçük müddet zarfında mevzu’-bahs olan sermayelerle epeyce temayülat ihraz eyledi. Bu cümleden olmak üzere dört beş Rum ailesine Protestanlığı kabul ettirmiş ve teklif ettiği maaşlarla kariben tebdil-i mezheb edenlerin çoğalacağı şübhesiz bulunmuştur. Her türlü va’d [ü] vaidlerden başka ailelere şehri beş liradan on liraya kadar maaş veriyor. Bekarlara verilen mikdar ise ayda üç yüz guruştur. Hıristiyan vatandaşlarımızdan bazıları dolgun maaş verilirse Protestanlığı kabul edeceklerini alenen söylemektedirler. Hürriyet-i vicdan ve serbesti-i edyan vardır. Herkes istediğine göre hareket edebilir. Fakat para ile ruh kazanılmaz. Bunun böyle olduğunu Doktor Dad daha a’la bilir. Biz kimseye Protestan olmasın demiyoruz. Elimizde kimsenin hürriyetine karışmak ve hukukuna tecavüz etmek hakkı yoktur. Yalnız diyoruz ki: Doktor din perdesinin arkasına geçerek halen ve atiyen menafi’-i vataniyyemize el vermeyecek siyasi entrikalar peşinde koşuyor bu gibilerin değil Konya muhit-i safında Memalik-i Osmaniyye’nin hiçbir yerinde cay-ı kabul görmemeleri lazım gelir. Doktorun Kayseri’de kırdığı yumurta kırkı değil kırk bini geçdi. Misyonerlerin Suriye’de tuttukları yol cümlenin ma’lumu Mister Dad hekim lerden elini çeksin. Vazifesi siyasi roller çevirmekse vaktiyle haber versin iki karpuz bir koltuğa sığmaz derler. Bu adam bilir daha akıl erdiremediğimiz bilemediğimiz ne kadar şeyler vardır. Eğer kapitülasyonlar fülanlar Memalik-i Osmaniyye’yi herşeye müsaid bir yemlik haline vaz’ ediyor ve ağzımızı açmaktan söz söylemekten bizi men’ ediyorsa mülkümüzün anahtarlarını ellerine teslim edelim. Geçinecek bir yer göstersinler! İş adeta açıktan açığa bu dereceye varıyor. Dün idarehanemize fakır bir kadın geldi. Kucağındaki çocuğu gösterdi. On beş yirmi gün evvel Doktor Dad’ın bir hayli para alarak çocuğunun mesanesine ameliyat yapdığını ve sonra hiç bakmayıp çocuğun üç yerinden tebevvül etmekte olduğunu söyledi. Hekimliğin cerrahlığın ismi namına şu muameleye teessüf olunur. Cerrah namı altında bu boyunlarımızı uzadıyoruz. Fakat hala ne anlayan ne soran vardır!? Mısır: – Hiçbir hakka müstenid olmadığı halde Mısır’ın sahib ve maliki geçinen İngiltere’nin talebi üzerine Kahire zabıtası yerlilerin “Teşvik-i Maarif” Cem’iyyeti a’zasından bazılarını tevkıf ettirmiştir. Bunlardan başka “Himaye-i Eytam” ve “İttihad-ı İslam” Cem’iyetleri a’zasından da bazılarını tevkıf ile istintak ettirmektedir. Esasen her üç cem’iyet gayr-i siyasi sırf medenidir. Evvelki ikisinin isimleri maksadlarını izaha kafi olup “İttihad-ı yeden ibarettir. Fakat Teşvik-i Maarif Cem’iyeti’nin gaye-i makasıdı Mısır ehl-i İslamını Garblıların misyoner mekteplerinden kurtarmak için mekatib-i hususiyye-i milliyyeyi teksir etmek olduğundan “Himaye-i Eytam” Cem’iyeti fakır yetimleri Nasrani daru’l-eytamlarına düşüp din ve milliyetlerini gaib etmekten kurtarmaya çalıştığından “İttihad-ı İslam” Cem’iyeti ise Avrupa’nın Şark-ı İslami’de galebesini te’min eden nifak ve şikakın izalesine uğraştığından İngilizlerin gözüne batmış ve fesad ve iftira en kavi vesait-i siyasetinden olan bu hıyanetkar hükumet mezkur cem’iyetlere efkar-ı siyasiyye-i ihtilal-karane isnad ederek tazyiklerine muvaffak olmuştur. – Meşhur Lord Cromer’in Denşevay[?] hadisesi te’siriyle çekilmesini müteakib Sir Eldon Grost Mısır’da İngiliz me’mur-ı siyasisi ta’yin olunmuştu. Cromer Mısır’ı her hususda Londra’ya danışmak mecburiyetinde olmaksızın yani vasi’ bir me’zuniyet asıl hakim Lord Cromer’dir. Mısır efkar ve harekat-ı milliyesinin kuvvet ve şiddet kesb etmesi Eldon Grost zamanında kumeti Sir Grost’a Lord Cromer kadar vasi’ me’zuniyet vermediği gibi bütün umuru Hükumet-i Mısriyye namına tedvir etmek usulünü ta’kıb ettirdi. Grost Cromer’in yerine geçmeden evvel tul müddet Mısır Dahiliye ve Maliye Nezaretleri müsteşarlığında bulunmuş ve rical-i Mısriyye’ye kendini halim ve uysal bir adam olarak tanıtmıştı. Re’sen me’mur olduktan sonra Grost değişmiş gibi göründü; Mısır’ın hürriyet ve muhtariyetini istihsale çalışan vatani ve milli hiziblerin aleyhine Hükume-i Mısriyye’nin tevessül ettiği tedabir-i şedide hep Eldon Grost zaman-ı me’muriyetinde vukua gelmiştir: Hizb-i Vatani reisi Ferid Bey altı ay Şeyh Abdülaziz hid edildi. Matbuat kanunu teşdid olunup müstakıllü’r-re’y ve millet-perest gazetelerden birkaçı kapattırıldı. Bütün bu tazyikatı zahiren yapan Hükumet-i Mısriyye idi fakat hakıkatte Hükumet-i Mısriyye’yi bu ef’ale sevk eden ipler Grost vasıtasıyla Londra’ya merbut idi. İşte bu Grost birkaç gün evvelisi öldü ve Londra Hükumeti onun yerine Lord Kitchener’i Mısır’a me’mur-ı siyasi ta’yin etti. Lord Kitchener bir hayli müddet ötede beride serseri dolaştıktan sonra jandarma binbaşılığıyla Mısır Hidiviyeti hizmetine girmiş bir İrlandalı zabittir. Kitchener’in hiç de şayan-ı gıbta olmayan ilk avaze-i şöhreti Sudan’dan işidilmişti: Serdar Kitchener unvanıyla Mısır ve Sudan askerine kumanda ederek Hartum’a dahil olduğu zaman Mütemehdi ve ailesinin kabrini açdırıp na’şını yaktırmış ve külünü Nil Nehri’ne attırmıştı; Sudan’ın hakimi olan Bakkara Kabilesi üsera ve mecruhinini katliam ettikten başka o kabilenin kanını ale’l-ıtlak heder i’lan eylemişti… Asrımızın en medeni kavmi iddiasında bulunan İngilizlerden bir zabitin kurun-ı ula firavunlarını andıran bu vahşeti o zamanlar Mütemehdi’nin evliyaullahdan olmadığını isbat için irtikab olunmuştur diye alim-i Nasara’ca tasvib olunuyordu! General Kitchener bu vahşetlerine mükafaten Hartum Lordu nasb edildi böylece İngiltere Meclis-i A’yanı’nda bir mevki’ kazanmış oldu. Lord Kitchener Transval harbinin nihayetlerine doğru Sudan’dan alınıp seferber ordunun başkumandanlığına ta’yin edilmişti. Orada bur[?] ailelerini açlıkla teslim almak usul-i harbini tatbik ederek bir çok bi-günah ve gayr-i muharib kadın ve çocukların açlıktan ölmelerine sebebiyet vermiştir. Kitchener’in Transval’de bu tarz-ı harb ile aldığı şöhret-i fazihası Sudan’da na’ş yakmakla kazandığı cehennemi hale-i şerefden asla aşağı kalmamıştır. Transval zaferi Ceneral Kitchener’e elli bin İngiliz lirasıyla müşirlik kazandırdı lakin bir kısım İngilizlerin teveccüh ve muhabbetini tamamen gaib ettirdi. hele asıl İngiltere’de hiç oturtmazlar mutlaka müstemlekata gönderip başkalarının başına musallat ederler.. Kitchener Transval’den Hindistan Başkumandanlığı’na ta’yin olunmuştu. Şimdi de Mısır’a gönderiliyor. On on iki senelik bir gaybubetten sonra Kitchener’in Nil vadisine avdeti ümm-i dünya sakinlerince pek de sürur ile telakkı olunacak bir hadise olmaması gerektir. Maamafih şehrimizde Fransızca çıkan bir ceride Kitchener’in Mısır’a gelişini Mısır vatanperverleri için fal-i hayr addediyor: Şiddet diyor ale’l-ekser hilm ve tedbirin teskine muvaffak olduğu hissiyatı galeyan ettirir ve nihayet taşırır… Bakalım bu tefe’ül doğru çıkacak mı? Rusya: – Rusya Harbiye Nezareti’nin ceride-i resmiyyesi olan Russki İnvalid gazetesi ve ondan alarak muhafazakar Rusya gazetelerinin cümlesi şu haberi yazıyorlar: Geçen kış Viyatka Kazan Orenburg vilayetlerinde sakin imamların ve meşhur İslamiyyet hadimlerinin nezdlerinde edilen taharriyattan Rusya dahilinde ittihad-ı tezahür etmiş ve muma-ileyhim aleyhinde ta’kıbat-ı adliyyeye Volga havzasıyla Kafkaz kıt’asını ihtiva ettiği anlaşılır. Rus muhafazakar ve irticaiyyun fırkaları memleketlerinin her tarafında Genç Türk hayali görmek illetine tutulmuşlardır. Onların dediklerine bakılırsa İttihad-ı İslam ve Genç Türklük efkarının propagandacıları Avrupa’nın aksa-yı şimalinde Bahr-i Ebyaz sahilinde Arkanjel Vilayeti’ne kadar “ Rus Sancağı ” şöyle yazıyor: “Arkanjel’de Genç Türkler’in ihtilal hazırlayan teşebbüslerine dair birkaç defa yazıldı. Şimdi yine bir delilini gösteriyoruz: Arkanjel şehri imamlığına Kahire’de Genç Türk Medresesi böyle bir medresenin pek korkak Rus Sancağı’nın ancak vahimesinde mevcud bulunduğunu söylemeye hacet var mı? mahsulatından Hamzin Efendi intihab olunmuştur. Bu imam mektebinden Rusça dilini koğuyor. Bundan başka Arkanjel’in Tatarları gelecek Duma intihabatında Genç Türkler’e tarafdar “Kade fırkası a’zasını seçmeye çalışacaklardır.” Arkanjel’de Genç Türk ihtilali hazırlandığına dair Rus Sancağı’nın irae ettiği ve ilk hareket olduğu vakıa biraz şübhelidir. Fakat Rusya’da bir kısım halkın ahval-i ruhiyyesini gösterdiği cihetle şayan-ı teemmüldür. – “Uluğ-ı Meteseke” ilinde birinci mahalle lerek hanesinde ve medresesinde taharriyat icra etmişler bazı evrakını müsadere ettikleri gibi Molla hazretlerini de tevkıf etmişlerdir. Simi Vilayeti’nde Muallim Mir Ya’kub Efendi hanesinde taharriyat icra edilip tevkıf olunmuştur. Kafkasya’nın Gence İlizavoyosipol şehrinde oldukça mükemmel bir medrese vardır. Bu medresede ulum-ı diniyye ve nakliyye ile beraber ulum-ı akliyye ve riyaziyye de okutulmakta hükumetin müsaadesiyle programı hükumetten tasdik ettirilerek açılmıştı. Medresenin dersleri ana dilinde yani Türkçe okuduluyordu; maamafih lisan-ı resmi olan Rusça da ayrıca öğretiliyordu. Gence valisinin emriyle geçen ay bu medresenin kapattırıldığını istihbar etmiştik. Biz resmen musaddak programla ders okudulan bu medrese-i ruhaniyyenin sırf bir su’-i tefehhüm eseri olarak kapadıldığını zannediyor ve yakın zamanda açılmasına müsaade edilip Kafkasyalı din kardeşlerimizin kendilerine münevverü’l-fikr ulema ve eimme hazırlayan böyle bir daru’t-tedrisden mahrum bırakılması hükumetce caiz görülemeyeceğine kani’ bulunuyorduk. Bir ay geçdiği halde bu kanaatimizin tahakkuk etmediğini görmekle müteessir ve müteessifiz. Rusyalı refiklerimizden birinin yazdığına göre Gence valisi ulum-ı diniyyeden yani tıyla medrese-i ruhaniyyenin tekrar açılmasına müsaade edeceğini medrese müdiri efendiye bildirmiş imiş. Eğer bu haber sahih ise Kafkasya müslümanlarının dareynde mürşidi olacak imam ve alimlerinin ana dillerini öğrenmemeleri coğrafya tarih riyaziyat gibi ulumu sade Rusça bilmeleri reselerinde cismani mekteplerinde bile lisan ve edebiyattan sarf-ı nazar her türlü ulum ve fünunu kendi dillerinde ifrat-ı hürriyetle tedris ve tederrüs edebildikleri halde bir türlü i’tiraz ve tazallümden hali kalmayan gayr-i müslim vatandaşlarımızı gözönüne getiriyor sonra Avrupalıların ardını arasını kesmeden Türk şiddet ve tazyikinden bahs etmesini hatırlıyor da ne diyeceğini büsbütün şaşırıyor. Japonya: – Japonya’nın ma’ruf siyasiyyunundan Kont Akuma idame-i siyasiyyesinin altında çıkan Sinnipon Yeni Japonya risale-i mevkutesinde düvel-i muazzamanın aksa-yı şark siyasetini tedkık ve muhakeme ederek makalesinin nihayetinde şöyle diyor: “Eğer Çin iktisab-ı kuvvet eder de uzak şarkın saydı kolay bir şikar olmadığını Avrupalılara anlatırsa muhit-i kebir havzasına sulh ve asayiş tamamen takarrur eder. Şark ile Avrupa arasında bu muvazenenin husulü için Japonya Çin’e yardım etmeli ve binaenaleyh Japonya’da “Mongol İttihadı” fikri neşr ve telakkkı de? olunmalıdır.” Akuma’ınn bu makalesi efkar-ı umumiyede derin bir te’sir hasıl eylemiştir. Bazı rivayatta – Tercüme Aişe radiyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve sellem cenabetten çıkmak için yıkanacağı vakit ellerini yıkar ve namaz abdesti gibi abdest alırdı. Sonra gusle başlardı. Sonra elleriyle saçlarını hilallerdi. Nihayet bedeninin iyice ıslandığına kanaat getirince üzerine üç kerre su akıtır sonra bakiyye-i cesedini yıkardı. – Tercüme Ebu Hureyre radiyallahu anhin şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir defa namaz ikame edildi herkes ayakta iken saflar düzüldü. Ondan sonra Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem hücresinden yanımıza çıktı. Namazgahında durunca cünüb olduğunu hatırladı. Bize “Yerinizde durun” buyurdu. Sonra dönüp yıkandı. Ondan sonra başı damlayarak yanımıza çıktı. Tekbir aldı. Biz de birlikte namaz kıldık. Bazı rivayatta Bazı rivayatta . Bazı rivayatta . Bazı Bir nüshada . Ekser-i rivayatta Bu şekk ravidendir. Yine Ebu Hureyre radiyallahu anhden Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Beni İsrail biribirine nazar ederek çıplak yıkanırlardı. Musa aleyhi’s-selam ise yalnız yıkanırdı. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Temmuz Altıncı Cild - Aded: Beni İsrail: “Vallahi Musa’yı bizimle beraber yıkanmaktan men’ eden şey mutlaka debe olmasıdır. Musa aleyhi’s-selam bir defa yıkanmaya gidip rubasını bir taşın üzerine koydu. Taş rubasını alıp kaçdı. Musa aleyhi’s-selam: “Taş! Rubamı ver. Taş! Rubamı ver” diyerek arkasına düştü. Beni İsrail onu bu halde görüp de: “Vallahi Musa’da bir kusur yokmuş” deyinceye kadar ardınca gitti. Ondan sonra Musa aleyhi’s-selam rubasını alıp taşı döğmeye başladı. – Ebu Hureyre radiyallahu anh: “Vallahi o taşta dayaktan altı yahud yedi iz kalmıştır” demiş. – Tercüme Yine Ebu Hureyre radiyallahu anhden Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediği rivayet olunuyor: Eyyub sallallahu aleyhi ve sellem çıplak yıkandığı sırada üzerine altun çekirge üşdü. Eyyub aleyhi’s-selam avuç avuç alıp rubasının içine atmağa başladı. Rabbi: “Ey Eyyub! Şu gördüğünden seni gani kılmamış mıydım?” diye nida edince: “Evet senin izzet ve celaline kasem olsun ki beni gani kılmıştın. Lakin senin bereketinden müstağni kalınmaz cevabını verdi. – Tercüme Ümmühani-i bint-i Ebi Talib radiyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Fetih Mekke senesi Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına gittim. Baktım yıkanıyor. Fatıma da onu setr ediyor: “Bu kadın kimdir?” diye sordu. “Ümmühani’yim” cevabını verdim. ʮ ʪ ʭ Bir rivayette diğer rivayette ise . Ekser nüshalarda . Ekser Ekser nüshalarda . – Tercüme Ebu Hureyre radiyallahu anhden rivayet olunuyor ki cünüb iken Medine sokaklarından birinde kendisine Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem tesadüf etmiş.– Ebu Hüreyre der ki: Yanından savuşup gittim ve gusül edip geldim. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Ya Eba Hureyre! Nerede idin?” diye sormuş. O da: “Cünüb idim. Taharetsiz olarak seninle birlikte oturmak istemedim.” demiş. Bunun üzerine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Sübhanallah! Mü’min necis olmaz” buyurmuş. Müslümanların Zimmilere Karşı Vecibeleri tetebbu’ edenlerin nazarında tahakkuk eder ki: Beşerin dinine karşı beslediği muhabbet kalbindeki diğer muhabbetlerin hepsine galebe çalacak bir şiddettedir. İnsan canını ailesini ciğerparesini mamelekini dinine nusret uğrunda isteye Ancak bu din muhabbetini bir çok milletler kendisinden maksud olan ma’naya hasretmedikleri için dehşetli ifrata düşerek dine nusret dinsizlere mümanaat namiyle cinayetlerin en şeni’ini zulümlerin en rezilini irtikab etmişlerdir. Bu feciaların hepsi de erbab-ı edyanın beşeriyet üzerinde hakim olan kavanin-i fıtrata hey’et-i ictimaiyyenin münkad olduğu ahkam-ı tabiate karşı cehl-i sırf içinde bulunmalarından hifeler bırakmışlardır. Müslümanlığa gelince o medeniyet-i hakıkiyyenin dini saadet-i beşeriyyenin rükn-i metini olduğu için kendisine dünyanın feylesofları bir yere gelseler mensub oldukları milletlerin efkarı üzerinde öyle bir te’sir öyle bir nüfuz husule getirmeye muvaffak olamazlar. Acaba Müslümanlık nasıl oldu da müslümanların kalbinden muhabbet-i diniyyelerine hiç halel getirmemek şartiyle husumet-i diniyye tohumlarını külliyen söküp atabildi? Zira biliyoruz ki dinini sevmek gayretini gütmek hususunda en ileri giden milletler başka dinde bulunanlara karşı en ziyade adavet besleyenlerdir. Evet Müslümanlık bu mazhariyeti şimdiye kadar alem-i medeniyetin cihan-ı ilm ü ma’rifetin bilmediği bir usul sayesinde esası ancak ruhun esrarına medeniyetin ruh üzerindeki asarına vukuf hasıl ettikten sonra anlayabilmiştir. nab-ı Hak bütün aile-i beşeriyyenin din ahlak adat itibariyle müttehid bir ümmetten ibaret olmasını emretmiştir. Binaenaleyh şu maksadın husulüne olanca kuvvetinizle çalışınız. Nev’-i beşerin arasındaki ihtilaf irade-i ezeliyyesine muhalif olduğu için Cenab-ı Hakk’ın gazabını mucib olur.” dedikleri bir sırada Halık-ı Hakim Resul-i Muhteremine lübb-i hikmeti şu muhkem düsturlarla tebliğ buyurdu: Kezalik edyan-ı saire rüesası insanları cebren kendi dinlerine sokmak için dindaşlarına en şiddetli emirleri verdikleri hatta bu hareket ma’sumları öldürmek hanümanları söndürmek ma’mur memleketleri harab etmek erkan-ı sulh ve saadeti kökünden devirmek gibi feci’ akıbetlere bile müeddi olsa ibaha eyledikleri bir sırada Cenab-ı Hak sema-yı rahmetinden şu ayat-ı hikmeti indiriyordu: Bu ayat-ı kerimenin hepsi müslümanların kalbine iki metin esas dikti ki o esaslar her türlü husumet-i diniyyeyi her türlü taassub-ı mezmumu kökünden söküp attı: dılar ki Allahü Zü’l-celal ilm-i sabık-ı ilahisinde alem-i beşeriyetin mebadisi gayatı muhtelif; meşrebleri akaidi mütebayin bir takım cem’iyetlere inkısamını takdir buyurmuştur. Binaenaleyh asıl bu kaza-yı ilahinin hilafına çalışanlar ikab-ı Huda’ya istihkak kesbetmiş olurlar. rendiler ki halkın din-i ilahiden yüz çevirmeleri melekat-ı akliyyelerinin tişarı ancak ondaki esrar-ı aliyyeyi ihata edebilecek ondan maksud olan ma’na-yı güzini anlayacak kabiliyette yaratılmış olmak mazhariyetinde bulunanlar arasında mümkün olacaktır. Binaenaleyh müslümanlar hakıkat-i İslamiyye’yi yoluyla usulüyle neşre çalışmayı kendilerine bir vazife bilirler ki bu usul de halkı hikmetle mev’iza-i hasene ile akıbeti te da’vetten ibarettir. Ellerindeki Kitab-ı Mübinden istinbad ettikleri şu iki nazariye sayesinde müslümanlar gerek edyanın gerek o edyanla mütedeyyin olanların arasındaki ihtilafatı ezelde sebkeden kaza-yı ilahi icabatından olarak telakkı ettikten başka bu ihtilafatta Cenab-ı Hakk’ın beşeriyet için takdir etmiş olduğu gaye-i kemale doğru vüsulü hazırlayan bir hikmet-i semaviyye mündemic olduğuna mutmaindirler. Diğer taraftan ebna-yı beşer arasındaki bu gibi ihtilafatın medeniyetin terakkısine devamına kezalik insana mev’ud olan saadet-i hakıkiyyeye vusul için zaruri bulunduğuna dair devr-i hazır ictimaiyunu tarafından serdedilen delail müslümanları bu akıdelerinde bir kat daha tesbit ettiler. Müslümanlık bizim ezhanımıza şu muhkem düsturları yerleştikten sonra şeriatimizden i’raz edenlere karşı olan muamelatımızda ahlak-ı ilahiyye ile tahalluk etmemizi emrediyor. Öyle ya! Cenab-ı Hak şeriatini tanımayanlara karşı takatlarının fevkinde mücazat tertibine kadir iken öyle yapmıyor da bu hayat-ı faniyyede onlara da başkaları gibi muamelede bulunuyor; hatta saadet-i maddiyye hususunda çok zamanlar onları daha ileride bulunduruyor: Evet Müslümanlık bize muhalif dinde bulunanların akaidine karşı kesif bir lakaydlık perdesi çekmekle onlarla olan muamelatımızda ise rıfk ile mekarim-i ahlak ile davranmakla emrediyor: Sonra onlara eza etmeyi hile etmeyi kat’iyen nehyediyor: Bir zimmiye eza edenin hasmı benim. Ben ise hasmı olduğum adama yevm-i kıyamette husumet gösteririm: Bir zimmiye bühtanda bulunan adam kıyamette ateşten kamçı yiyecektir.” Bu böyle olmadığı gibi bizim keremkar dinimiz edyan-ı saire ashabiyle bizi huzur-ı kanunda tamamiyle müsavi tutuyor. Onların hukukunu paymal etmeyi en şedid emirlerle menediyor. Bu halin ise hiç bir millette naziri görülmemiştir. Bana bir millet gösteriniz ki ikbalin azametin müntehasına varmış istediğine istediğini yapmaya kadir bulunmuş olsun da efradından birini kendi din-i resmisinden haric bir adamı öldürdüğünden dolayı cezaen katledecek derecede adalete riayetkar olsun? Tarih-i İslam’da yazılıdır ki: Yahudinin biri Hazret-i Ömer’e gelerek Ali’den şikayet etmiş. Ali ise ma’lumdur ki Peygamber’in hem amcası oğlu hem damadıdır. Ömer Ali’ye: “Kalk ya Ebe’l-Hasen hasmının yanına otur” demiş. Ali emre imtisal etmiş lakin simasında bir eser-i “Yoksa hasmının yanına oturmak sana ağır mı geldi?” diye sormuş. Bunun üzerine Ali “Hayır ancak müsavata riayet etmeyerek bana ya Ebe’l-Hasen diye hitab ettiğin için canım sıkıldı” demiş. Arablarda künye ile hitab etmek ta’zime delalet eder. – Arabistan İslamiyet’in haclegah-ı evvelini olan bu kıt’a-i gabra takriben Fransa’nın üç misli kadar bir vüs’ati haizdir. Fakat ekser-i aksamına yağmurlar pek nadir olarak düştüğünden feyafi-i bi-payanı kuvvet-i inbatiyyeden mahrum gibidir. Selasil-i cibal ile ayrılmış olan vasi’ kum deryalarının ötesinde berisinde Bahr-i Muhit adaları gibi latif vahalar mevcuddur. Denizle yaylaların arasında bulunan aksamdan maada cihetler hemen gayr-i kabil-i iskandır. Bahr-i Ahmer boyunca imtidad eden sevahil kırmızı grav porfir kayalarından müteşekkil dağlarla muhattır. Cibal-i mezkure yalçın kayalar dik uçurumlarla deniz kıyısına kadar imtidad eder. Arka tarafa tesadüf eden kıtaat çıplak kayalardan müteşekkil ve tedricen yükselen müvazi sıradağlarla ihata edilmiştir. Dağların aralarına tesadüf eden dar vadilere de kış yağmurları bittiği zamanlar ancak derin kuyular kazmak suretiyle suya dest-res olunabilir. Har ve kabil-i inbat aksamı pek mahdud olan bu kıt’a kadimden beri Hicaz namıyla yad olunurdu. Arabistan eskiden beri Arablarla meskun idi. Lisan-ı Arab Fenike ve İbrani lisanlarıyla bir asıldan müteşa’ib yani elsine-i Samiyyedendir. Bi’set-i Nebevi’den akdem Arablar bu vasi’ çöllerde kabile halinde yaşarlardı. Kabileler birbirleriyle daimi surette muharebat ve mücadelat-ı hun-rizane ile vakit geçirirlerdi. Yalnız Yemen ve Hicaz taraflarında meskun olan kabail buralarda; kabil-i i’mar gördükleri mahallerde şehirler kasabalar te’sis etmişlerdi. Fakat kabailin ekserisi çöllerde koyun keçi ve deve sürüleriyle beraber yaşarlardı. Sürülerine gıda tedarik edebilmek için bir mahalde münbit bir vaha bulunduğunu haber alır almaz çadırlarını toplayarak oralara giderler idi. Velhasıl kum eksibeleri gibi Arabistan ahalisi de seyyar bir halde imrar-ı hayat ederlerdi. Bedeviler ihtiyac-ı hayat içinde kıvrandıkları halde bile tab’-ı kanaat-perverilerine asla halel getirmezlerdi. Biraz süt bir mikdar hurma ile pek sade bir hayata katlanırlardı. Libas olarak sürülerinin yünlerinden i’mal ettikleri manto ve izarlarla lerle kanaat ederlerdi; zenginler sürü sahibleri; cins atları seri’ develeri güzel ve çevik köleleriyle mağrur idiler. Bedevilerin kaffesi harikulade denilecek derecede muharib küçük bir kalkandan ibaret idi. Yalnız zenginler esb-süvar olarak harb ederlerdi. Kabile efradından birisi hakkında reva görülen hakaret umum kabileye şamil gibi telakkı edildiğinden kabileler daima hal-i seferberide bulunurlar yekdiğerleriyle harb ve cidal ile vakit geçirirlerdi. Civardan zengin bir kafile geçdiğini haber alan kabile yolları keser kafileyi vurur ve malları yağma ederdi. Bedeviler yirminci asırda bile i’tiyadı bila-ta’dil muhafaza ve tatbik etmektedirler. Kavafil-i hüccaca vuku’ bulan hücumlar ta kable’l-İslam tatbik edilen i’tiyadat-ı mütevarise sevkiyle vukua geldiği şübhesizdir. Yedinci asr-ı miladinin nısf-ı evveli esnasında Arabistan bir cihetten henüz Suriye’ye malik olan Şarkı Roma İmparatorluğu ile diğer cihetten Babil taraflarına doğru Fırat Nehri’yle Bizans Hükumeti arazisinden ayrılmış olan İran İmparatorluğu ile mahdud bulunduğu gibi Bahr-i Ahmer’le Habeşistan’dan ayrılıyordu. Basra Körfezi Bahr-i Muhit-i Hindi gibi o vakitler gayr-i kabil-i mürur addedilen muhitlerle de Hind’den ayrılmıştı. Çöllerdeki hududu ise ufukları kadar mübhem eksibeleri nisbetinde mütebeddil idi. Bu hudud bazen Firavun sahralarıyla Mısır’a; Mezopotamya’nın bir samt ü sükun feyfalarıyla Şam’a Palmira Baalbek’e kadar imtidad ederdi. Arabistan başlıca Hicaz Yemen ve Necid kısımlarına ayrılmıştır. Arz-ı Hicaz Bahr-i Ahmer’e mütevaziyen imtidad eden yabis ve dağlık kısım olup harrelerle muhat ve cenuben Yemen’e kadar uzanır. Yemen ve cenub kısmı sevahili bir tarafdan Bahr-i Ahmer diğer tarafdan Bahr-i Muhit’in mütemadi dalgalarıyla muttasıl okşanmakta olup Arabistan’ın en münbit aksamı sayılır. Yemen tarih-i mukaddesde dahi kesb-i iştihar eylemiştir. Fil-hakıka mahbube-i Süleyman olan Belkıs Yemen’de; Sebe’ şehrinde hükümran idi. Necid ise bir tarafdan Suriye’ye diğer tarafdan denize kadar imtidad eden aksam-ı vasiadan ibaret olup Arabistan’ın mürtefi’ cihetlerini teşkil eder. Nihayet asıl çöl denilen kısım gelir ki ötesinde berisinde latif vahalarla bezenmiş olan bu kum deryası bir tarafdan İran ve diğer tarafdan Arz-ı Filistin’e kadar imtidad eder. Kadimden beri kabileler kervanlar kafileler; dalgalar üzerinde çalkanan gemiler gibi bu kum deryaları içinde devr eder dururlardı. Arabistan ahalisi ailelerden hayme-nişin göçebelerden kabilelerden müteşekkil idi. Kabailin ekserisi Mısır’la Bahr-i Muhit-i Hindi arasındaki Bahr-i Ahmer sevahilinde haymenişin bir halde imrar-ı hayat ederlerdi. Kabail-i mezkure yekdiğeriyle bazen muharib ve nadiren müttefik bir halde bulunur ve istiklal ve hürriyetlerini muhafaza hususunda fart-ı gayret gösterirlerdi. Kabailden servet ve adedce haiz-i ehemmiyyet olan ve muharebelerde kesb-i iştihar edenler ara sıra akd-i ittihad ederek küçük kabileleri de taht-ı himayelerine alırlardı. Bu suretle teşekkül eden iki hey’et-i müttehide ekseriya yekdiğeriyle harbe tutuşurlardı. Tabii bu muharebeler kabailden bir çoklarının felaketleriyle neticelenirdi. hiçbir esas-ı kadime müstenid olmadığından bit-tabi’ uzun müddet devam edemezdi. Tali’-i harb müsaid bulunduğu zamanlarda iktisab edilen nüfuz çok defa bir hezimet neticesinde büsbütün gaib edilirdi. Kabilelerin ittihadından husule gelen şu ufak cumhuriyetler arasındaki mücadelat-ı daime Arabistan’ın kum sahralarını al kanlara boyuyor ortalığı herc ü merc ediyor kabailin mevcudiyetlerini esasından sarsıyordu. Ne bir reis-i dini ne bir diktatör ne bir hükumet ne de zi-nüfuz bir meclis-i milli velhasıl hiçbir kuvvet hey’et-i ittihadiyyeye dahil olan kabail efradının memleketi anarşiye sevk eden harekat-ı keyfiyyelerini tahdid edebilecek bir kanun vaz’ etmemişti. Çünkü bu gibi bir kuvvet tekevvün edememişti. Hey’et-i müttehide reissiz merkezsiz sırf kendilerine has bir cumhuriyet-i garibeden ibaret idi. Bu hey’etleri teşkil edenler ise irsen ihraz-ı riyaset etmiş olan küçük kabilelerin şeyhleri idi. Asıl büyük cumhuriyetin haiz olamadığı nüfuz kabile şeyhlerinde –adat ve an’anat sayesinde– ma’a ziyadetin mevcud idi. Fakat şeyhin suret-i mutlakada haiz olduğu şu nüfuz tatbikatta az çok duçar-ı ta’dil olur iştirake uğrar idi. Akıllı tanınmış kabile ihtiyarları zenginler gazevatta kesb-i iştihar eden kahramanlar fesahat ve belagatleriyle mümtaz şairler velhasıl kabile efradından az çok haiz-i ehemmiyet olan her şahıs şeyhin çadırında akd-i meclis ederek kabileye aid umur-ı mühimmeyi müzakere ve lazım gelen mukarreratı –ara-i umumiyyeye nazaran– kabul ve ittihaz ederlerdi. Ne kitapları ne de yazılmış bir kanunları yoktu. Fakat herkesin hafıza-i ihtiramında cay-gir olan an’anat-ı mukaddese her türlü taarruzdan masun bulunan i’tiyadat-ı kavmiyye yazılmış kanunlar nizamlar fevkinde haiz-i ehemmiyet ve nüfuz idi. Her kabile ecdadının ismiyle yad edilirdi. Kabileler siyaseten ne kadar serbest yaşıyorlar idiyse din hususunda da o derece hürriyetperver idiler. Bazıları sanemlere bir takımları şems ve kamere ve yıldızlara teabbüd ederlerdi. Bir kısmı insanın vefatını müteakib müebbeden fena-pezir olacağını i’tikad ettikleri halde; bir takımları da adeta tenasühe kail idiler. Efrad-ı kabailden birisi vefat edince en ziyade sevdiği deve veya atlarından birisini mezarının baş ucuna bağlayarak biçare hayvanı açlıktan ölünceye kadar orada tevkıf ederlerdi. Çünkü bu suretle vefat eden şahıs gittiği alemde sevdiği matiyyeyi yine rükubuna müheyya bulmuş olacaktı… Arablar ekser mezarlıklarda bulunan ve hazin hazin bağıran bir nevi’ sahra baykuşlarını ervah-ı emvat olmak üzere telakkı ederlerdi. Taş veya ağaçtan i’mal ettikleri sanemlere – ki ma’budları temsil ederlerdi– ibadet ederlerdi. Hududlarda dolaşan kabailin din-i ibtidaileri ara sıra temasda bulundukları akvam-ı mücavirenin dinleriyle az çok karışık idi. Mesela kabilelerden bazılarının mu’tekadatı miyanında İran Roma Yunan ve Yahudi hurafelerine tesadüf olunabilirdi. Her şeyh kendi kabilesi efradıyla kölelerinin hayatına hakim-i mutlak idi. Bir i’tiyad-ı hilkat-şikenane bir adet-i vahşiyane fakır ailelere kız çocuklarını diri diri mezara defn etmek hakkını bahşetmişti. Harb ve cidal kabail ve efrad arasında umur-ı adiyye sırasına geçmişti. Bir tahkır şiddetli bir muamele katl ile nihayetlenirdi. Ceza-yı katl ise ya diyet veya yine katl olmak meşrut idi. Kana kanla mukabele etmek adet-i vahşiyyesi; büyük bir kanun gibi muhafaza ediliyordu. Ahz-ı intikam en mukaddes vezaifden ma’dud idi. Kaçırılmış bir kız çalınmış bir köle bir cariye bir at bir deve diyeti verilmemiş bir katl bir kan da’vası iki kabile arasında senelerce imtidad eden harb ve cidale sebeb ve her iki tarafın da badi-i mahvı olurdu. İki kabile arasında zuhur eden bu nevi’ bir cidale bazen müttefik kabileler de karışır ve bu suretle bütün Arabistan baştan başa kan deryasına dönerdi. Maamafih kabail efradının bir çok hususda ibraz ettikleri vezaif-i insaniyye ve fezail-i aliyye insanı hayrette bırakacak derecede ulvi idi. Mesela misafirperverlikte inanılmayacak kadar lutufkar bulunurlardı. En müdhiş bir düşman bile bir kerre elini kabile kadınlarından birinin eteğine temas ettirir veya kabileye aid bir çadırın ipini tutmaya muvaffak olursa artık kendisini her türlü tehlikeden masun görebilirdi. Düşman-ı hayatı hasm-ı hayatı olan kabile arasında ferih ve fahur gezer dolaşırdı. Çünkü kabilenin namusuna iltica etmişti. Kabile efradından herkes bu düşmanı –kendi yurtlarında bulunduğu müddetce– muhafaza ve sıyanet etmeye mecbur idi. Arablar cesur merd sahi kahraman ve belagat ve fesahatin şiir ve musikınin meftun-ı ezelisi idiler. Bu sebebe mebnidir ki Arablar edebiyata pek ziyade rağbet göstermişlerdir. Büyük mümtaz şairlerin asarını hafızalarına nakş ederler ve bu suretle bu kıymetdar parçalar neslen ba’de neslin ahlafa gibi kadim Arabların da; eyyam-ı mahsusada şiir ve fesahat müsabakaları vardı. Fesahat ve belağatıyla iştihar edenler mecma’-ı şuarada haiz-i tefevvuk olanlar mensub oldukları kabail için ilelebed medar-ı mefharet olurlardı. Samiinin en ziyade nazar-ı takdir ve istihsanını celb eden manzumeler levhalara yazılarak cüdran-ı Ka’be’ye ta’lik olunurlardı. Zaman-ı cehalette bile Arablar; Ka’be-i Muazzama’ya karşı derin bir hiss-i hürmet perverde ederler ve eyyam-ı muayyenede fevc fevc ziyaretine koşarlardı. İşte bu sayededir ki cüdran-ı Ka’be’ye ta’lik edilmek şerefini ihraz eden asar-ı aliyye züvvar tarafından zabt olunarak Arabistan’ın en uzak köşelerine kadar götürülür oralarda neşr edilirdi. Muhalledat-ı mezkure tarihde Muallekat-ı Seb’a namıyla meşhurdur. Bir kavmin asar-ı edebiyyesi hissiyat i’tiyadat mu’tekadatının mürtesim bir tablosudur. Muallekat’ta dahi hayatı bedeviyanenin en az mahsus renglerine kadar tersim edilmiş olduğunu görüyoruz. Muallekat’ta hamasiyate aşk ve feler vardır. Mesela şair-i sahra-nevred; bir zamanlar ma’şukasıyla en mes’ud telakılerine hacle-gah olan çadırı vaktiyle abadan ve meşhun-ı saadet olan ikametgah-ı cananın yıkık harabelerini ziyaretle oralarda geçirmiş olduğu avan-ı mes’udeyi der-hatır ederek müteessir oluyor ıztırabat-ı ruhiyyesini alam-ı kalbiyyesini hüzn-engiz bir ifade ile tasvire çalışıyor manzumesine iftah [iftitah] ediyor. Şu tarz hayat-ı bedeviyane içinde yaşayan bir kavmin ruhunu titretecek kalbini inletecek bir te’sir-i hüzn-engiz hasıl ettirmek için en muvafık bir üslub-ı bedi’dir. Daha sonra şair sevgili devesinin ve rah ş-ı nazar-rübasının hal-i sulh ve harbde uzun seyahatlerde refik-i canı olan bu iki yoldaşın evsaf ve mezaya-yı ber-güzidelerini ta’dada başlıyor. usul ta’kıb edilmiştir. Muallakalar bir dram sahnesinin son perdesinde huzzara arz olunan müzeyyen bir tablo gibi muhteşem dil-rüba bir tasvir ile hitam-pezir oluyor. Toprakla pek munis olan bedeviler şiirlerinde daima feyafi-i bi-payanlarına aid menazır hayat-ı hususiye-i aşk-aludlarına dair levhalar görmek isterlerdi. Kendilerini en ziyade tehyic eden mevzu’ samimi bir sergüzeşt-i garam-aludu saf ve ibtidai bir levha-i aşkı musavvir şiirler manzumeler idi. Büyük şairlerin tarihçe-i hayatı mensub oldukları kabilelerin tarihi demekti. Kahramanlar şairler işte bir kabilenin tarihçe-i hayatı!... aynı zamanda kabilesinin en meşhur kahramanı idi. Bıraktığı la-yemut Muallaka’sıyla deha-yı edebisini göstermiştir. Kahraman-ı sahra-nevred şair-i muharib Muallaka’sında aşk ve ibtilalarını muharebelerini bedbahtlıklarını visal anlarını iftirak demlerini kendisine has bir üslub-ı bedi’ ile tasvir eylemiştir. daşlar burada durunuz sevgilimin hatıratını bu kum tepeleri arasında bulunan ikametgahının asar-ı mütebakiyyesini yad ederek ağlayalım. “Burada telakı eden şimal ve cenub ruzgarlarının kaldırdığı kasırgalar bile bu sevimli menzilin ikametgah-ı cananın son izlerini tamamıyla silememiştir. Refiklerim ıztırabat-ı kalbiyyemden müteessir olarak semend-i saba-reftarlarını tevkıf ve bana sabır ve tahammül tavsiye ediyorlar. “Efsus şimdi benim için yegane çare-i teselli buraları göz yaşlarımla sulamaktadır. Fakat göz yaşlarım öte beri dağılmış asara hayat-bahş olarak şu ıssız mahalleri acaba şenlendirebilecek mi? “Heyhat….” mealini musavvir olan ebyat-ı atiyye ile başlıyor: ………………………………………… Bedeviler fıtratın bu sahra-nevred şairleri şegaf-alud bir hayat-ı raiyanede fevkalade mütelezziz olurlardı. Kahramanlarının şairlerinin sergüzeşt-i hayatları da şiirleri kadar hazin o nisbette meşhun-ı garamdır. Arabistan’ın nüfus-ı umumisi hiçbir zaman vüs’atiyle mütenasib olacak bir dereceye çıkmamıştır. Fil-hakıka bipayan çöller menabiin fıkdan veya bu’diyeti kayalar lavlardan mükevven sıralar kumlar muttasıl toprağı kemiren ve hiçbir şey iade etmeyen hayat-ı raiyane geçdiği yerlerin mahkum-ı akamet olmasına badi olan hayme-nişinlik hırman-ı ziraat ve felahat nesli mahv eden esasından kurutan muharebat-ı mütevaliyye bunların kaffesi Arabistan ahalisinin adem-i tekessürleri esbabını ihzar ediyorlardı. Arabistan ser-ta-ser bir herc ü merc-i dahili içinde kıvranıyor pek nadir görülebiliyordu. Az bir müddet sonra bütün cihanı istila edebilecek kadar azamet ve şevket izhar etmiş olan Arabların adedi o vakitler ancak iki üç milyon kadar tahmin edilebilir. Arabların en mütemeddini Kureyş Kabilesi idi. Maamafih bunlar da hayat-ı bedeviyaneden büsbütün kurtulamamışlardı. Kuvvet ve nüfuzları haysiyet ve asaletleri ve bilhassa Mekke-i Mükerreme’de ikamet etmeleri icabatı olarak akvam-ı mücavirenin hürmet ve meveddetine mazhar idiler. Ka’be-i Muazzama’nın muhafız ve hadimi olmak o vakitlerde dahi en büyük bir şeref addolunuyorlardı. Ekser-i kabail gibi Mekke ahalisi de bir nevi’ zadegan cumhuriyeti tarzında idare olunuyorlardı. Her aile reisi asalet an’anat ve serveti nisbetinde idarei umurda az çok sahib-i re’y addolunurdu. Arablar meftun-ı hürriyet taam ve libasında sade nebil ve necib misafirferver şen zeki fatin titiz mağrur bir kavimdi. Arabistan’da hüküm-ferma olan kanun ise aşk ve intikam esasları üzerine müesses idi. Bunlar ekseriya derece-i hakk-ı hürriyetiyle beraber hukuk-ı şahsiyyenin de dest-i galibe hakaretin cevazı gibi i’tiyadat an’anat-ı kadimeden ma’dud boğuşuyor birbirlerini boğazlamaktan zevk-yab oluyorlardı. Bütün Arabistan cehalet ve anarşi kabusları altında eziliyor boğuluyordu. Arabların dinine gelince bunlar umumiyetle sanem-perest aleyhime’s-selama merbut olanlar da vardı. Putlar ın ekserisi insan şekil ve kıyafetinde olarak taştan kabilelerin putlar ı arslan veya sair hayvan suretinde de olduğu vardı. Başlıca kabail putlar ını Ka’be’ye vaz’ ederlerdi. Lat Menat Naile İsafe… en meşhur putlar ın isimleridir. Mekke-i Mükerreme İslamlar tarafından feth edildiği zaman derun-ı Ka’be’de üç yüz altmış kadar sanem bulunmuştu. Bunlar kurşunlarla ayaklarından mevzu’ bulundukları taşlara rabt edilmişlerdi. Tabii o vakit hepsi de hak-yeksan edildi. Maamafih mütefekkirin-i A’rabdan bazıları sanem-perestliği takbih ve bir Allah’ın vücuduna kani’ ve mu’tekid yalnız bu kadarını hıfz edebilmişlerdi. Bi’set-i Nebevi’den akdem Kus bin Saide Suku’lUkaz’da suretiyle iftitah ettiği hutbe-i meşhuresinde cümleleriyle bu hakıkati i’lan ve i’tiraf etmişti. Kus bin Saide bu hutbe-i beligayı irad ederken Cenab-ı Risalet-penah dahi samiin miyanında bulunuyorlardı. Kuss’un bu hutbesi pür-hikmet ecell-i asardandır. Cihan-ı vahşet içinde parıldayan bu gibi nadir zekalar harika-i mehbit-i ilham olmuşlardır. Devr-i cehaletin natıka-perdaz-ı şehiri hikemiyat-ı aliyye miştir: Altıncı asr-ı miladinin nihayetlerine doğru Arabistan tasvir edilen manzarayı arz ediyordu. Arabistan’la hem-hudud olan iki büyük hükumet ise ümera ve hanedan-ı saltanat efradının birer silsile-i şenaat teşkil eden harekat-ı sefilaneleri ile müdhiş bir uçuruma doğru sürükleniyorlardı. Her iki hükumet de zahirde pür-ihtişam ve azamet idiler hükümdarların sarayları kaşaneleri zib ü zinete müstağrak; maiyyetlerinin debdebeleri dastan-ı alem olmuştu. Fakat bu iki hükumet de batınen çürümüş teaffün etmişti. Ahali cehalet ve bar-ı istibdad altında ezilmiş teverrüm etmişti. Gizli mikroplar her iki imparatorluğun da bünyad-ı esasilerini kemirmiş kof bir hale getirmişti. Memleketler erbab-ı i’tisafın şenaat ve denaetleri seyyiesi olarak harabe-zara dönmüş ahali; bar-ı mezalim ve ihtiyac altında ezilmiş mahv olmuştu.. facia-nümasıyla kıvrandığı bu esnalarda idi ki o vakte kadar cihan-ı medeniyyete mechul kalmış olan Arabistan’ın sine-i saf ve bakirinden bir nur-ı semavi bir lem’a-i cihan-tab şerare-nisar-ı teali olmaya kainatı nurlara nur-ı irfan ve adalete gark etmeye başladı. Midilli İ’dadisi Müdiri Şimdi ser-levha-i mevzuumuz olan cümle-i sualiyyeyi tekrar edelim! “Fesad-ı ictimai bize nereden varid oldu?” Bu bahs asidir cidden eğer ta neb’a-i ulasına kadar suud etmek ister isek! Ba-an ki bu mahal o derecelerde tahlilin yeri de değildir! Lakin sadedinde bulunduğumuz mevzuun iktiza eylediği en karib sebebine vasıl olmak ister isek o zaman mes’ele kesb-i suhulet eder. Cevabımızı iki kelime ile bil-icmal diyebiliriz ki: “Fesad-ı ictimaimize sebeb hassaten usul-i ta’limdir!” Ve ileyke’l-beyan! Edna teemmül ile meşhudumuz olur ki içimizden ıslah-ı ümmet vazifesini nefislerine intihal edenlerin bugün en mühim medar-ı iştigalleri ma-beyne’l-müslimin münteşir olan bid’atler ile ezhan-ı avamı hakaik-ı rahineden ib’ad eden hurafattır! Bu zatlar bütün hübutumuzu bütün teehhuratımızı şeklen muhtelif ve fakat netice i’tibarıyla yekdiğerinin külliyen aynı olup bin türlü kazaya ile döndürüp dolaştırıp yine o iki sebebe irca’ ediyorlar. Evvela: Biz teslim etmeyiz ki o bid’atler ile o hurafat bünyan-ı ictimaimizde kamin olan zevat-ı bid’atler ile o hurafat zevat-ı ilel değil zevat-ı ilel olan emraz-ı uhranın a’raz-ı taliyyesidir. Menşe’leri olan zevat-ı emrazı öğrenmez isek temeni-i şifa ile ihtiyar eyleyeceğimiz ta’b ü meşakketler kaffeten bi-sud olur; idrac-ı riyaha peyrev olarak vadi-i hüsranda karar eder. Nitekim usulü terk ile füru’ şeklinde yazılmıştır. semeratı da aynen metaib ve meşak olur; hırman ve nedametten başka hiçbir eser bırakmaz… Saniyen: Biz kabul etmeyiz ki bais-i hübut ve teehhuratımız o bid’atler ile o hurafattır. Kat’a! Zira zarureten müsellem olan bir hakıkattir ki el-yevm bide’at-ı diniyye ile hurafat-ı mezhebiyye yalnız bizim aramızda değil diğer ümmetler mabeynlerinde dahi bizdeki kuvvet ve şiddetiyle cay-gir ve mütehakkimdir. Hatta ümem-i alemin ekseri ki “putperest”dirler tabi’ oldukları diyanat da –bide’at ve hurafat– namlarıyla taksim-i şuabat ve tefrik-ı mezahibe mahal de yoktur. Zira “diyanat-ı veseniyye” ma’lum olduğu üzere aslen ve fer’an butlan-ı mahz üzerine müessesdir. Eğer bide’at-ı diniyye ile hurafat-ı mezhebiyye nev’-i insani Japonların saha-i medeniyyette bir karış bile takaddüm etmemeleri ber-akis olacağını söyleyelim?. Salisen: Biz bu hususda avam-ı halka asla levm etmeyiz. Belki olanca levmimizi havass-ı ümmet üzerine tevcih eyleriz. Zira o bid’atler ile o hurafatın madde-i tekvini cürsume-i nası bil-ıdlal “Kasarya” o vartalara ilka edenler yine o havass-ı ümmettir. Delil mi lazım? Avam-ı halkın bais-i dalaletleri olan bide’at ve hurafat neden ibaret ise onları bize yegan yegan serd ü ityan ediniz. Biz de size vahiden ba’de vahidin irae ve isbat edelim ki onların hey’et-i mecmuası havass-ı ümmetin avam-ı halk üzerine asar-ı ifazatıdır. Bize der iseniz ki: Görüyor musun? Ki kulub-ı avam serapa müstağrak-ı dalal! Zihin ve fikirlerinde i’tikad-ı haktan eser yok! Kendisinde az çok eser-i salah müşahede ettikleri her şahsın derhal velayetine kail oluyorlar. Saadet-i dünya ve ukbayı onun husul-i rızasına vabeste bilirler. O kadar da değil bazı na-hudaları ta mertebe-i uluhiyete ıs’ad ederek: Cenab-ı Hak’dan başkasına nisbeti sahih olmayan havl ve kuvveti o yenabi’-i cehle isnaddan çekinmiyorlar. Hakıkat-i diyaneti mikdar-ı akıllarına mertebe-i idraklerine göre te’vil ettiler. Nefs-i dinin ne usulüne ne de furuuna kat’an münasebeti olmayan mu’tekadat-ı batılayı havl-i dine re’y-i zatileriyle idhal eylediler. Ona mukabil nefs-i dinin anasır-ı kerimesinden olan ahkam-ı sahihadan bir çoğunu da yine kendi re’yleriyle daire-i din haricine çıkardılar… Bu haller nedir? Biz de size deriz ki: Bütün bu ahvale sebeb başka kimse değil ancak havass-ı ümmettir! Zira nefs-i dinin mukteziyat-ı asliyyesinden tebaüdle makabir-i emvat üzerine “müzeyyen mutantan” türbeler lahidler inşasına bed’ edenler la-şek avam-ı halk değil avam-ı halkın pişvası olan havass-ı ümmet idi. O türbeler o lahidler kubbelerini semt-i semaya doğru “zira’ zira’” ref’ ve i’la eyleyenler de la-cerem yine o havass-ı ümmet idi. O havass-ı ümmet değil mi idi ki cevami’ ve mesacidi zeharif-i bi-sud ile imla ettiler; onları ibadetgahdan ziyade padişahan saraylarına benzettiler?.. O havass-ı ümmet değil mi idi ki derun ve birunlarında madame’d-dehr ibka-yı zeharif ve idame-i müzeyyenat için o cevami’ ve mesacid namlarına emval-i taile ve emlak-i binihaye vakf eylediler?.. Din namına bir takım merasim ve ihtifalat vaz’ edenler o havass-ı ümmet değil midir? Avam-ı halkı hatta kendi nefislerini o gibi zevahir-i bi-meal arkasına düşürerek nası hakıkat-i dine irşad emr-i mühimmini külliyen hecr ve ihmal eyleyenler yine o havass-ı ümmet değil midir? Görürüz ki nas: Hutaba-yı cevamiin vaizin-i mesacidin cehillerinden adem-i liyakatlerinden mel’-i lisan ile şikayet ederler; haklarında lisana getirmedik ta’n u teşni’ bırakmazlar. Lakin düşünmüyorlar veyahud düşünemiyorlar ki bu halin mes’uliyeti kimlere raci’dir. Kimlere raci’dir? La-şekk havass-ı ümmete! Yine o havass-ı ümmet değil midir ki cevami’ ve mesacidde müzehheb kubbeler münakkaş duvarlar vücuda getirmek; havl ü harimlerini –altın gümüş– kandiller şam’danlar altınlar sarf ettiler; vaizin ile hutabaya gelince: Onlara karşı mücessem buhl müşekkel imsak kesilerek echel-i halkullahın ve hatta güruh-ı sailinin bile el-haletü hazihi razi olamayacakları mertebede revatib-i hasise tahsis eylediler? Hakıkat-i dini böylece hilaf-ı mevzuuna kalb ederek: Onu ber-hayat olanların ruh-ı dine irşadları için zi-iktidar mürşidler sahib-i kemal vaizler ta’yinine bedel: Menahil-i ecsad-ı müteheddime ve medafin-i izam-ı remimeden başka bir şey olmayan “makabir-i emvat” üzerine kasırlar inşası kubbeler i’lası şeklinde irae eyleyenler bu ümmetin havassı değil de kimler idi? Kimler idi avam-ı halka “ihanet-i din ihtikar-ı vatan” ta’lim eden? Kimler idi onlara “israf u teref meyl-i zevahir” ta’lim eden? Kimler idi onlara “taklid-i a’ma te’lih-i ecanib” ta’lim eden? Bin-netice kimler idi onlara “züll ü istikane”ye karşı “ruzuh ve istislam” ta’lim eden? Bütün bu mühlikat-ı avatıfı bütün bu hasisat-ı şeairi ve bi’l-icmal bütün bu mudıllat-ı kulubü avam-ı halka bil-fiil ve bi’l-kuvve ta’lim edenler bu ümmetin havassı değil de kimler idi? Allah Allah: Nedir bu cübn-i edebi? Nedir bu kalb-i nizam-ı hayat? Fesad-ı şarkı havass-ı ümmeti bırakıp da avam-ı halka hangi hüccet ile nisbet edelim? Roma saltanatını o kadar haşmeti o kadar azametiyle daire-i vücuddan şevketi o kadar daratıyla adem-abada gönderen; zevat-ı şan daha nice devletler suruhunu “kişver ve leşker tac ü tahtlarıyla” zir-i hake geçiren o ümmetlerin havassı değil de kimler idi? Biz şübhesiz düşman-ı ilm değiliz. Neşr-i maarif ve tenvir-i ezhan için havass-ı ümmet beyninde el-yevm meşhudumuz olan hareket-i umumiyyeye muaraza meyli de yevmen mine’l-eyyam hatırımızdan geçmez. Lakin levme-i laimden kat’an tehaşi etmeyerek o ciheti de beyandan geri durmayız ki: Bir veche-i ma’kule ta’kıb etmeyen ale’l-husus hikmet ve reviyetle idare edilmeyen her bir hareket mahz-ı hatardır! Hin-i ihtiyarında ne kadar müstahsen görünür ise görünsün müstakbel eyyamda en azim zararlara müeddi olmak; o hareket için emr-i mukarrerdir. Tezyid-i mesacid i’mar-ı makabir ref’-i kubab müsabakalarının beyne’l-havas hadde’l-gayeye vasıl olduğu ve o müsabakalar uğurunda emval-i ağniya kanatir-i mukantara vass-ı ümmetin karşısına çıkıp da bu yoldaki harekatın vech-i ma’kulü olmadığını söylesin; o makule tasarrufatın hikmet ve reviyyetle vechen mine’l-vücuh münasebeti bulunmadığını emval teberruuyla o derecelerde müzeyyen mualla mescidler kubbeler vücuda getiren mermer lahidler mutantan merkadler istihzar eden o havass-ı ümmete diyebilir idi ki: “Siz bu mebani ile bu müzeyyenatı leyse illa avam-ı halkı işrak-ı bide’ata düşürmek için vücuda getiriyorsunuz! Emvalinizi hakayık-ı diniyyeyi ibadat-ı suveriyyeye tahvil haller aynen vakı’ olmuş idi! Onlar da ma’bedlerinin cemali müzeyyenatına firifte olarak cemal-i akıdeden i’raz ettiler. Envar-ı heyakile müncezib olarak nur-ı imandan yüz çevirdiler! Şeair-i din o ümmetler beyninde ihtifalat-ı velaim şeklini aldı. Maabiddeki ictima’ları ziyafet mahallerindeki tecemmu’larının şebihi değil aynı oldu. Gözler: Sücuf-ı menafiz nakş-ı divar temaşasıyla mültehi; fikirler: Rasayi’-i mihrab zinet-i menabir teemmülatıyla pür-şath u pür-veleh!.. Lakin düşünmediler ki o gibi ictimaat-ı diniyyeden maksud: Melahi-i bi-sud ile alayiş-i serab-reng ile işgal-i fikr ü nazar değil: Aklı mülhiyat-ı alem-i maddiden tecrid nefsi temayülat-ı mazhar-ı tiniden tasfiye ve tahlis ederek: Ruhu o ictima’-mündemic cenahları üzerinde bargah-ı kudse isal eylemektir. Ta ki dest-i tecerrüd ve ubudiyet-i halisa ile damen-i rahm-ı cihan-aferine sarılarak: Bunca bedayiin “celalen ve cemalen” mübdii bunca ekvanın “ittikanen ve ahkamen” bari ve sanii olan Halık-ı zi-şanın mazhar-ı teşrifi olsun da mehbitin nev’-i beşere avdet ettiği zaman o nur-ı Sübhani ile avdet eylesin ki hamilini mücahedatında mazhar-ı sebat eder tarik-ı azminde muin ve yaveri olur; fiten-i dünyadan sıyanet şürur-ı enfüs ü afaktan hıfz u hıraset eyler. Sadegi-i din nasiri o nur-ı Sübhani de zahiri olarak: Bu kısım hayattaki vezaifini taharet-i zamire rıza-yı Hak dairelerinde tiyle “mahall-i erfa’”daki alem-i mahsusuna kalb-i selim ile mutmainnen uruc etsin. Kendisi için canib-i Hak’dan i’dad edilen mertebe-i aliyye ve samiyye ile cinan-ı feyz-i ilahiye dahil olsun” Evet kim cesaret edip de: Şeref-i dünya ve saadet-i ukbayı “tersi’-i menabir nakş-ı cidar” gibi alayiş-i nazarfiribde arayan öyle bir zehab-ı batıl uğurunda bezl-i nukud ve israf-ı emval için yekdiğeriyle müsabakaya girişen o efahim-i havassa karşı bu hakıkatleri der-miyan edebilirdi? Kim diyebilirdi ki bu harekatınız temhid-i mukaddematı bi’l-fesaddır? Kim diyebilirdi ki bu harekatınız mesacid-i lah-ı Zü’l-celal’in hulus-ı kalb ve iman-ı halis ile mani’-i zikri olur? Bil-icmal kim cür’et edip de o eazım-ı havassa gayben veya mahzaran diyebilirdi ki: Bil-cümle bu harekat ile bu tasarrufat onları suret-i sarihada nehy eden ehadis-i Resulullah’a karşı tuğyandır; hükm-i Kur’an’a hakıkat-i imana karşı bağy ü isyandır. La-semehallah o mütecasiri derhal “zındık ve ilhad” ile Mesacid-i ilahide mani’-i zikrullah olmak isteyen zalimindendir; sözleri ehadis-i Resulullah’a karşı tuğyan hükm-i Kur’an’a hakıkat-i imana karşı bağy ü isyandır diyerek: Rişte-i hayatını ya değnek darbeleriyle kat’ ederler yahud büride-ser bünyan-ı vücudunu hak-i siyaha sererler. Bu emr-i meşru’ ! bu minval üzere tamam olduktan sonra: Cesedini makabir-i müslimine defn etmek caiz olup olmayacağında cevaz-ı şer’i bulunup bulunmadığını istifta için yekdiğerinden memlekette “a’lem-i fukaha” kim olduğunu sual eylerler bulunuyoruz. Görüyoruz ki havass-ı ümmet mektepler küşadı vatanın ta’lim-i evladı için yekdiğeriyle müsabakada! Bu keyfiyet nefsü’l-emrde şübhesiz bir hareket-i nebile ve meram-ı şerifedir. Erbab-ı akl ü insafdan bir ferd tasavvur olunamaz ki efkar-ı havass o hareket-i mukaddese ve muhteremeden sarf etmeyi hatırına getirsin; yahud nefs-i hareketi tabiatıyla akım bırakacak mevani’ ve müşkilat ihdasına teşebbüs eylesin. Lakin; evvelce de söylediğimiz üzere her bir hareket-i umumiyyenin bir veche-i ma’kuleye müteveccih olması iktiza eder! Eğer el-yevm meşhudumuz olan hareket-i umumiyyenin de raidi hikmet kaid ve saikı reviyyet-i sakıbe olarak bir veche-i ma’kuleye müteveccih bulunmaz ise netice elbette vahimdir. Bilad üzerine fitnesi eşedd-i fiten olur; ibad üzerine mihneti enfez-i mihan olur. Biz bu mütalaatı serd ediyoruz. Lakin zannolunmasın ki evvel ve ahirini düşünmeyerek serd ediyoruz. Bilakis yakınen ma’lumumuzdur bu mütalaatımızı garib bularak bir takım efkar bize doğru kemal-i unf u ruunetle teveccüh edecek eşi’a-i enzar olanca şiddetiyle üzerimizde terekküz eyleyecek!! Herkes kendi zamirinin sevk ettiği cihete zahib olabilir; onlar nasıl isterlerse öyle düşünebilirler. Bize gelince: Temhidat-ı vakıamız üzerine tekevvün eyleyecek kıl ü kallerden asla tehaşi etmeyiz! Zira emin ve mutmainiz ki mensubu bulunduğumuz ümmet-i mükerremeyi bi-hakkın infa’ eyleyecek bir “hakıkat-i kübra-yı umraniyye”yi takrirden başka hiçbir emele hadim değiliz. O hakıkat-ı kübra-yı umraniyyeyi ki bugün onu cehlen ve inaden bid’at addedenlerin yarın yine onu selamet-i ümmet için şir’a-i hassa ve i’la-yı şan-ı memleket değildir. Binaenaleyh yine ifademizi tekrar ile deriz ki: Mektepler küşadı ve vatanın ta’lim-i evladı zımnında el-yevm meşhudumuz olan hareket-i müsabakat-karane; dest-i hikmet ve licam-ı reviyyetle idare edilmez ise şerr-i şürura münkalib olur; a’zam-ı mehaliki intac eyler.!.. Delil ister iseniz işte size tafsil. Ankara İstinaf Reisi – – “Ebu Amr”dır. Server-i Alem efendimiz hazretleri kerime-i muhteremeleri Hazret-i Rukiyye’yi ve bunun irtihalinden sonra diğer kerimeleri Hazret-i Ümmügülsüm’ü tezvic buyurduklarından “Zi’n-nureyn” lakab-ı şerifleriyle yad olunmuşlardır. Neseb-i şerifleri Osman bin Affan bin Ebi’l-As bin Ümeyye bin Abdimenaf el-Kureşi el-Emevi’dir ki Abdimenaf Seyyidü’l-mürselin ve hatemü’n-nebiyyin efendimiz hazretlerinin dördüncü atasıdır. Valideleri Erva bin Kureyz bin Rebia bin Habib bin Abdişems olup büyük validesi Fahr-i kainat efendimizin ammesi bulunan Beyza binti Abdülmuttalib’dir. Am-ı filden altı sene sonra mehd-ara-yı alem-i vücud olup yar-ı gar-ı şefik-ı Hazret-i Ebabekir es-Sıddik radiyallahu anhin delalet ve irşadıyla İslam-ı ezelisini izhar etmişlerdir. Zat-ı sütude-sıfatları vücuh ve a’yan-ı Kureyş’den adab-ı hasene ve ahlak-ı müstahsene ile mevsuf mahbubü’l-kulub cud ve ata ile ma’ruf olup aşere-i mübeşşerenin üçüncüsü olduğu gibi makam-ı celil-i hilafete ehl-i şura tarafından intihab edilen ashab-ı kiramın dahi üçüncüsüdür. Menba’-ı ilm ü haya olan Cenab-ı Osman bin Affan radiyallahu anh din yolunda duçar-ı müşkilat olan ve iki kere felaket-i hicrete uğrayan mihnet-zedegandandır. Ammisi Hakem bin Ebi’l-As ile diğerleri tarafından görmüş olduğu renc ü ıztırabın hadd-i gayete varması ve inan-ı sabrı artık elden gitmesi üzerine ba’dema hakkında her ne suretle işkence vuku’ bulsa beyhude olacağı ve kendisi serden geçip Din-i Mübin-i Muhammedi’den vaz’ geçmeyeceğini ammisine suret-i kat’iyyede beyan eylemiş ve en sonra canib-i Risalet-penahi’den istihsal eyledikleri müsaade üzerine zevce-i muhteremeleri Hazret-i Rukiyye radiyallahu anhü[ha!] Kavm-i Kureyş’den gördükleri eza ve cefaya tahammül edemeyerek oraya hicreti ihtiyar eden ashab-ı güzin hazeratından bir takımıyla muahharan Medine-i Münevvere’ye gelerek esfar-ı mukaddese-i Nebeviyye’nin ekserinde hazır bulunmuşlardır. Servetlerinin kısm-ı küllisini fi sebilillah bezl ü feda etmiş olduklarından bu gibi hidemat-ı mebrureleri mahzuziyet-i cenab-ı Risalet-penahi’yi mucib olmuş ve haklarında ve misillü şerefli hadis-i şerifler sadır olarak kadr u şanları i’la buyurulmuştur. Ol sahibü’l-irfan hazretleri din ve Resul-i Kibriya yolunda cansiperane ifa-yı hizmet ederek gazada nezd-i Resulullah’dan ayrılmamak ve feda-yı can edinceye kadar sebat eylemek üzere daima ashab-ı kiram hazeratı ile akd-i mukavele eylerler idi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk’ın sadıklara sıdkıyla ve ahde vefalarıyla ukbada mükafat ihsan buyuracağı ayet-i celile ile tebşir buyuruldu. Mecma’-ı fazl [ü] irfan olan Hazret-i Osman bin Affan hanelerine vuku’ bulan da’vet üzerine Server-i Enbiya sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri ile Hazret-i Aliyyü’l-Murtaza radiyallahu anh hanelerini teşrif buyurdukları esnada Hazret-i Osman arkalarından ta’dad etmiş oldukları her hatve-i saadet ayet-i kerimesi nazil olmuştur. Bir aralık etrafdan Medine-i Münevvere’ye gelen muvahhidinin çoğalması üzerine Mescid-i Şerif-i Nebevi cemaati hadis-i şerifi sadır oldu. Müşarun-ileyh ol zaman dahi ibraz-ı measir-i hamiyyet ve diyanet ederek mescid-i şerifi kırk zira’ kadar tevsi’ eylediler ve onun için de ayet-i celilesi nüzul-bahş-ı rahmet olmuş idi. Hazret-i Osman bin Affan radiyallahu anh eytam ve fukaranın ve ashab-ı ibtila ve mihnet-keşanın muin ve müşfikı olup her vakit fukarayı ilbas ve it’am etmek ve dehrin her nevi’ sitem ü cefasına tahammül etmek ve kalbinde asla buğz hased ve kin bulundurmamak gibi bir takım hasail-i cemile ve celileyi cami’ idiler. Gece ibadete kalktıklarında hademeden kimseyi hizmetlerine kabul etmez ve sebebini sual edenlere hayır hayır gece onlarındır istirahat etsinler derler idi. Leylen sabaha kadar Kur’an -ı azimü’ş-şanı hatm ederler idi. Ol cami’u’l- Kur’an hazretleri huffaz-ı kurradan olup Kur’ an-ı Kerim’i bi-tarikı’l-arz Server-i alem efendimiz hazretlerinden ahz u telakkı etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’in cümlesini hıfz edenlere şimdi hafız denildiği gibi o zamanlar da kurra denilir idi. Bazı ashab-ı kiram vakt-i saadette Kur’an-ı Kerim’i deriler tahtalar kemikler üzerine yazarlar idi. İbni Mes’ud Ubey bin Ka’b Zeyd bin Sabit gibi tamamen Kur’an-ı Kerim’i yazıp cem’ edenler dahi var idi ve zaman-ı saadette pek çok kurra olup sair nasa ta’lim-i Kur’an ederler idi. Fakat içlerinden dördü İbni Mes’ud Ebu Huzeyfe’nin azadlısı Salim Ubey bin Ka’b Muaz bin Cebel radiyallahu anhüm hazeratı sairlerinden ziyade şöhret bulmuşlardı. İşte bu vechile Kur’anı Kerim zaman-ı Peygamberide tamamıyla hıfz edilmiş ve yazılmış idi. Fakat bir yere cem’ olunmamış idi. Hazret-i Ebubekir es-Sıddik radiyallahu anhin eyyam-ı hilafetinde vuku’ bulan Yemame muharebesinde huffaz-ı kurradan çoğunun şehid olmaları üzerine Kur’an-ı Kerim’in hep bir yere cem’i hususu Hazret-i Ömer radiyallahu anh tarafın dan huzur-ı halifeye arz olunmakla hazret-i halife bu hizmet-i mukaddesenin ifasını fukaha-yı ashabdan Ali bin Ebi Talib Zeyd bin Sabit hazretlerine emrettiler. Onlar da sair kurra-i ashabın ictimaıyla Kur’an’ı tamamıyla sahife sahife yazıp cem’ ederek Hazret-i Sıddik’a tevdi’ ettiler. Cenab-ı Sıddik radiyallahu anh irtihal edinceye kadar nezd-i alile rinde mahfuz kalıp sonra Ömer el-Faruk hazretlerine ve onun irtihalinde kendi kerimeleri ve zevcat-ı tahirat-ı hazret-i Risalet-penahi’den bulunan Hafsa radiyallahu anhaya bi’l-intikal mevki’-i ta’zimde mahfuz kalmış idi. Bu suhuf-ı şerifede sureler sırasıyla tertib olunmayıp her sure yalnız başına bir kitap idi. İbtida Huzeyfetü’bnü’l-Yeman radiyallahu anh hazretleri ma’rifetiyle feth olunan Irak ve Şam cihetlerinde tamam nüsha olarak Kur’an-ı Kerim olmadığından Kur’an -ı Azim’in suret-i edası hakkında ihtilaf ve münazaat vukua geliyordu. Keyfiyet Emirü’l-mü’minin Osman-ı Zi’n-nureyn radiyallahu anh hazretlerine arz ve ifade olundukta hazret-i halife dahi her yerde merci’ ve me’haz olmak üzere bir mushaf tertibini re’y edip Hazret-i Ali’yi ve sair ashab-ı kiramı cem’ ile bu re’yi onlara söyledi onlar da kabul eyledi. Onun üzerine Hazret-i Osman radiyallahu anh Hazret-i Hafsa nezdinde mahfuz olan suhuf-ı mutahharayı celb üzere Zeyd bin Sabit el-Ensari’yi me’mur buyurdu ve ona Abdullah bin Zübeyr ile Said bin el-As gibi zevatı terfik etti ve her semte gönderilmek üzere müteaddid mushaflar yazılmak lazım geldiğine mebni sonra diğer zevat dahi ilhak olundu ki Enes bin Malik ve Abdullah bin Abbas hazeratı dahi onlara dahil idi ve kuvvetü’z-zahr olmak üzere Ubey bin Ka’b hazretleri dahi bu cem’iyyete alınmış ve cümlesinin adedi on ikiye iblağ olunmuş idi. Bunlardan bazıları okuyup bazıları yazarak ifa-yı me’muriyyete sa’y ü ikdam ile müteaddid mushaflar vücuda getirdiler. Otuz sene-i hicriyyesinde Hazret-i Osman radiyallahu anh her semte birer Mushaf-ı Şerif gönderdi ve bir nüshasını da Medine-i Münevvere’de alıkoydular. Osman bin Affan radiyallahu anh hazretleri işbu hizmet-i mukaddeselerinden dolayı “Camiu’l- Kur’an” namıyla şöhret-şiar-ı afak oldular. Ebü’l-Esved ed-Düeli Ebu Meryem Zirr bin Hubeyş bin Habaşetü’l-Esedi Ebu Haşim el-Mugıre bin Şihab el-Mahzumi Ebu Abdurrahman Ubeydullah es-Sülemi gibi zevat-ı ali de kıraati sahib-i tercüme hazretlerinden ahz eylemişlerdir. Radiyallahu anh üm ecmain Osman bin Affan radiyallahu anhü’l-Mennan hazretleri on bir sene on bir ay yirmi iki gün icra-yı hilafetle otuz beşinci sene-i hicriyesi Zilhicce’sinin yirmi ikinci günü yaşında olduğu ve hane-i saadetlerinde Kur’an tilavetiyle meşgul bulunduğu halde rütbe-i şehadete nail olarak “Cennetü’l-Baki’” denmekle ma’ruf makbere-i şerifede defn-i hak-ı ıtır-nak edilmiştir. Radiyallahu anh . Hazret-i Huzeyfe radiyallahu anhın rivayetine göre Hazret-i Osman’ın kanı mushaf okurken ayet-i kerimesinin üzerine dökülmekle fitne kapısı açılmış değil belki fima ba’d kapanmayacak surette kırılmıştır. Cenab-ı Hak ümmet-i Muhammed’i masun buyursun. Fitne her şeyden fenadır. İnsanı hayvan haline getirir yapmadığı şeyleri yaptırır. Fitne bir seyl-i beladır bir kerre yol alırsa önüne gelenleri götürür. Lakin ona yol verenleri dahi bırakmayıp nihayet bir derin batağa yatırır. Fitneyi uyutmaya muktedir olanlar uyandırır ise şübhesiz te’siri ziyade olur ve ibtida uyandıranları duçar-ı felaket eder. Fitne uyumuş yılandır. Uyandırmaya gelmez. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri buyurmuştur ki fitne uykudadır onu uyandıranlara Allah la’net eylesin demek olur. Nüsha-i nefise-i hikmet olan Osman bin Affan radiyallahu anh ü’l-Mennan hazretlerinin kelimat-ı aliyatındandır: Allah için icra-yı ticaret ediniz ki temettu’ bulasınız. Vakt-i meserretinizde ehl-i hasedde hasıl olan gam size kafidir. Ubudiyet: Hudud-ı ilahiyyeyi muhafaza ahde vefa mevcuda rıza; mefkuda sabr eylemektir. Dünyaya verilen ehemmiyet kalbde badi-i zulmet ahiret için olan ehemmiyet ise kalbe bais-i ziya ve tenvirat olur. Me’mur-ı ma’zulün hediyesi bir me’mur-ı mansubun hediyesi gibidir yani ikisinin de kabulü emr-i gayr-i caizdir. Nasın hayırlısı Kitabu’llaha mütemessik olup nefsini muhafaza edendir. Nası necatta ve kendi nefsini helakta görmek müttekı şiarındandır. Kalbin havf ü reca; lisanın hamd ü sena; gözlerin haya ve büka üzere olması amal ve dır. Sahibini rah-ı ahiret zadına sevk etmeyen ömr-i tavil en beyhude şeylerdendir. Dünya kendisine zindan olan kimsenin rahatı kabirdir. Kalbleriniz gıll ü gıştan tahir olur ise Kelamullah’a asla doymazsınız. Müşarun-ileyh hazretleri kibar-ı tabiinden olup ism-i şerifleri Zalim bin Amr bin Süfyandır. Ed-Düeli bin Bekir bin Abdimenat bin Kinane kabilesinden [ olduğu münasebetle ed-Düeli nisbetiyle meşhur olmuştur. Bazı müverrihin Umran yahud Osman bir Ömer olduğunu rivayet etmekteler Ömer bin el-Hattab Osman bin Affan Ali bin Ebi Talib şeklinde yazılmıştır. Muaz bin Cebel Ebu Zer Abdullah bin Mes’ud Übey bin Ka’b Abdullah bin Abbas radiyallahu anhüm gibi eazım-ı ashabdan ahz-ı kıra’at eylediği ve kendisinden dahi Ebu Harb Yahya bin Ya’mer Abdullah bin Büreyde Said bin Abdurrahman Rugayş[?] gibi meşahir-i kurra’ ahz-ı kıra’at etmişlerdir. Zat-ı irfan-simatları kar-ı fukahadan meşahir-i şuaradan eşraf-ı Arabdan nahvin vazı’larından gayet hazır cevap akıl bir zat idiler. Kur’an-ı Kerim’i noktalayan müşarun-ileyh olduğu mervidir. Hicret-i celile-i Nebeviyye’nin ’uncu senesi yaşında olduğu halde Carif nam mahalde Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri “Abdullah” künyeleri “Ebu Abdurrahman”dır. Pederleri Hubeyb bin Rebia’dır. Cemal-i hurşid-misal-i cenab-ı peygamberiyi müşahede şerefine nail olmuştur. Zat-ı sütude-sıfatları ecille-i tabiinden ve eimme-i kurradandırlar. Kıraatı Osman bin Affan Ali bin Ebi Talib Huzeyfetü’l-Yeman Abdullah bin Mes’ud Zeyd bin Sabit Ubey bin Ka’b hazeratından bi-tarikı’l-arz ahz etmişlerdir. Hasen Hüseyin Asım Ata radiyallahu anhüm ve bunların gayri bir hayli zevat da kıraatı sahib-i tercüme hazretlerinden bi-tarikı’l-arz ahz eylemişlerdir. Zat-ı pür-berekatları alim [silik] kıraat ve hadisde imam ve mevsukü’l-kelim idiler. Hicret-i celile-i Nevebiyye aleyhi ekmelü’t-tahiyyenin veya’üncü senesi azm-i gülşen-saray-ı alem-i ukba buyurmuşlardır. Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri Zırr bin Hubeyş bin Hubaşetü’l-Esedi künyeleri Ebu Meryem’dir. Ömer bin el-Hattab Osman bin Affan Ali bin Ebi Talib Abdullah bin Mes’ud Abdurrahman bin Afv Ubey bin Ka’b Huzeyfe bin el-Yeman hazeratından ahz-ı kıra’at etmişlerdir. Meşahir-i kurradan İbrahim en-Nehai Asım bin Ebu’n-Necud Ali bin Sabit İsmail bin Ebi Halid Ebu İshak eş-Şeybani hazeratı da zat-ı ali-kadrlerinden ahz-ı kıra’at eylemişlerdir. Zat-ı sütude-simatları Kufe’den Fahr-i alem efendimiz hazretlerinin ashab-ı kiramını ziyaret kasdıyla Medine-i Münevvere’ye azimet eder iken Abdurrahman bin Avf ile Ubey bin Ka’b hazretlerine mülakı olduğunu söylüyor. Hicret-i celile-i Nebviyye’nin’inci senesi yaşında olduğu halde irtihal-i dar-ı cinan buyurmuşlardır. Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri Mugıre olup pederlerinin ismi Ebu Şihab Abdullah bin Amr bin el-Mugıre bin Rebia bin Amr bin Mahzum’dur. Bazı müverrihin şeklinde yazılmıştır. pederinin isim ve künyesinde ihtilaf etmişlerdir. Ez-cümle Ebu Ubeyd Kasım bin Selam Kitabü’l-Kıraat nam eserinde Mugıre bin Şihab sahib-i Osman bin Affan fi’l-kıra’a diye tahrir eylemiş ise de İmam-ı Cezeri bunu vehme nisbet ederek Mugıre bin Ebu Şihab olduğunu beyan ediyor. Cenab-ı Mugıre kıraati bi-tarikı’l-arz Osman bin Affan hazretlerinden ahz etmişlerdir. İmam Muhammed Cerir et-Taberi sahib-i tercüme hazretlerinin cenab-ı Osman bin Affan radiyallahu anhden ahz-ı kıraat eylediğini meşkuk gösteriyorsa da bir delile müstenid olmadığını İmam Cezeri Tabakat-ı Kurra’sında beyanla kıraatı bi-tarikı’l-arz Hazret-i Osman radiyallahu anhden ahz eylediğini isbat ediyor. İmam Zehebi müşarun-ileyhin Hazret-i Muaviye radiyallahu anhin zaman-ı hilafetinde Şam’da neşr-i kıra’at eylediğini ve en ziyade şöhreti tilmizi bulunan Abdullah bin Amir vasıtasıyla olduğunu rivayet ediyor. Bazılar Abdullah bin Amir’in bu zat-ı ali-kadrden ahz-ı kıra’at etmediğini iddia ediyorlarsa da esah olan kavl-i mu’temede bu zattan ahz u telakkı eylediğidir. Ol sahibü’l-kemalat hazretleri kıra’at-ı Kur’an’da ve neşr-i kıra’atta fevkalade sabur ve sabit-kadem olup Kur’an zevat zat-ı sütude-simatlarından ahz-ı kıra’at etmişlerdir. En meşhurları Abdullah bin Amir ile Rebi’ bin Tağlib’dir. Hicret-i celile-i Nebeviyye’nin’inci senesi yaşında olduğu halde alem-i ukbayı münevver etmiştir. Çengelköyü —Mezarlık; Meyhaneler– Mezarlık manzumesini tetebbu’ edeceğim. Ben bu manzumeyi Safahat’da okumadan evvel Akif’in dehan-ı inşadından samia-i hayretle dinlemiştim. O vakit kirpiklerimin ucuna haftalarca bir seng ve türab alemi bir mahşer-i mehib levhası asılı kalmıştı. Evet o vakit garib bir aks-ı sada samim-i sımahıma haftalarca samt-ı makabir tekellüm etmişti. Mezarlık ın inşadından birkaç sene sonra Safahat intişar etti. Dünyada herkes ve her şey öldüğü gibi bu şiirin hatıra-i kıra’ati de hafıza-hane-i dimağımda vefat etmişti. Manzumeyi okudukça mevcuda yetmek şiirin bir sene evvelki hatıra-i kıra’atının na’ş-ı esirisi üstüne adeta bir kefen-i adali-i nisyan gibi örtülen mevcudiyetimin mahv olduğunu parçalandığını hissettim. Bir hayat-ı uhrevi ile yaşayan bir mezar-ı ma’nevi oldum. Evet bir mezar-ı müteharrik gibi bir makber-i mahz gibi Akif’in Mezarlığı’nda hayat-ı saniyye kındayım. Hakk-ı sarihiniz var. Ben Mezarlığı tetebbu’ edecektim halbuki mütefevvih-i mübhemat oldum… Mezarlık manzumesi bana azamet ve ulviyet hissiyatı verir. Yunan kavm-i kadimlerinden “Pelaj”ların yapdıkları binalar o kadar metin imiş ki görenler birtakım ifritler “ Siklob ”lar dağlardan kayalar kopararak bu heyakil-i haileyi bina etmişler.. zehabını hasıl ederlermiş. naları kadar mehabetli parçalar gördüm; bu parçalar Akif’deki bellerinden kopardığı seng-i sermediler sahra-i müdhişlerdir. kaç dane kaya: Ey mezaristan nihan ka’rında yüz binlerce mah Fışkıran hak-i remiminden bütün nur-ı nigah! Nazeninler yal ü balinden nişan her bir kiyah…. Serviler Mevla’ya yükselmiş birer ber-ceste ah Hufreler Mevla’dan inmiş en emin bir hab-gah. Ey şebistan ey adem ey perde perde kibriya Sendedir ümmidler senden doğar fecr-i beka. Her hacer-paren okur bir şi’r-i lahuti-eda; Her neşiden ruhu eyler sermediyyet-aşina. Benden ey hak-i semavi bin selam olsun sana. Mehmed Akif’de “deskripsiyon”culuğunun meharet-i müfritesi adeta mevcudiyet-i edebiyyesinin sevk-i tabiisi yahud tabiat-ı şi’riyyesinin tabiat-ı saniyyesi şeklini almış. Manzumelerinin şi’r-i mahz olan yerleri bile deskripsiyon şekl-i kat’isinde değilse bile ekseriyetle tasvir-amizdir. Nitekim Mezarlık manzumesinin şiir olan şu kıt’sı resimdir: Bakma kabristanın ancak saha-i medhuşuna Dur da bir müddet kulak ver nale-i hamuşuna! Kalbi hiç benzer mi bak sima-yı heybet-puşuna? Kim kapılmışsa hayatın seyl-i cuşa-cuşuna Can atar bir gün gelir yorgun düşüp aguşuna! Bu kıt’ada mezarlık bir şahs-ı müdhiş bir insan-ı muzlim oluyor; çehresi çirkin ve haşin. Fakat kalbi gayet rakık. Hayat bir seyl-i beşer-i ber-endaz. O seylin cuşiş-i mevecatına katılıp yorulan binlerle has ü haşak-ı uzviye binlerle kadid-i münkesire mezarlık o müşfik mader-i muzlim sine-güşa-yı sıyanet. Bu levha bir harika-i tasvirdir. Akif’in ufk-ı edebiyyata manzume-i şemsiyye şa’şaalı birer küre-i kamer hediye eden bu manzumelerinin etrafında enfas-ı baride-i gayz u garaz cereyanları mevcud. Emin olsunlar eşhas-ı mütehevvire enfasıyla yed-i beşer masnuatı olan ziyalar söner. Enfas-ı tehevvürlerini son nefeslerine kadar sarf etseler meş’al-i meşiyyeti söndüremezler o enfas-ı baridenin cümudet-gahlarını Akif’in manzumelerindeki ziyayı müstesna bir istikamet-i aliyye ile yarıp geçdikçe tıbkı yüksek bulutları teşkil eden menşur şeklindeki buz parçalarından ziya-yı mahın hin-i cereyanında tahallül ederek halenin husule gelmesi gibi o şiirleri de dairen ma-dar bir halei cuşa-cuş-i şeref der-aguş eder durur. Zemin mezellet-perverdeleri asumanın meşail-i iclaline musallat olmamalıdırlar. Safahat’ın hafızamla yek-vücud olan’üncü sahifesindeki şu kıt’ayı okuyalım: Şanlı bir tarihsin mazi-i millet sendedir Varsa ibret sendedir hikmet de elbet sendedir; Devr-i istila durur yadında devlet sendedir! Çünkü hürriyyet hamaset sende gayret sendedir Zindegi zillettir artık bence izzet sendedir! Muhtevası mazi-i millet olduğu için Mezarlığı “tarih-i zişan” olarak şimdiye kadar hiçbir ferd-i mütefekkir tasavvur ve tasvir etmedi; Akif’in bu infiradı layık-ı tebrik. Varsa ibret sendedir…ilh. Mısraı fevka’t-tahammül ve fevka’t-tekellüm denecek kadar fena. Mezarlığın mevaiz-han-ı ibret ve hikmet olması adiyat-ı edebiyyedendir. Devr-i istila durur yadında devlet sendedir Bu mısra’da yükseklik ve derinlik var. Yükseklik var: Çünkü devr-i istila mezarlığın koynuna girmek suretiyle mezarlıkta “devlet” tasvir ediliyor. Mezarlık ise nisyan harabi harabe seng ü türab zıll ü zalam leyl ü mağrib odalarıyla lebriz bir mahşer-i mahuf olduğu için mezarlığı gören yalnız mezarlığı görür ve hiçbir zaman onda ihtişam-ı dünyevisiyle bir devlet-i maziyye kadidinin serilip yattığını göremez. Binaenaleyh mezarlıkta devlet görmek ali-nazarlıktır. Derinlik de var: Çünkü Akif mezarlığa hitab ederken “Devlet sinendedir hakindedir” filan gibi bir şey söylemiyor. Devr-i istila-yı devleti mezarlığın yadına sokuyor. Mezarlık gibi nisyanın hükumet-ferma olduğu zeval-i alem muhitlerine “hafıza” isnad etmek ve binaenaleyh hafıza-i hane-i makabirde bir devlet yaşatmak tarz-ı tefekkürde fevkaladeliktir. Safahat’ın şu kıt’asındaki bu bedia şayeste-i tahrir olmasaydı şayan-ı tebriktir derdim. Bir zeka-yı afif Safahat’a aid olan bir makale-i tekriminde “Mehmed Akif Bey’de kafiyeye aid sakatatın çokluğunu” vafi-i leng çoktur demezdim. Bütün Safahat’da mahdud birkaç kafiye sakatlığı Akif için çokdur derdim. Çünkü Akif kadar kavafisini müntehib nazımımız ya hiç yok ya pek çok az. Mesela “ Mezarlık ”ın hikaye kısmındaki kafiye lügatlerini tedkık edelim: Hayat–emvat Zindeganinin–saninin Pakinde–hakinde Samitini–meraretini Hayalimden–ben Ukde–asude Zemin ister– ahenin ister Çıkmıştım–adım Cihan–kabristan Yerine–birine Yemin–zemin Deniz–sessiz Lika-yı muhit–kibriya-yı muhit… ilh. Görülüyor ki Akif’in adeta kendi kariha-ı zadı olan bir lehce-i kavafi var ve kafiyelerinin ekseri mukayyed. Bu kadar muntazam bu kadar mukayyed kafiyelerin huzur-ı nagamat ve ahenginde “diyor” ve “yoktur” kafiyelerinin aheng-i na’ki şekliye aid bir hata-yı hail addedilemez. Atideki beyitler de Akif’in heykel-i hüviyetini teşkil eden birer seng-i semavidir. O serviler müteheyyic cemaat-i kübra Kesildi.. Her birisinden duyuldu aynı sada Makabir inledi taşlar birer lisan oldu. Kitabeler de o taşlarla hem-zeban oldu. Görünce zinde bütün mahşer-i heyulayı Mezara ruh veren nefh-i pak-i Mevla’yı Hayale daldım.. O füshat-saray-ı dura-dur Göründü dide-i medhuşe bir cihan-ı nüşur! Kefen be-duş-i beka bi-nihaye ecsadın O dehri hiçe sayan karvan-ı ecdadın Akın akın geçerek pişgah-ı izzette –Muhit-i havf ü recadan makam-ı hayrette– Kıyam-ı aczini seyr eyledim.. Ne dehşetmiş Sücud-ı hilkati görmek huzur-ı kudrette! Çocuk hayata o makber de mevte bir levha. Tezad-ı kudreti gör: Bak şu levh-i zi-ruha. Mezarlık manzumesinin Fatih Camii’nden sonra Akif’in Meyhane manzumesine geçiyorum. Midhat Cemal – Geçen hafta Pazar ve Pazartesi günleri ma’lumat verip mütalaat beyan etmeden evvel musab olan hemşehrilerimizi samimi ve şedid teessürlerimizle ta’ziyeye şitab ederiz. Cenab-ı Hak bu zavallı kardeşlerimizi diğer kaza ve belalardan esirgesin ve son zamanlarında cidden çok musibetlere uğramış olan ehl-i İslamı artık acısın da cümlesini her türlü afetlerden masun buyursun amin! Büyük yangınların ikisi İstanbul’un tam kalb-gahında müslüman mahallelerinde icra-yı tahribat etti üçüncüsü ise Yahudi mahallesi olan Balat’dan başlayarak yine İslam mahallelerine sirayet eyledi. İlk yangın Temmuz’un onuncu günü payitaht ahalisinin Mi’rac-ı Nebi bayramını tes’id etmek ve Temmuz şenliğini seyr eylemek için sokaklara dökülmüş Hürriyet Tepesi’ne sefer etmiş bir günde saat altı buçuğa doğru Uzunçarşı başından çıkıp pek şiddetli şimal ruzgarının te’siriyle serian Mercan’a Bayezid’e doğru uzadı; saat dokuz raddelerinde Bayezid Meydanı’nı sıçrayarak Şehzadebaşı’nda bir evi tutuşturdu. Buradan başlayan ikinci yangın bütün Şehzadebaşı Koska ve Aksaray’ı silip süpürerek Langa’ya deniz sahiline kadar ilerledi ve ta Pazartesi günün sabahına kadar on sekiz yirmi saat kadar devam etti. İki yangının saha-i tahribi büyük camilerden ve onlar sayesinde kurtulan birkaç hane ve dükkandan müteşekkil ufak adalar müstesna Haliç kenarından Marmara Denizi’ne ve Çarşı’dan Cerrahpaşa Camii’ne kadar imtidad eden ve İstanbul Yarımadası’nın la-ekall dörtte bir kısmından Koska civarında durup da etrafına bakındığı zaman ta denize kadar imtidad edip giden yıkık duvarlar çıplak bacalar kümelenmiş enkaz arasında kendisini Pompeyi gibi gökten yağan ateş altında mahv olmuş bir şehir harabesi içinde zannediyor. Bu iki büyük yangın sönüp de altı yedi saat mürur etmeden üçüncü Balat harikı parladı; bu da karanlık basıncaya kadar yedi sekiz saat devam etti ve Selimiye Tekfursarayı cihetlerine doğru tırmandı. Bu üç büyük yangının Darü’l-hilafe’ye dokundurduğu zarar ve ziyanın sahih bir surette hesabını yapmak henüz mümkün değilse de takribi gösterilebilir: Polis Müdiriyeti’nin resmi tahkıkatına göre birinci harikte ba’de’l-inkılab Erkan-ı Harbiye Dairesi ittihaz edilmiş olan Çiftesaraylar ile cami’i şerif hane fırın dükkan ve bir han yanmıştır. rın olmak üzere den ziyade dükkan ve bir çok mescidden başka cami’ ve medrese ve daire-i resmiyye karakol hamam ve birkaç tekke ve türbe ile bir ahır muhterik olmuştur. Balat yangınında Ranin’in istihbarına nazaran hane dükkan mektep ve havra yanmıştır. Şu mikdar cem’ edilecek olursa pek az bir fasıla ile tam otuz saat sürmüş olan korkunç yangından İstanbul’un zayiatı Erkan-ı Harbiye Dairesi Sarayı hane cami’-i şerif mesacidin mikdarı gayr-i muayyendir Yahudi ma’bedi kadar dükkan fırın ve sairedir. Lakin bazı gazeteler zayiatın mikdarını daha ziyade tahmin ederek muhterik olan mebaninin’den az olmadığını yazmaktadırlar. Harik hasaratı ebniye mikdarıyla değil baliğ oldukları kıymetleriyle takdir edilmek istenilirse şimdilik sigorta kumpanyalarının tahminlerden gayri ma’lumat bulunamaz. Mezkur kumpanyalar Mercan ve Koska hariklerinin mucib olduğu hasarı milyon lira kadar tahmin etmektedirler. Kumpanyaların kendi zararları ancak bin lira raddesinde hesab edildiğinden yanmış mebaninin ancak yüzde onu sigortalı demektir. Yangında nüfusca telefat; hamd olsun pek azdır. Bizce en beliğ lisan rakamların dili olduğundan zavallı İstanbul’umuzun başına çöken musibetin ağırlığını anlatmak için; baladaki nakıs istatistiki derc etmekten daha salim bir yol görmedik. Tumturaklı cümlelerle; müessir farz olunan hitablarla; kari’lerimize müracaatı bi-lüzum addediyoruz. Darü’lhilafe’nin azim bedbahtlığı göz önündedir; ekseriyet-i azimesi müslüman ocağı olan ve ancak yüzde onu kendilerini muhtemel felaketlere karşı taht-ı te’mine alabilmiş bulunan yedi bin ev yanmış kül olmuş; bunların çatısı altında barınan on binlerce İslam ailesi yurdsuz yuvasız bazıları aç ve çıplak kalmıştır. Bu acı hakıkat huzurunda bütün müslümanların birinci vazifeleri bu zavallı kardeşlerine uhuvvet-i diniyyenin kof bir lafdan ibaret olmadığını bil-fiil isbat etmektir. Bu anda hepimizin yapacağımız ancak bir iş var: Harik-zede kardeşlerimize mümkün olduğu kadar çok yardım etmek. Ondan sonra size ikinci bir vazife daha yükleniyor ki o da memleketimizde pek sık vukua gelen yangınların esbabını –ama öyle hayali ve sathi sebeblerini değil esbab-ı ciddiyye ve amikasını– araştırmak ve bunlara karşı ittihaz olunabilecek çare ve bunların mevcud olup olmadığını ve memleketimizin idaresini ellerine tevdi’ ettiğimiz me’murların bu hususda teseyyüb ve ihmalleri görülüp görülmediğini tedkık eylemektir. Bugün bütün kalb ve fikrimizi münhasıran lerimize muavenet olduğu için müstakil [müstakbel?] felaketlerden korunmak çarelerinin taharrisi bahsini bil-mecburiye ferdaya ta’lik ediyoruz. Risalemizi makineye verdiğimiz zaman Sultanhamamı civarında bir yangının daha zuhuru haberini kemal-i teessür ve teessüfle haber alıyoruz. Aman ya Rabbi acı kullarına! TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ağustos Altıncı Cild - Aded: MÜSLÜMANLIK’LA MEDENİYET Müslümanların Zimmilere Karşı Vecibeleri Allah aşkına söyleyiniz ki ismi anıldığı zaman padişahların kayserlerin serir-i saltanatı yerinden oynayacak kadar azim bir milletin güzide efradından biriyle diyanet-i resmiyyesinden haric adi sınıftan bir adamı kanun huzurunda bir tutacak kadar müsavat tarih-i beşeriyyetin hangi faslında görülmüştür? tın bu derecesi muhtelif milletler arasında şöyle dursun aynı ümmetin muhtelif tabakatı arasında bile ancak pek yakın bir zamandan beri teessüs edebilmiştir. Demek: Adalet-i hakıkiyye ancak millet-i İslamiyye’de görülmüştür. Eski akvam-ı mütemeddinede adaletin ismi var cismi yoktu. Uzviyetler ise payelerin lakabların ihtilafiyle tehallüf ederdi. Asıl millet-i hakime kendilerini idare eden rüesanın cenah-ı atıfetine sığınmış olarak yaşardı. Asr-ı hazır feylesoflarının te’sisi ile kurulmakta oldukları bugünkü müsavata gelince o uğrunda bu kadar canlar telef olan yeryüzü al kanlara boyanan Fransa İnkılab-ı Kebiri’nin meydana getirdiği bir neticedir. Meşhur Larous Muhitü’l-Maarif’inde “Roma’da aynı cinayetler canilerin haline mevkiine haysiyetine göre daima muhtelif suretlerle cezalandırılırdı” dedikten sonra bu zulmün müfredatını söylüyor. Nihayet Roma kanunundan Fransa’nın inkılabtan evvelki kanunlarına geçiyor. Onlarda da adalete muhalif bir çok cihetler göstererek nihayet şu sözleri söylüyor: “ kıyamı asalete yahud verasete tabi bütün elkabı mahveden hareket sayesinde bu Şimdi dünyanın feylesofları tarafından bütün saadet-i ictimaiyyenin sebeb-i yeganesi olduğu ileri sürülen bu müsavatın hem de yalnız kendi aralarında değil belki en büyük bir müslüman ile en hakır bir gayr-ı müslim arasında da cari olmak şartiyle teessüs ettiği tahakkuk eylerse müslümanlar dinleriyle iftihar etmekte haklı görülmez mi? Ya Rabbi! Biz şu i’tikaddayız ki adaletin bu derecesi mevzuat-ı beşeriyyeden olamaz on dört asır evvel gelen insanlar böyle bir kanun-ı adil vaz’ edemez. Bu ancak senin adalet-i ilahiyyendir. Ya Rabbi sen bize şeriattaki harikaları teemmül edecek bir basiret ver. Müslümanlık bize edyan-ı saire ashabına karşı hüsn-i muamelede bulunmakla emrediyor. Lakin bu muamele hiç bir zaman onlardan korkmak yahud bir menfaat ummak saikasiyle müdahene iğfal mahiyetinde olmayacaktır. Hayır hayır belki sırf niyet-i halisa üzerine mübteni olacaktır. Zaten onlardan birini çekiştirmek yahud hoşuna gitmeyecek surette anmak bizim için menhidir. Hele kendi dinlerinden olmayanlara karşı bir çok milletler tarafından yapılmış hatta bugün yapılmakta olduğu vechile mevhum bir adalet namı yahud dışı yaldızlı bir kanun perdesi altında gayrı müslimlerin emvalini müsadere etmek biz müslümanlara bir vech Zaten gerek Aleyhisselatüvesselam Efendimiz gerek Ashab-ı Kiram sair dinde bulunanlara karşı göstereceğimiz muamelat hakkında bize en büyük misalleri irae eylemişlerdir ki biz onlara imtisale mecburuz. Hazret-i Peygamber gayr-ı müslimlerin düğünlerinde bulunur meclislerinde oturur cenazelerini teşyi’ eder musab olanları ta’ziyeden geri durmaz elhasıl bir kanunla idare olunan bir muhitte yaşayan her cem’iyet için riayeti muktezi muamelat-ı ictimaiyyenin hiç birini onlardan diriğ etmezdi. Aleyhisselatüvesselam Efendimizin kendi mübarek emtiasını rehin bırakarak ehl-i kitabtan ödünç para aldığı mervidir. Peygamberimizin bu hareketi ashabından istikraz edemeyeceğini göstermez. Zira Resul-i Muhteremin uğrunda malını değil canını bile isteye isteye fedaya müştak olan ashab arasında gayet zenginler mevcud idi. Aleyhisselatüvesselam Efendimiz bu hareketleriyle mahza ümmete şu hakıkati öğretmek istiyordu ki: Şeriat müslümanlara aynı muhitte yaşadıkları bir takım halktan mahza başka dinde oldukları lerden pek alidir. Şu hal sarahaten gösteriyor ki bir müslüman kendi dininden olmayan bir memlekette tek başına yaşayabilir. O memleket ahalisinin başka bir dine tabi olması ona hiç zarar vermez. Hatta onlardan karı da alabilir. Nev’-i beşere karşı bu derecelerde hürmetkar davranmayı emreden hiç bir felsefe görülmemiştir. dar akvam varsa tarihleri mütalaa olunsun. Nazar insanların yine insanlara karşı reva gördüğü o kadar mezalime nunun asla hüküm süremeyeceği derhal zihne tebadür eder. O zaman Mütenebbi’nin: tarzındaki iddiası bir hakıkat-ı mahza kesilir. Evet insanların insanlara karşı gösterdikleri mezalime dair tarih bize o kadar fecialar naklediyor ki işidenlerin tüyleri ürperir; şenaatin o derecesi beşeri değil havyanı bile utandırır. Halbuki bu zulümlerin hepsi dine nusret maksadiyle Biz hiç bir din-i semavi tasavvur etmeyiz ki kendisine tabi olanları muhalif bulunanlara karşı bu kadar şiddetli davranmaya sevketsin. Meydandaki cinayetlerin kaffesini evvela erbab-ı edyanın dini yanlış anlamalarına saniyen de menafi’-i şahsiyyelerini te’min yahud hevesat-ı behimiyyelerini teskin maksadiyle ahkam-ı dini tahrif etmelerine atfederiz. Din namına irtikab olunan vahşetler o dereceye varmıştı ki insanlar beni nev’lerini kızgın ateşlere atıp yakarlar yahud yırtıcı hayvanlara parçalatırlar yahud iki ayağını muhtelif istikamete doğru koşan iki azgın atın kuyruğuna bağlarlar yahud derilerine kaynar katranlar ziftler dökerler yahud küllenmiş ateşler üzerine gererek günlerce pişirmek suretiyle yakarlar biçarelerin yağları eriyip etleri döküldükçe çıkardıkları feryada karşı zerre kadar merhamet göstermezler olunurdu da seyircilerin hiç birinde şefkat denilen his görülmez daha doğrusu gelip geçenler bu kanlı manzaralardan adeta bir zevk duyardı. Allah aşkına söyleyiniz! Müslümanların merhametle mürüvvetle hamiyetle dolu olan kalpleri hiç böyle –mahza başka dine tabidir diye– bir sürü ibadullahı işkencelerin en şedidi altında ezip bitiren şu merhametsiz şu gayz ve kin ile dolu yüreklerle kabil-i kıyas mıdır? Bütün dünyanın mukadderatına hakim oldukları karşılarında rakıb namına hiç bir millet hiç bir hükumet görmedikleri bir zamanda minarelerinin yanı başında kilise çanlarının gürültüsünü kemal-i asudegi ile işidecek bundan zerrece hiddetlenmeyecek kadar ali bir kalb müslümanlardan başka kimde görülebilmiştir?.. Şüphe yoktur ki isteselerdi müslümanlar da hürriyet-i edyana karşı Romalılar kadar şedid davranabilirlerdi. Müslüman ordusu kemal-i muzafferiyetle diğer bir milletin memleketine girer girmez ilk işi o memleketin ahalisine dinlerinin adetlerinin her türlü tearruzdan masun kalacağını ma’bedlerine asla dokunulmayacağını te’minden ibaret olurdu. O memleketin himayesini müdafaasını teahhüd ederler; dini ne kadar ayinleri milli ne kadar adetleri varsa kemal-i hürriyetle tatbikine müsaadede bulunurlardı. Bu müsaadat mutabaattan ileri geliyordu. Şarkı Roma İmparatorluğu ile kadim İran Şehinşahlığı boyundurukları altında ezilen akvamın hayat-ı ictimaiyyeleri yıpranmış şahsiyetleri birkaç deni müstebiddin baziçe-i ihtirası olmuştu. Teba’anın; malı canı ırz ve namusu ve’l-hasıl her şeyi hükümdarların veya onların kuvve-i icraiyyeleri makamında bulunan bir takım eşhas-ı sefilenin kanlı pençelerinde birer oyuncak halinde idi. Cehalet bütün kuvvet ve şiddetiyle dimağları uyutmuş kudret-i fikriyyeyi mahv etmiş halkın ma’neviyatını esasından sarsmıştı. Ahali miyanında ne olduğunu ne olacağını nereye gittiğini niçin yaşadığını bilen bilmek isteyen hemen hiç kimse yok gibiydi herkes memleketi hükümdarın malikanesi kendilerini de her türlü hukuktan mahrum birer köle gibi biliyorlardı. Bu hal fikirlerde –tevali-i sinin ile– o derece rüsuh peyda etmiş idi ki halk gördükleri mezalim ve istibdada karşı mütevekkilane arz-ı teslimiyyetten başka bir şey düşünemiyorlardı. Çünkü hükümdar ve hükumetlerinin bu hakkını tabi’i görüyorlardı. Bu iki büyük imparatorluk; bu suretle zulüm ve ribi altında inlerken yine aynı bar-ı mesaib altında ezilen ve o vakte kadar tarihen hiçbir ehemmiyeti haiz olmayan Arabistan kıblegah-ı alem merkez-i medeniyyet-i ümem olmaya hazırlanıyordu. Az bir müddet sonra Hicaz’ın ve sürreleri fevkinde yükselen şems-i risalet beşeriyet-i muztaribeyye; ümid-i saadet nur-ı ma’rifet huzemat-ı adalet saçmaya başlayacaktı. Arabistan’ın kuvve-i inbatiyyeden mahrum ıssız susuz cek mehasin ve servet-i tabi’iyyeden mahrum olduğundan o vakte kadar pazede-i huyul-i ecanib olmamış bekaret ve Fi’l-hakika Makedonya’nın hun-riz İskenderleri İran ve Roma’nın pür-gurur kumandanları Arabistan’ın har u yabis badiyelerine; aç çıplak bedevilerine bir nazar-ı merhamet atf etmeyi bile bir zül bir tenezzül addetmişlerdi. Kadisiye muzafferiyetinden akdem beray-ı müzakere tem’in azamet-füruşane tavırlarına muhakkırane tekliflerine ma’ruz kalmışlardı. karetle baktığı Arablarla mükaleme etmeyi bile an’anat-ı maziyeye büyük şark imparatorluğunun şan ve şerefine mugayir görüyordu. Fi’l-hakıka o zamana kadar sefaletten başka hiçbir suretle riri ve pür-zib ü zinet halılarını Heraklius’un muhteşem saraylarını Vizigotların elmaslı efserlerini muhakkirane çiğneyecek kadar muzafferiyata mazhar olacakları hiçbir kimsenin tasavvurundan bile geçemezdi. Fakat Milad’ın tarihinde sengistan-ı Hicaz’ın yüksek bir buk’asından Mekke’nin ufk-ı rengininden tulu’ eden mihr-i risalet otuz üç sene sonra Arabistan’ın rigistan-ı bi-payanını nurlara şa’şaalara gark etmiş huzemat-ı nevvaresiyle vahşi Arablara bir ruh-ı maali! Bir hayat-ı faaliyet isar etmişti. Lema’at-ı şa’şaa-paş-ı furkan Arabistan bedevilerini tenvir ve temdin eylemiş. Kalblerini nur-ı irfan ve adaletle doldurmuştu. Arablar deha-yı harika-nümalarını şehamet-i fıtriyyelerini göstermek için önlerine bi-payan bir saha-i faaliyet açılmış olduğunu gördüler. Bu tarihden i’tibaren cihan-ı yarak; tedricen sıyrılmaya ufukların maverasına doğru çekilmeye başladı. Furkan-ı mübinin hikemiyat-ı aliyyesi ufuksuz bir feyfa-yı na-dani olan ekalimi bir cihan-ı ilm ü irfana kalb eyledi. Çok geçmeden vahşi Arablar beşeriyetin muallim-i irfanı olmak mertebesine i’tila eylediler. Arz-ı Batha’dan şa’şaa-paş olan neyyir-i furkan bir bir buçuk asır geçmeden te’sirat-ı hayat-bahşasını göstermişti. Çöller ma’murelere; harabeler kaşanelere; bedavet medeniyete cihan-ı vahşet bir gülbün-i ma’rifete inkılab eylemişti. Abbasiler mevki’-i iktidara geçdikten pek az bir müddet sonra; merkez-i hilafetin tantana-i temeddünü dillerde dastan olmaya başladı. Bağdad darülfünunlarından intişar eden mevcat-ı ma’rifet esiri bir sür’atle cihan-ı ma’lumenin en hücra mahallerine kadar vasıl oluyor ve oralarda zengin dimağlara ruh-ı faaliyet nefh ediyordu. Bu mazhariyet-i harika-nüma İslamiyet’in; bünyad-ı rasini akıl ve hikmet üzerine müesses olan din-i Muhammedi’nin eser-i feyzi olduğu şübhesizdir. emrini ta’kıb etmeği en mukaddes bir vazife telakkı eden İslamlar; medeniyat-ı kadimeye aid asarı Arabca’ya nakl ü tercüme eylediler. Hata-alud olan cihetlerini tashih noksan olanlarını ikmal ve yeniden yeniye bir takım fenler daha ilave ederek kainat-ı irfanda harikalar bedialar gösterdiler. Din-i Ahmedi beşeriyetin terakkiyat-ı maddiyye ve ma’neviyyesine aid telkın buyurduğu büyük prensipleriyle saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyeyi te’min edebilecek esasları Esasat-ı mezkureden istinbat-ı ahkam ederek ictihadat-ı olan mütefekkirin-i ulemanın vazifeleri idi. Bu büyük adamlar vazifelerinin ehemmiyet ve müşkilatını takdir ederek kemal-i azm ü metanetle işe başladılar. Her şu’be-i fen El-Mansur zamanından i’tibaren hususi mütercimler fünun-ı kadimeye aid müellefatı birer birer Arabcaya nakl ü tercüme eylediler. Tercümelerin neşr ü ta’miminden pek az zaman sonra İslamlar miyanında fünun-ı tabiiyye riyaziyye ve ilm-i hey’ette pek büyük mütehassıslar yetişti. Bunların te’lif ettikleri asar hükema-yı kadimeye aid kitabları gölgede bıraktı. Eyadi-i i’tibardan iskat eyledi. Yunan-ı Kadim asar-ı felsefiyyesinin intişarı üzerine ilm-i kelamın lüzum-ı tedvini his ve bu suretle felsefe-i İslamiyyenin esasları vaz’ edildi. Felasife-i İslamiyye hakayık-ı aliyye-i diniyyeyi şerh ve tefsir eylediler. Furkan-ı mübin ve ehadis-i nebeviyyede mündemic bulunan hikemiyat-ı aliyyeyi teşrih ederek hikmet-i ahlakıyyeye dair asar-ı ceyyide te’lifine muvaffak oldular. Mebde’ ve me’ad ruh ve haşr u neşr gibi mesail-i mühimmenin gavamızatından bahis olmak üzere ahlafa yadigar bıraktıkları mü’ellefat; senelerin gird-bad-ı tahribi arasında bile mevcudiyet ve ehemmiyetlerini gaib etmemişlerdir. let birdir gibi bir kanun-ı hikmet-nümun vaz’ eylemişti. Zir-i liva-yı Muhammedi’ye dahil olan her ferd Arab Acem Türk Kürt…… ilh. gibi her millet; bu kanun sayesinde yek-vücud yek-ruh olmuşlar ve ferman-ı celili ma-sadakına bir timsal-i ulvi göstermişlerdi. Herkes İslamiyet’in bahş ettiği feyz-i hürriyet ve faaliyetle medeniyetin terakkısine beşeriyetin te’alisine insaniyetin en mukaddes bir vazife telakkı ediyor ve bu yolda çalışıyorlardı. Evvelce metruk ve pür-samt u sükun bir çöl halinde bulunan ma’rifete münkalib olmuştu. Arabistan’ın sahra-neverd bedevileri İran ve Bizans’a medeniyet-i an’anedarlarıyla mağrur olan bu iki muhit ahalisine; muallim-i ma’rifet bedreka-i medeniyet olmak mertebesine Arablar eski Arablar idi fakat nev-zuhur bir kuvve-i veleh-bahşa onları dereke-i vahşetten mertebe-i temeddüne Bağdad’da Kurtuba ve Gırnata’da Şam’da ve Mısır’da Buhara ve Semerkand’da Herat’da Isfahan ve Şiraz’da Fas ve Kayrevan’da i’tila-nümun olan mebani-i ilim ü ma’rifet cihan-ı insaniyyete nurlar irfanlar saçıyordu. Buralarda hayat-ı medeniyyenin bil-cümle levazımatı icad vesait-i refah ve saadetin her nev’i ihzar ve ikmal edilmişti. Halifelerin muhteşem sarayları ümeranın müdebdeb konakları binlerce lira kıymetinde halılarla mefruş idiler. Müverrih-i şehir Sinyobos Seignobos medeniyet-i İslamiyyeden bahs ederken hulefanın sarayları hakkında tasvirat-ı atiyyede bulunuyor: “Sarayın bütün müştemilatı kıymetdar halılarla tefriş edilmişti. Süfera kabulüne mahsus olan salon müzehheb ve zib ü zinete müstağrak olup cihet-i vasatiyyesindeki mermer havuzun ortasında i’tila-nümun olan altın ağacın zerrin dalları üzerinde rengarenk sun’i kuşlar görülüyordu. Bu kuşlar hususi makineler vasıtalarıyla vakit vakit kanadlarını hareket ettirirler ve hoş nazar-rüba bir manzara teşkil ederlerdi.” konaklarında asar-ı sına’iyyenin hayret-nüma bedayi’ine tesadüf olunabilirdi. Arabistan’ın çadırları kulübeleri yerine Irak’ın sarayları kaşaneleri kaim olmuştu. Harun er-Reşid tarafından Şarlman’a gönderilen hedaya şark ile garbın seviye-i irfanları arasındaki farkı pek güzel gösterebilir. Hedaya-yı mezkure bir çalar saatle fevka’l-ade musanna’ bir şatranç takımı ve bedayi’-i tabiatı musavvir esmar ve nebat tablolarından ibaret idi. Tablolar gayet san’atkarane tersim edilmiş olduklarından Şarlman ve ümerasının fevka’l-ade mucib-i hayret ve bulunan ve yine pirinçden masnu’ olan tasların içine mu’ayyen hesab ile her saat birer yuvarlak düşürür ve bu vechile sırasıyla on iki saati ta’yin ederdi. Müverrih Abdüllatif İbni Cübeyr’den naklen bu saatlerden birini ber-vech-i ati tasvir ediyor: nehari ve diğeri leyli olmak üzere iki aded olup şekilleri müdevver bulunurlardı. Mesela Bab-ı Cürum’dan çıkar çıkmaz karşıya tesadüf eden avlunun duvarında ve kemer-vari muka’ar bir mevki’de bu saatlerden bir çift “biri leyli ve diğeri nehari” mevcud idi. Leyli ve nehari saatlerin her ikisinde de on iki aded küçük kapı bulunur idi. Saat başı gelir gelmez –nehari olanda– bakırdan masnu’ bir atmaca kuşu boynunu açılan kapıdan uzatarak ağzında tuttuğu yuvarlaklardan birisini önündeki pirinç tasa bırakır endaz olur. Uzaklardan bile saatin çaldığı duyulabilirdi. Yuvarlak tasın ka’rındaki delikten içeri geçerek gaib olur olmaz atmacanın göründüğü kapı dahi kapanır idi. Gündüz on iki def’a sırasıyla bu kapılar açılır ve atmaca tasa yuvarlak bırakarak saatin kaç olduğunu i’lan eder idi. Gece saatinin tertibatı daha başka idi. Saati havi olan tepsinin mevzu’ bulunduğu kemer-vari muka’ar mahalde on iki aded bakır daire mevcud olup her birinin hizasına birer billur ta’biye edilmişti. Billurların arka tarafında su vasıtasıyla ve saat-i feleki üzere devr ve hareket eder birer lambalı fanus vaz’ edilmiş olduğundan saatin hitamında –hareket-i muntazaması olur. Ve bu suretle karşısındaki bakır daireler de akse duçar olarak iltima’ eder idi. Bu hal ikinci saatte yanındaki dairede üçüncüde sırasıyla diğerinden aynı suretle vuku’a gelirdi. Uzaktan ziyanın Saatlerin idare ve tanzimi hususu bir me’mura muhavvel olup bu zat alat ve edevatı tertib ve tesviye ve atmacaların tasa bıraktıkları yuvarlakları tekrar yerlerine vaz’ ve Gerek sun’i kuşlar ve gerek bu garib saatler İslamların fenn-i mihanikteki derece-i terakkılerini gösterdikleri gibi takım arabalar dahi icad etmeye muvaffak oldukları müverrihinin harika-nümasından olan bi-zatihi müteharrik sına’i matiyyelerin esası mühendisin-i İslamiyye tarafından tasavvur edilmiştir. Müverrihinin beyanatına nazaran mühendisin-i meşhureden el-Hac İlyas Yaiş tarafından müluk-ı muvahhidinden Abdülmü’min için bu gibi bir araba ihtira’ ve i’mal edilmişti. Bu araba emirin camiye gidip gelmesine mahsus ve bi-zatihi müteharrik bir maksureden ibaret idi. Abdülmü’min’in müdavim bulunduğu camiin minber kapısı dahi gayet san’atkarane yapılmış olduğu müverrihinin cümle-i rivayatındandır. Kapı o suretle inşa olunmuş idi ki hatib minbere çıkacağı zaman kapı kendi kendine açılır ve hatib içeri girdikten sonra yine kendi kendine kapanır idi. Silsile-i makalatımız mütefekkirin-i İslamiyyeden fen ve felsefe ve bilhassa fünun-ı tabiiyyede kesb-i iştihar eden zevatın tercüme-i halleri ile eserlerinin ta’dadına hasr edilmiş miş olan büyük simaların –hiç olmazsa– isimlerini olsun zikr etmek ahlafa terettüb eden vezaif-i kadr-şinas ve minnetdariden olduğu şübhesizdir. Sırf ulum-ı İslamiyyeden olan tefsir ilm-i hadis ve ilm-i fıkıhda tebahhur eden e’azım ile; ilm-i lisan tarih ve coğrafya fenlerinde iştihar eden yüksek nasiyelerin de tercüme-i hal ve te’lif ettikleri asardan ber-tafsil bahsetmek için tabakat-ı müfessirin tabakat-ı fukahaya.… ilh dair sahifeler dolusu cildler yazmak icab eder ki bu da planımızdan haricdir. Ulum-ı İslamiyyenin üssü’l-esası Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i nebeviyyedir. Devr-i risalette ayat-ı Kur’aniyyenin tefsirine lüzum yoktu. Çünkü ashab-ı kiram lisan-ı Arabinin gavamızına ve ayat-ı celilenin esbab-ı nüzulüne vakıf olduklarından ve ale’l-ekser ayetler bir vak’a bir hadise üzerine şerefnüzul ettiklerinden tefsirlerine hacet kalmıyordu. Anlaşılamayan ayat olursa ya ulema-i ashaba veya doğrudan doğruya Cenab-ı Risalet-penah’a müracaat edilerek hall-i müşkil etmek taht-ı imkanda idi. Vakta ki hudud-ı İslam tevessu’ ve hükumet-i İslamiyye teessüs eyledi. Milel-i saireye mensub birçok akvam din-i mübin-i İslamı kabul eylediler. Esasat-ı Furkaniyyeden kavanin-i suret-i kat’iyyede hissedilmeye başlandı. E’azım-ı ulema tefsir-i Furkan-ı mübinle iştigale koyuldular. Ayat-ı celileden nasih ve mensuh olanların ta’yini bazı ayetlerin tavzih-i ma’anisi için ehadis-i şerifenin de cem’ ve tedvinine ihtiyac görüldü. Bu lüzum ve ihtiyac üzerine birçok kütüb-i tefasir ve ehadis te’lif ve neşr edildi. Kütüb-i tefasirin adedi dört yüzü mütecaviz olduğu bibliyografların cümle-i rivayatındandır. Ehadis-i nebeviyyenin cem’ ve tertibinde muhaddisin-i kiramın vaz’ ve ta’kıb ettikleri metod ve bu hususda katlandıkları metaib cidden hayret-bahş bir derecededir. İbni Ebi’l-Avca’ gibi dört bin kadar hadis uydurmuş olan müfsidinin mesai-i ağlak-cuyanelerine rağmen ehadis-i sahihanın tefrik ve cem’ine muvaffak olmak ne kadar müşkil bir keyfiyyet olduğu cüz’i bir teemmül ile anlaşılabilir. Bilhassa isnad-ı hadis hususunda vaz’ ve ta’kıb ettikleri usul asr-ı hazır münekkidlerinden en müşkil-pesendlerinin bile nazar-ı takdir ve istihsanını celb eylemektedir. Sahih-i Buhari’de üç bini mükerrer olmak üzere dokuz bin iki yüz hadis-i şerif mevcuddur ki hazret-i imam bu mikdarı altı yüz bin hadisi tedkık ederek esanidi muvafık-ı usul olanları ahz ve kabul etmek suretiyle cem’ ve tertib eylemiştir. ve Taberi’yi ta’dad edebiliriz. İbni Atiyye Kurtubi Zemahşeri gibi büyük mütefekkirler ise ayat-ı Kur’aniyyeyi akıl ve nakle tevfikan tefsire muvaffak olan ulvi simalardır. Ali bin Ömer el-Hatibi Ebubekr-i Nesefi Hüseyin-i Şirazi Şemseddin-i gibi derin düşünücüler de tefsir ve kelam ile iştigal eylemişlerdir. Kadi Beydavi Fahreddin-i Razi Nahcivani ve Ebussuud gibi müfessirin ise herkesce ma’lumdur. Meşahir-i muhaddisin sırasında İmam Malik İmam Şafii hari Müslim bin Haccac-ı Kuşeyri Ebu Davud-ı Sicistani Ebu İsa-yı Tirmizi Abdurrahman-ı Nesai Darekutni Yahya bin Main Murri gibi e’azım ta’dad olunabilir. Vakt-i saadette muamelat-ı nasa dair icab eden hükümler bizzat taraf-ı risaletten şeref-sadır olurlardı. Hulefa-i Raşidin hazeratı da efkah-ı ashab-ı kiramdan bulundukları cihetle doğrudan doğruya kendilerine müracaatla hall-i müşkil edilebilirdi. Maamafih Hulefa-i Raşidin devrinde fukaha-yı sahabeden pek çok zevat ber-hayat olup şehadet-i nası izale ve hükm-i adaleti beyan ederlerdi. Vakta ki hudud-ı İslam tevessu’ ve birçok akvam din-i İslama dahil oldu. Muamelat-ı nas artmaya başladı. Yeniden yeniye feth olunan memalik ahalisi arasındaki münasebat Arabların adat ve ahlakına mümasil olmadığından zavahir-i an’anata istinaden icra-yı ahkam etmek müşkil bir hale gelmişti. İşte bu gibi ihtiyacat bir cihan-ı bi-payandır. İslam hukuk-şinaslarının ilm-i usul ve ilm-i fıkıhda gösterdikleri vüs’at-i tefekkür nüfuz-ı nazar metanet-i muhakeme rasanet-i beyan fart-ı reviyyet ü iktidar el-hak şayan-ı tebcil ve hayrettir. Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i nebeviyyeden istinbat-ı ahkam ve kıyas ve ictihadı bedreka ittihaz ederek vaz’ ve te’sis ettikleri mevadd-ı kanuniyye bugün Avrupa kanun-şinaslarını bile veleh ve hayretlere düşürecek derecede ulvi ve şümullüdür. Hulefa-i Raşidin’den sonra fıkh-ı İslamide iştihar eden miyanında ve kısm-ı diğerleri de tabi’in ve tebe’-i tabi’in arasında görülüyorlar: Abdurrahman bin Avf Übey bin Ka’b; Abdullah bin Mes’ud Muaz bin Cebel Ammar bin Yasir Huzeyfe Zeyd bin Sabit Ebu Musa el-Eş’ari Ebudderda Kasım Urve Harice Abdullah ve e’imme-i erba’adan Sevri Züfer bin Hüzeyl Hasan bin Ziyad ibni Semaa Ebu Muti Kadi Afiye Hasen-i Basri İbrahim-i Halebi Muhammed bin Şihab ez-Züheyri Burhaneddin gibi zevat ile fukaha-yı Şafiiyyeden Ebu İshak-ı Şirazi Malikiyyeden Yahya Muhammed el-Mevvaz Muhammed Utba Ebu Mervan es-Süleym Ebu Abdullah Muhammed bin İbrahim İbni Yunus Sakalli Ebu Abdullah Muhammed bin Ali bin Ömer el-Mazeri gibi zevat bu büyük simalardandır. Fukaha-yı izam hakkında daha ziyade tafsilata girişmek programımız haricinde olduğundan bu kadarla iktifa ediyoruz. Midilli İ’dadisi Müdiri Nisvanın istitar ve ihticabı emr-i ilahisindeki hikmetin ulviyetine bir delil-i diğer olmak üzere şu: şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. Ayet-i celilenin ma’na-yı hakimini teemmül edelim! Bu nazm-ı ezel buyuruyor ki “Kadınlardan zevcelik mevsimini doğurmak çağını tamamıyla atlamış kadınlığa veda’ etmiş sinn-i piriye vasıl olmuşlar için siyablarını yani; carlarını atmakta gayr-ı mütesettir olarak sokağa çıkmakta –fakat zinetlerini teberrüc ve izhar etmemek şartıyla– ism ü vebal yoktur.” Ey… tesettürü kadınlar için bir esaret bir zillet bir hakaret addedenler ne derler? Bu ayet-i celile karşısında zerre kadar yüzleri kızarmaz dilleri dolaşmaz mı? çıkmalarına müsaade buyuruyor fakat nev-bahar-ı şebabına taravet-i cemaline ibtisam-ı hüsn ü anına veda’ ettikten; beli büküldükten yüzü buruştuktan sonra….! Şab ve kühul herkesin nazarında vacibü’l-ihtiram bir mader-i vicdan bir valide-i namus! Elleri kadid ve mürte’iş! Siması hüzn-engiz bir levha-i herem! Artık böyle bir vücuda su’-i nazarla bakacak bir insan bir vicdan tasavvur olunur mu? Bu heftad ve heştad-sale vücuda akıl vicdanlar –nazar-ı şehvetle değil– çeşm-i ibretle bakarlar! O tabuta makbere hazırlanmış olan mevt-i zi-hayatı bu fena alemine son nazar-ı veda’ını atfetmek birkaç güne kadar o fersiz gözlerini büsbütün yummak üzere çıktığını günün birinde kendisinin de o hükm-i kahire teslim-i çeneleri kitlenir; o kabus-ı infial ve ihtiras altında bi-tab kalan ruh-ı insaniyyeti silkinir; biraz nefes alır! Biraz kendini düşünmeye fırsat bulur! Sanki hatif-i ezel bu ahiret yolcusuna nikabını cilbabını at! At da açık olarak meydana çık! Beşeriyetin tufan-ı şebabı berler seni görsünler görsünler de o hab-ı la-kaydinin ne müdhiş bir sabah-ı intibahı olduğu gözleri önünde tecessüm etsin! diyor ve bunun için müsaade ediyor. Öyle ya! Bu müsaade-i ilahiyye bir hikmettir. Bu hikmet de bize bir dersi Cenab-ı Kur’an’ın bu ayet-i celileye: Cümle-i hükmiyyesiyle hitam vermesi namus-ı insaniyyet üzerine arş-ı a’la-yı İslamiyet’ten titreyen ukul-i selime ve kulub-ı neziheye ne kadar istirahat-bahş bir inayet-i ilahiyyedir. “Evet: O nisvan-ı herem-didelere gayr-ı mütesettire oldukları halde çıkmalarına izin verdik. Maamafih onların tesettürü tercih ile isti’faf etmeleri kendileri için daha hayırlıdır. Allah: Onların erkekler ile söyleştikleri –gizli aşikare– sözlerin hepsini işidir ve bütün niyyat ve makasıd-ı ruhiyye ve nefsiyyelerini bilir.” Tekeşşüfü mani’ olan ehval-i şebabın zevali cihetiyle memnu’un avdetine müsaade buyuruluyor. Bu fetva-yı avamdır. Yani umuma ruhsattır. Fakat bunun fevkinde bir azimet vardır ki o havass-ı ukulun şan-ı ulviyetidir. Nitekim hal-i seferde sıyamın –hal-i hazar ve ikamete avdete kadar muvakkaten– afv buyurulduğu halde “Yolculuğun bütün meşakk u metaibine rağmen orucu – o vakt-i mübarekinde; o dem-i füyuzat-nisarında– eda etmeniz sizin için– kaza-i ma-fattan –elbette daha hayırlıdır. Eğer sıyamın maddi ma’nevi fezail-i bi-nihayesini mezayayı la-tuhsasını biliyor ve takdir ediyorsanız azimeti ruhsata tercih nefsinizin ihtiyarını ihtiyar-ı hakka feda edersiniz.!” Bi-payan bir derya-yı hakıkat olan düstur-ı fukahamız “Sinn-i hereme vasıl olmuş acaiz-i nisvanın rical ile musafahası la-be’sdir; Fetava-yı Hindiyye: cild s. ” diyor. Maamafih inde’l-fetva güzelce teemmülü tenbih ediyor. Şeriat-i mukaddese-i Ahmediyye ne kadar ulvi bir kanun-ı hikmettir! Hakayık-ı eşya ve esrar-ı şuun-ı hadisatı ne kadar nafiz bir nazar-ı i’caz ile tedkık eder! Verdiği en küçük bir hüküm ne kadar büyük bir hikmettir! Hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyyenin; bütün şümul-i ma’nasıyla saadet-i hayatını zerre kadar ihlal edecek en adi en ehemmiyetsiz bir hadise-i ictimaiyyenin icad ve ika’ı esbabına karşı akl-ı selimin perestiş edeceği ne hakimane ne keramet-perverane tedbirler gösterir! Muhadderatımızdan tesettürün –farz-ı muhal olarak!– ref’i adeta İslamiyet’in bize veda’ı demek olur! Ne müdhiş ne hevl-engiz felaket-i uzma!! Görmez miyiz: Hitan; –ma’na-yı şer’isiyle– sünnet iken bütün alem-i İslam nazarında ne kadar büyük ne kadar mukaddes bir nişane-i İslamiyet olmak üzere telakkı olunuyor! müslüman tasavvur olunabilir mi? Bir meydan-ı harbde şüheda-yı değil mi? Şayed aralarında sünnetsiz bir müslüman bulunursa cezasını –düşman ölülerinin refakatine terk olunmak suretiyle– ne kadar ağır çeker.! Bir vakit bu kabilden biri evlenmişti de zevcesi kemal-i nefretle reddederek bekaretiyle kaçıp gitmişti. Sebebi sorulunca “Allah esirgesin! O müslüman değilmiş ki..! Sünnetsiz?!” cevabını vermişti. Sünnet hakkındaki i’tikad-ı umuminin bu derece-i bala-terinine bakılsın! Bi-namazlık işret – nazar-ı şeriatteki hürmeti inkar olunmadıkça– küfür sayılmaz da ne farz ne de vacib olmayan hitanın terki küfür addolunur ve “Müslüman değilmiş ki …!” dedirtir. Hitan sünnet termesindeki hikmet nedir? Iman ile küfrün beyninde faslu’l-hıtab olmak meziyetini haiz olmasıdır. rikte– ne vacib ne de farz gelip isbat edebiliyor. Üzerindeki nişane-i sünnet “bu müslümandır!” diye şehadet ediyor. Şehadeti de kemal-i emniyet ve itmi’nan ile kabul olunuyor. Ba-husus bu; sünnet de değil farzdır. Sokakta müslime cilbab-ı iffettir. Kadınlık vücud-ı insaniyetin kısm-ı mesturunu teşkil etmiştir. Lisan-ı şeriatte kadına “tepeden tırnağa kadar avrettir” hükmü verilmesi de bu hikmet-i halka mebnidir. Nazar-ı hakim; kadının gayr-ı mesture olarak sokağa çıkmasını aynıyla bir insanın üryan olarak enzar-ı nasda görünmesiyle müsavi tutar. Akl-ı selim buna hükümde hiç de tereddüd etmez. Selamet-i akıldan nazar-ı hikmetten nasibedar olmayanlar düştükleri derk-i esfel-i safilin-i maddiyyet ve hayvaniyyetin fevkine: Serir-i ahsen-i takvim-i insaniyete çıkamazlar da aşağıdan yukarı seng-endaz-ı ta’riz olup dururlar! Avrupa medeniyet-i hayvaniyyesi İslamiyet’te tesettür-i nisvanı vahşetle zillet ve esaretle telakkı ederse ma’zurdur. Biz; insanız; hayvan değiliz. İnsan başka... Hayvan başka! Onun; akurane müfterisane siba’ane hücumu esasen niyyeti kesif bir zalam-ı medeniyyete ? boğmaktır. “Onlar mihr-i münir-i İslamiyeti söndürmek için bütün kuvvetleriyle çalışıyorlar; püf…! püf….! diye ağızlarını yırtıyorlar! Ciğerlerini paralıyorlar! Halbuki Allah kafirlerin zefir-i kerahetlerine şehik-ı ta’n u teşni’lerine rağmen –nurunu– bütün eb’ad-ı kainata neşr u ta’mim ile –itmam etmekte!” Avrupa medeniyeti ta’addüd-i ezvacı bir çocuğun on babaya malik olması hoşuna gider de!?? İslamiyet’te ta’addüd-i zevcata bir pederin on evladına dişlerini sırıtır! Çünkü gibi telakkı eder de korkusundan ödü kopar! Ta’addüd-i izdivaca göz yuman bu namuslu??? medeniyetin kurun-ı vüsta üdeba-yı salibiyyesinden İslamiyet’e fart-ı adavet ve husumetiyle beyne’l-emsal ne mümtaz bir mevki’-i şeref? ihraz etmiş olan Perron şu: Kont Hanry: “’Islam” s. Hezeyan-ı vekahat-güsteranesine ne demeli!? vacın bu kadar şeni’ bu derece menfur ve müstekreh olduğunu miyet’e o mel’un yüz karasını fırlatmaları ne kadar iğrenç bir alçaklıktır! İşte Avrupa medeniyetinin vicdanı! Akıl ve Ben; Perron’un bu av’ava-i akuranesini işittiğim vakit ne kadar nefret ne kadar istikrah ettimse o kadar da tabii buldum. Bana vicdanım dedi ki: “Perron’a hiç de kızma! Bu; bir fahişenin; namuslu bir kadına isnad-ı fuhş ve zina etmesi kabilindendir!” Zaman-ı cahiliyette Ceziretü’l-Arab’da dört nev’ nikah varmış ki bunlardan birini makalemin beşinci parçasında söylemiştim. Bir diğeri de: Bir kadın birkaç erkekle görüşür; hangisinden hamil kaldığını kendisi de bilmezken doğurduğu vakit onların hepsini nezdine da’vet eder; imtina’ mümkün değil! Hepsi gelir; canı hangisini isterse bed-baht nevzadı onun kucağına atar; “babası sensin!?” der. mahiyetinde birkaç damla da ma’na-yı gayret vardır. Bu hakıkatin burhan-ı mübini: –Cami’-i Sağır Hadis-i şerifidir. “Gayret” insanın hukuk-ı meşru’ası üzerine titremesi gayrın tecavüzüne karşı ser-a-pa bir ateşpare-i gazab kesilerek hıfz-ı hukuk uğrunda mevtin üzerine yürümesi demektir. İnsanı bütün hukuk-ı tabiiyye ve medeniyye-i meşru’asıyla yaşatan işte bu ateşin gayret; bu ruh-ı hamiyyettir. Bu ma’na ile müfesser olan gayretin en şiddetlisi zevceyn beyninde hüküm-fermadır. Buna Türkçe’de “kıskançlık” denir. Kadının kıskançlığı pek yamandır. Harim-i mevt-aferindir. Darb-ı meselini Arablar kadının bu ifrat kıskançlığından kinayeten irad ederler. gün huzur-ı celil-i Cenab-ı Risalet-penah-ı a’zamide aleyhi’s-salatü ve’s-selam sadat-ı ensardan Sa’d bin Ubade radıyallahu anhü ecma’ihim sevk-i münasebetle: Bir na-mahremi zevcemle görsem derhal öldürürüm demesine huzzar-ı ashab mütehayyir olur; aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz buyururlar ki: Ne o…? Sa’d’ın gayretine teaccüb mü ediyorsunuz? Ben; Sa’d’dan gayretliyim. Allah da benden gayurdur.” Hadis gayretin ne demek olduğunu bize vuzuh-ı tammıyla anlatır. Cenab-ı Sultanü’l-enbiya’nın huzur-ı hümayununda “öldürürüm..!” demek –haksız olsa– ne büyük küstahlıktır! Huzzar-ı ashabın hayreti tevekkeli mi? Na-mahrem kadınla hem-bezm-i halvet olmak cinayeti ne derece afvı muhal imiş ki lisan-ı celil-i şeriat “öldürürüm!”ün katilini tevbih değil bilakis teşci’ ediyor. Fevahişten men’ ve zecrde kendilerinin daha gayretli Cenab-ı Hakk’ın ise kendilerinden daha gayretli olduğunu haber veriyor. Muhadderatımızın mevki’-i ictimailerinden hukuklarından seviye-i irfanlarından yana yakıla bahs edenler ya mütedeyyindir ya değildir. Değil iseler kabul etmedikleri bir dine bir şeriata mu’tekıd ve tabi’ olan nisvan-ı İslamdan bahse onlar namına söz söylemeye hiç de hakları yok! Görüyorlar ki müslümanlar Avrupa adab-ı ictimaiyye ve adat-ı medeniyyesinden son derece müteneffir! Hatırlarına getirdikçe adeta mi’deleri bulanıyor! Edebleri de adetleri de nezaketleri de hepsi de kendilerinin olsun! Onlar gibi insan olmadan hayvan kalmak bin kat ehvendir! Biz Avrupa’nın yalnız bir şeye ihtiyacımızı –ma’a’l-hicab– Yok eğer mütedeyyin ve müteşerri’ iseler kendilerini der-aguş ederek cenab-ı Kur’an-ı Hakim’i muhadderatımızın mevki’-i ictimailerini; dairen ma-dar etrafını ser-a-perdei mütedeyyindirler elbette Kitabullah’dan başka bir sultan bir hakim bir faslü’l-hutab tanımazlar. Cenab-ı Hak: –Sure-i Celile-i Nisa []– “Din ve dünyanıza aid herhangi bir emirde tenazu’ ve arz ediniz!” buyuruyor. Kur’an-ı Hakimi ve Sünnet-i seniyyeyi bi-hakkın anlayanlar hamd olsun yok değil. Alem-i İslamı Onlar bir yere toplanıp da kalemi ellerine alsalar bizden bahtiyar bir millet tasavvur olunamaz. Muhadderatımızın mevki’-i ictimailerine şu: Gibi ayat-ı celileden fazla şeref bahşedecek –Avrupa ukalası da işte söylesinler!– bir şey gösterebilirler mi? “Ebeveyninize üf..! demeyiniz! Yüzlerine çenkirmek gibi kadr-ı übüvvetlerini tenkıs edecek terbiyesizlikte bulunmayınız! Onlara tatlı ruh-feza söz söyleyiniz! Onlara mukteza-yı bünüvvetiniz olan kemal-i şefkat ve muhabbetinizden cenah-ı züll ü tevazuunuzu yayınız!” “Cennet; validelerin ayakları altında” haber-i ulvisindeki sitayiş-i Muhammediyye ile analarımız ne kadar fahr etseler yine azdır. Kanun-ı İslamiyet’te müslüman kadının mevki’-i ictimaisi o kadar me’mun hukuku o kadar mahfuzdur ki buna nisvan-ı alem gıbtalar etse sezadır. Seviye-i irfan bahsine gelince buna mazideki hayat-ı dinimizle kurun-ı selase ve onu ta’kıb eden a’sarın her birinde yetişmiş olan yüz binlerce hafızat muhaddisat arifat şairat Dokuzuncu asrın medar-ı iftiharı ıtlakına şayan olan aldığı muhaddisatın adedi otuza baliğ oluyor. O her asrın edibeleri şaireleri sayılmakla bitmez tükenmez rahimehünna’llah Biz ise şimdi kızlarımıza Fransızca okutuyoruz. Vah..! Vah vah..! Peki bunu öğrenip de ne yapacaklar? Hariciye me’muriyetlerini mi deruhde edecekler? Yoksa sefaret hizmetlerine mi gönderilecekler? Bu; ifrat-perestliğin hem de cinnet derecesi değilse nedir? Biz; lisan öğrenmeyelim demiyorum. Öğrenelim! Hem de yalnız Fransızca’ya hasr etmeyelim. Madem ki uzaktan yakından bütün akvam-ı medeniyye ile ihtilat ediyoruz hepsinin lisanını öğrenmeye çalışalım. Fakat bizim yapdığımız gibi değil; Avrupa payitahtlarındaki elsine-i şarkıyye mekatibine mukabil biz de “elsine-i ecnebiyye” mektebi te’sis edelim en zeki evladlarımızdan lüzumu kadarını gönderelim. Kendi lisanının en basit kavaidini idrakten aciz olan bi-çare çocukların bir de hiç anlamadıkları ve anlamak kabiliyetinden pek uzak bulundukları Fransızca zavallıyı daha diye tahsilini bitirecek ismini yazacak kadar bir şey öğrenecekti. Yazık değil mi? Hele kızlarımıza öğretmek pek garib..! Avrupa medeniyeti bizi olanca şiddet ve vahşetiyle tahkır ediyor biz bundan zerre kadar münfa’il olmak şöyle dursun o hakaretleri iltifat makamında telakkı ediyoruz! Kitabullah’a iltica edelim Kitabullah’a…! Bizim için necat hayat selamet saadet; hepsi hepsi ona Cenab-ı Kur’an-ı Hakim’in: “Size –ey kavm-i Nuh’u tanzir eden kalbsizler ruhsuzlar!– bütün safvet ve samimiyetle ne kadar nasihat ettim ne kadar tarik-ı hakk u hakıkate idhale çalıştımsa faide-bahş olmadı. Meğer Cenab-ı Hak sizin azgınlığınızın cezası olarak tufan-ı felaketle mahkum etmiş ise ona ne denebilir. O zat-ı ecell ü a’la sizin Rabbinizdir; merci’iniz de o’dur!” Son hitab-ı nevmidine muhatab olan zümre-i halikinden olmayalım. Kudret-i kahire-i Samedaniyye’nin azametini temsilde mahlukat-ı saireyi pek geride bırakmış olan nev’-i insanın şeref ve mükerremiyeti edille ve berahin ile isbatına hacet kalmayan hakayık-ı zaruriyye sırasına geçmiş ve şimdiye kadar meydana gelen ve gelmekte olan asar-ı mütenevvi’a-i beşer insanlara min indillah bahş ü ihsan buyurulan ulüvv-i kadr u menziletin başka mahlukatta olmadığını mertebe-i vuzuha getirmiştir. Erbab-ı fikr u iz’an erbab-ı ilm ü irfan nezdlerinde bedihiyattan olan “insan şerif ve mükerremdir” kaziyyesi umum efrad-ı beşer taraflarından dahi kabul ve tasdik edilmekte rinden tedkık ve mülahaza edilmemekte ve bunlara dair ma’lumat ve onun üzerine lazım gelen sa’y ve harekat kesb ve ta’kıb olunmamaktadır. Hele bilhassa ehl-i İslam bu babda ziyade tehavün ve terahi göstermekle maddi ve ma’nevi dünyevi ve uhrevi zararlar göstermekte ve mazarrat-ı cedideyi ahfad ve ensal-i atiyeye terkle sari ve müte’addi fenalıklar belki cinayetler irtikab eylemektedir. Düşünmeyerek iltizam etmekte olduğumuz kabahatlerin bazılarını diğer makalede zikr ve ta’dad edeceğiz. Kavaid-i fıtriyye ve tabiiyyedendir ki herkes her türlü hakayıkı münferiden tahsil ile def’-i mazarrat edemez; belki kaffe-i akvam ve cemaatta rehber ve mürşidler arif ve alimler yetişerek mensub oldukları milel ve akvamın ve bil-vasıta cem’iyet-i beşeriyyenin saadeti esbabını irae ve ihzar ve halkı o esbaba teşebbüs için teşvik ve inzar ederler. Bu sayede bilmeyenler bilenlerin ilm ü irfanından va’z u irşadından müstefid olarak külliyet veya ekseriyetle tarik-ı nafi’ ve savaba salik olurlar. Ulema-yı İslamiyye urefa-yı ahkam-ı Kur’aniyye ayat-ı celile ve tefasirde görüyorlar ki insan denilen mahluk-ı mümtaz halifetullah fi’l-arz rütbe-i refi’asına nail ve nazm-ı celili mucebince hilafet-i mezkure hazret-i Adem aleyhisselam ile evladına şamildir. Yerde ve gökte mevcud cemi’ kainatın nev’-i mükerrem-i beşere muti’ ve münkad olmaları ve menafi’-i insaniyyeye hadim surette ifa-yı vazifeye devamları ayat-ı Kur’aniyyeyi te’yid eden şevahid-i maddiyyeden ma’duddur. Sıfat-ı hilafet insanların yeryüzünde emr ü nehye kadir malik ve mutasarrıf olmaları saltanat ve kudretlerini bil-fi’l göstermeleri lüzumunu müfid ve müş’ir ve aşinayan-ı lügat ve tefsir bu hali müdrik ve mukırr iken vazife-i insaniyyede kusur etmekte temadimizi ne için bize ihtar ve neticenin yani vazifeyi suistimalin cezası gayet ağır ve umumen tahammül-güdaz olduğunu ifade ile inzar hususuna tehalük ve isti’cal gösterilmiyor? Hikmet-i hilkatle memzuc vasf-ı aslimizden anlaşıldığı üzere insan iyi bir fiili ahardan taleb edebilmek suretiyle emr ve fena işi yapmaktan men’ etmekle nehy vazifesini ifa ve adalet-i Sübhaniyyeyi temsil ve ifa lazım geldiği ve bunun neden esbab-ı zahire ve maddiyyesine teşebbüs lüzumu her şahsa anlayabileceği lisanla anlatılmak ciheti hakkıyla Ta’rif ve izahdan müstağnidir ki bir kimsenin diğerine bir işi yapmak için emri onun üzerinde bir rüchan ve tefevvuk sahibi olmasına ve emrini icra etmediği halde muhatabını ser-füru ettirecek bir kuvvete malik bulunmasına mütevakkıfdır. Bir şahısda amiriyet iktidarı nasıl kuvvete muhtaç ise bir kavimde bir millette bir hükumette dahi diğerine sözünü geçirmek ve dediğini yaptırmak veya muhatabından korkmamak vadd-ı asliyyesine malikiyet şarttır. Zaman asır değiştikçe kuvvetlerin esbab ve vesaili dahi tebeddül ve ta’dadı gayr-ı kabil derecede ve tenevvu’ ve tekessür etmiş ve maziye irca’-ı nazar edersek zamanımızdaki esbab-ı vikaye ve müdafaa daima inkılaba ma’ruz kalmış ve bundan böyle dahi ale’d-devam ve belki sabıkından daha sür’atli bilmeyen kalıblara gireceği şübheden azade bulunmuştur. Hal böyle iken biz alem-i İslam ukala ve uleması ne haldeyiz. Ve nasıl düşünmekte ve hatt-ı hareket-i ammeyi ne yolda çizmekteyiz. Bursa Meb’usu Üç yüz yirmi dört senesi Rumeli’nin bir köyüne hain bir çete eşkıya; sokulmuş idi. Askerler jandarmalar o köyü sarmaya; koyulmuş idi. Jandarma süvari neferlerinden – Filorinalı Fehim;– doludizgin bu haberi kumandana getirmiş o köye; dönmüş idi. Fehim zabitini arıyor müsta’cel emri tebliğ için acele ediyordu. Fehim köye dalmış idi yüksek sesle zabitini soruyor hayvanını muttasıl sürüyordu. Abluka hattından yükselen bir ses Fehim’e: “Zabit öteki yüzde arkadan dolaş buradan ilerleme vurulursun!” diyordu. Fehim bu teklifi nefsi için ağır buluyor dolaşmayı ifa-yı vazife için uzun görüyordu. Fehim atının başını çevirmek keyfini kırmak hızını kesmek istemedi. “Değmez bu kadar ihtiyat; ric’ate!” dedi. Koca Fehim tavrını bozmadı. Kesdirme yoldan sürdü gidiyordu. Eşkıyanın mütahassın olduğu binalar önünden Fehim bu keyifle geçiyordu. Oradan yağan kurşunlar sanki Fehim’in merdliğine hayran selamlıyordu. Her şeyin kötüsü gibi bu kurşunların da bir kötüsü kahraman süvariye hürmetsizlik etmiş Fehim’e ve al atına yaman yerlerinden değmiş idi. Hayvanın yuvarlanması Fehim’in mukaddes silahını da elinden düşürmüş idi. Fehim bu yaralı arslanı arkadaşları koşup kapmışlar omuzda taşımışlar zabitinin kucağına yatırmışlar idi. Zabit Fehim’in yarasını sardırmak Fehim’i okşamak istiyordu. Heyhat ki Fehim mümanaat ediyor “silahım namusum!” diye çırpınıyordu. Evet Fehim yarasını sardırmıyor “silahımı bulmadıkça yaşamam” diyordu. Koşmak aramak kırık bacağıyla hücum etmek istiyordu. Zabiti Fehim’e: “Silah çok işte al bir başkasını!” diyordu. Fehim’i teskine çalışıyor fakat Fehim bu sözden dahi müteessir oluyordu. Birkaç dakıka sonra idi ki Fehim’in fedakar vefakar arkadaşları o aynı hissin ortakları çoşmuşlar yine o kurşun yağmurları altından Fehim’in silahını da kurtarmışlar; getiriyorlardı. Ne müessir manzara! Ne hoş müjde! Fehim silahını gördü gönlü ruhu ferahlarla doldu: Fehim dayanamadı kıyama uğraştı. Silahına karşı koşmaya çalıştı. Fakat bacağı yardım etmedi. Fehim yere düşmüştü lakin bu sefer emeline kavuşmuş silahına sarılmış yere öyle kapanmıştı. Fehim muttasıl hamd ediyor silahının dipçiğine yüreğini dayamış tuğrasını dudaklarına yanaştırmış hal-i istiğraka dalmış gözünü yummuş öpüyor öpüyür “oh ya Rabbi… silahım!” diyordu. Çünkü Fehim devletin silahını milletin muazzez namusu biliyor ve kendi hayatını onun pek altında görüyordu. Fehim asker insan birkaç gün sonra vakt [ü] saati gelmiş göçdü. Bu yalancı dünyadan bu imtihan yerinden alem-i ulyaya yükseldi gitti. Fakat silahına namusuna sarılı ber-murad olarak uçdu gitti. Yeryüzünde babasına kardeşine ordusuna milletine şanlar ibretler saçarak nurdan eserler şerefden miraslar bırakarak pervaz etti gitti. Kabına sığmayan Fehim sakat muattal kalıbını böylece çabuk silkdi ruh-ı mübareki hududlarda silah arkadaşlarına yardıma refakat ve şefaate sefer etti gitti. Orada ebedi nöbetcilikler devriyeler ifa eden şüheda ruhlarıyla birleşecek Fehim artık emellerini daha yükseklerde daha genişliklerde hududlar başında ordular önünde ifa edecekti. İşte Fehim bu namuskar milletin böyle bir müsellah ferdi idi. Fatihalar neşideler ruhuna senin ey vatanın daimi muhafızı istibdal kabul etmez askeri ordugahlar ışığı gazalar rehberi Koca Fehim! Devletlü semahatlü efendim hazretleri Umur-ı mühimme-i şer’iyye ve hususat-ı lazıme-i diniyyede Halife-i ruy-i zemin ve hami-i din-i mübin efendimiz hazretlerinin vekil-i bi-adili ve bi’l-cümle mesail-i diniyye ve mehamm-ı umur-ı şer’iyyeye müteallik müşkilatın hall ü faslına mahsus kaffe-i mü’minin ve muvahhidinin en büyük ve en ulvi bir merci’-i celili olan bab-ı merahim-meab-ı Fetva-penahiye müracaat-ı acizinin menafi’-i umumiyyeyi celb ve mazarrat-ı mahz ve muhikkayı def’ gibi bir takım zaruretlerin sevk ve ilcaatından husule geldiği arz ve beyanıyla hak-i pay-i me’ali-iktinah-ı veliyyü’n-ni’am-ı efhamilerine beray-ı istifta arz ve takdimine ictisar olunan mesailin teşrih ve beyanına şüru’ etmezden evvel mahza efendimizin nazar-ı dikkat-i hakayık-perveranelerini celb etmek maksad-ı hayr-mirsadıyla sebeb-i ta’ciz ve müracaat-ı acizi olan keyfiyetin teşrih ve beyanına lüzum görülmüş ve ber-vech-i ati dahi ibtidar edilmiştir. Ma’lum-ı maali-melzum-ı fekahet-penahileri olduğu üzere bir milletin du-alemde saadet ve selametini te’min eden ve uhde-i zimmetine müterettib olan vezaifin ehemm ü akdesi din-i mübin-i Muhammedi’nin emr ettiği vechile makamat-ı mebrure ve mukaddesenin şan-ı celil-i İslamiyyete muvafık bir surette rehber-i necat ve istikballeri olacak şübban-ı vatanın dini ahlaki medeni terbiyesine i’tina ve dikkat etmek gibi hususat-ı lazıme ve mühimmeden ibarettir. Bu vezaif-i diniyye ve milliyenin ahsen-i tarik üzere cereyanını te’min etmek için bunun ma bihi’l-bekası olan vesaitin te’min ve istihsaline i’tina ve gayrete mütevakkıfdır. Fil-vaki’ bugün memleketimizde bulunan bil-cümle cevami’ ve tekaya mekatib ve medaris-i İslamiyyenin levazımat-ı zaruriyyesi evkaf-ı celile-i İslamiyye varidatından ve umum vergi üzerine yüzde on nisbetinde icra edilen zamayim ile hükumet tarafından verilen ve İslamların mikdar-ı nüfusu nisbetinde hisselerine isabet eden ianattan te’diye ve tedarik olunmaktadır. Bu babdaki muhassasat zemin ü zaman nazar-ı i’tibara alındığı takdirde şu makamat-ı mukaddese ve aliyenin şan-ı celil-i İslamiyyete muvafık bir suretteki idaresine kafi olamayıp evkaf ve maarif merkez-i idaresi için bin türlü müşkilatı müeddi ve mucib olmaktan maada şu zaman-ı ahirden beri lüzumu derkar olan mekatib ve medaris-i Ba-husus memleketimizi ser-a-pa istila eden ve bil-cümle dur-binan-ı hakayık-şinasımızın nazar-ı dikkatini celbe badi olan cehaletin izalesi zımnında mekatib ve medarisimizden teziyyeden pek dun bir mertebede olduğu tahakkuk eylediği takdirde her halde biran evvel bunların ıslahına çalışmak acizleri liye olduğuna kanaat-i kamilemiz hasıl olmaktadır. Halbuki bunların muhassasatı şimdiki hal-i esef-iştimallerine göre idaresi için bile kafi değildir. varidatı dun ve masarıfı efzun ez-her-cihet calib-i nazar-ı dikkat olan bir müşkilat-ı azime içinde bulunuyoruz. Zira sene be-sene evkaf ve maarif merkez-i idaresinin açığı tezahür ediyor. Şimdi ise bu açığı kapatmak ve büdcede tevazün istihsal etmek için ya evkaf ve maarif idaresinin varidatını teksire çalışmak veyahud ki tenkıs-ı masarıf yolunu Zemin ü zaman nazar-ı i’tibara alındığı takdirde masarifatın tenkısı mümkün olamayıp varidatın tezyidine himmet ise bizim için fariza-i zimmettir. İşte bu nokta-i nazardan idare-i vakfiyyesince tetebbuat ve tedkıkat-ı lazıme icra edilmiş de ahalimizin fakr u zarureti nazar-ı i’tibara alındığı takdirde evkaf ve maarif için yüzde on nisbetindeki zamayimden fazla bir takım metalibde bulunmak teklif-i ma-la yutak kabilinden bir şey olacağını ve hak-i pay-i merahim-iktinah-ı veliyyü’n-ni’am-ı efhamilerine beray-ı istifta arz u takdim olunan usulden başka bir vechile evkaf ve maarifin varidatını tezyid etmek mümkün olamadığı evkaf ve maarif meclis-i kebirince kanaat-i kamilesi hasıl olmuştur. Efendimizi ta’cize bizi sevk ve icbar eden ma’ruzat-ı kemteranelerinden müsteban buyurulacağı vechile zirde mes’ele şeklinde gösterilen usulden istifademiz tecviz buyurulduğu takdirde evkaf ve maarif-i İslamiyyeye aid olan makamat-ı mukaddese ve mebrurenin şan-ı celil-i İslamiyyete muvafık bir surette idaresi te’min edilecek ve bizim için her halde lazım ve muktezi olan mekatib ve medarisin ıslahına bir imkan istihsal edilmiş olacaktır. Bugün mekatib-i mevcudemizin mikdarından fazla olarak la-ekal yüz elli mektebe eşedd-i ihtiyacımız vardır. Mekatib ve medarisimize aid olan muhassasat ise mekatib ve medaris-i mevcudemize kafi gelemediğinden maada bunların içinde istihdam olunan muallimin ve müderrisin fıkdan-ı maaşlarından dolayı terk-i vezaifle bizi tehdid ediyorlar. Şu hal-i esef-iştimalden tahlis-i giriban etmek için zirdeki mesailde arz u beyan olunan usulden başka bir muhassasatın tedarik ve te’mini mümkün olamadığı takdirde mekatib-i mevcudemizin tenkısını intac ve müeddi olacağı bi-iştibahdır. Huda-nekerde bu halin vuku’u bizim için ne kadar tehlikeli olduğu arz u beyandan müstağnidir. İşte ber-vech-i bala arz u beyan olunan ve hakayık-ı müsellemeden ma’dud olan ma’ruzat-ı ubeydanelerini nazar-ı i’tibara alarak zirdeki mesailin hak ile batılı tefrik ve menafi’-i umumiyyeyi te’min ile herkesi mazarrattan vikaye ve sıyanet eden şer’-i şerife tatbikan hallini istirhama cür’et-yab oluyoruz. Ol babda ve katıbe-i ahvalde emr u ferman ve lutf u Fi Safer sene Bosna ve Hersek Evkaf ve Maarif Müdürü Birinci Mes’ele – Evkafa aid hemen her bir şehir ve kasabada en güzel ve en şerefli yerlerde pek çok hali arsalar vardır. Bütün memlekette böyle bin beş yüz kadar arsamız mevcud iken evkaf-ı İslamiyyenin bunlardan istifadesi hemen la-şey hükmündedir. Şimdi bunlardan matlub ve mutasavver olan istifadeyi te’min etmek için bunların ihyası lazımdır. Bu ise azim bir meblağa mütevakkıfdır. El-yevm sü’l-mal ile faizinden yüzde beşini te’diye etmek şartıyla üçüncü mes’elede arz u beyan olunan usule tevfikan bir istikrazın akdi mümkündür. Halbuki hali ve boş olan arsalarımız üzerinde bu para ile inşa edilecek ebniye ve sairenin yüzde ondan fazla bir varidat te’min edeceği gerek ehl-i hibre ve erbab-ı vukufun te’min ve beyanatı ve gerekse mukaddema muhtelif vakıflar beyninde mün’akid olan istikraz keyfiyetiyle icra edilen tecarible sabittir. Bu suretle def’-i mazarrat ve celb-i menfaat kabilinden olan bir istikrazın akdine cevaz var mıdır. pek dundur ve bununla beraber günden güne tedenni ederek maktuan alınan mükellefat-ı emiriyyesi ma’kusen tezayüd eylediği halde el-yevm bunların varidatı yalnız vergiye tekabül edemeyip bunlar ala halihi terk edilecek olursa evkaf idaresi için ayn-ı mazarrat oldukları bedihidir. Birinci mes’elede arz u beyan olunan usule tevfikan bu mazarratın def’i mümkün ve bu hakayık nazar-ı i’tibara alındığı takdirde üçüncü mes’elede arz olunan şeraite tevfikan istikrazın akdine mesağ var mıdır. Üçüncü Mes’ele – Mesail-i sabıkada arz u beyan olunan mazarratın def’i ve bundan maada zemin ve zaman nazar-ı umumiyyenin celbi maksad-ı hayr-mirsadıyla bugün yüzde beş faizle evkafın musakkafat ve müstagallatından hiçbir şey terhin etmeden ve bunların mülkiyetini tehlikeye koyacak hiçbir te’minatta bulunmadan yalnız meclis-i kebirin kararıyla ve merkez-i idaresinin kefaletiyle bir istikrazın akdine cevaz var mıdır. Merkez-i idare yüzde on nisbetinde umum vergilerden evkaf ve maarif için ahz edilen ve hükumet tarafından müslümanlara iane olarak i’ta olunan mikdarı te’minat olarak göstermekle bu babdaki kefaleti ifa edecektir. Dördüncü Mes’ele – Evkafa aid gayet ufak yerler vardır. Yerlerin varidat ve kıymet-i hakıkiyyeleri pek dun olup o yerlere mücavir olan adamlardan bazısı li-zaruretin kendi dairesini tevsi’ ve yahud arsasına zam etmek maksadıyla bu sebebden dolayı kıymet-i zatiyesinden pek efzun bir fiyat ile varidatını te’min edecek bir şeyin tedariki mümkün olursa o gibi yerlerin füruhtuna mesağ var mıdır. Beşinci Mes’ele – Şerefli bir mevki’de ufacık bir arsa vardır arsa-i mezkurenin adem-i vüs’atine mebni inşaat nizamname-i mevzuuna tevfikan orada bir şey yapılamaz bu sebebden dolayı o yer ala halihi boş kalmaya mahkumdur. Binaenaleyh bu arsa beyhude yere mükellefat-ı emiriyyeyi vermek gibi bir mazarrattan başka bir şeye yaramaz li-zaruretin hem-hudud olanlardan biri kendi mevkiini tevsi’ maksadıyla varidat getirecek bir şey almak şartıyla o evkaf arsanın satılmasına cevaz var mıdır. Altıncı Mes’ele – Evkafa aid bir yer olup hal-i hazırda kendisinden istifade olunamadığı gibi hükumet veya belediye tarafından istimlaki matlub olup ihtiyar ile satılacak olursa fazla bir meblağın ahzı muhakkak olduğu takdirde mahza evkafı zaruretten kurtarmak maksadıyla o yerin satılmasına cevaz var mıdır. Yedinci Mes’ele – Ebniye-i mukaddeseden cami’ tekye medrese mektep gibi mürur-ı zamanla münhedim olmuş veyahud ki inhidama mail bulunmuş ve oradaki müslümanlar li-sebebin mine’l-esbab diğer mahallata külliyyen veyahud kısm-ı küllisi nakl-i mekan etmiş olduklarından dolayı artık o gibi ebniyelerin o yerlerde vücuduna lüzum kalmamış olursa ber-vech-i bala arz olunan usule tevfikan o yerlerin satılmasına veyahud ki evkaf için bir varidat te’min etmek maksadıyla o yerlerde ebniyelerin inşasına cevaz var mıdır. Sekizinci Mes’ele – Nizamat-ı mevzuaya tevfikan yirmi otuz seneden beri mevtaların oraya defnine ruhsat verilmeyen ve evkafa aid olan mekabirin füruhtuna veyahud evkaf ve maarif için bir varidat te’min edecek üzerlerinde ebniyenin inşasına cevaz var mıdır. Dokuzuncu Mes’ele – Belediye veyahud hükumet tarafından zabt edilip park yani bahçe-i umumi haline ifrağ edilen makabirin yalnız arsaları haline ifrağ edilerek üzerlerinde ebniye inşa etmek şartıyla istirdadı mümkün olursa bu gibi keyfiyyata müracaatla mevadd-ı sairede arz u beyan olunan usule tevfikan mezaristan iken bugün park halinde bulunan bu gibi yerlerden istifadeye cevaz var mıdır. Sıratımüstakım – İşbu istiftanamenin Bab-ı Meşihat’e takdimi altı yedi ay olduğu halde henüz bir cevap alamadıklarından dolayı Bosnalı müslüman kardeşlerimiz Meşihat’in müsamahakarlığından şikayet ediyorlar. Alem-i İslam ile te’yid-i revabıt ve tezyid-i münasebat hususunda la-kayd kalan Merkez-i Hilafet’in bari bir müracaat vuku’unda olsun cevap vermek lüzumunu takdir etmesi icab etmez mi?.. Dikkat burada sayfa bitiyor. Fatih’le Sultan Selim arasında kain ve bu semtlerin mensubün-ileyhi bulunan iki büyük zatın müzaheret-i kudsiyyetine müstenid mehib ve muhteşem bir müessese-i aliyye vardır ki merhamet-i İslamiyyenin abide-i ihtişamı gibi enzar-ı iftihara ulviyet-nüma olur. Bu abide-i ihtişam bu ilticagah-ı eytam “Daru’ş-Şafakati’l-İslamiyye”dir ki bükülmüş boyunları bir sadr-ı şefikin hararetinden solmuş yüzleri bir dest-i nevazişin taltifinden ebediyen mahrum kalmış vatan kuzularına yarım asırdan beri bir peder himayeti ve bir valide şefkatiyle aguş-ı sıyanetini küşade bulundurmaktadır. Bu timsal-i maali fikrimce “hüma” lafz-ı esatirisinin mücessem ve hakıkı me’alidir. Çünkü gölgesinin düştüğü ser-i bahtiyara tac-ı hükümdarı giydiren bu kuşun vücudu mevhum olduğu halde Daruşşafaka bir Hüma-yı hakıkattir ki onun cenah-ı re’fetine sığınıp zıll-ı saadetinde perverde olan başlar devlet-i ma’rifet efseriyle tetevvüc etmiş ve el-an etmekte bulunmuştur. Şu fikri iddia-yı şairane! Sayacaklara karşı İsmail Safa Mehmed Emin Salih Zeki Ahmed Rasim ve saire gibi zamanımızdaki sayesinde yetiştiğini söylemek isbat-ı müddeaya bürhan-ı vazıh teşkil eder sanırım. Maliye nazır-ı esbakı Yusuf Paşa merhum ile rüfeka-yı hamiyyetinin yadigar-ı paydarı bulunan bu yegane daruleytamın mebde’-i te’sis ve nizamname-i aslisinde gerek erkek gerek kız yetim ve bi-kes çocukların ta’lim ve terbiyesi menvi ve musarrah ve hatta mektep binası erkekler ve kızlar diye iki kısma müfrez olduğu halde her nasılsa şimdiye kadar yalnız benin-i müsliminin tenvirine çalışılmış ümmet-i merhumenin benat-ı ümmehatı o danişhane-i millinin mehcur-ı füyuzatı kalmıştı. Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye’nin en fa’al a’zasından ve Daruşşafakati’l-ulya’nın en cevval zekasından bulunan Cemal Bey biraderimizin himmet-i Huda-pesendiyle ahiren bu mühimme de nazar-ı dikkate alındı ve kızlara mahsus bir şu’be küşadına teşebbüs olundu. Bir zırhlı iştirasından ehemm ü elzem olan bu teşebbüsü samim-i kalbinden alkışlamayacak ve bir an evvel hayyiz-i husule çıkmasını istemeyecek bir ferd tasavvur edememekle beraber televvüngah-ı alemde garabet eksik olamayacağından bil-farz ve’t-takdir: “Bu kadar kız mektebi ale’l-husus ahiren küşad edilecek olan inas-ı sultani müessese-i mükemmelesi varken mevcuda bir daha ilave etmek üzere bu şu’be lazım mıdır?” nimiz erkek ve kadın bil-cümle ehl-i dine taleb-i ilmin vecibe-i zimmet bulunduğunu haber veriyor. Demek oluyor ki kadınların da okuyup öğrenmesi ve erkeklerin onları okutup öğretmesi şer’an lazım geliyor. Şu halde acaba merkez [ve] mülhakattaki mekatib-i mevcudemiz bu lüzum-ı şer’inin hüsn-i ifasına kifayet edebiliyor mu? Haydi mülhakatı şimdilik bir tarafa bırakalım! Darulhilafe ve merkez-i saltanattaki dört buçuk mekteple ümid-i yen çocuk terbiyesi beklediğimiz kızlarımızı okutup öğretmek Fil-vaki’ yarım yamalak birkaç dane kız mektebimiz var. Fakat talibatı ağniyazadegan ile vasatü’l-hal olanların evladından ölmüş sığınacak bir kucak ısınacak bir ocak bulamadığı met bir zenginin kaşanesine sokulabilmiş sabaveti cehalet ve sefaletle geçdikten sonra dem-i şebabında bazen o cehaletin kurban-ı felaketi olmuş bulunanlar bu mekteplerin müstefiz-i tedrisi olabiliyor mu? Müteşebbisinin himmeti var olsun. İnas-ı Sultani Mektebi memleketimizde bir müessese-i yegane olacak Tacü’s-selatin Adile Sultan merhumenin vefatından beri mahşer-i sükuna benzeyen Kandilli Sarayı yakın zamanda bir ma’kes-i esvat halini alacak. Piyano çalacak opera söyleyecek ! benat-ı memleketle dolacak. Fakat o müessese-i kemale senevi elli lira i’tasına muktedir erbab-ı yesarın kerimeleri girebilecek Darüşşafaka’nın inas şu’besi ise kibar kızlarına orta halli çocuklara değil milletin öksüz ve yetim yavrularına etfal-i memleketin halen ve istikbalen sokaklarda sürünmeye mahkum kalmış olanlarına aguşunu açacak onları sine-i merhametinde besleyip büyütecek okutup yazdırmakla beraber Savaroyor’a bedel zihinlerine maali-i İslamiyye ve adab-ı Osmaniyye telkın eyleyecek. O bi-vayeleri bir kontes bir markiz olmak için değil; bir müslüman kadını bir Osmanlı hanımı bir ev sahibesi bir aile reisesi olmak üzere yetiştirecek. Dans yerine dikiş dikşeklinde yazılmıştır. mek opera yerine yemek pişirmek ta’lim edecek. Ey meyl-i hasenatı faik ve bu hususda sabıkin-i evveline lahık olan ümmet-i necibe! Siz bu teşebbüsü tebrik ve nefsinizi müteşebbislerine teşrik etmez misiniz? Faruk-ı A’zam hazretleri birkaç kandil ikadıyla mescid-i nebeviyi aydınlatması üzerine taraf-ı risaletten iltifata ve “kabrin de mescidim gibi münevver olsun” tarzında da’avata mazhar olmuş. Acaba muzlim bir dimağın envar-ı ma’rifetle parlatılması –velev ki peygamberin olsun– bir mescidin tenvirinden indallah daha makbul sayılmaz mı? Ey infak-ı yetama ile me’mur olan müslümanlar! İşte müslüman yetimelerinin infak ve iskanı ve ta’lim ve terbiyesi için bir şefkathane açılıyor. Hadis-i şerifini düşünerek bunun masarıf-ı te’sisine muavenet ve emr-i Furkanisine mütabaattan geri durmayınız. Vereceğiniz ianenin azlığına çokluğuna bakmayınız ki sebil-i ilahideki aded-i ma’dud nezd-i Bari’de sevab-ı gayr-ı mahdud ihzar eder. Kema kale celle şanuhu: Sıratımüstakım – Şu ali teşebbüse karşı söylenebilecek sözleri sahib-i makale kamilen söylemiş olduğu için biz kendimizden bir şey ilave etmeyeceğiz. Müteşebbislerin azmi erbab-ı hamiyyetin muaveneti sayesinde inşaallah Daru’ş-Şafakati’l-İslamiyye’nin yakında bir de kız şu’besi vücuda gelmiş görmekle kariru’l-ayn oluruz. Sükun-ı müncemid-i leyli yırtarak nagah Gunude kalb-i haşin-i zalamdan bir ah Bir ah-ı velvele-perdaz kopdu:-Yangın var! Ru’ud-ı ruh-ı beşerdir semalara dökülür Onun huruş-mealiyle ruhlar sökülür Temevvüc etmede bir bir bu sayha-i meş’um Taraf taraf ötüyor sanki bir ketibe-i bum. Azab içinde zemin ıztırab içinde zaman; Telaş ile dönüyor mahrekinde şimdi cihan! Sema bu hale hezaran nazarla nazırdır; Bir irti’aş-ı büka gözlerinde zahirdir… Çak etti bir zebane-i hunin uzakların Pirahen-i büyut rida-yı zalamını Kıvrıldı asmana uzandı… Konakların Kanlarla sildi manzara-i ihtişamını. Bir duzeh-i zebane ki ra’şan… Alev duman Zulmet şerare püskürüyor şeş cihatına; Fevvare-i cahimdir: İhrak için heman Yükselmek istiyor gibi cevvin küratına.. Birden yayıld ı bir mütemevvic kanad gibi Şehballer gerildi füruzan-ı lehibden; Bir darbe-i müselsel ile hanman-şiken Yek-ser remad edip gidiyor hep cevabını Güya ki bir ukab-ı ziya-bal ü şu’le-mu Üstünde damların dönüyor müfteris akur; Her şahbal-i nairi ayrıldı su be-su Bir sarsar oldu… Sarsar-ı seyyal-i nar u nur! Bir sarsar-ı devvar- ı şerer-paş ü şerer-puş Mebnaları etmekte tehevvürle der-aguş; Bir cuşiş-i nevvare-i hunin ile yahud Yerden göğe çağlar gibi şelale-i yakut Sarsar dönüyor… Savrulup enkaz-ı mesakin Sağdan sola soldan sağa bir mevkib-i niran Bir tude-i pervane-i suzan gibi lerzan Lerzan ü perişan iniyor evlere.. Lakin Her zerre-i ateş-peri meşbu’-ı cehennem Bir kudret-i suziş taşıyormuş gibi çılgın Pür-cuş döküldükçe yere bir koca yangın Sarsar dönüyor… Geçtiği yer oldu müşabih Küllerle dumanlarla bürünmüş arasata; Gözyaşları memzuc süyul-ı nevehata; Avaze-i vaveyl semalarla müşafih! Söner mi… Ah ile seyl-i sirişk ile –eyvah!Söner mi bir yangın Şu girye bar-ı sefalet şu leb be-ah- ı tebah Şu muhtazar baygın; Sokaklara dökülen dulların yetimlerin Söner mi suziş-i vicdanı??... Girye dane-i har Lehib-i ruh ile –şebnem midir– olur mu buhar? Bu levh-i nazra-firuzun bu kütle-i kederin Huzur-ı suz ü güdazında çehre-i vicdan Hicab edip de kızarmaz mı? Söyle ey insan! Acır mı bunlara? Yer bi-haber sema hamuş! Geçer saba[h] ü mesa Geçer sabah ve mesa la-kayd elem ber-duş… Fakat gelince şita Şu çıplak aileler kar çamur mu örtünsün? Bu bi-nevalara toprak mı açsın aguşu? Leyal-i baridenin zulmet-i cihan-puşu Olur mu perde-i ismet… Olur mu ah düşün? Sema ru’ud saçar berk yağdırır rüzgar Soğuk anif kanadlarla silleler çarpar; Güneş yakar; gece tedhiş eder… Hemen her şey Yazık zavallıların hasm-ı canı peyderpey… Ömür denen iki günlük haşin yolu geçmek Pür-ıztırab pür-alam pür-figan gerçek Cebin-i hilkate şeyndir hayatı tescindir; Bunun mukabele-i müstahıkkı tel’indir! Beşer-karin isen ey merhamet hamiyyet sen Şu kimsesizleri kaldır zemin-i zilletten!... lardır dense asla mübalağa edilmiş olmaz sanırım. Bununla beraber –ne garabet!– dünyada hiçbir büyücek şehir yoktur ki yangınlara karşı İstanbul kadar müdafaasız bulunsun!... Evvelki haftanın büyük yangınları münasebetiyle gündelik gazeteler ihtiyar İstanbul’un birkaç asırlık tarih-i harikını kari’lerinin nazargah-ı ibretine serdiler. Hammer’den Toth’dan Gotye’den alınıp çoğu Miladi senelerle ifade olunan bu ateşli ve kanlı tarihçeden öğrendik ki İstanbul’da kırk-elli sene fasılalarla yedi bin on bin hatta otuz otuz beş bin büyut ve dekakin ve saire yanıp tutuşarak payitahtın geniş geniş sahalarını harab şehirler haline getirmiştir. Cami’ ve medreselerle bazı han ve hammamlar müstesna tutulacak olursa Saltanat-ı Osmaniyye payitahtının her yüz senede bir defa tamamen yanıp bittiği iddia olunabilir. Asırda bir defa yanıp biten ve denizden en uzak noktası nihayet yarım saatlik olan payitaht-ı Osmaninin vesait-i itfaiyyesi pek yakın bir maziye kadar ma’hud omuz tulumbalarından rihçesini öğrenmek merakını verdi. Ama hiçbir mütehassısını rast getiremedim. Başta pek iyi düşünülmüş olan bu müessesenin Bizans devrinden kalma olduğunu zannederim. Şarkın havasında eşhası pek çabuk çürüterek bitirmek müesseseleri ise dondurarak hal-i ibtidaisinde hıfz etmek hassası vardır. Şarkın ba-husus şark-ı İslamiyetin birçok müessesat-ı nafiası mevcuddur ki tekemmül etmemek hin-i teessüsündeki şeklini anudane saklamak yüzünden bugün zararlı bir hale gelmişlerdir. Garbın büyük küçük şehirlerinde gıbta ve hayretle gördüğümüz gayet muntazam gayet nafi’ gönüllü itfaiye hey’etleri bizim mahalle tulumbacılarının tekemmül etmiş şekl-i hazırından başka bir şey değildir; uşakları otomobille koşan sandıkları buharla su fışkırtan bu ahir zaman tulumbaları bizim mahalle itfaiye hey’etlerinden sonra teessüs etmiş ve fakat günden güne mükemmelleştirilerek şimdiki hallerine getirilmiştir. Madem ki bizde de pek eskiden kalma bir tulumbacılık an’anesi var madem ki bir sınıf gençlerimiz kaynayan taşan enerjilerini ateşle güreşmekte hemşehrinin canlarını mallarını semenderin lokması olmaktan kurtarmakta denemek öylece yiğitlik göstermek sılı aklı erenlerimiz bunlara biraz rehberlik edip esasen pek memduh olan faaliyetlerini ta’zime himmet buyurmazlar?.. bul’dan daha müsaid bir zemin zor bulunur. Mahalle tulumbalarımız böyle ya askeri itfaiye taburlarımız? lumba arabalarının her parçası sökülegelmiş gibi ayrı ayrı sallanarak büyük bir gürültü ile geçen itfaiye kolunun gerisinde pek ağır çizmelerini bin bela ile sürükleyerek güya koşan kan terlere batmış Anadolu’nun zavallı Mehmedciklerini gördüğüm zaman daima kanım başıma fırlar. Belediye midir Ziçni Paşa mıdır bunlara bakan kim ise onun yanına koşmak ve –Ayol! Allah aşkına birkaç yüz guruş sarf et de şunlara pek basit pek adi muhacir arabası gibi üç dört araba yaptır. Bu yorgunlukla yangına yetişen adamlar nasıl ateşle boğuşsunlar?.. demek isterim. Hakkım yok mu? İtfaiye neferlerini Taksim Kışlası’ndan Samatya’ya kadar yayan koşturmakta ne muhassenat var? Dar sokaklar varsa itfaiyenin tulumbaları da geçemez yokuş çıkılacak ise o tulumbalar daha ağırdır. ferlerine mahsus otomobiller getirilecekmiş… İyi amma o otomobiller gelinceye kadar korkarım İstanbulumuz yanıp bitecek de otomobilleri tekrar Avrupa’ya iade etmek lazım gelecek! Şimdilik Tophane yahud Tersane marangozhanelerinde yapılmış iki sıralı nefer oturtulabilir adi arabaları pek çabuk yaptırtalım da sonra tali’imize otomobiller filan gelirse o arabaları satmak yahud başka bir işde kullanmak güç olmaz. Herkesin muttasıl yangından bahsettiği geçen hafta edip eline bir milyon geçirdiği zaman itfaiye hey’etlerine ancak üç bin lira tefrik edebilmiş imiş. Onlar da bu para ile çatlak taslarını delik hortumlarını kırık araba tekerleklerini ta’mir ettirmişler para da bitmiş… İstanbul beldesinin afet-i uzma-yı beledisi harik-ı hail olduğundan hürmetlü belediyemizin bu pek be-ca pek dur-endişane kararı cidden cedir-i tebriktir! Ya sular? İstanbul’a ta Rum kayserleri zamanından beri getirtilmiş türlü sulardan ve itfa-yı harik için kafi mikdarda su vermeyi müteahhid Terkos Kumpanyası’ndan sarf-ı nazar olunabilse İstanbul’un adeta bir ada olduğu herkesin gözüne batmamak kabil midir? Su içinde oturan bir şehrin mesel-i sair hükmüne giren pisliği ne kadar şayan-ı hacalet ise ikide birde yanıp kül olması da o kadar şayan-ı hayrettir. Çırçır Çırağan Aksaray ve Balat yangınlarından sonra deryanın tutuşmasına da ihtimal verilir… Şehrimizin hemen yarısı kurun-ı ula harabeleri halinde viran yatarken hemşehrilerimizin on binlercesi mesken ve me’vasız ağlayıp sızlarken körlerin bile göreceği şu münasebetsizliklerimizi hatırlamak hatırlatmak na-be-mevsim olmasa gerektir. Demir tavında döğülür… Bir ay evvel İngiltere Kralı George’un tac giyinmek merasimi ve müteaddid ziyafetler şenlikler donanmalar; resm-i geçitler yapıldı. Çocuklar mektep çocukları bu merasimde asla hatırdan uzak tutulmadı. Onlara bu vesile ile İngiltere’nin azameti ve şevketi ve kudreti gösterilmek vatanlarının müstakbelen de halde olduğu gibi çar-aktarda hakim bir devlet olacağı epeyce zihinlerine yerleştirilmek istendi. Bir gazete muhbiri Londra şenliklerinden bahs ederken çocuklara mahsus bir ziyafet ve eğlenceyi şöyle hikaye ediyor: Bugün kral ve kraliçe Billur Sarayı’na geldiler. Orada yüz bin mektep çocuğu toplanmıştı. Bu çocuklar İngiltere’nin her tarafından hususi katar ile getirilmişlerdi. Çocuklara mükemmel taam ettirildi. Çocuklar sarayın bahçesinde altı saat kaldılar. Birkaç tiyatroda onlara İngiliz tarihinin vekayi’-i mühimmesi hissiyat-ı vataniyyelerini takviye ve tehyic edecek surette gösterildi. Sonra Billur Saray’ın bir kısımını işgal eden müsta’merat sergisi gezdirilip İngiltere’nin hududsuz müsta’meratı hakkında ma’lumat verildi. Böylece çocuklar İngiltere’nin halindeki vüs’atini kuvvetini mazideki mefahirini öğrenerek duyarak hem de padişahlarını görüp sözünü işiterek müftehir ve memnun şehirlerine köylerine döndüler. Rusya: – İnkılabdan beri hükumet-i Osmaniyye büyük harb gemileri ısmarlamak fikrindedir. İnkılabın ferdasında “Enver” ve “Niyazi” zırhlılarından pek çok bahs edilmişti. Son günlerde İngiltere’ye iki dridnot ısmarlandı. cak bir “dridnot” ısmarlamak üzere iki üç gün evvel Bahriye Nazırımız Londra’ya sefer etti. Bilmeyiz kuvveden fiile çıkmayan ve çıkması da biraz baid olan projeler için çok gürültü etmek faideli midir zararlı mıdır? Ancak komşu devletlerin alel-husus Rusya’nın siyasi gazetelerinde hemen her gün Türkiye’nin teslihatı şiddetlendiğini Kafkasya ve Kırım sevahiline tearruz için Almanya ve İngiltere destgahlarına büyük zırhlı gemiler ısmarlandığını bir şayiayı dört hakıkat gibi göstererek muttasıl yazıp duruyorlar. İş gazetelerin yazmasıyla da kalmıyor; Rusya Meclis-i Meb’usan’ı geçen devre-i sine Nikolayef Tersanesi’nin tevsiine medar olmak üzere birkaç milyon ruble tahsisat-ı fevka’l-ade verdi. Bu sene Petersburg Tersanesi’nde dört gayet büyük harb gemisi Rus dridnotu denize indirildi. “Petrepolsk” “Sivastopol” “Poltava” ve “Gangot” isimli bu dört drednotun kuvvet ve cesametleri birbirinin hemen aynıdır. Bu babda bir fikir vermiş olmak için “Sivastopol” zırhlısının eb’ad ve techizatını yazalım: Su kesimi yani geminin ağırlığı . ton yani milyon yeni okka Makinesinin kuvveti: beygir kuvveti Sür’ati: mil yani kilometre Teslihatı: Toplar: kulede aded parmakl ık; aded milimetrelik; tahte’l-bahr torpido alet i. Geminin uzunluğu metre genişliği metre derinliği metre ihtiyat kömürü . ton. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ağustos Altıncı Cild - Aded: Acaba bu kadar sözden sonra bir mu’teriz çıkıp da müslümanların metkar olduğunu; yahud Müslümanlığın edyan-ı saire ashabı hakkında guna-gun mezalimi ibahada bulunmak gibi rezaile tenezzül etmeyeceğini inkar edebilir mi? Müslümanlık kendi daire-i münciyyesinde bulunanları en şedid düşmanlarına hatta meydan-ı muharebede bile cevri tecviz etmez. Cenab-ı Hak buyuruyor. Müslümanlık kimseye başka dinde bulunan akrabasiyle kat’-ı münasebette bulunmayı emretmedikten başka onlara karşı hüsn-i muaşeretle haklarında her türlü vazifeyi eda ile emretmiştir. Hazret-i Ebu Bekir kızı Esma diyor ki: “Aleyhisselatü vesselam Efendimiz’in zamanında validem yanıma gelmişti. Kendisiyle konuşayım mı diye sordum. Evet cevabını aldım.” ayeti bunun üzerine vasıl oldu diyor. Nitekim Hazret-i Ömer de müşrik olan kardeşine bir kat libas hediye etmişti. Beşeriyetin din-i umumisi olan Müslümanlığın hatime-i edyan olması ne aileler kabileler aşiretler arasında ne bir memleketin evladı yahud bütün beşeriyet arasında tefrika akıdece mezhebce muhalif bulunan bir aile arasında tek başına müslüman olarak yaşayabilir. Hem bu muhalefet-i diniyye kendisini onların aleyhinde bir harekette bulunmaya sevketmediği gibi haklarında icab eden vezaifi ifaya hukuk-ı aileyi muhafazaya din kendisini icbar eder. Müslümanlık bize mekarim-i ahlakı yalnız kendi aramızda gözetmekle emretmiyor. Belki dinlerin akıdelerin ihtilafına rağmen bütün insanlara karşı mehasin-i ahlak ile muameleye bizi mecbur tutuyor. Aleyhisselatü vesselam Efendimiz “Kalbinde insanlara karşı muhabbet beslemeyen kimseler haib ü hasir kalacaktır. – Her dinde bulunan fukaraya tasadduk ediniz.” buyuruyor. amel etmişler hem edeceklerdir. Varsın bir takım mudıll adamlar onları aksiyle itham etsinler. Hazret-i Ömer birgün arkadaşlariyle beraber otururken zimmilerden bir ihtiyar dilenci geçmiş. Halife yanındakilere bakıp demiş ki: “Biz adamcağıza insaf etmiyoruz. Hiç genç man dilencilikte bırakmamız doğru olur mu? Asla.” Bunun üzerine herife beytü’-mal-i müsliminden bir miktar vazife ta’yin olunmasını emretmiş. Bazen beşer kanıymış evet gerçi maşrıkın Bazen cerihalar kurutur berk-ı müşfikın Ey seyf-i saltanattaki polad-ı muhterem Yangın ki bir cerihasıdır hanumanların Gökten yağan o karha-i duzah-nişanların Şahane bir kılıç oluyor işte reh-nüma Seyf-i seha ki her yer onun mülkü daima… Kesmez ceriha-i beşere iltiyam verir Seyf-i seha ki ahen-i pür-nuru giryedir Bed-bin olan gözümle bugün görmek isterim: Her seyf-i saltanatta o rikkatte bir demir Seyf-i sehayı münferiden işte bağladın Hind’in vakur hakimesi ey büyük kadın… Yoktur belki de gerçi evet seyf-i satvetin Seyf-i sehavetin yetişir feth-i aleme Yangın harabesinde de var zıll-ı re’fetin Ey saltanat şükufesi ey şanlı hakime Hind’in ki muhteşem gülüsün bin harabeye Saçdın bitip tükenmeyecek bu-yi tesliye Mah-ı cari-i Rumi’nin on ikinci Salı günü paytaht-ı saltanat-ı seniyyenin hay u huy velveledarı henüz başlamış olduğu hengam-ı subhda mefahir-i veka’i-i Osmaniyyenin nuhustin-i tecelligahı olan Bursa’ya azm-i sefer ile Galata Rıhtımı’nda Mudanya’ya tahrik-i çarh-ı azimet etmek üzere müheyya bulunan Girid Vapuru’na hem-rahım bulunan Rüşdü Bey ile birlikte rakib olduk. Vapurumuz sabahleyin ikiyi on geçerek hareket etti. Karargah-ı celadet-i Osmaniyanda On Temmuz id-i millisini temaşa etmek üzere Bursa ve sair civar mahallerden gelmiş olan züvvarın avdetlerine tesadüf ettiği cihetle sefinemiz hınca hınç dolu idi. Birinci ve ikinci mevki’ namına bilet satılıyor idiyse de bu bir şeref-i i’tibari olup yoksa her iki mevki’ ashabı bir mahalde yan yana oturuyor idiler. Aradan bir saat müddet geçer geçmez rükkab miyanında: Karantina var Tuzla’ya gidiyoruz diye bir gıriv kopdu. Baktık vapur Adalar’ın önünden Tuzla’ya müteveccihen kat’-ı mesafe edip gidiyor. Müteakiben kapudan ile erkan-ı sefineden iki zat karantina ücreti olarak adam başına iki çeyrek toplamaya başladılar. Şayed bu ücret ahz edilmeyecek olursa ashabına iade olunmak üzere bu nama para verenlerin Biz de Tuzla’da lenger-endaz olduk. Geminin güvertesinde bulunanlar mevki’-nişinlerinden ahval-i sıhhiyece farklı olduğundan bahs ile karaya çıkıp karantinahanede tebhir edilmek hususu evvelkilerine kasr edildi. Rükkabdan kimi karantina muamelesi evvelce haber verilmediğini ve bazıları da bu muameleden mevki’-nişinlerin da bir hayli tereddütlerden ve epeyce güft ü gulardan sonra nihayet cümlesi ikna’ olunarak güverteciler mavnalara tahmilen karaya çıkarıldılar ve ba’de’t-tebhir iade edildiler. Vakta ki karantina muamelesi rehin-i hadd-i hitam oldu. Hurşid-i celi-şa’şaa dahi yavaş yavaş inzivagahına çekilerek ortalığı setre-i zalam-ı leyl bürümeye başladı. İşte bu evan-ı zalam-aludda vapur Mudanya’ya tevcih-i veche-i azimet ederek tekrar yoluna devam eyledi. Rical-i ilmiyye ve askeri zabitanından vapurda bir hayli zevat var idi. Onlar ile tatlı tatlı sohbetlere dalındı. Ve gündüzün bakiye-i nevalesinden olarak herkesin yanında ne var ise akşam taamı makamında kemal-i lezzet ve iştiha ile tenavül edildi. Gece saat beşi on kadar geçiyor idi ki Girid Mudanya takriben yarım saat sonra tren hareketle iki saatte yani gece saat yedi buçuk sekiz raddelerinde bi-mennihi’l-kerim Bursa’ya aminen muvasalat kılındı. Ehibbayı tasdi’ etmemek üzere derun-ı şehirde en muntazam olduğu haber verilen Nuriye Oteli’ne nazil olduk. Fi’lhakıka tarz-ı inşası taksimatı latif ve münasib odaları vasi’ her tarafı teptemiz bir otel Nuri Paşa namında bir zat tarafından bina edilmiş olduğundan ismiyle tesmiye edilmiş. Yalnız odabaşının müşterilere karşı tavr-ı ihtiramkaranesi pek mebzuldür…! Müşterilerin kaimen sordukları şeye yattığı yerden baridane cevap vermek gibi etvarını ta’dil etmiş olsa o güzelim otel daha ziyade rağbet bulur zannederim. Leyle-i muvasalatın ferdası günü hemen Cami’-i Kebir’in ziyaretine şitaban olduk. Cazibe-i ruhaniyye ile letafeti maddiyenin terkib-i mezcisi bulunan bu ma’bed-i şerife bu bedi’a-i nefiseye evvelden beri nakş-bend-i hayalim olan enva’-ı neşve-i derun ile dahil olur olmaz birden bire bir sıhhat-ı hüzn-engize tesadüf ettim mebhut ve hayran kaldım. Meğer cami’-i şerifin vasatındaki havz-ı kebirin fevvaresinden dökülerek nagamat-ı ahengdarı efvah-ı abidinden çıkan kelimat-ı tayyibe ile birlikte asman-ı izz ü alaya suud etmekte olan suyu kesilmiş imiş. Bu ab-ı mübarekin ne zamandan beri kesilmiş sebebi ne imiş tekrar niye getirilmiyor buralarını kemal-i tehalük ile sorduk. Bir buçuk mahdan beri münkatı’ olduğu ve sebeb-i inkıta’ı hakkında cevab-ı kat’i aldıksa da niçin tekrar icra edilmiyora dair rivayetler muhtelif olduğuna ve bunların birçoğu avamkarane olup hatta belediye dairesine na-kabil-i kabul ta’rizi tazammun etmesine mebni bu babda zafer-yab-ı hakıkat olamadık. Bu nağme-i can-efzanın tekrar ihyası vakıf ile daire-i belediyyeden hangisine aid ise bir an-ı akdem ifa-yı muktezasına müsaraat edilmesi bütün aktar-ı cihandaki ehl-i tevhid ve iman ile hem-zeban olarak müstercadır. Hatır-ı şuride kalb-i hazin ile cami’-i şerifin bir kuşesine çekilerek iki rek’at “tahiyyetü’l-mescid” namazı kıldık. Ba’dehu fakır sol cihette vaki’ hünkar mahfilinin altındaki kütübhaneye girip tilavet olunan Buhari-i Şerif ile Şifa-i Şerif’i bir müddet müştakane istima’ eyledim. Sonra elime fihristi alarak kütüb-i tefasire göz gezdirdiğim sırada adedinde mukayyed olarak Şemsüddin-i Muhammed bin Ebibekr erRazi hazretlerinin “Es’iletü’l-Kur’an ve Ecvibetüha” namında nesih ile yazılmış bir eserini gördüm ki hamişte bu eserin bin iki yüz suali muhtevi olduğuna işaret edilmiş idi. Li-ecli’l-mütalaa hafız-ı kütüb efendiden istedim bir hayli müddet taharri ettiyse de bulamadı nihayet aciz kalarak refikim gelsin de bir de ondan soralım dedi. Vaktim olup da bir daha kütübhaneye gidemedim. O gün Cami’-i Kebir’den çıktıktan sonra öte beri biraz gezindim belediye bahçesinde oturdum Pınarbaşı mesiresine gittim. Akşama doğru Çelebi Sultan Mehmed’in türbesiyle pek musanna olan cami’-i şerifini ziyaret eyledim. Zeminden kubbeye kadar mihrab cihetindeki cidarı tezyin eden kaşilerin hüsn-amizişinden husule gelen manzara hakıkaten pek dil-rübadır. Kaşileri i’mal eden esatizeyi firdevs-aşiyan Sultan Selim-i Evvel hazretlerinin İran seferinden avdetinde bilad-ı Rum’a getirdiği müsellemat-ı tarihiyyeden olduğu cihetle sultan-ı müşarun-ileyhin vücudundan bir hayli zaman akdem bu cami’-i şerifin kaşiler ile tezyince zihnimi tahdiş etmekte iken cami’-i şerifin ferraşı olup esna-yı ziyarette birlikte bulunan Mehmed Efendi bu kaşiler ol zamanın İran hükümdarı tarafından sandıklar derununa mevzu’an ustalarıyla birlikte Çelebi Sultan Mehmed Han hazretlerine gönderildiğini ve esatize-i mezkure onları bu mahalle ilsak ve terkib ettikten sonra memleketlerine avdet eylediklerini hikaye etmesiyle müşkilimi halletmiş oldu ve çinilerden birinin üzerinde menkuş “Amel-i üstadan-ı Tebriz” ibaresini irae ile sıdk-ı hikayesine bürhan-ı mücessem ikame eyledi. Cami’-i şerifin pencere kapaklarıyla kapılarında hurde doğrama işleri olduğu gibi pencerelerin harici cihetindeki taşlarda mahkuk nakışlarda hakıkaten beda’i’-i asardandır. Bu ziyareti müteakib camiin ittisalinde ovaya nazır set üzerinde oturup bir müddet o sahra-yı vasi’in ca-be-ca küme küme eşcar-ı zümürrüd-famındaki letafeti ve bir müddet şemsin oraya mahsus gurubundaki debdebeyi temaşa ederek akşamı ettik. Gece dahi Cami’-i Kebir’e gidip salat-ı yandığından şu’le ve ziyaları ancak civarlarını tenvir edebilip fasıla mahalleri zulmet-alud olmağla derun-ı cami’-i şerif güya kamerin gah sehab-pareler arasında müstetir ve gah saha-i semada münceli olduğu bulutlu geceyi andırıyor idi. Sebebi varidat-ı vakfiyyesinin adem-i kifayeti olduğu söyleniyor. Cami’-i şerifin caddeye nazır harici cihetleri sokak lüksleri kahvehaneler gazlarıyla pür-nur ve ziya idi. Cami’-i Kebir’den hükumet dairesine ve oradan Setbaşı semtine kadar imtidad eden caddedeki kahvehanelerle şerbetçi ve dondurmacı dükkanları geceleri üç üç buçuğa kadar küşade olduğu gibi gecenin o vaktine kadar amed ü şüd dahi eksik değildir. İki refik-i ins dahi bu tenezzüh-i leyliden nasibedar hazz ü şadi olarak beytutetgahımıza avdet ediyor Üçüncü Perşembe günü merakıd ve makamat-ı mübarekenin ziyaretlerini arzu ettik. Çelebi Sultan Mehmed Han Cami’-i Şerifi’nin üst tarafında yüksek bir mevki’de Emir Buhari hazretlerinin türbesiyle cami’-i şerifi ziyaret olundu. Valid-i macid cenab-ı padişahi cennet-mekan Sultan Abdülmecid Han hazretleri tarafından tarz-ı hazır üzere tecdiden şerifin daha üst tarafında kain bir mevki’-i bülend ve muallada gunude-i hak-i rahmet olan fazıl-ı eşher Hayali hazretlerinin kabrini ziyaretle teberrük eyledik. Kabr-ı şerifin Serkarin-i sabık Hacı Ali Paşa tarafından ta’mir edilmiş olduğu kenar-ı merkadde mahkuk kitabeden nümayan oluyor. Mevlana-yı müşarun-ileyhin eydi-i ihtiramda mütedavil te’lif-i ma’rufunun cilvegah-ı sanihatı olan mütalaahanenin harabesi zairine o civarda hala arz-ı didar-ı fazilet ediyor. Hayf ki mürur-ı zaman ile bu hatıra-i kıymetdardan hiç eser ve nişan kalmayacak. Buradan biraz daha mürtefi’ bir mahalde vaki’ medreseye girilince bahçesinde Dürer Gurer sahibi Molla Hüsrev’in kabr-i mübareki ziyaret olundu. Oradan kalkıldı kutbü’l-arifin Üftade hazretlerinin mataf-ı kerrubiyan olan türbe-i münifesini ziyaretle gönüllerimiz leb-riz-i neşve-i lahutiyye oldu. Müteakiben Tophane Meydanı denilen ovaya nazır bir mevki’-i muhteşem ve nazar-rübada ve ağaçlar şükufeler; fevvareler ile müzeyyen bahçe ortasında aram-güzin-ı saray-ı ebediyyet Gazi Sultan Osman Han hazretlerinin merkad-ı şerifleriyle civarında diğer bir türbe-i mahsusada medfun ferzend-i ercümendleri Sultan Orhan hazretlerinin kabr-ı şerifi ziyaret olundu. İki hükümdar-ı zi-şan ki evvelkisi dünyanın en şanlı devletlerinden birisinin müessisi ikincisi Bursa gibi birinci payitaht-ı saltanat olan bu şehr-i mühimmin fatihi ey müessis-i bünyan-ı saltanat! Senin adl ü ihsanın senin cihangir olan seyfin kabrini ziyaret eden ahlaf-ı Osmaniyanın kulubuna nam-ı celilini ile’l-ebed zinde etmek için bir çok ma’na-yı irfan ve hamaset ilham ediyor. Hayat ve mematın efkar-ı Osmaniyyeyi tarik-i cehd ü celadete irşad eyliyor. Sonra sırasıyla Kosova melhame-i kübrasında şehiden rad-ı Evvel hazretlerinin Çekirge’deki türbe-i münifesiyle cami’ini ve Bursa’da ve Yıldırım Bayezid Han ile sair selatin ve şehzadegan merkadlerini ve defin-i hak-i ıtır-nak olan ekser-i e’izze-i kiramın makamat-ı aliyyesini ziyaret ettik. Kabirlerini ziyaret edemediğimiz bakiyye-i ricalin ruhlarına uzaktan fatihalar ithaf eyledik. Yine o gün biraz teneffüs ettikten sonra şehrin çarşı ve pazar mahallerini gezdik. Esna-yı cevelanda hüsn-i tali’ bizi Demirkapı Çarşısı’nda Yağlıkçı ve Kumaşçı Ali Sabri Bey’in numaralı mağazasına sevk etti. Kendisi müeddeb ve beşuşü’l-vech olmakla beraber dad ü sitedce kavl ü muamelesine laşılıyor idi. İktisada sa’y ü gayrete şirketlere kargahlara ve saireye dair müteessifane ve gah ümidkarane bir hayli musahabetler esnasında yerli mensucat-ı haririyye için mühim bir şirketin derdest-i teşekkül olduğunu ve Dersaadet’de kariben şirketin bir şu’besi küşad edileceğini bize tebşir eyledi. Bu mülakatın gönlümüzde yadigar bıraktığı bir lütf-i hatıra Yevm-i mezkurda derun ve birun-ı şehirde yollar şoseler müessesat-ı hayriyye ve nafi’ya dair meşhud olan asar-ı me’asir-i cehd vü himmeti diğer vülatın eserleri üzerine bi’lvücuh o ali-menkıbın celail-i ef’ali manzur oluyor. Bunun için o zatın yad-ı hayrı hala ziver-i elsine-i enamdır. Dördüncü Cuma günü vakt-i salada Cami’-i Kebir’in dem-a-dem nam-ı pak-ı ehadiyeti i’lan eden minarelerinde ayat-ı celilesi savt-ı bülend ile tertil olunarak ve dem-i ta’abbüd ve itaatte terk-i dad ü sited ile zikrullaha müsaraat etmeye ehl-i tevhid ve iman da’vet olunduğu bir zaman cami’-i şerife dahil olduk. Müezzin mahfilinde devre başlanmış Ebu’l-ula-i Sani Hafız Osman el-Mevlevi hazretleri tilavet-i kelamullaha o sami’a-nüvaz elhanıyla ağaz etti. Ayat-ı takri’i küffar-ı hak-sarın güya başlarına çarpıyormuş gibi şiddetli bir eda ve ayat-ı rahmet ve gufranı hafif sada ile tertil ettikçe gözler coşuyor yürekler gaşy oluyor idi. Vakit girdi cami’-i şerif piran-ı muhacirin-i İslam esnaf-ı kiram civar-ı şehirden tecemmu’ etmiş zürra’-ı zevi’l-ihtiram ile lebaleb doldu. Cema’at-i kübra ile ba-kemal-i huzu’ ve neşat salat-ı Cum’a eda olundu. Her biri mensub oldukları mahallat cami’leriyle sair selatin cevami’-i şerifesinde eda-i salat etmiş olmalıdır ki ulema ve meşayihden ümera-yı askeriyeden eşraf-ı beldeden şübban-ı feyz ü irfandan pek o kadar zevata tesadüf edilmedi. Vali-i vilayet hazretleri ilk safların birinde idi. Din halkı Halik-i teala hazretlerine ve biribirlerine bend eder bir silsile-i itaat ve irtibattır. Rabıta-i derunisi olmayan bir kavim felah bulmaz bu dünyada izz ü huzur ile yaşayamaz musibet-ender-musibete giriftar olarak akibet muzmahil olur. Bir kavmin nişane-i felahı dindir; tasfiye-i derun hüsn-i ahlak hüsn-i muaşeret sa’y ü himmet iktisad ve ticaret asayişte kemal ki bunlar hep gaye-i temeddündür din ile husul bulur kalblerinde havf-ı Huda olmayanlar nun nüfuz etmeyeceği her yerde onlar hukuk-ı ahara tecavüzden mübalat etmezler. Din ahirette ba’is-i necat olduğu gibi dünyada da badi-i selamet ve sebeb-i hayat-ı ümmettir. Bilad-ı fazılada dahi ümmetin dine temessükü mikyas-ı saadeti ba’-ı yeganesi bulunan adab ve mekarim-i ahlakın üss-i esası dindir deniyor. İngiltere’de Pazar günü bila-ma’zeret kiliseye gelmeyen bir mektep şakirdinden otuz frank ceza-i nakdi alındığı ve tekerrürü halinde o şakirdin ahlaksız olarak mektepten tard edildiği haber veriliyor. Vücudca kaplıcalarda biraz istihmama ihtiyacım olduğuna ve arkadaşım zaten bazı hususat-ı zatiyyesinin tesviyesi gündüzleri ara sıra bana refakat etmekte bulunmasına mebni Cuma namazından sonra kendisinden ruhsat istihsal ederek Çekirge’de İsplandid Oteli’ne nakl-i mekan ettim. Rivayete nazaran bu otel Bursa’nın yerli Ermenilerinden Balabanoğlu namında biri tarafından inşa edilmiş ve fevtiyle veresesine bil-intikal şimdi yedi hisseye münkasem imiş. Müste’ciri Karabet Papasyan’dır. Bedel-i icar-ı senevisinin altı yüz küsür liradan ibaret olduğunu otelin hizmetçilerinden biri söyledi. Bu otel Hudavendigar-ı Gazi Cami’-i Şerifi’nin sağ cihet civarında kain bir sırtta ovaya nazır takriben yedi sekiz dönümlük cesim bir arsanın dıl’-ı şarkısi üzerine zemin katıyla beraber üç kat irtifa’ında ve karşılıklı iki sıra odalar ile aralarındaki dar bir koridordan müteşekkil bir arzda olarak inşa edilmiş ahşab bir binadır. Arsanın dıl’-ı garbisi üzerine sıravari on bir hücre bina edilip önü bir koridor basamak ile inilir banyo mahallidir. Gerek koridorun gerek hücrelerin gerek banyonun tabanları Sakız mermeriyle mefruşdur. Her banyoda biri soğuk ve öbürü sıcak çelikli ma’den suyu cari olur iki büyük musluk vardır. Her ikisi bir olduğu halde birinin soğuk olması evvelce bir depoda tebrid edildiği içindir. Arsanın dıl’-ı şarkısinde sıravari iki katlı salaşvari müteaddid apartmanlar vardır. Arsanın ortasında da şarktan garba doğru biri bütün bütün kadınlara ve diğeri sabahları üçe dörde kadar erkeklere ve bakiyye-i evkatta kadınlara mahsus çarşı hamamları gibi iki hamam inşa edilmiş. Otelde ikamet edenler hücrelerde apartmanlarda mukım olan hamamlarda istihmam ederler. Fakat apartmanlarda bulunanlar ayrıca ücret verdikleri halde hücrelerde istihmam edebildikleri gibi haricden arzu edenler dahi ücretle her ikisinde istihmam edebilirler ücretler mütefavittir. Hücreler ile hamamların arasındaki meydan eşcar ve ezhar ile müzeyyen bir bahçedir. Hadikanın vasatında beyziyyü’ş-şekil bir havuz vardır ki ortasındaki fevvareden gece gündüz derununa su dökülür. Burası bir mesire-i umumiyye mesabesinde olduğundan Cuma ve Pazar günleri öteden beriden bir çok züvvar gelir. Otel temizdir taamı lezizdir hizmetcileri terbiyelidir. Sabahları süt ve kahve ile bir mikdar tereyağı verilir. Gündüzleri tatlısıyla dört geceleri beş kap taam çıkar. Et’ime her gün tenevvü’ eder. Gerek süt ve gerek yağ halisdir. Banyo dahil olduğu halde otelin ma’a taam ücret-i yevmiyyesi kırk yedi buçuk guruştur. Yalnız ayak yolları taharetten aridir. Otelde birkaç gün beytutet ettikten sonra arkadaşımla bil-muhabere bir gün ales-sabah Acemler İstasyonu’ndan trene rakiben etraf ü eknafı temaşa ederek Mudanya’ya avdet eyledik. İskelede İdare-i Mahsusa’nın İnebolu vapuruyla bolu: Güverte navlı on Yunan vapuru beş guruş olduğunu mütehassis bulunanlar hep İnebolu’yı tercih ediyor idiler. Bu demde gönlümden geçen bazı halattan naşi bila-ihtiyar du-çeşmanımdan katarat-ı şadi dökülüyor idi. Yunan vapuru bizden evvelce hareket edip sol cihete doğru gitti. Birkaç dakıka sonra İnebolu da tahrik-i çarh-ı azimet ederek sağ tarafı tuttu. Biz Armudlu’ya uğradıktan sonra İstanbul yolunu tuttuk. Öteki ise istediği yerde istediği iskeleye uğradıktan ve müteakiben Armutlu’ya da gittikten sonra Hayırsız Ada hizasında bizi geçdi. Biz ondan yarım saat kadar sonra mersa-yı Dersaadet’e bil-afiye vasıl olduk. Temmuz sene An-Makriköy Oğlum Sıratımüstakım’in’inci numarasında münderic tezkirenizi okudum. Muhabbet-i vataniyye ve ırkıyye ilcasıyla sual ettiğinizde şübhe olmayan Cezzar Ahmed Paşa’nın tercüme-i hali hakkında muhtasar bazı ma’lumat i’ta edebileceğim. Neşr ettiğim asardan istidlal etmiş olacağınız vechile birkaç seneden beri garbiyyunun bibliyografi dedikleri ilm-i ahval-i kütüb ile iştigal etmekteyim ve Cezzar Ahmed Paşa dan müşarun-ileyh hakkındaki müstahzar ma’lumatım mahdud olmakla beraber şu birkaç gün zarfında mütalaa ettiğim kitab ve risalelerden muktataf satırları ber-vech-i ati yazdım. Tetebbuata vaktiniz müsaid ise Tarih-i Cevdet’in ilk yedi cildini ve Yerebatan’da Esad Efendi Kütübhanesi’nde numarada mukayyed Şerh-i Kıssa-i Ahmed Paşa el-Cezzar nam Arabiyyü’l-ibare risaleyi ve Bayezid Cami’-i Şerifi derununda Veliyyüddin Kütübhanesi’ne Cevdet Paşa merhum tarafından teberru’ olunan kütüb miyanında numarada mukayyed eseri ve matbu’ Arabiyyü’l-ibare Cebel-i Lübnan Tarihi’ni mütalaa ediniz. Ve Tarih-i Cevdet’in cild-i sabıkı me’hazleri miyanında ta’dad edilmiş olup Yerebatan Kütübhanesi’nde bulunan Mısır tarihlerini de gözden geçiriniz. Boşnak’dır. Ne Nişli ne de Vidinlidir. Bosna şehrindendir. On sekiz yaşında İstanbul’a gelmiş ve berberlik etmiş ve Hekimoğlu Ali Paşa’nın ağalarına intisab eylemiş olmakla müşarun-ileyh ikinci def’a senesinde Mısır’a vali olduğunda beraber Mısır’a gitmiştir. Cevdet Tarihi’nde “Oradan yani Mısır’dan hacca gitmek üzere lede’l-istizan Ali Paşa dahi onu emiru’l-hacc-ı Mısır olan Salih Bey’e tavsiye etmiş olduğundan Salih Bey dahi onu i’zaz ü ikram ile hacca götürmüş idi. Ve Mısır’a avdetinde Ali Paşa munfasıl olup gitmiş idüğünden sahib-i tercüme Kölemen ziyy ü kıyafetine girerek Mısır’da meşhur Ali Bey memalikinden olan Abdullah Bey’e intisab edip Kölemenlerin usulü üzere cündilik teallüm eylemiştir” diye muharrerdir. Yerebatan’da Esad Efendi Kütübhanesi’ndeki risalede med Kaşif namında birinin yanına gitmiş ve bu Kaşif Boşnak Ahmed’e memalik elbisesi giydirmiş olduğu mumaileyh Kaşif vefat edinceye kadar kaldığı ve ba’de vefatihi Abdullah Bey’e intisab ettiği rivayeti vardır. Ali Bey’in Mısır’da derece-i ehemmiyetini anlatmak için devlet-i metbu’asına hiyanetle Çeşme Vak’ası’nda bulunmuş olan Rus donanmasından istianesini yazmak lazım ise de bahsi uzatmış olmamak üzere bil-mecburiye ihtiyar-ı ihtisar olundu. Vaktiniz müsa’id olduğu zamanlar kütübhanelerde bu babda tetebbuatta bulunmanızı tavsiye eylerim. Abdullah Bey’in Said-i Mısır’da Buhayra’da urban tarafından katl olunması üzerine Boşnak Ahmed Zülfikar isminde bir kaşifin maiyyetine dahil olmuş ve bu da Ahmed’i Buhayra canibinde bir köye me’mur etmiş idi. Ahmed efendisinin yani Abdullah Bey’in intikamını almakta ifrat ettiğinden kassab demek olan “cezzar” unvanını aldı. Rüesa-yı urbandan dört zatın başını Mısır’a gönderdiğinden Ali Bey böyle bir gayurun kendisine elzem olduğuna hükm ederek Mısır’a celb etti ve Ebu’z-Zeheb Muhammed Bey’le beraber rukabasının i’damına me’mur etti. Hasan Bey namında bir beyi ifna etmelerine mükafaten sancak beyi unvanını verdi. Bugünden i’tibaren Cezzar Ahmed Cezzar Ahmed Bey oldu. Ali Bey müşaviri ve refikı olan Büyük Salih Bey’in vücudunu da fazla gördüğünden i’damını tasavvur etti. Cezzar’a teklif eyledi. Cezzar Salih Bey’den lütuf görmüş olduğundan ettim. Hakıkaten sahib-i vicdan imişsin dedi. Cezzar Salih Bey’i vak’adan haberdar etti. İhtiyatlı bulunmasını tavsiye ettiyse de Salih Bey Ali Bey’in kendisine su’-i kasdda bulunmayacağına ahd ü misakı olduğunu beyanla kulak asmadı. Ali Bey ya Cezzar’ın Salih Bey’e haber verdiğini işitmiş veyahud şübhe etmiş olmakla ikinci günü Salih Bey’in ziyaretine gidip Cezzar’ı nasıl tecrübe ettiğini hikaye ederek Salih Bey de adamlarını öyle tecrübe etmesini tavsiye etmek suretiyle ikna’ ve iğfal eylemiştir. Nihayet Ebu’z-Zeheb Muhammed Bey’e Salih Bey’i bir tenezzüh esnasında katl ettirdiği gibi Cezzar’ı da mahv ettirmek istedi. Cezzar hayatının tehlikede olduğunu anlayarak Mağribi kıyafetinde Bulak ve oradan İskenderiye’ye ve buradan bir beylik gemi ile İstanbul’a geldi. Sonra Şam taraflarında dolaşmaya başladı. Emr-i maişette usret çeker idi. Beyrut’a geldi ve Beyrut’dan senesinde Deyru’lKamer’e gitti. O vakit Cebel-i Düruz’da Emir Yusuf eş-Şehabi emir idi. Cezzar’a ikram etti. Cezzar tekrar Beyrut’a ve buradan Şam’a geldi. Şam’dan Gazze’ye gitti. Ermeni kıyafetine girdi mütenekkiren Mısır’a girdi. Ermenilerden borç para alarak ticarete başladı. Fırsat kollayarak evine girdi üç gün hareminin yanında kaldı malını alıp Ermeni kıyafetinde yine Mısır’dan çıktı Gazze’ye sonra Şam’a geldi. Bu esnada diyar-ı Şam umuru müşevveş idi. Cevdet Tarihi’nin birinci cildinde muharrer olduğu vechile Tahir Ömer Akka’da teferrüd etmiş idi. Mütevelliler Dürziler arasında da ihtilaf mevcud idi. Ali Bey Rusya ile olan harbden Ebu’z-Zeheb Muhammed Bey’i gönderdi. Muhammed Bey bila-mani’ Dımeşku’ş-Şam’a dahil oldu. Ancak bazı hayrhahan-ı devletin ihtarat-ı sadakatkaranesiyle Ebu’z-Zeheb avdet etti. Bu sırada Tahir Ömer Sayda’yı almış idi. Ali Bey Mısır’dan bizzat hareket etti. Sayda civarında Sehlü’l-Gaziye’de harb oldu. Ali Bey galib geldi Rus donanması da Ali Bey tarafında olduğundan bir sabah bağteten Beyrut’u zabt etti. Sayda’yı Tahir Ömer’den istirdad için gönderilen asakir miyanında Cezzar Ahmed Bey de bulunuyor idi.’de Emir Yusuf Rus amiraline on beş bin guruş vererek Beyrut’dan def’ ettikten sonra vak’ayı Şam Valisi Osman Paşa’ya haber vermiş ve Cezzar Ahmed Bey’i taleb etmiş idi. Osman Paşa kethüdasıyla Cezzar’ı üç yüz Mağribi ile gönderdi. Mağribilerden biri Beyrut’a girmeden Cezzar’ı yaraladı. Emir Yusuf pek müteellim oldu. Tedavi ettirdi. Cezzar şifa-yab olduktan sonra Beyrut’u Emir Yusuf ona verdi. Cezzar Ahmed Bey Beyrut’u tahkim etti. Tahir Ömer’in isti’fa-yı kusur ettiği sırada beylerbeyilik ile taltif olundu. Ve Tahir Ömer’in’da katl olduğunda Cezzar’a vezaretle Sayda valiliği tevcih olundu. Sayda valisi olduğunda Akka Kal’ası’na istihkam verdi. Kendisine kasır ittihaz eylediği Sayda’ya Şam eyaleti de defaatle ilave olundu. ’de Mısır’a müstevli olan Napolyon Bonapart diyarı Şamiyye’yi de zabt emeline düşüp Akka’yı muhasara etti. Cezzar’ın dilirane mukavemetiyle fekk-i muhasara ile Mısır’a avdete mecbur oldu. Cezzar’a Mısır Seraskerliği tevcih olundu. Halbuki Ziya Paşa serdar-ı ekremlikle Mısır’a gönderilmekle Cezzar münfail oldu. Ziya Paşa’ya mu’avenet etmedi. Vehhabi Mes’elesi alev-riz-i işti’al olmağla Cezzar’ın harekat-ı serkeşanesine nazar-ı müsamaha ile bakıldı. Yine uhdesine Hicaz Seraskerliği ile Şam Eyaleti tevcih olundu. Ba’dehu Mısır ıslahatı da ihale edildi. Cezzar’ın sinni ilerlemiş ve hasta idi. Mısır’a değil kafile-i hüccac ile bile çıkamadı irtihal etti. Sene . [ ] Cevdet Paşa müşarun-ileyh hakkında şu fikri dermiyan ediyor: “Cezzar Paşa gayet hun-riz ve gaddar olduğu halde pek mütecessis ve hurde-şinas olduğu cihetle pek çok işlerin keyfiyyetini kable’l-vuku’ keşf eder olduğundan bu misillü ahvaline kimi keramet ve kimi istidrac deyip bazılar dahi El-hasıl müverrihinin tahririne nazaran gayet kıyak ve encam-bin bir vezir-i vizr-ayin olup sinni yetmiş ile seksen arasında olduğu halde ecel-i mev’uduyla vefat…” etti. Hülasa Cezzar Ahmed Paşa hasenatı seyyi’atından efzun bir vezir-i dilir idi. Bursa Meb’usu Ruh ile cesedden mürekkeb hayr u şerri nef’ ve zararı temyiz ve tefrika muktedir nur-ı akl u fikr ile müzeyyen olan senat ve seyyiattan her vakit hasenatı tercih etmek ister. Şahsına ve kavmine ve mülk ü milletine fenalık verecek şeylerden saadet ve selamet-i umumiyyeyi talib bulunması Biz ise reviş-i ahvalimizle bunun aksine bir hareket-i sakımeyi ta’kıb etmekteyiz. Makale-i sabıkamızda “Zaman asır değiştikçe kuvvetlerin dahi esbab ve vesaili tebeddül etmiştir” demiş idik. Bu söz havadis-i maziyye ve vuku’at-ı haliyye i’tibarıyla bedihi bir hakıkattir. Asr-ı saadette alat-ı harbiyye mesela kılınç ok süngü kalkan gibi şeylerden ibaret iken gitgide başka hallere girmiş tüfenkler toplar çıkmış sonra bunlar tekemmül etmiş makineli ve fişenkleri hazır cinsleri ihtira’ edilmiş ve şu zamanlarda tahte’l-bahr sefineler torpidolar balonlar tayyareler elektirikli arabalar ve saire meydana getirilmiştir. Gerek alat-ı harbiyyede ve gerek sair eşyada vaki’ olan ve her an ve dakıka tebeddül ve tekemmülden hali kalmayan bedayi’-i hüner ve sanayi’ hep insanların o mahlukı mükerrem efrad-ı beşerin Cenab-ı Hak tarafından ihsan buyuruldukları akl u zekalarıyla mütemadiyen ve musırran çalışmalarından hasıl olmakta nazm-ı celilinde tasrih ve müfessirin-i kiram hazeratı caniblerinden şerh u izah buyurulduğu üzere bütün kainata hakimiyet asarı Kendimizi efrad-ı beşerin mahsus ve müstesna bir sınıf-ı alisi addettiğimiz halde yalnız azamet ve gururdan başka bir hünere malik olmadığımızı düşünmemek ve güneş gibi her tarafını tenvir eden sa’y ü faaliyete karşı ama-yı ma’nevi perdesini hala çak edememek zannederim hufre-i helakimizi kendimiz hazırlamak demek olacaktır. Bütün küre-i arz bir vilayet haline girmiş ve her taraf ahalisi yek-diğeriyle karışmış ve kaffe-i sunuf-ı ahali birbirini ve ihtiyaclarını kuvvet ve kudretlerini öğrenmiş ve kendilerinde bulunmayan me’aliyi diğerinden ahz ü iktibasda tereddüd göstermemiş iken gerek içimizde yaşayan ve gerekse gelip giden anasır-ı gayr-ı müslimeden zerre kadar bir ders-i ibret almak yiyeceğimizi giyeceğimizi içeceğimizi daima kendimiz ihzar ve Asırlardan beri kazandığımızı kazanacağımızı elde avucda sepette sandıkta bulunan mücevherat eşya ve emlakimizi ne vakte kadar satıp elden çıkarmakla sefahet ve atalet deryasına mağruk kalacağız. Zamanımızda bir kimsenin kuvveti cesedinin ve babasının mevcud mal-ı mirasının ve kesret-i akraba ve eviddasının teşkil edeceği şeylerden ibaret değildir. Bir devletin bir milletin kuvvet ve saadeti gözle görünen asker ve toplarına münhasır olamaz. Belki bir kimseye mes’ud demek için onun elinde bir hüneri ve yar [u] ağyarından kendini muhafazaya kafi ma’rifet ve ticareti ve milliyetle ittihadı te’yid eder metanet-i ahlakı olmalıdır. Şimdi kuvvet icabı halinde bütün askerini techiz edecek esliha ve alat-ı cedide icad ve inşasına ve ecanibe muhtaç olmayarak orduyu sevk ve iaşeye muktedir olmakla hasıl olur; yoksa topu ecnebiden güllesi fişengi gemisi vapuru elbisesi kundurası taşradan alınmakta olan bir ordunun ahalisi müstakil orduya malikiyet da’vasından feragat etmelidir. Zamanının hiyel ü hud’asına fünun-ı adidesine aşina olmayan kavim kendi hayat-ı siyasisine ve mevcudiyet-i milliyesine hatime vermeye çalıştığını unutmamalıdır. Yek-nazarda gayr-ı kabil-i ta’dad mucib-i ibret ve intibah pek çok şeylere tesadüf ettiğimiz ve ez-cümle ticaret ve hürriyet-i insaniyyeden ve şeref ve mükerremiyet-i beşeriyyeden kimseye hisse çıkarmak hususuna razı olmayışımız nur-ı akıldan az nasibedar olduğumuzu irae etmez mi? Milletimize kusur etmemişlerse de serbest-i ibadat-ı diniyyeyi icra etmek millet ve memleketin teali ve saadetine merbut olduğunu ve bunun da aramızda gördüğümüz akvamın uğraştıkları gibi ağalık etvarını bırakarak ticaret ve sanayi’a ve bunların müteferriatına herkesin dört eli ile sarılarak çalışması ile olacağını telkın ve irşad hususunda şimdiye kadar gaflet ettiğimiz gibi hala gaflette maatteessüf devam etmekteyiz. Ağalık paşalık satarak diğerlerini kendimize hizmetci i’tibar ederek mükeyyifat-ı behice ile imrar-ı evkat edecek zamandan çoktan müfarakat ettik. Küçük büyük belki kadın erkek kendine münasib ve ahlak-ı milliyye ve diniyyesine muvafık işlerle san’atlarla çalışmak ve mevcudiyet-i milliyye ve diniyyesini muhafaza etmek farz-ı ayn oluyor; zira farz-ı aynı eda devlet ve memleketin beka ve selameti ahalinin ilm ü irfana kuvve-i maliyye ve bedeniyyesi cihetlerine müstenid ve bunların ihya ve idamesi herkesin çalışmasına mütevakkıfdır. Küçük küçük bazı ticaretler ve bazı sermayelerin birleşmesi ve bazı işlere mübaşeret şimdilik mümkün iken bunu da elden kaçırır isek ileride hamallık arabacılık hizmetçilikten başka bir şey görünmüyor. El-iyazü bi’llah. Hidemat-ı mezkure ise bir milletin saadetini istiklalini meydan-ı siyaset ve medeniyette şeref-i vücudunu muhafazaya kafi değildir. Gözümüzü açalım aklımızı başımıza alalım Hak teala hazretlerinin ihsan buyurduğu birçok ni’metlerin kadrini bilerek şükrünü eda ve şeref-i insaniyyeti vikayeye dair esbab-ı sa’y ü hüneri tahsil ile vazifemizi ifaya çalışalım herkesin her kavmin nail olduğu ni’met ve saadet hep sa’y ü amelinin semeresidir. Ve her milletin duçar olduğu tedenni yine kendilerinin kesb-i yedleri netayicidir. Cenab-ı Rabbü’l-alemin zulümden münezzehdir. Haksız bir şey yapmaz elimizi koltuğumuza sokup durmakla boş gezmekle iş bitmez karın doymaz ihvan-ı din. Bursa Meb’usu Bu sene topçular gece endaht ta’limi yapıyordu. Ansızın bir halden toparlak beygirleri ürkmüş arabayı; uçuruyordu. Yerde kalan nefer Mehmed bir atın boynuna sarılmış sıkletiyle tevkıfe çalışıyordu. Halbuki ayağı yerden kesilmiş asılmış yalnız gidiyordu. Takati kesilince Mehmed’in kolları kendiliğinden çözüldü. Zavallı insan yere düştü. Bu sukut arzusuyla olmamış Mehmed rast gele düşmemiş arabanın ağır tekerleği üzerinden geçmiş idi. Mehmed kendini unutmuş yalnız bir şey aklında yerleşmiş idi o da giden arabasını kaçan doru atlarını! tutmak emeli idi. Mehmed bütün hissiyle bütün ruhuyla arabayı ta’kıb ediyor fakat ezik bacakları hareketine pek az müsaade ediyordu.. Bir müddet sonra bir yabancı zabit bu acıklı manzara karşısında bulunuyordu. Çünkü Mehmed durmamış dinlenmemiş hekim istememiş yalnız hayvanlarının peşi sıra koşmak istemiş halbuki [silik] halde idi. Zabit “Ne oldu sana evlad otur şurada hekim çağırtalım!” dedikçe Koca Mehmed yalnız bir cümleyi tekrar ediyor o da “Aman efendi beygirlerim ne tarafa gitti?” diyordu. Başka bir iş başka bir sözle hiç dakıka gayb etmek istemiyor o muttasıl beygirlerini soruyordu. Zabit Mehmed’i bu yoldan çevirmek hekime göstermek için nüfuzunu koydu. Mehmed asker adam devlet milletin malını böyle candan esirger hele dorularını eliyle besilemiş pek severdi. Mehmed bir gün devlet düğünü olur da giderse o doruların sırtından o topların ağzından vatanına nice hizmetler çıkaracak şerefli bir gazi ya şöhretli bir şehid olacak idi. İşte bu emellerle okşadığı dorularını gaib etmeye Mehmed onun –Meyhane– “Fatih Camii” “Mezarlık” “Tevhid” gibi mukaddesat-ı muhteşeme ve muzlimeden sonra “Meyhane” piyale-i müte’affinleriyle tezad teşkil eder. Fakat “Meyhane” manzumesiyle “Fatih Camii” ve manzumat-ı mümaseleyi bir birinden ayıran piyale ile kandil farkı değildir. Mehmed Akif bu manzumesinde bir levha-i hayat çizdiği için bu şiir öteki üç manzumeden hayata mahsus alaim-i farika ile ayrılır. Fatih Camii hikaye kısmındaki tasvir-i maddilerle bizim edebiyatta adeta “arplastik” ibda’ etmişti. Meyhane manzumesinde de bu sıfat-ı kaşife –bit-tabi’ hikaye kısmında– var. Fakat “Meyhane” ictimai bir şiir ki ömr-i avamın büyük bir karha-i müntinni deşiyor. Fatih Camii’nde Mezarlık ve Tevhid’de bu sıfat-ı farika yok. Zaten “Mezarlık” “Tevhid” “Cami’” unvanlarının zir-i şümulündeki şiirlerin mevzu’u böyle bir sıfat-ı kaşifeye muhtemil olamazlar. Meyhane manzumesine vukuat-ı zabıta nazarıyla bakan hayret-i gayr-ı mütenahiyye içinde kalmıştım. Edebiyatla hayat-ı hariciyye arasında nikat-ı temasın çoğalmasını –vazıh söyleyeyim– edebiyatta her mevzuun ca-yi tevkır ve tahrir bulabileceğini kabul etmemek mazi-i edebin ma-kabl-i zulümatına defn-i nefs etmek demektir. Eslafın “buse”den “dide”den ve mülevvesat-ı ma’lumeden ıttırad-ı elim ile bahs ettikleri kifayet etmemiştir ki biz de hala bu mülevvesatı ağıza almakta hazm olunmuş yemek yercesine bir hayide-harlık gösterelim. Hani yeni edebiyat bünye-i beyanını yalnız yeni kelimelerden değil yeni mevzu’lardan alacaktı? “Meyhane”nin “dört mefa’ilün” ile başlayan ilk iki kıt’asının her biri “ ” mısra’dan ibaret. Ve her mısra’ ayn-ı kafiyede kıt’aların uzunluğuna ve kafiyelerin tekerrürüne hüfteyi anlamaya muktedir olamayanlar –maatteessüf– var. Bir def’a bizde nedendir bilinemez yahud nedendir pek güzel ve pek vazıh bilinir ki illet-i i’tiraz kıllet-i akl ile li-ebeveyn kardeş bir maraz-ı mevt-i ahlakıdir. Bu hastalık ekseriyetle “mod-moda” ilcaatına muvafık gittiği için her mahfil-i şifahi ve tahriri de sadr u sedir bulmakta güçlük çekmez. Gözler hakayık-ı celiyye elvahı önünde daima kapalı ağızlar ları zulmet-i nisyan bizden evvel kapayacağı gibi bu gözlerin perde-i te’amisini de hakıkatin ateş-çehre nur-ı müdhişi yine bizden evvel elbette yakıp açacak. Kıt’alara gelelim. Kıt’aların uzunluğuna ve kafiyelerin tekerrürüne i’tiraz edenler bu uzunlukla bu tekerrürün ancak manzumede “yeknesaklık” tevlid edeceğini düşünebilerek söz söyleyenlerdir. Şu halde hakıkaten bu iki kıt’ada bir yeknesaklık var mı tedkık edelim: Huruşan-ı bad-ı süfliyyet derunundan kenarından; Girizan-ı ruh-ı ulviyyet hariminden civarından. Çıkar bin nale-i nevmid hak-i ra’şe-darından Gelir feryadlar ebkem duran her seng-i zarından: Yıkılmış hanümanlar sanki çıkmış da mezarından Dehan-ı hasret açmış rahnedar olmuş civarından! Çöker bir dud-ı matem titreyen kandil-i tarından: Sönüp gitmiş ocaklar yükselir güya gubarından! Giren bir kerre nadimdir hayat-ı müste’arından; Çıkan avaredir artık cihanın kar u barından. Dökülmüş abrular bade-i pesmande halinde... Emel bir münkesir peymanedir saff-ı ni’alinde! Boğulmuş ruh-ı insanı şarabın mevc-i alinde. Nümayan mel’anet sakısinin çirkin cemalinde! Ne mazi var ne ati bak şu ayyaşın hayalinde... Tutup bir zehr-i ateş-nak dest-i bi-mecalinde Zeval-i ömrü bekler hem şebabın ta kemalinde! Meraret intıba’ etmiş cebin-i infi’alinde... Derin bir iltivanın sine-i zerd-i melalinde Odur ancak hüveyda ser-nüvişt-i bi-me’alinde Mü’ebbed bir de nisyan nazra-i sengin-i lalinde Ma’lumdur ki yahud şu bahisde erbabına bir nebze ma’lum olmak elzemdir ki resimde hatt-ı müstakım yeknesaklık tevlid edeceği yeknesaklık da göz ve hafızaya hiçbir “distraksiyon” va’d edemeyeceği için hutut-ı müstakıme makbul değildir. Mesela “Çin” pagodları yuvarlak hatların intıba’gahları oldukları için o binalar mehasin-i mi’mariyyeden addedilmiş. Demek ki tab’-i televvün-perver-i beşer istikamet-i hututu ıttırad-ı müz’icinden dolayı sevmez. Akif’in bu kıt’asında kafiyelerin tevalisi kıt’aların uzunluğu acaba o yeknesaklığı tevlid eden hutut-ı müstakıme mahiyetinde midir? Delilini şimdi irae etmek üzere iddia ederim ki değil. Akif bu iki kıt’ada yapdığı tasvirlik boyalarını renklerini o kadar parlak intihab etmiştir ki hem basıra hem hafıza bu renklerin fart-ı temevvüc ve ta’ayyününden yoruluyor. İşte o zaman şeklin ve kavafinin yeknesaklığı bu yekun-ı rengarenk karşısındaki fikr-i nazar yorgunluğunu ta’dil ediyor. Adeta kehkeşanlar yıldızlardan burclarından aylardan ibaret avalim-i aliyyesinin melahat-ı müşa’şaasıyla nazar-ı temaşamız hıyrelendiği zaman semanın yeknesaklığı yorgunluğu ta’dil eylediği gibi daha doğrusu şeklin yeknesakı-i hututu ma’nanın televvün-i iyanı ile i’tidal-yab olur da adeta “partenon” ma’bedindeki hatların hissolunacak derecede münhani olduğunu gören İngiliz mi’marı gibi kari’ de bu kıt’alarda hututun fart-ı dikkate iftikar arz edecek surette inhina-yı hafif sahibi olduklarını görür. Kıt’aların ma’nasına geçelim: Çıkar bin nale-i nevmid hak-i ra’şe-darından Mısra’ı güzel. Çünkü bir def’a “hak”i “ra’şe-dar” bulmakla meyhanenin zemin-i müntinni Akif mest-i müdamların nazar-ı mahufuyla görmeye muktedir olmuş. Çünkü bir serhoşun gözüne kendi bacakları değil meyhanenin toprakları mütezelzil görünür. Topraktan nale-i nevmid duymak bahsine gelince bu da pek güzel bir şiirdir. Çünkü topraktan nale çıkmaktaki istihaleye göre şair yerlerde devrilmiş yatan serhoşlardan çıkan naleyi toprağa izafe ediyor. Ve şu suretle meyhanenin zemin-i mülevvesiyle müdavimlerinin vücud-ı harabını tefrik etmemiş görünüyor ki bu fevka’l-ade güzel. Yıkılmış hanümanlar sanki çıkmış da mezarından Dehan-ı hasret açmış rahnedar olmuş cidarından Meyhanelerin duvarlarındaki rahnelerde yıkılmış hanümanların mezarlarından çıkarak dehan-ı hasret açması bedayi’den olmakla beraber şu beyit hariku’l-ade güzel olmakta yukarıdakine müreccahdır. Çöker bir dud-ı matem titreyen kandil-i tarından Sönüp gitmiş ocaklar yükselir güya gubarından Bu mısra’larda da me’ani-i muazzama mündemiç: Boğulmuş ruh-ı insani şarabın mevc-i alinde Meraret intıba’ etmiş cebin-i infi’alinde... Derin bir iltivanın sine-i zerd-i melalinde Odur ancak hüveyda ser-nüvişt-i bi-mealinde Mü’ebbed bir de nisyan nazra-i sengin-i lalinde Hikaye kısmının Akif için sehl-i mu’tad herkes için sehl-i mümteni’ olan selasetini insan şi’r-i ma’nanın fevkınde bir şi’r-i elfaz olarak okuduğu zaman hayretler içinde kalır. Zannedilir ki bu manzume hemen oturulup yazılmış. Zaten sühulet-i beyan-ı edebiden maksad da budur. Okunduğu zaman zannedilebilmelidir ki şiiri yazmak için pek az emek ve zaman sarf edilmiş. Hakıkatte ise bu zamanın ve emeğin çok olması nefs-i sanayi’-i nefise i’tibarıyla ehemmiyetli değildir. Flaubert buna iyi bir misaldir. İtalya’nın en büyük ressamı Leonardo da Vinci “Jokond” ismindeki kadın resmini senede yapabilmiştir ki ressamın eli vücudların resmini değil kendisini la-ekser bir senede tevlid edebilen meşime-i mader kadar bile faaliyet gösterememiş. Fakat bu bataetten hiçbir san’atkara hisse-i hicab çıkmaz. Akif ise şiirindeki sühuleti sür’atle te’min eden bir şairdir. Bu da kendisine şebabında başlayan nazm-nüvislik temrinlerinin mükafatıdır. − − rikzede hemşehrilerini acıyıp düşünen kimselerin bugün en ziyade zihnini yoracak mes’ele şudur: Evleri barkları yanmış zavallıları mümkün olduğu kadar sür’at ve sühuletle mesken sahibi edebilmek ve aynı zamanda payitaht-ı Osmaniyi de tanzim ve i’mar eylemiş olmak için ne yapılmalıdır? mes’eleyi nazar-ı dikkate almış oldukları sadr-ı a’zam paşanın on bir Temmuz akşamı erkan-ı matbuatı nezdine kabul ettiği zaman söylediği sözlerden ve İstanbul Meb’usu Ahmed Rıza Bey’in riyaseti altında teşekkül etmiş olan Harik Komisyonu’nun sırf bu mes’ele ile meşgul olmak üzere bir şu’be-i mahsusa ayırmasından anlaşılıyor. Payitaht efkar-ı umumiyyesini temsil etmesi lazım gelen matbuat-ı Osmaniyye ve onlardan daha ziyade Avrupa menafi’inin şarkta müdafi’ ve hamileri gibi görülen Efrenciyşeklinde yazılmıştır. yü’l-ibare Karşı ceraidi dahi muttasıl mes’ele-i mezkurenin tedkık ve halliyle uğraşmaktadır. Matbuatın bu mes’elede nokta-i hareketi bir mütearefedir; matbuatca muhakkaktır ki yanan mahallelerin ahalisi alel-ekser Müslüman ve fukara olup mebani-i muhterikanın yüzde seksenden fazlası sigortasız bulunduğundan harikzedeler yanan ev ve dükkanlarını tekrar yaptırabilecek iktidar-ı maliye malik değildirler. Bu mütearefe kabul edildikten sonra mebani-i muhterikanın yeniden inşası sahiblerinden gayrı kimselerin parasıyla ancak mümkün olabileceğini teslim zaruri olur. Lakin bu para kimlerden ve nasıl tedarik olunabilir? Matbuat şimdiye kadar yanmış mebaninin tekrar inşasına muktezi sermayeyi tedarik edebilmek için üç usul gösterdi. Her üç usulün esası müşterektir. O esası yangından kurtulan arsaları rehin koyup borç almaktan ibarettir. İşte şu borca alınan akçe ile yanmış ev dükkan ve saire yapılacak. Lakin bir arsanın terhin olunabilmesi için hiç olmazsa borçlu borcunu ödeyinceye kadar o arsanın mutasarrıfı olması borcunu ödeyemezse o arsanın borcu verene geçebilmesi yani dayinin arsaya vaz’-ı yed edebilmesi lazımdır. Yoksa arsanın rehinliği dayine te’minat olamaz. Vakıf arazi ve arsaların bir elden diğer ele geçmesi ise mukayyed ve mahduddur. İcareteynli musakkafat ve müstegallat-ı mevkufede takayyüdata tabi’ vefaen ferağ usulü caridir. Şu mütalaattan anlaşılır ki mebani-i muhterikanın istikraz ile inşası için dermiyan edilen her üç usulün tatbik olunabilmesi vakıf arsaları terhininin cevazına vabestedir. Bu cihetle yanan ev ve dükkanların sühulet ve sür’atle inşası mes’elesi nihayet arazi-i vakfiyyenin şerait-i tasarrufiyyesi mes’elesine müncer oluyor. Hatırlardadır ki iki sene kadar akdem Evkaf Nazır-ı esbakı Hamade Paşa merhum arazi-i vakfiyenin şerait-i tasarrufiyyesini ve arazi-i vakfiyye üzerine ikraz ve istikraz muamelatını teshil ve tevsi’ eylemek kasdıyla bir layiha-i kanuniyye tanzim etmiş ve beray-ı istifta makam-ı mualla-yı Meşihat’a takdim eylemişti. Defter-i Hakani Nezareti’nde teşekkül eden bir komisyonda yine bu esası mürevvic Emval-i gayr-ı menkule kanunu layihasını vücuda getirmişti. Mes’elenin ehemmiyet-i fevka’l-adesine mebni olacak birinci layihanın makam-ı celil-i Meşihatce tedkıki henüz hitam bulmamış. bahs edilmemiştir. Şu her iki layihanın iktisab-ı kanuniyyeti takdirinde hukuk-ı vakfiyyenin hüsn-i muhafaza olunup olunmayacağı ve layihalar muhteviyatının nazar-ı şer’-i şerifdeki mevki’i bugünkü mevzu’-ı bahsimizden haricdir. Burada ancak arazi-i vakfiyyenin şerait-i tasarrufiyyesi tağyir olunup arazi terhini teshil edilmesinin ahali-i müslimece nef’ ve zararı hakkında muhtasaran bast-ı mütalaat etmek fikrindeyim. Muktesidinin hemen cümlesince musaddaktır ki emlak ve araziyi terhin ile akd-i istikraz etmek hemen daima o emlak ve arazinin elden çıkmasını intac etmiştir; emlak ve arazi üzerine istikrazın müstakrıza faide vermiş olduğu enderen görülür. Fransa ma’ruf muktesidlerinden ve Paris Darülfünunu muallimlerinden Şarl Jid “İlm-i İktisad Dersleri” nam kitabında “Kredi konsiye”den bahs ederken şöyle diyor: “Eğer arazi terhini mukabilinde borç alıp yersiz kalan zelil ve sefil olan adamlarla kazanan ve zengin olanların bir hesabı yapılsa bu nevi’ muamele herkesin nazarında pek ziyade menfur görülür ve terhin ile ikraz ve istikraz usulünün kaldırılmasına çalışılırdı. Hele ahalisi ihtiyatsız olan yerlerde mesela Cezayir’de Tuna memleketlerinde ve Rusya’da arazi üzerine istikraz muamelatı ahaliye hesab edip bitirilemeyecek kadar zarar ve ziyanlar vermiştir” Ben eminim ki İstanbul’un kalem efendileri küçük me’murları hatta büyük me’murları ihtiyatsızlıkta iktisadca akibet-endiş olmamakta Cezayir’in fellahlarından Tuna boyu rençberlerinden kat kat aşağıdır. Jid’in birçok müşahedat ve tecarib neticesi ve hulasası olan baladaki mütalaasına; kendi mesmuat ve meşhudatımı da ilave ederek tavzih-i meram edeceğim. Kırım yarım adasının kısm-ı a’zamı bir asır evvel Kırım beylerinin mirzalarının mülkü idi. Kırım’ın Rusya tarafından yani yarını düşünmeden avuç avuç para israf etmeyi şeref-i sınıfileri muktezatından addeden bu zavallı mirzalar yarım asır içinde bütün mülklerini ellerinden kaçırdılar şimdi bu beyinsiz mirzaların bahtsız çocukları birkaç yüz guruş maaşla kançılaryalarında sürünüyorlar; o yüz binlerce dönüm canım topraklardan ise Nemseler Yahudiler Ruslar altın çıkarıyorlar… Toprağı rehin verip kolay kolay borç alabilmek yüzünden Kırım arazisi müslüman Tatar elinden gitti; Rusların siyaseten zabt etmelerinden ziyade gayr-ı müslimlerin araziyi iktisaden istila eylemeleridir ki Kırım’ı müslüman Tatarlar Aynı felaket Şarkı Rusya ve Kafkasya müslüman beylerininin başına da gelmiştir. Kırımla Şarkı Rusya’da müslüman elinden çıkan arazi hep gayr-ı müslimler eline geçdi; ancak Kafkasyaların beyler sınıfı iktisaden mahv olmakta tişerek beylerin bankaya kapdırdıklarını bunlar alıp toprağın yine müslüman elinde kalmasına himmet ettiler. Böylece Kafkasya’nın ziyanı Şarkı Rusya ve Kırım’dan az oldu. Asilzade takımı her zaman ve her yerde mal ve mülkünü satıp yemeye pek heveskardır; tüccar ve esnaf ferdayı daha ziyade düşünür. Osmanlı müslümanlarının hemen her tabakasında hasail-i asalet mevcuddur. Osmanlı müslümanları da öğünemezler; hele me’mur sınıfı büsbütün aristokrat geçinirler. Osmanlı müslümanlarına bu evsafı birkaç asırlık tarihleri vermiş olduğundan çarçabuk bundan kurtulmaları ümid olunamaz. İş başında bulunanlar kavmin tabayi’ ve hasailini daima göz önünde tutarak ona göre tedvir-i umura mecburdurlar… Ma’lumdur ki Rusya’da Yahudiler memleketin ancak bir kısmında ikamete me’zundur! Keza Romanya Devleti Yahudi teba’asına kaffe-i hukuku bahş etmemiştir. Rusya ve Romanya hükumetlerinin bu tedabirini adaletsizlik pek mukaddes müsavat esasına adem-i riayet diyerek basit bir nazarla muahaze ve tezyife kalkışırsak vekayi’-i cihanı pek sade-dilane görmüş oluruz. Rusya ve Romanya’da Yahudilerin tahdid-i hukuku terbiye-i iktisadiyyece pek aşağı bir derekede bulunan Rus köylülerinin muhafaza-i hayatı içindir. Kurdlar koyun ağılına başı boş bırakılamaz. Yahudiler Rusya ve Romanya köylerinde serbest kalırlarsa zavallı köylülerin yersiz yurdsuz aç ve çıplak gebermesi muhakkaktır. Bazen tahdid-i hukuk mahz-ı adalet olur. Hükumet-i Osmaniyye devr-i sabık ve lahıkta iktisaden zaif müslüman unsurunu himayede daima gaflet göstermiş ve hatta bu gaflet-i seyyiesiyle devr-i sabıkta bizzat meşhudum olduğu üzere Trablusgarb sahili vahalarının bir kısmı müslüman Arablar elinden Yahudi tasarrufuna geçmiştir. Eğer şimdi bu layihalar kesb-i kanuniyyet ederse o zaman memalik-i Osmaniyyenin bir kısm-ı mühimmini işgal eden arazi-i mevkufe üzerine de istikraz muamelesi kolaylaşacağından müslüman ve Osmanlıların ecdaddan kalma araziyi daha ziyade elden kaçıracakları şüphesizdir. Kafkasya’da meşhud olan hadise-i iktisadiyyenin yani müslüman beyler taht-ı tasarrufundan çıkan arazinin müslüman tüccar ve esnafa mid olunamaz. Zira müslüman Osmanlılar içinde zengin tüccar ve esnaf takımı yok derecesinde azdır saniyen müslüman esnaf ve tüccarlar gayr-ı müslim ve ale’l-husus ecnebi esnaf ve tüccarlarla kabil değil rekabet edemezler. Bu halde arazi terhini kesb-i sühulet etti mi arazi ve emlak üzerine larımız yavaş yavaş değil pek ziyade sür’atle ecnebilere Yahudilere Ermenilere Rumlara Bulgarlara geçecektir. Yukarıdan beri yazıp geldiğim mütalaat alel-ıtlak arazi terhininin teshil ve tevsi’inden bizim gibi umur-ı iktisadiyyede pek aşağı kalmış olan cahil gayr-ı müteşebbis ve ihtiyatsız adamlar için faideden çok ziyade zarar tevellüd edeceğini dermiyan olunan üç usulün her üçü esas olarak terhinin teshil ve tevsi’ini ve binaenaleyh arazi-i vakfiyyedeki şerait-i tasarrufiyyenin bütün memalik-i Osmaniyyede tağyirini ta’bir-i diğerle emval-i gayr-ı menkule kanunu layihasının kanun haline irca’ını taleb etmekte olduğundan ve bazı kimseler tarafından Meclis-i Umumi’nin in’ikadı beklenmeksizin mezkur layihanın hükumetçe kabul olunup kanun-ı muvakkat suretiyle neşr u i’lanı bile teklif edilmiş bulunduğundan mütalaat-ı anifenin serdini na-be-mevsim zannetmedim. Gelecek makalede arazi terhini ile sermaye tedarikinin imkan-ı husulü takdirinde matbuatın ve hatta bazı rical-i hükumetin meydana koydukları o üç usulden hangisi müslüman Osmanlılara daha az zararlı düşeceğini aklımın erdiği kadar beyan ve izaha çalışırım. Londra’da bulunan Halil Halid Beyle Londra Cami’-i Şerifi Hey’et-i İcraiyyesi reisi Hindli Seyyid Emir Ali arasında cereyan eden mektupların suret-i mütercemeleri bervech-i ati derc olunur: Halil Halid Bey’den Seyyid Emir Ali’ye Muhterem Seyyid Emir Ali Payitaht-ı Saltanat-ı Osmaniyye ahalisine yangınlar sebebiyle arız olan felaketin tafsilatını elbette gazetelerde görmüş ve şübhe etmem ki bizim şu felaket-i milliyyemizle müteessir olmuşsunuzdur. Binlerce ahalimiz ansızın i’aneye muhtaç kalmıştır. İmdi Londra Cami’-i Şerifi için Dersaadet’de münteşir Sabah gazetesi tarafından toplanılmış olan laket-zedeganı i’anesine devri tedbiri varid-i hatır-ı acizanem oldu. Bu i’aneyi vermiş olan ashab-ı hayrın cümlesinin de bu fikri hasbe’l-insaniyye tasvib edecekleri hakkında emniyet-i kamile hisseyliyorum. Ma’lumdur ki Londra Cami’-i Şerifi’nin inşası binlerce liralar cem’ine muhtaçtır ki bunun cem’i daha bir hayli zamana tevakkuf edecektir. Bu paraların kısm-ı a’zamı ise Hindistan’dan ve saireden gelecektir. Cami’ emr-i ehemminin mürevviclerinden olmak üzere ibtida memalik-i Osmaniyye ahalisine müracaatım kuvve-i mübeccele-i Hilafet’i haiz olan memleketimizin bu işde pişdar olduğunu görmek emeliyle idi. El-hamdü li’llah şeref-i mübaşeretin makam-ı hilafeti haiz olan alem-i Osmaniyyetten vukuunu gördüm. Hatta hey’et-i icraiyyenizin nakid olarak el-yevm taht-ı idaresinde İngiltere Bankası’nda bulunan i’anelerinin kısm-ı a’zamını Osmanlı Padişahı ile ahali-i Osmaniyyenin verdiği bin iki yüz küsür lira teşkil ediyor. Osmanlılar üzere Sabah gazetesi idaresindeki paranın harik i’anesine devri hakkında balada serd eylediğim re’yin sizce dahi mazhar-ı tasvib olacağını ümid ederim. Gazetelerde görmüş olduğunuz üzere Sabah’ ın toplayabildiği cami’ i’anesi beş yüz liraya karibdir. Bunun iki yüz liralık bir mikdarı mukaddema Sabah idaresi tarafından Osmanlı Bankası’nın Londra Şu’besi’ne tevdi’ edilmiş idi ki şürut-ı hayrat hakkındaki kavaidden dolayı bunun buradan alınıp İstanbul’a i’adesi müşkil olduğu ma’lumunuzdur. Lakin üç yüz liraya yakın olan kısm-ı bakısi Sabah tarafından harik i’anesine devr olunursa parayı veren ashab-ı hayr misillü İstanbul’da çend mah mukaddem teşekkül etmiş olan Londra Cami’-i Şerifi Osmanlı İ’ane Cem’iyeti’nce ve hatta -ihtiyac-ı acil-i harikzedegana nazaran– bir hayr-ı mütefevvık görülür zannındayım. Bu babdaki fikrinizi beyan ederseniz müteşekkir olurum. Londra Temmuz sene Muhterem Halid Bey Mektubunuzu aldım. Harikten dolayı müte’essir olduğumu beyan eyler ve i’ane-i bakıyyenin devri hakkındaki fikrinizi tamamıyla takdir ederim. Sabah gazetesince toplanılıp henüz orada bulunan i’ane tabii İstanbul’daki Cami’ İ’ane Cem’iyeti’nin emrine tabi’ bulunmak lazım gelir. Mademki bu hususda İstanbul’a yazacaksızın o halde mes’elenin suret-i Muhlisiniz Bursa’da çıkan Ertuğrul refikımizde şu satırları okuyoruz: Devair-i resmiyye mühürleri Türkçe olur Nafia Ser-mühendisliği’nin resmi mühründe Türkçe yazıların üzerinde Fransızca yazılar bulunduğunu kemal-i teessüfle gördük. Buna hiçbir ma’na veremedik. Evrakın ibaresi Türkçe olduktan sonra altında Fransızcalı mühre ne hacet var. Eminiz ki Düyun-ı Umumiyye’nin bile mühründe Fransızca yoktur. Muamelat-i resmiyye Türkçe cereyan ettiğinden mezkur mührün de Türkçe olması fikrindeyiz. Garabetin bu derecesini ummuyorduk. Ömründe bir def’a Frenklerle görüşmeyecek bazı kimselerin ziyaret varakalarını Fransızca yazdırmalarına benziyor değil mi? Novaya Veremya gazetesi- Rusya’nın ahali-i İslamiyye hakkında son zamanlarda tatbikıne başlamış olduğu tazyik siyasetini tenvir ve teshil için – “Yan-Of” imzası altında yazdığı bir makalede eskiden beri Rusya’da ahali-i İslamiyyeye emniyet ve i’timad göstermenin an’anat-ı tarihiyye miyanına dahil olduğu ve on sekiz yirmi milyonluk ahali-i İslamiyyenin tarih ve hayatının tedkıki için hiçbir şey yapılmadığı beyan ediliyor. Andican isyanı üzerine Türkistan Valisi Dohofski alem-i İslamın me’murin tarafından tanınmasını teshil bir tarafa bırakılmıştır. Makale ba’dehu şu suretle devam ediyor. “Biz hayat-ı İslamiyyeyi tedkık eylemediğimizden dolayı asr-ı ahirin altmışıncı senesine doğru alem-i mezkurun asırlardan beri daldığı uykudan uyandığını gördük ki bu teaccüb edilecek bir şey değildir. Evvela bu işe Türkiye’de teşkilat-ı milel-i İslamiyyeyi uyandırarak dünyada bir medeniyet-i İslamiyye meydana getirmek arzu eyliyorlardı. İttihada doğru atılan bu hatve dünyadaki milel-i İslamiyye nezdinde büyük bir hüsn-i kabul gördü. Bizde dahi buna Rusya ahali-i İslamiyyesinin en müterakkı ve en nüfuzlu kısmı olan Kazan Tatarları iştirak eylediler. Bunlar Paris ve Dersaadet’de yerleşerek cereyan-ı cedide birer merkez teşkil eylediler Rusya Tatarları zahiren Rusya’ya karşı olan sadakatlerini muhafaza ile beraber diğer cihetten müstakil İslam devletleriyle birlikte büyük bir alem-i İslamın teceddüdüne Akdeniz’den Bahr-ı Asfar’a kadar padişahın taht-ı idaresinde olarak memalik-i sairenin Türkiye ile ittihadına çalışmak emelini miyyesinin rüesa-yı ruhaniyyenin riyasetinde olarak muhtariyetini arzu eylediler. Rusya Hükumeti kendi memleketi dahilinde bulunan ahali-i İslamiyyenin hayat-ı ruhaniyyesini nazar-ı dikkate almadığından bir çok seneler Volga Tatarları arasında zuhur eden cereyandan haberdar bile olmadı. Tatarlar me’murin-i hükumetin kendilerine karşı olan adem-i dikkatini nazar-ı rine çalıştılar. Tabii fikirlerini en selim surette mevki’-i fi’le koyacak unsur olmak üzere en ziyade mektebe hasr-ı dikkat eylediler. Tatar ittihad-ı İslam tarafdaranı bu hususda muhiti pek müsaid buldular. Zira Rusya İslamlarına karşı i’timad eylemek an’ane-i tarihiyyesi sebebiyle onlar çoktan beri çocuklarını mekatib-i mezhebiyyelerinde serbest serbest okutturmak hakkını elde etmişlerdir. Tatarların mektepleri üzerinde teftiş bulunmadığından iyi bir surette istifade ile maksadlarına çalıştılar. senesinden i’tibaren Volga Tatarları Rus me’murlarından saklı olarak mekteplerindeki ruhani progamları usul-i cedideye tebdil eylediler. Yeni mekteplerin programı Türkiye programlarına tevfikan tanzim olundu. Tedrisat-ı diniyyeden maada bu mekteplerde Osmanlı tarihi hakkında hiçbir şey konulmadı. Ahali-i İslamiyye ittihadını teshil için Tatarlar bir nev’i espiranto olan Türk lisanını ta’lim eylediler. Bu mektepler için ilk muallimler Türkiye’de yetiştirildi. Ba’dehu muallim yetiştirmek vazifesi aynı suretle maarif idareleri teftişi haricinde bulunmakta olan medreselere tahmil edildi. Mektepler gittikçe tevessü’ eylediğinden Tatarlar Volga etrafındaki milletleri de uyandırmaya çalıştılar. Bu hususda en ziyade ibraz-ı faaliyyet eden Ufa’daki Orenburg Müslüman Cem’iyet-i Ruhaniyyesi’dir. Bu cem’iyet Katerina zamanının Rusya ahali-i İslamiyyesini sıkı bir nizam altına vaz’ ile ali ve binaenaleyh muhtariyete malik bir idare-i ruhaniyye tahtına koymak fikrinin semeresidir. Bu idare de Tatarların elinde bulunmaktadır. İmamların ta’yini Orenburg Cem’iyeti’ne aid olup imtihanlar da orada Ufa’da icra olunuyor. Tabiidir ki evvela Ufa’ya giderek imtihan vermeye mecbur olan Kırgız Kalmuk Çeremis ve Oytaklar orada Tatar Hey’et-i Ruhaniyyesi tarafından epeyce ta’lim edilmekte ve memleketlerine avdet ettikleri vakit Kırgız Kalmuk ilh değil belki Tatar nüfuzunun intişarına ve Bu Tatar propagandasının yalnız ahali-i İslamiyye arasında değil belki Hıristiyanlar arasında da ne derece şiddetle icra edilmekte olduğunu Rusya iyice bilir. Hürriyet-i vicdan hakkındaki emirname-i imparatori neşr olunur olunmaz kırk dokuz bin Hıristiyan Volga civarında Hıristiyanlıktan İslamiyete avdet etmişlerdir. Bunlardan birçoğu yalnız ismen Hıristiyanlığa merbut idi. Lakin bu mevzu’-ı bahs eylediğimiz cereyanın ehemmiyetini azaltır mı? Tatarların Din-i Rusya ne yapmıştır? Tatarların sa’y ü gayreti alem-i nasraniyet ile alem-i İslamın temasda bulundukları muhitte bu kadar te’sir gösterirse şark cihetlerinde neler yapmaz? Tarafımızdan gösterilen adem-i dikkatten dolayı Din-i İslam orada dehşetli muzafferiyetlere nail olmaktadır. El-haletü hazihi Kırgızlarla Kalmuklar şiddetli bir surette olarak yaşayan bu milletler arasında erbab-ı taassub gittikçe tezayüd eylemektedir. Tatarların dört milyon kişi ile Asya-yı Vüsta’daki müslümanları da daire-i nüfuzlarına almaya çalıştıkları görülmektedir. Rusya’nın şarkında hazırlanmakta olan tehlikeye karşı bigane kalabilmek için pek büyük nikbinlik sahibi olmak kadar imtidad eden Rus hudud boyu hep müslüman ahali tarafından meskun olmakta ve Rusya’nın dahilinde de on sekiz milyon müslüman bulunmakdadır. Şimdiye kadar ta’kıb eylediğimiz tecahül ve müsaade-i i’timadkarane siyaseti pek büyük bir saf-dilliktir. Tatar propagandasının semeratı hakkında artık hiçbir şübhede bulunmaya gelmez. senesinden beri Tatarlar artık sahte sadakat maskesini yüzlerinden atmışlar ve bütün ahali-i İslamiyyenin yeni Türkiye’nin taht-ı idaresinde olarak anasırı Gasprenski ile evvelce Orenburg Cem’iyet-i İslamiyyesi’nden olduğu halde Rusya düşmanlığı efkarını şimdi Dersaadet’e nakl ederek orda neşriyatta bulunan “Abdürreşid cidal-cuyanesidir. Biz Rusya müslümanlarının asırlarca bizden ayrı olarak yaşamaları fikrini belki kabul edebiliriz. Hatta ehl-i İslamın hıristiyanlara karşı gösterdiği taassub ve sabırsızlığa da atf-ı ehemmiyet eylemeyebiliriz. Zira Kur’an-ı Kerim ehl-i İslama hıristiyanlarla sulh ve meveddette bulunmamalarını ve bila-tevakkuf onlarla cidalde olmalarını ve onlara karşı ibraz-ı şiddet eylemelerini emr ediyor. Eski müslüman taassubu Andican İhtilali gibi şeylerden daha rane bir mahiyet aldığı Volga civarında Osmanlı İttihad ve Terakkı Cem’iyeti’nin şu’beleri meydana gelerek muhtariyet-i tedrisat metalibine başladığı Rus müfettişleri adeta dayakla kovulduğu sırada ittihad-ı İslam fikrine biz bir had ta’yin eylemeye mecburuz. Tabii biz Rusya ahali-i İslamiyyesinin kurun-ı vüsta halinden çıkarak alem-i medeniyete dahil olmasını arzu ederiz. Lakin bu arzumuzun hududu ahlak-ı hıristiyani Avrupa medeniyeti ve Rusya Devleti’nin esasatıdır. Ancak Avrupa medeniyeti fikrine mugayir ve milliyet esasına mübteni bir medeniyet-i İslamiye şimdiki halimize tevafuk edemez. Biz Hıristiyan sıfatıyla İsevilerle cihad fikrine iştirak eylemeyeceğimiz gibi Rus sıfatıyla da Rusya devlet ve medeniyeti esaslarına dokunacak tedrisata da müsaade edemeyeceğiz.” Temmuz’un on altıncı Cumartesi günü zevali saat üçde ekspresle Sultan-ı müşarun-ileyha hazretleri refakatinde katibi Abdüssamed Han ile on ikisi nisvandan sekizi zükurdan olmak üzere yirmi kişi bulunduğu halde şehrimizi teşrif buyurmuşlardır. Prens hazretleri istasyonda Mabeyn-i Hümayun Yaver Sa’di Bey ile polis me’murini tarafından istikbal edilmiştir. Ve saray-ı hümayundan gönderilen Istabl-ı Amire arabalarına rakib olarak doğruca Pera Palas Oteli’ne gitmişlerdir. Temmuz’un’ncu Salı günü Sultan-ı müşarun-ileyha hazretlerinin birader-i ekremleri Bahadır Han hazretleri maiyyetlerinde Miralay Abdullah Han ile Abdülyümni Han olduğu halde şehrimize gelmişlerdir. İstasyonda Dersaadet’de bulunan Londra Sefaret Müsteşarı Ragıb Bey ile zevat-ı saire ve istasyon polis me’murları tarafından istikbal olunmuşlardır. Müşarun-ileyhim Mabeyn-i Hümayun’dan gelen gitmişlerdir. Bugün Hariciye Nazırı Rıfat Paşa Pera Palas’a giderek Hakime-i müşarun-ileyha hazretlerine ziyaret etmişlerdir. Yine bugün Hakime-i müşarun-ileyha hazretleri İngiltere Sefarethanesi’ne giderek İngiltere sefirine iade-i ziyarette bulunmuşlar ve oradan Abide-i Hürriyet’e dahi giderek şüheda ervahına Fatiha ithaf eylemişlerdir. Temmuz Perşembe günü sabahı hakime-i müşarun-ileyha Begüm Sultan hazretleri muhadderatından birini alarak mihmandarları Ragıb Bey birlikte olduğu halde Istabl-ı Amire arabalarından iki arabaya rakiben Galata ve Bahçekapı tarikıyla doğruca Ayasofya Cami’-i Şerifi’ni ziyaret ve oradan Sultanahmed Cami’-i Şerifi’ne giderek öğle namazını eda buyurmuşlardır. Ba’dehu Süleymaniye ve Sultan türbesini ziyaret eylemişler ve Unkapanı köprüsü tarikıyla Pera Palas Oteli’ne muavedet buyurmuşlardır. Bugün zevali saat beş buçuk raddelerinde Sadr-ı a’zam Hakkı Paşa Pera Palas Oteli’ne gelerek Hakime hazretlerinin biraderleri Bahadır Han hazretleriyle mülakat etmişlerdir. Yine bugün zevali saat dört raddelerinde Hariciye Nazırı Rıfat Paşa hazretlerinin zevcesi Pera Palas Oteli’ne gelerek Hakime Begüm Sultan hazretlerine iade-i ziyaret eylemişlerdir. Temmuz Cuma günü hakime-i müşarun-ileyha hazretleri zevali saat bir raddelerinde Bahriye Nezareti’nden tahsis kılınan istinbota rakiben maiyyeti halkından bazısı ve mihmandarları refakatlerinde bulundukları halde Kandilli’ye azimet ve te’sisine ibtidar olunan İnas Mekteb-i Sultanisi’ni ziyaret eylemiştir. Müşarun-ileyha hazretleri mektebe muvasalatında müessese-i mezkurenin vücuda getirilmesine delalet etmiş olan Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmed Rıza Beyefendi’nin hemşireleri hanımefendi tarafından istikbal edilerek mektebin her tarafını irae ve tertibat ve teşkilat-ı mukarreresi hakkında ma’lumat i’ta kılınmıştır. Hakime hazretleri bu ma’lumattan memnun olarak beyan-ı takdirat etmiş ve müessislerine muvaffakıyet temenniyatında bulunmuştur. Müşarun-ileyha Begüm hazretleri bunu müteakib istimbotla Boğaziçi’nin yukarı taraflarına kadar bir tenezzüh icrasıyla Beyoğlu’na avdet etmiştir. Temmuz Cumartesi günü zevali saat dört buçuk kararlarında hakime-i müşarun-ileyha Piya Begüm hazretleri refakat-i ismetanelerinde mehadimi ile mihmandarları Ragıb Raif Bey olduğu halde Istabl-ı Amire arabalarıyla Mabeyn-i Hümayun’a azimet eylemişler ve Mabeyn-i Hümayun erkan-ı kiramı ve teşrifati hademe-i hassa efendileri tarafından da resm-i ta’zim bil-ifa doğruca huzur-ı hazret-i Hilafet-penahiye Müşarun-ileyha hazretleriyle mehadim-i kiramı ve mihmandarının huzur-ı şahaneye duhullerinde nezd-i cenab-ı şehriyaride bulunmakta olan İngiltere sefiri cenabları müşarun-ileyha Hakime hazretlerini zat-ı şahaneye takdim etmişlerdir. Şevket-simat efendimiz hazretleri Hakime hazretleri ile bir müddet lisan-ı Farisi ile görüştükten sonra zat-ı hilafetsimat-ı hazret-i padişahi müşarun-ileyhayı bizzat harem-i hümayuna isal inayetinde bulunmuşlar ve Kadın Efendi hazretleriyle görüştürmüşlerdir. Hakime hazretleri yarım saat kadar Kadın Efendi hazretlerinin nezd-i ismet-penahilerinde kalmış; çay kahve şerbet ve saire takdimiyle i’zaz ü ikram kılınmıştır. Ba’dehu yine nezd-i cenab-ı hümayunda olarak Mabeyn-i Hümayun’a muavedet ile haklarında lütfen ibraz olunan asar-ı teveccüh ve iltifat-ı mülukaneden dolayı zat-ı şahaneye arz-ı teşekkür eyledikten sonra aynı alay ile saray-ı hümayundan müfarakat etmiştir. Hakime hazretleri harem-i hümayunda bulunduğu sırada mehadimi hazeratı dahi izhar eyledikleri arzu üzerine Serkarin-i cenab-ı tacdari Lütfü Bey ve sair Mabeyn-i Hümayun erkan-ı kiramı delaletiyle saray-ı padişahinin bazı aksamını ve salonları ile muayede salonunu seyr ü temaşa eylemişlerdir. Hakime-i müşarun-ileyha hazretleriyle mehadimi ve maiyyetleri erkanı bugün Hakime-i müşarun-ileyha hazretleri maiyyetinde mahdumları gelinleri mihmandarları olduğu halde tahsis buyurulan Istabl-ı Amire arabaları ile Topkapı Saray-ı Hümayunu’na gelmişler ve hazine-i hümayun kethüdası rahatsız olduğundan vazife-i mihman-nüvaziyi bil-vekale ifa etmek üzere taraf-ı şahaneden i’zam buyurulan Karin-i Sani Tevfik Bey tarafından istikbal edilerek evvela Hırka-i Saadet-i Hazret-i Nebevi’yi ziyaret ve ba’dehu Hazine-i Hümayun’u seyr u temaşa etmişler ve Topkapı Sarayı’nın diğer mahallerini de gezmişlerdir. Hakime hazretleri şerefine saray-ı mezkurda bir çay ziyafeti keşide buyurulmuştur. Ahiren İstanbul’da ser-zede-i saha-i zuhur olan harik-ı hailde binlerce harik-zedeganın açıkta kaldığı Hakime-i müşarun-ileyhanın mesmu’ları olması üzerine mütehalli oldukları asar-ı şefkatin bir nümune-i bahiresi olarak harik-zedegan namına . lira ihda buyurmuşlardır. Hakime-i müşarun-ileyha Bi Piya Begüm hazretleri tarafından devletlü ismetlü Kadın Efendi hazretlerine hatıra-i mülakat olmak üzere bir broşla memleketinin masnuat-ı dahiliyesinden birkaç parça kumaş ve el işlemeleri ve vaktiyle Mekke-i Mükerreme’ye vuku’ bulan seyahatine dair te’lif eylediği eser takdim ve ihda kılınmıştır. Serkatib-i hazret-i şehriyari Halid Ziya Beyefendi’nin zevce-i muhteremeleri ile kerimeleri hanımefendiler Temmuz Pazartesi günü Bhopal Hakimesi hazretleri tarafından öğle taamına da’vet olunmuşlardır. Ba’de’t-taam Hakime hazretlerinin hafideleri Prenses hazretleri Hanım-ı müşarun-ileyha veda’atiyle beray-ı ziyaret harem-i hümayun-ı mülukaneye azimet etmiş ve ismetmeab Kadın Efendi hazretlerini ziyaret eylemiştir. Temmuz Salı günü müşarun-ileyha Bi Piya Begüm hazretleri maiyyetlerinde mehadimi ve gelinleri ve mihmandarları olduğu halde Yıldız Saray-ı Hümayunu’na azimetle şayan-ı temaşa olan mahallerini tamamıyla gezmişlerdir. Müşarun-ileyha hazeratı Yıldız Kasr-ı Hümayunu’nda çay ve saire ikramı suretiyle i’zaz olunmuşlardır. Hakime-i müşarun-ileyha Begüm Sahib hazretleri risalemiz hey’et-i tahririyyesinden Seyyah-ı şehir Abdürreşid İbrahim Efendi hazretlerinin Darulhilafe’de bulunduğunu haber alarak görüşmek arzu etmiş ve müşarun-ileyhi huzur-ı alilerine da’vet buyurmuştur. Abdürreşid Efendi Hindistan ulema-yı kiramından Muhammed Bereketullah hazretleriyle birlikte giderek bizzat Hakime-i müşarun-ileyha ile mülakat şerefine mazhar olmuştur. Müşarun-ileyhanın bir Müslüman kadınına bir Müslüman hakimesine layık vakar ve ciddiyeti her şeyden ziyade Abdürreşid Efendi’nin nazar-ı dikkatlerini celb etmiştir. Müşarun-ileyha hazretleri henüz kırk yaşlarında bir kadındır; gayet med[eksik] son derece diyanet-perver bir sahibe-i zeka ve dirayettir. Bütün Müslümanların terakkı ve tealisini düşünür bu uğurda büyük fedakarlıklarda bulunur. Hindistan’da Bhopal Emareti’nin hakimesidir; fakat tefekküratı yalnız zir-i hakimiyyetindeki efrada münhasır değildir bütün alem-i İslamın süruruyla ferah-nak elemiyle müteessirdir. Efkar-ı aliyyeleri istikbal-i İslam ile o derece meşguldür ki müsahabatı hemen bundan ibarettir. Her kavlinde her fiilinde gaye budur: Müslümanlar ilerlesin şevket-i İslamiyye teali etsin!.. Darülhilafe’ye teşrifleri metbu’-ı ma’nevileri bulunan emiru’l-mü’minin ve halife-i Resul-i Rabbü’l-alemin efendimiz hazretlerinin atebe-i ulyalarına yüz sürmek şerefiyle müşerref olmak arzu-yı halisanesidir. Ve fil-hakıka huzur-ı hazret-i Hilafet-penahide büyük bir zevk-i ma’nevi büyük bir şeref ve saadet hissetmişlerdir. Üç yüz milyon müslüman kalbinin müteveccih ve merbut olduğu bu makam-ı celil-i Hilafet; yalnız o efrada değil ümeraya rüesaya hakimelere sultanlara da zülal-i şeref ve saadet bahş edecek kadar azametli ve şevketlidir. Ba-husus ki Sultan Mehmed Han hazretleri gibi ashab devrindeki adalet ve şefkatle mütehalli bir hakan-ı muhterem o makamda bulunursa biz müslümanların kalblerine min indillah bahş olunan bu hisler bu la-yetezelzel rabıtalar te’min-i saadet-i beşeriyye için kafidir. El verir ki biz bunları hissedelim: Asırlardan beri yek-diğerinden cüda kalan müslümanlar arasında tearüfe çalışalım müslüman hükümdarlarının yek-diğerini ziyaretlerini temenni edelim. Görüşülsün dertleşilsin anlaşılsın ki üç yüz milyon kalb ayn-ı his ile mütehassis ayn-ı ümid ile meşbu’ ayn-ı nagamat ile müterennimdir. Bahr-ı muhitlerin aguş-ı azametinde yaşayan bir hakime bir İslam emiresi Avrupa’yı dolaşıyor bütün o hariku’l-ade terakkiyatı görüyor hayretlere müstağrak oluyor; fakat kalbi yine bu köhne memleketlerde bu İslam diyarında zevk ile dolar buradaki hissettiği zevk ve saadeti cihan-ı medeniyetin hiçbir tarafında duymadığını i’tiraf ediyor. Var ol İslamiyet sen bizim kalblerimizi birleştirdin senin sayende beşeriyet kemale yol aldı. Cihanın bir medeniyet-i kamileye nailiyeti yine senin nefhanla olacaktır. Hakime-i müşarun-ileyha hazretleriyle Abdürreşid Efendi arasında ber-vech-i ati muhavere cereyan etmiştir. Abdürreşid Efendi- Es-selamü aleyküm Hakime-i müşarun-ileyha- Ve aleykümü’s-selam − Arapça Ziyaretinizle müşerref olduğum için ziyadesiyle memnun oldum. − Ben de sizi gördüğümden dolayı fevka’l-had memnun oldum ulemaya ayrıca ihtiramım vardır. Ulema nasihatiyle diyanet kaimdir. − İnşaallah sizin gibi bir hakimenin makarr-ı Hilafet’i ve bilhassa metbu’-ı ma’nevileri olan Halife-i meşru’u ziyaret etmeleri diğer ümera-i İslam için de bir nümunedir şu suretle − İslamiyet pek garib düştü insan Avrupa makarr-ı saltanatlarını ziyaret ettikten sonra bizim üç yüz milyon ehl-i İslamın makarr-ı Hilafet’ine gelirse büsbütün ümidsiz olurmuş bilhassa ben bu müdhiş yangına da tesadüf ettim bu kadar insanların bi-vaye kaldıklarını müşahede edince pek me’yus oldum. Maamafih Darulhilafe’de hissettiğim zevki hiçbir yerde duymadım. − Me’yus olmayınız İslamiyet’in istikbali emindir. Zira siz görüyorsunuz ki ortalıkta İslamiyet’i muhafaza edecek bir kuvvet yoktur. Bütün a’da daima bu din-i mübin-i İslam’ın hasm-ı canıdır. Böyle iken İslamiyet gittikçe kendi kendine takviye olunuyor. − Bilmem bir türlü cesarete gelemiyorum. Fesad-ı ahlak bizi mahv etti. Ulum-ı cedide ile tenvir-i efkar edenlerimiz diyanetten uzaklaşıyorlar. Belki diyanetle hiç münasebetleri kalmıyor. Ulum-ı diniyye ile iştigal edenlerimiz ise büsbütün gaflet içinde puyan! Bu ne haldir bilmiyorum! Bu sebeble mi acaba Cenab-ı Hak bizi bu hale müstahık etti? − Milletin hayatı için düşünmek bit-tabi’ sizin ve cümle ümera-i İslamın doğrudan doğruya vazifeleri olduğu cihetle bu düşünceleriniz çok güzeldir. Fakat me’yus olmak sizin şanınıza münasib olamaz. İslamiyet’in istikbalini görmek dur-endiş milletlerdir. Her şeyi pek uzaktan görürler. Bugün bütün Avrupa devletleri İslamiyet’ten korkuyor bizim istikbalimizi mahv etmek için her nev’i esbaba teşebbüs etmekten geri durmuyorlar. Demek olur ki bunlar uzaktan bir şey görüyorlar. Bunu güzelce mülahaza ederseniz bu böyledir. − Ben kendimizde ümid olunacak bir hal göremiyorum. Bizde kahtu’r-rical var. Tefekküratı bütün memalik-i İslamiyyeyi akibet-i umurumuz pek ümidsiz vahim gibi geliyor. Bilhassa bizim bütün istinadgahımız burası iken burasını daha fena halde görüyorum. Burada da millet adeta bozulmuş bir orduya dönmüş. − Evet zahir-i hale bakacak olursak öyle gibi geliyor. Fakat bizim İslamiyette ma’neviyata daha ziyade i’tibar olunur daima kuvve-i ma’neviyye kuvve-i maddiyyeye galibdir ve bizim istikbalimizi de bu cihet te’min eder asıl ümidimiz de bu cihettedir. Bu ise ancak müslümanların yek-diğerleriyle olan rabıta-i ma’neviyyelerini takviye ile olur. Demek bu cihete gelince vazifelerin büyüğü sizin gibi hükümdarlara terettüb eder. − Bu cihete gelince ben de size iştirak ederim. Fakat gitgide bizim ma’neviyatımız da kalmayacak gibi geliyor. Ahlakımız bozuldukça ma’neviyatımız kırılacaktır. Ma’neviyatı muhafaza için lazım olacak en mühim kuvvet ahlaktır değil mi?... Bu sırada ezan-ı şerif okunduğu cihetle muhavere hitam bularak Sahib Begüm Hazretleri namaza kalkmışlar ve “Daima duanıza muhtacım” diyerek Abdürreşid Efendi’ye bezl-i iltifatta bulunmuşlardır. Bhopal Hakimesi’nin şehrimize muvasalatı üzerine Yeni gitmiş Hakime-i müşarun-ileyhanın katib-i hususisi Abdüssamed Han hazretleri tarafından nazikane bir surette kabul edilerek kendisine atideki tafsilat i’ta olunmuştur: Bhopal Hind-i Cenubi mıntıkasından ma’dud olup Bombay şehr-i şehirinin saat bu’dunda vaki’dir. Bhopal nim müstakil bir hükumet-i İslamiyyedir. Bhopal Hakime-i hazırası Nüvvab Sultan Cihan Begüm Nüvvab Şahcihan Begüm’ün kerime-i muhteremeleridir. Hakime-i müşarunileyhanın sülalesi an-asıl Celalabad ümerasından olup Bhopal Hükumeti’nin müessisi sayılan Nüvvab Dost Muhammed Han’a müntehi olur. Bhopal iki yüz seneden bu ana kadar istiklaliyetini muhafaza edegelmiş küçük bir ülkedir. Bhopal’ın mesaha-i sathiyyesi . kilometre murabba’ından bin kişi kadardır. Bhopal adalet ve nasafet üzere idare olunur bir hükumet-i mutlakadır amir-i yeganesi şehrimizde bulunan melike hazretleridir. Hakime Nüvvab hazretleri ayrıca iki vezire maliktir. Biri maliye diğeri adliye nazırlarından ibarettir. Bhopal Hükumeti’nin kuvve-i askeriyyesi . kişilik efraddan mürekkebdir. Şimdiki Nüvvab hazretlerinden evvel Bhopal serir-i hükümdarisine kadın olmak üzere diğer üç hakime cülus etmiştir. Şimdiki Hakime Nüvvab hazretlerinden sonra hal-i hazırda veliahd bulunan mahdum-ı alileri Nüvvab Nasrullah Han hazretleri kuud eyleyecektir. Hakime hazretleri münevveretü’l-fikr okur yazar hatta arasıra eş’ar bile tanzim eder muhadderattandır. Müşarunileyha zahide abide saliha ve ahkam-ı diniyye ve adat-ı bahttır. Müşarun-ileyhanın peder-i alileri Nüvvab Sıddik Hasan Han hazretleri ise müddet-i hayatında ilm-i fıkıh ve hadisde kütüb-i mütenevvia-i adide te’lif eyleyerek bütün ulema ve fukahanın tahsin ve ihtiramlarına nail olmuştur. Hatta kitablarının kısm-ı a’zamı Dersaadet’de nefis bir surette vaktiyle tab’ ve temsil olunmuştur. Valide-i aliyyesi de kendileri gibi fazıla alime saliha idi. Nüvvab Sultan Cihan Begüm hazretlerinin kendi tercüme-i halini nakıl bir eseriyle sair asar-ı kıymetdarı bile vardır. Katib-i hususileri yirmi altı yaşında ve Afgan asilzadeganından olan Abdüssamed Han Dehli ve Kalküta Darülfünunlarında larını okur-yazar ve adab-ı muaşeret ve hüsn-i ahlak ve nezakete malik değerli bir zat-ı sütude-sıfattır. Müşarun-ileyhanın hüsn-i zan ve i’timadını kazanmıştır. Nüvvab hazretlerinin maiyyet-i aliyyelerinde on iki kadar kadın vardır ki bunlar Hindistan asilzadeganınd [ ] andırlar. Mezkur kadınlar dır. Bu hanım Hakime-i hükumet ile sair rical arasında teşrifatcılık vazifesini de ifa eder. Müşarun-ileyha iki ay evvel İngiltere Kralı hazretlerinin merasim-i tetevvüciyyesinde bulunmak üzere Kral ve Kraliçe hazeratı taraflarından suret-i mahsusada da’vet olunup Londra’ya azimet etmiş ve orada Hindistan’ın sair müstakil hükümdarlardan daha ziyade şeref ve ihtirama nail olmuştur. Merasim-i tetevvüciyyenin hitamından sonra İngiltere Kraliçesi hazretleri tarafından Nüvvab hazretlerinin şerefine bir ziyafet keşide edilmiştir. Müşarun-ileyha memleketimize muvasalat buyurup bir ay kadar Dersaadet’in havasıyla menazır-ı latifesinden layıkıyla müstefid olduktan sonra evvela Kudüs-i Şerif’e ve oradan Kahire’ye; oradan Medine-i Münevvere’nin ziyaretine gideceklerdir. Birkaç sene akdem müşarun-ileyha yine maiyyetiyle beraber ifa-yı fariza-i hacc-ı şerif Hicaz-ı mağfiret-tıraz canib-i alisine azimet etmiştir. Katib-i hususileri Abdurrahman Han hazretlerinin ifadesine atfen Hakime-i müşarun-ileyha Osmanlıları sever ve daima onlara karşı bir hiss-i hürmet perverde eyler. Meşrutiyeti metaneti son derece tahsin etmektedir. Birkaç haftadan beri gelen İran haberleri bu bahtsız komşu ve kardeş memleketinde yine kargaşalık arttığını bildiriyor: Avrupa’nın ortasında Marinbad Kaplıcalarının ılık sine-i zevk ve huzurunda sakitane dem-güzar zannolunan Muhammed Ali Şah birden bire topladığı cesur Türkmenlerin sadık mızrak ve kılınçlarına dayanarak milletinin kendinden nez’ ettiği kuvvet-i hakimiyeti zorla istirdada kıyam eylemiştir. Şah-ı sabıkın yerden çıkar gibi nagehani peyda oluverişini müteakib hudud kabilesinden bazıları itaata şitab etmişler ve Kaçar Sülalesi’nin mehd-i zuhuru olan Esterabad şehri de Muhammed Ali Mirza’ya kapılarını derhal açmıştır. Muhammed Ali Şah şimal-i şarkıden payitaht Tahran’a doğru ilerlemeye hazırlanırken küçük biraderi Salarü’dDevle de ağabeyi namına garb-ı şimaliden Kirmanşah ve te nazaran Muhammed Ali’nin amcası olup servet ü samanının kesretiyle şöhret-şi’ar Zıllu’s-Saltana da her iki yeğeninin maliye nazırlığını etmekte harekat-ı askeriyyelerine muktezi parayı yetiştirmektedir. Demek oluyor ki Kaçar ailesinin üç uzv-ı mühimmi bir nevi’ ittifak-ı müselles akd etmişler İran hükumet-i hazırası aleyhine hareket eyliyorlar. Tahran’dan Isfahan’dan Tiflis’den gelen telgrafnameler Şah-ı sabık ve tarafdarlarını daha kuvvetli göstermeleri ve Hemedan hükumet-i hazıranın mağlub olacağını iş’ar etmektedirler. Bu haberlere göre artık Kirmanşah Salarü’dDevle’nin hükmü altına geçmiş ve muma-ileyh maiyyetine bini mütecaviz silahşör toplanmıştır. Cenubi İran’da dahi asayiş muhtel olmuştur. Hasılı İran’ın şimal-i şarkı ve garbisiyle cihet-i cenubiyyesinde hükumet-i hazıra ve Şah-ı sabık tarafdarları beyninde niza’ ve kıtal mevcud demektir kemal-i esefle söylemeye mecburuz sağlam ve muta’ bir hükumet-i meşruta te’sisine tamamen muvaffak olarak memleketlerinde asayiş refah ve saadeti te’min edemediler. Ahali meşrutacıların hakimiyetinden memnun kalmadı ve hakimiyet devrinde de senelerden beri aradığı sükut ve saadeti bulamadı. Binaenaleyh Muhammed Ali Mirza’nın evvelce kendisini kovmuş memleketinde şimdi bir hayli tarafdarlar bulup tekrar kadim İran tac ü tahtına malik olabilmesi asla müsteb’ad değildir. Ve ba-husus Muhammed Ali Mirza’nın yi hiçbir mani’aya tesadüf etmeksizin kat’ edebilmesi Rusya Hükumeti’nin İran’a vermiş olduğu söze rağmen Muhammed Ali’nin memleketine avdetini teshil edip hükumet-i hazıra-i resmi ceraidinin Muhammed Ali’ye mütemayil bulunması bütün bu vekayi’ gösteriyor ki İran’ın korkunç şimal komşusu Muhammed Ali’nin istirdad-ı tac ü tahtına kıyamında bitaraf kalmaktan pek uzaktır. Maamafih Rusya Hükumeti Şah-ı sabıkı henüz açıktan açığa himaye etmiyor. Eğer Rusya himayesini gizlemeye mecburiyet görmezse artık İran hükumet-i meşrutasının devamı zor mümkün olur. İstanbul “Encümen-i Saadet-i İraniyan”ının şayan-ı tebcil bir fedakarlık ve hamiyetle “Medeni” Avrupa’ya çektiği telgrafnamelerden hiçbir semere istihsal olunamaz. Biz Osmanlılar Rus mahmisi bir şah-ı istibdad-perverin taht-nişin-i İran olmasına elimizden geldiği kadar muhalefet ve mümanaata çalışmalıyız. Çünkü bir Rus lutf-didesinin menakıb-ı şehameti ıttılaat-ı tarihiyyenin maverasına kadar atebe-i Çari’ye takdim ettiği gün kardeş ve komşu bir müslüman devletinin daha hayat-ı istiklaline hatime çekilmiş olacağı gibi hilafet-i muazzama-i İslamiyyenin şark hududu da kuşatılmış ve Darulhilafe ile şarki memalik-i İslamiyye arası kesilmiş bulunacaktır. Bundan başka İran’da irticaın galebesi memalik-i Osmaniyyede mürteci’lerin kuvvet-i kalblerine hizmet edeceğini de gözden kaçırmamalıyız. Usul-i mebsuta karşısında Salarü’d-Devle’ye takılan Çaf Aşireti’nin Yesrevin hareketine mani’ olmak gibi küçük tedbirler kafi gelmez. Arzu ve ümid olunur ki hükumet-i meşrutamız yi’ini yakından ve lüzumu derecesinde dikkatle ta’kıb ederek oralarda hazırlanan tebeddülat-ı azimenin ehemmiyet ve azametiyle münasib tedbirler arasın ve bulsun… Eğer Asya hududumuz da Avrupa’dakine dönerse bed-bin olmamak saf-dillik sayılacaktır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ağustos Altıncı Cild - Aded: Allah aşkına olsun şu kerim ruhlara şu semih yüreklere bakınız da Müslümanlık Arapların o bir vakit cehaletleri emsal sırasına geçmiş olan haşin kavmin kalbinde ne büyük bir inkılab husule getirmiş; bütün ebna-yı beşer arasında bu gibi yüksek hislerin necib düşüncelerin asla tanılmadığı bir zamanda nasıl olmuş da nur-ı İslam onları böyle sima-yı mekarimin cazibedar ziyası taassubsuzluğun canlı delili mertebelerine yükseltmiş görünüz. Aralarında bulunan edyan-ı saire ashabına karşı müslümanların gösterdikleri hüsn-i muaşerete gelince: Bütün tarih-i insaniyyet bunun nazirini yad etmiyor. Evet bunların kendilerine muhalif akıde taşıyanlarla olan muaşeretleri o dereceye varmıştı ki aynı sulbden inmiş aynı aile içinde yetişmiş iki öz kardeş arasında bile güzel geçinmenin bu türlüsü görülemez. Mücahid diyor ki: “Abdullah bin Ömer’in evinde idim. Kölesi koyun yüzüyordu. Abdullah köleye koyunu yüzünce et dağıtmaya komşumuz Yahudiden başla dedi; hem bu emrini bir kaç defa tekrar etti. Köle anladım kaç defa söyleyeceksin deyince aleyhisselatü vesselam Efendimiz bize daima komşularımızı vasiyet eder dururdu hatta varis edecek diye korkmuştuk cevabını verdi.” Artık müslümanların şu akılları durduran büyüklükleriyle memalik-i mütemeddinede hafi aleni her gün teessüs eden maksad-ı teessüsleri de Yahudileri ezip bitirmekten başka bir şey olmayan küçüklüklerini yan yana getiriniz! Bilmem şu makalede irad ettiğimiz delailden vesaikten sonra da bir alay mahlukat-ı sefile müslümanları taassub-ı dini töhmetiyle sair milletlere karşı gizli adavet beslemek şenaatiyle ithama cür’et edebilecek mi? Medeni memleketlerde her gün taassub-ı dini yüzünden öyle feciaların vukuunu leketlerin birisinde gayr-ı müslim bir cemaat aleyhinde teşekkül etmiş bir cem’iyetin zuhuru işitilmiş midir? Asla!.. Faslı bitirmezden evvel kari’lerimize şunu bildirmek istiyoruz ki: Müslümanlığın on üç asırdan beri nezahet-i kat’iyye sub-ı dini diğer milletlerin öyle muhkem bir adeti öyle müzmin bir illeti idi ki –büsbütün izalesine diyemeyeceğim– tahfifine ancak bir asra yakın bir zamandan beri muvaffak olabildiler. İşte hakim-i şehir Jül Simon Hürriyet-i İ’tikad’ında şu sözleri söylüyor: “Hürriyet-i edyan o kadar eski bir şey değildir. Zira bütün tarih-i insaniyyet taassub-ı diniden ibarettir. Hürriyetten evvel olan bu taassub bu muhasemat-ı diniyye tarihin en eski devirlerine kadar çıkar.” Feylesof kurun-ı uladan kurun-ı vüstaya kadar bu yüzden meydana gelen felaketleri saydıktan sonra diyor ki: “Felsefe hürriyet-i edyanı vaz’a Ağustos’unda muvaffak oldu. Lakin bu emel-i adil ancak senesinde tahakkuk edebildi ki o da Yahudilerin mezalimden tahlisidir. Bununla beraber Fransa inkılabı hüsn-i idareden mahrum olduğu için hürriyet-i diniyye te’sis edemedi.” Bilmem ki artık göğsümüzü gere gere: Yaşasın din-i medeniyyet olan din-i İslam! Sadasını yükseltmekte haklı değil miyiz? Müellifi Muhammed Ferid Vecdi Mütercimi Mehmed Akif vayete göre en evvelki künyeleri “Ebul-Muhsin”dir ki adet-i kadime-i Arab üzere daha küçük iken vefat eden “Muhsin” namındaki ilk oğlunun ismiyle künyelenmiş ve muahharan Hazret-i Hasan radıyallahu anhın tevellüdünde “Ebu’l-Hasen” künyeleri “Ebu’l-Muhsin” olmayıp “Ebu’l-Hasen”dir. Çünkü Muhsin Hazret-i Hasen ve Hüseyin radıyallahu anhümadan sonra üçüncü olarak tevellüd etmiştir. Hatta seyyidetü’n-nisa’ Hazret-i Fatmatü’z-Zehra radıyallahu anha ile cenab-ı Murtaza beyninde izdivac vuku’ bulmazdan evvel server-i alem efendimiz hazretleri kendilerini künye-i şerife-i mezbure yani “Ebu’l-Muhsin” ile mükenna eylemiştir. Bir künye-i aliyyeleri dahi “Ebu Türab”dır. Bunun sebebi de bir gün mescid-i şerif dahilinde yatmış ve Nebiyy-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri kendilerini türab-alud bir halde görmüş olmalarıyla “Kum ya Eba Türab” diye bidar buyurmuş olmalarıdır ki hazret-i imam bu künye ile yad olundukça pek ziyade mahzuz olurlar idi. Lakab-ı saadetleri “Murtaza”dır sebeb-i telekkubları Hazret-i Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem gaza-yı Tebuk’e azimet buyurduklarında kendilerini halife sıfatıyla Medine-i Münevvere’de bırakmalarıdır. Tufuliyetinde meşhud olan emarat-ı şecianelerine binaen valide-i macideleri tarafından “Haydar” ile telkıb olunmuşlardır. İsm-i pak-i alileri yad olunduğu zaman ma’a’t-tarziye “kerremallahu vechehu” denilmesinin vechi kat’a evsan ve esnama karşı cebin-sa-yi sücud olmamasıdır. Cenab-ı İmam on yaşında iken Hazret-i Hadice radıyallahu anhadan sonra ikinci olarak iman-ı ezelisini izhar eylemişlerdir. Neseb-i şerifleri Ali bin Ebu Talib bin Abdülmuttalib’dir. Resul-i Ekrem ve nebiyy-i muhterem efendimiz hazretlerine nisbet cihetinden kendilerinden akrab kimse yoktur. Validei macidelerinin namı Üseyb bin Haşim bin Menaf’ın kerimesi Fatıma ve Fatıma’nın validesi dahi Kureyş’den Herem bin Revaha’nın kızı Huyey’dir. Müşarun-ileyha Fatıma dahi hulle-puş-i iman olup Medine-i Münevvere’ye hicret eyledikten bir zaman sonra hiraman-ı riyaz-ı can olmuştur radıyallahu anh. Hazret-i Ali radıyallahu anh bi’set-i seniyye tarihinden on sene mukaddem yani hicretten yirmi üç sene akdem ve tarih-i Fil’den otuz sene sonra şehr-i Receb’in on üçüncü Cuma günü Mekke-i Mükerreme’de vaki’ Şa’b-ı Ebi Talib’de zib-efza-yı kehvare-i hesti olmuştur. Tarih-i Hicret’in otuz beşinci senesi Zilhicce’sinin on dokuzuncu Cuma günü arayiş-bahşa-yı mesned-i hilafet oldu. Dört sene sekiz ay yirmi üç gün revnak-feza-yı cah-ı hilafet olduktan sonra altmış üç yaşında olduğu halde kırkıncı sene-i Hicriyyesi şehr-i Ramazan’ının on yedinci Cuma günü salat-ı subhu eda etmek üzere mescid-i şerife giderken te’siriyle iki gün sonra yani mah-ı mezkurun on dokuzuncu Pazar gecesi şehiden hiraman-ı makam-ı illiyyin oldu radıyallahu anhü ve kerremallahu vechehu. Sabıkın-ı evvelinin Hulefa-yı Raşidin’in cennetle mübeşşer olan sahabe-i güzinin biri ve nebiyy-i muhterem efendimizin damad-ı fezail-güsteri Seyyidü’l-evliya Hazret-i Aliyyü’l-Murtaza en evvel yirmi bir buçuk yaşlarında iken Seyyide-i nisa Hazret-i Fatımatü’z-Zehra radıyallahu anhayı tezevvücle sıhriyyet-i nebeviyye şeref-i giran-bahasına nail olmuşlardır. Cümle ashab-ı zevi’l-fazilet izn-i şerif-i nebevi ile canib-i Medine’ye hicret edip de Mekke-i Mükerreme’de yalnız Resul-i muhterem efendimiz hazretleri ile Ebubekir radıyallahu anh kalınca Kureyş bil-ictima’ verdikleri karar vechile saadethane-i Nebi’yi muhasara ettikleri akşam Peyk-i Rabbü’lalemin Hazret-i Cibril-i Emin aleyhisselam ferman-ı hicret alem efendimiz hazretleri cenab-ı Ali’yi da’vet ederek ol babdaki fermude-i ilahiyi tebşir ve fakat eşrar-ı Kureyş’in habir olamaması için o gece habgah-ı saadetlerine yatıp zat-ı kudsi-sıfatlarına aid hususatı tesviye ve hukuku te’diye eylemek üzere üç gün kadar Mekke’de kalması ba’dehu ehl-i beytini müstashıben Medine’ye gelmesi iktiza-yı halden diyerek ve öyle bir zaman-ı hevl-nakde nefsini Hazret-i Resulullah efendimize feda ederek taraf-ı eşref-i risalet-penahiden verilen yeşil bir hırkaya bürünüp firaş-ı nebeviye yattı. Ve kendisine sipariş buyurulan umuru müddet-i mezkure zarfında tesviye eyleyerek ber-muceb-i ferman ehl-i beyt-i Resulü bil-istishab Medine-i Münevvere’ye hicret etti. Ve tasallut-ı a’dadan emin olmak için gündüzleri münasib mahallerde ederek Medine-i Münevvere’ye muvasalat eyledi. Ve şeref-i muvasalatını müteakib Nebiyy-i mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz Ali’yi bana çağırınız diye ferman buyurduklarında Ali’nin ayakları şişmiş tabanlarının derisi yüzülüp yara bere olmuş olduğundan meşye kudret-yab değil denilmesi üzerine Hazret-i Resulullah lutfen bi’t-teşrif haber verildiğinden ziyade muztarib olduğunu görünce hemen yed-i mübarekleri ile ayaklarını mesh ederek dergah-ı kadi’l-hacata gelip ayaklarındaki cerihalar ile evram-pezir pür-fette-i zeval ü iltiyam oldu. Hatta zaman-ı şehadetine değin bir daha ayak veca’ını ihsas eylemedi. Tebuk gazasından maada gazavat-ı seniyyede Hazret-i Resulullah ile beraber bulunup hücumat-ı serbazanesiyle a’da-i dine pek büyük rahneler açdı. Her gazaya gidilir iken liva-yı ehl-i İslamı Sa’d bin Ubade hazretleri götürür idiyse de zaman-ı kıtalde Nebiyy-i muhterem efendimiz rayet-i zafer-ayeti Sa’d’ın elinden alıp ekseriya Hazret-i İmam’a teslim ederler idi. Hayşeklinde yazılmıştır. ber’in fethi liva-yı nusret-iltiva-yı İslam cenab-ı Murtaza’nın dest-i celadet-peyvestlerinde olduğu günde ru-nümun-ı ayine-i husul oldu. Zat-ı irfan-simatları küttab-ı saadet-meab-ı vahyden olduğu gibi Hazret-i Ebubekir’in dahi katib-i hassı ve Hazret-i Faruk’un müsteşar-ı hassu’l-hassı idi. Abdullah bin Mes’ud radıyallahu anh hazretlerinden mervidir ki Hazret-i Ali’den başka bir kimse nasa bir müşkiliniz var ise bana sorun diyemezdi. Çünkü Hazret-i Ali derler idi ki Kitabullah’dan bana sorunuz zira hiçbir ayet nazil olmamıştır illa ben o ayet kimin hakkında ve kimin aleyhinde ve gece mi ve gündüz mü yoksa cebelde mi sahrada mı nazil olmuştur bilirim. Kendileri huffaz-ı Kur’an’dan olup Kur’an-ı Kerim’i Risalet-meab efendimiz hazretlerinden ahz ü telakkı buyurmuşlardır. Hüseyin bin Ali bin Ebi Talib Asım bin Hamza Abdullah bin el-Haris el-Hemedani Ebu’lEsve[d] ed-Düeli Ebu Abdurrahman Abdullah bin Hubeyb bin Rebia Ebu Meryem Zirr bin Hubeyş bin Habbaşetü’lEsedi hazeratı da cenab-ı Ali bin Ebi Talib radıyallahu anhdan ahz ve kıraet etmişlerdir. Hazret-i Ali’ye ilmin dokuz hissesi verilmiş ve öşr-i aşirde de sair nas ile müşareket eylemiştir. Kaza ve fasl-ı da’vada naziri hiç yok idi. Hatta Resul-i ekrem efendimiz hazretleri sahabe-i kirama hitaben yani hüküm ve kazada cümlenize faik Ali’dir buyurmuşlardır. Ammar bin Yasir fahr-i risalet efendimiz hazretlerinin Hazret-i Ali’ye ya Ali Hak celle ve ala hazretleri kullarını tezyin etmediği zinetle seni müzeyyen eylemiştir ki o zinet indallah en ziyade makbul olan zib-i zühd-i dünyadır. İşte bu zühd sende var iken ne sen dünyadan ve ne de dünya senden bir şeye nail olamıyorsunuz buyurduklarını işittim diye rivayet eylemiştir. Hazret-i Ali pek sahi idi. Hatta fukara-yı muhtacini kendi nefsine ve ehline takdim eyler idi. Bir gün bir fakıre hatemini tasadduk etti. Ve çok kere iftar için tehyi’e ettiği taamı fukaraya verip kendisi taamsız kalır idi ki bu hususda hakk-ı alilerinde işbu ayet-i kerimesi şeref-nazil olmuştur. Hazret-i İmam’ın fezaili birun-ı daire-i add ü ihsadır. Server-i alem efendimiz hazretleri bir gün Aliyyü’l-Murtaza radıyallahu anhın elinden tutarak buyurdular. Yani ilim cihetinden Nuh aleyhisselama ve hilm cihetinden İbrahim aleyhisselama ve heybet cihetinden Musa aleyhisselama ve Ali bin Ebi Talib’e nazar etsin demektir ki bu hadis Abdullah bin Mes’ud hazretlerinden mervidir. ve ve ve gibi hakk-ı alilerinde şerefli hadis-i nebeviler sadır olarak kadr u şanları i’la buyurulmuştur. Nüsha-i nefise-i hikmet olan cenab-ı Murtaza radıyallahu anhın kelimat-ı dürer-barlarındandır. Batılın müddet-i cevelan ve deveranı az bir zamandır. Amma hakk u savab kıyamete kadar paydar ve bi-zevaldir. Halik’dan kork ki mahluktan emin olasın Nefsine muhalefet et ki müsterih olursun. Lisanlarınız ve cesedleriniz ile nasa muhalatat ve muvaneset ediniz. Amelleriniz ve kalbleriniz ile nasdan muzz ile müfarakat ediniz zira insan için hayır ve şerden eylediği nesne vardır insan yevm-i kıyamette muhabbet ettiği kimse Haris ve bahil olan kimsenin altını bağ ve bukağıdır. Ahlak-ı seyyi’e kendisinden kurtulmuş olmayan vahşet ve hasrettir. Mü’minin gidişi ve reftarı hafaya ve serairinden haber verir. Lisanın sükutu insanın selametidir. Ma’rifetin azı bila-ma’rifet amelin çoğundan hayırlıdır. Ülfet ve muhabbetin şartı külfet ve zahmeti terk etmektir. Nasın ziyade şerir ve habisi sair nas kendisinden ittika’ eden kimsedir. Cenab-ı Mevla herkesin rızkına zamin ve kafildir. Dost dayağı pek ziyade acıdır. Lisan darbesi süngü ve mızrak yarasından eşeddir. Zulm ü teaddinin karanlığı Her gecenin akıbinde bir gündüz olduğu gibi her müzayaka ve zulmetin akıbinde de bir vüs’at ve nuraniyet vardır. Kelamı çok olur yani çok söyleyen çok da melamet ve nedamet çeker. En büyük servet akıl ve hikmet; en şedid zaruret humk u belahettir. Kendini beğenmek en büyük vahşet: En makbul olan şey hüsn-i hulktur. Matlubu tahsil için ebvab-ı leime ederek izhar-ı acz ü iftikar etmekten ise tab’-ı selim ashabına göre istediğine vasıl olmamak daha asandır. Eğer taliin küşade Her lisanın kavaidi o lisanın teammüm ve intişarından sonra vaz’ ve tedvin edilir. Lisanlar kaidelerden değil bi’l-aks kaideler lisanlardan tevellüd eder. şeklinde yazılmıştır. Zaman-ı cahiliyette lisan-ı Arab’a dair kavaid-i müellefe mevcud değildi. Fıtri bir selika tabii bir meleke fesahat-ı lisaniyyeyi; kavaid-i mevzuadan daha ziyade bir emniyetle muhafaza edebilirdi. Büyük şairler ve meşhur hatiblerle badiye-nişin Arabların batından batna nakl ü hıfz edilen eş’ar ve hutbeleri cümel-i müntehabeleri enmuzec ittihaz edilir ve tabii bir meleke-i rasiha sayesinde asar-ı edebiyyenin fasih ve beliğ olanları diğerlerinden temyiz ve tefrik olunurlardı. Suku’l-Ukazlar bu esasa ibtinaen teşekkül etmiş bir nevi’ lisan akademilerinden başka bir şey değildir. Kur’an-ı Kerim’in şeref-nüzulü büleğa-yı Arabı beht ü hayretler içinde bırakmıştı. Çünkü Furkan-ı mübinin uslub ve tarz-ı beyanı o vakte kadar ma’lum ve ma’ruf olan an’anata tevafuk etmiyordu. Hatta meşhur Velid bin Muğıre Kur’an-ı Kerim’in şiir olduğunu iddia edenlere karşı ayat-ı Furkaniyyenin evzan ve kavafi-i şi’riyyeye tevafuk etmediğini dermiyan ederek bu iddiayı red ve cerh eylemişti. Fi’l-hakıka Kur’an-ı mübin i’caz-nüma belağat ve fesahatiyle lafzan ve ma’nen bir mu’cize-i uzmadır. Bin üç yüz bu kadar sene evvel nazm-ı celili ile vuku’ bulan tahaddinin hükmü bugün de bakı olduğu gibi ile’l-ebed de paydar olacaktır. O vakitteki acz her zaman için de vaki’ ve muhakkaktır. Hakayık-ı akliyye ve kanuniyyeyi en beliğ erbab-ı lisanı zanu-zen-i zemin-i acz ü tekrim edecek bir surette; tarz-ı beyanın en parlak en rengin bir uslubuyla tebyin etmek kudret ve irfan-ı beşer fevkındedir. Aynı bir mazmun defaatle tekerrür eylediği halde şa’şaa-i fesahat ve belağata zerre kadar halel tari olmuyor… lafz-ı şerif tahtında mündemic olan cihan-ı maaninin tasvir ve beyanı en mütebahhir müfessirleri bile i’tiraf-ı acze mecbur eylemektedir. Ashab-ı kiram hazeratı ayat-ı Furkaniyyeyi lisan-ı dürerbar-ı risaletten telakkı ettikleri vechile hıfz u kayd eder ve esasen selika-i fıtriyyeleri icabatı olarak kıraet ve i’rabda duçar-ı hata olmazlardı. Fakat İslamiyet’in tevessüü neslen Arab olmayan veya Arab olup da akvam-ı mücavire ile vukua gelen temasat-ı mütevaliyye neticesinde selika-i asliyyelerini gaib etmiş bulunan efradın din-i İslama duhullerini müteakib Kur’an-ı Kerim’in müfessirin-i kiram da ayat-ı Furkaniyyeyi tefsir edebilmek Akvam-ı ecnebiyye ile ihtilat; lisanın bozulmasını tesri’ ve teshil eylemişti. Birçok kimseler Kur’an-ı Kerim’in kıraeti esnasında i’rab hatasına duçar oluyorlardı. Kavaid-i lisaniyyenin tedvini lüzumu mübrem ve ihtiyac-ı kat’i idi. Bu lüzumu ilk evvel hisseden cenab-ı Haydar-ı kerrarın telkınatıyla Ebu’l-Esved ed-Düeli hazretleri nahv-i Arabinin esasını vaz’ u te’sise muvaffak oldu. Ayat-ı Furkaniyyeden istinbat-ı ahkama çalışan e’azım-ı mütebahhirin sarf ve nahivden ma’ada ilm-i iştikak ilm-i ma’ani ilm-i bedi’ ve beyan gibi fünuna arz-ı ihtiyac ediyorlardı. Hakayık-ı aliyye-i Furkaniyyenin tefsiri dekayık-ı hikmet-şümul-i Furkaniyyenin izahı için lisan-ı Arab’ın gavamızına kesb-i vukuf etmek lüzumu günden güne daha ziyade bir şiddetle hissediliyordu. Kavaid-i lisaniyyenin esna-yı tedvininde Kays Temim ve Esed kabileleri gibi akvam-ı mücavire ile ihtilattan masun kalmış ve lisanları karışmamış olan kabailin lehcelerine müracaat edildi. Kabail-i mezkure muhitleri muktezası akvam-ı saire ile temasdan azade bulundukları gibi mücavir kabilelerin te’siratından da masun kalmış olduklarından bekaret-i lisaniyyelerini muhafazaya muvaffak olmuşlardı. Halil’den sonra ilm-i nahivde iştihar eden en büyük sima Sibeveyh’dir. Sibeveyh’in te’lif ettiği eser kendisinden sonra gelen e’imme-i nuhatın merci’-i yeganesi olmuştur. Bu eser o derece iştihar eylemiş idi ki o vakitler “kitab” der demez der-akab Sibeveyh’in te’lif-i muazzamı varid-i hatır olurdu. Sibeveyh’in muasır ve rakıbi olan Kisai de meşahir-i fudala-yı nuhattandır. Halife Harunu’r-Reşid’in mahdumu Muhammed el-Emin huzurunda bu iki dahinin icra ettikleri mübahasat ve münakaşat meşhurdur. Bazıları tarafından ruf da Sibeveyh’in kitabından sonra en mu’teber müellefattandır. Mütebahhirin-i ulema kavaid-i lisaniyye ve edebiyyeyi; Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i Nebeviyye ile cahiliye şuarasının eserleri ve badiye Arablarının lehcelerinden istişhad etmek üzere vaz’ u te’sise çalışmışlardır. Bu babdaki müellefat-ı kadime metin esaslara istinaden tedvin edilmiş olmakla beraber klasik asar miyanına idhal olunamazlar. Kütüb-i mezkurede ta’kıb edilen metod büsbütün başkadır. Bunlar bilhassa erbab-ı tedkık için vasi’ ve zengin bir saha-i tetebbu’ olabilir. Bir şakird bu kitabların mütalaasından müstefid olamaz. Fakat bir muallim gavamız-ı lisaniyyeye aid en dakık mebahisi asar-ı mezkurede bulabilir. Ve cidden istifade eder. Bilahare ulum-ı lisaniyye ve edebiyyede Sibeveyh ve Kisai gibi bir çok dahiler daha yetişmiş ve binlerce asar-ı nafia te’lifine muvaffak olmuşlardır. Fakat müteahhirin-i ahire miyanında ta’dad olunabilen bazı zevat zeka-yı fıtrilerine bir meşgale-i ciddiyye bulamamalarından veyahud bu suretle kudret-i ilmiyyelerini göstermek gayretine düşmüş olmalarından naşi kavaid-i lisaniyye kitabından başka her şeye benzeyen bir takım eserler te’lifle beyhude uğraşmış durmuşlardır. tedris olunan ulum-ı aliyyenin matlub derecede semerebahş olamaması; bu gibi eserlerin tedrisat-ı lisaniyye programlarına Asar-ı mezkurenin ekserisi ehl-i lisan olmayan veya lisanın edebiyatına vukuf-ı tammı bulunmayan zevat taraflarından yazılmış olmaları da bilhassa ca-yi teemmüldür. serleri ile havaşi ve şüruhun bir çokları bu kabil asardan sayılabilirler. da iştihar eden e’azım miyanında İmam Halil İmam Sibeveyh Ebu Zeyd-i Ensari ve Asma’i gibi büyük simalar görüyoruz. Kufe cihetlerinde ise Kisai Ferra Ebu’l-Hasan el-Ahfeş Abdullah bin Said gibi meşhur dahiler yetişmiştir. ulum-ı edebiyye ve lisaniyyede iştihar eden İbni Kuteybe arasında şa’şaa-paş nasiyelerden sayılırlar. Fil-hakıka Kali’nin Kitabü’n-Nevadir’i İbni Kuteybe’nin Edebü’l-Katib ve Ebu’l-Ferec Isfahani’nin Kitabü’l-Eğani’si edebiyat-ı Arabiyyenin en zengin ve en rakık gavamızatına cilve-gah-ı teali olmuşlardır. Müberrid’le Cahiz’in Edebü’l-Kamil ve Kitabü’l-Beyan ve’t-Tebyin ünvanlı eserleri de ümmehat-ı kütüb-i lisaniyyeden ma’duddur. Bediu’z-zaman Hemedani’nin Makamat’ıyla meşhur Ebu Muhammed Hariri’nin Makamat’ı Allame Zemahşeri’nin Etvaku’z-Zeheb ’i dahi edebiyat-ı Arabiyyede enmuzec ittihaz olunabilecek asar-ı ceyyide mecmularıdır. İslamiyetin intişarını müteakib eş’ar-ı Arabiyyede görülen rikkat-i his nezahet-i beyan asalet ve celalet-i ifade ve bilhassa fikirde incelik tasvirdeki uslub ma’nadaki ulviyet-i felsefiyye basit bir mukayese ve tedkık neticesinde derhal göze çarpar. Mesela bi-payan bir kum sahrasıyla la-yetegayyer bir sakf-ı mükevkeb arasında badiye-peyma olan Arab-ı cahile şairi bindiği attan sürdüğü deveden yıkılmış yurddan muhrik sıcaktan kesif zulmetten koyun ve deve sürülerinden çıplak harrelerden başka bir şey görmez bir şey bilmezdi. Yeknesak ve mahsur bir hayatın sanihat-ı fikriyyesi de – samimi ve garam-alud olmakla beraber– bit-tabi’ pek sade pek ibtidai olur. Fil-hakıka eş’ar-ı cahiliyye çıplak ve hayalat-ı şairaneden azadedir. Elfazındaki metanet hayret-bahş olduğu gibi ma’nadaki vahşet ve huşunette dahi başka bir güzellik başka bir kudret-i teshir vardır. Ma’amafih nazarpira tezyinat-ı lafziyyeler dil-nüvaz istiareler; revnak-dar mecazlar nezih kinayelerden ari olan bu şiirler mübalağa ve tekellüfden azade ibtidai tabii ve pek sadedir. Nabiğa veya Züheyr’in eş’arıyla Cerir veya Ebu Nüvas’ın sanihaları Antere veya Alkame’nin mülhematıyla Ebu’lAtahiye veya Ferazdak’ın şiirleri arasında bir mukayese yapılacak olursa bu fark ve tefavüt vehleten nazar-ı dikkati celb eder. Bir kavmin müellefat-ı edebiyyesi o kavmin seviye-i Üdeba-yı İslamiyyenin asar-ı edebiyyeleri sırasıyla mütalaa ve tedkık edilirse seviye-i ilmiyyenin tekamül-i tedricisine dair rengin parçalara tesadüf olunabilir. Mesela Cerir’in Divan’ıyla Ebu’l-Ula el-Maarri’nin Ahves’in eş’arıyla Mütenebbi’nin Feyzi-i Hindi veya İbni Fariz’in şiirlerinde bu fark bu tekamül-i fikri ıyanen görülebilir. veya Cenab-ı Ka’b bin Züheyr’in kasideleri arasındaki derin farklar tecelliyat-ı Furkaniyye ile ikincilerin ruhunda husule gelen vecd-i saniha-bahşanın te’siratından neş’et ettiği şübhesizdir. Şuara-yı İslamiyye arasında Meddah-ı Nebi Hassan bin Sabit sahib-i bürde-i Resul Ka’b bin Züheyr Ferazdak Cerir Beşşar-ı Ukayli Ebu’l-Atahiye Ebu Temmam Ebu Nüvaz Bahteri Ebu’l-Ula el-Maarri Mütenebbi Şerif Razi Safiyyüddin Hilli Müslim bin Velid Hammad Fazl bin Samed İbni Hereme Ebu Firas-ı Hamdani Ebu Abbas enNami Ebu’l-Ferec İbni Fariz… gibi zevat pek ziyade iştihar etmişlerdir. siyer kitablarının te’lifi ile başlamıştır. Furkan-ı mübinin tefsiri ehadis-i Nebeviyyenin cem’ u tavzihi hususuna başlanıldığı zamanlar bazı ayat ve ehadisin tefsir ve izahı için lisan-ı dürer-bar-ı risaletten ne vakit ve nerede ne gibi ahval ve vukuat münasebetiyle şeref-vürud eylediklerine dair tafsilat-ı tarihiyyeye lüzum görülmüyordu. Esasen ef’al-ı Nebeviyye sünnet-i risaletten bulundukları cihetle Peyamber-i zi-şana dair olan vukuat-ı tarihiyyenin günü gününe ve mufassalan bilinmesi lazımeden idi. Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i şerifede siyer-i enbiyadan bahis olan kısas bu babda enmuzec ittihaz olunabilirdi. Fi’lhakıka da öyle oldu. Tarihe dair İslamlar tarafından yazılan Siretü İbni Hişam bu yolda yazılmış asarın en meşhurlarındandır. Bilahare hudud-ı İslamiyye tevessu’ ederek birçok beldeler zir-i liva-yı hulefaya dahil olunca bu şehirlerin ahval-i tarihiyye ve suret-i fethlerine dair eserler yazılmaya başladı. Mesela meşhur Vakıdi tarafından Fütuhu’ş-Şam ünvanıyla bir kitab te’lif edilmişti. Vakıdi ikinci asr-ı Hicri müverrihlerindendir. Halife Mehdi tarafından Bağdad’ın Rasafe ciheti kadilığına ta’yin edilmişti. Tarih-i vefatı Hicret’in Vakıdi irtihal-i nebeviyi müteakib irtidad eden kabail ile Talha ve Müseylime gibi mütenebbilerin ahval-i tarihiyyelerinden bahis olmak üzere Kitabü’r-Ridde namıyla bir eser daha yazmıştır. Ebu’l-Kasım Abdullah bin Abdülhakem’in Fütuhu’l-Mısr ve’l-Mağrib namındaki kitabıyla İshak bin Bişr’in Fütuhu Beyti’l-Makdis ismindeki eseri bu yolda yazılmış müellefat-ı mu’teberedendir. Fethu’l-Emsar unvanlı kitab ise beyne’l-müverrihin meşhur ve makbuldür. Tarih-nüvislik hususunda müverrihin-i bilhassa vaz’ ve ta’kıb ettikleri usul cidden şayan-ı takdir ve sitayiştir. Müverrihin-i İslamiyyenin yalnız isimlerini zikr etmek üç yüz kadar müverrihden bahs ediyor. Fenn-i tarihin te’sis ve terakkısi hususunda müslümanların etmiş oldukları hidemat-ı cihan-pesendanenin kıymet ve ehemmiyetini takdir edebilmek için tarihi bir fenn-i müdevven haline ifrağ ederek alem-i medeniyyetin hayret ve takdirini kazanmış olan İbni Haldun gibi büyük müverrihlerle lerini der-hatır etmek kafidir. Ehadis-i sahihayı mevzu’ olanlardan tefrik edebilmek ravilerin ahval-i hususiyyelerini tedkık ve esanidi tahkık etmeye mütevakkıfdır. Ravilerin şayan-ı i’timad olup olmadıkları ancak tercüme-i hal ve güzariş-i hayatlarına dair peyda edilecek esaslı ve derin bir vukuf sayesinde müyesser olur. Bu hakıkati pek güzel takdir buyurmuş olan mütefekkirin-i ulema siyer ve teracim-i ahval-i muhaddisine dair müteaddid eserler te’lif etmişlerdir. Bil-ahare keyfiyet ta’mim edilerek; Tabakat unvanı tahtında; her şu’be-i ilmiyyede kesb-i ihtisas etmiş olan zevatın tercüme-i hal ve asar-ı müellefelerinden bahis pek çok kitablar yazılmıştır. İbni Kuteybe’nin Tabakatü’ş-Şuara’sıyla İbni Hallikan’ın Vefeyatü’lA’yan ’ı İbni Useybia’nın Tabakatü’l-Etibba’sı bu nevi’ müellefat-ı aliyyedendir. Müverrihin-i İslamiyye arasında vüs’at-ı Hicriden sonra yetişmişlerdir. İbnü’l-Esir Ebu’l-Fida İbni Haldun bu büyük dahilerden sayılırlar. Fida İbnü’l-Verdi İbni Haldun Hutayb-ı Bağdadi İbni Asakir Makrizi Ebu’l-Ferec Bürhaneddin… gibi e’azımın te’lif ettikleri eserler Avrupa müverrihleri için pek zengin birer me’haz teşkil etmişlerdir. Müfessirin-i meşhure miyanında yüksek bir nasiye-i irfan arz eden İbni Cerir-i Taberi üçüncü asr-ı Hicri nihayetine kadar olan vukuat-ı tarihiyyeyi cem’ ve te’lif eylemiştir. Fergani Taberi’nin tarihine yazmış olduğu zeyl ile iştihar etmiştir. Mes’udi Mürucü’z-Zeheb ve Ahbarü’z-Zaman namında mürekkeb büyük bir tarih müellifidir. İbnü’l-Esir’in bu kıymetdar eseri evvela Leiden şehrinde ba’dehu Mısır’da tab’ ve neşr edilmiştir. Kitabü’l-Kamil yedinci asır mebadisine kadar olan vukuatı cami’dir. Ebu’l-Fida Hama şehri emiri idi. İlm ü irfanı kiyaset ü reviyyeti ile meşhur e’azımdandır. El-Muhtasaru fi Tarihi’lBeşer namındaki eseri Tarih-i Taberi’nin bir muhtasarıdır. Ebu’l-Fida’nın Takvimü’l-Büldan unvanlı coğrafyası müellefat-ı mu’tebereden ma’duddur. hi-i ilm ü hikmet bi-payan bir cihan-ı ma’rifettir. Ser-güzeşt-i hayatı muhakemat-ı tarihiyyesine esas olabilecek hadisat-ı mühimme ile mal-a-maldir. Kerratla muhtelif ümeranın makam-ı vezaretini ihraz eden İbni Haldun çok def’alar zindan köşelerini melce’ ittihad etmiş bu loş dershanelerde nekbet ü felaket dersleri okumuş ve nihayet bütün evlad ü ıyalinin; Akdeniz’de kudurmuş dalgaların insafsız savletleri altında gark ve na-bedid olduklarını görmüş hayatın bu müdhiş facia-i elimesinin de temaşa-geri olmuştur. hat-ı hayatiyyesinde cilve-nüma olan vukuat ve hadisat olmuştur. Tevali-i sinin-i ikbal ve felaket bu büyük dahinin dimağına yanılmaz bir kudret-i muhakeme bahş eylemişti. Altıncı yedinci ve sekizinci asırlarda alem-i İslamda zuhura gelen herc ü mercler birçok hükumetlerin mahv u indirası; şurada burada her gün yeni yeni hükumetler zuhuru çok geçmeden bunların da necm-i ikballerinin karin-i uful olması koca hakim için pek vasi’ bir saha-i tetebbu’ teşkil eylemişti. Kendisi de bizzat bu herc ü merclere karışmış esbab-ı bir fikirle görmüş muhakeme etmiş netice-i mütalaatını kitab-ı meşhurunda tersime çalışmıştır. Hayatın bazen en nuşin zevklerini ve ekseriya öldürücü zehirlerini tadarak dershane-i cihanda pek acı tecrübelerle kemale ermiş olan bu dahi evlad ü ıyalinin garkı gibi tahammül-suz acıları da hissettikten sonra kainattan büsbütün teneffür etmiş Mısır’a çekilerek tetebbuat ve tedrisat-ı ilmiyye ile iştigale hasr-ı hayat eylemiştir. Tarih-i irtihali sene-i Hicriyyesine müsadifdir. kesb-i iştihar eylemiştir. Felsefe-i tarihiyyeye dair eserinin mukaddimesinde serd ettiği mütalaat ve muhakemat en meşhur feylesofları bile derin derin düşünmeye mecbur edecek pek çok dekayık-ı hikemiyyeyi cami’dir. Tarih-i Bağdad namındaki eseriyle iştihar eden Hatib-i Bağdadi tarihinde irtihal eylemiştir. re Tarih-i Dımaşk unvanlı gayet kıymetdar bir eser te’lifine muvaffak olmuştur. Mısır’ın ahval-i tarihiyyesinden bahis te’lif-i kıymetdarıyla müştehir Süyuti ile Ebu’l-Mehasin Bedri İbni İyas İbni Vasıl İbni Ebi’s-Sürur Nüveyri gibi zevat da müverrihin-i meşhure arasında mümtaz simalar arz ederler. Mir’atü’z-Zaman müellifi İbni Cevzi ile el-Fahri ve Endülüs müverrihlerinden İbni Hatib İbnü’l-Kutiyye Şehabüddin Ahmed el-Fasi gibi zevat ise te’lifat-ı ber-güzideleriyle yatü’l-A’yan sahibi İbni Hallikan Fevatü’l-Vefeyat mü’ellifi Salahüddin-i Kütübi Teracimü’l-Hükema’ muharriri İbni Kıfti Tabakatü’l-Etibba mü’ellif-i şehiri İbn-i Ebi Useybia el-Vafi fi’l-Vefeyat sahibi Salahüddin-i Safedi gibi zevat teracim-i ahval ve tabakat müellifleri arasında en ziyade şa’şaadar olan nasiyelerdir. Yukarıdan beri ta’dad olan asar-ı ilmiyyenin birçoğu Avrupa lisanlarına nakl ü tercüme edilmişlerdir. Saha-i fütuhata atılan akvam feth ü zabt edecekleri bilad ve emsarın ahval ve mevki’-i coğrafilerine vakıf olmalıdır. Coğrafya ilminin terakkısini te’min eden vesaitten en mühimmi ticarettir. Tarih-i kadimde ticaretle iştihar eden Finikeliler coğrafyaya en ziyade vakıf ve en çok hizmet eden bir millettir. fiyye te’lifinin de esaslı saiklerindendir. Ulema-yı İslamiyye fi’len meşşaiyyun tarikı ta’kıb ediyorlardı. Tevsi’-i ilm için ma’dud idi. Bir talib Bağdad’dan kalkar Mısır veya Endülüs’de iştihar eden bir alimin südde-i irfanına koşardı. Bu gibi medid ve daimi seyahatler coğrafya fenninin vaz’ ve te’sisine aid esasları ihzar ediyordu. kalkan kafile-i hüccac birçok şehirlere uğrar müteaddid memleketleri kat’ eder tayy-i merahil ede ede nihayet Mekke-i Mükerreme’ye kadar vasıl olurlardı. Bu da bir nevi’ seyahat demekti. Gideceği yeri bilmeyen kimsenin hiçbir zaman menzil-i maksuda pazede-i vusul olamayacağı muhakkak olduğundan konak mahallerinin uğranılacak memleket ve şehirlerin ahvaline evvelce vakıf olmak iktiza ediyordu. Hasen bin Ahmed-i Hamedani Ceziretü’l-Arab’ın ahval-i tarihiyyesine dair yazmış olduğu eseriyle bu yolda ilk hatveyi atabildi. Bilahare Belhi ve Kerhi gibi zevat yetişerek coğrafyayı müdevven bir fen halinde tedvine muvaffak oldular. Ebu Zeyd-i Belhi Suveru’l-Ekalim unvanlı eseriyle memalik-i eser te’lif eylemiştir. Ebu İshak-ı Istahari-i Kerhi ise Mesalikü’l-Memalik namında kıymetdar bir kitab müellifidir. Coğrafiyyun-ı İslamiyye miyanında en ziyade iştihar eden zat seyyah-ı şehir İbni Havkal’dir. Dördüncü asr-ı Hicride ber-hayat olan İbni Havkal el-Mesalik ve’l-Memalik unvanıyla yazdığı kitaba müteaddid haritalar dahi ilave eylemişti. Müverrih-i şehir Mes’udi’nin Hindistan’a aid coğrafyası müellifin-i müteahhire nazarında vesika-dar bir me’haz olarak kabul edilmiştir. Yedinci asr-ı Hicri coğrafya-şinasanı arasında bi-hakkın kesb-i şöhret eden Yakut Hamevi ticaretle meşgul ma’ruf seyyahlardandır. Mu’cemü’l-Büldan unvanlı eseri coğrafya ve tarihe aid esami-i meşhureyi cami’ bir kamus-ı alidir. Mu’cemü’l-Büldan’da bir şehirden bahs olunurken dağları dereleri meşhur binaları ahval-i tarihiyyesi heykelleri cami’ ve medreseleri büdhaneleri dahi tasvir edilmiş olduğu gibi orada perveriş-yab-ı kemal olan e’azımın teracim-i ahvaline dair de ma’lumat verilmiştir. Müverrih-i şehir Ebu’l-Fida’nın Takvimü’l-Büldan namındaki coğrafya kitabından bil-münasebe yukarıda bahs edilmişti. Midilli İ’dadisi Müdiri Osmanlı erbab-ı kemal ve maarifi arasında dini; ahlakı edebi siyasi asarıyla bir mevki’-i mümtaz ihraz eyleyen bir zat-ı sütude-sıfattır. Diyar-ı Mağrib şehzadelerinden olan peder-i alileri Seyyid Muhammed Efendi Darulhilafeti’l-İslamiyye olan İstanbul’a gelerek gördüğü muamele-i ihtiramkaraneye binaen ihtiyar-ı ikamet ettiği zamanda Sultan Ahmed-i Evvel devri sadr-ı a’zamı Halil Paşa’nın biraderi Mehmed Paşa’nın kerimesiyle izdivac ederek sahib-i tercüme Abdullah Efendi dünyaya geldi. Sinn-i farka vusulünde Halil Paşa delaletiyle zamanı efazılından istifade ettiği gibi yine paşanın delaletiyle pir-i enver Aziz Mahmud Hüdai hazretlerinden de tenevvür etti. Paşanın ikinci sadaretinde ve Şark serdarlığı evanında tezkirecilik vazifesiyle beraberce esna-yı azimetinde reisü’l-küttab olan Mehmed Efendi’nin Tokat’da vefatı cihetiyle terfian bu vazifeye ta’yin olundu. Fakat o sene içinde sadaretin Hüsrev Paşa’ya tevcihi dolayısıyla Halil Paşa ile beraber Üsküdar’a avdetle Hazret-i Hüdai Dergahı’nda inzivayı ihtiyar ve paşanın vefatından sonra da on sene kadar bu vechile evkat-güzar olarak tarihinde rikab-ı hümayun riyasetiyle ve Fatih-i Sani-i Bağdad Sultan Murad-ı Rabi’ ma’iyyetiyle Bağdad’a azimet eyledi. Esna-yı feth ü zaferde kazaen şehid olan Reis İsmail Efendi’ye halef ve evahirinde Diyarbekir’de Bedayi’u’l-vekayi’ müellifi Hüseyin Efendi’ye selef olup Şa’ban’ında riyaset vekaletine evasıtında Anadolu ve ba’dehu Cizye Muhasebesi’ne hududunda Piyade Mukabelesi’ne ve evailinde mensuh mukataaya ta’yin olunarak ifa-yı hüsn-i hizmet eyledi. Bu tarihden sonra manasıb-ı divaniyyeden cerr-i ezyal ve ilm ü ibadetle iştigal ederek “Zair-i adn ola ruhu Sarı Abdullah’ın / Gül-i nes rin-i adn ola ilahi Sarı Abdullah” mısra’larının delaleti olan tarihinde irtihal eyleyip Topkapı’dan Maltepe Hastahanesi’ne giden caddenin solunda sed üstündeki makbereye defn edildi. Seng-i mezarında: “Merd-i ma’nevi şarih-i Mesnevi Reisü’l-küttab Abdullah bin Seyyid Muhammed Efendi ruhu için Fatiha” ibaresi menkuştur. Ahfadından La’lizade Abdülbakı Efendi’nin Melamiye-i Bayramiyye ricalinin ahval ve menakıbından bahis matbu’ risalesinden anlaşıldığına göre sahib-i tercümenin min ciheti’s-süluk mürebbi-i ma’nevileri İdris Muhtefi hazretleridir. Ma’a haza piri ekber Hazret-i Hüdai’nin terbiye-i ma’neviyyelerinden de fane olup mahlasları Abdi’dir. Asar-ı mütenevviaları ber-vech-i atidir: Şerh-i Mesnevi – Badi-i şöhretleri olup beş cild üzere müretteb ve matbu’ olan bu eser el-hak fazılane arifane münşiyanedir. İsmi Cevahir-i Bevahir-i Mesnevi’dir. Semeratü’l-Fuad fi’l-Mebdei ve’l-Ma’ad – Beş bab bir hatime üzere müretteb olup Türkçe ve matbu’dur. Bab-ı Evvel Hazret-i Adem aleyhisselamın hilafeti ve etvar ve menazil-i hilkat-i Adem’i ve meratib-i nev’-i insani beyanında olup üç faslı müştemildir. Bab-ı Sani Taleb-i hubb-ı asli ve cela-yı kalb ve gavs-i insan-ı kamil beyanında üç faslı müştemildir. Bab-ı Salis Ehl-i sülukün aksam ve revişleri beyanında olup altı faslı müştemildir. Bab-ı Rabi’ Dünyadan terhib ve tarik-ı Hakk’a ve mürşid-i kamile tergıb ve fukaraya su’-i zandan i’raz ve erbab-ı süluke tavzihi lazım bazı erkan ve şeraiti tavsiye beyanındadır. Bab-ı Hamis Nakşibendiyye Bayramiyye Halvetiyye Mevleviyye Kübreviyye Kadiriyye’nin umumen an’ane-i silsileleri Ebubekr es-Sıddik ve İmam Ali radıyallahu anhümadan fahr-ı kainata müntehi olup ol münasebet ile bazı e’imme sahabe tabiin evliya menakıbı beyanındadır. Hatime Ruh-ı hayvani ve ruh-ı insani ve ezafiden bazı maarif beyanındadır. Nasihatü’l-Müluk Terğıben li-Hüsni’s-Süluk – Sultan Mehmed Han-ı Rabi’’a takdim olunan bu eser Türkçe ve gayr-ı matbu’ olup muahharan Osman-zade Ahmed Naib Efendi tarafından ve Telhisü’n-Nesayih ismiyle hulasa edilerek Sultan Ahmed Han-ı Salis’e takdim olunmuştur ki matbu’dur. Ve iki bab üzere mürettebdir. Bab-ı Evvel Derintizam-ı umur-ı dünya ve ehlüha Fasl-ı Evvel Hilafet-i Adem Musa; Yusuf Davud Süleyman Fasl-ı Sani Hulefayı Raşidin Bab-ı Sani Ahval-i ukba Fasl-ı Evvel Mevt ve hakıkat-i mevt ve kabz-ı Azrail ve ahval-i berzah Fasl-ı Sani Kıyam-ı saa nefh-i sur haşr-i ecsad ma’a’l-ervah ahval-i arasat-ı cehennem ve cennet vüs’at-i rahmet-i Huda hatt-ı destiyle olan nüsha Kütahya’da Reisü’l-küttab Mehmed Emin Vahid Efendi Kütübhanesi’nde mevcuddur. Mir’atü’l-Asfiya fi Sıfati Melamiyeti’l-Ahfiya – Taife-i aliyye-i Melamiyye hakkında Fütuhat-ı Mekkiyye’nin muhtelif bab ve fasıllarında mezkur olan akvalin tavzihiyle Şeyh-i Ekber hazretlerinin fezail ve menakıbından bahis olup Arabca ve gayr-ı matbu’dur. Birer nüshası Bayezid Camii Kütübhanesiyle Beşiktaş’da Yahya Efendi Kütübhanesi’nde vardır. Mirkatü’l-Evliya ismindeki tercümesi de Üsküdar’da Atlamataşı’nda Selim Ağa Kütübhanesi’ndedir. Ricalü’l-Gayb – Bu taife-i aliyyenin ahval ve aksamından bahis olup gayr-ı matbu’dur. Tevkı’at-ı Selatin-i Osmaniyye – Düsturu’l-inşa - Reisü’l-küttab yani Hariciye nazırı bulundukları zamanlarda Feridun Bey Münşeatı tarzında topladıkları ve yazdıkları yüz elli kadar mekatibi cami’ olup gayr-ı matbu’dur.’de muharrer bir nüshası Manisa’da Muradiye Kütübhanesi’nde vardır. Meslekü’l-Uşşak – Ahval-i süluke dair Türkçe manzum bir kaside olup ahfadından ati’t-tercüme La’li-zade Abdülbakı Efendi tarafından tezyil ve Türkçe şerh ve tefsir edilmiştir. Metn-i kaside ile zeyli Bakı Efendi’nin asarından matbu’ olan Menakıb-ı Melamiyye-i Bayramiyye risalesinin nihayetinde muharrerdir. Cevheretü’l-Bidaye ve Dürretü’n-Nihaye – Sultan Murad-ı Rabi’’in ahvaliyle Bağdad fethinden ve e’imme-i erba’a ile bazı evliyaullahın menakıbından bahis olup gayr-ı matbu’dur. Bursa Meb’usu Biz dünyayı ahirete vesile olarak tanımış ve mezra’a-i ahiret olarak bilmişizdir. Ancak fehvasınca bazı vesileler vardır ki maksuda vusul için sebeb-i yegane olduğundan asıl matlub derece ve kuvvetini ihraz eder. Biz dünya tahsili için yaradılmadık ancak ibadet ve ahiret için yaradıldık gece ve gündüz rahat-ı dünya arkasında koşmak ve if[n]a-yı ömr etmek yazık değil midir diye söylenilir mi; hakıkati idrakten aciz saf-dil ahalimizi iğfal edenlerimiz hala eksik değildir. Ve ayet-i kerimesiyle istidlalden dahi kendilerini alamazlar. Evet biz yalnız saadet-i dünyeviyye için mahluk değiliz; şübhesiz bu alemin ilerisinde bir alem-i ali daha var ve oradaki maali ve derecat; buradaki ahlak ve a’malimize ve fakat o derecatı kesb veya ona liyakat peyda etmek için şu berzah-ı şuunda insanlığımızı ve min indillah meftur bulunduğumuz kudret-i beşeriyyeyi gıbta-bahş-i melaike olacak derecede asar-ı acibesiyle ibraz eylemek ve rıza-yı Bari’ye kabiliyet göstermek lazımdır. Kusva-yı meratibini ta’yin ve izahdan aciz bulunduğumuz meratib-i beşeriyye bizim mevsuf olduğumuz ahlak ve adattan ve maarif ve kemalattan ibaret olmasa gerektir. Daha nice kemalat-ı insaniyyenin zuhuru bedayi’-i masnuatın saha-i sa’y ü amelde isbat-ı vücud eylemesi mümkün ve asar-ı sabıka delaletiyle belki müteayyindir. Ahiretini ıslah ve tezyin etmek isteyen kimseler i’tikadat-ı kalbiyye ve ahlak-ı diniyye ve ibadat-ı bedeniyyeleri yacdan vareste ve tasallut-ı a’dadan masun ve azade olmalıdırlar. Öyle ise şahsımızı milletimizi memleketimizi devletimizi muhafaza için zamanın icab ettiği silahlarla gerek hey’et-i infiradiyyemiz ve gerek hey’et-i ictimaiyyemiz mücehhez ve müsellah olmadıkça zaruriyat-ı milliyye ve medeniyyemizi elde etmiş olamayız. Fütuhat-ı ma’neviyyesiyle bizi ve belki bütün dünyayı teshir ve tedmir etmekte olan Avrupa’nın kullandığı ve belki her kavmin mevcudiyet-i kavmiyyelerini muhafaza için çalıştıkları ve elde etmeye uğraştıkları silah hüner ve maarif ticaret ve sanayi’ silahlarıdır. Her millet ve devletin siyasetleri bugün ticaret ve san’atlarıyla kaim ve onun kuvvetiyle daimdir. İhtilat ettiğimiz akvam ve anasır sa’y ü amelden ayrılıp çıkmak ve kendi başımıza bir mevki’-i mümtaz ve müstesnada yaşamak kabiliyeti olmayınca ve daima san’atları ve hünerleriyle bizi zebun ve zaif etmekte bulunan bir kavme karşı mevcudiyetimizi muhafazaya mecbur bulundukça biz onların tevessül ettikleri esbabı istemeyiz biz başka türlü bir surette onlara mukabele ederiz demek cemi’-i esbab-ı maddiyyeyi kullarına bezl ve gayet buyuran Cenab-ı Hakk’ın niam-i adidesine karşı küfran-ı ni’metten ve vesait-i adideyi isti’malden Bedeninde sıhhat ve afiyet olmayan bir hasta tahsil ve lidir. Hastalığı halk buyuran Cenab-ı Rabbü’l-alemin onun devasını dahi icad ve ihsan buyurmuştur. Arayıp bulmak tecarib-i adide ile her birini temyiz edebilmek hassasını bize vermiştir. Zahiren ve batınen add ü ihsası kabil olmayan niam-i metleri görmeye ve onlardan istianeye şitab etmeliyiz. Vücud sıhhatini kemale getirmezse nasıl ibadet edebilir. Tabiat ve hilkat-i beşeriyye i’tibarıyla muhtaç olduğu şeyleri asrına göre tedarik etmeyenler kemal ve istiklalini ne yüzle da’va eder. Zaman zaman-ı gurur değildir. Düşünecek halimizi istikbalimizi fikr ü ta’akkul edecek evlad ve ensalimizin bizden ne gibi şeyler isteyeceklerini ve ne yolda noksan ve kusurlarla hangi şeydeki rehavet ve ataletle itham edeceklerini mülahazaya aklen ve hikmeten medyun olduğumuzu ikrar ve i’tiraf eyleyecek bir vakittir. Bu hakıkati i’tiraf ve halimizi acı bir surette ta’rifden sonra selamet-i mülk ü millet ve saadet-i din ü devlet hep biz müslümanların uyanıp çalışmalarına ve el ele vererek menfaat ve mazarratlarını bit-ta’yin daima celb-i menafi’ ve def’-i mazarrat uğrunda gayret ve faaliyete dökülmelerine muallak olduğunu bilmeliyiz. Diyanet-i İslamiyyenin edyan-ı saire üzerine ali ve faik olduğunda şübhemiz yoktur. Böyle bir ali dine mütemessik olanlar neden bu asırda ulviyet ve kemalden bi-behre zillet ü meskenete doğru kadem-nihade oluyor? Ahlak-ı diniyye ve ma’neviyye ile beraber dünyaca da ta’yin-i vakitlere kadar ulviyet ve saadetini muhafaza buyuran babalarımız bize züll ü hakaret tarikını öğretmediler yaşadıkları muhite göre her vechile tefevvuku muhafaza veya tezyide sa’i oldular. Şimdi ise biz lisan-ı halimizle akvam-ı saireye karşı za’f u ataletten başka bizden bir şey gelmez diye inda etmekteyiz. Acaba sual olunsak böyle bir nidaya razı olur muyuz? Elbette razı değiliz fakat lisanü’l-hal-i efsahu min lisani’l-makal denilmiş yani hal ve etvarın ifade ve beyanı ağızdaki dilin söylemesinden daha ziyade açık olarak anladır buyurulmuştur. Ve nefsü’l-emrde dahi hal böyledir. Umur-ı dünyada zelil ve hakır olmak alil ve na-tüvan bulunmak ahirete zarar vermez denilecek olursa Kur’an-ı Kerim’deki ayet-i celilesi züll ü meskenetin kavm-i Yahudu ihatasını ifade ve ancak makam-ı medh ü senada olmayıp zulm ü isyanları sebebiyle onlar hakkında bir ni’met olması suretinde şeref-nazil olmuştur. O halde şeref ve haysiyet-i insaniyye ve İslamiyyemizi muhafaza ve onun esbab ve vesailine kemaliyle teşebbüs lazımdır. Yukarıda zikr u beyan olunan ayet-i kerimesinde hilkat-i beşere illet-i zahire olarak beyan buyurulan ye-i bedeniyyeye dahi şamil olsa yine müktesebat-ı zaruriyye arkasında koşmaya mani’ olmadığı bedihidir. Binaenaleyh ahval-i akvam ve anasıra ve tealliyat-ı asriyyeye cehaletten başka bir şeyle te’vil edilemeyen ataletimize nihayet vermek için hangi suretle olursa olsun telkın ve den ziyade millet ve memleketimizin saadet ü selameti esbabını tefekkür ve mevani’i izaleye tevessül eylemeleri elzemdir. Bursa Meb’usu Geçenlerde bir gün muannid bir muharebenin nişanlanmış yaralanmış kahramanlarını ziyarete onları okşamaya sevmeye birkaç saatimi ruhumca en zevkli bir hayat olan erler askerler arasına girmeye ateşin kumlarda susuz çöllerde cehennemi derelerde yalçın sarp kayalıklarda tepesi buzlu ovası karlı yaylalarda düşmandan evvel hava ile iklim cinsleriyle oralarda uğraşan muarızını öldürmek zevkiyle değil te’dib ve ıslah hissiyle çalışan muhterem askerler asker Osmanlılar içinde geçirmeye gitmiş o yaralı arslanlar meşherine girmiş idim. Gönlüm hepsine sarılmak yarasını değiştirmek onlarla konuşmak gazi yüzü görmek gazi sözü kadaşlar gazanız mübarek olsun!” dedikten sonra ayrı ayrı konuşmaya dalmıştım. İlk nazarda ekseriyet yatağında oturuyordu. Yatanlar da hemen davranmaya başladı. Artık herkes oturmuş bulunuyordu. Sanki keyfi yerinde sıhhati yerinde serveti yerinde istikbal için milyonları emniyette almış keyifli bakıyordu. O görünüşte sanki hiç hasta yoktu. Hakıkatte yine öyle ma’nen hepsi yaşıyor uçmak istiyor yatağına hastahanesine sığmıyordu. Üç yüze yakın gazi ile ayrı ayrı görüştüm ne büyük keyif! Bunlarda üç yüz muhtelif hal ve efkar görmedim. Hemen hepsi aynı hal ve hisde tekrar hem de makale değil kitab yazmış olacağım. Onun lasa etmek istiyorum. Mesela: “Geçmiş olsun arkadaş yaran nasıl savdın mı?” sualine karşı: “Yara dediğin ne olacak efendim! sağaldı geçdi. Yalnız güzel bir yeri kaldı bir büyük devlet millet [dü]ğünün nişanı kaldı hamd olsun bugünlere; Allah nasib etsin de her vakit devlet millet düğünleri görelim böyle ulu işler tutalım canımızı padişah babamıza feda edelim askerliğimizi ona beğendirelim” diyordu. Kimse sesini çıkarmıyor ne sorulsa sade bir cevap ile mukabele ediyor “Yaran nasıl?” sualine karşı “Bir şeyim kalmadı” cevabıyla sükut ediyor sanki bu bahisden utanıyor. Sualler tekrar edilse müteessir oluyor “koskoca adamım bir yara için burada yiyip içip yatıyorum daha doğrusu ziyaretcilerden utanıyorum” diyor ve hemen lakırdıyı kesmek için önüne bakıyor. Diğer bir kısım sorulan suale cevaben: “Yaranın ne ehemmiyeti var? Sonu ne? Şehidlik değil mi? Hani o günler! Zaten bu dünyaya gurbetçi geldik yarın gideceğiz gitmek için ise sermaye lazım işte onu tedarike çalışıyoruz ta ki asıl vatanımız olan ahirette müebbeden zavallı kalmayalım. Şehidlik bir ganimet büyük bir hazinedir. Ele geçse ne mutlu ne ise efendi bizi buradan bir gün evvel taburumuza salsalar da gene askerliğimizi etsek gazalara gitsek” diyor. Kimisi kemal-i hicabla cevap veriyor: “Efendim hamd olsun bir şeyimiz yok hırsımı alamadım zorum onda” diyor. Bunlardan biri şöyle anlatıyor: “Kal’ada nöbetci idim; gece ansızın üzerime biri hücum etti; öldürdüm. Tekrar hücum edeni püskürttüm bu gürültüde ayağımdan vurulmuşum mühimsemedim hatta eğilip bakmadım bile. Nöbet saati bittiği zaman koğuşa geldim ayağımı orada arkadaşım sardı. Efendi bendeki yara yalnız bu mu ya? Allah’ın öldürmediğini kul -haşa- öldürür mu ya? Bak başıma!” dedi eğildi başında parlak bir kurşun çukuru daha gösterdi ve devam etti: “İnsan yapdığını söylemez çünkü ayıbdır bak karşıda yatan bir sürü yaralı bir şeyi anlattılar mı? Şöyle asdık böyle kesdik dediler mi? Hayır! Halbuki onlardan şu düşmanın bayrağını elinden kanı bahasına zorla almış fakat öğünmek gibi olmasın ayıbdır diye zabitine bile haber vermemiş çantasına atıvermiştir. Şu aşağıdaki yiğit kendiyle beraber bir binbaşının hayatını kurtarmış öteki asker ise bir manganın başında bir hücum kolunu durdurmuş idi. Asker insan yapdığını hikaye etmez ne ki yapmıştır vazifesidir. Asker niçin şereflidir? Çünkü yapdıkları hem iyi hem güç şeylerdir. Askerim demek hikayeler söylemekten daha kısa ve ma’nalı bir sözdür.” diyordu. Hemen hepsi bu dört ifadenin mefhumu dahilinde beyan-ı hissiyat ediyordu. Bu dört kısımdan maada bu uğurda iki gözünü gaib etmiş iki ve birer gözünü gaib etmiş diğer iki nefer karşısında bulunuyordum. Bunlardan bir gözünü gaib edenlerden birine sordum: Yalnız bir gözün mü görüyor dedim. Cevap verdi: “Doğru görmek doğru gitmek isteyene bir göz de kafidir efendim” dedi. İki gözünü gaib eden ve Trabzonlu olduğunu söyleyen bir arslanla aramızda geçen muhaverenin mealen neticesi şu oldu: Bu arslan harbde patlayan bir lağım barutundan iki gözünü gaib etmiş bu halde düşmanla boğazlaşmış her tarafına kılınçlar vurulmuş. Bir elinin yarısı bir yanağının yarısı koparılmış başı yarılmış fakat eceli gelmemiş ölmemiş her tarafı yaralı bu yaralarım iyi hiç ıztırabım yok. Zaten bana bu can bad-ı heva kaldı. Çünkü ben fi sebilillah hizmet için gittim şehid olmaya çalıştım. Nasib değilmiş gözlerim gitti vücudum parça parça oldu yine ölmedim demek ki yaşamak mukadder kın me’yus acıklı bulunmayasın köyünde kasabanda istikbal askerlerinin neşesini kırmayasın sakın zaman bu hoş doğru sözleri değiştirmesin. Acıklı sözlerle vatanın genç evladlarının şevk-i ma’nevisini kırmayasın dediğim zaman dedi ki: “Nasıl olur da küfran-ı ni’met ederim nasıl olur da beni bu yaraları almaya koşturan mukaddes kuvvetin aslını rim. Şimdiye kadar gördüklerimi görüyordum bundan sonra görmediklerimi görüyorum. Eskiden eşya görüyordum şimdi nurlar görüyorum şimdi ruhumun kalbimde yeni açdığı gözden görüyorum şimdi ben bu gözlerle ulvi ma’nevi cihanlar görüyorum görmekten netice? Ya sürur ya keder şimdi bu yeni gözlerimle her zaman hoş görüyorum. Ben bu hastahaneden memleketime gideceğim gözüm yok diye düşünmeyeceğim. Çünkü gözümü elimi vatandaşlarım için feda ettim onların bütün gözü bütün eli benimdir benim muinimdir beni tutacaklar vapura bindirecekler evime götürecekler ondan sonra da her vakit elim gözüm olacaklar. Allah padişah babamıza ömürler versin beni artık hizmetten afv etmiş tekaüd maaşı bağlamış herkes alnının teriyle geçinirken ben yaramın çoktan kuruyan kanıyla devlet millet sayesinde geçineceğim. Bundan sonra elimle gözümle değil dilimle hizmet edeceğim diyordu. Dedim kendisine: Evet kıymetli arkadaş sen dilinle hizmet edeceksin bu noksan uzvunla a’zası tam insanlardan daha çok askerlere hizmet edeceksin. Köyünün zi-ruh bir abide-i gazası olacaksın. Şekl-i haricin gençleri ürkütecek değil. Onlara gayrette fedakarlıkta bir nümune-i ibret olacak bilakis onları teşci’ edecek çünkü sen onlara diyeceksin ki: “Çocuklar! Allah’ın öldürmediğini kul öldüremiyor işte ben şahidim elim kesik gözüm çıkık başım yarık fakat yüz aklığıyla bayram etmiş mühim günler görmüş bir bahtiyarım. Siz a’zası tam fakat vatanınıza borçlarınızı nasıl ifa edeceğinizden endiş-nak lerze-nak ve muannidsiniz. Siz bu imtihan yeri dünyanın sınıflarına yükselmek için yüreğiniz çarpıyor fakat bunun ben son sınıfını geçmiş usul-i mertebesine çıkmışım. Siz dünyanın yalancı mahdud akibeti meşkuk manazırını görüyorsunuz ben hakıkatin vasi’ vazıh akibetini hakıkat rüyalarını görüyorum. “İnsan ne kadar yaşayacağını ve yaşarken nelere uğrayacağını bilmez. Pek kibar bir çocuk kuş tüyü şiltelerde genç yaşında acılarla can verir. Öte yanda nice yarlardan yuvarlanmış nice tehlikeler atlatmış felaketlere göğüs açmış şatmak için ölmeye çalışır. İşte bu gibilerdir ki ilel-ebed yaşarlar dünyayı şereflerle geçerler. Sakat ma’lul a’ma fakat sualsiz cevapsız Sırat’ı geçerler. Gözleri sağlam a’zası tam olanların sendelediği yürüyemediği emeklediği süründüğü kulavuzsuz azabsız uçarak geçerler; cennete öyle girerler” diyeceksin dedim. Safahat’a münekkıdlik edeceğinizi iki hafta evvel bana şifahen haber verdiniz ben de zannettim ki imzanızın üstünde ciddiyetle az çok alakası olan bir muhakeme-name-i edebi okuyacağım işte tenkıd-i valanız Servet-i Fünun sahifelerinde çıktı. Hakkınızda hasıl ettiğim bir fikir var fakat – ne lüzumu var– söylemeyeceğim. Bu acı hakıkati söylersem nezaketsizlikle müterafık nezahetsizliğimi yine ber-mu’tad yine zarafet-füruş yine kahkaha-alud fakat yine üstü örtülü bir lisanla bağırırsınız. Taarruzat-ı kalemiyyenin tesettüre riayet edenleri ise açık saçık surette ika’ edilenlerinden ziyade tahrib-i haysiyet iktidarı gösteriyor. Haysiyetimi bu muharebe-i edebiyyenin şüheda-yı gufranından görmeye tahammül edemem. Tenkıdinizin hayran-ı havarıkı olduğum ciheti de var ki onu da size haber vermeyi bi-taraflığımı isbat etmek ma’razında levazımdan bilirim: Üç kelime ile telhis edilebilecek muzadd-ı mantık birkaç zaif ve nahif cümleyi demevi ve levend bir makale şekline sokmakta ibraz ettiğiniz kabile-i elfazlık melekesidir ki habbe-i ma’nayı dağlar kadar büyük gösteren bu kubbe-i kelimat karşısında el çabukluğunuzun maharet-i Musa-pesendanesine aferin-han oldum. Zat-ı alinizden bu kadar bahs etmek kafi ve vafidir. Zat-ı mes’eleye nakl-i kelam edeyim. Hatırlamayı pek arzu eder misiniz bilmem bu günlerde aleyhdar-ı irfanı olduğunuz Safahat sahibinin mebde’-i meşrutiyette meddah-ı mübahisi muattal kalmamışsa öyle hafıza-güzarımdır ki bundan üç sene evveline aid ve arzu ettiğiniz halde sizce de tahatturu kabil yakın bir mazide bir gece idi. Müsadifiniz oldum. Bana o gece Mehmed Akif’in “Küfe” ismindeki manzumesini hayret ve hürmetle okuduğunuzu –zerrat-ı eseriyyesinde ziya-yı ma’sumiyyetler titreyen– bir sada-yı saf ile i’tiraf ettiniz. Namus-ı edebinize müterettib bir sadakat-ı sariha ile sizden cevap Yine o gece Mehmed Akif’in “Demet” e şiir yazması hakkında bir defadan ziyade bir arzu-yı müfrit izhar ettiniz met” risalesi Akif’in bir manzumesine bir sütun-ı tekrim takdim etti. Mehmed Akif hakkındaki bu teveccühatınızın üç sene sonra nefret-i edebiyye şeklini iktisab edeceğini o gece yanılıp da bana söyleseydiniz bunu latife telakkı edecek ve şu suretle ne kadar saf olduğumu nazarınızda isbat eylemiş olacaktım. Bugün Sahir Bey artık sübut buldu ki üç sene zarfında meslek ve mişvar-ı edebinizi adeta bir “jilefantazi” gibi “ ” defa değiştirmek hususunda “ ” rakamının bile havsala-i vüs’ati dar ve mukassi bulmak sizin için mümkinattan. Bu kadar sür’atli ve sühuletli tahavvülat sizin gibi hasta-i hassasiyet olan zevat-ı aliyyenin evsafındandır ki bundan dolayı size değil fıtratınıza hitab ve itab etmek lazım gelir. Bu ise muhit tahsil terbiye tevarüs teşekkülat-ı fizyolojiyye ve piskolojiyye noktalarıyla alakadar bir ahlak bahsidir. Binaenaleyh saded-i edebiden haricdir. Makale-i müstehziyanenizdeki Akif’e aid da’valara gelince; mürur-ı zamana çoktan duçar olan bu deavi-i aliyyenizi cümle ile telhis etmek pek çok mümkün yani o cesimü’lcüsse ve yakışıklı makale ile şu mariz ve alil birkaç cümleyi söylemiş oluyorsunuz: garb üdebasından hiç birinin müstahsen bir manzumesi yokmuş ki onda müstehcen bir kelime bulunsun!... Makalenizin cümle-i asabiyye-i mütefekkire ve mütehassisesi şu laflardan müteşekkil olup diğer tarafları lahm ü şahmdan ibaret şeylerdir. “Garb üdebası” bahsi sinirlerime biraz fazla te’sir ve tazyik yapdı. Onun için evvela onun hakkında zat-ı alinizle konuşmak isterim. Bir defadan ziyade müşerrefiniz oldum. Hiçbir defasında –gabavetimin ne safil bir cezasıdır ki– bir edebiyat-ı milel allamesinin huzur-ı iclalinde bulunduğumu anlayamadım. Sözlerinizin sadegi-i alimanesinden olsun bu şamil ve cihandide bahi-i mazhariyeti olsaydım bugün sizinle böyle efkar-ı umumiyye mahkemelerinin kapılarında dolaşmak gibi muvacehenizde bir müddea-aleyh-i edebi olmak gibi hüsranlı zeminlere hatve-i hatar atmış bulunmazdım. Bu bendeleri ber-mukteza-yı cehl bütün garb edebiyatını bilmem Sahir Bey. Ancak Fransa’nın ma’hud muhit-i edebinin biraz şuunşinasıyım. Binaenaleyh arzu ettiğiniz pis kelimeleri meşamm-ı ma’rifetinize takdim ve i’la etmek üzere ezhar-ı mantıkiyye şeklinde ancak o muhitin hadaik-ı nefasetinden toplamaya mecburum. Evet garb edebiyatında pis kelimat yoktur diyordunuz garbı bilmem beyefendimiz fakat Fransa edebiyat-ı manzumesinden yalnız bu kulunuzun vakıf olabildiği kısmında müstehcenat o kadar pek çok ki sadece bu müteaffin kelimeleri bir araya toplasam “Beyaz Göl ge” ler ismindeki defter-i nazm-nisabınıza muadil bir kitab-ı cesim vücuda gelir. Bu şairlerin isimlerini ve eserlerini “Sırat” risalesinin si’a-i sahayifi nisbetinde –müsaade ihsan edin de– size sayayım: Belki işittiğiniz kim bilir belki de okuduğunuz bu avamperver Fransalı şair bütün şiirlerini argotik kelimelerle doldurdu. Bu hali ise o şair için ayb-ı azim olmayıp milletince sıfat-ı kaşife bilindi. Kudumunuzdan mütevellid ra’şa-i tahassüs ve tekrimi hala s[i]ne-i haşebisinde vefa-yı mu’annidle taşıyan hücre-i mesaime bir gün teşrif buyurmuştunuz o gün Mehmed Akif Servet-i Fünun’un sahayifine has bir sadakat-i kırtasiyye ile tekellüm ve kıraet etmiştiniz. Bendeniz de doğru söyleyen ahmaklara mahsus sevimsiz bir kabalıkla o makalede bulunup da evvela o gün sizin ağzınızdan işittiğim iddialarınızın hüccet-i hüsranı olmak üzere sizi Jan Rişpen ismindeki şairin mevcudiyetinden haberdar ve “La Chanson de Gu” ismindeki mecmua-i nefise-i eş’arının şu beytiyle nihayet-yab olduğunu kırık bir ma’na vererek birkaç defa sevimli çehrenize tasrih ve tekrar etmiştim: Las d’avoir tant marche triste d’avair vecu De mes espoirs defunts je chauffrai mon cul Bu beyitteki “gu” kelimesinin hem ma’nasını hem müstehcenliğini o gün size kiraren tefhim ettiğim zaman bir murakabe-i alimane vakfesi geçirdiniz ba’dehu hal-i sahva rücu’ ile “mademki öyledir azizim bu zeminde bir mübahese yazarsanız ben de cevabını o zaman veririm” diyerek hükmü ma-ba’de’l-hale muzaf olmakta vasiyete benzeyen oldukça letafetli bir cevapla mukabelede bulundunuz. Muarız politikiyye me’murları gibi ittihaz ettiğiniz bu tedbir-i şerh ve zarif arzu eylediğiniz birkaç hafta-i tedkık ve tetebbuu size kazandırdı. Binaenaleyh iki hafta evvelki i’tirazımın iki haftadan ve küsur saatten beri meşgul-i teyessür ve tedariki olduğunuz cevabına artık bugün muntazırım. “Gu” kelimesini dendir gibi muhataralı bir da’vaya kıyam etmemenizi rica ederim. Bu istirhamım mutmain olun ki saikı hakkınızdaki merhamet-i aliye hiss-i mübarekidir. Çünkü bu manzume o mecmuanın Şedovider Beyefendi. Şu bahsin iki noktası daha var ki hususiyet-i mühimmesine binaen onları sarahatle bilmeniz emelimdir. Evvela: Rişpen bu “gu” kelimesini şiirindeki şahs-ı vak’a olan ihtiyara söyletmekle beraber en sonra bizzat kendisi de söylüyor ki yukarıdaki beyit o sözlerden ibaret; birincisi bu. Saniyen: Rişpen “gu” kelimesini hissiyat-ı aliyye ile yazılmış bir manzumesinde kullanıyor ikincisi de bu. Halbuki mahalle kahvesindeki “balgam” kelimesi Mehmed Akif’in saha-i sanihatına düşmeyip mahalle kahvesinin türab-ı ratıbına nüzul ediyor. Rişpen’in şu nazmının hissiyat-ı aliyye ile yazılmış bir nefise-i tahassüs olmasına ise şu kabil beyitler ihtiva etmesi kafi bir delildir: Ainsi sur un cadavre uu trou saignouant de plaie Sur une tomele en Pierre ce feu luisait Musırran teami etmek isteyemeyen ve alil olmayan her basıra görür ki Rişpen “gu” kelimesini ruham-ı kabirlerin meş’alini naaşların yarasına benzettiği bir manzumede istimal etmiş. Mehmed Akif’in “Kahve” unvanlı şiiri ise muhaverat-ı müstehcene-i avama daha müsaid ve müstaid olmakta bu manzumeye tefevvuk ederken “gu” kadar şeni’ bir kelimeyi Safahat Şairi yazmadı. Yine Rişpen’in o mecmuasında “Küçük Çocuklar” unvanlı bir şiir var okumanızı hayr-hahane nasihat ederim. Orada “Şanson” şairi Paris’in küçük çocuklarını birer “kariz köpüğüne” benzettikten sonra “Paris ismindeki zi-hayat ekşeklinde yazılmıştır. meğin bu kariz köpükleri olduğundandır ki bir gün Paris bütün dünyanın francalası olacak” tarzında bir müfadı ihtiva eder. Mehmed Akif gibi Jan Rişpen’in o akademisyen şairin de şair olmadığını adi bir nazm-nüvis olduğunu isbat etmek kaleminizin mahsusat-ı zarafetinden olduğu için nazar-ı tenezzülünüzden başka bir sima-yı edebiye emare-i in’itaf niyaz edeceğim: “Edmond Rostand”! L’Aiglon mü’ellifi “Otriş” ismini “Juman fiş” fiiline kafiye yapdı. “Juman fiş” o kadar uryan-ten ta’birlerden ki kadınlardan müteşekkil cem’iyette tefevvühattan bilinir. Hatta hazırunu kaide-i tekellüfe riayet eden erkekler mahfil-i ülfetinde bile isti’mal edilmesi cinayet-i cem’iyet-şikenane telakkı bi’l-kabulünü görür. Halbuki azizim Sahir Bey L’Aiglon kadar hatta Edmond Rostand kadar “Juman fiş” kelimesi şöhret hissine kazandı! Bu neden? Mahall-i mucebinde Rostand’ı da “Rim riş” sahibi ve nazımcı lafızcı bir veresfikatör addedip şair unvanını kendisine ihsan edemeyeceğinizi sima-yı edebiye nazar-ı tenezzülünüzden emare-i in’ıtaf niyaz edeceğim: “Victor Hugo”! Belahetten midir nedir milletine “firaş-ı fuhş muanakat ve serairini şuh ve zi-ruh bir lisan-ı nisvan-firib” ile yazmak varken maatteessüf vatanperverlik maatteessüf hamiyetnüvislik maatteessüf beşeriyet-perestlik yolunda kaba kaba nazımlar vücuda getiren Mösyö Victor Hugo Chatiments unvanlı kitabının “Aplodisman” namındaki manzumesinde De cet empire abject bourbier cloaque egout Tu sortiras splandide et ton aile profonde En secouent la fange eblouiru le monde Ma’lum-ı ihsanınızdır ki bu manzumede imparatorluğu “girdab”a bulaşık lağımına karize Hugo benzetti. Mehmed Akif ise bu kabil mülevvesatı mizab-ı maali olan kaleminin sukbe-i sanihatından değil seviyeleri maatteessüf yerle yekvücud olan avamın ağzından ısdar etti. Hugo kelimat-ı mülevveseyi manzumesinde kendisi söylemekle beraber bu “ego” “burbye” “klavak” kelimeleri mahall-i mucebinde yazıldığı “Aplodisman”ı ayıblık kelimeler var diyerek ve dudağınızda bir iltiva-yı münfail izhar ederek benan-ı nezahetinizin temas-ı müctenibiyle Fransız kavminin şahika-i efkarından Hugo’nun şair olduğuna kail olacak derecede –size söylüyorum kimse işitmesin– sade-dilim Sahir Bey.. Rica ederim etmeyin. Hugo’yu benan-ı tenkıdinizin ufak bir hareketiyle mensiyet ve meçhuliyet uçurumlarına attığınız gün perestişkar bir kari’i olduğum için kederimden kahr olurum. Yine Hugo yine Chatiments’ında’üncü sahifede “Luna” ismindeki manzumesinde “kin”i “taassub”u “köpek”e benzetti. Yine o kitabda’ncü sahifede “Ovafam Kadınlara” unvanlı manzumesinde yine Hugo “edebsiz” kelimesini kullandı. Yine “Hugo Şanda Kara Püskül” ismindeki mecmua-i müdhişe-i eş’arında ikinci Napolyon’a hitab ettiği şiirinde Fransız milletini bir süvari atına teşbih etti. “Çiçek” “kadın” “şafak” kelimelerini ihtiva eden enfas-ı manzumenin şi’ir-i garra addedileceği zamanlar muzlim bir mazi olduğunu artık bilmeniz icab eder. Şiiri gürültülü kelimeler ve cicili bicili ve fakat köpük unsurlu zarafetlerden mesi olmak derekesine –eğer nüzul etmemişseniz– tenzil etmeyiniz. Hususuyle revzen-i haysiyet taşlamaktan artık feragat-ı taibane izhar ederek tahsil-i alisini bitirmiş mebadi-i uluma vukuf peyda eyleyerek şuabatından birinde ihtisasa hasr-ı hayat etmiş doğru düşünür doğru söyler bir genç gibi olunuz. Kendinize cebinize doldurduğunuz ta’riz ve tearruz taşlarıyla değil başınıza doldurduğunuzu görmek rekz etmeye meyl-i ibraz eyleyiniz. Daman-ı haysiyyete fırlatılmış çamurlar ve taşlarla namınıza yapmak istediğiniz heykel nefsinizi meşhur kılmaz teşhir eder. Size Naci Efendi bu mebhasdan ders-i hazin-ibret değil midir ki Hamid’in Ekrem’in mazılla-i vakarına baran-ı şütum yağdırınca o rezail yağmuru içinde “fantasmagorie” çehreli birkaç istihza barikası gösterince kendisini sema-yı sehhar-ı edeb olmuş kıyas etti. Fakat kemikleri intikam yıldırımlarından etleri nisyan zulmetlerinden yaratılan istikbal o bi-çarenin eserlerini na’şından daha evvel ve daha çok metruk ve gubar-alud kıldı. Safahat’ın yüzüne tükürmekle orada husule gelecek çamur lekeyi her nazar-ı nezih size aid bir hüviyet-i muzlimenin kara kalem bir tasviri telakkı eder. Safahat’ı haysiyetli vukuflu vakarlı bir lisan ile tenkıd etmenizi hatta Akif’in lehine çıkacağı için beğenmemenizi edebiyat-perverliğimin sabır-ber-endaz ilcaatı önünde istirham bile ederim. Fakat Safahat’ı ve sahibini tehzil ve tezyif ederken yüzünüzün nasiyenizi mudhik bir şekle ifrağ edip de sizi riş-hand temeshürlerin amac-ı elimi yapmasın. – Niçin sükut ediyorsun niçin kuzum Peyker? Düşünme… Bak ne kadar hoş; gülümsüyor her yer! – Gülümsüyor mu? Evet. Sizce belki… Lakin ben Ne anlarım o müessir hazin gülümsemeden Beyim benim gibi hizmetci bir kızın… – Yetişir Bırak kuzum beni kahr etme bak da halime bir Şu boş sitemleri terk et… – Ne söylesem bilmem Bütün sitem geliyor!.. Maksadım benim ne sitem Ne serzeniş… diyecektim bıraksanızdı eğer Benim gibi yalnız kimsesiz kalan -ekserUzak düşer nazarından saadetin heyhat! Fakıre bir kıza gülmez beyim lika-yı hayat “Peyker’e temayül ile” – Güler güler güzelim sen şu boş inadı biraz Bıraksan eylemiş olsan eğer kabul-i niyaz Koşup gelir bizi takdis eder saadet-i hal “Aşıkane bir nazar atf ederek” Biraz biraz acısan etmesen diriğ-i visal Yakın zamanda o bir izdivaca müncer olur Evet… yemin ederim… – Boş .. – Niçin bu Peyker olur Olur bu … Söyle niçin sanki bunda olmayacak Ne var?... – Güzel beyim amma bu bir hayal ancak; Sanırsınız olacak şey bu fikri belki de siz Muvafakat mı eder hiç o hale valideniz?!.. Olur mu men’e da kadir? – Fakat… – Hayır güzelim Hayır bütün beni üzmek üzüp de eğlenmek “Peyker” Meramın anlıyorum bak nasıl gülümseyerek Benimle eğleniyorsun… Biraz da merhametin Olaydı Peyker olaydı bu mültehib bu derin Cerihayı “Peyker’in elini tutup öpmek isteyerek” Şu güzel nazik ellerinle bütün Bütün açıp kanatır mıydın öyle… Söyle bugün Niçin uzak kalalım gonca-zar-ı sevdadan Niçin donatmayalım nev-şikefte hande-figen Şükufelerle muattar harim-i aşkımızı?... “Peyker mütegafilane” – Bakın şu maderlilik “Müstehzi bir tebessümle yaprakların Arasında kıpırdayan kameri Göstererek…” Zavallı hasta kızı Bizimle eğleniyor sanki “Birden tebdil-i tavr ile” Benim gibi o da bi-kes kederli avare – Hayır hayır… Güzelim biz de bahtiyar oluruz. Bu aşk-ı safın içinde ne neş’eler buluruz Ne neş’eler… Ne diyordum? Sen arzu etsen Harim-i aşkımızı nev-şikefte hande-figen Şükufeler kuşatırdı değil mi?... İşte inan Nedir? Görüp duyarız… Pek sevimli ruh-efza Bizim de bir ufacık lanemiz olur… Mesela “Elleriyle izah ederek” Kenar-ı bahre uzanmış ağaçlı meyli hafif Küçükçe bir tepe üstünde şairane zarif Bir inziva-geh-i sevda bir aşiyan-ı safa Önünde bir müteazzim sanavber-i bala Ki zir-i bal ü perinde –nişimen-i ezhar– Yeşil safihalı bir sayegah-ı galiye-bar Açar ufuklara aguş-ı iştiyak-ı visal Düşün düşün hele bir kerre! Müstezıll-ı hayal “Peyker’e sokularak” Seninle ben o çemen-suffe-i temaşada Rübab-ı aşkı çalarken riyaz-ı deryada Tenezzüh eyleyen envara imrenip güya Güneş o meş’al-i alem-füruz dide-geza Parıltılarla inip alçalınca hüzn-aver Bir ihtizaz ile emvac-ı bahr içinde söner Yavaş yavaş süzülüp çehre-i ufuk sararır Deniz uyur gibi baygınlaşır solar kararır Önünde bad-ı hamuşun sükun içinde hazin Günude mevceler -avare tıfl-ı zevkimizin Birer enis-i tarab-kar nazik elhanı Birer nedime-i hatır-nüvaz seyranı Gibi -verip mütemadi rahik-ı neş’e bize Gelir öper… Sürünür damen-i sedirimize Üful-i mihr-i cihan-tab ile “Eliyle işaret ederek” Lika-yı kamer Ağır ağır çıkıp ettikçe kesb-i revnak u fer Öpüp rida-yı şeb altında -pür-hayal ü hüzünDuran cebin-i melal-irtisam-ı eşyadan Koşar sema-yı mükevkebde… ba’zı şuhane Güzergehinde gezen bir sehab-ı üryane Hafice buse verir; sonra ru-yı deryaya Gülümseyip yine ol şuh-ı asman-saye O nazenin o peri-i leyal-i şu’le-nikab Döker hamuşi-i ahzan içinde lü’lü’-i-nab “Biraz daha sokularak” O neş’e-zar-ı serair-nümunda kalbimizin Tahassüsatına bir safvet-i necibe derin Bir incelik gelir… Ah işte sevgilim o zaman Hayal ü ruhumuzu gaşy eden -garib ü nihanTelezzüzat-ı esiri içinde şevkıle biz Bir asman-ı maaliye doğru yükseliriz – Fakat bütün bunlar Birer hakıkat olur isteyince sen… – Ne kadar Tuhafsınız a beyim… – Ah merhametsiz ah Yeter yeter!... Bu kadar üzme Peyker üzme… günah “Sarılmaya çalışarak” Ne taş yüreklisin… Peyker kendini kurtarmaya uğraşarak – Üf… etmeyin…aman – Ne zarar… – Aman beyim geliyorlar “Kurtulup fırlarken” Bakın ayak sesi var. Bıraktı mir-i aculü zebun-ı hırs ü fütur Savuşdu gitti o verd-i peride-reng-i sürur Uzaklaşırken ümid ü hiras ile -koşarakDiyor gibiydi peyinden feşafeş-i evrak: Zavallıcık!... Seni bir def’a koklayıp atacak. Mezheb-i meşruumız mezheb-i Hanefi’deki cebr u ikrahla rafda hususan Ereğli kazasında zuhur ve tekessür etmekte olan son sistemde bir takım sariklerin en namuslu dindarları canavarcasına ta’kıb ederek yakalayabildiğinin tenha yerlerde soyup üzerinde nesi var ise aldıktan yok ise müddet-i muayyene zarfında te’diye edeceğine dair borçlandıktan sonra her ne suretle olur ise olsun kimseye söylemeyeceği ve da’va etmeyeceği hususlarında talak-ı selase üzerine işkenceler rinde alet-i sirkat ittihaz eyledikleri maatteessüf işidilmektedir. Muhbirler tarafından vuku’ bulan ihbarat üzerine tahakkuk eden bu gibi ceraim de cünha nev’inden bir cürm-i adi bulunduğuna dair hey’et-i ithamiyyece karar verildiği yine eylediği hasarat yemin verilen dindarın ümid-i istikbal-i ma’neviyatını külliyen tahrib etmek ve irtibat-ı ma’nevi-i nikahı tağyir ve izale etmek ve mezheb-i mukaddesce bir cinayet-i ma’neviyye ile mahkum etmek gibi daha na-kabil-i ta’dad bir takım maddi ve ma’nevi azim zararlardan ibarettir. Cünha cezası ise bu gibi hasarat-ı azimenin önünü almaya kafi olamayacağından bu babda mezheb-i mukaddesin ulviyet ve kudsiyeti ve mezheb-i mukaddes üzerine verilen yeminin ika’ eylediği tahribat-ı müdhişe ile mütenasib bir kanun kaleme alarak Meclis-i Milli-i Alimize arzını ve bu kanunun mevki’-i tatbika konuluncaya kadar nafi’ ve şedid bir karar-ı muvakkat ittihazını veyahud mes’ele-i ma’ruza hakkında tercih ve telfik-ı mezhebe dair bab-ı ictihad açılmasını ve bu cihetler şayan-ı kabul görülmediği surette mezheb-i meşruumuz böyle her zaman baziçe-i şenaat ve bir müfti gönderilmesini küre-i arzda mevcud bütün millet-i necibe-i İslamiyyenin selamet ve diyaneti namına hükumet-i adile ve meşrutamızdan kemal-i feryadla taleb ve istirham eyleriz. Geçen gün Lord Cromer hakkında yazdığımız bir bendin noksanını tashih eyleyen aziz bir aldık sahibesine minnetdar olarak aynen derc ediyoruz: Muhterem Sıratımüstakım ceride-i mu’teberenizde kemal-i mahzuziyyet ile enzarıma tesadüf eden şuun bahsinde Mısır mes’elesine dair eser-i teattüfatınızdan bütün akvam-ı Mısır ve hususan Hizbü’l-Vatan hanımları arz-ı şükranı vecibeden bilirler. Lord Kitchener’in Sudan ve Mısır’daki tezallümlarından biri de elbet hatırlanamamıştır. Sudan muharebesinde ehl-i İslam cami’lerde yatsı namazını kılmakta iken bütün askerin emir ve kumandası altında bulunduğundan o bi-çarelerin hun-ı şehadetini yine din kardeşleri olan müslüman askerlerine icra ettirmiştir. Bu ise hakıkati müsbet olmakla beraber o zaman-ı muharebede bulunan bi’l-cümle müslüman zabitleri taraflarından dahi mükerreren işidilmiştir. Muhterem gazetenize bu vak’a-i elimeyi hatırlatmayı umum din kardeşlerimiz namlarına vazife bilir ve derc olunmayan ma’ruzat dahiline idhal olunmasını mu’teber gazetenizin hey’et-i kiramından istirham eylerim. Hizbü’l-Vatan hanımlarından Şa’ban sene bir hanım tarafından Rusya − Kırım’da Bahçesaray’da polis ve jandarma me’murları Fetih Sala İmamı Hüseyin Efendi ile biraderi Kitabcı Ali Tarpi Efendi’yi tevkıf etmişler ve Ali Efendi’nin dükkanını kapatarak mühür altına almışlardır. Ali Efendi’nin kitabhanesi hususi me’murlar tarafından teftiş olunacaktır. Ali Efendi her sene İstanbul’a gelip Kelam-ı Kadim hadis ve tefsir-i şerif alır ve bunları götürüp memleketinde ihvan-ı dinine satar müttekı bir zat idi. Bilmeyiz artık İslamların kütüb-i mukaddesesi de Rusya’da evrak-ı muzırradan mı addolunmaya başlanıyor?... − Bu sene Rusya’nın ekserisi ehl-i İslam ile meskun şark vilayetlerinde kahtlık var. Muhtelif şehirlerde istiska namazına çıkılıyor Kazan’da hububat fiyatı yüzde kırk nisbetinde fırlamıştır. − Yağmursuz ve hararetli yaz günlerinde daima vaki’ olduğu üzere bu yaz Rusya’nın köyleri çok yanıyor. Rusya köyleri kamilen ahşabdır. Vakit refikımızda okunduğuna göre bir kazada müslüman hanesiyle bir mescid ve diğer bir kazada ise kadar müslüman hanesiyle bir mescid muhterik olmuştur. Bükülme Kazası’nda Abdurrahman isimli müslüman köyünün’ü mütecaviz ebniyesi tamamen yanmıştır ki hasıl olan zarar ve ziyan mikdarı yüz bin ruble tahmin edilmektedir. Japonya Asya İttifakı-Geçen ay Tokyo şehrinde Asya milletlerini ticaret vasıtasıyla tevhid etmek maksadına müstenid “Asya Çin Hind Siyam memleketlerinde ve Filipin ve Sunda Adalarında şu’beleri açılacaktır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ağustos Altıncı Cild - Aded: O yalnız insanda değil hatta Cenabı Hak’da bile iradenin vücuduna kail olmuyor. Cenabı Hakk’ın fa’alün lima yürid olduğunu kabul etmiyor. Onun nazarında irade lafzı hiçbir ma’nayı müfid olmayan elfaz-ı mühmeledendir. Zaten bu meslek erbabı Cenab-ı Hakk’a irade ta’biriyle ifade edilebilen fakat lede’t-tedkık iradeden başka bir şey olması lazım gelen bir sıfat isbat ediyorlar. Onların irade-i İlahiyye namını verdikleri zuhurat-ı ezeliyye-i İlahiyyenin iktiza-yı mübremidir; halbuki buna irade denemez. “Spinoza”nın i’tikadına göre tamamıyla ma-fevka’t-tabi’a olan insanlarda vücudu mutasavver iradeye külliyyen mugayir bulunan bu irade ancak Cenab-ı Hak’da bulunur. “Spinoza” diyor ki Cenabı Hak hakıkat-i İlahiyyesinin lazım-ı gayr-i müfarıkı olan iktiza-yı ekmele göre icra-yı ef’al eder. İnsanlara gelince onlar da Cenab-ı Hakk’ın hakıkat-i ses olmakla beraber pek o kadar mükemmel olmayan diğer bir iktizaya göre hareket ederler. Şu hale nazaran iradeye verilsin neticesi insanlarla mahlukat-ı sairede asla sıfat-ı irade yok demek olur. “Spinoza” silsile-i eşyadan vech-i imkanı nefy ile her mevcudun zaruriyyü’l-vücud olduğuna kail olarak diyor ki: Mahlukattan hiç biri Cenab-ı Hak tarafından bir fiilin icrasına namzed kılınmadıkça o fiili tasmim ve icra edemez. Keza mahlukattan birinin vücuda gelmesi yahud bir fiili o fiili işlememesi mümkün olamaz. Zira mahlukatın herhangi birinden sadır olacak bir fiilin menşei o mahlukun kendi vücududur. Kendi vücudunun mebdei de vücud-ı haktır. Bir kimsenin kendisinden sadır olacak bir fiilin esasını başka yerde araması esas-ı vücudunu vücud-i hakkın gayride araması gibi bir butlanı bir tenakuz-ı sarihi tazammun eder. Mümkün demek olup olmaması yahud bulunduğu halin gayri bir hal üzere bulunması imkan dahilinde olan bir şey demek değil midir? Böyle bir da’va yalnız eseri görüp müessirden gafil olan vehmin bir tasarruf-ı batılıdır. Akıl için alemde mevcud olan her şey zaruriyyü’l-vücud olduğu gibi herhangi bir şekil ve surette mevcud olan bir şeyin de o şekil ve suret tahtında mevcud olması öylece zaruridir. Filan vakitte zuhur edecek bir hadise vakt-i muayyeninden ne bir dakıka evvel zuhur eder ne de bir dakıka sonra! Eğer böyle olmasa silsile-i eşyada meşhud olan intizamdan eser kalmaz tecelliyat-ı İlahiyye hükm-i tesadüfe tabi’ kalır. Cenabı Hakk’dan vücub müntefi olur idi. Halbuki Cenab-ı Hakk ezeli mutlak ve tegayyürden beri olan vücub-ı zatiyyesiyle vacibdir. Eşya-yı mahdudenin menşe-i teayyünatı hakıkat-i İlahiyye olduğu halde onların kendileri gibi bekaları da mahduddur. Bunların kaffesi kendileri için ezelde takdir edilmiş olan vakitte gelirler bir müddet sonra yerlerini başkalarına terk ederek giderler. Herşeyi bu suretle icad ve ifna eden harekette ise keyfi ma’nanın mahiyeti üzerine mübteni bir kanun mucebince ve bir nisbet-i mütekabile-i tamme dairesinde olmak üzere hareket hareketi fikir fikri tevlid ve ihdas eyler. Bu nisbet-i mütekabilenin esası da akıl ile imtidadın zat-ı uluhiyyette müteayyin hakıkatten ibarettir. Binaberin bu iki şeyin birlikte tekamülünü yani silsile-i eşya beynindeki irtibat-ı tammı hey’et-i mecmua-i gayr-i mütenahiyyesiyle muhit ve müdrik olan bir nazar o silsilede ne imkan irade ne tesadüfden eser göremeyip birtakım hadlerin bir kanun-ı zaruri iktizasınca ve bir intizam-ı hendesi üzere tevali-i zuhurunu görür. Fakat bizim gibi vücudu fani hayatı ani olan zerrat-ı müdrike silsile-i gayr-i mütenahiyye-i eşyaya kadar yükselemez. Biz ne zaman mümkün sıfatıyla tavsif ederiz. Eşyada vücuduna kail olduğumuz menşe-i tasavvuru bizim cehlimizden başka şey değildir. Esası düşünülecek olursa herşeyin vücuda gelmesinde vücub tahakkuk eder. Bu vücub Cenab-ı Hakk’da doğrudan doğruya tahakkuk edip bizim irade-i İlahiyye namını verdiğimiz şeyin esasının teşkil eder. İnsana gelince onda dolayısıyla tahakkuk ederek irade-i cüz’iyye denilen emr-i vehminin külliyyen intifasına müeddi olur. “Spinoza”nın fikrine göre ruh-ı insanide tecelli eden halat bir silsile-i gayr-i mütenahiyye ile yekdiğerine merbuttur. Yani halat-ı ruhiyyemiz kendisinden evvelki halata nazaran ma’lul sonraki halata nazaran illettir. Bu silsile-i ilel ve ma’lulat da hem ezele hem de ebede doğru na-mütenahidir. Umman-ı bi-kerandaki bir dalga önündeki dalgayı nasıl ileri sürerse bir fiil de diğer bir fiili bir hareket de diğer bir hareketi öylece ileri sürer vücuda getirir. Ruhumuzda zuhur eden halat son dereceye kadar karışıktır. Ancak bu halatın bazısı vicdanımıza karşı vuzuh ile bazısı da az çok rida-yı mübhemiyete bürünmüş olduğu halde mütecellidir. Mesela insan gezmeye gitmeye niyet etse fikrinin vücudunun hali havanın sıcaklığı soğukluğu iyiliği fenalığı gibi niyetinin hayyiz-i fi’le isale mani’ olacak yahud olmayacak birtakım esbabın tezahümüne ma’ruz kalır. Bir dereceye kadar kendisince ma’lum olan esbabdan bazılarını fiilin icraya veya adem-i icrasında müessir gibi görür. Halbuki diğer bir takım sebepler daha vardır ki bunların te’siri mahsüs değildir. Çünkü bizim hıtta-i idrakimizden haricdir. İnsandan sadır olacak ef’al öteki sebepler gibi bunların da te’sirinden azade kalamaz. İşte insan ef’aline gizli gizli icra-yı te’sirden hali kalmayan bu esbabı bilemediği kendisince ma’lum olan sebepleri de tasmim ve icra-yı esbab-ı kafiyeden olmak üzere telakkı edemediğinden meyyal ve kendi iktidar ve istiklalinde de biraz mübalağa olduğundan kendisinden sadır olacak fiilin tasmim ve icrasında o sebeplerin te’siri olmadığına kani’ olur ve o fiili icra eylediği zaman ona hakim olan esbabın te’sirinden gafil olarak o fiili sırf kendi ihtiyarıyla bu fikr-i mevhuma da irade namını verir. Buraya kadar Fransızca bir eserden mealen naklettiğimiz sözlere burada nihayet vereceğiz. Ma-ba’dine devam olunsa tekrir-i mükerrereden ibaret olacak. Bu bahsi yazan muharrir eserinin ekser mevazıında bir fikri suver-i muhtelife tahtında tekrar ediyor. Eserinin alt tarafını da okudum. Hep üst tarafında söylediği sözler. Maksad Panteizm hakkında bir fikr-i mücmel vermek idi. Bundan evvel yazılan üç makale ile onların dördüncüsü olan bu makale husul-i maksada kafidir zannederim. Yazdığım bu bahsi mütalaaya tenezzül edenler varsa canlarını sıkmamak için ıtnabdan ihtiraz ve asıl tahriri sadedinde olduğum bahse rücu’ edeceğim. Fakat şurası hatırda tutulmak lazımdır ki Panteistlere teistler ya Cenab-ı Hakk’ı tabiatte yahud tabiatı Cenab-ı Hakk’da indimac ettiriyorlar. Bunun birincisi meslek-i Tabiiyyunda bu iki mesleğin te’sirinden kurtarıp bir meslek-i müstakil haline koyamıyorlar. Mu’terizler Panteizmin esasına bu yolda i’tiraz ettikleri gibi füruundan da birçok netayic-i muzırra çıkarıyorlar. Esasa netayic kendi kendine kelimden sakıt olur. Yok aslını çürüdemeyip de netayicindeki mazarratı aslının fesadına hüccet etmeye kalkışırlarsa bu i’tiraz değil tahakküm ve istibdad olur. Şimdi gelelim mutasavvifin ve ulema-yı İslamiyye’nin vahdet-i vücud hakkındaki fikirlerine. Ahde vefa feraiz-i İslamiyye’nin en büyüklerinden olan bir farzdır. Müslümanlık hangi sebeble olursa olsun nakz-ı ahde mesağ göstermez meğer ki onu doğrudan doğruya karşı taraftakiler nakz etmiş olsun. Kezalik sıyanet-i ahd hususunda muahidlerin ehl-i kitabdan olmasiyle müşrik bulunması arasında da asla fark yoktur. Cenab-ı Hak buyurduğu gibi mü’minin sıfatını saydıktan sonra diyor. Zaten İslam’ın zuhurundan zamanımıza kadar olan tarihi mütalaa edilecek olursa iyice anlaşılır ki: Müslümanlar ahdinde sebat azminde ihlas göstermek hususunda hareketleri emsal sırasına geçmiş adamlardır. Aleyhisselatü vesselam Efendimiz hazretlerinin siyer-i nebeviyyelerinde öyle büyük misaller vardır ki ahdin her türlü şaibeden nezaheti himmetin hayale sığmayacak kadar azameti i’tibariyle pişvayan-ı ümemin daima gözleri önünde bulunmaya şayandır. Kur’an-ı Kerim’i kemal-i im’an ile okuyanlar ahdi sıyanetle emreden nakz-ı ahdden men’ eden o kadar ayat-ı semaviyye görür ki bunlar şeriat-i Muhammediyyenin kavaid-i adalete tamamiyle mutabakatı hudud-ı adli tecavüz ettirmemek hususunda iltizam eylediği basireti haysiyetiyle o din-i mübine hiç bir şeriatın nazir olamayacağını bir kat daha te’yid eder. Görüyor musunuz? Din o zamanlar pek zayıf olan cemaat-i İslamiyye’ye o kadar müdhiş bir hücum ken –böyle müşkil zamanlarda korkunç mevki’lerde bile– kendilerine muahidlerini ihtar etmekten onlara en ufak bir eza bile reva görülmemesini tenbih eylemekten geri durmamıştır: Müslümanların kendileriyle muahede akd etmiş oldukları milletlerin efradına karşı olan muamelelerine gelince bu ehl-i kitab ile olan muamelelerinden asla farklı değildir ki onu da evvelki faslımızda söylemiştik. Aleyhisselatü vesselam Efendimiz onları bize tavsiyede bulunmuşlardır: ʭ Halbuki a’sar-ı maziyyedeki akvam-ı mütemeddinenin tarihini okuyanlar için aciz milletlere karşı reva görülen mezalimden ürpermemek dehşet içinde kalmamak kabil olamaz. Evet onlar halk için kuvvetten başka kanun fazilet tali’ ile zaif düşenler esaretin devletin en elim mahkumiyeti altında inler zencirlerle lalelerle bağlanarak en ağır hizmetlerde kullanılırlar idi. – Darü’l-hilafe-i Bağdad; üçüncü asr-ı hicride; Harunların Me’munların mesai-i cihanpesendaneleriyle maarif-i cihana merkez-i intişar olmuşidi. Fakat dördüncü asırda şa’şa-i sabıkasını hissedilecek derecede gaib eylemiştir. Hıtta-i vesi’a-i İslamiyye’nin her tarafında husule gelen ma’rifet i’tila-nüma olmaya başladı. Bu yeni merkezler şa’şa-i de perverişyab-ı kemal olan e’azım-ı ulema artık Bağdad’a kadar şedd-i rahle lüzum görmüyorlar yeni teessüs eden merakiz-i ilmiyyede toplanıyorlardı. Maamafih Bağdad son bir gayretle yine ihtişam ve debdebe-i an’ane-darını muhafazaya çalışıyordu. Fakat afak-ı baide-i İslamiyye’de tulu’ eden nücum-ı irfanı artık kendi sistemi dahilinde bulunduracak kadar cazibedar görünmüyordu. Siyasi inkısamlar faaliyet ve intibah-ı fikriye riyaset eden hulefada evvelki kadar nüfuz ve te’sir bırakmamıştı. Dördüncü asrın son zamanları Emir Adududdevle sayesinde Harun ve Me’mun devirlerini der-hatır ettirecek derecede şa’şaa-nümadır. Al-i Büveyh’in en necib evladı olan Adududdevle ilm ü maarifin münevver bir hami-i zi-haşmeti vazifesini ifa ediyordu. Sarayı adeta bir mecma’-i ulema mahfel-i üdeba halini almıştı. Devre-i hükumetinde Bağdad velev bir müddet-i muvakkate şeklinde yazılmıştır. sanayi’ meclubu idi. Bil-cümle erbab-ı kemal en uzak en hücra mahallerden dergah-ı irfan-nisar-ı emire şitaban oluyorlardı. Adududdevle zamanında Bağdad’da yeniden yeniye birçok mektepler cami’ler medreseler hastahaneler inşa edildi. “Maristan-ı Adudi” namıyla Adudiyye Hastahanesi ihtişam ve intizamıyla o vaktin bir abide-i azamet-nümunu oldu. Ser-amedan-ı huzzak-ı etibbadan yevmiye yirmi dört zat bu hastahaneye müdavemet ve hastaları tedavi ediyorlar Her hekim fenn-i tıbbın ayrı bir şu’besinde sahib-i ihtisas yemutunu Adududdevle namına ithaf eylemişti. el-Meliki Adududdevle zamanının şa’şa-i kemalini ulum ve fünunun bu devirdeki derece-i terakkısini ahlafa nakl ü tasvir eden bir şahid-i payidardır. Irak dördüncü asr-ı hicride müessesat-ı aliyyesi ve yetiştirdiği dahileri ile şa’şa-i evveliyyesini mümkün mertebe muhafaza eylemiştir. Asr-ı sabıkta iştihar etmiş olan Sabit bin Kurrazadeler dördüncü asrın en meşhur etibbası miyanında ta’dad olunabilirler: Bunlardan Ebu Said Sinan bin Sabit tarihinde Sabit’den Sinan dahi hazakatıyla iştihar eylemişti. Bu aile efradı halifelerin tababet-i hususiyyelerinde müstahdem idiler. Halife Muktedir Billah zamanında icra-yı tababete me’zuniyet ruusu istihsal etmek üzere sekiz yüz altmış kadar hekim imtihana dahil olmuşlardı. Yalnız Bağdad’da bulunan etibbanın adedi bini mütecaviz bulunuyordu. Reisü’l-etibba olan zatın huzurunda imtihan vermeye muvaffak olanlar icra-yı tababete me’zun olurlardı. Sinan bin Kurra ile Eminüddevle ibnü’t-Tilmiz Bağdad’da Reisü’l-etibbalık mertebe-i aliyyesini ihraz etmişlerdi. Sabit bin Sinan’ın beyanına nazaran Vezir-i Şehir Ali bin İsa sene-i hicriyyesinde Bağdad’da mükemmel bir hastahane inşa ettirerek sertababete Ebu Osman Said bin Yakub’u ta’yin eylemişti. Ebu Osman mütebahhirin-i erbab-ı ulumdan sayılır. Fenn-i tıb ve ulum-i tabiiyye’den başka ulum-i riyaziyyeye de vukuf-ı tammı var idi. Ulema-yı İslamiyye’den fenn-i tıbda iştihar eden zevatın ekserisi Felsefe’de dahi temeyyüz eylemiştir. Ebu Osman’ın Hendese’ye dair yazdığı bir eser-i mu’teberin Latince tercümesi Paris Kütüphanesi’nde mevcut ve ve numaralarda mukayyeddir. dahi ırak’da yetişen meşahir-i erbab-ı fendendir. Fenn-i tıbdaki dik ve i’tirafında idi. İbni Zür’a felsefe ve ilm-i hayvanata dair pek çok asar te’lif eylemiştir. teneffir fa’al mütalaa meftunu bir zat idi. Gece gündüz sırf mütalaa ve te’lif ile iştigal ederdi. Hayatının son zamanlarında ebediyet-i ruh hakkında mühim bir eser te’lifine teşebbüs eylemişti. Yine bu asırda Bağdad uleması miyanında Ebu Yahya namında bir zatın iştihar eylemiş olduğu görülüyor: Ebu Yahya’nın tıb ve felsefeye dair tedrisatı esnasında halka-i Selaset-i beyan kudret-i nutkiyye ve iknaiyye ve bilhassa felsefedeki tetebbuat-ı amikasıyla meşhurdur. tarihinde Musul’da irtihal eden Ebu Ca’fer Ahmed bin Muhammed birden bire kesb-i iştihar etmiş etibba-yı hazıkadandır. Nasıruddevle’nin mahdumu hasta olmuştu. Etibba tedavisinden ızhar-ı acz ettiler. O vakte kadar haiz-i şöhret olmayan Ebu Ca’fer çocuğu tedavi eyledi. Az müddet zarfında Nasıruddevle-zade iktisab-ı bür’ ü afiyet eyledi. Bu andan i’tibaren Ebu Ca’fer namı meşhur-ı afak olmaya başladı. Ebu Ca’fer İraniyyü’l-asl olup felsefe ve fünunda mütebahhir hüsn-i ahlak ve fezail-i aliyyesiyle müştehir e’azım-ı mümtazedendir. Halka-i feyzinde pek çok ekabir yetişmiştir. Mahdumu Muhammed fenn-i tıbda zamanının feridi idi. Tıb ve Felsefe’ye dair pekçok kıymetdar kitablar te’lif eylemiştir. Tarih-i tabiiden İlm-i Hayvanat ünvanlı eseri Oxford Darülfünun’u kütüphanelerinde mevcud ve mahfuzdur. – Ehvaz’ın sine-i saf ve bakirinde perverişyab olan bu dahi-i ilm ü irfan Irak’ın en hazık etibbasından en mütebahhir ulemasındandır. Şayan-ı teessüfdür ki müellefat-ı azimesiyle ahlafı hayrette bırakan böyle bir dahinin tarihçe-i hayatı zalam-ı mechuliyyet altında mestur kalmıştır. İlm-i tıbbı “Ebu Mahir” namında hazık bir tabibden teallüm eylediği mervidir. elMeliki ve’l-Kamil ünvanlı eser-i meşhuru ümmühat-ı kütüb-i tıbbıyyedendir. Ali bin Abbas kendi zamanına kadar gayr-i muntazam bir surette tedvin edilmekte olan fenn-i tıbbı elMeliki nam eseriyle ihya ve bir fenn-i müdevven haline ifrağa muvaffak olmuştur. Kendisinden sonra gelmiş olan İbni Sina’nın Kanun’u nazariyat-ı fenniyyece ne kadar mükemmel ise Ali bin Abbas’ın el-Meliki’si de pratik nokta-i nazardan o kadar mükemmel ve o derece makbul ve mu’teberdir. el-Meliki’de ta’kıb edilen metod birçok hususda Kanun ’a bile faiktir. Bu kitabda tıbbın bil-cümle şu’abatına da ir tafsilat-ı lazimeye destres olunabilir. Her bahis muayyen bir metoda tevfikan tahrir ve tertib edilmiştir. el-Meliki tarihinde Latince’ye tercüme edilmişti. Bilahare tashih ve defe’atle tab’ edilmiştir. Bu eser-i muazzamın dibacesi tarih-i tıbbın en kıymetdar sahaifinden ma’duddur. el-Meliki’nin nasıl bir tetebbu’ ne kadar müt’ib bir sa’y ne derece derin vukuf ile te’lif edilmiş olduğunu anlamak Ali bin Abbas etibba-yı kadime ile kendi mu’asırlarının asar-ı tıbbiyyelerini yegan yegan mütalaa ve tedkık ederek gördüğü nekayısı eserinin mukaddimesinde icmalen ta’dad eylemiştir. Hipokrat Bokrat’ın asarını i’caz ve Galen Calinus’un kitaplarını da itnab ile itham ediyor. Oribas Poldejin Haron Jan gibi etibba-yı kadime-i meşhurenin asarından nazara çarpan boşlukları noksanları birer birer vazıhan gösteriyor. Muasırlarından bilhassa Razi’yi amik bir surette tedkık ve tenkıdden çekinmiyor. Razi’nin el-Havi’ sini “revabıttan azade mecmua-i mültekatat” cümlesiyle tavsif ediyor. el-Mansuri’nin bil-cümle mebahis-i tıbbiyyeyi cami’ olduğunu yacak derecelerde icmal edilmiş bulunduğunu tezkar etmeyi de unutmuyor. e l-Havi’yi tenkıd sadedinde diyor ki: “Bu kitab sıhhatin muhafazası emraz-ı muhtelifenin tağdiye ve mualece vasıtasıyla tedavisi için icab eden tafsilatı cami’dir. Alaim-i emraza dair olan mebahis arasında teşhis-i emraza aid kıymetdar ma’lumata tesadüf olunabilir. “Fakat emzice ve tabayi’ hakkında kafi derecede izahatı muhtevi olmadığı gibi a’zanın bünyesine ve fenn-i cerrahiye aid mebahisin de tamamen sükut ile geçiştirilmiş olduğu görülüyor. el-Havi’nin münderecatı bir usul ve bir ka’ideye tevfikan tertib edilmemiştir. Bu meşhur kitab Razi’nin kudret-i ciyye-i fenniyyeden azade görünüyor. Maamafih Razi’nin tıbdaki vukuf ve ihtisası müellif olmak i’tibarıyla haiz bulunduğu Mukaddimede Razi’ye dair bu suretle hayli tenkıdatta bulunduktan sonra kendi eseri el-Meliki hakkında diyor ki: “Bana gelince muhafaza-i sıhhat ve teşfiye-i emraz için icab eden mesail ve mebahisin kaffesini bir usul-i muayyen tahtında eserimde derc edeceğim bu kitab tıbbın bilcümle şu’abatını cami’ olacağından asar-ı saire mütalaasından Filhakıka müellifin bu sözü -kendi zamanı için- pek doğru cami’ bir abide-i zi-ihtişamdır. el-Meliki’nin mukaddimesi Daremberg tarafından ayrıca tercüme edilmiştir. Ali bin Abbas büyük bir münakkiddir. Asar-ı kadime-i tıbbıyyeyi tenkıd hususunda gösterdiği maharet ve iktidar ta’kıb ettiği metod fikr-i fen ve fikr-i intikada malik her sahib-i Dördüncü asr-ı hicride Irak’da yetişen e’azımdan birisi de Ahmed bin Muhammed bin Said et-Temimi nam zattır. Temimi hayatının kısm-ı a’zamını Kudüs’de geçirmişti. Müteaddid te’lifatı vardır. Maddetü’l-Baka fi Islahı Fesadi’lHeva ünvanlı eseriyle Mürşid namındaki kitabı meşhur ve ma’rufdur. Büyük bir kıymet-i ilmiyyeyi haiz olan Mürşid’in bir nüshası Paris Kütüphanesi’nde mevcud ve numarada mukayyed ise de maatteessüf bir kısmı noksandır. Mürşid on dört babdan ibaret olduğu halde Paris Kütüphanesi’nde mevcud olan nüshada birinci babdan onuncu baba kadar olan kısımlar zayi’ olmuştur. Aksam-ı mevcudeden on birinci bab bitümlerle “men”lerden ve mevadd-ı sekriyyeden bahisdir. Bitümlere dair Mürşid’de görülen tafsilat cidden haiz-i ehemmiyyettir. Bu eser gösteriyor ki Temimi Kudüs’de bulunduğu müddet zarfında Bahr-i Lut’da pek esaslı taharriyat ve tedkıkat-ı fenniyyede bulunmuş gölde bulunan anasırdan birçoklarını keşf ü ta’yine muvaffak olabilmişti. Mürşid’de on ikinci bab milhlere on üçüncü bab maadine on dördüncü bab da suhura tahsis edilmiştir. Temimi’nin bu eserindende arz-ı Filistin’in teşkilat-ı jeolojiyyesine dair mühim ma’lumat mündericdir. Bitümlere aid görülen izahat kimyayı hazırın verebildiği ma’lumattan noksan değildir. Temimi’nin muzadd-ı semlere dair tetebbuat ve tecarib-i amikayı havi diğer eserleri daha vardır. Temimi Mısır’a seyahati esnasında orada zuhur eden veba illet-i müdhişesine karşı antiseptik bir nevi’ terkib ihzar ederek hastalığın önünü almaya muvaffak olabilmişti. Maddetü’l-Baka fi Islahi Fesadi’l-Heva ünvanlı eserini o vakit Mısır’da yazmış ve bilhassa terkibe dair izahat-ı lazime vermiştir. Mes’udi – Ebu’l-Hüseyin Ali bin el-Hüseyin bin Ali şarkın bu müverrih-i şehiri el-Mes’udi lakabıyla ma’rufdur. Tarih-i tevellüdü hicretin üçüncü asrı evahırına tesadüf eder. Mes’udi tarihinden i’tibaren seyahate başlamış ren ma-dar dolaşmıştır. Tarih-i vefatı hicretin’ncı senesine musadifdir. Mes’udi cesur yorulmak bilmez gözü yılmaz bir seyyah nüfuz-ı nazar isabet-i muhakeme ile mümtaz bir müverrih vüs’at-i da tabakatü’l-etibbada dahi bir mevki’-i muhterem işgal eder. Seyahati bir silsile-i tetebbuat bir devre-i tedkıkattır. Esna-yı seyahatte uğradığı memalik ahalisinin hayat-ı medeniyye ve ictimaiyyelerine dair pek derin tetebbuatta bulunmuş olduğu gibi psikoloji-i akvam mukayesatına aid de ciddi fikirler edinmiş olduğu eserlerinden istidlal olunuyor. Ahlafa bıraktığı mücelledat-ı adide medid bir sa’y ü tetebbuun şayan-ı hürmet ve tebcil birer yadigarıdır. Mes’udi’nin beheri yirmi otuz cildden mürekkeb olmak üzere yirmiyi mütecaviz müellefatı bulunduğu mervidir. Asar-ı mezkure miyanında tarih-i tabiiyyeye aid kıymetdar vesikalar mevcuddur. Mes’udi’nin asarı hakkında tedkıkat-ı amikada bulunmuş olan Mösyö Sasi müellifin iktidar ve irfanını tebcilden kendini alamıyor. Mürucu’z-Zeheb ve Ma’adinü’l-Cevher ünvanlı eseri Avrupa’da pek ziyade iştihar eylemiştir. Mösyö Pavet ve Mösyö Barbiye’nin gayret ve himmetleriyle Mes’udi’nin yedi cildden mürekkeb olan bu eser-i muazzamı tercüme ve metn-i Arabisiyle birlikte Avrupa’da tab’ ve neşr edilmiştir. Mürucu’z-Zeheb’de vukuat-ı tarihiyyeden maada hikmet-i tabiiyye ve tarih-i tabii’ye dair de pekçok ma’lumat mündericdir. Mürucu’z-Zeheb kavimler ve devletler i’tibarıyla müte’addid bablara taksim olunmuştur. Eserin mukaddimesinde Mes’udi kendi zamanında eydi-i tedavülde bulunan birçok kitaplardan bahis ve bunlardan iktibas-ı ma’lumatta bulunduğunu zikr ü beyan eylemektedir. Mes’udi’de münakkid bir tarihnüvis meziyeti görülüyor. Ahbarü’z-Zaman namındaki tarihi pek kıymetdar olduğu Mürucu’z-Zeheb’de verilen ma’lumattan anlaşılmaktadır. Şayan-ı teessüfdür ki bu kıymetdar eser gird-bad-ı zaman arasında zayi’ olup gitmiş olmalı ki şimdiye kadar hiçbir kütüphanede bulunamamıştır. Mes’udi’nin Kitabü’t-Tenbih namındaki eseri de pek kıymetlidir. Dehayirü’l-Ulum ve Ma-kane fi Salifi’d-Dühur ünvanlı kitab-ı meşhuru küçürek mikyasda bir muhitu’l-maarif sayılır. Kitabü’t-Tarih fi Ahbari’l-Ümem mine’l-Arab ve’l-Acem ünvanlı eseri mevsuk bir tarih kitabıdır. Edyan-ı mevcudenin usullerini tenkıd ve yekdiğerleriyle mukayesesinden olan Kitabü’l-Makalat fi Usuli’d-Diyanat namındaki eser-i muazzamı mütalaat-ı ciddiyye ile malidir. Mes’udi asil bir ailenin necl-i necibi olmakla da mümtazdır. Cedd-i muhteremleri İbni Mes’ud hazretleri ashab-ı kiram arasında vüs’at-i irfanıyla mümtaz bir sima-yı nebil idi. Midilli İ’dadisi Müdiri Meşrutiyet’in i’lanı günlerinden beri en büyük ehemmiyetle düşünülen vakf-ı zihn edilen bir mes’ele varsa o da maarif tahsil terbiye mes’elesi idi. Bunun için idi ki Maarif-i Umumiyye Nezareti mektepleri ıslah ve tezyid etmek için bir çok iyi ve fena projeler yapdı. Tatbik etmek istedi veyahud tatbik etti. Millet bütçesine maarif için binlerce lira zam eyledi. Bu kadar hahiş ve gayretin kısm-ı mühimmi mekatib-i yeye muallim lazımdı. Çünkü muallim yoktu. Memalik-i Osmaniyye’nin ötesinde berisinde muallim fabrikaları darülmualliminler vücuda getirildi. Bu fabrikalar köy mekteblerine hoca yetiştirmek için vira çalışıyorlar. Milletin maarif-i lirim ki vücuda gelmek için çalışıyor ileri gidiyor. Darülmualliminlerin bir kısm-ı a’zamı vazifesini tanıyarak çalışıyor. Fakat ben bu memleketin bir ferdi sıfatıyla hiçbir vakit darül-mualliminlerin sa’yini ve onların yetiştirecekleri mahsulleri terakkıyat ve ensal-i atiyye için kat’iyyen kafi göremiyorum. Kafi görmek için kendimde cüz’i bir cesaret bile hissedemiyorum.. Ben iddia ediyorum ki terakkıyat-ı atiyye için kurulan terbiye programı istikbal için faideli ve tamam değildir. Bunu faidedar ve tamam yapmak lazımdır. Kuvvetli ve metin terakkıyat isteyen milletler evvela kadınlarını düşünmüşlerdir. Muhakkak bir hakıkattir ki milletlerin terakkısi kadınlarından başlar. Yalnız erkekler tarafından Kadınları mazhar-ı terbiye olmamış bir milletin bir ırkın bir unsurun çocukları kadınları güzel terbiye olmuş bir milletin bir ırkın bir unsurun çocukları kadar kolay ve iyi terbiye edilemez. Valide terbiyesi terbiyenin temeli ve en esaslısıdır. “Beşiği sallayan el cihana hükmeder” diyen hakim bu sözü hiçbir vakit boşuna söylememiştir. Çocuklarımızın gerek mektebe girdikten ve gerek mektepten evvel terbiyesi ile alakadar olacak validelerdir. Peder meşguldür. Te’min-i maişet ve mübareze-i hayat ile meşguldür. O evinde ancak rahat etmek müsterih olmak ister çocuğu kızı ile meşgul olamaz. Çocuğun terbiye-i daimesi mektepteki vaz’iyyeti derslerine devamı ahlakı fikrinin inşası hepsi hepsi valideye aid birer mes’eledir. valideler verir. Mektebe giden çocuğun gerek dimağı ve gerek vücudu çelik gibidir az zamanda ilerler terakkı eder mektepten çıkınca cem’iyet-i beşeriyye içerisinde kendine güzel iş bulur. Mübareze-i daime-i hayatiyyeye dahil olur. Sonra deriz ki Anglo-sakson terbiyesi cem’iyet-i beşeriyyeye çalışkan ve mukdim vatanperver uzuvlar yetiştiriyor. Elbet böyledir. Yalnız Anglo-saksonlar değil bu vechile çalışan her millet böyle çalışkan uzuvlar yetiştiriyor. Bunu bugünkü Almanlarda İsviçrelilerde görüyoruz. Bizim kadınlarımız bin teessüfler ki ne çocuğun vücudunu ve ne dimağını terbiye etmekten çelik gibi yapmaktan haberdar değildirler. Buna sebep bizim onlara verilecek terbiyede lettir der işin içinden çıkarım... Şimdiye kadar böyle kadınların terbiyesi fikirlerini ortaya süren adamları birçoklarımız din zaafı ile itham etmek cür’etinde bulunmuşlardı. Ben böyle adamlara aşırı derecede muteassıb demekten kendimi alamam bize tarih-i İslam gösteriyor ki vaktiyle nice İslam kadınlarından alimler edibler yetişmiş birçok İslam kadınları büyük medreselerde okumuşlar meşhur hocalardan ders almışlar daha şayan-ı dikkati şu ki bazı alim Arab ve İslam kadınları yüzlerce erkeğe ders vermişler onların terbiye-i fikriyyelerini ikmal eylemişler... Bu hakıkat bizce gün gibi ma’lum iken bir kısım halkımızın kızlarımızın okuması hakkındaki gösterdiği taassubu kara cehalet olarak telakkı etmekten başka bir şey yapamam. Büyük mütefekkir bir edibimiz “Bir milletin nisvanı derece-i terakkısinin mizanıdır” diyor bu büyük söz bizim söylediklerimiz ve söyleyeceklerimizi pek güzel izah eder. Kızlarımıza güzel terbiye verebilmek iyi valide olmak üzere hazırlayabilmek için behemehal kendilerine mahsus mekteplerimizin adedini çoğaltmalıyız. Biliyoruz kızlarımıza aid ibtidai mekteplerin adedi o kadar az ki bu adedi zikretmek hicabına katlanmaktan yoktur demek daha a’la!.. Taşrada kızlar erkeklerin mektebinde erkek hocalardan okumaya mecburdurlar. Kızlar bir parça büyüdükleri gibi pederleri valideleri bit-tabi’ mektebe göndermemeye mecbur oluyorlar. Bilmeliyiz ki taşrada sekiz yaşındaki bir kız çocuğuna büyük derler. Bilmiyor isek köylülere sorarız anlarız erkekler kaç yaşında kızlar kaç yaşında teehhül ediyor. Taşrada on sekiz yaşında bir genç erkek çoluk çocuk sahibidir. Kız mektebe gitmiyor. Tahsil öylece kalıyor. İlerlemiyor. Her köyde kızlara mahsus ibtidai mektepleri açmak kabil olmasa bile büyük köylerde − ki adedi pek çoktur − kasabalarda sırf valide yetiştirecek ibtidai mektepleri açmalıdır. Bu mecburiyet yüzde yüz muhakkaktır. Bakınız Şark’da Protestanlığı neşretmek için çalışan Amerikalılar gittikleri yerlerde her mektepten evvel kız mektepleri küşad ediyorlar. Üsküdar’daki Büyük Amerikan Kız Kolleji buna şahiddir. Anadolu ve Rumeli’de açılan kız mekteplerinin adedi pek çoktur. Mesela Manastır’da bu misyonerler erkeklere mahsus mektep açmaya lüzum görmemişler de koca bir kız mektebi açmışlar! Neden böyle yapıyorlar? Çünkü bir iğfal edilen valide bir fikri alan valide fikrini emelini yetiştirdiği terbiye ettiği çocukların ruhuna nakş ve kaydeder. O çocuk mükemmel bir protestan olur. Bize böyle dur-endişane sa’yler misal olmalıdır. Yoksa el’an kuru taassub ve cehaletle yaşarsak istikbal bize la’netler etmekten başka birşey için hazırlanmayacaktır. Şu halde nasıl bir ehemmiyetle ibtidai muallimleri yetiştirmek miyetle ibtidai muallimeleri yetiştirecek darül-muallimatlar küşad edelim. Darül-muallimatlar küşadı nidası yalnız benim birkaç şahsın nidası talebi ehass-ı emeli değil milletindir. Fakat milletin bir kısmı nidasını duymaktan emelini talebini bilmekten acizdir. Memleketimizde yirmiden fazla darül-muallimin olduğu halde kemal-i hicabla söylerim ki bunlara mukabil ancak bir o da köhne adi bir darül-muallimatımız var. Makedonya’nın Kürdistan’ın Anadolu’nun ortasından bir kız kalkıp İstanbul’a gelecek de sonra hoca hanım ibtidai muallimesi yetiştireceğiz. Bunu dünya yıkılsa yapamaz. Müteaddid darül-muallimatlar açmalı her vilayet merkezinde bu mümkün olamaz ise büyük vilayat merkezlerinde darül-muallimatlar te’sis olunmalıdır. Bunu Maarif Nezareti’nin dikkat gözüne arz etmelidir. da getirilmek büyük bir masrafa mütevakkıf olmaz. Yalnız talebe hanımların leyli masrafları ile fazla ilave edilecek birkaç muallime hanımın maaşının verilmesi lazım gelecek. Bu bir fedakarlık değildir. Fedakarlık addeden müşkil-pesendler bile bulunsa bunlara millet istikbali için bu kadar fedakarlığı kabul etmelidir demelidir. Muhterem İttihad ve Terakkı Cem’iyeti ve Siroz Drama Kavala gibi terakkı eden yerler hususi darül-mualliminler açıyorlar. Ne olur bunlar için çalışan muhterem eller yukarıda arz eylediğim gibi rüşdiyelere merbut inas darül-muallimat ler!.. Rumeli’de Türk ve İslam olduğu halde evlerinde Rumca Bulgarca konuşulan ne kadar kasabalar köyler var. İşte Grebene Naslic kasaba ve kurası baştan aşağı Rumca Kırçova Vodine Pirlepe ve saire gibi yerler baştan aşağı Bulgarca konuşuyorlar. Öyle köyler var ki Türkçe söz bile bilmiyorlar. Bu köylerin ekserisinde senelerden beri mektep ve Türkçe okutur hoca var öyle olduğu halde yine Türkçe bilinmiyor. Buna sebep evlerde hep Rumca Bulgarca konuşulmasıdır mektepte birkaç saat körü körüne Türkçe okuyan çocuk eve avdet edince validesinden hemşiresinden bütün akrabasından güzel bir Türkçe yerine güzel bir Rumca Bu gibi yerlerde kızları mükemmel terbiye etmek lazım geldiği gibi rüşdi ve ibtidai tahsili de dahil olduğu halde her havaliye mahsus cesim leyli mektepler küşad etmeli ve buraya böyle köylerden birçok çocuk getirmelidir. Şunu muhakkak olarak söylerim ki bu nevi’ köyler mutlaka güzel teşkil edilmiş kız mekatib-i ibtidaiyyesine muhtaçtır. Köy mekatib-i ibtidaiyesinde erkek çocuklara da muallimelerin ders okutması kabildir. Zaten fenn-i terbiye uleması küçükleri kadınların daha dikkatle terbiye ettiklerini nazar-ı dikkate alarak ana mekteplerine ibtidai mekteplere kadın muallimler ta’yin etmişlerdir. Memleketimizde muallimeler hayat-ı mesaiyyelerine maatteessüf çabuk nihayet veriyorlar. Darül-muallimatlarda namzed hoca hanımları san’atlarına muhabbet ve hissi-i fedakari vermelidir. Bundan başka hükumet de daru’l-muallimatlar leyli olarak meccanen tahsil eden muallimeler için bir kanun-ı mahsus yapmalı ve onları bir müddet-i muayyene zarfında inas mektebinde çalıştırmaya icbar eylemelidir. Muallimelerin terakkısi esbabını düşünmek onlara fazla maaşlar tahsis etmek de icab ediyor. Eğer Avrupa’da muallimelere muallimlerden az maaş veriyorlar diye muallimelerimize az maaş tahsis eder isek ahmaklık etmiş oluruz. Çünkü Avrupa’da bir genç muallime nerede olsa yalnız yaşayabilir lakin bir Türk bir İslam muallimesi ta’yin olunduğu yere validesini ailesini veya akrabasını götürmeye ve onlara bakmaya mecburdur. Atisini istikbalini müreffeh gören ve bir hiss-i fedakariye ve vatanın ihtiyaclarını takdir edebilecek bir fikre malik olan bir muallime hanım teehhül eyledikten sonra da mesleğinden ayrılmamaya karar verir. Yalnız hergün her sene terakkı diye bilmem ne diye değiştirilir bıkar. Bir muallimenin bulunduğu mektepte terakkısi ve maaşının tezyidi çaresi düşünülmeli vasfına ikdamına kıdemine göre fazla ma’aş tahsis edilmelidir. Üsküdar Edhem Nejad Geçen senenin sonbaharında alayımız silahlanmış çanta takmış kazma kürek asmış matarasını doldurmuş peksimedini yerleştirmiş dolaklarını sarmış postallarını bağlamış fesi basdırmış manevraya hazırlanmış; “ictima’” nizamında bulunuyor sinir yürek kan ve silahdan mürekkeb bir kitle olmuş demirden bir kal’a olmuş duruyordu. Alay kumandanının bir yürüyüş emri safları açdı yola düzdü. Alay gidiyor akıyordu. Dimağlar cünbüşler hayaliyle meşgul yürekler sevinçlerle emellerle memlu gözler Sinirler sanki şimşekler çakıyor aylarca meşakka mukavemet edecek bir hayat gösteriyor. Bacaklar gergin ayaklar yüksek sanki ezecek devirecek bir mani’ arıyor muzika sadasına karışan rap...! rap...! sesleri etrafda mehib akisler yaşeklinde yazılmıştır. pıyor. İşte bu gidişten sanki yerler inliyordu. Sağdan soldan kulaklara gelen fısıltılar “Mekteb-i Harbiye...! Genç arslanlar galiba manevraya..! Allah selamet versin.” diyor. Analıklar babalıklar nineler amcalar hiss-i iftiharla selamlıyor medid nazarlarla okşuyor. Bazı ihtiyarların dudaklarında ra’şe sakallarında birkaç damla dümu’-ı iftihar beliriyor bazı nineler kendini tutamıyor ıçkırıyor çömeliyor tozlar üstüne gözyaşları akıdıyor herkes selamet duaları ediyordu. Yürüyüş koluna takılan bir ihtiyar muhterem bir peder oğlu İsmail’i gözden ayıramıyor. Ondan ayrılamıyor cebr-i nefs edip adımlarını uzatıyor sanki koşuyor titrek bir yürek titrek bir sesle bir şeyler söylüyor: “Aman oğlum vazifene dikkat et amma sıhhatine de dikkat et!” diyor. Bir hiss-i kable’l-vuku’ bu ihtiyarı korkutuyor titretiyordu. Surlar geçildi Maltepe sırtlarına gelindi silahlar çatıldı çantalar indirildi. “Bu civarda kolera var kuyulardan su ber yalnız oğluna bakıyor ve ara sıra aynı nasihatleri kısaca tekrar ediyor İsmail’in pederine arkadaşları; “Peder efendi çok yoruldunuz artık dönseniz?” diyordu. Halbuki yüreği ateş almış bu peder “Aman evladlar yüreğime birşeyler doğuyor İsmail sanki dönmeyecek gibi bana geliyor mukadderat ne gösterecek bilmiyorum işte onun için İsmail’den ayrılamıyorum birkaç dakika daha göreyim diye dönemiyorum” diyordu. Alay silah başına etti hareket etti nihayet ihtiyar da kadere razi oldu. İsmail’in yüzbaşısına: “Evvel Allah İsmail size emanet!” dedi. Boynunu büktü gözlerini oğluna dikti kaldı. “Sevgili babacığım şefkatli anneciğim Baba o gün Maltepe sırtlarında benden ayrıldın mahzun mahzun arkamdan bakıp kaldın. Ben de epey bir müddet yani seni gözden gaib edinceye kadar arkaya dönüp baktım. Hakıkaten o zaman benim için çok kederli bir zaman Anne o sabah evde senden ve bütün kardeşlerimden ablamdan aile halkından ayrıldığım zaman hepiniz ve bahusus sen çok ağlıyordun. Her ne kadar kendini zabta çalışıyor Ben de o zaman kendimi zorla zabt ediyordum. Buna sebep yekdiğerimize olan son derece muhabbet ve bir de ilk ayrılıştır. Biliyorum ki el-an siz teessürünüzde ağlayışınızda devam ediyorsunuz. Bana gelince son derece şen şatır ömrümde sürdüğüm en tatlı hayatı geçiriyorum. Ne hayat ne lezzet! Ki her gün düşmanımızı bulmak üzere yolumuza devam ediyoruz. Geceleri çadır kurup yatıyoruz. Gece hava pek soğuk oluyor. Dişlerimiz birbirine çarpıyor. Lakin çadır arkadaşları birbirimize sokularak bu soğuğa mukavemet ediyoruz. Yüzlerimiz simsiyah oldu. Güneşten rüzgardan kavruldu. Fakat vücudlarımız demir gibi!. Sapsağlam yol yürümek meşakkat çekmek hiç geliyor. Hepsinden ayrı ayrı lezzet duyuyoruz. Hergün manevralar yaparak gidiyoruz. Birçok manevra cebehanesi yakıyoruz. Velhasıl çok tatlı bir hayat geçiriyoruz. Sizi ancak şöyle birkaç dakıka düşünebiliyorum. Bu mektubumu Çatalca sırtlarında çadır içinde yazıyorum. yorum. İstanbul’da iken kolera var diye bana üzüm yedirmiyordunuz. Burada kolera olmadığı için bugün üzüm aldık bol bol yedik. Abla: Getirmiş olduğun tavuğu evden ayrılırken bana yedirmek istiyordun. Ben de yiyememiştim. Bilsen şimdi ne kadar peşiman oluyorum. Ne ise yine bir tavuk al da besle ben gelince hazırla yerim. Anne sen de bana börek pide hazırla şimdi hep bunları Asker oğlunuz Baba Anne Bu gece sabaha karşı rüya gördüm. Babam elinde bir silahla nöbet bekliyordu. Beni görür görmez silahı elinden alıp boynuma sarıldı. Ben o neş’e ile idi ki soğuğun te’siriyle uyandım. Saati - nöbetini bekleyen nöbetçiden anladım. O bana mektubum olduğunu da haber verdi. Rüyamdaki meserret uyanıklıkta da devam etti. Hemen başçavuşun çadırına gittim uyuyorlardı baktım başının ucunda mektuplar var hemen mektubumu bulup aldım. Artık bir daha uyuyamadım tarla içine doğru gittim. Bir iki arkadaş mısır saplarını toplayarak ateş yakmış ısınıyorlardı. Ben de yanlarında kalk borusuna kadar kaldım. günü Ermişeli Köyü’ne vasıl olduk. Orada diğer taburların emin ve rahat uyuması için bizim tabur ileriye giderek çifte nöbetçilerle zincir gibi etrafı kuşattı. Ben de bu nöbetçilerden biri idim. Ne büyük şeref sabaha kadar açıkta bekledik. Ne tatlı hayat soğuk dehşetli idi bir tarafdan da düşman korkusu vardı. Geceleyin karınlarımız acıkmış elimize pek su da geçmemiş olduğu halde o gece bize en ziyade lezzet veren gecelerden biri idi. Sabaha karşı saat onda toplanmamız için emir verildi. Toplanıp düşman üzerine hareket ettik. Saat on bire doğru düşmanın birinci hat ordugahını basarak çarpışmaya başladık. Zavallılar çadırlarını bırakıp savuşmuşlar idi. O gün saat dörde kadar muharebe devam etti. Dörtte ateş kesildi. Altıda yine başladı. Dokuzda muharebeye hitam verildi. Fırkamızla o geceyi geçirmek için “Öksüzce” Köyü’ne gelindi. İki gecedir uykusuzluk ve yorgunluktan dolayı ömrümüzde ilk tatlı ve rahat uyku uyuduğumuz gece bu gece oldu desek yalan söylememiş oluruz. Sabahleyin kalk boruları bizi bu tatlı uykularımızdan uyandırıyordu. Kalktık hazırlandık. Saat üç idi. Çorlu civarında bulunan düşman üzerine tekrar yürüdük. Saat sekiz dehşetli bir hücum yapdık. Meğer ki düşman bizim redif babalar rek anladım. Geçdiğimiz köylerden bir Türk köyündeki gördüklerimi anlatayım ne kadar şefkatli misafirperver köylüsü vardı!.. Bu köyde köylüler kendiliklerinden birçok bakraçlarla yolumuza su çıkarıp dizmişler. Kadınlar başlarına feracelerini almışlar. Bahçelere toplanmışlar bizi seyrediyorlar galiba zavallılar çoktan asker görmemişler. Bu köy kadar samimiyeti ve suyu bol bir köy yok. Kendimi soğuktan muhafaza etmemi tavsiye ediyorsunuz. Ne kadar çamaşırım varsa hepsi üzerimde. Bol bol çay günde sekiz on bardak sıhhatimiz yerinde. Hasta kimse yok. Kolera yok. Dün gece Hüsnü ile ikimiz gayet güzel üzüm bulduk. Bir okka yedik. Evde yemiyordum. Burada kolera bizden korkuyor. Tarlalarda tavşanları görmeyin askerden korkup oraya buraya kaçışıp duruyorlar. Tutmaya kalktık. Mümkün değil. Dünkü manevrada elli kadar fişenk yaktım. Doğrusu ya birini de tavşana attım. Fakat mermi uzağa gitmediği için vuramadım. Şimdi yüzbaşıdan izin aldım. Çerkesköyü’ne bayramda misafir gelen kadının oğluna gidiyorum. Ağabey! Tatlı mektubunu okudum. Güçlük çektiğimizi belki de gücümüze gideceğini söylüyorsunuz. Emin olun kat’iyyen gücümüze gitmiyor. Bilakis memnuniyetimizi mucib oluyor. Hakıkı bir muharebenin zahmetini meşakkatini açlığını uykusuzluğunu susuzluğunu harbde ne kadar meşakkat çekmek lazımsa çekmeli ve alışmalıyız ki harbe hazırlanabilelim binaenaleyh bu gibi ahval ye’simizi değil meserretimizi mucib oluyor. Teşrinievvel sene Asker oğlunuz Babacığım Anneciğim! Günlerimizi muharebelerle geçiriyoruz. Evvelki gün fırkamız geriye çekilip düşmanı başka tarafdan taarruz etmek zifeye me’mur etmişti. Bu vazifenin ismi “dümdar”dır. Alayımız vazifesini ifa etti. Karşısında bulunan iki taburu daha gündüzden mahvetti. Çekilmek sırası alayımıza gelmişti. Çekiliyorduk. Önümüze geçilmesi güç bir dere çıktı. Biz geçmeye uğraşırken ah düşman bu fırsattan istifade etti hemen arkamızdan yetişti. İşte orada bizi kırdı geçirdi. Artık o andan hakıkı şehadet harb meydanında nasib olur. O akşam Hacılar Köyü’nde çadır kurduk yattık. Sabahleyin kalktık. Bir emir! Birinci manga palaskalarını bağlasın! Hemen silahlandık Hiç kimseyi alayımız ordugahına sokmuyorduk. Çünkü fırkamızın diğer iki alayında kolera vukuatı zuhur etmişti. hemen oradan uzaklaştık. “Seyidler” istasyonuna geldik. Orada çadır kurarak geceyi geçirdik. Bugün istirahatteyiz. Deminden bir Alman doktor geldi. Bizi muayene etti. Etrafımıza nöbetçiler diktik. Kimseyi içerimize sokmuyoruz. Böyle yapmaktan maksat da koleraya bulaşmayalım hiçbir yerde karantina beklemeyelim. çid yapacağız. Cuma günü trene binip İstanbul’a geleceğiz. Şimdi rahat rahat Seyidler istasyonu ovasında yatıyoruz. Çünkü manevra bitti. Padişah babamız buraya gelecek. var. maaş aldık. Sağ para tam elli üç kuruş. Para göndermeyin üç gün sonra inşaallah İstanbul’da görüşürüz. Teşrinievvel sene Asker oğlunuz Alayımız Seyidler’de bu sabah çadır yıkıyor diğer alaylar sancak almış süngü takmış sevinerek muzikalar döverek padişah babamızın huzurunda resm-i geçide gidiyor. Onlar cünbüşler sonunu etmeye şevketli padişahımızın mübarek yüzünü görmeye gidiyor. Bizim alay zavallı alay koleraya bulaşmış Muradlı’da karantina beklemeye gidiyor. Evet birlikte günlerce yuvarlandığı çarpıştığı diğer alaylardan ayrılmış başka yere gidiyor. Tali’ ona bu vazifeyi vermiş bu alay için en mukaddes vazife diğerlerinden ayrılmak olmuş onun için gidiyor. Muradlı’nın açığında ıssız karanlık bir korunun kasvetli dibinde kara bir derenin hemen kenarında alay çadır kurmaya başlamış idi alay gözle görülmez el ile tutulmaz top tüfenk te’sir etmez kılınç süngü işlemez kara heyula bir düşman karşısında mütevekkilen ordugah kuruyordu. Düşmanın bu göze görünmez avcıları Seyidler’den beri içimize dağılmış bizimle yürümüş bizimle durmuş teker teker çocuklarımızı avlamaya başlamış boğuyordu. Bütün alayı tehdid eden bu felaket karşısında evladlar pederleri demek olan zabitlere zabitler de evladlarına sarılmış sabır ve tevekkülden maada hiçbir silahı olmayarak kalacaktı. Herkes bu alaydan alay da herkesden uzaklaşıyordu. Bir iki garip köylünün samimi nazarlarından maada bizi teselli edecek hiç bir şey yok idi. Alayımızın kumandanı hastaların başında dönüyor zabitler sanki kanad açmış yavrularını korumak le tamam kurulmamış idi ki bir Harbiyeli bir çalı üstüne düşmüş eceliyle pençeleşiyordu. Arkadaşları koşup baktılar o çalı üstünde İsmail’i gördüler. Alıp çadıra koymak istediler fakat İsmail bağırıyor: “Yanaşmayın ben koleraya tutuldum. Siz bulaşmayın!” diyor. İsmail son nefesinde de arkadaşlarını koruyor kendi rahatını arkadaşlarının selameti için feda ediyordu. Karantina mahalli tebdil edilecekti. Muradlı’dan Rami Kışlası’na gidilecekti. Alay binmiş Makrıköyü’ne gelmiş idi. Orada Refik namındaki Harbiyeli de kolera a’razını göstermeye başlamıştı. Hayat-ı askeriyyedeki samimiyet şayan-ı lar burada fazilet imtihanları geçirir. Vefakarlık fedakarlık sözleri burada birer saha-i tatbik bulur birer şekl-i hakıkat alır. İşte bu hasta çocuğun kolera a’razı gösterdiği kompartımandaki arkadaşları hastadan uzaklaşmıyor kaçmıyor telaş etmiyor. Bilakis muavenet için yanaşmak sarılmak istiyor. Halbuki zabitleri onları muhafaza ediyor koruyor da kendisi duramıyor sokuluyor. Kirlenmiş eşyaları başkasına dokundurmuyor da kendisi topluyor ve nihayet hastanın koluna girmiş indiriyordu. Hastanın arkadaşları hafifçe zabitlerine me’yus olmasa?” diyor. Bu esnada hekim ve zabitin karşısında bulunan hasta bütün kuvvetini tam bir asker vaz’ıyla durmuş bir sağlam meti neyi icab ettiriyorsa onu emr etmenizi rica ederim” diyor. İstirahat vagonuna gitmesi lüzumu hekim tarafından söylenince Refik der-akab selam-ı itaati tekrar etmiş gidiyor ve koluna giren zabitine: “Rica ederim beni tutmayınız birkaç adımlık yer için kuvvetim var” diyor. Halbuki o anda Refik’de ne kuvvet vardı ne derman kalmıştı. Yalnız yüreğinde askerlik cevheri iliklerinde askerlik gayreti kalmış onunla duruyor onunla yürüyordu. Zabit Refik’i istirahat kompartımanına götürdüğü zaman Refik’in diğer kardeşleri o kompartıman arkadaşları kimi kendi kaputunu kimisi beyliğini almış Refik’e vermek üstüne örtmek için arkadan getiriyor. O geceyi sabaha kadar titreyerek geçirmeye razı olmuş yalnız Refik’i ısıtmak istiyorlardı. Bu çocuklar koleranın sirayet eder olduğunu göze gözükmez silah çekilmez düşman olduğunu bildikleri halde terbiye-i askeriyyenin insanlarda vücuda getirdiği havassın te’siriyle hareket ediyor bile bile tehlikeden uzaklaşmıyor. Tehlikedeki bir arkadaşından kaçmayı nefsine yediremiyor kaçmak tavrı onlara ağır geliyor. Harbde el ele yürek yüreğe ölmek için birlikte gömülmek için sözler etmiş bu çocuklar zaten ölüm için zaman ve mekan olmadığını ölümün ise askerlikte son rütbe olduğunu bilen bu insanlar arkadaşlarını yalnız ve me’yus bırakmamak için yanaşıyor arkadaşlarını bu tehlikeden kurtarama[ya]caklarını bildikleri halde izzet-i nefs bulunur. Hatır için ölüm olur mu diyenler de olur. Fakat bu hakıkatde bir fazilettir. İşte böyle askerlerdir ki harbde cebanet gösteremez düşmandan kaçamaz. Sancak bayrak toprak veremez. Arkadaşını kurtarmadan geçemez. Belki kendi ölür arkadaşı kurtulur. Çünkü o bilir ki ecel gelmedikçe ölüm yoktur. Ecel geldikten sonra da? Yara da [baskı hatası] da hastalık da baş ağrısı da hatta hiç yoktan bir füc’e de vesileden ibarettir. Hepsi birdir. Evet askeri öldüren tabibi öldüren vazife değil ölümün mukadder oluşudur. Mesleğin burada bilakis faidesi var çünkü esna-yı vazifede ölen mesleğin şerefini de tetevvüc ederek şehid olur. Eğer insanı yalnız meslek öldüre idi dünyada ne bir sivil gençlikte ölür ne de harbe girişmiş bir asker veya sari hastalıklar muhitinde yaşayan etibba sağ kalırdı. Mesleğinde cesur fazilet uğrunda heran ölmeye hazır ve Allah’ına mütevekkil bir insan daima çok yaşar. Ve öldükten sonra da milletin insaniyetin kalbinde ebediyyen yaşar. İşte bu vefakar çocukları vazife namına ancak zabitleri geri çevirebilmişti. Geceleyin hatırını soran zabitine asker Refik ağırlaşmış haliyle yine kıyama selama çabalıyor. Teessür göstermiyor kemal-i metanetle “bir şeyim yok” diyordu. Ah ne garib bir hatıradır ki sabahleyin ortalık açılırken Refik’in çavuşu zavallı Vefa Refik’e uğramış ahval-i sıhhiyyesine dair haber getirmiş söylüyor nihayetinde de “Siz sağ olun ben de tutuldum!” diyordu. Evet zavallı Vefa da koleraya tutulmuş fakat hala ayakta kalmak vazife görmek Onu teselliye başladı. Birkaç gün sonra Vefa hastahaneden çıktı. Silah arkadaşlarına sancağının dibinde geçirmiş idi. Sancağın ruhaniyeti Vefa’yı çabuk geri getirmiş silaha sancağına kavuşturmuş idi. Fakat uçdular şüheda alaylarına karıştılar. düşmüşler askerce gitmişler idi. Bunlar vatana hizmet için yola çıkmış askerlik yolunda düşmüş askerlik emelleriyle şehid olmuşlar idi. Siz asker evladlar evvelce aramızda çalışıyordunuz şimdi yüreklerimizde yaşıyor üstümüzde dolaşıyorsunuz sizler Harbiye Alayı mukaddes sancağının ebedi muhafızları kalacaksınız ordulara dağılan kendilerine şerefli hizmetler gazalar şehadetler arayan arkadaşlarınızın muini olacaksınız. Dört yüz milyon müslümanın Fatiha’larında hisseniz olacak otuz milyon Osmanlının lisan-ı tekriminde yadınız kalacak. Neşidelerinde satırlarınız olacak bu vatanın afakında hoş sadalarınız kalacak rahmetler size hasretler bize şehid askerler. Ömer Fevzi Ne bir tulu’ ne bir gurub levhası bile seyredemeyen mahallelerimizin köşelerine sığınıp ufuklar asümanlar tehayyül etmek: Avrupa’nın füshat-geh-i tefekküratı karşısında hakıkaten pek büyük bir iktidar-ı fıtriye vabestedir. Biz bütün harekat ve idrakatımızın daire-i şümulünü hep bu mikyas dahilinde çevirecek olursak asırlarca alkışlanan büyük simalardan yüksek dehalardan niçin mahrum kalmakta olduğumuzu hemen anlarız. Vasi’ ufuklar.. İşte eksiğimiz! Fakat ufuktan vüs’at-i arazi hatıra gelmesin.. Asıl dar olan ufk-ı fikrimiz ufk-ı vicdanimizdir. Dimağımız sanki bir demir çembere geçmiş gibi düşünemiyor yoruluyor kalbimiz süfli heyecanlardan ayrılamıyor memleketin en zengini en acı felaketler önünde bi-his... En zekisi mühim bir mes’elede i’tiraf-ı gabavet etmekte!.. Niçin? Şüphe yok ki kendi kendini yetiştirmediği için: Başkalarına ser-füru ettikçe her hayrı başkalarından bekledikçe hiçbir fenalıktan kurtulamayız. Bu birkaç satır mukaddime “Çocuk Şiirleri”nin bizde daha bugün bulunmuş bir mevzua geçmekte gösterdiği kudret-i ser-endazaneden hisse-mend olunan bir iftihar-ı gıyabi te’siriyle yazılıyor. Zavallı şairler hele son zamanda aynı yerde döne döne gözleri kararmış gibi artık ne söylediklerinden bi-haber etrafı da kendi deveranlarıyla hem-hal zannediyorlar.. Hayır ruh-i millete ba-husus yavruların ruhuna nüfuz ediniz: Onların daima ulviyete tevcih-i bal etmek essir olacak sonra kaleminizi saha-i mazik-i hayalinizden taşıracaksınız .. muhteriz hatvedir. O diğerleri gibi ne müdhiş bir hodperesti ne de gülünç bir şematet-i edebiyye arz ediyor: Bütün gönlü samimiyete rikkate şefkat ve hayra meclub olduğu için sa ihtiyarlığımız bizi teselli eden pak ve mübarek hürmetlerle çerçevelensin.... Memleketin ihtiyaçlarını düşünerek te’lif-i asar edenler arasında çocukluk alemine hitabeden kaç edibimiz çocukluk alemini terennüm eden kaç şairimiz var! Pejmurde kütüphaneleri dolaşan validelerin pederlerin nihayet me’yus-ı nazarlarında: “Acaba yazı yazanların zevcesi çocukları yok mu?” suali okunuyor. “Evladımı cismen büyütmek için taze süt saf hava buluyorum fakat genç fikrine ceyyid nurani sahifeler açamıyorum.” Sözleri her akıbet-endiş kalbden dökülüyor.. Şu akamet-i edebiyyenin sebebi nedir? Ben zannediyorum ki -adem-i tenezzül- bir zamanlar çocuk olanlar büyüyünce çocukluğa eğilemiyorlar!... Kitapçılar tarafından menfaat mukabilinde adeta cebren yazdırılan kuru hususiyye bulunamaz. Bunların hiç biri devr-i tufuliyyetin refik ve seyyal fikir ve emeline nüfuz edemez. Çocuklara yazarken maksad: Küçülmek sukut etmek değil bilakis yavrunun tertemiz ruhuna kadar yükselmek icab edeceği tamamıyla anlaşılsın onun hayatını kendi hayatımıza çivilemek bir ma’rifet-i i’tikad olunmasın. Burada nekayis-i hükumetten birini de arza mecburuz: Müfid eserlerin mükafatlandırılmaması.. Gerçi taleb biraz safiyane görünür lakin genç kalemleri teşci’ iyi düşünenleri takdir nokta-i nazarından elzemdir. Bizde akademi daha teşekkül etmese bile Maarif Nezareti tedkık-ı asar vazifesini der’uhde etmeli memleketin hususi inkişafat-ı fikriyyesiyle de alakadar olmalı nafi’ kitapların hükumetce hakk-ı imtiyazı bulunmalıdır. “Çocuk Şiirleri”nin kıymet-i edebiyyesini kıymet-i ahlakıyyesini mini mini güğercin hayatlarla karabet-i ruhiyyede yeceğiniz eserin yalnız ser-levhalarına bile göz gezdirmek kifayet eder. Açınız “Din manzumesini acaba hangi yavru kalb onu ezberlerken: “-Ben müslümanım!” diye haykırmayacak.. Hangi baba onu dinlerken minnetdar olmayacak .. Mai gökler yeşil yerler şehirler; Bize şeref fısıldayan nehirler Uyan diye uğuldayan korular Düşün yavrum bu yerlerde neler var? Anan gibi onu sev de hizmet et... Sana selam ey Osmanlı bayrağı! Kim bilir; bunları cıvıldayan penbe dudaklar ne derin bir şehka-i hüzn ve teessürle titreyecek gönüllerde ne kadar asude hislerle fedakarlıklar [bul]unmayacak.. Anne gibi ayrılmaz bir rabıtayı teslim eden çocuk artık vatanına göz yumacak mı? Baş çevirecek mi? Tabiatın güzelliklerini nakşa bazen resim şiirden ziyade muvaffak olur fakat resmin –mümkün değil-– muvaffak olamayacağı bir harika-i beyan varsa işte o da: “Kelebek”. Beyaz yeşil siyah sarı O incecik kanadları: Çemende bir menekşeye Açar ipekli şemsiye... Nakışlı süslü mor sarı O incecik kanadları Dokunsanız erir söner Kalır avuçda gölgeler... Tasvir-i esirisini çizen başka rikkat-i hayale tesadüf ettiniz mi? “Çiftciler” “Koru”nun “Mille”nin sahrai tablolarını andırıyor: Rüzgar gelir gökyüzünü kucaklayan tepeden Yelpazeler ekinleri uzaktaki değirmen... Hazin hazin kaval sesi ovalara yayılır Çiftçilerin şenliğine doğan ay da bayılır... “Yıldızlar” “denizler” de birer eser-i nefis. Hasılı pek zarif ve rengin incilerle donanmış bu küçücük tac-ı tufuliyyeti Avrupa’nın kainata yayılan giysu-yı hulyasına arz ederek: – Bizde de eserlerini pırlantalarla hakkeden genç san’atkarlar var... Diyebiliriz. – – Yanmış İstanbul mahallelerinin i’marı mes’elesi bazı taraflardan arazi-i vakfiyye üzerine ikraz muamelatının teshil ve tevsi’i esasına müstenid levayih-i kanuniyyenin tesri’-i kanuniyyetini taleb ettirmiş olduğundan geçen haftaki makalemde alel-ıtlak arzı terhin edip borca akçe almayı memleketimizde kolaylaştıracak kanunların hala Osmanlı İmparatorluğu arazisinin en çok kısmına malik ve mutasarrıf olan müslüman ve Türk unsur hakkında asla hayırlı olmayacağını kureyi halledilmiş yani arazi-i vakfiyye ve emval-i gayr-i menkuleye dair merhum Hammade Paşa ve Mahmud Esad Efendi’nin layihaları iktisab-ı kanuniyyet eylemiş farz ederek sırf mahallat-ı muhterikanın i’marı mes’elesinin tedkıkiyle uğraşacağım. Yanmış mahallelerin i’mar edilebilmesi için İstanbul matbuatı şimdiye kadar üç usul gösterdi. Resmi menabi’den teraşşuh etmişe benzer ma’lumat ve ifadat da o üç usulden hariç bir şey öğretmedi. Usul-i selase şöyle hülasa olunabiliyor: - Yanmış mahallelerin arsalarını kamilen bir şirkete satmak. Şirket iştira ettiği arsalar üstüne Avrupa’da olduğu gibi mükemmel ve yeni tarzda mebani inşa edecek sonra bedeli yavaş yavaş mukassatan ödenmek şartıyla o arsa ve binaları isteyenlere satacaktır. ketten sermaye tedarik eylemek ve bu sermaye ile aynı veya gayrı şirkete emakini -yine tabii Avrupakari mükemmel bir tarz-ı nevinde!- inşa ettirmek. Ba’dehu bu emakini ya her arsa üzerindeki bina o arsanın sahibine olmak şartıyla yahud bu şarta riayet edilmemek üzere harik-zedelere vermek. Böylece yeni eve sahib olanlar hanelerinin binası için sarf olunan paranın ta’bir-i diğerle arsa ve hanelerini terhin ederek borç aldıkları sermayenin faiz ve re’sü’l-malini muayyen bir usul dairesinde ceste ceste te’diyeye mecbur tutulacaklardır. bankası te’sis eyleyerek sermaye-i esasiyyesi yanmış evlerin arsalarından müteşekkil o banka vasıtasıyla emakin-i muhterikayı tekrar inşa ettirip mesarıf-ı inşaiyye yine taksit taksit ittihad ve teavün bankasına ödenmek üzere o yapılmış a’la yeni evlere girip yerleşmek. İttihad ve teavün bankasının sermayedarları bizzat harik-zedeler olacağından bu usulün tatbiki halinde bankanın kar ve zararı da bit-tabi’ onlara aid bulunacaktır. Yanmış mahallelerin i’marı için bugüne kadar benim Şimdi bu üç usulü birer birer nazar-ı tedkıkten geçirerek yanmış ailelere nef’ ve zararları derecesinin takdirine sarf-ı zihn edelim. Birinci usul benim hatırıma derhal şu sualleri getiriyor: Mahallat-ı muhterikanın planı tanzim olunup sokak cadde meydan ve saire açıldıktan sonra kalan arazi bir şirkete satılacak a’la fakat bu şirketin sermayesi nereden gelecek Osmanlılar arasında mı toplanacak yoksa Avrupa’dan mı getirilecek? Yani ism-i resmisinden sarf-ı nazar hakıkatte şirket bir ecnebi şirketi mi olacak bir Osmanlı şirketi mi? Saniyen arsalarını şirkete satan harik-zedeler o arsalarını şirketin üzerlerine inşa ettiği mebani-i cedide ile beraber velev bedeli ceste ceste te’diye olunsun iştira edip ana babadan kalma yer ve yurdlarına tekrar sahib olabilecekler mi? Salisen şirketin aldığı arsalar ve şirketin onlar üstüne yaptığı binalar eski sahiblerine intikal etmezse kimlerin eline geçecek? Birinci sualin cevabını vermek için zannederim ki bir dakıka bile düşünmeye lüzum yoktur. Sırf memalik-i Osmaniyyede bir sermaye toplanamaz. Yangının ertesi günü yanan emakinin az müddet zarfında inşası için icab eden tedabirden bahsetmiş olan Sadrazam hazretleri aynen şöyle buyurmuşlardı: “Bedeli bir müddet-i muayyene zarfında mukassatan te’diye edilmek şartıyla muhterik emakin inşası caktır.” Demek oluyor ki şirketin nam ve ünvanı ne olursa olsun sermaye Avvrupa’dan geleceği için mahiyeti Avrupalı ecnebi olacak ve binaenaleyh İstanbul’un en ziyade lelerinin arsaları İstanbul ve en ziyade müslüman mülkü olan arazisi Avrupalı ve ecnebi taht-ı temellük ve tasarrufuna geçecek... Vakıa harik-zedeler eski arsalarını üstlerindeki evleriyle birlikte şirketten istirdad ve tahlis edebilirlerse bu tehlike muvakkat bir tehlike olmuş olur lakin acaba istirdad edebilirler mi? Tanin gazetesinde Temmuz “Parvus” nam müstearıyla cidden derin ve müfid makaleler yazan zat-ı muhterem veriyor: “Harikten musab olanlar bu takdirde sadece para ile bunu müteakib sahneden kendini çekecek. Bu para ile daha uzak herhangi bir mahallede bir ev yaptıracak yahud parasını her nasıl isterse sarf ve isti’mal edecek buna artık kimse karışamaz ve kendisi için de bundan sonra kimse vazife edinmez. “Böyle muamele neticesinde musabin pek ziyade zarardide olmuş olurlar. Zira bugün İstanbul zemininin haiz olduğu kıymet ile birkaç sene sonra iktisab edeceği kıymet iki muhtelif kemiyyettir eğer haneleri muhterik olmasa idi sahibleri birkaç sene mürurunda arsalarını daha pahalıya satabilirlerdi. Şayed bu felaket-zedelere bugün arsalarının kıymet-i hazıraları tesviye edilecek olursa ellerine çok çok ahar bir mahalde ev yaptırtacak kadar bir para geçer. İstanbul’un göbeğinden bir arsaya malik olmak gibi iyi bir fırsat onlar mahv ü harab ettikten sonra muamele-i ma’ruza da medar-ı “Varid-i hatır olan bir misali beray-ı mukayese irad edelim: Bu misal Bulgaristan’ın payitahtı olan Sofya’dır. Bu şehir fikan müceddeden inşa olundu. Eski hanelerin ashabı para edilen hanelerinin bedel-i tammı tesviye edildi. Fakat bu adamlara sonra ne oldu? Bunlar ortadan gaib oldular bunlardan dahil-i şehirde hala hane sahibi olarak yalnız bir kaçına tesadüf kabil olabilir. “Yeni inşaat planı mevki’’-i tatbik ve icraya vaz’ olunmaya başlanır başlanmaz Sofya’da arsa fiatları kuvvetle teraffu’a başladı. “Bu ahval ve şerait karşısında eski hane sahiblerinin tazminat olarak aldıkları ellerindeki sermayeler eski yerlerinde arsa almalarına artık kifayet etmiyordu. Ve ebniye inşaatı nizamname-i cedidi hane inşası için oldukça ağır külfetler vazifeler tahmil eyliyordu. Onun için ashab-ı sabıka mahallat-ı hariciyyede yurd edinmek mecburiyetinde kaldılar. “İşte İstanbul’da da musabine yalnız arsa bedelinin nakden Yeni şehri şirketler te’sis ve inşa edecek ahali-i atikanın yerine sükkan-ı cedide kaim olacak mahallat-ı mezkurenin bütün mahiyet ve tabiat-i ictimaiyyesi tamamen değişecek.” Parvus Efendi daha muahhar bir makalesinde yine aynı mevzua intikal ile diyor ki: “Sermayedaranın kendi muamelat-ı maliyyeleri hesabına nokta-i nazarları fil-hakıka başkadır. Bunlar sadece bütün mevcudu yalnızca yutmak başkasına bir şey bırakmamak delerin hukuk-ı tasarrufiyyesi de silip süpürülecek yer kendilerine satılacak işte bu kadar! Hatta sahiblerine arsalarının yangından evvelki bedellerini tesviye etmek bile lazım gelse bunu da bir muavenet-i mahsusa-i hayr-hahane bir lutf-ı ihsan-ı alü’l-al farz ve kıyas edecekler zira şimdi harabe halinde ve satılık bunca arazi karşısında arsaların kıymeti pek azdır! Deniliyor. İşte bu zengin adamlar duçar-ı fakr [u] zaruret olan zavallı felaketzedelere bu tarzda istihzalar ediyorlar hor nazarla bakıyorlar. Bu adeta “que je ote toi m’yetet” demekten başka bir şey değildir. Hükumet bunca ahalinin hukuk ve menafiini feda edemez. “Sofya’da İstanbulof fil-hakıka bu yolda muamelede bulundu. Birkaçı siyasi dostları olmak üzere bazı arazi alaverecilerini sahib-i servet etti. Çünkü şehrin ta’dilen inşasından mukaddem metre murabba’ı - franka olan yerlerin fiatı ameliyyat-ı ta’diliyyeden sonra - franka çıktı. Mahallat-ı baidede metre murabbaı - franka olan yerlerin fiatı da - frankı buldu. Bu adedlere suret-i kat’iyyede lerinden bizzat tahkık ettim. Bu muamele yüzünden eski arsa sahiplerinin istifadeden mahrum edildikleri mebaliğ-i cesim müdhiş bir sermaye teşkil ediyor. “İstanbul’da arsa fiatlarının terfi’i tarz-ı cedid inşaat planının tatbikinden sonra şüphesiz Sofya’dan dun olmayacak bilakis daha ileri gidecektir. Şimdi lira kıymet takdir olunacak bir arsası bulunan kimse ileride bu arsanın mutlaka hatta daha ziyade lira kıymeti haiz olacağını nazar-ı “Bu söz asla mübalağaya haml olunmamalıdır. Makam-ı bile ancak . nüfuslu bir şehirdir. Halbuki Dersaadet milyonluk bir şehirdir ve pek parlak bir istikbal-i ticarisi olan mühim bir limandır. “İhtimal ki Türk ahalinin akılsızlığı terakkıden mahrumiyeti gibi sözlerle tahkırat ve tezyifatta bulunacaklar olur. Bunların ehemmiyeti yoktur. Lakin harik-zedeler bunca fevaid ve muhassenat-ı camiasıyla beraber yerlerini bila-kayd ü şart para mukabili elden çıkaracak olurlarsa işte o vakit halis mecnun lakabına layık olurlar. Böyle bir harekette niçin bulunsunlar? Şehrin bir tarz-ı cedide kalb ve tahvili ler.” Parvus’un dediklerine tamamen iştirak ettiğimi beyandan başka bir söz ilavesini fazla buluyorum. Bu muhterem muktesidin vekayi’ ve erkama ve iktisadın la-yetegayyer kavanin-i bi-rahmanesine müstenid sarih ve kat’i ifadatı mükemmelen gösteriyor ki arsalarını bir def’a ellerinden kaçıran Koska ve Aksaray sükkanı o zavallı Haffaf Ahmed efendiler Yağlıkçı Faik beyler Hacce Hadice hanımlar bir daha mahallelerinin yüzünü göremeyecekler ana babadan kalma ev barklarına tekrar sahib olamayacaklar Edirnekapu Topkapususu Eyüb semtlerine doğru muhacerete mecbur kalacaklardır. Zaten azıcık dikkatle etrafa bakılacak olursa on on beş seneden beri ve hele iki üç senedir İstanbul arazisinin sahillerden ve ale’l-husus limandan tepelere doğru gayr-i müslim ve ecnebi unsuru tarafından feth ve mahallelere ric’at ve iltica eylemekte bulunduğu kolaylıkla müşahede edilebilir. Bu istila-yı iktisadinin en bariz safhaları bugün Hocapaşa Cağaloğlu ve Mahmud Paşa semtlerinde göze çarpar. Dahilinde mazanna-i kiram mekabiri bulunan arsaların gayr-i müslimlere füruhtu kanun veya adetle memnu’ olduğunudan naşi buralarda evlerinin altındaki türbeleri geceleri ta be-sabah uğraşarak söküp kaldıran müslim ev sahiblerinin bulunduğunu kendi kulaklarımla tenezzül eyleyen ecdadının ocağını yabancı ellere bırakıp atıl ve miskin cebanetini barındırmak için sakin mahaller arayan mübarek hemşehrilerimiz böyle göz önünde durup dururken arsaları ecnebi kumpanyasına satılmış bi-çare harik-zedelerin fiatı on def’a belki yirmi def’a fırlamış eski süknalarına bir daha avdet edebilmeleri ölmüşlerin tekrar dirilip dünyaya gelmeleri kadar müstahildir. Bu halde o arsaları ve üzerlerine şirketin “bir tarz-ı şirin ve nevinde” yaptığı emakini kimler mi satın alacak? − Ecnebiler gayr-i müslim Osmanlılar hülasa dünyada yaşamak Parvus efendinin tahlilatına müstenid temhidat-ı acizanemin hülasası şudur: Eğer yanmış mahallelerin arsaları bir şirkete satılacak olursa İstanbul’un kalb-gahı ecnebilere teslim edilmiş olur. Arsaları terhin ile sermaye tedarik etmek suretiyle veyahud harik-zedeganın bizzat te’sis eyleyecekleri ittihad ve teavün bankası vesatetiyle yanmış mahallelerin i’marı usullerinin tedkık ve muhakemesini bu makalenin uzamasından dolayı haftaya ta’lik mecburiyetindeyim. On iki bin İncil Arnavud lisanına tercüme olunarak şehrimizdeki beyne’l-milel ticaret matbaasında tab’ olunmuştur. şüphe yoktur. Müslümanlık naşirleri gözlerini açsınlar. Hele şehrimizde Cem’iyet-i İlmiyye gözlerini kapayıp uykuya yatmasın. Köylere varıncaya kadar her tarafa vaizler gönderilmeli Rusya: – Bu sene Rusya’nın müslümanlarla meskun şark vilayetlerinde fevkalade sıcaklar hüküm sürüyor. Mesela bazı yerlerde derece-i hararet güneş altında’ya çıkıyor. Hatta Buhara’da bir gün derece-i hararet +’ü bulmuş ki yazı yabis ve har olmakla müştehir Buhara için bile bu sıcaklık pek nadir vekayi’dendir. Hararet böyle arttıkça artıyor yağmur ise hiç yağmıyor. Bunun netice-i tabiiyyesi kuraklık oluyor ve yangın çıkıyor. Anlaşılan yangın bu sene yalnız İstanbul’a mahsus bir afet değil Türkistan ve Rusya şarki köy ve şehirleri de muttasıl yanıp kül oluyorlar ve birçok müslüman kardeşlerimiz oralarda da ev ve barksız kalıyorlar. Rusya müslüman gazetelerinin mütemadiyen haber verdikleri yangınlar içinde İstanbul’da olduğu gibi gününe ikişer parlayanları da var. Gerek kuraklıktan gerek yangınlardan hasıl olan zarar ve ziyan mikdarı gittikçe artıyor ve milyonlara baliğ oluyor. Hemen Cenab-ı Hak her cihetle bi-baht olan müslümanların haline acısın! Bir taraftan Rusya müslümanları üzerine kuraklık ve yangın afetleri saldırıp dururken diğer taraftan da Rus Hükumeti müslüman arasına harekat-ı siyasiyye vücudu bahanesiyle asla aman vermeksizin musallat oluyor: Prem vilayetinde “Navjava” i’malathanesinde imam olan Şakircan Efendi Hamidi ile Muallim Sadık Efendi Hamidi tüccardan Mir Haydar Habibullah Hamidullah Gaffar Nizamüddin fendilerin hanelerinde taharriyat icra olunup bil-cümle kütüb ve evrakları müsadere edilmiştir. Kazan vilayetinde Kaçmir Karyesi İmamı Abdullah Efendi’nin ve Paçak Karyesi’nin İmamı Hanefi Efendi’nin hanelerinde dahi taharriyat icra edilmiş ve imam efendiler tevkıf olunmuşlardır. Kazakistan’ın “Simi” şehrinde Kazak efkar-ı münevveresi ashabının meşhurlarından muallim mir Yakub Efendi Toluat’ın hücresi de aranıp kendisi tevkıf edilmiştir. Taharriyatta birçok polis ve jandarma me’murları bulu[n]muşlar ve taharriyat sabahdan ta gece yarısına kadar devam etmiştir. Mir Yakub Efendi’nin kütüb ve evrakı arasında me’murin-i zabıtanın en çok nazar-ı dikkatini celbeden kendi eseri olan Uyan Kazak risalesiyle Kazakistan gazetesinin nüshaları ve Kazakça Örnek Kırk Masal Tomaç kitapları olmuştur. Bu kitap ve risalelerin cümlesi sansürün müsaadesiyle tab’ olunmuş asardandır. Mir Yakub Efendi’nin Kazak çocukları için hazırlamakta olduğu üçüncü cüz’ kıraet kitabının müsveddeleri de müsadere olunmuştur. Bubi’de Temmuz akşamı zevali saat onda altı jandarma larının dükkanlarını bodrumlarını kütüphane ve medreselerini mühürlemişler ve ferdası yine gelerek ertesi günü saat ’ye kadar teftişatta bulunmuşlardır. Me’murin her ne kadar evvelce olduğu gibi şiddet göstermedilerse de gayet dikkatli teftiş edip Nuru’l-Hidaye Servet-i Fünun Hat el-Menar Tarih-i Arab Tarih-i Kavm-i Türki Bulgar Tarihi Tokayef Şiiri Aziz Feyzi Şiiri Ma’lumat Tanin Ruhu’l-Beyan Türki Beyan-ı Hakıkat Necm-i Hürriyet el-Müeyyed Sıratımüstakım Mecid-i Gafuri Şiiri Müslümanın Gazetesi’nin beşinci numarası ve daha sair bazı kitapları almışlardır. Bunlardan başka birçok kitaplar daha sormuşlardır. Teftiş Cuma günü olmak münasebetiyle ahali kılamamışlardır. Rusyada’ki müslüman kardeşlerimize dair yukarıda mucib-i tessür ve teellüm haberleri yazdıktan sonra gönlümüze ferah verecek bir havadisi de derc edelim: Ma’lumdur ki Rusya tebe’ası müslümanların kısm-ı küllisi Asya-yı Vüsta bozkırlarında henüz bedevi bir hayat süren [ ] ve Türk büyük ailesinin en saf ve sağlam bir uzvu olan Kazak kardeşlerimizdir. Kaffesi Din-i İslam ile mütedeyyin bu Kazak Türkleri’nin mikdar-ı hakıkısi tamamen muayyen olmamakla beraber ila milyon tahmin olunabilirler. Aralarında diğer ırk ve mezhebe mensub hemen hiç kimse yoktur. Rusya bunlardan daha asker alamıyor umur-ı dahiliyyelerini şeriat ve eski Türk adetince kendileri idare ediyorlar. Bazı kaşif ve müdekkıkler Kazakların medeniyet-i Garbiyye ile temasdan mutazarrır olup seneden seneye eksildiklerini garb ahali-i hristiyaniyyesi te’siri altında yiteceklerini söylüyorlardı. Rusya muhaceret idaresinin neşr ettiği resmi istatistikten kara haber müjdecilerin iddiaları vahi olduğu tebeyyün ediyor. Kazak kardeşlerimiz hamden lillah artıyorlar. Ve mikdar-ı tezayüdleri de akvam-ı garbiyyenin bazılarından fazladır. Kazakların erkekleri her sene . nüfusa kadınları ise . nüfusa nüfus artmaktadır. Garb akvamı içinde çok artanlardan ma’dud Rusya’nın mikdar-ı tezayüdü vasati olarak .’e olduğuna göre Kazakların çocuk yetiştirmek hasta tedavi etmek gibi te’min-i hayat edecek mübrem vesaitten mahrum bulundukları halde bu kadar artmaları umum Türkler ve müslümanlar Kafkasya: Şimali Kafkasya’nın Grozni şehrinde Rusça münteşir Triski Kuray gazetesi Temmuz’dan i’tibaren bir kısmını Arapça neşr etmeye başlamıştır. Sebebi Şimali Kafkasya’da sakin müslümanların ulema lisanı Arapça’dır. Okuyup yazmak bilenler aralarında Arapça tekellüm ve muhabere ederler hatta imamlar hükumete göstermek mecburiyetinde oldukları kuyudatı bile Arapça tutarlar. Rus Gazete işte bu sınıf halk okuyup anlasın diye Arapça bir kısım ilavesine lüzum görmüşdür. Lakin Mavera-yı Kafkasya’da münteşir müslüman ceraidi bu kısmın Arapça olmaktansa Türkçe olmasını tasvib ediyorlar ve Türkçe olduğu takdirde daha çok kimseler tarafından anlaşılacağını yazıyorlar. Türkistan: Türkistan vilayetlerinin Rus Hükumeti’nin en büyük reis-i ruhanisi olan piskopos Türkistan nod Meclisi’nden taleb ve rica etmiştir. Bu medresede diğer hristiyan ruhani medreselerinde olduğu gibi Fransız Alman Yunan ve Latin lisanları okutulmayıp onlara bedel Arapça Türkçe ve Farsça ile ulum-ı diniyye-i İslamiyye öğretilecek ve bu suretle Türkistan müslümanlarını tansire sai vaizler yetiştirilecektir. Buhara Bir hayli senelerden beri Buhara’da Afgan emiri hazretlerinin bir me’mur-ı siyasisi bulunuyor ve Afgan tebe’asının umuruna nezaretle beraber Buhara ve Rusya ahvalini hükumet-i metbuasına isalden geri durmuyordu. Yakın zamana kadar bu me’murun vücudundan haberdar olmayan Rusya Hükumeti bu sefer haber aldığından Buhara hükumet-i müstakıllesine ! me’mur-ı muma-ileyhin tardını emretmiş ve Buhara Hükumeti de bit-tabi’ emre itaatten gayri çare bulamamıştır. Bosna ve Hersek Bosna-saray’da sosyalist Boşnakların kongresi in’ikad etti. Kongre mukarreratından en mühimmi bu büyük arazi sahibi beylerin arazisini kuvve-i cebriyye-i hükumetle istimlak ettirerek arazisiz fukara-yı ahaliye tevzi’ kıldırmak talebini muhtevidir. Büyük arazi sahibi beylerin hemen cümlesi müslüman arazisiz ahalinin ise hepsi Ortodoks hristiyanı olduklarından kongre mukarreratı hükumet tarafndan nazar-ı i’tibara alınacak olursa müslüman ahalinin Bosna ve Hersek’deki kuvvetlerinin temeli gevşemiş olacaktır. Kongre mukarreratından diğer bir mühim madde de Bosna ve Hersek Meclis-i Meb’usanı intihabatında elyevm sai olan usulün tağyirini istemektir. Usul-i hazır mucebince Boşnakların mezahib-i muhtelife mensubları kendi bütün Bosna ve Hersek ahalisinin sülüsünü teşkil eden müslüman Boşnaklar Meclis-i Meb’usana meb’us gönderiyorlar. Kongrenin tavsiye ettiği usul mezheb farkı gözedilmeksizin karışık bir surette intihab icrasıdır. Bu takdirde büyük arazi sahibi olan müslümanların gönderecekleri meb’us adedi eksilecek ve sosyalistlerce matlub kavanin daha sühuletle meclis tarafından ihzar olunabilecektir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ağustos Altıncı Cild - Aded: Tarih ile müeyyed hakayık-ı sabitedendir ki: Aleyhisselatü vesselam Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de tek başına olmak üzere halkı İslam’a da’vete başladı evvela kendilerine ufak bir cemaat tabi’ oldu ki bunlar da kadınlarla çocuklardan bir de ihtiyarlardan ibaret idi. Bu zavallılar ise o kadar ağır işkencelerle ta’zib edildi ki ölümü irtidaddan daha kolay görmeyenlerden başkası için tahammül etmek kabil değildi. Mesela Hubeyb radiyallahu anh esir edildiği zaman ateş ile işkence edildi. Nihayet öldürecekleri zaman ce “Eğer ölümden korkuyor zannedecek olmasaydınız bu namazı daha uzatacaktım” dedikten müşriklerin bir dane kalmayıncaya kadar kahrolmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz eyledikten sonra; neşide-i hamasetini okuyarak asuman-ı şehadete yükseldi. Bu vak’a ashabdan ancak birinin başına gelmiş olanıdır. Diğerlerinin girifdar olduğu mezalim ise bundan çok ağırdır ki tarihte mufassalan zikrolunmuştur. İşte müslümanlar bu gibi feci’ tahammül-suz mesaibi on üç sene çektiler. Nihayet Habeşistan’a daha sonra Medine’ye hicret etmelerine müsaade olundu. Bunlar orada kuvvetlenmeye başlayınca bütün Araplar telaşa düşerek kendilerini bir kat daha tazyik eder oldu. Onun için müslümanlar korkunun heyecanın en dehşetlisini Medine’de geçirdiler. Cenab-ı Hak bunları tatmin ayet-i kerimesini gönderdi. Daha sonra kabail-i Arap toplanıp müslümanların büsbütün mahvına yürümek istedikleri zaman Cenab-ı Hak bunlara nefislerini müdafaa etmelerine müsaade ettiği gibi sebat gösterdikleri takdirde kendilerini nusretle feth-i mübine mazhariyetle kam-yab edeceğini vaad buyurdu: Artık gerek aleyhisselatü vesselam Efendimiz gerek maiyyet-i risaletlerindeki hizb-i kalil alaylar ordular teşkil eden hasmın hücumunu kemal-i sekinetle karşılıyor zaferin akıbet kendilerine döneceğinden mutmain bulunuyordu. Zira bu hususdaki va’d-i İlahinin tahakkuku şüpheden azade idi: Bunun üzerine gerek efradı gerek mühimmatı pek az olan müslümanlarla -bütün kabail-i Arab arasında çok zaman süren bir muharebe alevlendi ki devamı müddetince Cenab-ı Hak tarafından mü’minlerin şedaide karşı tahammüllerini evamir-i İlahiyye huzurundaki mutavaatlarını imtihan etti. Diğer taraftan da onları tasavvur olunabilecek mesaibin kaffesine musab etmek suretiyle tehzib eyledi. Artık müslümanların sinelerinde nur-ı iman her türlü şaibeden müteali olarak parlamaya başladı. Nihayet Cenab-ı Hak bunlara şevket ve kudret verdi. Kendilerini aziz düşmanlarını zelil etti. Artık muhaliflerini hiç biri kurtulmamak şartiyle mahvedecek bir hale geldiler. Lakin böyle bir hareketin din-i medeniyet din-i sulh u müsalemet olan müslümanlıktan suduru tasavvur olunabilir mi? Asla! Bilakis Halik-ı Hakim müslümanlara düşmanları hakkında son dereceye kadar adil davranmalarını emrediyor Cenab-ı Hak mü’minlere o kadar şevket ve kudret verdikten; vaktiyle kendilerine guna-gun mezalimi reva gören felaketin her nev’ini tattıran hasımlarına artık galebe çalmalarını murad buyurduktan sonra daire-i adl ü hikmetten çıkmış olmamak için asla intikam sevdasına kapılmamalarını emretmiş böyle bir hareketin zulüm ve adavet addolunacağını sarahaten tebliğ buyurmuştur: Hem bu kabilden olan evamir-i İlahiyye yalnız mağlublar hakkında değildi belki ateş-i harbin henüz sönmediği galibin mağlubun ayrılmadığı bir zamanda bile i’tidale merhamete riayet olunması mecburi idi. Düşmanlarına sövmek tel’in etmek de müslümanlarca dimizin amcası Hamza’yı öldürüp ciğerini çıkardıkları na’ş-ı mübarekini teşhir ettikleri zaman peygamberimiz tasavvurların fevkinde mahzun olmuş hüngür hüngür ağlayarak onlara beddua etmişlerdi. Bunun üzerine ayet-i kerimesi nazil oldu. Cenab-ı Peygamber bedduadan feragat buyurmakla beraber “Eğer zafer-yab olursam ben de onlardan tamam kırkına aynı cezayı tatbik edeceğim” dediler. İşte ayet-i celilesi bunun üzerine nazil oldu. Aleyhisselatü vesselam Efendimiz de buyurdu. Üsera-yı harbe gelince Cenab-ı Peygamber müslümanlara bunlara karşı riayetle hürmetle muamele etmeyi emir buyururlardı: hadis. Ashab-ı kiram bu hadis-i Nebeviyye’ye imtisalen esirlerine o derecelerde hurma ile yaşadıkları olurdu. Ey kari’ şu makalede temhid ettiğimiz tafsilatı nazar-ı vebası derekesine indirerek katil tahrib-i bilad gasb-ı hürriyet gibi vahşetlerde alabildiğine ileri giden Romalılarla diğer akvamın harekatıyla adalet-i İlahiyye arasındaki farkı görürsün. Asr-ı hazırdaki muharebatta iltizam edilmeye başlanan adaletkarane muamelata gelince bunlar nev’-i beşer için vusulü mümkün olan gayeti temsil eden adalet-i İslamiyye’ye takarrubden başka bir şey değildir. Harbin külliyen kaldırılması bütün alem-i insaniyyette müebbed bir sulh te’sis edilmesi için teşekkül eden cem’iyetler bu azim teşebbüsün hayyiz-i husule gelmesine çalışsınlar. Müslümanlık onların bu mesaisine karşı nazar-ı istihfaf serin imparatorların muavenetiyle –fakat hüsn-i niyyet esasına müstenid olmak şartiyle– bu emel tahakkuk edecek olursa her müslüman ayet-i kerimesini tilavet ederek dest-i musafatını uzatmakta asla tereddüd etmez. − Yine dördüncü asr-ı hicride fetler saçıyorlardı. Merkez-i teşa’şu’ bu def’a Bağdad değil Basra idi. Bir halde ki merkezden tebaud ettikçe huzemat-ı münteşirenin berik u lemeanı tenakus edeceğine bilakis daha ziyade artıyor. En az hassas merakiz-i dimagiyyelerde bile insafsız muaraza Çok geçmeden Basra’dan Semerkand’a Şiraz’dan Bağdad’a Şam’dan Kahire’ye Kayravan’dan Tuleytula’ya kadar mübahase halini aldı. Gürültülü münakaşalar heyecanlı muarazalardan sonra nihayet felsefe-i İslamiyye’nin metin esasları atıldı. Beni İsrail Hind Yunan ve İran esatirine ait hurafat-ı menkule hakayık-ı İslamiyye’nin şu’aat-ı nevvarı karşısında nazar-firib manzarlarını gaib ederek reng-i aslileri ile görünmeye başladılar. Akvam-ı muhtelifeye ait an’anat-ı hurafe-amiz hudud-i alem-i İslam maverasına çekilerek sine-i zalam-engiz-i nisyana gömüldüler. kemalden müteşekkil bir encümen-i daniş idi. bütün mesaisini hakayik-ı İslamiyye ile kavanin-i akliyye ve tabiiyye arasında ayrılık gayrılık bulunmadığını bulunamayacağını olmak üzere büyük bir ansiklopedi teşkil ediyor. Üçüncü ve dördüncü asr-ı hicride ulum ve fünunun İslamlar arasındaki derece-i terakkısini anlamak ulema-yı İslamiyye’yi takdir ve tebcil edebilmek için bu eser-i azim tedkık ve tetebbu’ edilmelidir. Büyük ve muğlak mevzu’lar hakkındaki derin ve esaslı teşrihatı mütalaa ettikçe insan mebhutane saatlerce vakfegir-i tefekkür olmaktan kendini alamaz. Müelliflerinin irfan-ı harika-nümaları karşısında bila ihtiyar veleh ü hayretle memzuc takdirler tahsinler isarına mecbur kalır. Bilhassa Fünun-i Tabiiyye’ye ait olan kısımlar − lüzumsuz bazı tafsilattan sarf-ı nazar − esas itibarıyla fevkalade mühim ve kıymetdardır. Tuhfetü İhvani’s-Safa namıyla anonim bir ünvan tahtında neşr eylemiştir. Ta’kib ettiği meslek ise İslamiyyet’in fünun ile muarız olmadığını ve olamayacağını isbat ve iraeden ibaret bulunmuştur. Cem’iyet-i mezkureye mensub zevatın erbab-ı i’tizale mütemayil bulundukları beyan edilmekte ise de İslamiyet hakkındaki kanaat-i vicdaniyyelerinin la-yetezelzel bulunduğu eserlerinden anlaşılmakta olduğu cihetle bu rivayet o kadar şayan-ı ehemmiyyet olmasa gerektir. Muhammed bin Ma’şer-i Busti Ebu’l-Hasen Ali bin Harun-ı Zencani Ebu Ahmed Mihricani Avkı ve Zey d bin Rifaa namlarında beş alimden ibaret idi. Felsefe ve fünun ile iştigal hakayık-ı aliyye-i İslamiyye ve fenniyyeden bi-haber bazı kuteh-bin nazarında suver-i muhtelife ile vesile-i itham addedildiği öteden beri görülüp işitilmekte olduğundan bu zatlar hakkındaki rivayet de o derece badi-i istiğrab olamaz. Halbuki İslamiyyet’in hakıkat-ı mahza olduğunu yar u ağyar nazarında isbat edebilmek için . emr-i celiline imtisalen fünun ve felsefe hakkında tetebbuatta bulunmak bu yolda sarf-ı mesai etmek şüphesiz ki erbab-ı ilmin en mukaddes vezaifindendir. Aksi halin tevlid edeceği netayicinin vehameti erbab-ı basireti bi-hakkın titretecek kadar dehşetlidir. Tuhfetü İhvani’s-Safa namı altındaki resail Doktor Dotrişi tarafından hüasa edilerek Leibzig’de tab’ ve neşr edilmiştir. Tuhfetü İhvani’s-Safa’nın bir nüshası Paris Kütüphanesi’nde mevcud ve Suplemanın’inci numarasında mukayyeddir. Eser-i mezkur elli bir risaleden mürekkeb olup başlıca dört kısma ayrılmış ve her kısma aid mebahis bervech-i ati risalede derc edilmiştir. ’inci kısım ulum-ı Riyaziyye’yi cami’ ve risaleden mürekkepdir. ’inci kısım Psikoloji İlm-i Ahval-i Ruh ve fizyoloji ait mebahisi muhtevi ve risaleden mürekkepdir. ’inci kısım Hikmet-i nazariyye Metafizikden bahis ve risaleden müteşekkildir. ’üncü kısım İlm-i Kelam Teoloji şu’besidir ki risaleye münkasemdir. Birinci yani ulum-i Riyaziyye kısmında Hesab Hendese Hey’et Musikı Coğrafya Mantık fenleriyle Aristo felsefesinin tahlil ve tefsirinden bahs edilmiştir. atiyyeyi muhtevidir: ’inci risale: Heyula’ madde suret zaman mesafe ’nci risale: Sema ve alem ’üncü risale: Kevn ü fesad ’üncü risale: Hadisat-ı cevviyye ve ilm-i cevv-i heva ’inci risale: Ma’deniyyat ’ncı risale: Tabiat anasır ve anasırın te’siratı ’nci risale: Nebatat ’inci risale: Hayvanat ’unci risale: Vücud-ı beşerin teşekkülatı İlm-i Teşrih ’uncu risale: İlm-i Veza’ifü’l-a’za Fizyoloji havas ’inci risale: Tenasül-i uzviyyat ’nci risale: Alem-i suğra İnsanMikrokozm ’üncü risale: Ruh-ı şahs ’üncü risale: Melekat-ı idrakiyye ve hududu ’inci kısım: Hayat ve memat ’ncı kısım: Ezvak ve alam ’nci kısım: İhtilaf-ı elsine düncü risale “Asar-ı Ulviyye” unvanını haiz olup hadisat-ı cevviyyenin menşe’ ve esbabından ziya ve zulmet te’siriyle vukua gelen tebeddülat-ı cevviyyeden hararet ve bürudetten rüzgarlardan deniz ve nehirlerde husule gelen tasa’udat ve tebahhurat-ı daimeden bahisdir. Ma’deniyat kitabında maadin başlıca üç sınıfa ayrılmıştır. Şu taksimin maadinin derece-i zevebanları nazar-ı i’tibara alınarak yapılmış olduğu zannolunur. Hayvanat ve nebatata ait olan risalelerde en ziyade nazar-ı dikkati celb eden şey mevalid-i selase arasındaki revabıt-ı esasiyyenin tamamıyla gösterilmiş olmasıdır. Nebatat Risalesi’nde ıstılahat-ı felsefiyyede kuva forces veya avamil-i tabiiyye agentsnaturels denilen şeylere mustalahat-ı diniyyede “melaike” namı verilmekte olduğu bil-münasebe tasrih edilmiştir. Yine aynı kitaplarda kanun-ı tekamüle tevfikan nebatatın hayvanattan evvel ve insanın en sonra halk edilmiş olduklarına dair de mütalaat-ı mühimme serd edilmektedir. Hayvanat kitabı Mösyö Garsin dö Tassi Garcin de Tassy tarafından Fransızca’ya tercüme ve neşr edilmiştir. “Fizyoloji-i Beşer Risalesi”nde alem-i suğra addolunan hutut-ı esasiyyeleri çizilmiştir. “Ruh Risalesi” hakıkı bir psikoloji kitabıdır. Vücud-i beşerin me’kulat ve meşrubat sayesinde tenemmüv ve tekamül ettiği gibi ruh-ı insaniyyetin de fen ve hikmet sayesinde teali edeceği nezih bir üslub ile bu risalede tasvir edilmiştir. Mütehassıs dimağların mahsul-i mesaisi olan bu kitabın ezvak ve ıztırabat-ı ruhiyyeye emraz-ı ma’neviyyenin tarz-ı tedavisine aid bulunan sahifeleri derin derin düşünerek okunmaya layık mebahisle malidir. Hikmet-i Nazariyye unvanı altında cem’ edilen on risalede ’inci risalede: Hilkat-i ervah Fisagores Nazariyyesi’ne göre ’nci risalede: Hilkat-i ervah İhvanü’s-Safa’ya nazaran ’üncü risalede: Alem-i kübra KainatMakrokozm ’üncü risalede: Akıl ve ma’kulat ’inci risalede: Tekvin-i Kainat La cosmogonie ’nc ı risalede: Mahiyet-i aşk ve muhabbet ’nci risalede: Ba’s ve nüşur La resurrection ’inci risalede: Enva’-ı harekat ’uncu risalede: İlel ve ma’lulat ’uncu risalede: Ta’rifat ve tavsifat Dördüncü kısmı teşkil eden ve diniyyata thologie aid bulunan risaleler mebahis-i atiyyeyi muhtevidir: ’nci risalede: Vüsul ilallah tarikı ’üncü risalede: İhvanü’s-Safa hey’etinin mesleği ve ebediyet-i ruh ’üncü risalede: İhvanü’s-Safanın keyfiyyet-i mu’aşeretleri ’inci risalede: İman nc ı risalede: Kanun-i İlahi ve risalet nci risalede: İbadat ve taat mahlukat-ı gayr-i cismaniyye uncu risalede: Kaza ve kader uncu risalede: Teşekkül-i kainat teselsül-i mevcudat Bu büyük eserin ne kadar medid bir sa’y ne derece esaslı bir tetebbu’un mahsul-i mesaisi olduğunu anlamak için muhteviyatına aid ber-vech-i bala unvanları bir def’a okumak kafidir. cü kitapta cem’iyete dahil olan ihvanın tarz-ı musahabet ve muaşeretleri yek-diğere karşı perverde ettikleri hiss-i şefkat ve sadakat fart-ı muhabbet ve muavenet-i mütekabileleri tasvir ve beyan edildikten sonra teşkil-i cem’iyyetten maksad din-i mübin-i İslam’a te’adud ve te’avünden ibaret bulunduğu tasrih ve cem’iyete dahil olmak isteyen zevatın ne gibi evsaf ve mezayatı haiz olmaları icab ettiği ve ne gibi vezaifle mükellef bulunacakları yegan yegan ta’dad edilmiştir. Sema-yı bülend-i medeniyyete i’tila emelinde bulunan milletler muttasıl atiye istikbalin şa’şaadar manazır-ı dilfiribine teveccüh-i nazar ederler. Yalnız mazileriyle müftehir olan kavimler kendileri mahkum-i cehl ü nadani oldukları halde pederlerinin ilm ü irfanlarıyla i’lan-ı mübahat gayretinde bulunan humakaya benzerler. Fakat maziden büsbütün kat’-ı nazar etmek de an’anat-ı milliyye ve hayatiyyeden tecerrüd demek olur ki bu hale gelen milletler de ebeveynlerini tanımayan lakıtalar gibi hükm-i zaman ve tesadüfün baziçesi olurlar. Maziye aid şehamet-i milliyye ve mefahir-i kavmiyye gibi maaliyattır ki hissiyat-ı necibe-i vatanperveriyi esaslı bir surette tenmiye eder. haşmet-nümasıyla tetvic edilirse temadi-i ümidden ibaret olan hayat maziden istikbale emniyetli hatvelerle intikal edebilir. Mazi şuunat-ı guna-gun ile mali bir meşher-i iber samit bir hatib-i beliğdir. Her millet her kavim kendi tarihinde nümuneler bulabilir. yan-ı imtisal bir nümune-i alü’l-al göstermişlerdir. Cem’iyet-i mezkure a’zası; ihtiyac-ı zamanı bihakkın takdir etmiş münevver fikirli e’azımdan müteşekkil Bu gayur zatlar sırf bir hiss-i hamiyyet bir gayret-i dini fen ve felsefenin ahkam-ı esasiyye-i İslamiyye ile tearuz etmediğini edemeyeceğini isbat ederek ilm-i fenne atılan genç dimağlarda şevaib-i şübühat ve tereddüd husulüne mani’ olmak İslamiyet’e hücum eden Dehriyyun’a fenni mantıkı cevaplar bürhanlar ihzar ederek efkar-ı fasidelerinin mukabele ve müdafaa etmekten ibaret idi. Felasife-i kadimeye aid asarın Arapça’ya nakl ü tercümesi bazı müfsidlere sermaye-i tezvirat oluyordu. Birtakım gençler de felasife-i mülhidenin zahiren pek parlak görünen mütalaat-ı safsata-aludlarını bir teslimiyet-i mutlaka ile adeta bir hakıkat-i kat’iyye gibi kabul ve telakkı ediyorlar idi. Bazı kimselerde salabet-i diniyyenin bu suretle sarsılması bir ukde-i alam-bahş teşkil etmeye başladı. Bu halin devamı takdirinde ahkam-ı İslamiyye’nin tehacümat-ı fenniyyeye tab-aver-i mukavemet olamayacağı zu’munda bulunan kuteh-nazaran millet-i İslamiyye için müdhiş bir saha-i felaket lerine bundan müsaid bir zemin olamazdı. Mütebahhirin-i ulemadan bir hey’et-i aliyye bu tehlike-i melhuzaya karşı vakt ü zamanıyla çare-saz olmak lüzum-i kat’isini hissettiler. Anonim bir unvan altında İhvanü’s-Safa Cem’iyeti’ni teşkil ve neşr-i asara mübaderet eylediler. Semere-i gayretleri pek çabuk derece-i nadce vasıl oldu. İlahiyat Felsefe Hikmet Riyaziyat Tarih-i Tabii Diniyat .... gibi mütenevvi’ şu’abata dair müteaddid eserlerden mürekkeb meşhur ansiklopediyi neşre muvaffak oldular. Cem’iyetin maksadı ki − Din-i İslam’la fünun-i müsbete arasında bir tezad bir münaferet bulunmadığını kat’i ve mantıkı bir surette isbat etmekten ibaret idi − parlak bir surette netice-pezir olmuştur. Ansiklopediyi teşkil eden resail –bazı noksanlarıyla beraber– her halde şayan-ı takdir ve hayrettir. Acaba bu lüzum bugün hissedilmiyor mu? Fünun-ı müsbete-i hazıraya karşı alem-i İslam bu gibi asar-ı aliyeye arz-ı Zannımıza anladığımıza göre bu ihtiyac el-yevm daha ziyade bir şiddetle göze çarpmakta hissedilmektedir. Materyalistlerle Monistlerin Fiziko-Şimik tarafdaranının Pozitivist ve Transformistlerin efkar ve nazariyatını müşerrih olan kitapların mütalaası ahkam-ı esasiyye-i İslamiyye’den bi-haber dimağlarda ne müdhiş bir buhranlar tevlid edeceği akıde-i kalbiyyelerini ne nisbette sarsacağı muhtac-ı tafsil olmasa gerektir. Ahkam-ı mübeccelle-i İslamiyye fünun-ı hazıraya muvafık bir lisanla enzar-ı umumiyyeye vaz’ ve felsefe-i İslamiyye’ye dair ciddi eserler neşredilirse fen ve felsefe-i müsbete bulunmadığı anlaşılır. Anlaşılır da asar-ı fenniyye ve felsefiyye mütalaası genç ve münevver dimağlarda tereddüd ve şüphe tufanları koparacağına din-i İslam’a karşı bir merbutiyyet ve meczubiyyet-i kat’iyye kanaat-i kamile ile müterafık bir muhabbet-i samimiyye tevlid eder. Şu ihtiyac-ı mübremin çare-i tesviyyesi ahkam-ı aliye-i diniyyemizde mütebahhir mütefekkirin-i ızama teveccüh eden en mukaddes bir vazife-i diniyye bir fariza-i kat’iyyedir. ferman-ı celili yalnız maddiyata değil ma’neviyyata da şamildir. Yirminci asrın cihadı ilmi ve fikridir. Mu’cizat-ı peyamberinin en büyüğü bir gencine-i hikmet ve me’ali olan Furkan-ı mübin değil midir? Fen ve hikmetin esasat-ı asliyyesini cami’ olan bu kitab-ı celilin ahkam-ı münifesi e’azım-ı erbab-ı fen ü ilimden müteşekkil bir hey’et-i ilmiyye tarfından şerh u beyan edilir ve usul ve prensipleri ahkam-ı Furkaniyye olmak üzere felsefe-i şüphe yok ki alem-i İslam’a pek büyük pek mukaddes bir hizmet edilmiş olur. Şurasını da i’tiraf etmelidir ki bu yolda asar neşrini yalnız bir kişinin iktidarından beklemek abes ve beyhudedir. Bir insan ne kadar muktedir olursa olsun -ulum ve fünunun terakkıyat-ı hazırasına nazaran- mümkün değil bu emr-i azimin uhdesinden gelemez. Bu husus ancak ahkam-ı İslamiyye ve şu’abat-ı fünuna bi-hakkın vakıf rasihun-ı ilm ve erbab-ı ihtisasdan müteşekkil bir cem’iyet-i ilmiyye bir ihvanü’s-safa hey’eti tarafından deruhde edilmelidir. Bu yolda hey’etler teşkili ile bu gibi asar-ı aliyye-i diniyye neşr u ta’mimine tavassut buyurmak makam-ı ali-i Meşihat’in vezaif-i mübeccelesinden bulunduğu şüphesizdir. Maamafih Maarif Nezareti’nin de bu mes’ele-i mühimmede alakadar bulunmadığı kabul olunamaz. Yaşadığımız asr-ı medeniyyette ulum ve fünun devasa hatvelerle evc-i tekamüle doğru muttasıl ilerlemektedir. Şüphe yok ki biz de terakkıyat-ı ilmiyye ve medeniyyeye karşı ile’l-ebed bigane kalamayız. Kalmak istemek yaşamaktan nasibedar olmadığımızı i’lan ve i’tiraf etmek demek olur ki bu halin bizi ne müdhiş uçurumlarına sürükleyeceği edna teemmül ile anlaşılabilir. Tabiidir ki biz de her millet gibi malikane-i fennin bir kasrını bir kaşanesini i’laya ve bu yolda muttasıl çalışmaya mecburuz. Cem’iyet-i medeniyyeye mensub insan olmak i’tibarıyla bu yolda ibzal-i mesai herkes için vezaif-i esasiyye-i beşeriyyeden olmağla beraber intisabıyla müftehir bulunduğumuz din-i mübin-i İslam’ın ahkam-ı münifesi de bu babda tecviz-i terahi edilmemesini muvahhidine suret-i kat’iyyede emrediyor. Te’lif ve neşirleri temenni olunan asar-ı aliyye-i diniyye efkar-ı umumiyye-i İslamiyye’yi tenvir ederek akıdeleri şevaib-i tereddüdden sıyanet dimağları cezm ve azm ü sebat gibi evsaf-ı mübeccele ile techiz edeceği cihetle hakayık-ı herhangi bir sahife mütalaa edilirse edilsin tezelzül-i akıde şöyle dursun bilakis rabıta-i diniyye kesb-i kuvvet edecek kalblerde ilm ü fenne karşı bir şevk-i ibtila-karane uyanacaktır. Bu sayede hakayık-ı diniyye ve fenniyyenin yekdiğerlerinin lazım ve melzumu oldukları tezahür ve tahakkuk eder bunların birbirlerinden ayrılamayacaklarına birinin tekamülü behemehal diğerinin vücuduna mütevakkıf bulunduğuna cezmen kanaat hasıl edilir. Fezail-i diniyye ve ahlakıyye fevazıl-ı ilmiyye ve fenniyye sayesinde alem-i İslam’da meşhud olan tezebzüb-i esefengiz yerine bir intizam bir tekamül-i ictimai kaim ve bugün birer harabe manzara-i feciası arz eden bilad-ı İslamiyye yarın birer ma’mure-i behişt-asaya münkalib olurlar. fenden ibaret olan bu iki şeh-bal yardımıyladır ki sema-yı bülend-i saadet ve terakkıye i’tila edebilir. Midilli İ’dadisi Müdiri Sebeb-i zahiri olmaksızın hiçbir şeyin meydana gelmediği ve o yolda adet-i İlahiyye cereyan etmediği ve esbaba teşebbüs edenlerin cidd ü ihtimamları semeresi olarak maksudlarına vasıl olageldikleri gözlerimizle görülen ve bir vechile Ahiretimizi diyanetimizi ibadetimizi muhafaza makale-i sabıkada beyan olunduğu gibi esliha-i zamane ile müsellah ve mücehhez olmaya mütevakkıf idiği ve millet ve devletin muhafazası da efradın ahalinin kuvvetiyle olabileceği anlaşılmış idi. Şu asrımızda akvam ve anasır-ı sairenin kullandıkları silah çalışmak hünerleriyle san’atlarıyla ticareti parayı elde etmektir. Sonra para ile diğer işleri ve zahiri maddi silahları yapmak ve kullanmaktır. Biz dünya için yaradılmadık diyenlere karşı sorarız çorabımızı kunduramızı gömleğimizi entarimizi fesimizi sarığımızı düşmanlarımız yapsın bize satsın paramızı alsın bizi daima kendine muhtaç etsin medyun yapsun onlara karşı sıfru’l-yed olalım ihtiyacatımızı def’e muktedir olmayalım. Sonra biz ali şerif siz deni ve sefilsiniz mi diyelim? Böyle dersek bu sözü kimse kabul eder mi?? Bu sözle kendimize güldürmüş olmaz mıyız? Kendini kavmini yani milletini ve devletini i’tila ettirmek değil olduğu halde tutmak bile çok şeylere kemalat ve maarife muhtaçtır. Biz bunlara -i’tiraf edelim ki- cahiliz. Cahiliz deyince darılmamalı hakıkati görmeli bi-taraf bulunmalı vakıa mutabık sözü kabul etmeli bizim kulaklarımız cahil sözünü işittimi dininin ibadat ve ahiretine müteallık muamelatı bilmeyene zahib oluruz. Hayır öyle değil ma’lum ya ilim ve cehl umuri nisbiyyedendir bir kimse bir şeye alim olur diğerine veya birçok şeye cahil kalır. Biz para kazanmayı bilemiyoruz. Halkın muhtaç olduğu şeyleri meydana getiremiyoruz Meydanda olanları ıslah ve tezyin edemiyoruz. Düşmandan gelenleri almamak da elimizden gelmiyor. Şu halde tefahur ve gurura nereden hak kazanıyoruz? Mükerremiyet-i beni Adem’in bize inhisarını nasıl söyleyebiliriz? Efrad-ı beşerin mükerremiyetini i’lan buyuran Vacib Teala hazretleri bazılarını tasrih buyurduğu gibi ol babdaki ayet-i celilenin tefsirinde müfessirin-i izam hazeratı hak ile batıl iyi ile fena beynini akl ü idrakiyle temyiz ve nutk u bab-ı mükerremiyetten addetmişlerdir. gi iyiyi iyi olarak biliyoruz. Tevhid ve imanımıza diyecek yok fakat asıl tevhid ve imanın şeref ve devletini vikaye edecek vesait-i zahireden ne gibi cihetlere malikiz mülkümüzde çıkan ma’denler Avrupa’ya gider orada işlenir bize gelir on misli kıymeti bizden gider makineler yapılır gelir kullanmayı bilmeyiz kullanacak adamları öğretmeyiz onu da Avrupa’dan celb ederiz. Ne yolda yapılacak ve nasıl kullanılacak öğrenmeye tenezzül etmeyiz sonra her ticareti birer birer elimizden alırlar nasıl gidiyor ne sebeple biz boş kalıyoruz? Bunu da düşünemeyiz. Binaenaleyh iyi kötüyü akl ü idrakimizle fikr u iz’anımızla tefrik ve temyiz hassası bizde vardır demek delilsiz da’va olmaz mı? Nutuk ve işaret ve kitabet cihetine gelince karışıp yaşadığımız her kavim ikişer üçer lisan biliyor. Ve bunlar sayesinde ticaretine san’atına kuvvet ve muavenet buluyor. Sonra da yüzde sekseni yazmak ve mutlaka evladını okutup yazdırmak hususunda var kuvvetiyle fedakarlık ediyor. Biz kendi lisanımızı söyleyebiliriz çünkü valide ve pederle ve aile hayatıyla öğrendiğimiz bir lisandır. Fakat başka bir lisanı daha öğrenmeyi kendimize günah sayarız zannederim. Bilmemek günahtır bilmek günah değildir. Gerek zararımıza ve gerek menfaatimize komşularımızın ve karışıp gezdiklerimizin söyledikleri sözleri anlamayız. Ticarethanelere gider onlardan ahz ü i’ta ederiz -çünkü muhtacız mecburuzne defterlerini ne senetlerini ne poliçelerini bilmeyerek imza ederiz ve alıp koynumuza koyarız. Cehaletimizle i’timadımızla yaşarız acaba tüccardan birisiyle veya Avrupa fabrikatörleri ticarethaneleriyle yaptığımız işlerde veyahud bir mahallede yaşadığımız gayr-i müslim anasırla muhaverede onların da lisanlarını bilsek öğrensek diyanetimiz bizi tevbih mi eder? Yoksa zarardan kendini vikaye için lazım olan her şeyi öğrenmek ve esbabına yapışmak suretiyle sa’y ve hareketimizi tahsin mi eder? Faidesi yolunda iktiza eden şeyleri bilenleri hiçbir şey takbih edemez. olacağı bedihi iken ne için anasır-ı saire gibi biz ve çocuklarımız okuyup yazmıyor? Okuyan ve yazanlarımız neden ekall-i kalildir? Hükumet mektep açmıyor muallim göndermiyor desek mektep ve muallimi oldukça mevcud olan İstanbul’da bile fukara ve zengin hayli çocuklar başıboş geziyor. Ve mektebe gidenlerin i’tina ile okuyanı azdır. Buna ne diyelim ve bir de akvam-ı sairenin mekteblerini hükumet mi yaptı? Muallimlerini hükumet mi tutuverdi? Erkek ve kadınlarının her birinin münasib bir işle iştigalini ve çobanlara varıncaya kadar okumaya yazmaya şevk ve arzuyu hükumet mi uyandırdı? Ebette değil! Onların ukalası uleması düşündüler taşındılar zamanındaki refah ve saadetin ve belki maişet ve selametin çaresini arayarak hüner ve maarifi san’at ve ticareti elde etmeyince hayat-ı kavmiyyeleri beka bulamayacağını derk ettiler. Çoktan bedeviyeti terk eden beşerin medeniyet asrı[n]daki vezaifini takdir ederek o cihete döküldüler. Birçok şeylerde bizi geçtiler. Biz hala uykuda bakalım vezaif-i medeniyyemizi ve esbab-ı beka ve mevcudiyyetimizi ne vakit anlar öğreniriz. Ehl-i İslam’a hakkıyla vezaif-i zamaniyyesini kimler öğretmeye muvaffak olacaktır? Bursa Meb’usu Tasavvuf ve ahlak ile fünun-ı mütenevviadan bahis meşhur ve matbu’ Ma’rifetname ismindeki eser-i kıymetdaşekliyle Suyuti rın müellif-i şehiri olup Erzurumludur. Sahib-i tercümenin Erzurum’a nisbeti peder-i alileri Şeyh Osman Efendi’nin Hasankale’den Erzurum’a nakl ü hicretinden naşidir. Ulum-i aliyye ve ‘aliyyeyi Erzurum fuzelasından ahz ü tahsil ettiği gibi zeban-ı Farisi kavaid ve dekayıkını da müfti-i belde meşahir-i ulemadan Hazık Muhammed Efendi’den teallüm eyledi. İkmal-i tahsilden sonra mahza istikmal-i feyz-i ulum saikasıyla ihtiyar-ı seyahat ettiği esnada Siird kurasından Tillo’da neşr-i envar-ı ma’rifet eyleyen kibar-ı meşayih-ı Kadiriyye ve Nakşiyye’den arif billah Şeyh İsmail Fakirullah’a teslim-i inan-ı iradet ve usul-i tarikat dairesinde ve peygamber-pesendane bir surette cehd ü himmet ve sarf-ı nakdine-i gayretle mazhar-ı mertebe-i hilafet olduğu gibi nail-i sıhriyyet de oldu. Mürşid ve kayınpederlerinin irtihalinden sonra da bir tarafdan te’lif-i asar bir tarafdan da müsterşidine ta’lim-i ezkar ile dem-güzar olup tarihinde azim-i darü’l-karar oldu. Kaddesa’llahu sırrahu’l-aziz Asarı arifane ve fazılanelerinden yalnız Ma’rifetname ile Divan-ı Asar-ı mütenevvialarının kısm-ı a’zamı Türkçe mütebakısi Arapça ve Farsça olup ber-vech-i atidir: Hadis-i şerifinin muhtevi olduğu mezamine dair elsine-i selase üzere manzum ve mensur asar-ı müntahabeyi cami’dir. müntehab asar-ı manzumeyi cami’dir. hın dekayık-ı akvalini cami’ mensur bir eserdir. ve mütedavel olandan başkadır. daha müfid ve daha vazıhdır. üzere elsine-i selasedeki tasavvufi manzumatı cami’dir. kırullah’ın menakıbını mübeyyindir. on fasıl bir hatime üzere müretteb Türkçe mensur bir eser olup isminin delaleti olan tarihinde te’lif olunmuştur. müretteb Türkçe tasavvufi bir eserdir. olan bu manzum eser kırk varide üzere mürettebdir. muhibbanına gönderdiği mekatib-i arifanedir. dığı manzume-i tasavvufiyyedir. vufdan bahis Türkçe bir risaledir. medir. time üzere müretteb Arabiyyü’l-ibare bir eserdir. Hat Fıkıh ve Lügat Ta’rif Nahiv Nazım Adab Me’ani Beyan gibi ulumdan bahis manzum bir eserdir. eserdir. yirmi babdır. bir manzume-i fenniyyedir. timedir. Efendi’ye hitaben yazılmış bir manzume-i Arabiyye olup ehl-i batın ile ehl-i zahirin ahvalini muarrifdir. Bu eserler manzur-ı acizi olmamıştır. Fakat kendi tercüme-i hallerini mübeyyin eserlerinde mezkurdur. Mürşid-i ali-tebarlarının esasen Üveysi oldukları Tezkiretü’l-Ahbab ’da mündericdir. Mahdum-i alileri İsmail Fehim Efendi de erbab-ı maarifden bir zattır. Bir mukaddime on beş fasıl bir hatime üzere müretteb Mi’yaru’l-Evkat ismindeki eserlerinin bir nüshası Kütüphane-i Hidivi defterinde mukayyeddir. Hak şerleri hayr eyler Arif anı seyr eyler Zannetme ki gayr eyler Mevla görelim neyler Neylerse güzel eyler Parçasının ba-husus Mevla görelim neyler..... nakarat-ı ma’nidari vird-i zeban-ı ehl-i irfan ve hasbihal-i sitemdidegandır. Bursa Meb’usu Geçen hafta Darü’l-muallimatlar derece-i lüzum ve tekessüründen bahsetmiş idim. Bu hafta muhtaç olduğumuz kız mekteplerine dair yazacağım. Nasıl kız mekteplerine ihtiyacımız olduğu tezahür edince Darü’l-muallimatlar’da tutacağımız tarz-ı terbiye kendiliğinden tebeyyün eder. Milletler çalışkan daima dinç daima genç müteşebbis cesur adamlara malik olmak için iyi validelere validelik bilir terbiye görmüş validelere muhtaçtır. Terakkıye ilk adımını atan memleketlerde te’ali ve ıslahat için tanzim edilen programın birinci maddesi mutlaka kadınlar ve kadınların terbiye ve tahsili olmalıdır. Kadınlar düşünülmeksizin başlanan bir ıslahat ve terakkı programı temeli çürük bir binanın temelini haliyle bırakıp da cihat-ı sairesini tarsin ve termine benzer. Bize çalışmakta örnek olması lazım gelen Japonya kadınlarına fevkalade ehemmiyet vermiştir. Ehemmiyet verdiği şununla sabit ve muhakkak ki bugün Japonya’da yalnız kız muallime yetiştirmek için on yedi büyük darü’l-muallimat vardır. Bizde kaza merkezlerine varıncaya kadar birçok inas rüşdiyeleri açıldı. Bu rüşdiyelerden biliyoruz ki hiç kabilinden nımların yetiştirilememesi ve kız mektepleri programlarının yanlış tanzim edilmesidir. Kız mektebi için tanzim edilecek program başka erkek mektebi için tanzim edilecek program yine başkadır. Halbuki bizde bu fark çok gözetilmedi ehemmiyet verilmedi. Kız mektepleri erkek mekteplerinden pek az farkla vücuda getirildi. Bugün kız çocuklarımız belki herşeyi okuyor anlıyor biliyor tanıyor fakat bu kafi değil o hanım sonra ev sahibesi müdiresi olamıyor. Evini idare etmek bilmiyor çocuğunu büyütemiyor; fena cahil kadınların göreneğin tavsiyesine göre büyütüyor. Bize memlekete cılız adi nesiller hazırlıyor. Zevcini memnun edemiyor müsrif oluyor aileyi bir gün sefalete sokuyor... Çok kere yeni gelin güveyler ilk saadet izdivacları aylarında bedbaht oluyorlar dargın oluyorlar nihayet ayrılık vaki’ oluyor. Hayat-ı ailemizde tesadüf edilen bu haller atimiz için bir cerihadır. Fransa’da aile hayatından müteneffir ve bunun neticesi olan tenakus-ı nüfus ve ahlaksızlık bu vechile zuhur etmiştir. Fransa’da bir kadının hane idaresini bilmemesi ve sefahate meclub olması bütün kız mekteplerinde verilen ve kız mektepleri için kabul edilen fena terbiyeden ileri gelmişidi. Rüşdiye kız mekteplerimizde el’an kabul edilmiş olan program Fransız programlarının bi-tamamiha aynıdır. Bu programlar mes’elesi ehemmiyetsiz adi bir şey gibi görünüyor aid olduğundan Maarif Nezareti vicdanını önüne koyarak bu mes’ele ile iştigal eylemelidir. Bir kız Amerika’yı Avusturya’yı pekiyi tanımasın mesail-i riyaziyye halledemesin şiirler inşad edemesin Fransızca Almanca konuşamasın. Güzel bir tablo resm edemesin uşşak peşrevinden dem vuramasın Mozar[t]’ın Handel’in Tartini’nin Şuma’nın bir parçasını çalamasın fakat çocuğunu giydirmesini besilemesini büyütmesini bilsin evinin masrafını varidatını tanıyarak ona göre umur-ı idareyi eline alabilsin akşam yorgun gelen zevcini memnun ve onun alamını teskin düşüncesine iştirak edebilsin memleketine çalışkan müteşebbis uzuvlar evladlar yetiştirebilsin... Kızlarımızı iyi yetiştirmek için mekteplerimize ba-husus ların terbiyesi ana mekteplerinden ihtiyat sınıflarından ibtidai mekteplerinden başlar. Kızlara buralardan i’tibaren oyunlarında bile terbiye-i beytiyyeye şümulü olan münasebeti bulunan mevad gösterilmelidir. Bizde en büyük kız mektepleri hal-i hazırda rüşdiyelerdir. Bu sebeple kız rüşdiyelerinin programını terbiye-i beytiyye dersleriyle karışık tanzim etmeliyiz. Bence şöyle bir program yapılmalıdır: Ulum ve terbiye-i diniyye Osmanlı lisanı terbiye-i etfal hıfzıssıhha çocuk büyütmek idare-i beytiyye yemek pişirmek terbiye-i bedeniyye jimnastik hesab tarih coğrafya mebadi-i ulum-i tabiiyye yahud durus-ı eşya resim dikiş dikmek ve biçmek ta’mir etmek ve yamamak ve nakış işlemek ve kola ve ütü yapmak gibi el işleri taşra kızları ve belki Bahçıvanlık ve ziraat işleri dersini lüzumsuz görenler olur farzıyla derim ki bir köylü ve kasabalı bizde mutlaka çiftçidir bu çiftçinin hanesi etrafında metruk mutlaka bir bahçesi vardır. Eğer evin hanımı çalışkan ve iş bilen olsa elbet o bahçe öyle metruk halde kalmaz. O bahçeden maddeten bahşeder. İyi ve saf bir hava hazırlar. Kezalik bu sayede kadının vücudu hareket ederek mecburi ve tabii bir jimnastik spor da yapmış olur. Tabii ki sayılan bu dersler gayet ameli eğlenceli şetaretli ve vesait-i ta’lim mebzul olarak verilmelidir. Eski tarzda verilen dersler genç kızları mektepte iken daha maraz-ı dimaği ve atalete mahkum eder. Faide yerine evlada ve ahfadına böyle fena bir terbiye sirayet ettirirler. Kızları ev kadını yapmak mes’ud aileler teşkil etmek için terbiye edecek mekteplerin çoğalması şayan-ı takdir ve teşekkürdür. Biz yakında bu yolda ve belki daha şümullü düşünülmüş kız rüşdiyeleri ve yeni teşekkül etmiş kız i’dadileri ve terbiye-i beytiyye mektepleri görmek isteriz. Umumen sergiden maksat milletlerin terakkıyatını ve sanayi’-i nefiselerini göstermektir. Avrupa’da sergiler iki türlü oluyor: Biri umumi sergi buna her taraftan iştirak ediyorlar ve bundan da iki türlü menfaat bekliyorlar: Evvela bu sergiler sayesinde milel-i muhtelife bir yere toplanıyorlar. Saniyen birbirlerinin sanayi’-i nefiselerine ve terakkıyatlarına vakıf oluyorlar. hud bir şehrin dahilinde olanlar iştirak ediyorlar. İşte bu yaz Süleymaniye Kız Rüşdiyesi Mektebi Hey’eti tarafından küşad olunmuş sergi de o cümledendir. Türkiye’de sergiler yapmak zannederim pek de adet olmadığından sergilere ehemmiyet verenler de oldukça azdır diyeceğim geliyor. Çünkü sergiye iki def’a gittim ise de sürü sürü sokaklarda gezen kadınlarımızdan hiç birine tesadüf etmedim. Elbette bu halleri düşünmek ve bunları teşvik etmek matbuatımızın vazifesi ise de her gün sütunlarını ufak tefek ehemmiyetsiz havadisler ile dolduran gazetelerimizden gerek bu sergi ve gerek bundan evvelki sanayi’ sergisi hakkında birkaç parlak da’vetnamelerden başka maatteessüf bir şey görülemiyordu. Değil Avrupa’da diğer medeni milletlerde hatta bizim Rusya’da bile her şehirde senede birkaç sergi oluyor ve gazete muhbirleri derhal o sergileri ziyaret ediyorlar. Bazılarını tenkıd bazılarını medh ederek makaleler yazıyorlar ve hergün sergilere girip çıkanlar hakkında da ayrıca ma’lumat veriyorlar. İşte bu güne kadar matbuatımızda bizim sergimiz hakkında bir şey göremediğimden böyle sergiler te’sis ederek milletimizin terakkıyat-ı sanayi’ini meydana koyan müdir bey müdire ve muallime hanımlara ve hediyeleri ile iştirak eden ashab-ı himmete kemal-i ihtiramla teşekküratımı arz ettikten sonra bazı acizane ihtaratımı da şuraya kaydetmek Serginin her yeri muntazam eşyalar da pek güzel yerleştirilmiş hususan bazı levhalar yorgan yastıkları başörtüleri ve bazı beyaz işler herkesin dikkatini celbedecek derecede güzel ve nefis idi. Sonra nakış işleri de güzeldi. Yalnız bazıları tabii çiçeklere benzemiyordu renkler uydurulamamıştı. Ben bunları sergide olan nazıra hanımlara söyledim. Onlar çocuk işi diye o kabahatleri çocuklara yüklediler. Bana kalırsa her bir çocuğa işlediği nakışların ne çiçeği ve ne yaprağı olduğunu ve renkleri nasıl olmak lazım geleceğini göstermek nakış muallimelerinin vazifesi olmalıydı. Bir ressam yapdığı resmin ne kadar tabii olmasına çalışıyorsa bir nakış muallimesi de tabiate muvafık olmaya o kadar çalışmalı. Nakış ressamlıkla bir derecede olup biri boya diğeri de iğne sayesinde meydana çıkar bir san’attır. Ve asıl sanayi’ de buna denilir. Bir de güzel biçimli gömleklerin dikişlerine daha i’tina etmek icab eder. Ben bu kadar bir şeyi tenkıd yahud muahaze niyetiyle yazmıyorum. Yalnız kemmel olmasını arzu ettiğimden bunları matbuat sütununda arz ve beyana cesaret ettim. Bununla beraber tekrar demek olundukta müdir bey hazretlerinin fevkalade gayrette bulundukları müdire ve muallime hanımların da kemal-i ihtimam şaallah gelecekte yapacakları sergiler daha mükemmel ve daha muntazam olur. Pek çok adamlar Rusya’yı uzaktan bakarak vahşi bir ayı der geçerler. Sonra yine pek hayli adamlar var ki Rusya’ya gidip de birkaç şehir ve beldeleri görecek olurlarsa fikirleri birden tebeddül eder. Şehirlerde olan asar-ı umran ve hayat-ı umumiyye nazar-ı dikkatlerini celbederek onları ta’mika sevkeder. Haricden gelip de yekten bir nazar edenler için bu böyledir bilhassa Türkiye ve şark aleminden gelenler için Rusya Devleti pek büyük terakkıye malik görünebilir. Filhakıka gösteriş dahi böyledir. Ve bu gösteriştir ki mahafil-i siyasiyyede dahi Rusya’nın mevkiini muhafaza etmiş ve etmektedir. Acaba nefsü’l-emirde dahi böyle mi? Bu ma’lumat karin-i hakıkat mi? Buraları elbette cay-i mülahazadır. Rusya’ya umumen haricden sathi bir nazar olunursa hiç şüphe olunamaz ki Rusya Devleti gayet müdhiş cesim bir devlettir ki düvel-i muazzamadan birini düşündürdüğü gibi Bilhassa Kont “Vitti”nin Maliye Nezareti’nde bulunduğu son senelerde Rusya’nın bütçe rakamları milyarları gösterince tinden adeta korkarcasına siyaset ta’kıbine mecbur kaldılar. Bilhassa şark mesailinde Makedonya mes’elesinde hemen hemen Ruslar’ın sözleri söz dedikleri karar-ı kat’i derecesini bulacaktı. Bereket versin o arada ara yere bir Japon-Rus muharebesi girdi. Dahili bazı hareketler oldu da biraz Rusya Devleti’nin satvetini tahdid etti. Herkes için Rusya Devleti hakkında bir dereceye kadar serbest serbest beyan-ı efkar edecek kadar cesaret geldi. Maamafih ben demek isterim ki yine Rusya Devleti’nin hakıkatini mahiyet ve hüviyetini layıkıyla bilenler pek az bulunurlar. Rusya Devleti’ni Afrika çöllerinde bulunan “nebek” ta’bir ettikleri ağaca benzetmek isterim. Uzaktan bakar isek gayet güzel ve gayet kalın. Gölgesi de olacak odunu da olacak gibi görünür pek cesim bir ağaçdır. Yanına gelir de bakarsanız kalmamış yalnız kabuktan ibaret tepesinde de birkaç dal var. İstifade olunacak gölgesi olmadıktan ma’ada yanına varılmak için de tereddüd olunur ki üzerine çökmesin. Zannederim kariin-i kiram birden bire Rusya Devleti için böyle bir misali pek baid görecekler belki de inanacakları gelmez. Şu sebepten biraz izahat i’tasını münasib gördüm: Devletlerin terakkı ve te’alileri için ekseriya maarif sanayi’ maliye ve askeriye cihetleri nazar-ı i’tibara alınır. Ben de bu cihetlere biraz atf-ı nazar edeceğim. Evvela Rusya’da milletler Ruslar nazarında ikiye taksim olunur: Birincisi büyük Rus kavmi. İkincisi de “İnarodis” ta’bir olunan gayr-i Ruslardır. Bizim için Rusya’da ibtidaiye maarifinden bahs olunduğu sırada yalnız Rusların maarifine bakmak icabeder. ziyanına hizmet edecek maarifdendir. Ruslar’da okuyup yazmak büyük Rus kavmine nisbet olunduğu takdirde yüzde üçtür. Zannederim bu cihet layıkıyla mülahaza olunursa Rusya Devleti ahvali ve istikbali bir derece keşf olunabilir. Okuyup yazmak inarodislerde yüzde altmış sekizdir. ten elli dörttür. İşte bu rakamlar nazar-ı i’tibara alınmaya şayan ve hatırı sayılır rakamlardandır. Rusya’da on iki darülfünun olup mecmuunda takriben otuz beş bin talebe bulunur. Burada inarodisler de beraberdir fakat bu bi-çare talebe o kadar fesad-ı ahlak ile mübteladır ki herhangi darülfünuna bakacak olursanız yüzde ellisi kü’ul ve frengi kurbanlarıdır. Bu elli mutlaka mektebi ikmal edemez. Bakı on yedi bin talebeden tabiatıyla mektebi ikmal edemeyecekleri dahi ihrac edelim. Bakiyyesinin nısfı inarodis oldukları cihetle hükumet bunlardan Ve zaten bir kısmını da hükumet kendi istihdam etmez. maarifin derecesini ta’yin bu kadarcık bir nümune kafidir. Sanayi’e gelince ben sanayi’i ta’dad etmek istemiyorum. Belki sanayi’e mikyas olmak üzere bunun aksini belki tamamen zıddı olan hapishaneleri göstereceğim: Bugün Rusya’da hapishanelerin ve mahbusinin adedi darü’s-sına’a değil umum mekteplerin adedine mukabildir. Rusya’da en müterakkı bir aile var ise o da hapishane ailesidir. Rusya’da hiçbir belde ve kasaba yoktur ki onun geçen sene bina olunmuş hapishanesi bu senenin mahbuslarıyla Rusya’da hiçbir hapishane yoktur ki her sene binası tevsi’ olunmasın. Mahbusların adedi her sene yüzde yirmi tezayüd eder. Türkistan ve Sibirya hapishaneleri ise şayan-ı hayrettir. Asıl dünyanın en büyük hapishaneleri Sibirya’dadır. Sibirya’nın bazı mahbeslerinde on beş yirmi bin bazılarında kırk elli bin mücrim bulunur. Bunların da rakamları her sene terakkı ettikçe Rusya Devleti’nin mahiyetini zannederim bir derece gösterebilir! Rusya’nın maliyesine gelince bugün bu devlet-i muazzamanın on dört milyar ruble borcu var. Sekiz milyarı mütecaviz yalnız Fransızlara medyundur. Bu meblağın faizini te’diye etmek için her sene dört yüz milyon rubleye karib bir akçe yine Fransızlar’dan istikraz ederler. Bil-mukabele Ruslar’ın da sevecekleri tabiidir. Fi’lhakıka Rusya’nın gayet büyük ihracatı vardır. Fakat o nisbette de idhalatı var. En büyük ticareti de müskirat ticaretidir. Bu yüzdendir ki Rusya’da gittikçe millet fakr ü zarurete doğru yuvarlanıyor. O hapishanelerde gördüğümüz erkamın başlıca sermayesi de bu yüzdendir. Yüzlerce tüccarın her sene milyonlarla top atması yine bu yüzdendir. Dahilen ticaretin kısm-ı a’zamı ecnebiler eline geçmesi dahi bu yüzdendir. Rusya’da büyük ticaretler danyeliler elinde olup şirketlerin de ekserisi onlarındır. Burada hatırıma geldi Araplarda bir darb-ı mesel vardır: derler. Bu da Ruslara ticarette mısdak olabilir zannederim. Gelelim cihet-i askeriyyesine: Askerin ruhu zabitandır. Zabitanın da kaymağı Petersburg’dadır. Binaenaleyh Petersburg beldesinde Rusya’nın merkez-i medeniyyetinde bulunan zabitan ahvaline atf-ı nazar edeceğim. Petersburg’da hiçbir zabitin maaşı sefahetini te’min edemez Petersburg’da ne kadar sefahethane var ise bunların kaffesinde kalabalığın kısm-ı a’zamını zabitan-ı askeriyye teşkil eder. Bilhassa gece yarısından sonra bir istatistik tutulacak olursa mevcud süfehaya nisbetle yüzde otuz zabitan-ı askeriyye yirmi beş darü’lfünun talebesi yirmi beş me’murin-i saire üç tüccar altı zadegan mütebakı milel-i muhtelife olacağı birçok def’alar tahmin olunarak alem-i matbuatta miraren gösterilmiştir. Şunu dahi ilave edelim: Bundan altı sene mukaddem Rusya’da yüz seksen bin kadar mahbus siyasi müttehemleri bulunuyordu. Şimdi ne dereceye varmıştır bilemiyorum! sonra Rusya Devleti’ne ciddi bir nazar ile bakacak olursa: Tamam Afrika sahrasında bulunan nebek ağacını gözönüne getireceğinde şüphe kalmaz zannındayım. Benim bu babda daha pek çok şevahidim var icab-ı hale göre daha pek mufassal makaleler de yazar ve Novoye Vremya gazetesi sahibi Cenab Sovorin Ağa’nın hayal makinelerine yağ sürebiliriz. Esasen Sovorin cenabları milliyyet ne olduğunu takdis etse idi Ruslar’a Tatar adaveti tohumunu ekmezdi. Belki Rusları hüsn-i ahlaka da’vet ederdi. Yahudiler’e “Bağrum” katl-i am tavsiye edeceği yerde Ruslar’a insaf tavsiye ederek Zaskan Bankası’nın Rusya Devleti’ne her sene yükletmekte olduğu milyonların mahall-i sarflarını sual ederdi. Sovorin cenabları filhakıka Rus milleti içinde asırların yetiştirdiği bir dahi olmagla beraber esasen gençliğinde karye mahsulü olduğu cihetle siyaseti inarodislere gayr-i Ruslara adavetten ibaret zannetmesinde ma’zurdur. Şu sebepdendir ki bizim hakkımızda miraren garazkarane makaleler neşr ettiği halde biz de kendilerine mukabeleye lüzum görmedik. Hiç şüphesizdir: Novoye Vremya gazetesi Rusya hükumet-i hazırasının mürevvic-i efkarı olan nim resmi bir gazete olduğu inkar olunamaz. Böyle bir mühim gazetenin sahibi “köy mahsulüdür..” denilemez. Novoye Vremya yalnız Rusya hükumetinin mürevvic-i efkarı değildir. Belki Islav Komitesi’nin dahi yegane vasıta-i efkarıdır. Demek olur ki böyle bir gazetenin mevki’-i siyasiyyesi oldukça haiz-i ehemmiyyettir. Köylerde bakla yetiştiği gibi yapılırsa baklava da olur. Novoye Vremya gazetesinden naklen Sabah Gazetesi’nin fi Temmuz tarihli nüshasında hikaye olunan makale sırf bir taassub-ı fikri eseri olduğu kariince bi’l-bedahe meşhud olacağı cihetle tamamını değil ancak bazı cihetlerini arz edeceğim. Evvelen- Ruslar’ın şimdiye kadar hayat-ı İslamiyye’yi tedkık etmemiş oldukları cihetle kendilerine prenslik verilmiş olduğunu beyan ediyor ki: Bu söz İslamlardan ziyade Rusya Devleti’nin hazakat-i siyasiyyesine ve maamafih hakayık-ı tarihiyyeye muhalifdir. Ruslar İslamlarla bir memlekette oturdukları temasda bulundukları zamandan beri müslümanların ahval-i ruhiyye ve hayat-ı ictimaiyyelerini pekiyi bilmişlerdir. Ve bu bilmek sayesindeki kurdukları dolap kullandıkları planlar vasıtasıyla müslümanlarla meskun birçok kıta’atı yed-i istilalarına almışlardır. Bu hakıkatin en büyük ve en son şahidi alel-husus Kırım şibh ceziresinin Rusya tarafından ne suretle elde edilmiş olduğu hakkındaki sahaif-i tarihiyyedir. Sahaif-i tarihiyyeye bile hacet olmaksızın o zamanlara yetişmiş olan babalarımız dimağlarında menkuş olan hatıralarını bize okumuşlar idi. Sahib-i makale İslamlar’ın hayat-ı ruhaniyelerine mahiyeti arz olunan işte o adem-i vukuf eseri olmak üzere kendilerine serbesti-i tam verilmiş ve kendi mekatib ve medaris-i mezhebiyyelerinde tahsil etmelerine müsaade kılınmış olduğunu beyan ediyor. Asr-ı ahir sonlarına kadar Rusya pılmamış ve mekatib ve medaris-i atika bakaya-yı nadiresinin yetiştirebildiği okur-yazar adamlar aklen ve adeten icab eden mikdarın yüzde birini geçmemiş ahalinin bu yüzde birden ma’adası kamilen cahil kalmış olduğu Rusya memalikinde yalnız müslümanlar hakkında ne derecelere kadar serbesti-i maarif cereyan etmiş olduğunu delil-i bahirdir. Hele Rusya’da hürriyyet-i vicdan i’lanını müteakib yalnız Volga civarında kırk dokuz bin mutanassırın İslamiyyet’e avdet etmiş olmasına dair olan beyanatı Rusya’daki mış ve o tazyiklerin eseri olarak İslamiyet’i senelerce ve belki asırlarca vicdanlarının en mahfi köşelerinde saklamaya zahiren hıristiyan isim ve hüviyeti göstermeye mecbur kalmış ne kadar yüz binlerce bi-çareler bulunmuş olduğuna Rusya’da pek resmi olan i’lan-ı hürriyeti müteakib yalnız bir mahalde kırk dokuz bin mikdarının vicdanlarının iç yüzünü gösterebilmiş yine İslam olduklarını izhar edebilmiş olmalarına pek vazıh bir i’tiraf ve pek celi burhandır. Asr-ı ahirin altmışıncı senesine doğru alem-i İslam’ın asırlardan beri daldığı uykudan uyandığını gördüklerini ve bu işte evvela Türkiye’de teşkilat-ı idareyi tecdid etmek isteyenlerin başladığını yazıyor ki muharririn ne kadar yanıldığını ve ta’bir-i sahihle ne yanlış bir suret göstermek istediğini Çünkü: Türkiye’de teşkilat-ı idareyi tecdid etmek isteyenler yalnız Türkiye’de yalnız teşkilat-ı idareyi tecdid etmek ve bila-tefrik-i cins ü mezheb bütün Osmanlılar’ın refah ve saadetlerini te’min eylemek istemişler ve memalik-i Osmaniyye’nin haricindeki müslümanların ittihad ve terakkılerine veya İslamiyet’in te’alisine dair teşebbüs değil tefekkür bile edememişler ve sırf Osmanlılara mahsus olmak üzere tecdid-i usul-i idareye asr-ı ahirin altmışıncı senesinde değil ancak üç dört sene evvel muvaffak olabilmişlerdir. şu’besi bulunmuş ise cem’iyetin esas-ı teşekkülüne nizamat ve programına muhalif ve hakıkate münafi kulplu kulaklı bir yalandır. Orenburg Cem’iyyet-i Ruhaniyyesi dediği o havalinin mahkeme-i şer’iyyesi olup altı milyon nüfus-i İslamiyye’nin umur-i ruhaniyyelerinin merci’idir. Altı milyon nüfus için mahkeme bile çok görülürse artık hissiyat-ı insaniyyenin derecesini mizan etmeli. Bu mahkeme milletine ısındırmak fikriyle te’sis olunmuş ve o fikir ve maksada da çok yardımı olmuştur. Zaten muharrir müslümanlara emniyet edilmek an’anatı tarihiyyesini -şimdi i’timad edilmemek icab edeceğine dair olan fikr-i taassub-karanesinin te’yidi sadedinde- i’tiraf ediyor ki bu i’tirafın içinde müslümanlardaki efkarın her vakit salim her vakit mutavaat-perver olduğu mündemicdir. Muharrir “Kur’an-ı Kerim”in ehl-i İslam’a hıristiyanlarla sulh ve meveddette bulunmamalarını ve bila-tevakkuf onlarla cidalde olmalarını ve onlara karşı ibraz-ı şiddet eylemelerini emrettiğini ale’l-ıtlak söylemesi bilmeyerek değil bilerek bir bühtan-ı azime cür’ettir. Muharrir müslümanlarla temasda bulunmuş ve Kur’an-ı Kerim’ i veya tercümesini görmüş olması icab eden bir Rus yenler ile sulh ve müsalemeti tavsiye eden ve bila-tefrik-i cins ü mezheb umum insanlara ibraz-ı asar-ı niki ve şefkatle emr eyleyen yüzlerce “ayat-ı şerife”yi görmüş ve hiç olmazsa Ne kadar insafsızlık ki: Şu isnadatta iki nihayet üç asır evvel tabiiyyetlerine aldıkları müslümanların ekserinde ne din ne dil bırakmamış olan bu Ruslar bulunsun hem de Rusya müslümanlarıyla Osmanlılar’a karşı bulunsun. Rusya’nın öyle müslümanlarına karşı ki: Asırlardan beri kendilerine koyun gibi mutavaatta bulunmuş ve mutavaat uğrunda her türlü varlıklarını feda etmişlerdir. Öyle Osmanlılar’a karşı ki gayr-i müslim vatandaşlarına ettikleri hüsn-i muamele asarı olarak altı yedi asırdır içlerinde her türlü hukuk-ı diniyye ve ictimaiyyelerine tamamen malik olarak idame-i mevcudiyyet ettirmişler ve mülk-i Osmani’den haricdeki dindaşlarının uğradıkları hiçbir felakete karşı yalnız acımaktan başka bir şey yapamamışlardır. Muharrir cenabları insafa şu kadar yaklaşıyor da “tabi biz Rusya ahali-i İslamiyye’sinin kurun-ı vüsta halinden çıkarak alem-i medeniyyete dahil olmalarını arzu ederiz” diyor. Amma müteakıben şu şartları ileri sürüyor ki: Ahlak-ı hıristiyani Avrupa medeniyeti ve Rusya Devleti’nin esasatı. Bu şartlardan ikisine hele bir şey diyemeyiz. Birincisi yani ahlak-ı hıristiyaniyi müslümanlara kabul ettirmek acaba müslümanların müslümanlıklarına da pek sarih bir müdahaleden başka nedir bilemem? Sivas’dan − Selim Efendi-zade Mütercimi bulunduğu Hollandalı Dozi’nin Tarih-i İslamiyyet eser-i ma’huduna i’lan-ı cihad eylediği günden beri Sıratımüstakım’e seng-endaz-ı ta’riz olmak hissini bir türlü yenemeyen Doktor Abdullah Cevdet Bey geçen hafta çıkan Mehtab gazetesinde imzasız fakat kendisine has imla ile mutarraz “Tesettür Mes’elesi” ünvanlı bir bend neşretmiş ve bu makalesinde risalemize arasıra ithaf-ı asar eyleyen bir zat-ı muhterem canibinden mersul ve nüsah-ı sabıkamızın birinde münderic “Medeniyet-i İslamiyye” bendinin ma’ruz-ı tecavüz bırakılan noktalarından intihaz-ı fırsatla risaleye karşı beslediği hissiyat-ı kin ve garazı izhar eylemiştir. Muhterem doktorun ahz-ı sar yolunda bu derekelere sukutuna müteessir olmakla beraber tababetle iştigal eden bir zatın mesleği haricindeki mevzu’lara dair yazmaya rağbet edeceği eserlerin derin bir tetebbu’ mahsulü olacağında şüphe etmediğimizden büyük bir dikkat ve i’tina ile makaleyi tedkık ettik. Fakat zat-ı mes’ele namına şimdiye kadar bid-defeat söylenen sözleri tekrardan ve haric ez-saded yekdiğerini nakız efkar ve mütalaat-ı şahsiyye halitasından başka bir şey bulamadık. Garibdir ki muharrir-i makale “Bu memleketi yakacak yıkacak çürütecek bir illet var: Bu illet ahad-i nasın hoşuna gitmek merak-ı sefilidir. Söylenen söz akla mantığa ister uysun ister uymasın ortaya atılan da’va mın zevk ve idrakine uygun söz söylensin” diye şikayet ve teşhis ettiği marazın ser-amedan-ı musabininden bulunduğunu gösterir surette nazarımızda hevam-ı avamdan farkı melez bir terbiye-i Frengane ile perverişyab olarak hissiyat-ı necibe-i milliyyeden bi-nasib kalmaktan ibaret bulunan bazı müteferriclere hoş görünmek maksadının da makalesinde mündemic bulunduğunu gördük. İşte bu maksaddır ki muharrir-i makaleyi adem-i izahdan müstedel olduğu vechile mahiyet-i şer’iyye ve vaz’iyet-i hukukiyyesinden tamamıyla bi-haber bulunduğu bir mes’eleyi tesettür mes’elesini kurcalamaya sevk etmiş ve ratb ü yabis müddeiyat ile bi-ser ü bün mütalaalara sekameti bi’l-bedahe anlaşılır mugalatalara vüs’at-i cereyan verdirerek neticede ahz-ı sar ihtirasatıyla meşbu alude-i garaz u riya makale-i ma’hude vücuda gelmiştir. Hüviyetini saklayarak pak ve nezih kalemlerin iba ve mutearrızın bendini tahlil İslam’ın muhafaza-i haysiyyetini can ü gönülden arzu eder olduklarını lisanlarından eksik etmeyen bu kabil zevatın takmak istedikleri maskeleri yüzlerinden düşüreceği cihetle faideden hali kalamaz. Tesettür mes’elesi ser-namesiyle Mehtab’ın dördüncü nüshasının ser-sütununu teşkil eden makale atide birer münasebetle aynen nakl olunan bazı parçalarından istidlal olunacağı vechile altı esasa irca’ olunabilir: Balada aynen münderic şu hasbihal fıkrası bendin fatihasını teşkil ediyor ve Sıratımüstakım’e medeniyet-i İslamiyye makalesini yazan muharrir bu vesile efkarını muhafaza eden ashab-ı namusa mebzulen isnad olunagelen töhmet-i irtica’ ile ithama layık görülüyor. Çünkü bu fıkrayı velyen birer münasebetle şu cümlelere müsadif oluyoruz: “Bu illetle ma’lul olan bir efendi” ve “biz böylelerle münakaşaya girişmek arzu edecek tabiatte değiliz” ve “fakat bu adam bilerek yahud bilmeyerek hakıkati tahkır ediyor. Ve bizim ictihadımıza göre sefil ve mülevves bir irtica’ oyuncağıyla oynuyor ve medeniyet-i İslamiyye namına söylediğine delil olmak üzere ayat-ı Kur’aniyye’yi münasebetli münasebetsiz yekdiğeri arkası sıra diziyor” ve “hangi asırda yaşadığını küre-i arzın neresinde bulunduğunu metbuu olan devletin nasıl bir devlet olduğunu düşünmeyen veya düşünemeyen muharrir-i dini efendi” ve “kuzum hoca efendi başındaki o beyaz sarığın ipliğini yapan tülbendini dokuyan Avrupa medeniyet-i hayvaniyyesidir Avrupa medeniyet-i hayvaniyyesi olmasa çakşırını dikmek için çuvaldız kullanmaya mecbur olursun belki elindeki kalem her halde üzerine dalalet döktüğün medeniyet-i hayvaniyye dediğin Avrupa medeniyyetinin sayesinde vücud bulmuştur.” Şahsiyat karıştırılmaksızın muhataba birçok tahkırler ve tezyifler fırlatmaksızın memleketimizde tenkıd makaleleri yazılamıyor diyenler ve hatta Tarih-i İslamiyyet’e karşı yazılan reddiyeyi bu noktadan muayyeb görenler feylesoflarının mütefenninlerinin vücudlarıyla iftihar eyledikleri güzide münevverü’l-fikr büyüklerinin selika-i tenkıdini gelip görsünler tesettür mes’elesini tedkık edecek Sıratımüstakım’de muhalif-i hakk u hakıkat diye telakkı ettiği makaleyi tenkıd eyleyecek kalemin zat-ı mes’eleye temas etmeksizin muharririnin çakşırına varıncaya kadar şahsıyla uğraşıldığını nihayet birkaç müteazzimane mütehekkimane cümlelerle guya hall-i mes’ele olunmuş gibi makale-i tenkıdiyyeye nihayet verdiğini anlasınlar da kaidesine tevfik-i hareket eyleyenlere nafile yere ta’riz edip durmasınlar. İşte memlekete ders-i irfan verecek usul-i tenkıd ve münazarayı öğretecek efkar-ı münevvere ashabından olmak üzere tanıtılmak Ümid-i istikbal olan gençler için doğrusu ser-meşk olacak güzel nümuneler!.. Müsevvikun-leh olmak için ahz-ı sardan başka bir maksad mutasavver olmayan şu ta’rizleri bendin her tarafına serpilmiş bir halde görüyoruz. Hevam-ı avamın zevk u idrakine uygun söz söylemek illetiyle ma’lul olan bir efendi “inkişafına muvafık zemin olan bir mecmua-i üsbuiyyede Sıratımüstakım’de tesettür-i nisvandan dem uruyor” deniyor sonra bir münasebetle “Müslümanlığın bize çoktan veda’ etmiş olduğuna en faci’ delil Sıratımüstakım ’de o yazılara yer bulunması” fıkrası terdif olunuyor ve kemal-i istihfaf ile gah “ Sıratımüstakım muharririnin maka lesinden bir iki satır daha alıyorum” ve gah “Müslümanlar akıllarını başlarına serian ve acilen toplamaz ve Sıratımüstakım muharriri efendinin medeniyet-i hayvaniyye diye tav sif ettiği medeniyet ile mütemeddin olmazlarsa çıldırmaklar na-mütenahi devam ve tevessü’ edecek..” zemininde idare-i kelam ile muharrir-i makale hakkında reva görülen tahkırat Sırat’ın şahsiyet-i ma’neviyyesine de teşmil ediliyor. Müte fekkirinimizin ve ba-husus tababet gibi ciddi bir meslek müntesibinin beray-ı irşad lüzum gördükleri neşriyatta müte’ali bulunmaları iktiza eden ağraza ihtirasat-ı adiyye-i beşeriyyeye kapıldıklarını görmek hakıkaten pek ye’s-averdir. Üç senelik neşriyatıyla vatanın vüs’u derecesinde naçiz fakat nafi’ bir hadimi olduğunu yar u ağyara tasdik ettiren bir İslam gazetesinin şahsiyet-i ma’neviyyesini tezlil edecek ta’birata cevaz göstermek derekesine sukutları ise istikbal-i memleket namına iyi bir beraat-i istihlal olmasa gerektir. Yani Abdullah Cevdet Bey’in daima teberri edegeldiği ve devr-i istibdadda Viyana Sefareti’ndeki me’muriyetten tebaüde bile sebep gösterdiği hususata bu makalelerinde fi’len müsaid bulunmalarıdır ki şöhret-i şayi’alarıyla gayr-i kabil-i te’lif bir tezad teşkil eden şu hale karşı hayretten kendimizi alamayız. Bakınız koca doktor ef’al-i beşer için ahkam ve takayyüdat-ı kanuniyyenin mer’i bulunduğu bir muhitte müddei-i umumilik teşkilatı mevcud olan bir mahalde vazife-i kanuniyyesini Divan-ı Harb-i Örfi’nin her gün asarı birer suretle meşhud olan tedkıkatı karşısında “fesad-amiz olan bu neşriyata Harbiye nazırı ve Adliye ve matbuat-ı münevvere nasıl susar” diye bizi Harbiye nazırına ve Adliye ve matbuat-ı münevvereye jurnal ediyor. Sıratımüstakım hey’et-i tahririyyesi canibinden fesad-amiz neşriyatta bulunmak cürmünün irtikab edildiğine kanaat getirerek bu yüzden kendisini şahsen mutazarrır gören zatın ale’l-usul resmi bir ihbar veya şikayetname yin-i madde etmeksizin neşriyat-ı vakıanın fesad-amiz olan cihatını göstermeksizin gerek Divan-ı Harb-i Örfi’nin ve gerek müddei-i umuminin re’sen ta’kıbine salih bulunduğu bir cürmü kanunen muayyen usul haricinde ihbar etmenin ne nam ile telakkısi icab edeceğini kariin-i muhteremeye bırakırız. Makaledeki sütur-ı atiyyenin mevzu’-ı mes’ele ile hiçbir münasebeti görülemediğinden maksad- ı istihfafı te’minen “Müslümanlığın bize çoktan veda’ etmiş olduğuna en faci’ delil Sıratımüstakım’de o yazılara yer bulunması bu memlekette o sözleri dinleyenlerin pekçok olmasıdır.” Ve “Görünüyor ki müslümanlık gah kadınların carı altına bir mürg-i vahşi gibi saklanmış bulunuyor gah da alet-i tenasül üzerinde gulfe denilen cild-i müstatilin maktu’iyyet veya mahfuziyeti ile teayyün-pezir-i vücud oluyor” ve “Bugün gelen bir telgraf Alman’ın Fransız’ın İngiliz’in İspanyol’un pençelerinde bir kurbağa yavrusu gibi kalan Fas Sultanı Mulay Hafiz’ın çıldırdığını haber veriyor. Müslümanlar akıllarını başlarına serian ve acilen toplamaz ve Sıratımüstakım muharriri efendinin medeniyet-i hayvaniyye diye tavsif ettiği medeniyet ile mütemeddin olmazlarsa çıldırmaklar namütenahi devam ve tevessü’ edecek ve o medeniyet-i hayvaniyye dediğiniz medeniyetin tarsini için kullanan hay vanat olduğumuz iş işten geçdikten sonra anlaşılacaktır.” Tesettür mes’elesi nedir? Şer’an mahiyet-i tesettür neden görülmüştür? Şekl-i meşruuna nasıl irca’ olunabilir! Nisvan-ı sefahatin memleketimizde kadınların emr-i tesettüründe husule getirdiği şekl-i acibin iras eylediği mazarrat-ı ahlakıyye vatanı hufre-i izmihlale sevk ettiği şu sıralarda elbirliğiyle ne gibi çarelere tevessül edersek bu da’-i udalin önü alınabilir. tahririne hame-ran olduğu makaleden buralarını öğrenmek lenin mevzuu olması iktiza eden nikatı tamamıyla meskutün-anh bırakarak gah milyonlarca İslam’ın muhterem tanıdığı bir hükümdarı kurbağa yavrusu teşbih-i beşi’iyle yad ve gah medeniyet-i hayvaniyye denilen medeniyetin tarsini yin ile te’mini kabil bir neticeyi unf ü şiddet-i tahkır ve istihfaf Bir fen müntesibinin mesleğine hizmet emeliyle ihtisası bulunan mevzu’da yazı yazmasını o fenne hahişi olanlara gibi ictimai bir mevzu’ telakkısiyle kendini mes’elede alakadar addeden zatın müktesebatından vatandaşlarını müstefid etmeye çalışmasını takdir ederiz fakat ta’yin ettiği mevzu’ hakkında ilmi hiçbir tedkıkatta bulunmaksızın ve müktesebat-ı mefruzasını asla isti’mal eylemeksizin ruz-merre sahaifi imla mecburiyetinde kalan bazı yevmi gazete muharrirlerinin şöylece masa başında ma-hazardan vücuda getirdikleri makaleler kabilinden yazıları doğrusu doktorun sit-i ilm ü faziletine yakıştıramayız. Amma maksad bu da’-i udale çare-i yegane olmak üzere ref’-i mesturiyyeti tavsiye lemeleri lazım gelirdi ki o zaman bizim için şimdiki şekl-i acibi değil esas-ı mesturiyyeti inkar kabil olamayacağı yani muhadderatımızla cem’iyet alemlerine dahil olacağız diye siyasi ve iktisadi bütün menabi’-i hayatiyyemizi tevdi’ ettiğimiz gibi zevce hemşire kızlarımızı kendi ellerimizle aguş-ı ecanibe teslim bizim için katıbeten müstahil bulunduğu cihetle muvafık muhalif vaz’iyetlerimiz daha iyi teayyün etmiş olurdu. Halbuki makalede bu hususa dair sarahate tesadüf olunmuyor. Muhterem doktor Türkiye’nin bekasını İslam’ın muhafaza-i haysiyyetini can ü gönülden arzu edenlerin yapacağı bir şey varsa o da hoşa gidip gitmeyeceğini düşünmeyerek ve kailin tel’in veya takdir edileceğini hatıra bile getirmeyerek: “Hakıkat kadar bence yoktur güzel hakıkattir ancak dilaviz olan diyerek hakıkati i’la hakıkati zafer-yab etmeleri zamanı gelmiştir” dediği halde hakıkatin ne olduğunu bir türlü söylemiyor yok bu hakıkati “Hakıkı müslümanlığın murad ettiği mesturiyet başka müslümanlığı ma-la ya’niyatta ve ma-la yukalatta arayan ham ervahların zu’m ettiği mesturiyet yine başkadır” ibaresiyle lığın murad ettiği mesturiyeti izah eylemeleri lazım gelirdi. Halbuki evvel ve ahir sızlandığımız vechile “Tesettür Mes’elesi” bendi maatteessüf bu kabil mevzuat-ı ilmiyyeden acınacak derecede üryan bulunuyor. Tesettürle siyasiyat arasındaki revabıtı kıllet-i ihatamızdan olsa gerek ki bir türlü kavrayamıyoruz. Tesettürün vücud ve ademi Fas’ın İran’ın Devlet-i Osmaniyye’nin mesalih-i siyasiyyesinde ne suretle alakadar bulunuyor burasını muhtac-ı ber-vech-i atidir: “Müslümanların başka bir derdi kalmamış mıdır ki çarşaf ki Marakeş’in İran-ı viranın hüsranını görmüyor. Görmedi mi yumruk kadar Karadağ’ın Osmanlı İmparatorluğu üzerine galebe-i ma’neviyyesini evet neden korkmalı ve niçin hakıkati ketm etmek günah-ı kebairini irtikab etmeli Malisör mes’elesinde Karadağ’a bizim hükumetimiz ma’nen mağlub vaz’iyetinde kaldı. Bir halde ki harb i’lan etseydi İşkodra’yı Karadağlılar işgal ve zabt etselerdi bizim mağlubiyetimiz ve zıya’ımız belki bu kadar büyük bir hasar bu kadar çirkin bir şinaver olmazdı. Mağlub olduk ve bu kafada ısrar edersek yevm-i kıyamete kadar mağlub olacağız.” Müslümanların başka dertlerini efkar-ı basita erbabından bulunan Sıratımüstakım muharrirlerinin mevzu’-bahs etmeye muktedir olamayacakları derkardır. Fakat acaba Abdullah Cevdet Bey gibi efkar-ı münevvere ashabı siyasiyat ve ictimaiyatta icale-i kaleme kendilerini salih buldukları halde niçin üç senedir müslümanların terakkısine ve tekamülüne mani’ esbabı tedkık ve izah etmediler. Mütefekkirin-i lerine müterettib olan irşad-ı ümmet vazifesini ifa ederek müslümanların mevki’-i siyasi ve ictimai ve iktisadilerini i’la edecek vesait ve vesaili ihzar ve tehyi’e veya hiç olmaz ise neşriyat-ı mütevaliyye ile efkar-ı ümmeti ikaz ve tenmiye buyurmadılar. Metbu’u olan devletin nasıl bir devlet olduğunu düşünen muharrir-i ictimai efendi memalik-i Osmaniyye’deki ğunu niçin nazara almıyor. Anasır-ı gayr-i müslimenin muntazam teşkilat-ı milliyyelerine karşı aynı silahı selahiyeti haiz olmayan zavallı müslümanların alem-i sa’y ü cidalde onlarla nasıl müsabakaya girişebileceğini niçin takdir etmiyor. İşte büyük dertlerden biri. Doktor bunu tedaviye neden şitab etmiyor. İctihadı birçok kusur ve zühulleriyle beraber bugün memleketin yegane nazımı bulunan ve bi-inayetillahi teala aziz vatanı hiç olmazsa İran ve Fas vartalarına düşmekten vikaye eyleyen kuvvete karşı muhalif gazetelerin ser-sütunlarında neşriyattan hali kalmayan Abdullah Cevdet Bey niçin bu mevzu’a yanaşmıyor. Doktor söyleyiniz. Madem ki ediyorsunuz madem ki ümmeti irşad için kendinizde bir selahiyet buluyorsunuz madem ki bu maksada çalışması sunuz o halde hasbe’l-hamiyye mücahedatta bulunmak vazifesi sizin için teayyün etmiyor mu? Mücelledat vücuda getiren fazıl kaleminiz için bu yolda yazılar yazmak kabil olmuyor mu? Binaenaleyh size sorarız bu vazifeyi ne zaman hayat ve istikbaliyle alakadar olan meb’us intihabı mesailinde te’min-i muvaffakıyyet edeceğini sizin gibi efkar-ı münevvere ashabının pekiyi idrak etmesi lazım gelirken başta fetva emini olduğu halde müftiler silsilesini kuvve-i icraiyye erkanından olan şeyhülislama tabi’ ve koca fetva eminini iki satır inha ile azl tehlikesine ma’ruz bulundurmaktan kurtararak silsile-i iftanın istiklalini te’min ve esbab-ı şer’iyyeden dolayı ma-fevk canibinden hacr olunmadıkça la-yen’azillikleri esasını vikaye için ne zaman bir iki makale yazmak külfetine katlandınız? Menafi’ ve hukuk ve maarif-i milliyyeye tealluk eden hususatta anasır-ı sairenin iddia edegeldiği hukuk ve imtiyazattan hükumetce şayan-ı kabul görülenlerinin ma’neviyyesinin de bunlardan müstefid olmasını te’minen ne gibi mücahedatta bulundunuz? İslamların muhafaza-i haysiyyetini can ü gönülden arzu ettiğinizin alaim-i zahiresi yalnız müslümanların izzet-i nefsini kesr edecek ta’birat ve midir? İslamların muhafaza-i haysiyyetine sa’i münevverü’lfikr ricalinden olmak üzere telakkı olunduğunuz halde mehd-i meşrutiyyet olan İngiltere’de hükumetin mütedeyyin bulunduğu dinin yirmi sekiz kişiye baliğ olan rüesası Lordlar Kamarası’nın a’za-yı tabiiyyesinden addolunurken bizde de Hükumet-i Osmaniyye din-i resmisinin İslam olduğunu meclis-i umumisinde de tecelli ettirmek için hiç olmazsa fetva emininin hey’et-i a’yanın uzv-ı tabiisi addolunmak suretiyle kanıyla canıyla bütün mal ü menaliyle bu devleti vücuda getiren ekseriyetin haysiyet ve hubb-i nefsini tatyib ve tatmin edecek netaic için i’mal-i fikr ettiğinize delalet eder ne gibi asar gösterdiniz? Milli mektepler milli müesseseler milli hastahaneler vücuda getirmek için ne gibi delaletlerde bulundunuz? Ezan’ken bu sesler uyan ki korkarım Vatan bir tanin-gah-ı nakus olur Diye hissiyat-ı diniyyeyi gıcıklayacak nazımlar tertil ve vasıta-i husulü olan ıslah-ı medaris emr-i mühimmine karşı nasıl bir vaz’iyyet aldınız? Ümmet-i muazzama-i İslamiyye’nin menafii namına çalışacak şimdilik yegane merci’ olan makam-ı celil-i Meşihat’in atalet ve betaetinden ne zaman bess-i şekvaya lüzum gördünüz? Kemal-i ihtişam ile açılan Tabhane Medresesi’ndeki fünun tedrisatının gülünç fakat o nisbette hazin netaicinden tesettüre karşı yaptığınız gibi bir nevha-i tazallum ve teessür izhar ettiniz mi? Tefrik-i vezaif kanunu layihasının mehakim-i şer’iyyeye hazırlamakta olduğu istikbali hukuk ve menafi’-i İslamiyye namına acaba hiç nazar-ı tefekkür ve teemmüle aldınız mı? Emval-i gayr-i menkule kanunu layihasının tasdiki halinde bu memlekette en çok toprak sahibi olan İslamlara iras eyleyeceği gayr-i kabil-i telafi mazarratları bir lahzacık olsun düşünmek külfetine katlandınız mı? Kesret-i tetebbuat ile istihrac ve tatbiki mesailde rüsuh ve melekelerini yar ü ağyara tasdik ettiren zevat-ı fazıla ma’nasız tahdid-i sin bahaneleriyle tekaüde sevk edilerek birçok mes’elelerde Avrupa hukuk-şinaslarına bile merci’lik etmiş olan fetvahane-i ali en mühim anasırını gaib ettiği sıralarda kuvve-i icraiyyenin şu hareket-i nahemvarını tenkıde lüzum gördünüz mü? Zannediyoruz ki gönülden arzu eden” bu mesailin kaffesinde kendini alakadar görür amma bunlara karşı şakk-ı şefe etmeyip de münhasıran kadınların çarşafıyla uğraşmaya kalkışır ise İslamlara yalnız tesettür mes’elesinde mi acıyorsunuz itab-ı musibine de hedef olur. Fakat ben doktorum böyle şeyler meslekten haricdir diyecekseniz o halde tesettür mes’elesi’nde Karadağ’a karşı hükumetin vaz’iyetini tenkıd hususunda kendinizi nasıl selahiyetdar buluyorsunuz. Herşeyden ziyade sükuna muhtaç olan zavallı vatanı tağyir-i hakayıkla nafile yere niçin dağdağalara veriyorsunuz. Avrupa’daki Mısır’daki mücahedatınızı birçok tehlikeler ve muhataralar göze alarak ta’kıb ederken bu yolda yazılan asarınızı hayat bahasına mütalaa eyler iken yevmen mine’l-eyyam Cenab-ı Hak muvaffak eder de meşrutiyetin i’lanıyla vatana avdet ettiğiniz zaman el birliğiyle çalışarak evvel ve ahir her türlü himaye ve sahabetten mahrum kalan zavallı İslamlar’ın hal-i pür-melaline çare-saz olacağınızı tahmin ederdik. Halbuki Kanun-ı Esasi’nin ahz ü istirdadına çalışan Rumeli’deki kuvve-i askeriyye ile kable’l-inkılab peyda-yı irtibat edemeyenleriniz vatana döner dönmez ittihad yerine ihtilaf bayrağı açtı. Meşrutiyeti bile hazımda müşkilat çeken halkımızın efkarını adem-i merkeziyyet muhtariyyet nazarıyla büsbütün teşviş eyledi. Ca-be-ca nazariyyesine revac verilerek ve ma’nasız mükabere ve inadlarla hissiyat-ı milliyye her fırsatta rencide edilerek zavallı memleketin başına Otuz Bir Mart hailesi getirildi. Maamafih bu felaketlere rağmen yine inaddan vaz geçmediniz. Vatanın haysiyetine tealluk eden nikatta da alaim-i tefrika göstererek hükumetin vaz’iyet-i hariciyyesini makalenizde ağız dolusu şikayet ettiğiniz hale kadar getirdiniz. Bütün bu yanlış hareketler kafi gelmiyormuş gibi şimdi de tesettür mes’elesini kurcalayarak aile hayatımıza su’-i kasdda bulunuyorsunuz. Vicdanınızdan olsun sıkılmadan bi-muhaba “müslümanların başka bir derdi kalmamış mıdır ki çarşaf ile gulfe ile uğraşılıyor” diye kolaydır. Elinizden geliyorsa kalbiniz hakıkaten iddia ettiğiniz gibi müslümanların muhafaza-i haysiyyeti arzusunu taşıyorsanız tarafınızdan mücmelen söylenip şu makalecikte tafsil ve teşrih olunan derdlere deva-saz olmanın çaresine bakınız. İşte o zaman vatanın bi-taraf evladına ciddiyetiniz hakkında kanaat verilebilirsiniz. Yoksa sizi de suret-i haktan görünerek de’aim-i İslamiyyet’i mahva çalışan menafi’-i İslamiyye bedhahı diye müslümanların tanıyacaklarına şüphe etmeyiniz. ki asıl zemin-i bahsi teşkil ederken doktorun pek az mazhar-ı lütfu oluyor. Koca makalede zat-ı mes’ele namına ancak şu satırlar görülebiliyor: “Mesturiyetin suret-i meşruasıyla Avrupa nisvanı nisvan-ı rad validemizi hemşiremizi kızımızı zevcemizi bir çuvala koyup ağzını bağlamak ve onları hayvanlaştırmak hiç değildir. Muallim Zihni Efendi hazretlerinin Meşahirü’n-Nisa’sını okuyunuz. Ulemaya icazet vermiş muharibin-i İslam’a müslüman hanımları göreceksiniz anlayacaksınız. Hakıkı müslümanlığın murad ettiği mesturiyet başka müslümanlığı ma-la ya’niyatta ve ma-la yukalatta arayan ham ervahların zu’m ettiği mesturiyet yine başkadır.” yiz ki kari’ ser-name-i makale ittihaz olunan mes’eleyi beray-ı tetebbu’ müracaat eyleyeceği şu bendin mütalaası neticesinde bildiğinden fazla ne öğreniyor. Mesturiyet çuvala koyup ağız bağlayarak hayvanlaştırmak değilmiş bunun aksini kim iddia ediyor. Kitaplar meydanda hukuk-ı nisvanın temami-i muhafazasını te’minen ulemamızın ne derecelerde muşikafane tedkıkat icra eyledikleri gözönünde. Kadınların nübüvveti bile kabul edilmiş. Yalnız mebna-yı halleri setr olduğu cihete iştiharı müeddi olan risaletlerine ihtimal verilememiştir. Hudud ve kısasdan maada hususatta kazalarının mer’iyyetine zehab suretiyle henüz Avrupalıların bile vasıl olamadığı derecede hukuk-ı beşeriyyelerine riayet olunmuştur. Hususiyet-i halleri de nazardan dur tutulmayarak erkeklerden fazla mazhar-ı hukuk ve imtiyazat oldukları da görülüyor. Mesela beş vakit cemaate iştirak mecburiyeti tahmil olunmuyor. Zevc ve mahremi bulunmadıkça fariza-i hac mek garamat-ı sultaniyyeyi vermek gibi erkeklerin mükellef bulunduğu vezaif kendilerine teşmil olunmuyor. Siyaseten nefylerinin muhadderelerini mahkemeye cebren ihzarın tecvizi cihetine gidilmiyor. Vücudları kaffeten mestur olmak lazım gelir iken yüzler el ve ayakları istisna ediliyor. Hızanede veled-i sagıri infakta erkeklere takdim ve tercih olunuyor. Bunlar şöylece hatıra gelen ahkam-ı fıkhıyyedir. Sahaifi risale müsaid olsaydı hukuk-ı nisvanın nazar-ı şer’deki ehemmiyet ve ihtiramını binlerce mes’elelerde akla hayret veren tedkıkat-ı amikalarıyla isbat ve izhar eden ulemamızın tetebbu’ları netayiciyle makalemizi tetvic fırsatını kaçırmazdık. Muallim Zihni Efendi hazretlerinin Meşahirü’n-Nisa eserleri diğer asar-ı muhalledeleri gibi hafıza-pira-yı ümmettir. Sahib-i bendin bu kabil asar-ı aliyeye incizabını işrab eden tavsiyesini yalnız bu noktadan cedir-i tezkar görüyoruz. Binaberin incizab-ı vakıın semeredar olması ümniyesiyle sahib-i makaleye deriz ki Muallim Zihni Efendi hazretlerinin Meşahirü’n-Nisa’sını okuduğunuz gibi yine müşarun eserlerini de gözden geçiriniz. Kadınlarımızı sevk etmek istediğiniz dereke-i ibtizale sukuttan vikaye için müşarun-ileyhin niz. Ümid ederiz ki o zaman ham ervahlar kulub-i kasiye gibi ta’birlerin muhadderatı alaik-ı tesettürden bi’t-tecrid mecami’-i ricale idhal etmek isteyenlerle memleketlerinden fesad-ı ahlakları dolayısıyla tard ve teb’id edilmiş koket mürebbiyelerin yetiştirdiği birtakım açık saçık sefil kadınların mazarratlarını bi-kaderi’l-imkan def’ ve izaleye çalışan hamiyyet-[me]ndan-ı ümmetten hangisine ıtlak olunmak lazım geleceğini iyice öğrenmiş olursunuz. Ağustosun on beşinci Pazartesi günü İran sefir-i cedidi cenab-ı müstetab- ı ecell Mirza Mahmud Han Mabeyn-i Hümayun’a azimetle huzur-ı Padişahiye kabul buyurulmuş ve hamil olduğu i’timad-nameyi zat-ı hazret-i Padişahiye takdim eylemişlerdir. tarihiyle canib-i seniyyü’l-cevab-ı hazret-i Padişahiye Rebiulevvel şehametlü İran Şahı hazretleri namına naibü’s-saltana Ebulkasım hazretleri tarafından irsal olunan namenin sureti: “Ba’de’l-elkab Şura-yı Milli Meclis Kanun-ı Esasi’nin inci maddesine tevfikan yeni naibü’s-saltana intihab etmek üzere Ramazan tarihinde ictima’ etmiş ve işbu makam-ı refi’a Nasırü’l-mülk Ebulkasım Han hazretleri ekseriyet-i ara ile intihab olunduğu ve ba’dehu Rebi-i evvel tarihinde dahi bu babda icab eden muamelat-ı kanuniyye ifa olunarak naib-i müşarun-ileyhin zimam-ı umur-ı memleketi yed-i temşiyyetine aldığını zat-ı şevket-simat-ı hazret-i tacdarilerine keteyn beyninde teyemmünen mevcud olan revabıt-ı hasenenin tahkim ve teşyidi ile meveddet-i yek-cihetinin takviyesine masruf olacağından mutmain bulunduğumu beyan eylerim. Zat-ı şevket-simat-ı hazret-i Şehriyarilerinin hemişe mazhar-ı saadet olmaları temenniyatıyla ihtiramat-ı faika ve meveddet-i gayr-i mütegayyiremi zat-ı akdes-i hümayunlarına arz eder ve zat-ı hümayun-ı mülukanelerinin savn-ı Samedani’de masun ve mahfuz buyurmalarını Cenab-ı Rabb-i Müte’al hazretlerinden niyaz eylerim.” “Metbu’-ı müfahhamınız şehametlü Şah-ı İran hazretleri tarafından nezdimize sefir-i kebir unvanıyla ta’yin buyurulduğunuzu mübeyyin name-i Şahi’yi kemal-i memnuniyyet tihalinize tevdi’ edilen me’muriyeti hükumeteyn-i İslamiyyeteynin hukuk ve menafi’-i mütekabile ve müşterekesine muvafık bir surette hüsn-i ifa edeceğinizin delilidir. Bu babda masruf olacak gayret ve himmet-i sefiranelerinin karin-i muvaffakıyyet olması zımnında gerek tarafımızdan ve gerek hükumet-i seniyyemiz canibinden her gune teshilat ibrazı mukarrer olduğunu beyan eylerim.” Canib-i seniyyü’l-cevanib-i hazret-i Padişahiye gurre-i Rebiulahir tarihiyle şehametlü İran Şahı hazretleri namına naibü’s-saltana Ebulkasım hazretleri tarafından irsal olunan namenin sureti: “Ba’de’l-elkab Sinin-i vefireden beri İran ve Osmanlı devletleri beyninde teyemmünen mevcud olan musafat-ı fevkalade mülabesesiyle Devlet-i Aliyye-i İraniyye’nin Hükumet-i Seniyye-i Osmaniyye nezdindeki sefir-i kebirinin infisalinden sonra makasıd-ı aliyyemizin icrası ve devleteyn beynindeki münasebat-ı hasenenin tezyidi emrinde mücerreb ve sahib-i ahlak-ı pesendide bir zatı der-i bar-ı şevket-karar-ı hümayunlarına sefir ta’yin etmek azminde bulunduğumuzdan reviyyet ve kifayeti derkar olan me’murinimizden olup fart-ı sadakat ve hayrhahlığı tamamıyla meczumumuz bulunan Han’ı tarafımızdan verilen ta’limata tevfikan teveccühat-ı seniyye-i mülukanelerini isticlab etmek ve devleteyn beyninde mevcud revabıt-ı vedadiyyeyi tahkim ve teşyide sarf-ı gayret eylemek üzere nezd-i hümayun-ı tac-darilerine sefir-i kebir sıfatıyla ta’yin eyledik. Müşarun-ileyhin devleteyn beynindeki münasebat-ı ittihadiyyenin takviyesine masruf olacak olan teşebbüsatının taraf-ı eşref-i mülukanelerinden mazhar-ı müsaade buyurulacağını ümid eder ve bu vesileden bil-istifade hakk-ı hümayun-ı mülukanelerinde derkar olan ta’zimat-ı faika ve müvalat-ı samimiyyemi tecdid eylerim.” |/\|