|\/| _____ SEBILÜRREŞAD Cild 18 - Unknown 171770 46540 11563 _____ Sebilürreşad Dini ilmi edebi siyasi haftalık mecmu‘a-i İslamiyyedir Cilt Bence dünyadaki işsizlerin en maskarası! Şi’re meslek diye oğlum verilir miydi emek? Ah vaktiyle gelip bir danışaydın Köse’ne Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene. Çünkü merkeb değilim ben de mürekkep yaladım Ben de tarih okudum: Alemi az çok bilirim... “Şuara” dendi mi birdenbire oynar sinirim! O ne müstekreh adamlar... Hani bakmak mekruh! Dalkavukluktaki idmanları sermayeleri… Onlar azdırdı bu milletteki pespayeleri. Bu sıkılmazlara “medh et!” diye mangır sunarak Ne erazil adam olmuş oku tarihi de bak! Edebiyyata edepsizliği onlar soktu; Yoksa din namına ahlaka taarruz yoktu. Sürdüler Türk’e “tasavvuf” diye olgun şırayı; Muttasıl şimdi “hakıkat” kusuyor Sıdkı Dayı! Bu cihan boş yalınız bir rakı hak bir de şarab! Kıble: tezgah başı meyhaneci oğlan: Mihrab! Git o “divan” mı ne karn ağrısıdır aç da onu Kokla bir kerre: Kokar mis gibi Sandıkburnu! Beni söyletme neler var daha!... Sade pek sövme ki: Peygamberimiz şi‘ri sever! Dikkat etsen yine sevdikleri lakin “hikmet!” Ben ki Attar ile Sa‘di’yi okur hem severim; Başka vadileri tutmuşlara ancak söverim! Hem senin şi‘re tarafdar oluşun ma‘nasız: Sana “şair” diyen oğlum seni gördüm yalnız! Kimi “Mevlidci!” diyor… Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde. Beni dinler misin evlad yine kabilse çalış… Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar: Bizi insan hekimindense temizler baytar! Başmuharrir Gitme seslen yalınız nerde Emin yok mu? [] - Emin! Neredesin? Baksana çay demleyeceklerdi demin. El öperlerdi unuttun mu? Hele ya Rabbi şükür çay da nihayet geldi. Şeker istersen eğer bulduralım? Hem ucuz hem daha lezzetli... Hazret-i Musa ile kavmi Fir‘avn’ın şerrinden kurtula­ rak Tur’a azim olunca Arz-ı Mukaddese’ye doğru hare­ ket etmeleri emrolunmuştu. Hazret-i Musa’nın Beni İs­ rail’e Arz-ı Mukaddese’ye girmelerini ihtar etmesi üzerine onlar orada cebbar bir kavmin bulunduğunu ve bunlar orada bulundukça oraya girmeyeceklerini binaenaleyh Musa’nın Allah’ıyla birlikte gidip onlarla harp etmesini taleb etmiştiler. Bunun üzerine Hazret-i Musa kendisiyle kardeşinden başka bir şeye malik olmadığını beyan ve bu fasık cema‘atten tefrik edilmelerini Cenab-ı Hak’dan niyaz etti. Cenab-ı Hak da Arz-ı Mukaddese’yi Beni İsrail’e kırk sene haram ederek onları yeryüzünde perişan bıraktı. Halbuki onlar günahlarından tevbe ile evamir-i ilahiy­ yeye inkıyad ve itaatlerini beyan ve Arz-ı Mukaddese’ye girerken içindeki cebbarların sukut ve hezimetinden baş­ ka bir akıbete duçar olmayacaklarını en yüksek sesleriyle şevkete nail olacaklardı. Cenab-ı Hak Beni İsrail’e ikdam ve cesaretle techiz ederek daima ileri gitmelerini hiçbir vakit kuvvetlerini azim ve celadetlerini suistimal etmemelerini gerileme­ melerini düşmanlarının yüzüne sukut ve hezimeti hay­ kırmalarını emretmişti. Ve bu beldeye hücum ettikleri takdirde günahlarını afv edecek hüsn-i amelde bulunur­ larsa lütuf ve minnetini tezyid ve onları inayet-i ilahiy­ yesiyle te’yid eyleyecek ve böylece nüfuz ve şevketleri tevessü‘ ederek oraların hakimiyetine sahib olacaklardı. Fakat bu nefislerine zulm edenler kendilerine söylenen sözleri tebdil ederek Hazret-i Musa’ya: “Haydi sen Al­ lah’ınla beraber git de harp et biz burada oturacağız onlar orada bulundukça oraya girmeyeceğiz.” dediler. El-hasıl Cenab-ı Hak Beni İsrail’e ikdam ve cesaret tavsiye etmişken bunlar cebanete düştüler. Hüsrandan başka bir şeyi kazanmayacaklarını bildikleri halde geri döndüler gerek muzafferiyet ve saadetlerinin gerek me­ zellet ve şekavetlerinin kendi ellerine tevdi‘ olunduğunu bildikleri halde Hazret-i Musa’nın Allah’ıyla beraber o cebbar kavim ile harp etmesini beklediler. Binaenaleyh kendilerine mev‘ud olan refahiyet ve saltanattan mah­ rum kaldılar. Bundan ma‘ada bulundukları yerde istikrar edemeyerek firar ettiler arazi-i mechuleye düştüler ve orada kırk sene sefil ve serseri dolaştılar. retle sıyanet etmemelerine mukabil üzerlerine semadan nazil olan azab-ı İlahi budur. Hiç şüphesizdir ki Allah’ın azabı kalbleri za‘if olan cebinlere isabet ettiği gibi lütuf ve ihsanı da ikdam ve cesaret gösterenlere belalara sab­ redenlere mev‘uddur. [] Acaba bunların payansız su­ suz ateşin çöllerde serserileşmeleri kadar tahammül-suz bir azab tasavvur olunur mu? Cenab-ı Hakk’ın cebin olanları ta‘zib hususunda bir­ çok yolları vardır ki hepsinin neticesi zillet ve meskenete duçar olmaları her taraftan tecavüze uğramaları kat‘‘iy­ yen refah ve saadet yüzü görmemeleridir cebin olana en büyük ukubet olmak üzere şu yeter ki hayvan gibi şunun bunun işini görmek için teshir olunur yahud bir paçavra gibi kullanıla kullanıla parçalanır gider… bin Abdülvehhab’ın ictihad-ı mutlak id­ diasında olduğu ve maamafih akval ve muamelatıyla asar-ı müellefesine nazaran e‘azım-ı ulema-yı Hanabile­ den İbn Teymiye ile ona tabi‘ olan İbn Kayyım’ın meslek­ lerini taklid ederek müşarun-ileyhimanın tarik-ı i‘tidalden evvelce zikretmiş idim. Halbuki şerait-i lazıme-i ictihadın derece-i ehemmiyyetine ve evsafı haiz zevatın mefkudiye­ tine binaen bab-ı ictihadın karn-ı rabi‘den belki de evahir-i karn-ı salisden i‘tibaren mesdud olduğu ve alem-i İslamide Hanefiyye’den: İmam Ebu Yusuf Muhammed bin el-Ha­ san eş-Şeybani Kerhi İbnü’l-Mübarek Hasan bin Ziyad Serahsi Şemsü’l-e’immeti’l-halvati Kadıhan Hidaye ve Kuduri sahibleri Sadru’ş-şeri‘a Tahavi İbnü’l-Hümam Seyyid Şerif Cürcani Zemahşeri Zahidi Bakıllani İbn Nüceym Ayni Zeyla‘i Sahibü’n-nihr Nesefi Hamavi Dürru’l-muhtar ve Dürer sahibleri Şürünbülali Abdül­ hakim-i Hindi. Şafi‘iyyeden: Rebi‘i Buveyti Muradi Mezeni Kıfal Şeyhu’l-Irakeyn Ebu Hamid İmamü’l-Ha­ remeyn Cüneyd-i Bağdadi Gazali Rafi‘i Nevevi Fahr-ı Razi Ebu İshak-ı Şirazi Bağavi Sebki Beyzavi Askalani Zerkeşi Esnevi Maverdi Beyhakı Taftazani Kastalani Mehali Süyuti Zekeriya el-Ensari Kamus ve Sıhah sa­ hibi İbn Hacer-i Remli. Malikiyye’den: Halil Abdülveh­ hab İbnü’l-Hacib Behram Zerkani Muhyiddin-i Arabi Kayrevani Darir ibn Aşir Ebu Hasan eş-Şazeli Ebu Zeyd Şarihi Berzeli İbnü’t-Tayyib. Hanabile’den: Hazret-i Abdülkadir-i Geylani İbn Kudame Münteha sahibi İbn Receb Mer’i İbnü’l-Heva Tavkı Ba‘li Fütuhi Merdavi Gaye Şarihi Teğlebi Şüveyki Şihabüddin el-Askeri ve hatta Muhammed’in kendilerine taklid etmiş olduğu İbn Teymiye ile el-Cevzi ki yüzlerle zevat zuhur etmiş oduğu ve bunların cümlesi ma‘kul ile menkulü zatlarında cem‘ hallede-i ilmiyye meydana getirmiş zevattan oldukları hal­ de hiçbirisi ictihad-ı mutlak iddiasında bulunmayarak bu ser-amedanın cümlesi e’imme-i erba‘a hazeratını taklid etmişlerdir. Risalet-penahi ile ashab-ı kiramın mesleğini bi’t-ta‘kıb madde-i şirkin hasm ve kat‘ıyla tevhid-i Bari’nin tahkık ve tesbiti ve Cenab-ı Hakk’a ihlas ile ibadete münhasır bulunmağla tevhid esasına muhalif olan her bir hareke­ ti menhiyat-ı şer‘iyyeden addetmiş ve halkın makasıd-ı dünyeviyye ve uhreviyyelerinin tahsil ve te’mini fikriyle enbiyanın ve evliyanın ve ba‘zı ebrar ve ahyarın mera­ kıd-ı mübarekelerine gidip onlarda bir kudret-i müessire­ nin vücudunu bi’l-i‘tikad onlardan şefaat taleb etmek ve kubura nezirde bulunmak ve üzerlerinde kubbe yapmak gibi şeylerin Ahmed bin Hanbel’in bu misilli muamelatı tecviz buyurmuş olduğundan bahs ile şer‘an menhi-anh olduğunu beyan eylemiş ve maksad-ı ali-i hazret-i Pey­ gamberiye vakıf olan e’imme-i eslaf enbiya ve salihinin kabirlerinde namaz kılmadıkları gibi onlardan sual ve is­ tigasede de bulunmamışlardır diyor. rak bilad-ı İslamiyye’nin her tarafından merakıd-ı evliya­ yı hin-i ziyarette secde etmek ve kurban kesmek ve ehl-i kuburdan istigase ve istimdadda bulunmak hususatın­ dan gayet şiddetli bir lisan kullanarak şirkin bu misilli ahvalden tevellüd etmiş olduğunu beyan ile diyor ki: Vaktiyle nas cümlesi tarik-ı din ve hidayete salik iken ne hürmet neticesi olarak tarik-ı hakkı gaib edip vadi-i dalalete sapmışlardır Ez-cümle [Bu]da Süva‘ Yeğus Ye‘uk Nesr nam zevat-ı kiramın vefatlarında tasvirleri yapılıp hal-i hayatlarında iken oturdukları mahalle vaz‘ muamele ile esbab-ı hürmet mürur-ı zaman unutularak keyfiyete vakıf olan o vaktin ensal-i mevcudesi münkarız olduktan sonra halk bu esnama ibadet etmeğe başlamış­ tır. Bi’l-ahare Cenab-ı Hak onları imana da‘vet için Nuh aleyhisselamı gönderdi. Onlar ise resul-i müşarun-ileyh hazrelerine iman etmediklerinden helak oldular. Son­ ra Amr bin Amir bu esnamı derya kenarından ihrac ile Arab’ı onların ibadetine da‘vet etti Arablar da icabet ey­ lediler ve daha nelere nelere taptılar! İbn Kayyım bunlar­ dan başka kütüb-i semaviyyeden muktebes ve muvah­ hidin için medar-ı ibret olan daha bir takım vekayi‘ ve hadisat-ı te‘abbüdiyye ile istişhad ediyor. Ve’l-hasıl gerek İbn Teymiye gerek İbn Kayyım kubu­ ra ta‘zim hakkında halkın ifratına mukabil onlar da ifrat derecesine çıkarak ale’l-umum ziyaret-i kuburu men‘ ile balada beyan olunduğu üzere türbelerde kurban kesmek ve ehl-i kuburdan istiğase ve istimdadda bulunmak gibi ef‘ali şirk kabilinden addettiler. İşte Muhammed bin Ab­ dülvehhab dahi bu noktadan hatt-ı hareketini şaşırıp leri ef‘ali küfrü mucib a‘malden add ile türbelere nezir veya du‘a veyahud etrafında tavaf etmek yahud astarını öpmek veya teberrüken toprak almak gibi ef‘al ile ta‘zim ve ehl-i kuburdan istimdad eden kimseler kafir olmakla beraber onları tekfir etmeyenler dahi kafirdir dedi. Hatta “Ünvanü’l-mecd fi Beyanı Ahvali Bağdad ve Basra ve’n-Necd” nam tarihin müellifi amucazadem Hayderizade İbrahim Fasih Efendi’nin Muhammed ibn Abdülaziz bin Abdülvehhab el-Aidi en-Necdi’den rivayet ettiğine göre Vehhabi mezhebinin müessisi Muhammed bin Abdülvehhab’a mu‘asır olup Basra ve Necd havali­ sinde ilim ve fazl ile kesb-i iştihar etmiş ve asrının ferid ve vahidi bulunmuş olan mütehayyizan-ı ulema-yı Hanabi­ le’den İbn Firuz el-İhsai nam zata Muhammed bin Ab­ dülvehhab tarafından tarik-ı hidayete da‘veti mutazam­ mın yazılmış olan mektupta Muhammed müşarun-ileyh ayet-i kerimesiyle hitab etmiş olduğundan naşi İbn Firuz dahi ona cevaben . ayet-i celilesini yazmış ve bu hadise üzerine İbn Firuz katl ile tehdid olunarak firaren Basra’ya gelip tavattun etmiş vefatına kadar orada kal­ mıştır. Ve bu sayede Şeyh Osman bin Sind Şeyh Ahmed el-Cami‘ misilli birçok efazıl-ı ümmet müşarun-ileyh İbn Firuz’un halka-i tedrisine devam ile feyz-i ilm ü irfanın­ dan müstefid olmuşlardır. Gerek Muhammed ve gerek Muhammed’in vasıta-i saireye vaki‘ olan tebligat-ı diniyye ve resmiyyelerinde salifü’l-beyan i‘tikad dahilinde hareket edegelmişlerdir. Ez-cümle Muhammed bin Abdülvehhab’ın vefatından sonra Necd Emareti’ne geçmiş Al-i Su‘ud’dan Faysal bin Türki tarafından Necd ahalisine hitaben yazılmış olan tebliğ-i dini İbn Kayyım’ın İslam’ın o vaktin hazırını da ona kıyas etmek suretiyle ve bir lisan-ı tekfir ve tenkıd ile zikr u dermiyan etmiş olduğu müşrikin-i Arab’dan bah­ settikden sonra tebliğe devam ile diyor ki: “Bu zamanlarda nasın ekserisinden öyle şeyler vaki‘ olmaktadır ki o şeyler müşriklerden vuku‘a gelmiş olan vekayi‘in aynıdır. Kur’an-ı azimü’ş-şanı kıraet ettikleri halde bir mü’minin kalbinde öğle vaktindeki güneşten daha zahir ve aşikar olan edillesiyle ahkamı karşısında kendilerini kör ve sağır bir halde bulurlar. Ey tevhid-i Bari’de sahib-i ma‘rifet olduğunu iddia eden kimse! Cenab-ı Hakk’ın kullarına ihsan etmiş olduğu bu ni‘meti öğren ve onun kadrini bil bu ni‘met Cenab-ı Hakk’ın kullarına ihsan etmiş olduğu ni‘metlerin a‘zamıdır. Onu bilen ve mucebince amel edip ahkamını kendine lazım kılan kimselere ihsan etmiştir. Bu ni‘mete şükür ile muka­ bele ediniz. Ondan i‘raz etmekle küfranda bulunmayınız. Şeytanın bu ni‘metten sizi men‘ ve mahrum edeceğin­ den hazer ediniz. Bunu da biliniz ki ilim zühd vera‘ hidde galat ve hataya düşmüş taifeler vardır. Bu taifeler semere-i ‘ulumun ancak yalnız kışrına zafer-yab olabilip lübbünden ve zevkinden mahrum kalmışlar ve bundan evvel dalalete sapan bir takım eslafı taklid ile birçok kim­ seleri doğru yoldan saptırmışlardır.” Vehhabi mezhebinin diyar-ı Necdiyye’de öyle az bir zaman içinde bu derecede kesb-i kuvvet etmesinin es­ bab-ı mucibesine gelince mezheb-i mezkurun zuhuru zamanında şeri‘at-i garra-yı Muhammediyye muhafaza-i ahkamı noktasındaki te’sir ve salabetini beyne’l-kabail gaib ederek bida‘-ı guna-gun ile zulm ve şekavet fısk u fücur ziyadesiyle daire-i sirayetini tevsi‘ etmiş ve maa­ rif-i diniyye havali-i mezkurede mensi bir hale gelmiş olmakla beraber ümera ve rüesa-yı Arab’ın mezalimi de daire-i tahammülü geçmiş idi. İşte böyle tam zama­ nında idi ki Şeyh Muhammed emr bi’l-ma‘ruf ve nehy ani’l-münker iddiasıyla meydana atılarak halkı silk-i tev­ hid ve adalete da‘vet ile zulüm ve dinsizliğin ta‘ammü­ mü hasebiyle gafil ve me’yus bir halde bulunmuş olan kabailin hissiyat-ı İslamiyyelerini uyandırdı ve Muham­ med’in da‘veti İlahi bir mahiyette telakkı olundu. Bu mezhebin mebadi-i zuhurunda ahkamının beyne’l-ka­ bail neşr u ta‘mimi yüzünden katl-i nüfus nehb ü garet ve daha nice nice mefasid-i azime vuku‘a geldiyse de bu da İbn Teymiye ile İbn Kayyım’ın beyan olunan mes­ leğini ifrat-perverane bir surette taklid etmiş olan Şeyh Muhammed’in esas-ı tevhidde gulüv etmiş olmasından münba‘is olmakla beraber ehl-i teşeyyü‘ün Şi‘a-i Ga­ liyye kısmına mensub ve Necd’in Ahsa ve Katif cihetle­ rinde mütemekkin ba‘zı Şi‘i ulemasının mu‘tekadatıyla Ehl-i Sünnet ve Cema‘at’in ba‘zı cahil kalmış olan avam tabakasının tavır ve meslek-i dinilerinin de bunda icra-yı te’sir etmiş olması münker değildir. Çünkü Şeyh Mu­ hammed Şi‘anın gulat kısmına mensub bulunup hulule kail olmuş [] marrü’l-beyan ulemanın asar-ı müellefe­ sinde Hazret-i Ali ile encal-i kiramına terzik ihya imate gibi Zat-ı Uluhiyyet’e mahsus olan kudretler isnad ile alem-i kevnde müşarun-ileyhimde keyfe ma yeşa tasar­ ruf iktidarı zu‘munda bulunduklarını okuduğu gibi Ehl-i Sünnet’in ba‘zı cehele-i avamının dahi evliyanın merakı­ dında Cenab-ı Hakk’a mahsus bir kudret-i müessirenin de rüku‘ ve sücud ve saire gibi Allah’dan gayrı hiçbir kimse için caiz olmayan ba‘zı merasimde bulunduklarını görüyordu. Halbuki diğer makale ile atiyyen teşrih olu­ nacağı üzere ne Ehl-i Sünnet ve ne de gulatın ma‘adası olan Şi‘a fırkaları bu i‘tikaddadır. Onlar evliyanın Cenab-ı Hakk’a olan kurbiyetlerinden bi’l-istifade bargah-ı eha­ diyyete arzuhal ve münacat hususunda müşarun-ileyhimi bir vesile-i istişfa‘ ittihaz etmekden başka onun haricinde bir i‘tikadda bulunmazlar. Bunda da ileride beyan ve isbat olunacağı üzere cumhur-ı ulema-yı müslimin bir beis gör­ memişlerdir. Hayderizade Ahkam-ı İslamiyye’nin tasnifiİslam’a keyfiyet-i duhul ve huruc: “Ahkam-ı İslamiyye düstur-ı vahdetten başlayarak peyderpey teşe‘ub ve inkişaf eder. En umumisinden başlayarak hususiyete ve peyderpey mürekkebata doğ­ ru yürüyerek çoğalır. Bütün bu şu‘abat ve inkişafatta ma-kablinde indirac ede ede cümleten yine bir düstur-ı vahdete raci‘ olur. Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz buyurmuşlardır. Ahkam-ı ilmiyye vicdaniyat ve ahlakıyata; ahkam-ı ahlakıyye i‘tikadiyata raci‘ olur. A‘malin tahakkuku ah­ lakı ahlakın tahakkuku imanı istilzam ettiği halde aksi tahakkuk etmeyebilir. Bundan dolayı ale’l-umum ah­ kam-i selase-i İslamiyye usul ve füru‘ olmak üzere üç mertebe-i tasnifi teşkil ettikleri gibi bunlardan herbiri de yine usul ve füru‘ ve semeratı havi olmak üzere üçer sınıf teşkil ederler. Usul din-i İslam’ın mebde’ ve medhalidir. İslam’a oradan girilir ve oradan çıkılır. Usul-i i‘tikadı velev icma­ len kabul edenler İslam’a girmiş olurlar. Zahiren iman eylemiş ise zahiren ve batınen iman eylemiş ise hakıka­ ten müslümandırlar. Bunları kabul etmeyenler ise din-i Muhammedi olan İslam’a girmemiş kabulden sonra rücu‘ edenler ise irtidad eylemiştir. Fakat usul-i imana girenler din-i İslam’ın va‘d ettiği gaye-i saadete hemen vasıl olmuş olmazlar. Ancak namzed addolunabilirler. Gaye-i saadet-i İslam’a kemal-i iman ile o da füru‘ ve zevaide kadar vusul ile olur. İslam’a iman-ı icmali ile gi­ rildikten sonra iman-ı tafsiliye doğru terakkı ile tenmiye-i ruh lazımdır. Iman-ı tafsili hududuna girip de tekrar red ve inkara sapanlar yine hudud-ı İslamiyye’den çıkmış olurlar. İşte bir zaman insanların en mes‘udu olan İslam­ ların sonra görülen mahrumiyetleri bunun neticesidir. Ahkam-ı İslamiyye’nin bir de hukuk nokta-i nazarın­ dan taksimi vardır. Çünkü din-i İslam hakaikın müfre­ dine ya‘ni merci‘-i evveli olan Zat-ı Hak celle ve alaya mensub bir din-i Hak olduğu gibi hukukun müfredi olan hak üzerine mübteni olmak ma‘nasına da bir din-i haktır. Bu nokta-i nazardan ahkam ve vezaif-i İslam’ın cümlesi bir hakkın muktezası olan bir vecibe-i hukukıyye demek­ tir. Ya‘ni lisan-ı hukukta hak ile vazife arasındaki tezayüf hak vazifeye mukaddemdir. Bir vazife icab olununca behemehal ondan evvel bir hakkın sübutu mütala‘a edilmek lazım gelir. Ta‘bir-i aharla mükellefiyette ya‘ni erbab-ı vezaifdeki vazife erbab-ı hakkın emanatıdır. Bu hikmete mebni Kur’an-ı azimü’ş-şanda buyurulduğu gibi tekliften dahi ayet-i kerimesinde emanetle ta‘bir-i şeref-varid olmuş­ tur. Bu ma‘naca hak lafzı yine Kur’an’da gibi ayatta ve kezalik gibi ehadis-i şerifede şayi‘u’l-isti‘maldir bundan dolayı İslam kendine mahsus ve her ma‘nasıyla ilmi müdevvenat-ı hukukiyyeye maliktir. Fakat lisan-ı İslam’da bu ma‘naca hak mefhumu geniş bir saha-i hükmü haizdir. İslam’ın vezaifine mebde’ tanıyacağı hukuk beşerden bir ırkın bir kısmın bir tabakanın inhisar-ı hukukundan ibaret olmayıp insanlık ve fıtrat-ı insaniyye ya‘ni müsavat-ı fıtriyye esasını muhtevi hukuk olmakla beraber bunu ma‘na-yı evvelce hak ile mebde’-i vahidde tevhid için saha-i hukuku arş-ı ilahiyyata irka edip hıfz u sıyanet-i hukuku hakku’llah telakkı etmiş ve hukukun bir kısmını hukuku’llah olmak üzere tasnif ederek vezaifini ona tefri‘ eylemiştir ki bu taksim ve tefri‘ kütüb-i fıkhiyye ve usuliy­ ye-i İslamiyye’nin cümlesinde mündericdir. Binaenaleyh i‘tikad-ı İslam’a göre bütün hakaik-ı ekvan yalnız Zat-ı Hak olan Cenab-ı Allah’a müste­ nid bütün hukuk-ı insan dahi hakku’llahtan müstefid ve müstefizdir. Zat-ı Hakk’a inanmayan ya hakaik-ı muh­ telife-i eşya içinde duçar-ı dalal-i şirk olur veya hakaik-ı eşyaya da inanamayarak daha sahif bir derekeye düşer. Çünkü buna inanmayanlar ya kendi mevcudiyetlerine de inanamayacaklar veya kendilerinden başka ilah tanı­ mayacaklardır. İşte şu dalalet asr-ı hazırda da‘va-yı hür­ riyyetle meydana çıkan birçok hod-binanın veya riyeb ve şükuk içinde ne yaptığını bilmeyerek buhran-ı dalal gösterilebilir. Ah hakıkate akıdesi olmayarak yaşayanların buh­ ran-ı ruhilerini irae ve tersim edecek bir vasıta-i keşif bu­ lunabilse de bir teşhir edilseler ve bu vasıta ile mes‘ud zannedilen nice kimselerin ıztırabat-ı batınasından her­ kes haberdar olabilse ne büyük bir hizmet edilmiş olur! Bize hakku’llaha inanmayanlar hukuk-ı beşere bir zaman-ı vicdani ve hakıkı veremeyip ve bunu yalnız zevahir-i ahvale göre tertib edebilecek kuvvetlerle muha­ fazaya hasr etmek mecburiyetine düşen ve bi’n-netice fikr-i hukukiyi kalb-i beşerden imhaya doğru yürüyen avamilin başlıcalarını teşkil ederler. Bunun için ahkam-ı İslam ya hukuku’llah veya hukuk-ı ‘ibad veya muhtelit olmak üzere bir taksimi haiz­ dir. Hakku’llah nef‘i umum ya‘ni nev‘-i beşerin kaffesine şamil ve belki daha vasi‘ bir şümulü haiz bulunan vacib­ dir. Hukuk-ı ‘ibad ise bir veya müte‘addid eşhas-ı insa­ niyyeye aid olan vacibdir. Şu halde hukuk-ı umumiyye lisan-ı şer‘-i İslam’da hakku’llah kısmına mülhak ve da­ hildir ki bunun da tafsilatı kütüb-i fıkhiyyede dermiyan edilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki bir müslüman müdde‘i-i umumisi hukuk-ı umumiyyeyi da‘va ederken hakku’llah da‘va ediyorum demek icab eder. VUK U‘ U Peygamber’in taraf-ı Bari’den nakl ü ityan ettiği şeylerde sıdk-ı risaletine delil onun halini ve Cenab-ı Hakk’ın kendisine i‘ta buyurduğu mu‘cizat ve ayat-ı bahireyi –vasıta-i beyandan iğna eder surette- ıyanen müşahede edenler ya‘ni asr-ı nebevide bulunanlar için pek zahirdir. Nitekim: Yukarıda risalete müteallik faslın vech-i evvelinde izbar olunmuştu. Bi‘set-i nebevi zama­ nından sonra gelenler için sıdk-ı nübüvvete müteallik delil ise bu babda hakıkat-i kat‘iyye bildiren tevatürlerdir. Tevatür ilm-i aharda ya‘ni usul-i hadis ilminde mezkur olduğu vech ile kizb üzere ittifakları müstahil olan bir cema‘at tarafından meşhud olmuş bir kaziyye veya bir vak‘anın rivayet olunmasıdır. Tevatürün alameti de Mekke’nin vücuduna yahud Çin kıt‘asının payitah­ tı Pekin idüğüne yakın hasıl ettiren ahbaratın hakıkatini teslime nefis nasıl mecbur olursa kizbi muhtemel olma­ yan sair mütevatir şeyleri de öyle cezm ve tasdik etmeğe vicdanen muztar kalınmasıdır. Çünkü tevatüre müteal­ lik haberlerin kizb ve ihtira‘dan masun addedilmesi o haberin i‘timadı za‘if kılan arızalardan hali ve be-gayet dakık olan şerait-i mevsukayı tamamıyla cami‘ olma­ sından münba‘isdir bu şeraitin hulasası da haber-i mü­ tevatirin derece-i istizahına ve intişarını te’min edecek mertebede ravilerin tekessürüyle bunların rivayet etmiş oldukları haberin mazmununa müteşeyyi‘ ya‘ni taraf­ dar bulunmayıp belki bi-taraf olmalarından ibarettir. Bu nevi’ mütevatiratın eda ve ifham ettikleri mazmunlarının yakın-bahş olmalarında beyne’l-ukala hiçbir niza‘ ve ih­ tilaf yoktur. Ancak niza‘ muhberun-bihin ta‘alluk ettiği ma‘ani ve i‘tibarat üzerine caridir. Enbiya-i salifeden İbrahim Musa İsa aleyhimüssalatü vesselam hazeratı gibi ba‘zıları hakkında vaki‘ olan ihbarat şerait-i tevatürü cami‘dir. İşte bu gibi ahbar-ı mütevatire miyanında onların ba‘s olundukları kavimlerinden daha satvetli ve kuvvetli değillerdi. Malca da bir kesreti haiz ol­ madıkları gibi halkı da‘vet ettikleri şeyin ilmini kendileri­ ne öğretmeye ahaddan kimsenin mu‘avenet-i mahsusası sebk etmemişti mealinde haberler vardır. Gaye-i emr onlar nüfusun istikrah ve imtina‘ edece­ ği ve enzarın kasr olunacağı dun bir seviyede olmayıp zamanlarında hükümdar bulunanların dünyevi kuvvet­ leri ve mallarının kesretiyle beraber bunlara karşı ancak unuf-i azametlerine ve kuvve-i cünudiyyelerine rağmen kendilerini tarik-ı Huda’ya da‘vete kalkışmaktan perva etmeyerek büruc-ı haşmetleri üzerinde zelzeleden nümu­ ne-nüma bir surette sayha etmeye semavat ve arzın ha­ lıkı olan Kadir-i Müteal hazretlerinin nasın husul-i salah ve intizamı için murad buyurduğu eşya ve ahkamı tebliğ etmeye müsara‘at eylediler. Da‘valarını müeyyid olarak olan kuvvvetler ser-nigun oldu. İtyan eyledikleri şerayi‘ saha-i fıtratta kuvve-i aziziyyenin sebatı gibi afakı istila etti. Onlara ittiba‘ eden ümmetlerin hayr u felaha nail olmalarını meslek-i sakımden ayrılmayan muarızlara muhalefetle hakıkı saadete kavuşmalarını istilzam eyle­ di. Muarızlar ise za‘af-ı basiretleri isyan-ı fikirleri şeka­ vet-i tab‘ları hasebiyle da‘vet olundukları hak yolundan ettiler. Halbuki rusül-i müşarun-ileyhi[m]in münkirle­ re tahaddi yolunda ikame etttikleri bürhanın delalet-i kat‘iyyesine göre canib-i İlahiden nakl ü dermiyan et­ tikleri ahkama müteallik sözlerinde ve kendilerine vah­ yolunduğu üzere nası daire-i şeri‘ate idhal [] için vuku‘ bulan da‘vetlerinde kazib olmalarını zannetmek akıl için hiçbir vakit caiz ve sahih olamaz. Bununla beraber on­ ların irad buyurdukları şeylere i‘tikad etmeyen kimsenin aklında ahkam-ı mübelleğadan bir te’sir hasıl olamaz. Nefis bir arzda ihmal ve gafletle ot kümesi arasında büyümekte iken zürra‘ın temas-ı destiyle kal‘ ve imha edilen faidesiz nebat gibi batıl bir şey de beka bulabile­ cek hasiyetten mu‘arradır. Bir emr-i batılın bırakabileceği dimane tahatturdan ibaretdir. Enbiya-i kiramın ityan ettikleri şerayi‘ ve ahkam-ı di­ niyye muarızların kesreti ve erbab-ı teğallübün cebir ve tasallut kuvvetleriyle beraber meşiet-i İlahiyye ile takdir olunduğu gibi kaim ve müeyyed olup onlar esası kizb ve hileye müstenid olmak asla mümkün değildir. ekazib-i bedihiyye miyanına katıştırdıkları batıl şeyler üzerinde de daima ziyadar-ı hakıkat olur. Nebi-i zi-şanımız Efendimiz’in isbatı iman edilmesi üzerimize vacib olan bakıyye-i rusülün nübüvvetlerini de gamber-i ekmel efendimiz onların risaletlerini bize ihbar buyurmuştur. fasl-ı mahsusta verilecek izahat bir kat daha tenvir-i efkar eyler. Din-i Muhammedi hakkında ilk ma‘lumatımı se­ nesinde İstanbul’un bir medresesinde telakkı ettim. Orada Kur’an’ın mühim bir kısmını [anladım.] Türkiye’de Hin­ distan’da ve sair yerlerde muhtelif mezahib-i İslamiyye’ye salik müslümanlarla düşüp kalktım. Arapçayı öğrendim. Zaten Arapçayı bilmeden müslümanları anlamak imkan­ sızdır. lisan-ı Arabi’yi öğrenmek sayesinde kazanılacak ma‘lumattan daha mühim bir şey vardır. O da müslü­ manlarla tanışmak ve sevişmektir. Tanışmak ve sevişmek mebna-yı ilmin miftahıdır. Te‘aruf bilinen şeye nefh-i hayat eder aks-i takdirde cansız bir takım ma‘lumattan başka bir şey kazanılmaz. Hüsn-i te‘atuftan mahrum nice büyük mütetebbi‘ler var ki din-i Muhammedi hakkında fena hükümler vermişlerdir. Ez-cümle Sir William Mudir bu dini mevzu‘-ı bahs ederken fahiş hatalara düşmüştür. Binaenaleyh bugün ne kadar acizane olursa olsun kaffe-i edyan arasında bulunması muktezi olan “kardeşlik hissi­ nin” tahkimine hadim olmayı ümid ediyorum. Herbert Spencer diyor ki: “Hakıkati ne kadar çok ve muvaffakiyeti ne kadar az seversek o nisbette muarızları­ mıza rehber olan düşüncelere nüfuz ederiz.” Mevzu‘-ı bahsimiz olan dine “Muhammedilik” deyi­ şimin sebebi mevzu‘umun ancak bugün müslümanlarca takdirde bir sa‘at zarfında ihatası kabil olmayan daha ge­ niş bir mevzu‘a intikal etmek lazımdır. Muhammedilik Hazret-i Muhammed’in dini değildir. Çünkü Hazret-i Muhammed Musevi ve hıristiyan eslafı­ nın dinini telkın ettiğini beyan etmiştir. Bu iki din İslam’da mevcuddur ve Hazret-i Muhammed’in telkın ettiği şekil onların mükemmel ve nihaisidir. Müslümanlık’ta Allah yolunda gitmek- Allah yolunda gitmek hayat-ı yevmiyyemizde sükun ve sela­ mete dest-res olmak için daima Allah ile beraber bulun­ mak “irade-i ilahiyyeye inkıyad etmek” bunların hepsine mu‘tekidiz. Biz de fakat bu i‘tikad Müslümanlık’ta hayat-ı ameliyyeye intikal etmiştir ve bu dinin temel taşı budur. Bir nokta-i nazardan Müslümanlık Yahudilik ve Hı­ ristiyanlığın her ikisine benzer. Ve bir nokta-i nazardan Allah’ı hazır ve nazır bilmek i‘tikadını bu edyanın bütün peygamberleri ta‘lim etmiştir. Bu nokta-i nazardan onların hepsi de “Muhammedi” daha doğrusu “müslüman” ya‘ni Hazret-i Muhammed’e vahiy nazil olmuştur- Fa­ kat Musevilik ve Hıristiyanlık hakkındaki bütün tedkıka­ tımdan anlıyorum ki Hazret-i Muhammed’in ta‘lim ettiği sistem taklid veya intihab olunmuş değil vahy olunmuştur. Fi’l-hakıka kemal-i tevazu‘la arza cesaret ederim ki eğer feda-yı nefs asalet-i maksad kendi risaletine kat‘i i‘tikad ortada bulunan ebatili hatiatı temyize muktedir hay­ ret-amiz bir basiret ile bunların izalesi için en mükemmel vesaiti bilmek kullanmak vahyin harici ve mer’i alamatın­ dan ise Hazret-i Muhammed’in risaleti vahy olunmuştur. Hazret-i Muhammed’ce ma‘lum olan Musevilik baş­ lıca “Masura” namıyla ma‘ruf ve “Markaya”dan müte­ meyyiz olan an‘anevi Musevilikdir ki Buda ve İskenderiye hurafatından azadedir. Nitekim Hazret-i Muhammed’in ihya ve tathir etmek bir cihetten sembolik tasavvufi akıdesinden diğer taraftan Arabların arasında şayi‘ ve müdhiş hatalarla mali olan Hı­ ristiyanlık’tan mütemayiz idi. Mev‘iza-i Cebel’in hayat-ı yevmiyyeye intik a li Hıristiyanlar resul-i İslam hakkında na-layık sözler sarf et­ mişlerdi. Ba‘zıları onun bir mezheb-i Hıristiyani te’sis ettiği­ ni söylemişler manzume-i sifrinde Dante onu yalancılıkla ne olduğunu anlamak için şunları cem‘ etmek iktiza eder: Halis Museviyete hidayeti ilave ve asl-ı Hıristiyanlık’tan Saint Paul’ün te‘alimini tarh etti[k]den sonra ikisinin mec­ mu‘unu alınız nazariyat i‘tibarıyla bu böyledir. Ameliyat sahasında ise Müslümanlık asri Hıristiyanlığın sına‘i Av­ rupa’da görünen halinden daha ileridedir. Mesih’in cebel­ deki mev‘izası hayat-ı yevmiyyeye nakl olunmuştur. Her müslümanın kendisi bir mu‘abbiddir- Her müslümanın kendisi bir mu‘abbiddir. Dindaşlarınca ma‘lum olan esaslar dairesinde her mes’ele-i diniyye hakkında her müslümanın beyan-ı re’y etmesine müsaa­ de vardır. Müslümanlar papazların esiri değildir müslü­ manlar hiçbir mütevassıta hacet görmeden Allah’a ibadet ederler. Ve ibadet yerleri bulundukları yerdir. Namaz vakti gelince ibadetlerini ifa ederler. Müslümanlarda Papa’ya benzer bir şey yoktur. Her müslüman diyebilir ki “irade-i İlahiyyeye istislam etmekle ben de Hazret-i Muhammed’in getirdiği dini tem­ sil ederim” Bi’z-zat Hazret-i Muhammed “la-yuhtilik” iddiasında bulunmadı. Hatta bir def‘a bir dilenciyi bırakarak servet ve saman sahibi bir adama teveccüh ettiği için duçar-ı mu‘ateb olmuş ve bunu i‘lan eylemişti. si olan namaz oruç zekat hac hakkında Kur’an ta‘limat-ı lazımeyi muhtevidir. Namazdan evvel taharet lazımdır. Bunların her ikisi hakkında varid olan ta‘limat pek dakık­ tir. Ma‘amafih bunları her hangi müslüman bilir ve bunları her hangi müslümandan anlayabilirsiniz. Zekat ise bir iba­ det-i maliyyedir. Emvalinden kırkta birinin fukaraya ve­ rilmesidir. Bu zekatlar hazine-i umumiyyeye girer ve sarf olunduğu şeyler miyanında bir de kölelerin ıtkına sarf olu­ nur ki işte bu hıristiyanlarca na-ma‘lum olduğu için müslü­ manlara bir vesile-i ta‘n u teşni‘ ittihaz edilmiştir. Halbuki Hazret-i Muhammed köleliği kaldırmak için kemal-i mu­ vaffakiyyetle ibzal-i mesai etmiştir. Zekatın nezd-i Bari’de makbul olması için zekat verenlerin onu meşru‘ vasıtalarla kazandıklarını göstermeleri lazımdır. Tabi‘i zekatın mikda­ rı hadd-i meşru‘u tecavüz edebilir Fakat bir kilise yapmak bi’l-ihtiyar vererek nail-i sevab olurlar. Mekke’ye hac etmek ise pek mühimdir. Her ta­ raftan gelen müslümanlar orada toplanırlar. Bu bir rabıta-i doğar. Hıristiyanlık’ta böyle bir cami‘a yoktur. Bundan ma‘ada bu farizanın ifası umumi bir lisan-ı mukaddes olan Arapça ile medeniyet-i İslamiyye’nin intişarına sebeb olur. Nasıl ki Avrupa’da Latin lisanı kendi lisanına ilaveten kaffe-i ulemanın lisan-ı müştereki idi. Binaenaleyh lisan-ı Arabi’yi öğrenmekle sade din-i İslam öğrenilmez cihan-ı nim-barbar olduğu iddia edilen bütün bu yerlerde mücer­ red bir kelime-i Arabiyye bütün bu havalide sakin olan Arapça ile konuşan yahud Arapçaya hürmet eden kaffe-i akvamın mal-i müştereki olur ve böylece Muhammedilik bir vasıta-i temdine malik bulunur ki edyan-ı saire bundan mahrumdur. Oruç tabi‘i bir nizamdır. Fakat hıfz-ı sıhhat nokta-i nazarından faidesi pek büyüktür. Fi’l-hakıka din-i İslam’ın miş etlerden ve saireden men‘ etmekden maksadı eziyet değil insanların akıl ve bedenini sıyanettir. Müslümanlarda merhamet ve müsavat - Derecat-ı addolunurlar. Fakır de zenginin sofrasında ahz-ı mevki‘ eder. Hiçbir İslam cem‘iyetinde fukara ve ağniya arasın­ da hased ve münaferet tevlid edecek farklar yoktur. Hatta bir müslüman köle [] sade bulunduğu evin a’zasından sayılmakla kalmaz hükumette hey’et-i ictima‘iyyede bir mevki‘e i‘tila etmek için şerait-i müsaideyi haizdir ki bun­ lardan bir İngiliz fakıri mahrumdur. Gıda talib olana verilir. Merhamet bila-vasıta ibzal olunur. “Fukara Kanunu”nun icbarıyla değil. Bir müslü­ mana hatta bir Budi’ye nazaran sadaka vermek vereni alana minnetdar eder. Çünkü bu suretle sadaka verende hayr-perverlik hissinin tenmiyesine hizmet eder. Aynı suretle Brahman dinine salik olan Hindular da kapılarına bir sadaka talibi gelince onlara iyilik yapmak fırsatını ihzar ettiğinden dolayı ona perestiş ederler. Böyle bir nokta-i nazarda i‘tikad-ı acizanemce en hakıkı ve en geniş merhamet-i Hıristiyaniyye mündemicdir. Hizmetçiler velev ki daha sonra yemek yerlerse de efendilerinin aynen yediğini yerler. Bir camide musalliler arasında müsavat-ı kamile vardır. Kiliselerde olduğu gibi bir takım emakin-i mahsusa yoktur. Camiin imamı yahud musallilerden herhangi biri namazı kıldırır. Müslümanların kemal-i intizam ve sükun ile sücuda varmaları kadar ulvi bir manzara-i ibadet tasavvur olunamaz. lar kavaidin ruhuna değil nizamat ve hurufata perestiş ederler. Fi’l-vaki‘ denilebilir ki İngilizlerin dikkat ve i‘tina­ sı büyük bir hatanın köklerine bağlıdır. Merhamet en ge­ niş ma‘nasıyla faziletlerin en büyüğü ise bu memlekette onu toplamaya ve tevzi‘ etmeye aid resmiyetler onun ruhunu tahrib ediyor. Biz kanunların umuma rehber olmak için vaz‘ olundu­ ğunu idrak etmez gibi görünüyoruz. Falan kanunun ke­ limatı onu idrake hadimdir. Yoksa o kelimeleri idrakimize taslit etmek için değil her şeyden ziyade bizim mücerred merhametimiz bizim mücerred dinimiz haşin ve seri‘ kai­ delerimiz şarkın edyan ve eşkalini tesciye eden şahsi fer­ di şi‘ri ve hayali hallerle mütenakızdır. Eğer garb milletleri esasat-ı İslamiyye üzerine te’essüs etmiş olsa Avrupa’da ne bir nihilist bulunurdu ne de bir sosyalist. Bizim me­ deniyetimizin semere-i sa‘yisi gayesi ve neticesi insanları na-memnun etmektir. Halbuki Müslümanlık hiçbir kimse­ yi na-memnun ve mahrum bırakmıyor. zar-ı dikkatinizi celb ederim. İzdivac akdi için iki şahi­ din şehadeti lazımdır ve şu suretle bir hareket-i şer‘iyye tamam olur. Fakat bu Hindularla hıristiyanlarda olduğu gibi kilisei değildir. Müslümanlarda talak azdır- Müslümanların elinde da söylenen sözler yanlıştır. Talak öyle kolay bir şey değil­ dir. Hakemlerin hükmü olmadıkça talak olmaz. Bundan ma‘ada akd-i izdivacda mu‘ayyen bir mehir tesmiye olunur ki talak vukuunda zevceye verilir. Ekser nisvan zevcin veremeyeceği bir mehri ta‘yin ederler ve bu suretle talak tehlikesini def‘ etmiş olurlar. Hindular arasında izdivac ruhi olduğundan kabil-i hall değildir. Roma Katolikleri arasında da izdivacın halli pek müşkildir. Ma‘amafih ister izdivacın kilisei ister medeni şeklini nazar-ı i‘tibara alalım bu rabıta her yerde ve her dinde daimi bir mahiyeti haizdir. senesinden beri müslümanlar arasında yaşamış olduğum halde hıristiyan­ lar arasında talakın daha fazla vuku‘ bulduğunu gördüm. Şunu da ilave edeyim ki müslümanlar ailelerine ulema­ larına ihtiyarlarına gariblere ve hayvanlara muhabbet hürmet ve şefkatleri i‘tibarıyla hıristiyan denilen akvama nümune-i imtisal olacak bir mertebedirler. Taaddüd-i zevcat- İslam’daki taaddüd-i zevcat bizde pek şedid ta‘rizlere sebebiyet vermiştir. Bunun hakkında birkaç söz söyleyelim. Taaddüd-i zevcat ile erkeğin ade­ dine faik olan nisvanın aile teşkil ederek fuhşun ve tevlid ettiği mazarratın önü alındığı ve bir de gayr-ı meşru‘ tevel­ lüdata meydan kalmadığı ma‘lum olmakla beraber müs­ lümanların ekseriyet-i muazzaması tek zevcelidir. Bu da yine Müslümanlığın telkınatına vabestedir. Hazret-i Muhammed öyle bir hey’et-i ictima‘iyyede doğdu ki bunun efradı bir kız çocuğu getirmeyi felaket addederler ve ba‘zen de kızları diri diri gömerlerdi. Bun­ larda bir insanın evlenebileceği kadınlar sayısızdı. Vefat eden şahsın terekesi miyanında bıraktığı kadınlar da tak­ sim olunurdu. Bundan ma‘ada Hazret-i Muhammed kadını ve­ rese arasında taksim olunan bir mal olmak vaz‘iyetinden tahlis ederek onu birinci bir varis-i şer‘i derecesine yük­ seltmiştir. Sonra haşa sümme haşa Hazret-i Muhammed’in iffeti hakkında da dil uzatılıyor. Bu itirazı tedkık edelim: Çok şükür esatiri bir şahsiy­ yetle uğraşmıyoruz. Bi’l-akis karşımızda öyle bir şahsiyet-i tarihiyye var ki her yaptığı ve her söylediği mazbut ve müdevvendir. Ve bunların mevsukiyyetinden emin olmak gamber’in bir sözü veya bir fi‘li ashabından birine kadar teselsül etmediği takdirde daire-i ehadisden çıkarılır. Biz salahiyetdar bir me’haza malik değiliz. O halde Hazret-i Muhammed’in iffeti hakkındaki isnad hangi vesaika bina olunuyor? Hemen şunu söyleyeyim ki her vak‘ayı men­ ba‘ına kadar ta‘kıb etmekle anlaşılır ki bu isnadatın aslı yoktur. Hazret-i Muhammed fazilet-i iffeti takdir etmeyen bir muhitte iffetin en yüksek misali olarak yaşamıştır. Putperest Arablar arasında yirmi beş yaşına kadar if­ fetini tamamıyla muhafaza etmiş ve bu yaşta iken kırk yaşında bir kadınla evlenmiştir. Ve bu kadını ona hayrhah olduğu ve risaletine inandığı için almıştı. İhtiyar ve merhum olan Hazret-i Hadice’yi kıskanan genç ve güzel bir zevcesine Hazret-i Muhammed Hadice’nin vefatından sonra bu zevcesinin “Ben onun kadar iyi değil miyim?” sualine “Hayır onun kadar iyi değilsin. Çünkü bana kim­ senin inanmadığı bir zamanda inanmış ve ben fakır ve yetim iken beni himaye etmişti” diye cevab verdi. Hazret-i Hadice ile yaşadığı yirmi yedi sene zarfında ona kat‘i surette sadık kaldı. Vakı‘a elli beş yaşından sonra birbiri ardında zevceler aldığını görürüz. Fakat bu yaşa gelinceye kadar kendini zabta muktedir olduğunu gösteren adam için bu izdivac­ ların sebebleri her halde bizim hıristiyan müelliflerin ileri sürdüklerinden daha başka olması iktiza etmez mi? Öyle Hazret-i Muhammed’in ihtiyar yaşında da mükerreren evlenmesinin sebeb-i hakıkısi merhameti şehid olan as­ habının dullarını himaye endişesidir. Ashabının ya‘ni bir Allah’a iman edenlerin aleyhinde husumet pek müdhişti herkes onlara gıda vermekten memnu‘ idi. Ve bunların ba‘zıları Habeş’e hicret ederek oralardaki hıristiyan Ne­ caşi’ye iltica ediyorlardı. Necaşi de onları düşmanlarına teslim etmemiştir. Bunların ba‘zıları Habeş’de vefat etti. Dul kalan kadınları eğer Hazret-i Muhammed almasay­ dı zavallılar helak olurdu. Hazret-i Muhammed’in böyle yapmasında su-i niyyet vardı demek kat‘iyyen esassızdır. Ba-husus Hazret-i Peygamber gençliğinde iffet ve isme­ tine dair kat‘i bir delil vermişti. Resulullah’ın Zeyneb’le ya‘ni evladlığı ve ma‘tuk kölesi Zeyd’in mutallakasıyla ev­ lenmesi de birçok su-i tefehhümlere sebeb olmuştur. Put­ perest Arablarca evladlık olan şahsın mutallakasını almak doğru değildi. Halbuki vefat etmiş bir pederin valideden ma‘ada nisvanı almak mübahtı. Bana öyle geliyor ki insanlar da hakıkı insaf kökleşse edyan-ı saire hakkındaki nokta-i nazarları bambaşka olur. büs ve bu edyanın aleyhdarları taarfından yazılan yalan yanlış te’lifat-ı garazkaraneyi terk ile bunların te’sir-i taas­ subundan kurtulurlar. Müslümanlar arasında evlenmeyenler nadirdir. Sinn-i pek azdır. Zina bahsinde ise hem zani ve hem de zaniye mü­ tesaviyen cezaya duçar olur. Mücrim alenen yüz darbe ile cezalandırılır. Meyhane kumarhane umumhane müslüman­ larca mechuldür- Müslümanların meyhaneleri kumar­ haneleri umumhaneleri olmadığı gibi fuhuşu kanunlaş­ dırmayı hiç de hatırlarına getirmemişlerdir. müslümanların umumi sohbetleri tamamıyla edeb ve terbiye dairesinde­ dir. Ve bu hususda ekser Avrupalılara faikdirler. Mektepte medresede birçok müslüman gençleri gördüm ahlakları ve konuşmaları İngiliz gençlerinkinden daha iyi idi. Be­ rikilerin sohbeti İslam diyarında müstelzim-i ceza olacak mahiyettedir. Evli kadının vaz‘iyeti- Evli bir müslüman kadının vaz‘iyet-i kanuniyyesi evli bir İngiliz kadının vaz‘iyetinden daha iyidir. Kadın bir izdivac tevellüd vefat vukuunda hukuku daha hala kabul olunmamıştır. Cihad- Diyanet-i Muhammediyye’nin cumuduna dair serd olunan iddiaya gelince Kur’an’ı tefsir husu­ sunda hürriyet vardır. Ve binaenaleyh Müslümanlık her zaman ve zemine intıbak etmektedir. Kur’an’ı tefsir için vaz‘ olunan kanun bir cümle-i şartiyyenin bir cüm­ le-i cezaiyyeye tekaddüm etmesidir. Mesela “Küffar ile harb ediniz” mutlak bir cümledir. “Küffar ile harb edi­ niz eğer size tecavüz ederlerse” bir cümle-i şartiyyedir. Cümle-i mutlakaya mukaddemdir. Binaenaleyh müdhiş su-i tefehhüme uğrayan cihadın takririnde nazar-ı i‘tiba­ ra alınır. Fi’l-hakıka cihad müslümanlara i‘lan-ı husumet edilince müdafaa-i nefs için meşru‘ olur. kat kat fazladır. Böyle olsaydı Türk idaresi altında bulunan Ermeniler Rumlar Yahudiler muhtariyetlerini dinlerini lisanlarını muhafaza edemezlerdi. İ‘tikadımca Türk idaresi hıristiyanlara tahammül ve insaniyyet dersleri vermektedir. Hazret-i Muhammed hıristiyanları ve Yahudileri müs­ lümanlar arasında saydı. Bir Allah’a ve ahirete i‘tikad edenler için ne korku ne endişe vardır. Camilerle kiliselerin seyyanen muhafazasıKur’an-ı Kerim sure-i Hac’da cihadın mesacidi kenais ve merakıdı muhafaza için i‘lan olunacağını beyan eder. Çünkü hepsinde de Allah’ın namı zikrolunur. Bu bizim asırlardan sonra idrak edebildiğimiz bir tesa­ müh-i dini değil midir? Ben kiliselere teberru‘atta bulunan birçok müslü­ manlar tanırım. Acaba cami‘lere teberru‘atta bulunan kaç hıristiyan vardır? Halbuki camilerde Allah’ın namı cidden zikrolunuyor. Müslümanların hıristiyanlara husumeti hiçbir vakit hıristiyanların müslümanlara karşı yaptıkları katliamlarla kabil-i kıyas değildir. Hazret-i Ömer ehl-i salibin Kudüs’te yaptıkları bir katliamın intikamını almak için Kudüs’ün müdafi‘lerini kamilen öldürmeye yemin etmişti. Fakat Kudüs’ü aldığı zaman yeminini icra etmedi ve dedi ki: “Allah’ın yarat­ tığı bir kulu öldürmektense yeminimi düşürmek gibi bir günaha girerim.” Hitabemi nihayet-pezir eylemek için şu hakıkatin üzerinde ısrar edeceğim. Musevilik Hıristiyanlık Mu­ hammedilik birer kardeş olan edyandır. Hepsinin aslı müşterektir. Ümid ederim ki hıristiyanların Hazret-i Mu­ hammed’i tebcil etmekle Hazret-i İsa’yı daha fazla tebcil etmiş olacakları gün yaklaşmıştır. Müslümanlık’la Hıristiyanlık arasında bir zemin-i müşterek vardır. Hazret-i Muham­ med’in getirdiği hakaika hürmet eden bir hıris­ tiyan hiç şübhesiz daha a‘la bir hıristiyan olur. Vatan ve memleketin el-yevm geçirmekde olduğu şu buhranlı devirde hükumet-i hazıra Cenab-ı Hakk’ın tevfikat-ı İlahiyyesine ve Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerinin ruhaniyyet-i celilesine istinad ve padişa­ hımız Hilafet-penah efendimiz hazretlerinin teveccüh-i hümayunlarına ve millet-i Osmaniyye’nin müzaheretine met-i mülk ü milleti te’min için azm-i kat‘i ile ifa-yı vazife­ ye mübaşeret eylemiştir. Hey’et-i Vükela-yı hazıra müte­ canis ve hutut-ı esasiyyede müttehidü’l-efkar olup hiçbir fırkaya mensub olmadığı gibi muhtelif siyasi grupların hiç birine dahi temayül etmez. Fakat vatan ve memleke­ tin saadet ve selametine ma‘tuf olan gayede hepsinden mu‘avenet-i ma‘neviyye intizarında bulunur. Eyyam-ı ahirede Anadolu’da zuhur eden ahval İz­ mir’in bi-gayrı hakkın işgaliyle onu ta‘kıbeden vekayi‘-i feci‘anın ve Anadolu vilayat-ı şarkiyyesi mukadderatı hakkında işaa edilen rivayatın efkar-ı ahalide hasıl eyle­ diği te’sirat neticesi olup maksad ise hukuk ve hudud-ı Osmaniyye’nin muhafazası olduğunu ve hükumet de şu histe müşterik bulunduğuna binaen vuku‘a gelen su-i tefehhümatın zevaline şu iştirak-i hissi kafildir. Milletin büyük küçük hiçbir tabakasında ve memleketin hiçbir noktasında bu ulvi maksada mugayir bir fikir ve müla­ hazanın mevkı‘i olamayacağı aşikardır. Hususiyle hubb-i vatan ve hulus-ı niyyet ve samimiyyet rehber-i hareket olunca su-i tefehhümatın ortadan kalkmasına mani‘ bi’t-tabi‘ zail olur. Hükumetin düstur-ı amali cümlece muta‘ olan Kanun-ı Esasi ahkamıdır. İrade-i milliyyenin tecelligahı olan Mec­ lis-i Meb‘usan’ın sür‘at-i mümkine ile celbi akdem-i vezai­ fimiz ve intihabatın kemal-i hürriyyet ve selametle cereya­ nı ve mukadderat-ı memleketin vükela-yı millet vesatetiy­ le ta‘yini ehass-ı amalimiz olduğundan intihabatın aksar-ı turukla icrası esbabına tevessül olunmuştur. Menafi‘-i hayatiyye-i vatanın te’mini hükumetin yek-vücud bir kütle teşkil eden millete istinaden konfe­ rans huzuruna çıkmasına mütevakkıf olmakla ihtilafatın te’sirat-ı muzırra-i hariciyyesi bütün vatandaşlar tarafın­ dan teslim edileceğinden hükumet mutmaindir. Şeref ve haysiyet-i Osmaniyye memlekette hiss-i ada­ let ve müsavatın hükümran olmasında bulunmakla bilatefrik-i cins ve mezheb hiç kimsenin kanunen mahfuz olan hukuk-ı şahsiyye ve medeniyyesine bir guna taarruz vuku‘a gelmemesine sarf-ı mesai edilecek ve muhafazası be-gayet mültezem olan intizam-ı ictima‘iye asla halel getirilmemesine i‘tina olunacaktır. Hükumet efkar-ı ‘ammenin ma‘kesi olan matbuatın memlekete büyük hizmetler ifa edebileceğine kani‘ ve her halde menafi‘-i vataniyyeyi vikayeye her zamandan ziyade i‘tina etmesine dahi muntazırdır. Mesalih-i dev­ letin hüsn-i cereyanı kavanin ve nizamat-ı mevcudenin tamamen tatbikine vabeste olmakla me’murinin bu noktaya ale’d-devam riayetkar olmaları lazımdır hilaf-ı kanun ahval vuku‘ bulmuş ise bunların dahi yine kanun dairesinde tashihine müsara‘at olunacaktır. Wilson Prensipleri’nden bi-hakkın istifade edilerek Devlet-i Osmaniyye’nin müttehid ve padişahının etrafın­ da müctemi‘ bir devlet-i müstakille olarak te’min-i bekası muazzamanın hissiyat-ı nasafet-karaneleri ve hakıkaten gittikçe nüfuz etmekte olan Avrupa ve Amerika efkar-ı ‘ammesinin i‘tidal-perverliği bu babda emniyet-bahşdır. düde nihayet verilmesi menafi‘-i vatan icabından olmakla bu hususda dahi teşebbüsat-ı lazımeye ibtidar olunacaktır. Her sene Muharrem aylarında matem alayları teşkil ederek sokakları dolaşmak her sene binlerce telefata sebebiyet verdiğini işittiğimiz baş yarmak arkaya zincir vurmak kalb döğmek gibi şeyleri esasat-ı İslamiyye ile tevfika imkan bulamadığımız cihetle bu babda bizi tenvir buyurmanızı rica ederiz. Din-i İslam’da bu hususata mü­ teallik ahkam mevcud mudur değil midir? Ya‘ni bu gibi şeylerin dinde bir mevki‘i var mıdır yok mudur? Eğer caizattan ise ulema-yı kiram niçin bu ef‘ale iştirak etmi­ yorlar? Eğer şer‘an memnu‘ ise niçin men‘ etmiyorlar? Bu hususda mütalaat-ı aliyye-i diniyyelerine intizar ederiz. Newyork’tan Times’a bildirildiğine göre Amerika’da müskirat aleyhinde ahiren bir muvaffakiyet-i tamme ile neticelenen cihad-ı kebiri açmış olan cem‘iyet-i ma‘lume a‘zasından üç yüz kişi bu cihadı bütün cihana teşmil için bir zamandan beri sık sık müzakere ediyorlar. daha şimdiden faaliyete koyulmuşlardır. Bu cihad-ı azi­ min mucib olacağı masarıfa karşılık olmak üzere “mü­ messikler” mehafilinde bir milyon lira toplanmıştır. Hükumet-i sabıka zamanında Sebilürreşad’dan da iki yüz lira te’minat akçesi taleb olunması hasebiyle Sebilür­ reşad geçen hafta intişar edememişti. Ahiren meblağ-ı mezkur tesviye edildiği cihetle ba‘dema Sebilürreşad her­ hangi mes’ele-i siyasiyyeyi mevzu‘-ı bahs edebilecektir. Bir müddetten beri havale muamelatının ta‘tili yüzün­ den abone bedellerini gönderemeyen muhterem karile­ rimizin ahiren postaların kıymet-i mukaddereli mekatib kabul etmeleri hasebiyle bu vasıta ile yahud Ziraat Ban­ kaları vasıtasıyla irsalatta bulunmaları rica olunur. Her abonenin mebde’ ve münteha numarası matbu‘ adreslerin altında her hafta görülmektedir. Binaenaleyh hangi numarada nihayet bulacağını nazar-ı dikkate ala­ rak birkaç hafta evvel tecdidine ihtimam buyurulması Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Eşref Edib Kardeşim Fuad Şemsi’ye — Hoca keşfet bakayım şimdi bu harbin sonunu... — Onu Allah bilir amma acaba var mı sonu? — Ne demek! Na-mütenahi mi bu! Elbette biter... Tarafeynin biri ancak deyiversin ki: “Yeter!” — Aklım ermezse de evlad bu işin bitmesine — O nedir? — Dinlesene! Düşmanın bekle ki doysun ya acıksın... — Vay vay! — Bunun imkanını bul mes’elenin halli kolay! Kapa sen şimdi o yaprakları oğlum beni sor: Başımın derdi büyük çaresi yok olsa da zor! — Çaresiz derd olamaz söyle Hocam dinliyorum. — Bir değil! — Tut ki bin olmuş; ne demek! Mecburum. Sana hizmet babamın ruhuna rahmettir ayol... — Hocazadem bilirim hepsini berhurdar ol! Oğlanın halini evvelce mi açsam?.. Lakin Komşunun derdi dururken bunu açmak çirkin. — Oğlanın hali nedir? Söyle! Merak etmedeyim... — Dur telaş etme de ilkin şunu bir nakledeyim: Mütekaid paşalardan biri üç beş sene var Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar. Kimde az çok getirir bir satılık mal varsa Kapatıp yaptı beleşten sekiz ev dört arsa. Herifin hali bidayette zararsızcaydı... Son zamanlarda ne olduysa namazdan caydı; Ne cema’atte ne mescidde bizim komşu paşa! — Olağan şey sofuluk çıkmadı besbelli başa! — Derken incelmeye gencelmeye kalkıştı... — Aman! — Ne aman dinledi gittikçe hovardam ne zaman! Saç sakal tuttu ne hikmetse acaib bir renk; Kalafatlandı bıyıklar iki batman bir denk! Çehre allıklı sabunlarla mücella her gün; Fes yıkık kelle çıkık kaş yılışık göz süzgün! Koçyiğit sanki bunak! — Sen de mi şairdin İmam? — Kuşkulandım paşadan gizlice gittim hanıma. Dedim: “Örtün de kızım gel bakalım gel yanıma. Zevcinin tavrı acaibleşiyor zannederim. Sen ne dersin buna bilmem; bana sor bak ne derim: — Evet. — Kim? — Eleni. — Şimdi sav. — Hiç mi sebepsiz? — A kızım dinle beni! Böyle şeylerde sebep hikmet aranmaz... Çabucak Savabilmektedir iş... Yoksa rezalet çıkacak: Paşa azmış! Başmuharrir — Acaba üstüme gül koklar mı? — Onu bilmem... Gülü koklar mı kocan yoklar mı? Beni söyletme kızım! Git de hemen sav karıyı! Meal-i Kerimi Bu ayet-i kerime Cenab-ı Hakk’ın Beni İsrail’e ra­ yegan buyurduğu eltaf-ı İlahiyye’nin dokuzuncusunu beyan etmektedir. Bununla Risalet-penah Efendimiz’in risalet-i seniyyelerini inkar eden taife-i Yahud aba vü ecdadına Allah’ın neler ihsan buyurduğu ihtar edilmek­ te ve her şeyin Halık-ı kainata raci‘ olduğu beyan olun­ maktadır. Binaenaleyh Beni İsrail’in nail olduğu lütuflar kendi mahsul-i sa‘y ve amelleri değildi. Beni İsrail Sahra-yı Tih’de ayat-ı salifede beyan olun­ duğu vechile yolunu şaşırmış susuzluklarını izale için Hazret-i Musa’ya müracaat eylemişlerdi. Allahu te‘ala birinin taşını asasıyla vurmasını ilham buyurmuştu. Haz­ ret-i Musa da asasını taşlara vura vura o arzın a‘makına le Hazret-i Musa Beni İsrail’in esbatı adedince herbirine bir pınar isale ederek ona tahsis ve diğerlerini ona yak­ laşmaktan men‘ eyledi. Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremiyle bu pınarlar aktı. Menn ü selva gibi ni‘metler onlara nazil oldu. Bulutlar onları gölgelendirdi. Sa‘y ve ta‘abla elde etmedikleri rı­ zıklardan yediler içtiler. Artık bundan sonra yine dünya yüzünde fesada kalkışarak hetk-i muharremata cür’et san Allah’ın lutfuna nail olunca vazife-i şükranı ifa ile dır. Yoksa nail-i ni‘met olmak dolayısıyla gurur ve tekeb­ büre sapmamalıdır. Ni‘met içinde yaşıyorken Mün‘im-i Hakıkı’yi unutmamalıdır. Binaenaleyh Cenab-ı Hak bir kavmin selefine ihsan-ı ve iftiharda taşkınlık göstermeyerek eslafın nail olduğu ni‘metin ancak inayet-i sübhaniyye eseri olduğunu id­ rak etmelidir. O halde ahd-i Risalet-Penahi’de Beni İsrail Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz’in da‘vetine müşmeiz olarak onları kabul etmemekte inad ve ısrar etmemeliy­ di. Çünkü Allahu Te‘ala hikmeti istediğine bahşeder. Geçen haftaki nüshamızda: ayet-i celilesinin meal-i kerimidir: HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSELAM’IN DINİ: İSLAM Şu mukaddimeden sonra balada gösterilen i‘tikadi ameli ve ahlakı aksam-ı selaseden herbirinin usul-i esa­ siyyelerine ve bunların ihtiva ettikleri desatir-i ilmiyyeye dair tasniflerini biraz ta‘kıb edelim. Usul-i i‘tik a d- İ‘tikad inanmak ruh-ı insaninin mizac-ı fıtri ve evvelisinden olduğu halde bu babda tecrübenin gösterdiği bazı tehlikeler muhitin hadisatın husule getirdiği terbiye fıtrat-ı insaniyyeyi tağyir ve ifsad ederek bu mizacı tahvil edebildiğinden bazı insanları ka­ biliyet-i imandan çıkarıp hukuka hakka hakıkate karşı müctenib mutaassıb mübeğğız ve yalnız menfaat-i atiy­ yeye taklide ittiba‘-ı hevaya münhemik bir hale getirdiği gibi bazılarını da müzebzib münafık daima şübhekar mütereddid gayr-ı mutmain ve muztarib bir ruha ilka eyler ki bu noktadan insanlar üçe münkasemdir: Ehl-i Bakara’nın ibtidasında bu sunuf-ı selaseyi tasvirden son­ ra ehl-i imanı irşada ibtidar etmiştir. İşte İslam fıtrat-ı as­ liyye-i insaniyyeyi tağyir ve ifsad etmeksizin daima imanı hakka masruf kılacak ve aynı zamanda batıldan ictinab ettirecek bir terbiye-i ruhiyye bahşeden kanun-ı haktır. Bu suretle dinimiz i‘tikad hususunda evvela bir tarik saniyen bir matlub irae eder. Tarik- Bu tarik tarik-ı enbiyadır ki hatemü’l-enbiya Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bunu te’yid izah tenvir ve ol babda kendisine mevhub olan ataya-yı İlahiyyenin hakıkatini bi’t-tecrübe Binaenaleyh İslam Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin bu vasıta ile eslaf-ı izamı­ nın irşad ve ta‘lim buyurduğu esbab ve vesaili ta‘kıben mu‘tekadat-ı matlubesini isbat ve takrir etmiştir. Bu tarikte beşerin taharri-i hakıkat hissini taşıyarak evvela; ihsasat ve tecrübe saniyen; akıl ve muhakeme fekkürde istibdaddan ictinab edip bilhassa tecrübe ve akl-ı şahsinin gerek zamin olduğu ve gerek olamadığı mevzu‘larda şayan-ı i‘timad oldukları sabit zevatın efkar ve ma‘lumatından dahi bizzat ve bi’l-vasıta istifade için addetmek ta‘bir-i aharla ilim ve ma‘rifette hem ferdiyyet ve hem ictima‘iyyet esasları üzerine yürümektir. Çünkü yalnız ferdiyet esasından yürüyen bir i‘tikad bir tefek­ kür müstebiddir. Müstebidin nokta-i hareketi kendisini mebde’-i hakıkat farz etmek zu‘m-ı batılı olacağından kıymet-i ilmiyyesi de şahsının eşhas-ı kainat içindeki hususiyeti ve mahdudiyeti kadar nakıs olur. Yalnız ictima‘iyyet esasından yürüyen bir i‘tikad bir fikir ise taklid-i mahzdan kurtulamayacağı ve ruh-ı fer­ disinden tecelli-i hususiye vabeste mezahir-i hakıkatten bi-vaye kalacağı için daima hürriyetten mahrum esaret-i fikriyyeye mahkum kalır. Binaenaleyh İslam’ın hakka in­ kıyad ve hevadan ictinab ma‘na-yı umumisi hükmünü gözedilmesini amir bulunmuştur. Bu tarik-ı enbiya turuk-ı felsefiyyeden metindir. Metin olmakla beraber umumidir de. Metindir: Çünkü turuk-ı felsefiyye ve akliyyenin bütün istinadgahlarını muhtevi olmakla beraber onlarda bulunmayan bir hasisa-i i‘ca­ zı bir kuvvet-i ruhiyyeyi müştemil ve binaenaleyh ruh-ı beşeri her vechile ihata edecek bir hakimiyet-i nafizeye malik ve bu suretle kalblerde buhran ve hüsran ıztırabatı­ nı izaleye kadirdir. Umumidir: Çünkü gayet münakkah ve mücmel me­ badi ve desatir ile kalb-i avama dahi harsı sehl olmak haysiyetiyle turuk-ı felsefiyye gibi yalnız havassın daire-i saha-i hükmi içinde daha dar bir eyalete isal edeceğin­ den her ikisi için de vasıta teşkil eder. Binaenaleyh tarik-ı nübüvvet en vasi‘ en müstakım en metin bir tarik olup kalb-i beşeri hem hissen hem fikren cezb eder. Metalib- Tarik-ı nebevinin isal ve isbat ve teklif ey­ lediği metalib-i i‘tikadiyye bir mücmel bir de mufassal olarak iki mertebedir. Birinciye iman-ı icmali ikinciye nan bir kimse müslim addolunduğu gibi iman-ı tafsili­ den te’vil-i meşru‘a istinad etmeyerek inhiraf eden de gayr-ı müslim addolunur. Iman-ı icmalisi kavi bulunan bir kimsenin agah olduğu tafsilat-ı diniyyeye iman eyle­ mesi tabi‘atıyla teferru‘ eyler. Binaenaleyh iman-ı tafsili Muhammed aleyhisselam her ne tebliğ etti ise haktır” ka­ ziyyesini tasdik etmektir. Tebligat-ı Muhammediyyenin icmalinde dahi balada söylenildiği vechile meratib vardır: Mertebe-i ula: İki matlubu muhtevi olan imandır ki şehade­ tiyle ifade olunur. Bu şehadet atide beyan olunacak olan mebani‘-i İslam’ın birincisidir. Görülüyor ki bu mertebe-i olan tevhid-i ilah aslu’l-usul-i İslamidir. Bu mebde’i kema­ liyle bilen ve inanan bir müslim metalib-i saireye inanmış demektir. Tasdik-i risaleti muhtevi olan ikinci kaziyyenin dır. Bu i‘tibar ile İslam’ın tevhid-i İlahiye iman tarik-ı nübüvvet ve risaletten tebliğ ve ta‘lim olunduğu vechile lub-ı asli değil matlub-ı evvelin bir kaydı demek olur. bulunması haysiyetidir. Fi’l-vaki‘ risalet bir me’muriyet-i tebliğiyyeyi haiz olmak cihetiyle esasen bir tarikten ibaret görünüyorsa da emr-i risalet nefsü’l-emrde vaki‘ bir hadi­ se-i azimedir ki bir cihetten insanlarda vahiy denilen bir hadise-i ruhiyye ve nefsaniyenin vuku‘ bulduğunu ve bu kabiliyetin mümkinü’t-tasavvur olduğunu gösterdiği gibi diğer cihetten Cenab-ı Allah’ın insanların ruh ve kalbine ta‘bir-i aharla sıfat-ı kelam ile muttasıf olması lüzumunu den en mühim olan bir sıfatı tefsir eylemesi nokta-i naza­ rından bir tarik mes’elesi değil bir matlub mes’elesi demek olur ve şu kadar ki matlub evvele raci‘ dahi olabilir. Bundan başka bu fıkranın tarih-i edyan nokta-i na­ zarından bir ıslah-ı mukayyede hasisası da vardır. Gerek Museviyyet ve gerek İseviyyette bazı enbiyaya bir hisse-i uluhiyyet ifraz edilmiş olduğunu andıran ve ileride izah edileceği vechile şirke raci‘ olmakla tevhid-i hakıkıye muhalif olan bir akıdeyi ibtal ediyor ve İslam’ın bundan halasını te’min eyliyor. Binaenaleyh Halık ile mahlukun mertebelerini tasrih ile tevhid-i Bari’yi istikmal ve şirki bütün vücuh-ı ihtimaliyyesi ile ibtal ediyor. Bu mertebedeki iman-i icmalinin ifadesi bulunan şehadeti da zahirdir. Çünkü şehadet-i saniyyede Hazret-i Mu­ hammed aleyhisselamın abd abd-i İlahi olması akıdesi risaletine terdif edilmiştir. Halbuki abdiyyete i‘tikad bir tarik mes’elesi olamaz. Bir mes’ele-i mahsusa-i müsta­ kılle olur. Ma‘amafih ma‘rifetullahı takviye eder. Ve işte bu kelime ile İslam Asr-ı Saadet’teki i‘tikadat-ı nasara ve Yehud’un ıslah ve tashihiyle Hazret-i Musa ve İsa aley­ himesselamın tebligat-ı asliyyelerini ihya ve tecdid ettiği noktanın birisini göstermiş oluyor. Çünkü o zaman Yehud ve nasara Hazret-i Allah’a ibn lah diyorlardı. Kezalik bazı nasara dahi bu zevata doğru­ dan doğruya ilah ıtlak etmekten çekinmiyorlardı. Halbuki bu i‘tikad peygamberan hakkında ifrat ve cehalet olduğu gibi ma‘rifetullahda da bir noksan ifade ediyordu. Çünkü Cenab-ı Allah’a haşa evlad isnad etmek kezalik güzide bir beşerde uluhiyet gözetmek Cenab-ı Allah’a haşa insan ve hayvan evsafını isnad eylemek veya fani insanları bakı ve kadim ve ezeli olan ilah farzıyla tenakuza düşmek demek olacağından Allah’ı tanımamaya müncer oluyordu. İşte ettirerek müslümanları bu su-i tefsirden muhafaza ediyor­ du. Ve Allah’ı ma‘bud insanı da her kim olursa olsun kul olarak tanıttırıyor ki bu mes’ele bir tarik mes‘elesi olmak­ tan ziyade bir hususiyeti haizdir. Demek oluyor ki tarik nokta-i nazarından tasavvur edildiği zaman risaletine iman hepsine mukaddem ve diğerleri hep mişkat-i nübüvvetten muktebes metalib-i asliyyeden ibaret bulunur ki bunların birincisi tevhid ve risaletidir. Ve bu iki matlubu kelime-i şehadet cem‘ eder ki bunlar evvela ve bizzat birkaç metalib-i asliye-i re kitaplara i‘tikad gibi ki bunlar ayet-i celilesi ve emsali ayatta icmal buyurul­ muştur. Görülüyor ki burada imanın iki mertebe-i icma­ liyyesi beyan buyurulmuş: Birincisi; Resulullah’ın Rab­ binden kendine inzal olunan şeylerin cümlesine iman ettiğini kezalik mü’minlerin imanı da böyle olduğunu beyan ederek hem iki matlub-ı asli-i i‘tikadiye ve hem bunların tevhid-i Bari’yi irca‘ına işaret ediyor. İkincisi ise bu icmali biraz tafsil ederek gerek Peygamber’den ve ge­ rek mü’minlerden her birinin Allah’a ve melaikelerine ve kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiklerini izah ile matlub-ı i‘tikadiyi dörde iblağ eyliyor ve “peygamberleri birbirinden tefrik etmeyiz” cümle-i tezyilliyyesiyle mes’e­ le-i risalete iman nokta-i nazarından rusül-i İlahinin hiçbiri diğerinden fark edilemeyeceğine ya‘ni peygam­ berlerin hep insan-ı kamil ve cümlesi ibadullah olmakla bunlardan bazıları hakkında ibnüllahtır Allah’tır bilmem nedir gibi mahiyet-i risaletten büsbütün başka evsaf isnad olunması doğru olmadığına i‘tikad lüzumunu gösteriyor. Şu mebadi-i i‘tikadiyye ne kadar basit ise o kadar da hakıkıdir. Fünunun saha-i hükmünden müte‘ali ve terak­ kiyat-ı fikriyye nisbetinde ma ba‘dü’t-tabi‘i efkar ve istiğ­ lalata badi olarak zihinleri yoran ve daima yoracak olan ve evail-i beşeriyyetten beri bir takım esatir ü evham ve şirk ü zılam içinde insanlığını boğup duran ve uğraşıldıkça muarazat ve münakazatına nihayet verilemeyen ve ma‘a haza fıtrat-ı beşeriyyeye derin temaslarıyla pek yakın te’siratından dolayı daima cazibeli görünmesi hasebiyle mütenahi ve mahdud ömr-i beşeri na-mütenahide ih­ tiyacından ziyade sürükleyerek sekinet-i ruhiyyesine halel veren ve bu sebeble hayatın istikbal-i hayatın müte­ vakkıf olduğu vezaif-i ameliyyeyi ta‘vik ve teşviş eyleyen hasılı inkarına imkan olmadığı halde izahına bir had ta‘yin edilemeyen nevamis-i hilkat hakkında nokta-i vahdette karar kılıp her zaman emraz-ı ruhiyyeye şafi ve her ilmin her amelin mütearifesi istinadgah-ı hakıkısi olmaya kafi bulunan şu mebadi-i i‘tikadiyyeyi İslam böyle pek basit bir surette icmal ve tesbit ederek tebliğ ve tebyin etmiş ve bi’l-cümle esatir ve hurafatın önünü almış ve dalalat-ı fel­ sefiyyeye de meydan bırakmamıştır. Ve bu mebadi zahir ve batınımızdaki hadisat-ı mahsusayı nazra-i ula ile müta­ laa edenler için en vazıh ve sahih bir netice-i fikriyye ol­ duğu gibi bütün dekaik-i fünunu idrak ederek en derin ve umumi düşünebilenler için de böyledir. Bu ikisi arasında bulunanlar şaşkınlıkları terbiye-i nakısa ile fıtratın tegayyü­ re uğraması ve derece-i kemale varamaması yüzündendir. Ve binaenaleyh mebadi-i İslam besatet ve hakıkati kadar kabiliyet-i ta‘mimiyyeyi haiz ve maddiyat ve ma‘neviyat-ı beşeriyyenin hepsine hakimdir. AHLAK MES’ELES Ahmed Cevdet Bey tarafından gönderilen şu pek mü­ him ve istifadeli makaleyi aynen naklediyoruz. Ümid ederiz ki kadınları yanlış yola sevk eden garb-perestler biraz olsun sıkılır ve mütenebbih olurlar: Bilhassa kadınlarımızın tarz-ı telebbüsüne aid bazı mevaddı müzakere etmek üzere Şeyhü’l-İslam Efendi hazretlerinin riyasetleri altında bir komisyon in‘ikad etti­ ğini gazetelerde okudum. Memleketimizde umumi ve hususi ahlak ve adat esas­ lı vech ile mevzu‘-ı bahs olmaya layıktır. Zira bir müs­ lüman hükumetinin İslam hilafetinin mevki ve nüfuzu ve hatta milli terbiyemizin ahlakıyata merbut olduğunu unutmamalıyız. Her hal ü karda Avrupa’ya benzemek bizim için ne kabildir ne nafi’dir. Caetano isminde bir İtalyalı müsteşrik İtalyanlar Trab­ lusgarb’a ayak bastıktan sonra bir eser te’lif etti. Bunun neticesi şudur: “Daima şark ile garb arasında bir fark bir vel dahi bu fark mevcud idi. Bir şarklıyı garb medeniyeti­ ne sokacağım diye çalışmak boştur. Şarkın medeniyetini kendisine bırakmak menafi‘-i insaniyye iktizasındandır. Şarklıları şark medeniyeti esaslarına göre terakkıye sevk etmelidir. Bu da pek mümkün ve seri‘u’l-husuldür. Bir şarklının dinine riayet etmelidir. Şarklıyı bu dini içinde terbiye edip medaric-i terakkıye isal etmelidir. Bunun aksi fena neticeler verdiğini daima görüyoruz.” Hakıkaten ahlakıyat-ı şarkiyyenin muhafazası büyük bir mebhasdir. Fakat bunu yalnız giyim kuşamdan iba­ ret bilmemelidir. Ma‘nevi ne mühim şuabat vardır. Şark ahlakıyatının kavaidi dinden müstenbatdır. Din-i İslam’ı mani‘-i terakkı zannedenler ise vahime mübtelasıdırlar. Emin olun ki terakkı etmek için öyle bir adamdan gay­ ret-i şahsiyye hiç zuhur etmemiştir. Eğer kendisi müca­ hede sahibi olsa idi terakkı eder idi ve dinin ona mani‘ olmadığını görürdü. Bir takım zevzekler vardır ki mesela beş vakit namazı iktisadi mesaiye mani‘ addederler. Fakat kendileri ömürlerinde bir rek‘at namaz kılmadıkları halde teşebbüsatta bir eser-i sa‘y ü terakkı izhar edememişlerdir. Kimi faizin hurmetini söyler durur. Fakat kendisi bir san‘at-ı meşru‘aya girip de faiz getirebilecek kadar para kazanmak himmetini sarf etmemiştir. Daha garibi dini­ mize itiraz edenlerin Avrupa’nın teslim ettiği o dindeki müskirat isti‘mali memnu’dur. Bugün Avrupa’nın ulemayı hükumeti ahiren müskirat isti‘malini men‘ etti. Biz bunun eden müslümanlar dinlerinin emrine teba‘an bu nehy-i münkerle neden i’tilaf etmiyorlar? Dinin sebeb-i terak­ kı olan evamir-i esasiyyesini tutmayıp da şu bu mani‘-i terakkıdir diye nefislerinin kuvve-i ma‘neviyyeden mah­ rumiyetini neden i‘lan ediyorlar? Hulefa-yı raşidin Eme­ viyye Abbasiyye Asya-yı Vusta’daki büyük Türk hüku­ metleri Babüriler ve saire şark medeniyeti ve dini muhit Asar-ı fikriyyelerinin bakayası buna şahiddir. Muhafaza-i ahlak terbiye-i ahlakıyye için en büyük istinadgah şüb­ hesiz dindir. Bunun aksi hey’et-i ictima‘iyyemizin inhila­ line sebeb olacağını gördük ama dini de bilmek şarttır. Binaenaleyh tahsil-i ibtidai esnasında diyanet derslerin­ de bir tertib-i akılane ile i‘tina etmeye başlamalıdır. Hatta çocuklara bunun ameliyatını da ta‘lim etmelidir. Düşü­ nünüz: Paris Darülfünunu’na Lozan Darülfünunu bir mükafata teşekküren verdiği cevabda Hıristiyanlık’tan bahsetti. Artık bundan ilerisi yoktur. Zaten İsviçre’de bü­ tün mekatib-i ibtidaiyye talebesini her hafta sıra ile kili­ selere götürürler. Onlara mahsus tedrisat-ı diniyye vardır. Me’mur-ı ruhani olan zat her hafta İncil’den bir iki ayeti o küçük çocuklara anlayacakları lisan ve vech ile tefsir ederler. Çocuğun zihnine o yerleşir. Bu yerleşmenin asa­ rını büyükler de muharebe zamanı biz Türkler burada pek iyi gördük. Muallimleri de muharrirleri de bize mua­ razada dini medar-ı kelam ittihaz ettiler. Bence hiç şübhe yoktur ki Türk hey’et-i ictima‘iyye­ sinin mazi ve sabıktaki kudret ve kuvveti ahlak-ı diniy­ yenin netayici idi. Bütün efradımızda bir fazilet-i diniyye vardı. Ekabir-i İslam’ın fezaili hatırlarda yer etmek için mekteblerde Kısas-ı Enbiya gibi asar-ı muhalledeyi kıraet kitabı olmak üzere okutmanın faidesi vardır. Bu kıraetler tedrisat-ı diniyyeye bir lahikadır. [] Ahlak-ı ictima‘iyye için yalnız tedrisat-ı diniyye kafi değildir değil mi? Hükumetin vaz‘ ettiği kavaninin müessesatın ahlaka te’siri vardır. Hele iktisadiyat büyük bir rol oynar duçar-ı fakr u sefalet olanlar geçinmek için bazen nice kıymetdar şeyleri feda ederler. Demek ki sefa­ letin önünü almak gerektir. Kimsesiz servetsiz fakır ka­ dınlara iş bulmalıdır. Ahlakı ifsad eden şeylerin biri de sefahet ve tezey­ yündür. Bizim hayatımızda Avrupa’nın esafilini takliden hasıl olmakta olan meyl-i sefaheti bi’l-vasıta tedabir ile tahdid vacibdir. Halka iktisad-ı milli tedrisat ve ta‘lima­ tıyla muhrib-i servet modalara dair bir fikir verilebilir. Şimdi bütün hükumetler sefahete karşı kalktılar ahaliye sefahet için ihtiyar-ı masraf etmemeyi tavsiye ediyorlar. Bizim gibi ihracatı idhalatından pek dun olan bir millete malzemesi haricden gelen sefahetten teberri etmek bir vazife-i milliyye ve vatanperveranedir. Kavanin bahsinde kavanin-i askeriyye en ziyade göze çarpar. Zevclerin müddet-i medide silah altında bıra­ kılması her memlekette fena neticeler vermiştir. Askere aralıkta bir ailesi nezdine gitmek için izin vermek lüzu­ mu Hazret-i Ömer zamanından beri anlaşılmıştır. Biz kavanin-i askeriyyemizi tanzim eder iken yine Avrupa’yı aynen taklid etmişizdir. Avrupa’nın münakalat ve muva­ salattaki kolaylıklarını nazar-ı dikkate alamamışızdır. Si­ vas’taki Türkü vakt-i hazarda mesela Rumeli’ye veya Arabistan’a gönderip orada yedi sekiz sene bırakmışızdır. Bizim gibi fakır ve nakliyatı nakıs bir millette böyle bir usul olamazdı. Bu yüzden milletimizin en kahraman ev­ ladını ifna ettik. Ve kalanların da sıhhatlerini berbad et­ tik. Hem erkeğin hem kadının ahlakı fasid oldu tabi‘i idi. Ahlaka te’siri olan kanunlardan biri de talak madde­ sidir. Bizde erkek görülüyor ki iki üç evlad sahibesi olan refikasını bırakıyor keyfi istiyor diğer bir zevce alıyor bunun emsali zevcelerde de müşahede olunuyor. Terbiyeli bir sınıf cem‘iyyetinin tehzib ettiği adat da vardır. Bizde kadınların sokağa çıktıkları esvab mes’ele­ si memleketimizde mevzu‘-ı bahs olduğunu okuyor ve lır zannediyorlar. Çünkü bu adet sırasına girmiş. Fakat cem‘iyetimizin eski halinde böyle bir şey mer‘i olamaz­ dı. Çünkü bütün ma‘nasıyla mevcud bir Türk sosyetesi vardı. Onun kendine mahsus usul ve adatı hüküm-fer­ ma idi. Almanya’da güzel bir adet vardır iyi cem‘iyete mahsus bir kadın sokakta ipekli çorap giyemez giyerse kendisinin iyi cem‘iyete mensub olmadığını i‘lan etmiş olur. Kadınlar yalnız içinde hususiyyet-i ahvalde ipekli çorap giyebilirler. Kezalik Mısır’da da bir iyi adet vardır. Orada bir sınıf kadınlar dahilen şık giyinirler. Fakat hari­ cen çarşafla muhatdırlar. Eve gelip de arkasından çarşa­ fını çıkardığı gibi şık esvabıyla arz-ı endam eyler. Beş on seneden beri İstanbul karmakarışık oldu. Mütemeyyiz ve müstesna kadın ve erkek cem‘iyetleri kalmadı. Sefaletin adına moda giyinmek Avrupalılaşmak namı verildi. Bir parça bahsettiğimiz şu mes’elede en büyük mes’uliyet erkeğindir. Kadının değildir. Erkeklerimiz kuv­ ve-i müessirelerini terk edip ailelerini ictima‘iyat cihetiyle ma‘na muzır muhrib bir serbesti bahşetmişlerdir. Ben zannediyorum ki erkekler kanunlardan ziyade aileleri nezdinde müessir olabilirler. Onlar haklarını isti‘mal et­ meyi bilirler ise emirleri nafiz olur. Kadınlığın umumiyet-i ahvali hakkında düşünülmek lazım gel eskisi gibi yalnız evinde oturup geçinemez. Şu halde bun­ dan böyle te’sis olunacak usul ve kavaninde eskisi gibi dü­ şünmeyip önümüzdeki hayat nazar-ı dikkate alınmalıdır. Memleketin ahlakıyatınca edebiyatın da bir hisse-i mes’uliyyeti olduğu inkar olunamaz. Beş on sene zar­ fında şarkın hissiyat-ı ahlakıyyesine dokunur yazıların neşrinde mübalatsızlık edildiği maa’t-teessüf müşahede edildi. Hürriyet-i fikir hakından bi’l-istifade yazılan bu eserler ma‘neviyatı tesmim eyledi. Bunların siyasiyyat hususunda bize bir vesile-i itham olduğunu da re’yü’layn gördük. Tafsilini şimdilik geçiyoruz. Hürriyet-i siyasiyyeye ve meşrutiyet-i idareye henüz mazhar olan bir millet içinde yazılacak şeyler bu gibi menhusat değil idi. Millete hürriyetini fikren ve cismen ne kaim olmalı idi. Hatta romanlarda hikayelerde mil­ letin kuva-yı ma‘neviyye ve ahlakıyyesini tehyic ve tah­ rik edecek mevzu‘lar intihabı galiba güç geldi. Kesret-i kıraeti mucib olur mütala‘asıyla hezeliyat zeminine inildi. Bir taraftan Avrupa’nın hafif-meşrebane yazılan kitapları hey’et-i ictima‘iyyemize yayıldı. Bu gibi kıraetlerin bizdeki tahribatı büyüktür. Türk­ lüğün fazileti üzerine mikroplar idhal edildi. O asar-ı hafifaneyi güya teceddüd fikriyle ortaya atılan yanlış fi­ kirler ta‘kıb etti durdu. Bu fikirleri neşredenler tedkıkat ve taharriyat-ı ilmiyye sahibi değil idiler. Bununla bir menzil-i medeniye memleketi isal edeceğiz zannında bu­ lunuyorlar idi. Onların fikirleri hep zahiri şeyler ile muğfil yet’i tefrik edemiyorlar idi. Garbın me’asir-i hazıra-i me­ deniyyetini menba‘ i‘tibarıyla yanlış telakkı ettiler. Kimi Avrupa’yı görmemiş idi. Kimi de Avrupa’nın sınıf-ı ali-i ekabirine takarrub edememiş idi. Her eline kalem alabi­ len kendini muharrir müellif zannetti. Bizim neşv ü nemamıza bir nazar-ı hakim ile atf-ı im‘an eden müdekkikın zuhur etmedi. Bir devirden diğer devi­ re atladığımız zaman bu gibi müdekkiklere ihtiyac-ı kat‘i var idi. Hele muharrirlerin Anadolu içleri ve Türk özü hakkında hiç ma‘lumatları yoktu. O saha-i tedkıka ken­ dilerini atamadılar. Özün teşekkülatından bi-haber idiler. Hakıkı bir Türklük bir Müslümanlık hayat-ı faziletkarane­ sini mevzu‘ ittihaz edenler yoktu. Hey’et-i ictima‘iyyemize ta‘alluk eden mesailin umkuna vasıl olan olmadı. Görmedim bir eser ki elinize aldığınız zaman içiniz pak bir sevinçle faziletkar bir ümidle bir sevda-yı milli Bir maddiyat bir iyş-i hevesattan başka emeller mah­ sus olmuyordu. Sabır ve tahammül ile sarf olunacak mesai yerine zevk ve maddiyatın husul-i seri‘ine intizar olunuyordu. Maa’t-teessüf İttihad ve Terakkı müdiran ve müdebbiranı da sathi-nazar idiler. Açmak istedikleri ve gitdikleri yolları seçemiyolar idi. Hırslı bir hayattan zevk alıyorlar idi ve vatanın emeli bunda mündemic olduğu­ nu zannediyorlar idi. Binaenaleyh Times muhabiri tedkık zahmetine kat­ lanmayarak ve on senelik medd ü cezri gevşentileri ge­ rilmeleri mütalaada bir tefekkür hassası gösteremeyerek sathi-binlik eylemiştir. Maa haza biz onun mektubundan mütenebbih olmak mecburiyetinde bulunduğumuzdan bu mahabirin ne dediklerini işitmek bizim için vacibdir. Bu mektubun bir hedef-i siyasisi de olsa gerektir. Fakat ben onu teşrih etmeyeceğim. Zaten anlaşılmıyor da değildir. Şimdi son sözüm muharrir ve müelliflerimize bir tav­ siyedir. Memleketin Türklük ve Müslümanlığın ahlakına te­ messükle tefeyyüz ve te‘alisini mucib olacak eserler makaleler yazın. Düşünmelidir ki Hilafet-i İslamiyye ile Saltanat-ı Türkiyye’yi cem‘ etmişizdir. Hakkımızın bü­ yüklüğü nisbetinde bir vazife-i umumiyyemiz vardır. Onun için milletin erkeğini de kadınını da medeniyet-i hakıkıyye dairesinde terakkiyata sevk etmelidir. İktisa­ diyat-ı milliyye ile meşgul olan muharrirlerden de yine bu dairede hizmetler bekleriz. ‘ulum-ı diniyyeye hadim olanlar da yeninin eskinin farklarını muktezalarını dü­ şünüp ve münteşir olan asarı dikkatli dikkatli okuyup etraflarını muhit olan zevahir ve eşyaya iyice dikkat ederek ya‘ni medrese haricine çıkarak halkı irşad etme­ lidirler. Onlara da umur-ı diniyye ile beraber milliyeti alakadar eden iktisadiyyat ile istinas peyda etmeyi ve dünya umuruna kesb-i vukuf etmeyi acizane tavsiye­ ye lüzum görürüm. İrşad için yeni bir zihniyet lazımdır. Teşrinisani tarihli İstiklal Doktor Barton’un beyanatını neşrederek bu beyanatın kadınlarımıza aid kısmını “Büyük bir fahr u gurur ile” hissettiğini yazıyor. karşılanan mütalaat işte bunlardır: “Bir suret-i umumiyyede Türk kadını bilhassa dört beş seneden beri hayat-ı ictima‘iyyedeki vazifesini göre­ cek çarelerini arıyor. Zeki ince ve sabur olan Türk kadı­ nı istihlas yolunda emin ve büyük hatvelerle ilerliyor ve şiddetle arzu ettiği bu istihlasa layık olabilmek için bütün mesaisini sarf ediyor.” Türk kadınının dört beş seneden beri ya‘ni harb-i umumi hengamında salik olduğu tarik-ı istihlasın neden da kadınlık alemimizde vuku‘ bulan hadisatını tedkık edersek İstiklal gazetesinin medar-ı fahr u gururu olan tarik-ı istihlasın mahiyeti tavazzuh eder. Son senelerde hiç kimsenin inkar edemeyeceği vechile- kadınlarımız arasında fuhuşun izdiyadı ve İslam kadınlarına gizli bir surette vesaik-i fuhuş ve fücurun i‘ta edildiği görüldü. Kadınlar hayat-ı aile ve vezaif-i beytiyyeyi terk ve ihmal edemeyecek cüz’i meblağlar mukabilinde erkeğin vezaifi de onlara yükletildi. [] Nihayet mütarekeden sonra Darülfünun’da ted­ risat-ı muhtelite mes’elesi ma‘hud “ İctihad’cı”nın alenen vesaik-i fuhşu dağıttığı ve bu usulü takviye ve ta‘mim Zannederiz ki bu hadiselerin hiçbiri bir istihlas müca­ delesi mahiyetinde değildir. Bilakis kadınlarımızı nezahet ve vazife-i fıtriyyeleri dairesinden uzaklaştırarak sefil ve perişan eyledi. Kadınlarımızdan bir kısmının tezeyyüne ibtilası açık­ lığı saçıklığı ve bir kısmının fuhuş vesikası kabul edecek kadar tefessühüyle Sıhhiye Müdüriyeti’nin fuhuş vesika­ sı dağıtacak mertebeye sukut etmesi kalıyor ki nisvan-ı rezileti fazilet tanıtacak derecede iz‘ansızlık lazımdır. Son senelerde kadınlarımızı bu hal-ı feci‘a iskat için bir takım muharrirler tarafından yapılan propaganda nihayet ka­ dınlarımızın bir kısmı üzerinde te’sirini gösterdi. Bunların hali bir felaket teşkil edecek kadar mü’ellim olduğu halde bunu iyi göstermek için sarf-ı gayretten geri kalınmadı. Yok eğer maksad tedrisat-ı muhtelite mes’elesi ise hiç­ bir yerde evamir-i diniyyeye muhalefet adab-ı İslamiy­ ye’yi yıkmak milletin hüviyetini ta‘dil etmek gibi ifratlar dalaletler “istihlas yolu” addedilemez. Bilakis böyle bir hareket izmihlal ve inkırazın delilidir. Görülüyor ki İstiklal gazetesinin büyük bir fahr u gurur ile telakkı ettiği beyanat hakkıyla düşünülürse bir vesika-i sukuttur. Ecnebi bir adamın tahassüsatı hiç şübhesiz telak­ kıyat-ı milliyyesinden daha fazla diyar-ı İslamiyye hak­ kında tasni‘ edilen hurafata tabi‘dir. Nisvan-ı İslamiy­ ye’nin haremlerde mahbus maariften mahrum ancak tatmin-i şehvet için istihdam olunan bir şey olduğunu bilen ve nisvanımızı bu halde göreceğini tahmin eden bir adam hiç şübhesiz kadınlarımızı bugünkü haliyle gö­ rünce kadınlarımızın harem mahbesinden kurtulmak için mücadele ettikleri zannına düşer. Ve binaenaleyh İstik­ lal’in iftihar ettiği sözleri söyler. Halbuki hepimiz de biliyoruz ki bizde rical ile nisvan arasında böyle bir mücadele yoktur. Acaba böyle bir mü­ cadeleyi tasni‘ etmekde zarardan başka bir şey var mı? Kadınlarımıza erkeklerine karşı esir vaz‘iyetini taktıra­ rak yeni bir zemin-i dalalet çıkarmaya ne lüzum var?!.. Her halde İstiklal gazetesine yakışan bu gibi mesaili biraz düşünerek taşınarak iftihar ve gurur vadisine sap­ maktan ihtiraz etmektir. BEŞERİN EN SAĞLAM Memleketin tahlisi namına istifade olunacak en büyük de bu kuvvetten istifade etmek için fırsat zayi‘ etmiyorlar. Memleketin ahlakını takviye etmek içki kumar sefahet fuhuş ıskat-ı cenin gibi rezaili ber-taraf etmek hususun­ da hep halkın hissiyat-ı diniyyesinden istifade olunuyor. Halbuki maa’l-esef biz memleketimizde dinimizin kaffe-i fezail-i ahlakıyyeyi amir ve bütün halkımızın evamir-i di­ niyyeye mu‘tekid olduğunu unutarak sade unutarak de­ ğil bir de bu i‘tikadı sarsmak için çalışılarak memleketin günden güne sukutu için uçurumlar açılıyor. Bu çıkmaz yoldan bir an evvel dönülerek İslam’ın emrettiği tarik-ı müstakım ta‘kıb olunmazsa akibetimiz pek vahimdir. Ahiren Fransa’da Nancy şehrinde ictima‘ etmiş olan “Tezyid-i Nüfus Kongresi”nin mukarreratı bizim için cid­ den şayan-ı ibret bir misaldir: “Fransa kongresi her şeyden evvel memlekette ahla­ ka ve dine istinad lüzumunu hissetmiştir vatanın te‘ali­ sine terakkısine en büyük hizmet olan tezyid-i nüfus mes’elesi aynı zamanda dini bir mahiyeti de haizdir. Her din tenasülü amir bulunmaktadır. Binaenaleyh kongre caat eylemektedir. “Eğer bu aile reisleri ameleden ise çalıştıkları fabrika sahibi bunlara daha fazla bir gündelik vermelidir. Eğer amele değiller ise hükumet kendilerine maaş bağlamalıdır. Bunun için de resmi bir te‘avün sandığı te’sis edilmelidir. “En nihayet hizmet-i askeriyye mes’elesi de bu bahis­ te etraflıca düşünülecek bir şeydir. Kesiru’l-evlad bir ai­ lenin çocuklarının hepsini askere almamak lazımdır. Bu mes’ele tabi‘i hal-i hazaride başka hal-i seferide başka usullere müracaatla halledilmek lazımdır.” HUK U K-I MİLLİYYENİN MÜDAFAA VE MUHAFAZASI İÇİN MİLLETİN KELİME-İ VAHİDE ETRAFINDA TOPLANMASI! Vatanın afakını kaplayan sehabe-i mübhemiyet ar­ tık yavaş yavaş tenevvür ediyor. Bin türlü dedikodulara hesabsız te’vil ve tefsirlere yol açan vaz‘iyet-i dahiliyye artık tavazzuh ediyor: Her nasılsa kanlı bir mücadeleye iş­ tirak eden millet dört sene tasavvurun fevkinde felaketle­ re göğüs gererek hayat ve mevcudiyetinin muhafazası için didiniyor çarpışıyor. Nihayet Amerika ufuklarından ko­ pan gür bir ses bu fedakar ve kahraman milletin de hakk-ı beka ve mevcudiyetinin musaddak olduğunu cihan-ı me­ deniyyete i‘lan ediyor. Reisicumhur Wilson cenabları ta­ raflarından muharib gayr-ı muharib bütün beşeriyete kar­ şı i‘lan edilen düsturlardan “Türklerle meskun olan ülke yine Türklere aid olacağı ve Türklerin bu ülkede hakk-ı hakimiyyet ve istiklalinin muhkem bir surette te’min edile­ ceği” maddesi vatan ve mevcudiyet endişesiyle çarpışan milletimize silahlarını teslim ettiriyordu. Döktüğü kanlar­ la hakk-ı hayatını kazanan milletimiz bir mütareke akd ederek Wilson Düsturları dairesinde hakkının te’minini bekliyor. Fakat bir an evvel sulha kavuşarak cihanda bir unsur-ı müsalemet ve terakkı olmaya hazırlanan milletin sami‘ası müddet-i intizar uzadıkça mevcudiyetini tahdid eden haberlerle tahriş edilmeye başlıyor. Kalbgahı olan İs­ tanbul’un mevcudiyetinin temeli bulunan vilayat-ı şarkiy­ yenin mukadderatı hakkında sağdan soldan gelen binler­ ce muvahhiş haberler karşısında kalıyor ma‘amafih yine sabır ve sekinet ile akıbete intizar ediyor bütün beşeriyete karşı i‘lan edilen düsturların kendi hakkında da tatbik edi­ leceğinden nevmid olmuyor. Fakat bu aralık beyninde bir bomba patlıyor: Mu­ kaddes vatanından en kıymetdar bir parçanın Yunani­ ler tarafından işgal edildiği haberini alıyor. Yıldırımla vurulmuşa dönüyor. Fakat felaket bununla da kalmıyor. Yunanilerin beş altı sene evvel Makedonya’da tatbik et­ tikleri imha siyasetini müslümanların bu şirin vilayetinde de pek kanlı bir surette mevki‘-i icraya koyduklarına şa­ hid oluyor. İzmir’in mes‘ud ailelerinin tarumar olduğunu duyuyor. Bergama Aydın gibi servet ve saadet yuvası olan beldeleri harabezara dönüyor. Bedbaht müslüman­ lar köylerde kasabalarda muttasıl doğranıyor binlerce ma‘sum birkaç sa‘at içinde adem-abada gidiyor! Cihan-ı medeniyyet muvacehesinde yapılan bu vah­ şetler bi-hakkın onlarda ümid ve intizarlarının vahi olup olmadığı şübhesini tevlid ediyor. Bu aralık aynı halin vilayat-ı şarkıyye için de hazırlandığını gösteren haberler de tevali etmeye başlıyor. Hatta Trabzon ve Edirne vila­ yetine karşı da haris gözlerin dikildiği görülüyor. Bu ahval ve vaz‘iyet karşısında milletimiz kendisinin ölmediğini babasının yurduna varis kendisi olduğunu cihan-ı medeniyyete gür sesle işittirmek için sinesinden kopan bir azimle birleşiyor. Bundan da “Anadolu ve Ru­ meli Müdafaa-i Hukuk Cem‘iyeti” doğuyor. Bütün beşeriyet için bir hakk-ı tabi‘i olan muhafaza-i mevcudiyyet endişesinin tezahüründen başka bir mahi­ yeti haiz bulunmayan bu harekette başka bir ma‘na ara­ mak için hiçbir seseb göremiyoruz. Milletin sinesinden kopan bu ses beşeriyet kitlesi arasında bir de müslüman milleti olduğunu i‘lan ediyor. Bu millet de diğer milletler gibi mukadderatına kendisi hakim olmak azminde bulunuyor. Bunun için de vekil­ lerinin meb‘uslarının bir an evvel toplanmasını istiyor. Bundan daha samimi bundan daha meşru‘ bir taleb olur mu? Bunu başka şekilde göstermek insafsızlık ve hamiyet­ sizlik olduğu gibi bundan gerek ba‘zı eşhasın ve gerek ba‘zı fırkaların menafi‘-i hususiyye ta‘kıbine kalkışmaları Her halde intihabatın arifesinde millette uyanan inti­ bah ve bu intibahın mevludü olan milli vahdet temen­ ni ederiz ki mukaddes vatanımız için bir subh-ı felah açmış olsun. Şu birliği ile varlığını gösteren millet bu azmi mukadderatını tevdi‘ edeceği şahsiyetleri seçmek hususunda da izhar edebilirse istikbale karşı ümidli na­ zarlar fırlatmakta kendimizi haklı görebiliriz. Fikrimizce yet ve liyakati fazilet ve seciyesi iman ve ahlakı nazar-ı yeleri meydana çıkan şahsiyetlerden mahiyet-i mezhe­ biyyeleri mechul olan münafıklardan bu millet için hayr ve felah geleceğini beklemek kaba ta‘birle hamakattir. Kalbinde din ve millet vatan ve istiklal aşkı yaşamayan­ lar artık sahneden çekilmeli memleketi bu aşkı taşıyan hakıkı vatan evladlarına bırakmalıdırlar. [] On senelik devre-i imtihan pek çoklarının ma­ hiyetlerini meydana koymadı mı? Milleti kemirmek için ellerine fırsat geçmeyenlerin çıkardıkları velvele-i hamiy­ yete kapılırsak bu da‘va ile ortaya atılan ve mahiyetleri meydana çıkanlar karşısında nasıl mebhut ve mütehayyir kalmış isek bu def‘a da öylece apışır kalırız. Fakat iyi dü­ şünelim ki bu def‘aki meclis milletin hayat ve mematına aid mesail muvacehesinde kalacak en muğlak işlerle uğ­ raşmaya mecbur olacaktır. Binaenaleyh namzedleri se­ çerken ahlak ve seciyesi irfan ve imanı vatan ve istiklal kaygısı hadde-i tecrübeden geçmiş zevatla eline geçen nüfuz ve kudreti menfaat-i şahsiyyesi uğrunda sarf et­ mek suretiyle menafi‘-i umumiyyeyi ayakları altına almış hud‘akarları ve mahiyet-i mezhebiyyesi mechul kimse­ leri ayırmak icab eyler. Millet rüşdünü ancak bu suretle göstermiş istikbal hakkında haricte ve dahilde verilecek hüküm de meb‘us intihabında ibraz edeceği reviyetle bir te’sir yapmış olacaktır. Bugün fırka kaygısına düşe­ cek zamanda değiliz. Çünkü tehlikeye ma‘ruz kalan ve kurtarılması icab eden vatandır. Endişe-i vatan her nevi’ düşünce ve ihtirasların fevkindedir. Vilayat-ı şarkiyyeden bir kısmının muvakkaten işga­ lini İzmir’de ve Rumeli’de şahid olduğumuz faciaların dehşetini zaten göz önünde bulundurmamız bilhassa re’yleri verirken bu sahneleri der-hatır etmemiz icab eder ki vatan ve istiklal ne demek olduğunu bütün vuzuhuyla anlamış olalım. Osmanlı müslüman kardeşler! Memleketimizin geçirmekte olduğu nazik zamanların ehemmiyetini bilmeyenimiz yok. Fakat ondan daha mü­ him olarak bilinecek bir cihet vardır ki o da mes’elenin pek ağır pek müşkil olduğunu bir dakıka nazardan dur tutmamakla beraber Cenab-ı Hakk’ın her şeye kadir ol­ duğunu ve din-i İslam’ı müslümanları kıyamete kadar hıfz u sıyanet-i ilahiyyesine mazhar edeceğini mutmain olarak vatanın milletin selamete çıkarılması için herke­ sin kemal-i ciddiyetle çalışmasıdır. Evet müslümanlar hiçbir vakit me’yusiyete düşme­ yeceklerdir. Çünkü estaizü bi’llah buyurulmuştur. Fakat aynı zamanda hata ve noksanların cezasına uğranacağından ihtirazen her türlü tedbirleri hazırlıkları eksiksiz ihmalsiz ifaya çalışmak borcumuzdur. Nesta‘izü bi’llah: ayet-i celileleri müslümanların Cenab-ı Hakk’ın azabına müstahık olmamak için tedbirli bulunmaları ve Allahu Te‘ala’nın lütuf ve merhameti çoktur diye insan­ ları gaflete düşürerek hati’ata sevk eden şeytana aldan­ mamaları lüzumlarını beyan buyurur. Evet Cenab-ı Hak müslümanlara yardım eder. Fakat müslümanlar dinlerinin emirlerine riayet etmek şartıyla nesta‘izü bi’llah buyurulması bu ma‘nayı sarihan ifade buyurur. Demek ki nusrete mazhar olmak için Hakk’a ya‘ni din-i İlahiye nasıl nusret lazım imiş acaba din-i İlahiye nasıl nusret olunur? Tabi‘i din-i mübine her türlü hiz­ met bir nusrettir. Fakat dine nusretin en mühimmi emr bi’l-ma‘ruf ve nehy ani’l-münker fariza-i diniyyesine ih­ timamdır. Çünkü ahkam-ı İslamiyye’nin devam ve icrası ancak bu fariza-i celilenin hüsn-i ifasıyla mümkün olur. Ve bu fariza-i diniyye iki nevi’ olup birisi her müslüma­ nın uhdesine terettüb eder. Öteki de evliya-yı umurun ifa edecekleri emr bi’l-ma‘ruf ve nehy ani’l-münkerdir. Efra­ dın uhdesine terettüb eden kısmını icra için az çok daima fırsat düşerse de bu def‘a ya‘ni meb‘us intihabatı müna­ sebetiyle arz-ı mevcudiyyet eden fırsat en büyük ve en mukaddes bir fırsattır. Eğer hakkıyla istifade edilebilirse maddi ma‘nevi en yüksek ecre nail olunur. Ma‘azallahi te‘ala hüsn-i intihaba muvaffak olunamazsa dünyevi ve uhrevi duçar olunacak netayic ve ukubat pek azim olur. Binaenaleyh gaflet ve zühulden ictinab ile hak ve ada­ let dairesinde ifa-yı vazifeye himmet etmek cümlenin ve bilhassa ulema ve eşraf ve mütehayyizanın gayet mühim bir fariza-i diniyyesidir. Zira intihab olunan meb‘usan mümkün olduğu kadar milletin en layık en ehil efradı olmaz ise hem Cenab-ı Allah’ın nesta‘izü bi’llah ayet-i celilesinin hükm-i alisine riayet edilmemiş olur. Hem de hadis-i şerifi mucebince milletin vatanın zaten iyi gitmeyen işle­ ri bütün bütüne berbad edilmiş olur. Aman tekrar aman kardeşler; pek ziyade dikkat ede­ lim. Vatanımızın ve bütün İslamiyet’in saadet ve selame­ tiyle meb‘us intihabında hüsn-i muvaffakiyetin büyük münasebeti vardır. Eğer şerait-i matlubeyi haiz zevat in­ tihab edilebilirse o meb‘uslar da hükumeti idare edecek nazırları en muktedir ve en layık kimselerden intihab ve sonra onların bütün icraatını kemal-i ehliyyetle muraka­ be ederler. Tabi‘idir ki vatanımızın gayet tehlikeli olan vaz‘iyet-i ma‘lumesi ancak bu suretle husule gelmiş olan kuvve-i teşri‘iyye ve kuvve-i icraiyyenin ihlas ve kiya­ setle tevhid-i mesai etmeleri sayesinde matlub-ı salahı kesb edebilir. Öinaenaleyh bu ali ümniyyenin istihsaline muvaffak olmak için muktezi şeraiti bilip icabatına fe­ dakarane tevessül etmek her müslümanın üzerine vacib olan bir emr-i celildir. Biz de bu babda i’tinası muktezi şerait-i diniyyeyi bir nebze arz edeceğiz: Meb‘us intihab olunacak zatın mutlaka dindar ya‘ni hem mu‘te’kid hem de mümkün mertebe i‘tikadıyla amil mümkün mertebe mevcudlar içinde en ziyade müteessir ve bu uğurda fedakarlığa amade tecrübe-di­ de ve aynı zamanda az çok devlet işleriyle uğraşmış faal olmasına ve fırkacılık ihtiraslarından azade bulunmasına gayret etmelidir. Eğer bu evsafın kaffesi bir zatta cem‘ olmuş ise o zatı intihab hususunda asla tereddüd ve te­ ehhür etmemeli. Bilakis bu sıfatları daire-i intihabiyye dahilinde en ziyade haiz kimse var iken her hangi se­ beble olursa olsun na-ehil bir başkası intihab olunursa ma‘azallah emanete hıyanet edilmiş olur ki böyle bir hata günahların en büyüğü olacağında şübhe yoktur. Zira meb‘us intihabı demek Devlet-i Aliyye’mizin Hila­ fet-i İslamiyye’nin işlerini en ma‘kul ve din ve devletin menafi‘ine en muvafık surette görmek için her mem­ leketten milletin en akıllı en dindar en ma‘lumatlı en hamiyetli kimselerini cem‘ edip istişare ettirmek ve bu suretle umum milletin re’ylerini en mukaddes hukukla­ rını emanetlerini yüklenmiş zevattan mürekkeb Meclis-i Şura teşkil etmektir. Binaenaleyh böyle mukaddes bir emaneti ehline tevdi‘ etmek tabi‘idir ki devlet-i İslamiy­ ye’nin üssü’l-esası olan emanatı ehline tevdi‘ ve adaletle hükmetmek düsturlarına münafi ve balaya derc ettiğimiz ferman-ı celiline muhalif olur. Tabi‘idir ki dünya ve ahirette insanı hacil ve mes’ul edecek böyle gayet ağır bir hataya düşmemek için i‘tina etmek her müslüman için farzdır. O cihetle evvela bu hataya düşmemek için dikkat edilecek cihetleri bilmelidir. Biz bunları da Kur’an-ı Kerim’den iktibas edelim: Kur’an-ı Kerim insanı adaletten doğru yoldan inhiraf ettirecek se­ bebleri hep zikretmiş bildirmiştir. Ez-cümle insanın kendi nefsine olan şiddet-i muhabbeti hısım akraba veya ev­ lad ve ahfad meveddeti dost hatırı zengin hatırı me’mur veya herhangi bir kuvvet korkusu düşmanlık gücenginlik gibi haller insanı adaletten doğruyu kabulden men‘ eden esbabın başlıcalarından oldukları cihetle nesta‘izü bi’llahi ayat-ı celilesi hep zikrettiğimiz saiklerin haktan ayrılmaya sebeb olmasını emr ve ta‘lim buyururlar. Hulasa-i kelam Sebilürreşad meb‘us intihabatı münasebetiyle bütün müslümanlara Cenab-ı Hakk’ın bu babdaki emirlerini hatırlatmakla gayet büyük tehli­ kelerden sakınmak lüzumunu bildirmek istiyor. Çünkü meb‘uslarımızın ekseriyetini din aleyhinde bulunan kim­ selerden teşkil etmek isteyen ve bu babda fedakarane çalışan düşmanlarımız pek çok olduğundan ve meclis-i millimizi ve bi’n-netice ümmet-i Muhammedi böyle bir tehlikeden kurtarmak için meb‘us olacak zevatın en ziyade dindar ve aynı zamanda din aleyhdarlarına il­ miyle kemaliyle mukavemet ederek onların ika‘ etmek olmasına her müslümanın ve bilhassa müftü efendiler hazeratıyla ulema-yı kiramın himmet etmelerini kemal-i hulus ile rica ve niyaz eyleriz. Ve mine’llahi’t-tevfik. Bugün fırka kaygısına düşersek ma‘azallah vatanı gaib etmiş oluruz. O zaman da ne fırka kalır ne de tefri­ ka! Memleket bir harabezara milletin imha siyasetinden artacak bakıyyesi de mahkum-ı zillet ve sefalet esirler kitlesine inkılab eder. Allah’ın sevgili yurdumuzu bu müdhiş akibetten sı­ yaneti için el ele vermemiz menafi‘-i din ve vatandan başka bir şey düşünmememiz meb‘uslarımızı iman ve ahlakı metin irfan ve fazileti vasi‘ hamiyet ve seciyesi mücerreb zevat arasından intihab etmemiz her müslü­ man için bir fariza-i mübremedir. Cenab-ı Hak şu buhranlı günlerde cümlemize basar ve basiret açıklığı ihsan buyursun. Eylül tarihli Near East gazetesinden: Türkiye hakimi­ yetinin istikbali mes’elesi etrafında şimdiye kadar pek çok yazılar yazıldı. Birçok müracaatlar vaki‘ oldu. Bunlar miyanında bize göre en ehemmiyetlisi geçen hafta Mister Lloyd George’a takdim edilen muhtıradır. Bu muhtırada müslüman memleketlerinin hissiyatı ğı halde vuku‘a gelebilecek tehlikeler birer birer gös­ terilmekteder. Bu muhtıra şimdiye kadar bir menfaat peşinde hareket eden ba‘zı muharriklerin karaladıkları bir takım nukat-ı nazardan müdde‘ayatını isbat etmek­ tedir. Muhtıra altında görülen isimler bir takım müşevvik ve muharriklerin değil siyasetle hiçbir alakası olmayan pek kıymetli ve değerli zabitandan Darülfünun talebe­ lerinden idare me’murlarından ve hakimlerden mürek­ kebdir. Bütün bu erbab-ı irfan ve zeka müslüman alemi hakkındaki pek kat‘i his ve bilgilerinin irşadıyla birleş­ mişler ve bu muhtırayı kaleme almışlardır. Bu isimlerden birçoğu halkça tanınmayan kimselerden ise de büyük bir ekseriyeti hürmet ve i‘tibar sahibi zevattan mürekkebdir. Mesela la ale’t-ta‘yin tefrik ettiğimiz Sir William Kars­ ten Sir John Hewett Sir Theodore Morison Sir Francis Younghusband [] gibi isimler gösteriyor ki bu muhtıra sırf iştihar maksadıyla herhangi bir menfaat-i maddiyye Bu zevat Türkiye’nin Avrupa’dan ihracı payitahtından mahrum edilmesi ve Anadolu’nun müttefikler arasında taksimi gibi tekliflerin müslümanların kalblerinde açtığı yarayı uzun uzadıya teşrihten ve bu mes’elenin bütün dünyada en ziyade İngiltere’yi alakadar edeceğini işa­ retten sonra başvekilin tali‘-i harb henüz tahakkuk etme­ diği bir sırada Kanunisanisi’nde irad etmiş olduğu mühim nutkunu kendisine hatırlatıyorlar. Fi’l-hakıka o zaman Lloyd George bu nutkunda “Biz Türkiye’yi payi­ tahtından ve ırk i‘tibarıyla tamamıyla Türk olan Trakya ve Anadolu’nun zengin topraklarından mahrum etmek distan’da ve bütün müslüman aleminde derin bir ma‘kes bulmuş olduğundan muzaffer müttefikler tarafından uzun bir takım münakaşata meydan açan bu mes’ele­ nin mev‘ud şekilde hallini istemekte İslam alemi kendini tamamıyla haklı addediyor. Bütün dünyadaki müslümanların merbutiyet ve mu­ habbet-i ma‘neviyyesi umumi bir medeniyet ve mefku­ renin son mümessili telakkı edilen Türkiye İmparator­ luğu’nda temerküz etmektedir. Ve Türkiye’nin harita-i alemden silinmesi bütün İslam aleminin sukutunu işaret eden bir alamet gibi telakkı edilir. Londra’da münteşir Near East Şark-ı Karib mec­ mu‘asında; İngiliz matbuatının meşhur münekkid-i as­ kerisi Miralay Rebington yazıyor: Bidayette bu sergüzeştlere atılıvermek hatasından ma‘ada şark muharebe sahnelerinde ta‘kıb edilen yanlış siyaset her şeyi müşevveş bir hale getirmiştir. Bu yanlış siyaset neticesinde senesinde Arablara ba‘zı şeyler va‘d etmek şartıyla Hicaz Kralı ile bir muahede akd ettik ve Arablar da bizi sevdiklerinden değil ancak vatanları­ nın istiklali hürmetine ve verdiğimiz söze i‘timad ederek bizimle omuz omuza harb ettiler. Sonra yine bu yanlış siyaset neticesinde ihmalkar bir sade-dillikle ’da Fransızlarla yine tahriri olmak üzere bir i’tilafname akd ettik ki bu i’tilafnamenin birinci i’tilafname mevaddını ba‘zı noktalarda cerh ettiğini kaviyyen tahmin ediyorum. Bununla da iktifa etmeyerek Siyonistlerle de anlaşarak bunlara Kudüs-i Şerif ahalisinin yüzde onu Musevi ol­ duğu halde yüzde doksanı diğer milletlere mensub ol­ masına rağmen -ki bu muhtelif milletler Musevilerin gırtlaklarını seve seve kesmeyi arzu ederler- bu belde-i mes‘ude va‘d edildi. Bir çeyrek milyon tüfenge malik üç milyon Arab’ın herkesin kendilerine bizim gibi perestiş ettiği hayal-i hamında bulunan Fransızlar da dahil ol­ duğu halde memleketlerine müstevli olanlar hakkında şedid bir nefret hissetmesi şark-ı karibdeki herc ü merci tenkıs edecek bir mahiyette değildir. Mantıkı ve saf Fran­ sız zihniyeti nasıl olur da bizim kendisine va‘d ettiğimiz şeyleri daha evvel bir diğerine va‘d etmiş olduğumuzu şeyden sol elinin haberdar olmadığını nasıl anlayabilsin. Filistin’de bitmez tükenmez iğtişaşlar zuhuruna badi ol­ masına rağmen Siyonistlere verdiğimiz sözün incazı için bu kadar mutaassıb davranacağımızı nasıl kavrayabilsin? Nasıl olur da seri‘u’t-te’essür komşularımız son ve cesim Ehl-i Salib seferimizin müncer olduğu Kudüs-i Şerif’i Mu­ sevilerin muhafazasına terk etmek gibi mizahi bir netice­ nin gülünçlüğünü takdir etmezler? Biz Suriye ve hatta Filistin’den çekilerek Musevileri imha edilmekten vikaye etmek vazifesini deruhde edecek ve Arabistan’da yirmi sene yeni bir Abdülkadir muharebesine ma‘ruz kalacak herhangi bir hükumete bırakmaya amade olduğumuzu anlamayacak kadar Fransızları saf-dil mi addediyoruz? Bizi hiçbir şey Fransız tenkıdinden kurtaramaz. Zira zevahir-i ahvale nazaran onları aldattık biz iki memleke­ ti son seneler zarfında bir-iki def‘a harb tehlikesine ilka eden ve Alman menafi‘ini te’min etmekten başka bir şey bir netice vermeyen kadim Fransız-İngiliz müstemlekat rekabetini ihya edecek tek bir kelime söyleyecek değiliz. Bereket versin ki son harb seneleri zarfında kendilerine karşı perverde ettiğimiz hüsn-i niyyet komşularımızca uzun tecrübelerden sonra tasdik edilmiştir. Biz Lion’a ve Marsilya’ya Suriye’de te’min edecek­ leri menfaatler dolayısıyla haset etmiyoruz… Ancak biz Suriye ve Filistin’i arzu edene vermek istediğimiz halde el-an muhafaza etmek ister gibi görünüyoruz ki hata-yı siyasimiz de işte buradadır. Her abonenin mebde’ ve münteha numarası matbu‘ adreslerin altında her hafta görülmektedir. Binaenaleyh gi numarada nihayet bulacağını nazar-ı dikkate alarak bir­ kaç hafta evvel tecdidine ihtimam buyurulması iktiza eder. Hukuk Matbaası’nda basılmıştır Çok zaman geçmedi gördüm ki bizim soytarıyı Geliyor “ilmühaber yaz!” diye... Neymiş bakalım? — Bir izinname... — İzinname mi? Hay hay lazım. Evlenen hangisi? Beyler mi kerimen mi paşa? — Onların vakti değil. — Kim ya? — Benim. — Sen mi? Yaşa! Tam da vaktin hani gün geçmeye gelmez davran! — Hoca eğlenme! Hemen yazmana bak! İşte paran! — Ay o murdar kağıdın pek mi büyük hatırı ki Beni ürker diye tutmuş sayıyorsun bir... iki..? Kaç paran varsa büküp katla da indir cebine! Yazamam nafile. — Elbet yazacaksın sana ne? — Hiç adam haline bakmaz mı be? İnsaf azıcık! — Hayır kendin bak: Bence bir kellen açık bir de sakal diplerin ak! — Ama sen halt ediyorsun! Sakalımdan size ne? — Ne mi? Ondan beleş eğlence mi var seyredene? Gülüyor kahvede el çarşıda bakkal çakkal! Olma beyhude elin ağzına bir parmak bal; Çatlasan sofracı Rumdan karı olmaz adama... — Kim haber verdi bileydim... — Ne bunak şeysin ama! “Kim haber verdi” diyor... Sormaya var mıydı lüzum? Yediğin herzeyi kör gördü sağır duydu kuzum! Söyletir çarçabuk insan meğer olsun pek alık Boşboğaz şey o senin yosma sakal hasba kılık! — Artık elverdi İmam kellemi kızdırma da yaz! — Bana bak hiçbir imam böyle rezalet yazamaz! — Ay rezalet de diyor sünnete! — Sünnet mi? — Ya ne? — Öyle şey yok! — Ne demek? — Dinle be hey divane! Öyle sünnet denemez her zaman evlenmek için; Vakt olur: Sünneti geç vacib olur erkek için; Vakt olur: Sünnet olur... — Söylediğim çıktı... Tamam! — Vakt olur bir de bakarsın ki: Olur böyle haram! — Kimseden dinlememiştim bu senin fetvayı... Ne tuhaf!.. — Sende tuhaflık!.. Kısa kes da’vayı! Çoluğun var çocuğun var haremin namuslu; Yaşın altmış beşi bulmuş otur artık uslu!. Neren eksik be adam? Böyle nedir çıldıracak? Karı derdiyle yıkılmaz bu kadar yıllık ocak! — O nasıl söz? Ben ocak yıkmaya evlenmiyorum... — Hiç o seksen kapı gezmiş o kaşarlanmış Rum Başmuharrir Sofracıyken seni koymuş da bu canım kılığa “Hanımım!” derse dökülmez mi ki fındıkçılığa? Karı kıvrak paşa hazretleri şallak mallak! Biri durdukça edepsiz biri gittikçe salak! Evvel-Allah döneceksin çabucak maskaraya; Vuracaksın iki üç dalgada baştan karaya! Artık evler gidiyor cilveyi sundukça madam... Oynasın kumda çocuklar!.. — Ne vazifen be adam! Avukattan da beter... Ay ne kadar herze-vekil! — Defol ordan! — Haydi yaz kağdımı!.. — Yazmam be çekil! — Yazacaksın! — Defol ordan! Sana yok ilmühaber — Yazma sittin sene pampin yap elinden geleni; Gelecek hafta duyarsın: Hanım olmuş Eleni! Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı Bir şeydi benim hilkatimin gayesi: Feryad; Susmak ki düşünmekti ben ondan pek uzaktım. Haykırdım “Eller duyacak sus!” dedi herkes; Ağyar uyanıkmış meğer etrafıma baktım. Feryadımı artık boğarak na‘şını tuttum Bin parça edip şi’rime gömdüm de bıraktım. Seller gibi heyhat taşıp kükreyecekken Hiç çağlamadan gizli inen yaş gibi aktım! Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz; Bu ayet-i kerime Cenab-ı Hakk’ın Beni İsrail’e ibzal buyurduğu ni‘metlerin onuncusunu beyan buyurmak­ tadır. Kur’an-ı Mübin bu ayetle Asr-ı Saadet’te bulunan Yahudilere hitab etmektedir. Bunlara hitab etmesi bizzat onların Hazret-i Musa’dan bu nebatatı istemiş olmala­ rı dolayısıyla değil aba vü ecdadının ni‘am-ı ilahiyyeyi nisyan ederek nezd-i Bari’de onları çöllerden çıkararak güzel şehirlere girmelerine saik olacak bir mevki‘-i kabul Cenab-ı Hak Beni İsrail’e yiyeceklerin en lezzetlisi­ ni suların en tatlısını ihsan buyurmuş bunlardan yiyiniz bu et‘imeden bıkarak şehirlerde yemeye alıştıkları mer­ cimek soğan sarımsak gibi şeyleri istemeye başladılar. Binaenaleyh Hazret-i Musa’ya gelerek selvadan bıktık­ larını nefislerinin istediği nebatatı da ihsan buyurması­ nı Allah’tan niyaz etmesini taleb ettiler. Beni İsrail’in bu hususda ısrar etmesi üzerine şehirlerden birine girmeleri­ ne ve arzularına nail olmalarına müsaade olundu. Beni İsrail bu sefer de nail-i lütf-i İlahi olduğu halde Al­ lah’ın ni‘metini şükran ile karşılayacaklarına bedel ayat-ı gibi peygamberanı bi-gayrı hakkın katl edenleri bu gibi kebairi irtikab etmekde buldular. Zaten bir kere muhar­ rematı irtikaba başlayınca tarik-ı küfre sapılmış olur. Bu­ nun içindir ki ba‘zı insanlar bir takım mahzurlara düşme­ mek için ufak tefek şeylerden tevakkı ederler. Kebairden kendini kurtarmak için sağairden uzaklaşırlar. Çünkü ne­ fis hangi makamda ise onun yükseğine bakar. Ve bun­ dan dolayıdır ki ali-cenab olan insanlar bir paye-i kemal günahkarlar bir günah işledikçe daha beterini işlemeye başlarlar ve nihayet bütün rezail ile alude olurlar. artık Allah’tan korkmaz Tevrat’ı tahrif ve fena fena te’vil etmekten ihtiraz etmez oldular. Bilakis kendi temayülat ve şehevatına uymayan yerleri büsbütün unutmak için tay­ yetmeye cür’et ettiler. El-hasıl bunlar bağy u isyanlarında o kadar ileri gittiler ki enbiyayı istihfaf ederek öldürdüler. Ayat-ı ilahiyyeye küfr ettiler. Binaenaleyh Cenab-ı Hak da onları zillet ve meskenete mahkum kıldı. İşte ayet-i kerimesinin ma‘nası budur. Bunların tekalif-i ilahiyyeyi istihfaf etmeleri isyan vadisine sapmalarını kolaylaştırmış binaenaleyh ma‘si­ yette israf edince enbiyayı öldürmüş ayat-ı ilahiyyeyi tiğini görünce büsbütün azarak alenen icra-yı isyana kalkmışlardı. Fakat Cenab-ı Hak bunları zillet ve mes­ kenete mahkum etmiş şevketlerini yıkmış saltanatlarını tarumar etmiş sair milletleri onlara hakim kılmıştı. ayet-i kerimesinden maksad Beni İsrail HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSELAM’IN DINİ: İSLAM ki o da matlub-ı i‘tikadiyi üç esasta hulasa eder. Bu da kelimeteynden sonra ahirete imandır ki usul-i i‘tikadın en mühimlerindendir. Alem dediğimiz şu mecmu‘a-i ha­ disatın bir sa‘at-i fenası olacaktır. Arz ve sema değişecek başka bir neş’et-i hilkat başlayacaktır. Bu sa‘ate ve bun­ dan sonraki ahd-i hilkate yevm-i kıyamet yevm-i ba‘s yevm-i ahir veya ahiret yevm-i din yevm-i ceza denilir ki herbiri bir hasiyetini ifade eyler. Ve herbiri bir kaziy­ ye-i i‘tikadiyyeyi mutazammın olur ki sa‘at haktır. Ba‘s ve nüşur haktır. Hesab ve ceza haktır Sırat haktır. Cen­ net ve Cehennem haktır. Ahiret ta‘biri cümlesini yevm-i ceza ise münteha-yı evsafını irae eyler. Arab şairinin dediği gibi “Biz onlara verdikleri ceza gibi ceza verdik” mısraında olduğu gibi. Lisan-ı Arab’da din a‘malin mükafat veya ukubetini vererek bi’l-mukabele tatbik-i mes’uliyyet demek olan ceza ma‘nasına dahi kul­ lanıldığına ve bugünün ahkam-ı cezaiyyesinde dünyada olduğu gibi hiçbir naib-i mutavassıtın haylulet etmeyerek yalnız ve doğrudan doğruya tedbir ve tasarrufu-ı İlahi tecelli edeceğine ta‘bir-i aharla ancak İlahi mes’uliyet tatbik olunacağına mebni buna yevm-i ceza ma‘nasına yevm-i din denilmiş ve sure-i Fatiha’da Cenab-ı Allah bunun yegane maliki meliki bulunduğunu [] ayetiyle göstermiş ve ba‘zı asarda ve esma-i şu hadis-i şerif bu ma‘nayı mutazammındır: “İyilik çürümez günah unutulmaz bunların mükafat ve mücazatını verecek olan Cenab-ı Deyyan ise la-yemut­ tur. Artık ne istersen yap yapdığını bulursun. Ya‘ni ne muamele yaparsan öyle muamele görürsün.” duğu gibi iman-ı bi’r-resul de öyledir. Çünkü ahiret her ma‘nasıyla mümkinü’t-tasavvur ve hatta istidlalat ve kıyasat-ı ilmiyye ve mantıkıyye ile hadd-i evvelinin isbatı kabil ise de vuku‘at-ı maziyye gibi vuku‘at-i istikbaliyyenin tahakkuku dahi fikirden ziyade ahbar ve nükul ile merte­ be-i yakıne gelebileceğinden mücazat ve mükafata mün­ tehi bir neş’et-i saniyyeye iman ancak mücerrebü’s-sıdk bir muhbir ve muallimin irşadından kuvvet almak ihtiya­ cına binaen fikren ve felsefeten yalnız imkanı isbat edilebi­ lecek olan yevm-i cezanın vuku‘-ı kat‘isine iman peygam­ bere imana mütevakkıfdır ki onu taraf-ı Bari’den tebliğ ve sıdkını tecrübe-i i‘caz ile te’yid eylemiş bulunsun. Feylesofların bazıları beka-yı ruh da‘vasını isbat sure­ tiyle ahireti isbat ve tahkıka çalışmışlardır. Bu mes’elenin se de İslam’da ahiret bir neş’et-i saniyye mes’elesi olduğu mamasının değil halıku’l-ervah ve’l-ecsam olan Cenab-ı Allah’ın ezeli ve ebedi olması icad-ı evvelden başka bir de icad-ı saniye kadir bulunması mes’elesinin nazar-ı dik­ kate alınması lazımdır. Bundan dolayıdır ki felasife ve su­ fiyye-i İslam beka-yı ruha istinad etmek istedikleri halde mütekellimin cisimle beraber veya cisimden hayli sonra ruhun fena-pezir olabileceğini ve belki olması lüzumunu dermiyan edebilmişlerdir. Çünkü ’dir. Meğer ki ruh bir şey addedilmesin. Yine bu noktadan do­ layıdır ki felasife-i İslam’dan İbn Sina akıl ve felsefenin yalnız ahiret-i ruhaniyyeyi isbat edebildiğini ve daha ziya­ desinin muhbir-i sadıkın haberinden müstefad olarak vaci­ bü’l-iman bulunduğunu Şifa’sında tasrih eylemiştir. Aklın felsefenin ahiret babındaki kadar red ve inkara müsaid olmayıp kabul ve isbat imkandan ibaret kaldığı cihetle sade akıl ve mantık ile ahireti isbata kalkışmak doğru değildir. Bunun mümkün olduğunu te’emmülden sonra vukuunu haber veren muhbirin sıdktaki derecesini ve istinadgahını tedkık eylemek lazım gelir. Bütün cem‘iyet-i beşeriyye toplansa el ayeh... Bu­ Hiçbir mezhebde caiz olmaz. Mezheb-i Malikiyye’de değil yalnız zevcin zararını tazmin ettirmek icab-ı hale ve kadının derece-i isaetine göre hakemler onun cemi’-i ma-meleki üzerine muhalaa ve tefrik ve emr-i muhalaayı mecmu‘-ı emvalinden vazgeçmesine ta‘lik edebilecekle­ ri; musalahaya kadir olamadıkları surette fi’l-hal tefrika da mecburiyetleri olmayıp münasib gördükleri halde “tefrik etmeyeceğiz zevcine itaat edeceksin.” Hükmünü verip ona da hüsn-i muaşeret ve sabır ile tavsiye ederek halleri üzerine terk eylemeye de salahiyetdar oldukları; tefrik ve muhalaa son çare olmakla onu yalnız halen de­ ğil istikbalen ve ebeden ıslah-ı beynin mümkün olma­ yacağı müddet-i medide tecarib-i tammeden sonra te­ yakkun eyledikleri vakitte icra edebilecekleri hep kütüb-i fıkhiyyelerinde mezkur ve musarrahtır. Zevce bir niza‘ ve şikaka girişince zevcinden ayrılacak ve hey’et-i hakemiy­ yenin zevc hakkında en büyük adaletleri mehrin istirda­ dından ibaret olacaksa o hey’etin teşkiline hacet kalmaz. Zevce ibtidasından mehri iade ederim diyebilir. Bununla muhalaa lazım olsa tefrik caiz olsa hakemeynin intihabı abes olmak meşru‘ olmamak lazım gelirdi. Değil zevcata hiçbir mezhebde olmayan böyle bir salahiyet icad edip vermek hakemeynin zikrolunan salahiyet-i vasi‘aları hakkındaki mezheb-i Maliki’yi kabul eylemek bile büyük mehaziri da‘idir. Erbab-ı nükud ve gınadan olan ashab-ı itma‘ın gözlerine kestirdikleri genç ve güzel kadınları iğfal ve ifsad ederek nice fukara ailele­ rinin berbad ve perişan olmalarına sebebiyet verir. Vakı‘a ehl-i İslam kadınları fuhuş irtikabından havf ve ar ederler kabul etmezler. Lakin genç yaşında bi’t-tab‘ refahiyet arzu eden bir gafileye zevcinden görmediği bir ni‘mete nail olacağı erbab-ı servetten parlak bir kim­ seye zevce olacağı vasıta-i münasibe ile mesela eli tesbihli bir koca nene ağzından evvela ima ve telmih ve yavaş yavaş nasihat vadisinde tasrih olunur ve çekinecek bir hal olmayıp işin mahkeme-i şer‘iyye ma‘rifetiyle hallolunaca­ ğı ve hemen hanede bir niza‘ ihdasına mütevakkıf olduğu tefhim ve “erkek zevcesini boşar da niçin kadın zevcini boşayamasın?” gibi İblis’in felsefesinden hamiyet-i ca­ hiliyyeyi tahrik edecek ba‘zı mukaddimat-ı mugallatiyye de telkın ve ta‘lim edilirse o metanet kalmaz. Kolay iğfal olunabilir. Ba-husus zevci kesb-i yevmisiyle ta‘ayyüş eden fukaradan amele ve rençber güruhundan yahud ekser evkatını beray-ı ticaret bilad-ı sairede geçirmeye mecbur olan esnaftan olur yahud harb cebhelerinde elini aya­ ğını gözünü kulağını burnunu çenesini dudağını zayi‘ ederek mu‘ayyeb ve ma‘lul ve za‘ifü’l-bünye kalan mü­ kellefiyet-i askeriyye erbabından bulunur da musallat olan çapkın daha genç dinç ve yakışıklı olur ve bi’t-tabi’ süs­ lenerek kendini servet ve kudretli gösterirse kalbini cezb eder. O zaman değil kendisini yalnız zevce tercih ettirmek meyil ve muhabbet tedricen izdiyad edeceğinden evla­ dı bile unutturur. Hain hevesini aldıktan sonra kendisini atıvereceğini gafile kadın düşünmez. Ehil ve akrabasının nesayihini işitmez olur. Öğüdü yalnız tesbihli neneden al­ mak sözün çıkarını haricten intihab olunacak mahkeme me’murlarından yahud avukatlardan teşekkül edecek ko­ misyondan duymak ister. Onun böyle beladan bu misilli mış ise namusuyla kurtulması aklını başına toplayıp kema kan zevc ve evladına sarılması emr-i talak ve iftirakın ken­ di yedinde olmadığını bilmesiyle niza‘ ve şikakın müfid olmayacağını derk ve teyakkun etmesiyle olur. Hakemler mezheb-i Maliki üzere uhdelerine terettüb eden vazifele­ rini tamamıyla ifaya me’zun olup işin bevatınına nüfuz edecek kadar it‘ab-ı zihn ederek tefrik olunamayacakları­ nı zevcine itaat etmesi lazım geleceğini suret-i kat‘iyyede kendisine tefhim ederlerse yine ıslah-ı fikr etmesi me’mul olur. Lakin şu tefrik-i cebri usulünün kabulü her ne suretle olsa mahzurdan salim olmaz. Hangi hey’et-i hakemiyye öyle işin bevatınına sarf-ı zihin edecek? Bakalım zevc on­ lara her sırrını faş edebilecek mi? Kadın başkasını istiyorsa zevci de ondan vazgeçiversin derler. Zevcinin ona ibtilası­ nı düşmanın maksudunu is‘af etmemekte haklı olacağını kadının mürur-ı zamanla ıslah-ı fikr edeceğini aile ona muhtac ve onu kurtarmak lazım olduğunu düşünmezler. Niza‘ın mürettibi erbab-ı nükud ve gınadan olursa belki ondan da çekinirler. Ve tervic-i merama da hizmet ederler. Hasılı akviya için zuafa ve fukara ailelerinden göz koy­ duklarını itma‘ ve iğfal ederek bu usul ile ellerinden almak her vakit mümkün olacak mağdur olanlar saika-i gayretle hiss-i intikama düşecek cinayetlere yol açılacaktır. maddelerden birisinin neticesi! Hükumet-i Seniyyemiz elbette buna razı olmaz. Hükumetçe matlub olan aile­ lerin bünyanının muhkem olması uygunsuzluklardan salim bulunmasıdır. Yoksa uygunsuzluğu ref‘ için hane­ leri temelinden yıkmak ocak söndürmeye şitab eylemek değil. Aileleri mahv u perişan etmek için tebdil-i mezheb maslahattan olur mu? Zamanın efkar ve icabatı bu mu­ dur? Komisyon ne hata etmişler! Din-i İslam’da talak ve milletimizin aleyhinde neşriyatta bulunan misyonerlerin asarında görülmüş ve o gibi menabi‘den alınmışa ben­ ziyor. Yoksa memleketimizde zevciyle niza‘ edip de sulh etmemiş i‘tisaf görüp de bi’l-ahare müfarakat eyleme­ miş kaç kadın bulunabilir? Islah-ı beyn olamazsa talak ve muhalaa meşru‘ olmakla tabiat-ı maslahat onları tefrik eylemektedir. Mezheb değiştirmek istemez. Bila-mucib ta‘cil olunarak yıkılmayan aileleri de yıkmak ana baba kucaklarında yaşayacak olan çocukları da öksüz bırak­ mak layık olmaz. Bu maddenin vaz‘ından maksad hürriyet kaidesinde kadınları erkeklere müsavi tutmak ise Kanun-ı Esasi’de kabul olunan hürriyet bu müsavatı iktiza etmez. Çünkü din-i İslam’la mukayyeddir. Örf ve adatın muhafaza olu­ nacağı da madde-i mahsusasıyla beyan ve tasrih edil­ miştir. Kadınların erkeklere her vechile müsavi olması talak ve iftirakın ellerinde bulunması Avrupa’da da yok­ tur. Onlar kadınları zevclerinin izin ve re’yi olmaksızın kendi mallarında bile tasarruf ettirmiyorlar. Onların ruh­ ları bünyeleriyle mütenasib olup kuvvet ve metanetçe erkekler gibi değil. Tabiatta onlara müsavi değiller ki her hükümde müsavi olsunlar. Nafakaları da zevcleri üzerine farz edilmiş. Kur’an-ı Azim’de buyurulmuştur. Erkekler gibi kadınlar da müfarakata kadir tatlika me’zun olsalar aileler te’essüs ederken yıkılır ve bundan en ziyade ve en evvel kendileri mutazarrır olur idi. Tarafeyne bigane olan kimselere hükkam-ı zamana hey’et-i hakemiyyelere böyle bir hak vermek daha muzır olur. Balada gösterildiği üzere türlü suistimalat ve cinayata kapı açar. Bu babda da beşer için şeri‘atimizden mezhe­ bimizden eslah ve eslem bir tarik olamaz. Hem niçin ahali­ mizin mütedeyyin oldukları hükm-i şer‘i ma‘mulün-bih ol­ masın? Hanefi Şafii Hanbeli bunca halk mezheblerinden mezhebe mahkum edilsinler. Yazık değil mi? Ba-husus bu teklif ehl-i İslam’a tahsis edilmiş. Talak ve iftirak Yahudi­ lerde ve bazen hıristiyanlarda da mevcud iken mebhu­ sün-anh olan usul onlara teşmil edilmemiş. Hıristiyanlar beyne maksur olduğu ’ncı ve Yahudilerde zevcenin tefrik talebinde bulunması ancak zevcin emr-i talakı izn-i hakime ta‘lik etmiş olduğu surette olabileceği ’nci maddede gösterilmiş hep kendi me’luf ve mütedeyyin oldukları ahkam ile muamele olunacakları hukuk-ı mez­ hebiyyelerinin kema kan mahfuz olacağı i‘lan olunmuş­ tur. Artık ahali-i İslamiyyemizin mu‘te’kid ve mütedeyyin oldukları mezheblerinin hukuku da muhafaza olunmak best olmalarını kema kan istifade etmelerini istemezler mi? Memleketlerinde ma‘ruf olmayan mezheb-i Maliki’ye tabi‘ tutulmalarını isteyen bulunmaz. Bu maddenin ona da muvafık olmayıp kısmen muhalif-i icma‘ olduğu da kariben beyan olundu. Mukteza-yı maslahat olmayıp yok yere birçok ailelerin perişanlığına sebeb olacağı da zikro­ lundu. Kararname’nin ehl-i İslam aileleri için en muhata­ ralı maddesi budur. Ama ma‘işet yollarıyla bunun vücuh-ı kesbinde ha­ zık kılan a‘malin tafsili ve ilm-i dünyanın esrarına vusul nunla beraber onların ‘amme-i nasa müteallik tebligat ve meva‘iz-i hayriyyeleri umur-ı dünyada da müstakım ve mu‘tedil bir meslek ittihazına irşad eder. Şerait-i va‘az ve irşadlarından biri de Zat-ı ecell ü a‘la’nın ilah-ı vahid kadir alim hakim sıfatlarını haiz ve kuvvetli bürhanların duğuna ve yaratılmış olmak i‘tibarıyla ecza-yı kainatın Cenab-ı Hakk’a nisbetleri müsavi olup cümlesi onun eser-i sun‘-i kudreti idüğüne i‘tikad emrinde şübheyi da‘i bir şey ityan etmemekdir. Ancak mahlukat arasında gö­ rülmekde olan tefavüt içlerinden ba‘zısının diğerlerine nisbeten kemal ile ya‘ni ali bir hasiyyet ile farklı mer­ tebede muhtas olmalarından münba‘isdir. Risalete mü­ teallik şürut-ı kemalden biri de bi‘setten evvel dahi bir ya‘ni haksız olarak onun nefs ü ırz ve malına tecavüz gibi bir hali mesbuk olmamak ve hukuk-ı nası daire-i emn ü Rusül-i kiram akl-ı beşeri ma‘rifet-i ilahiyyeye ve sıfat-ı Bari’den bilinmesi vacib olan şeyler hakkında ilim ve ma‘kul olan hadde kadar varılıp onun tecavüz edilmemesi vücubunu da beyan ederler bir halde ki zikrolunan hadd-i vukuf ile iktifa zahmetsizce itmi’nan-ı vicdanı ve Vahib-i Mutlak hazretlerinin kendilerine verdiği kuvvet-i hassa­ ya i‘timadda istikrarı müstelzim olur. Onlar elsine-i halkı kurtarmaya ve nasın Zat-ı Ecell ü A ‘la’dan başka ma‘bud gahlarını tahliye etmeye bezl-i cehd ederler. Cemi‘-i a‘mal ve muamelatta Allah’a rabt-ı kalb ile iltizam-i istikamet olunması için ikaz ve tahrik muhtelif vakitlerde farz olan enva‘-ı ‘ibadatı eda ile azamet-i ilahiyyeyi tahatturdan dur kalınmaması iman ve vicdanın o suretle tezkiye-i daime­ ye mazhar kılınmasını nastan amel ve akıdeleri za‘if olan­ ların kesb-i kuvvet etmeleri Vacibü’l-vücud ile ahkam ve vacibat-ı diniyye hakkında ma‘lumat-ı yakıniyyenin tezyi­ di gibi tenvir ve irşad yollarını gösterirler. Efrad-ı nasın ihtilaf-ı ukul ve amali hasebiyle beyn­ lerinde mütekevvin münaza‘atı evamir-i İlahiyyeye is­ tinaden faslettikleri gibi mesalih-i ‘ammenin daire-i adl ü istikamette cereyanı menafi‘-i hassanın vikayesi halk arasında rabıta-i muhabbet ve samimiyyetin husulüyle ülfet-i kamilenin hüküm sürmesi cema‘atin intizam-ı ah­ valine hadim cihetlere tevcih-i enzar olunması nefslerin mücahede-i meşru‘aya ülfetiyle akaid-i sahihanın vic­ danlarda istikrarı herkesin hakkına riayet fikrinin kuv­ vetlice devam ve iltizamı hak ve şer‘‘ hududunu talebde ma‘ruf olan dereceyi aşmaktan tevakkı edilmesi kavi­ lerin za‘iflere yardım etmesi zenginlerin fakırlere imdad eylemesi dinde haiz-i rüşd olanların hak yolundan sa­ panları ıslah ve irşada ve alimlerin cahilleri ta‘lime çalış­ maları esbabını tebliğ ve te’yid ederler. Ba‘s olundukları ümmetlerin amellerince hasıl olan ihtilafatın kolaylıkla halli için inde’l-ihtilaf müracaat olunmak üzere emr-i ve ta‘yin eylerler. Ez-cümle insan kanının haksız yere akı­ tılmamasına medar olmak üzere onun bir hürmet-i kami­ le altında tutularak ancak kısas ve i‘damı mucib bir cürm geldiği halde ‘ammenin te’min-i intizamı için bu emr-i şer‘inin bi-hakkın icrasını gayrın kesb ettiği bir şeye dest-i tecavüzün asla uzatılmamasını ve ne gibi hususatta mal-ı aharın tenavülü mübah olduğunu beyan ile beraber mü­ bah sayılan şeylerde de iltizam-ı i‘tidale nasın ırzlarının muhafaza-i ihtiramına tenkihi haram veya caiz olanları bi’t-ta‘yin onlara riayet olunmasını taht-ı te’mine alacak evamir ve hudud ile tahdid ve iraeye sıdk emanet ahde vefa ukuda riayet zuafaya merhamet kuvvet ve kudret sahiblerine karşı nasihatte sebat her mahlukat bila-istisna hukukunu teslim ve i‘tiraf gibi hususatta nefs­ lerin mergub olan melekat ile tahkim ve tehzib yollarını zahet-i ahlak ve me‘ali-i etvarı taharriye bezl-i mesai ile bu ahkam ve icabatın herbirisi için Allahu azimü’ş-anın emirlerinin müstelzem olduğu derecede tergıb ve terhib salah-ı külli te’sis ve idame ederler. Bunlarla beraber Zat-ı ecell ü a‘la’nın rızasına salih olan şeyleri ta‘kıb ve icraya ve gazabını istilzam eden maddelerden yüz çevirmeye müteallik olan tafsilatı ityan ve bu miyanda dar-ı ahiretin vücudundan onda sevab müsaadesini aşmayarak ona müteallik emirleri hüsn-i te­ lakkı ve iltizam ile memnu‘ olan fi‘illeri yapmaktan ictinab edenlerin hüsn-i akibete nail olacaklarını tazammun eden ahvalden haberdar ettikleri gibi kullarının bilmesine izn-i esasların hakıkatini aklen derk eylemek güç olsa bile onla­ rın vücudunu i‘tirafda vicdani bir meşakkat tasavvur olu­ namaz. İşte bu suretlerle nüfus mutmain ve sudur münşe­ rih olur. İnd-i ilahide mukarrer olan ecr-i cezile intizar ve malikü’l-mülk olan Hak Te‘alayı irza sadedinde her elem ve müsibete sabır ile tahammül kabiliyeti husule gelir. Efrad-ı beşerin ahval-i ictima‘iyyelerinde tesadüf olunan müşkilatın en büyüklerinin hall ü tesviyesi zikrolunan kur­ tarıcı salah-aver dekaike riayetle mümkün olur. Saha-i hayatta ukalanın bugüne kadar tarz-ı hallinde cehd etmekten fariğ olmadıkları müşkilat da bu suretle halledilmiş olur. Rusül-i kiramın vazifeleri müderrislerin vazifesi sana­ yi‘ muallimleriyle üstadlarının işleri gibi şeylere makıs ola­ maz. Mesela vekayi‘-i tarihiyyeyi ta‘lim ecram ve avalim-i semaviyyenin havi oldukları şeylerle ihtilaf hareketlerine ba‘is olan mevaddın bu ecram arasındaki tul u arz mik­ darlarının tabakat-ı arzdan gayr-ı meskun olan aksam muhteviyatının nebatatın neşv ü nemasına müteallik ih­ tiyacatın hayvanatın beka-yı nev’e şahıslarınca müftekır oldukları şeylerin ve bunlardan başka ukul-i beşerin elde edebileceği ve ‘ulum ve fünun-ı dünyeviyyenin fehm-i dekaikine isal edeceği usul ve turukun beyan ve tafsili on­ ların vazifeleri haricindedir. Çünkü bunların kaffesi vesail-i kisbden olup tahsil ile elde edilir. Beşerin emr-i rahatını etmiş olduğu akıl ve isti‘dada göre ne mertebe çalışılır ise o nisbette saadet-i mütezayide istihsal olunabileceği gibi akıl ve isti‘dadı suistimal ile sa‘y u tedbirde noksan ve ih­ mal gösterilmesi de şiddet-i mahrumiyyete ma‘ruz kalma­ sına müncer olacağı pek vazıh bir hakıkattir. Ancak ‘ulum ve muamelatta tekamül-i tedrici kaidesine ittiba‘ kanun-ı fıtratın cümle-i ahkamından olup şerayi‘-i enbiya dahi her şeyde sa‘y ile muvaffak olunabileceğini ve fıtrat-ı insaniy­ yeye ihsan-ı İlahi olan enva‘-ı saadet ve kemalin yüksek mertebelerine varılmasına kafil olan esbabın vücub-ı il­ tizamını icmalen beyan eyler. Ama eflakin ahvaline ve arzın hey’etine müteallık şu zikrettiğimiz şeylere dair lisan-ı enbiyadan şeref-varid olan ba‘zı işarat-ı mücmele ise ancak Cenab-ı Mübdi‘-i Hakim’in vücuduna delalet eden asara imale-i nazar etmek ve esrar ve bedayi‘-i hilkatin idrakine amik bir fikir tevcih eylemek maksadına ma‘tuftur. Rusül-i kiramın ümmetlerine hitaben fehimleri fevkinde olmak caiz değildir bu cevazın vukuu halinde hikmet-i bi‘setleri zayi‘ olurdu. Bunun için ‘ammeye müteallik vaki‘ olan ba‘zı hitabat-ı enbiya havas ‘indinde te’vil ve tefsire muhtac olur bu suretle ma‘naları hallolunur. Havassa tevcih edilmiş olan hitabatın dahi ‘amme­ ce münfehim olması için zaman-ı tavile hacet görülür. Binaenaleyh kelimat-ı enbiyanın tarz-ı iradı daire-i ıttıla‘ haricinde kalmamakla beraber tefsir ve inkişafa müte­ vakkıf olarak elsine-i enbiyadan cari olmuş olan o kabil sözler de onlardan pek az varid olmuştur. Mümkün mikdarı ahval-i kainatın hakaikini derk ve temyize Allah’ın verdiği isti‘dad-ı fıtri ile ervah ve alem-i mahsus ve kavanin-i tabi‘iyye beynindeki münasebete dinin mani‘ ittihazı hiçbir vech ile caiz olamaz. Belki Ha­ lık’ın vücud ve ma‘rifetine ve kemal-i insaniyi dai olan sair ma‘lumata kesb-i vukuf ile bu babdaki delail-i akliy­ ye ve nakliyyeye hürmet olunması dinen vacibtir. Evet eser-i tekvin-i İlahi olan kaffe-i avalim hakkında bir ilm-i derecede bezl-i cehd edilmek farzdır. Şu kadar ki işbu ma‘lumatın usul-i taharri ve istidlalinde selamet-i i‘tikad ve niyet ve vukufunu iltizam ile bu babda hadd-i meş­ ru‘u geçmemek lazımdır. Şu esas haricinde i‘mal-i fikr ve lisan eden kimse dinde cahil kalır ve ona karşı bir cinayet Şerif Hüseyin Beyefendi’ye ithaf Eşref-i edyan olan İslamiyet tenvir-i efkar tathir-i kalb tezkiye-i vicdan hususunda hadsiz hesabsız göster­ diği mu‘cize-i baliğa ile mekarim ve mehasin-i ahlakın bir kanun-ı ekmel ve a‘lasıdır. Hüsn-i ahlak hey’et-i ic­ tima‘iyye için tegayyür na-pezir bir düstur-ı azim-i mede­ niyyettir. Akvam ve ümem için kafil-i feyz ü selamet ve medar-ı asayiş ve saadettir. Aile için sermaye-i ni‘met ve zamin-i huzur ve istirahattir. Ordu için ma‘nevi bir ma­ ye-i kuvvet ve esas-ı kavim-i intizam ve şevkettir. Ahlak zabıta-i alem hizmetine kefalet ve rabıta-i ak­ vam ve ümem hususuna delalet ederek haiz olduğu kuvve-i kemalatı ile cihan-ı insaniyyeti arş-ı a‘la-yı mele­ kiyyete isal eder. Ahlak mürebbi-i ruh müzekki-i efkardır. Bir mil­ let nezdinde ahlakın lüzum ve ehemmiyetini.. kadr-i bülend-i kerametini… ulüvv-i menziletini… ebna-yı Adem’e olan ecell-i hizmetini hakim ve kerim olan Zat-ı Ecell ü A‘la Furkan-ı Mübin’inde: hitab-ı ulvi-i same­ danisiyle beyan buyurmuştur ki hulasaten meal-i alisi: “Ya Muhammed! Sallallahu aleyhi ve sellem nası Rabb-i Kerim’in sebil-i hidayetine ya‘ni din-i İslam’a makale-i muhkeme ve mev‘iza-i hasene ile da‘vet et! Mu‘anidine karşı ahsen-i mücadele ile mücadele et!...” Makale-i muhkeme bir delildir ki hakkı izah şübhe­ yi izale eder. Mev‘iza-i hasene meva‘iz-i Kur’aniyyeden Ahlakın azamet-i hali hakkında ikame edilecek delail-i bahireden biri de: kavl-i alisinin kail-i kerimi olan Nebi-i muhteremin taraf-ı sübhaniden vasf-ı İlahisiyle tav­ sif buyurulmasıdır. Bunun da hulasa-i tefsir-i alisi: “Ya Habibim! Sen muhakkak mu‘cize-i lahutiyye-i hilkatsin! Sen bir nur-ı mübin-i hikmet ve faziletsin! Sen o me‘aliamuz-ı mekarimsin ki bütün secaya-yı aliyye ve ef‘al-i pesendide Zat-ı pak-ı risalet-penahine müştak oldu. Feyz-i ser-şar-ı mekrümet-nur-ı bakı gibi fıtrat-ı pakize-i mahmudiyyetinde incila-saz-ı uyundur.” Şübhe yok ki İlahi olan bu diyanetin… asumani olan bu şeri‘atin gaye-i kemalatı yeryüzünde hubb-i mehasin te’min ederek tezkiye-i nüfus-ı beşeriyye ve tezyin-i ah­ lak-ı insaniyyedir. Tahsin-i ahlak eyleyen ve bu füyuzat-ı mu‘cizeden bi-hakkın müstefid olan o nüfus-i zekiyye ashabıdır ki me’asir-i ahlakta gösterdikleri kemal ile bayağı mertebe-i melekiyyete irtika eylediler. Sadr-ı İslam’da ekabir-i ashabın hıfz-ı hak ve redd-i batıl hususunda ibraz eyledikleri fezail-i civan-merda­ ne ve meşreb-i insaniyyetkarane İslamiyet’in dünyevi uhrevi nice sa‘adat-ı kamileyi cami‘ bir din-i mübin ol­ duğunu enzar-ı alemde -birer bürhan-ı ahlakı ile- isbat eylemişlerdir. İ‘la-yı kelimetullahı akdem-i feraiz-i diya­ net bilen Hazret-i Sıddik-i Ekber evahir-i hilafetinde bir şeyh-i nurani idi. Za‘af-i haline hususan sinninin kema­ line bakmadı mukteda-yı mukaddesinin infaz-ı emri hususunda ne tereddüd etti ne bir dakıka fevt eyledi. Erbab-ı irtidadı tenkil eyledi. Gündüzleri akşamlara kadar geceleri sabahlara kadar umur-ı ‘ibad ile iştigal eyleyerek hukuk-ı nası sıyanet eyledi. ti‘dadında olan ihtilafatı veciz olduğu kadar beliğ olan darb-ı nutk-ı ma‘rufuyla ber-taraf ederek İslam beynin­ deki uhuvvet ve samimiyet-i mevcudeyi te’yid ve te’kid eyledi. Azim bir sefk-i dimanın önüne sed çekti. Mervidir ki bir gün mescid-i Resul’e bir a‘rabi dahil olur. Resul-i Ekrem ile Sıddik-ı A‘zam’ı görür. Herbirine ayrı ayrı selam verir. O esnada Hazret-i Ali radıyallahu anh nazarına tesadüf eyler. Levni tegayyur eder. Bu tesadüften fevka’l-gaye müteessir olur. Bu hal Sıddik-ı Ekber’in nazar-ı dikkatini celb eder. A ‘rabi’nin esbab-ı teessürünü Hazret-i Ali’den sual eyler. Hazret-i Murtaza ‘rabi’nin kendine yirmi bin akçe deyni olduğunu söyle­ yince derhal o merd-i garibi buldurur. Yirmi bin akçeyi mal-ı tayyibinden def‘aten te’diye ile o bar-ı azim-i deyn­ den bi-çareyi halas eyler. Sabır hubb-i meali tasavvün taaffüf ve kanaat ih­ san gibi ümmehat-ı fezaili nefs-i pakine müştak kılan bu halife-i ba-hak ümmet-i İslamiyye için ferda-yı kıyamete kadar meşk-i kemalat olacak bir takım menakıb-ı aliyye­ yi yadigar bırakmıştır. Vakta ki adalet-i İlahiyyenin yeryüzünde bir misal-i zihayatı olan Hazret-i Faruk mertebe-i hilafete şeref-resan oldu. Hatta necabet-i ahlakıyye ile tahliye-i nefs eyleyen ekabir-i ümmete nümune-i imtisal olacak birçok hava­ rık-i necabet izhar eyledi. Mervidir ki ahd-i hilafetinde bir gün kenar-ı Medi­ ne’ye bir kafile kondu. Abdurrahman bin Avf ile beraber sabahlara kadar efrad-ı kafilenin mal ve canı nigehban­ lığında bulundu. Geceleyin bir çocuğun bir hanede mut­ tasıl ağladığını duydu. Çocuğun ağladığı haneye bizzat birkaç def‘alar gitti. Çocuğu ağlatmaması için validesine katsiz validesin ki evladını böyle sabahlara kadar ağlat­ tın!” hitabında bulundu. Validesi ise: berdar değilsin. Ma‘suma yedirecek bir nesneye malik değilim ki onunla uyudayım. Deyince Hazret-i Ömer: Deyince kadın: ten kesilmeyince nafaka vermez! Cevabını verdi. Hazret-i Ömer ağlaya ağlaya mescide geldi. Sabah namazını eda eyledi. Veyl li-ömrikum! Diyerek etrafa münadiler çıkardı. Kimin kız veya erkek evladı var ise nafaka tama‘ına düşüp de vaktinden evvel sütten kes­ mesin! Bi’l-umum etfal-ı müslimine nafaka takdir edil­ miştir diye nida ettirdi. Bununla da beka-yı nesl ve neşr-i din için bir usul-i müstahsene vaz‘ eyledi. Yine mervidir ki Hazret-i Ömer hac için Medine’den Mekke’ye azimet eyledi. Avdet ve azimetinde seksen dir­ hem bir masraf ihtiyar olundu. Şu edilen masrafdan ha­ berdar olunca “Veyl Ömer’e ki beyt-i mal-ı müsliminden seksen dirhem israf eyledi” demiştir. Hak ve tevedded vera‘ ve seha şükran-ı ni‘met yı mertebe-i bülend-i melekiyyete tevfik ve hidayet-i Rabb-i izzete isal eyleyen bu fezail-i ahlakıyyenin ilahi bir misal-i zi-vakarı olan Hazret-i Faruk radıyallahu anh fezail-i İslamiyye’nin kudsiyetini böyle asumani ef‘al ve harekat ile enzar-ı ibrete vaz‘ etmiştir. kaddesine bir makam-ı infirad tahakkuk eyleyen Hazret-i Osman-ı Zinnureyn radıyallahu anh Medine-i Münev­ vere’ye Hicret-i Nebeviyye vuku‘unda ensar ve muha­ cirinin susuzluk yüzünden fevkalade mezahim içinde olduklarını gördü. Bi’r-i Rume’den gayrı içecek bir katre tatlı su yoktu. can ve malını bila-minnet seyyidü’l-kainat uğruna bezl ile ecr-i ahirete vakf-ı hayat eyleyen o sa­ hib-i haya mukteda-yı muhtereminin ufacık bir işareti üzerine Bi’r-i Rume’yi müsaveme etti. Nısfını sahibi olan Yahudiden on bin dirheme nısf-ı diğerini de bi’l-ahare sekiz bin dirheme iştira etti. Sebil-i Hak’ta vakf eyledi. Ehl-i atşanı zülal-i merhamet ve re’fetiyle seyrab eyle­ di. Yevmü’d-darda husemasına karşı gösterdiği sabır ve metanet ve ulüvv-i cenaba mukarin olan ifrat-ı rikkat ve merhamet azamet-i ahlakıyyesinin kemaline delildir. Hulus-ı vicdan meyl-i huşu‘ metanet-i kalb gibi ruhu afat-ı nefsaniyyeden sıyanet eyleyen meziyyat-ı ahlakıy­ yeye kalb ve ruh-ı paki penah olmuştu. Birkaç gün mukaddem Tarik Akşam Türk Dünya­ sı gibi ceraid-i yevmiyyemizden ba‘zıları hakan-ı mağ­ fur Abdülhamid Han-ı Sani merhumun kerimelerinden Ayşe Sultan’ın Jurnal de l’Italia gazetesinin muharririne vaki‘ olan beyanatının tercümesini neşrettiler. Biz zan­ netmek istemeyiz ki Ayşe Sultan hazretleri bu kadar fahiş bir hata irtikab etmiş olsunlar. Ağleb-i ihtimal muharrir yanlış zabt etmiştir. Eğer hakıkaten yazıldığı gibi söyle­ mişler ise teessüf olunur. Hazret-i Fatıma’nın Cenab-ı Peygamber’in zevcesi mi yoksa kerimesi mi olduğunu bilemeyecek derecede bir cehaletle Müslümanlık’tan bahse kalkışmak pek küstahlık olur. Sultan hazretleri bu ma‘lumat-ı İslamiyyeleriyle bu mes’elelere karışacağına maksad-ı seyahatini tatmine gayret etselerdi daha iyi yapmış olurlardı. Fakat işin garabeti nerede: Bunu tercüme eden ceraid-i yevmiyyemizin; ne bir kelime-i tenkıd ne de bir fıkra-i tashih ilave etmeksizin; olduğu gibi nakletmeleri­ dir. Anlaşılan onlar da farkında değillerdir. Sansürce te’hir olunan iki makalenin neşrine müsaa­ de edilip edilmeyeceği bugüne kadar takarrür edeme­ diği ve birkaç gün daha edemeyeceği anlaşıldığı cihetle münaza‘un-fih olan iki makaleyi tayyederek Sebilür­ reşad’ı bugün neşrediyoruz. Vuku‘ bulan te’ehhürden dolayı kariin-i kiramın bizi ma‘zur görmeleri rica olunur. Evkaf Matbaası Eşref Edib Lakin hani bir nefhası yok sende ümidin? “Ölmüş” mü dedin?.. Ah onu öldürmeli miydin! Hakkın ezeli fecri boğulmazdı a zalim Ferdaların artık göreceksin ki ne muzlim! Onsuz yürürüm dersen emin ol ki yürünmez: Yıllarca bakınsan bir ufak lem’a görünmez. Beyninde uğuldar durur emvacı leyalin; Girdaba vurur alnını koştukça hayalin! Hüsran sarar afakını yırtıp geçemezsin; Arkanda mı karşında mı sahil seçemezsin. Ey yolda kalan yolcusu yelda-yı hayatın! Göklerde değil yerde değil sende necatın: Ölmüş dediğin ruhu alevlendiriver de Bir parça açılsın şu muhitindeki perde. Bir parça açılsın diyorum çünkü bunaldın; Nevmid olarak mihr-i ezelden donakaldın! Ey Hakk’a taparken şaşıran kalb-i muvahhid! Bir sine emelsiz yaşar ancak o da: Mülhid. Birleşmesi kabil mi ya iman ile ye’sin? Haşa! Bunun imkanı yok elbette bilirsin. Öyleyse neden boynunu bükmüş duruyorsun? Hiç merhametin yok mudur evladına olsun! Doğduk... “Yaşamak yok size!” derlerdi beşikten; Dünyayı “mezarlık” bilerek indik eşikten! Telkın-i hayat etmedi asla bize bir ses... Yurdun ezeli yascısı baykuş gibi herkes Ye’sin bulanık ruhunu zerk etmeye baktı... Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu bıraktı! “Devlet batacak!” çığlığı beyninde öter de Millette beka hissi ezilmez mi ki? Nerde! “Devlet batacak!..” İşte bu öldürdü şebabı... Git yokla da bak var mı kımıldanmaya tabı? Afakına yüklense de binlerce mehalik Batmazdı bu devlet “batacaktır!” demeyeydik. Batmazdı... Hayır batmadı hem batmayacaktır: Tek sen uluyan ye’si boğup azmi uyandır. Kafi ona can vermeye bir nefha-i iman... Davransın ümidin bu ne haybet bu ne hirman! Mazideki hicranları susturmaya başla; Evladına sağlam bir emel mayesi aşla. Allah’a dayan sa’ye sarıl hikmete ram ol... Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol! ASIM — Hocazadem sözü çıksın da nihayet herifin Bana kah kah diye gülsün mü? Nasılmış keyfin! — Akdi kim yaptı? — Açıkgöz mü ararsın ki? Dolu... Yalınız gösteren olsun: Paranın nerde yolu. O değil şimdi asıl çattı belanın büyüğü: Başmuharrir Haber aldım karı kandırmış o sersem hödüğü Alıyormuş bütün emlakini. — Gerçek mi? — Evet. Buna bir çare düşün gitmesin evler kerem et. O çocuklar ne olur sonra? — Perişan! — Ya hanım? — O da rahmetli anamdan daha safmış be canım! — Söyledim söyledim aldırmadı vurdum duymaz! Sonra mel’un karı kurnaz mı hakıkat kurnaz; Herif eşşek mi dedin? Eşhedü-bi’llah eşşek! Ağzı karnındaki uçkur düğümünden gevşek! Bir kırıtsın iki dil döksün o fettan kahbe Çare yok salyası sarkıp diyecek: “Verdim be!” Hanım akşam bize gelmişti namazdan sonra... Yolda biçare şaşırmış hadi girmiş çamura. Ne kıyafet ne hazin manzara görsen yavrum! Kendi ağlar kızı ağlar... Ne deyim bilmiyorum. Ciğerim sızladı baktım da... Fakat faide ne? Kaderin cilvesi! Kurban olayım halledene! Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak... Yüreğin hisli mi işkencedesin tali’e bak! Şimdi oğlum herifin hacrine bir çare? — Kolay. — Süfehadan sayabilsek? — Sayacaksın hay hay! Bir adam malini israf ile etmişse heder Ona hükkam-ı Şeri‘at “süfehadandır” der. Sade-dil ebleh olup kar ederim vehmiyle Ahz ü i’taya çıkıp aldanan eşhasa bile “Süfeha” namı verir başka değil Şer’-i şerif. Gelelim mes’elenin halline: Madem bu herif Kendi infakına muhtac olan evladlarının Cümlesinden geçerek uğruna bir pis karının Ona vermekte bütün malini... Elbet ya bunak; Yahud aldanmaya gayetle müsaid avanak. Şimdi lazım gelen ancak size bir ilmühaber: Yazınız çarçabuk etraflıca olsun yalınız... Sonra takdim ediniz aid olan mahkemeye. — İş mühim... Korkarım etraflı yazılmazsa diye... Şunu sen yazsana oğlum? — Yaparız dur da biraz... Daha a’lası mı ben söyleyeyim kendin yaz. Hadi bir Besmele çek başlayalım istersen. Hele ilkin takıver gözlüğü... — Hay hay takayım... Yalınız sen bana [bir] parça kağat ver bakayım. — Kalem ister mi? — Divit var ya. — Peki! İşte kağat! Meal-i Kerimi Ayet-i sabıkada beyan olunduğu vechile Cenab-ı Hak Beni İsrail’e eltaf-ı sübhaniyyesini ibzal buyurarak her istediklerini bahşettikten onlara nübüvvet ve kitabı lara in‘am ettikten sonra bunların evamir-i ilahiyyeye is­ yan ve enbiyayı bi-gayrı hakkın katl etmeleri hudud-ı yaptıkları fenalıklardan vazgeçmek için birbirine karşı tahık zillet ve meskenete duçar olmuşlardı. Hiç şübhe­ siz Cenab-ı Hak bunlara Yahudiliklerinden diğerlerine Hıristiyanlıklarından dolayı zulüm etmez. Ancak Cenab-ı Hakk’a şerik katarlar yahud ahireti inkar yahud a‘mal-i salihayı terk ederlerse işte o vakit inayet-i ilahiyyeden mahrum olurlar korkudan endişeden fariğ olmazlar. Halbuki kavm-i İbrahim’den Yehud ve nasaradan ve bu dinlerden hiç birisine salik olmayan Saibelerden Allah’ın vahdaniyyetine ve hayat-ı uhreviyyeye iman edenleri a‘mal-i saliha işleyenleri Cenab-ı Hak tefrik etmez. A‘mal-i salihadan maksad yukarıda beyan ettiğimiz vechile insana dünyada kuvvet ahirette Allah’a kurbiyet te’min edendir. Milletlerin zinginleşmesine izzet ve rif‘at­ te yaşamasına mü’eddi olan her şey a‘mal-i salihadan­ dır. Gerek [] ilmi gerek iktisadi ictima‘i şuun-ı ‘am­ menin ıslahına felaketzedelerin bar-ı nekbetlerini tahfife hadim olan herşey de a‘mal-i salihadandır. Bedihidir ki bu hususata i‘tina eden her millet korkudan endişeden azad olarak ferih ve fahur yaşar. Biz ayet-i kerimesinin tefsirinde müfes­ sirlere muhalefet ettik. Kur’an-ı Kerim Hazret-i İbrahim’i müslim ve din-i İbrahim’i din-i İslam tesmiye etmiştir. ayet-i kerimesini beyan etmektedir. Hazret-i İbrahim’in dini olan İslam’ın ma‘nası Cenab-ı Hakk’ı tevhid ile mahza ona ibadet etmektir. büyük bu rasin esas üzerine müesses idi. Nitekim Aley­ hissalatü Vesselam Efendimiz’in dini de bu esas üzerine müessestir. El-hasıl havf ve endişeden kurtularak sevab ve mükafata nail olmak insanın Allah’a ve yevm-i ahire sine vabestedir. Böyle yapan nezd-i Bari’de nail-i ecr olur yahud bu edyandan birine salik olmayan peygambera­ nın milletine tabi‘ olsun. Bu hususda hiç bir fark yoktur. O halde niçin bunlar rahmet-i İlahiyye’yi taksim ede­ rek Yahudiler: “Nasara’nın hiçbir şeyi yok” nasara da: “Yahudilere hiçbir şey yok” diyorlar? Sonra neden ettiler de Yahudiler Üzeyr’e ibnullah nasara da Mesih’e ibnullah dedi? Daha sonra hepsi de Allah’ın oğulları ve dostları olduklarını iddia ediyorlar. Halbu­ ki onlar da Allah’ın yarattığı beşerin cümlesindendir ki Cenab-ı Hak ancak bunların içinde iman eden a‘mal-i saliha işleyenleri gufranına şayan görür. Kendisine şerik katan yeryüzünde fesad çıkaranları ta‘zib eder. Vallahu la yuhibbü’l-müfsidin. Müfessirler “Saibe”nin tefsirinde ihtilaf etmişlerdir. Zahir olan şudur ki maksad İbrahim Musa ve İsa’nın dinlerinden haric olanlardır. Cenab-ı Hak Resul-i keri­ mine hikaye etmediği birçok peygamberler göndermiştir. Bunlar içinde Allah’a yevm-i ahire iman edenler ve amel-i salih işle­ yenlerin ta‘dad ettiğimiz edyana salik olanlardan farkları yoktur. Ayet-i kerimeden murad olan ma‘na siyak ve vaz‘ı­ nın delaleti üzere böylece anlaşıldıktan sonra esbab-ı nüzulü hakkındaki kavillere bakalım: Deniliyor ki ayet-i kerime Selman-ı Farisi radıyallahu anhın cahiliyet zamanındaki arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Selman’ın bu arkadaşlarından biri kendisine “Bir Peygamber’in zaman-ı bi‘seti yaklaşıyor. Bu zamanı idrak edersen risaletine iman et” demişler. Resulullah Efendimiz ba‘s buyurulunca Selman Cenab-ı Peygamber’e rüfekasının bu sözlerini hikaye etmiş. Bu­ nun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur. lam’ın ilk zamanlarında nazil olarak müte‘akiben bunun bir kısmı ayet-i kerimesiyle nesh olunmuş. Bu hususda daha birçok sözler söylenmiş ise de irad ettiklerimiz kafidir. :‏ ‏ Meal-i Kerimi Ehl-i cehennemden iki zümre var ki bunları görme­ dim. Birisi inek kuyrukları gibi kırbaçlar tutarak onlarla yinmişlerdir fakat çıplak görünürler; nisvan-ı saireyi de kendileri gibi yapmaya teşvik vaz’ ve tavırlarıyla nefsleri kendilerine imale ederler. Bunların başları içine doldur­ dukları bezler ve saçlarla deve hörgüçlerine benzer. İşte bunlar ne cennete girerler ne de şu kadar mesafede in­ tişar eden rayihasını koklarlar. Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz’in şu hadis-i şerifini okuyanlar derhal hükmederler ki Resulullah’ın görmedi­ ği ikinci zümre-i cehennemiyyeyi maa’l-esef biz her gün her yerde görüyoruz. Nisvanımızın bir kısmı her gün yeni bir modaya teba‘iyyetle bir parça daha çıplaklaşıyor. Çarşafların dirsekleri bile örtemeyen kısa pelerinlerinin altından şeffaf ipeklerle örtülü yahud büsbütün açık kol­ lar sarkıyor. Ajurlu çoraplar içinde ayaklar meydanda sineler açık saçlar sarkık endam ipeklerin altından kendini mütemadiyen tersim ediyor. Başlar hakıkaten bir deve hörgücü! Bu manzaranın üstünde tekasüf eden enzar ve bilhassa kadın nazarları mutlaka orada şayan-ı taklid ve tahsin bir şey bularak ayrılır. Bu manzaranın karşısında müteellim olacak olanlar ancak zavallı aile rü­ esasıdır. Bu fena örneklerin seyyiesini onlar çekiyor. Ve Memleketimizde ahlaksızlığın alabildiğine tevessü‘ün­ den şikayet edenler harbin tevlid ettiği sefalete en büyuk hisseyi ayırıyorlar. Hakıkaten bizi sefil bıraktı. Esasen pek azalan nüfusumuzun en zinde ve en kuvvetli bir kitlesini bel‘ etti. Memleketimizin en güzel ve en zengin aksamı­ nı tarumar etti. Bizi gıdamızdan mahrum etti. Aşağı yu­ karı bizi çıplak bıraktı. Borçlarımızı fena halde yükseltti. El-hasıl harb bizi müdhiş surette ezdi kırdı. Şu var ki gözümüzün önünde duran hakıkat gösteriyor ki muha­ rebeden beri bir kısım kadınlarımızın halinde garib bir değişiklik var. Bunlarda heves-i tezeyyün pek aşırı bir raddeye vardı. Harb zamanında teeyyüne aid mevad en bahalı tedariki en müşkil mevad sırasında idi. Bununla beraber bu kadınlar bunları istihsal etmekte güçlük çek­ miyorlardı. Öte tarafta açlık çıplaklık bütün şiddetiyle hükümran bütün millet bu musibetlerin acısını çekiyor­ ken nisvanımızın bir kısm-ı mühimmi sırf tezeyyün için bu kadar azim mebaliği nerede buluyorlardı? Haydi bu kadınların bir kısmı muhtekirlerin bir kısmı da mürte­ kiblerin aileleri olsun. Ötekiler nedir? Ötekiler nereden ve ne ile bu heves-i tezeyyünü tatmin ediyorlardı? Hiç şübhesiz fena yollara saparak değil mi? Biz öteden beri mahiyet-i mezhebiyyesi mechul bir­ kaç sefihin örnek ittihaz edilmesi yüzünden bu mem­ leketin göreceği zararları takdir ederek böyle bir takım örneklere göre değil ictima‘iyyatımızın nazım-ı esasisi olan Kur’an-ı azimü’ş-şana göre tevfik-i hareket edilmesi ve binaenaleyh kadınlarımızın vecibe-i tesettüre riayet etmesi iktiza ettiğini mütemadiyen söyledik ve söylü­ yoruz. Halbuki öteden mahiyet-i mezhebiyyesi mechul birkaç adam var kuvvetleriyle tesettürün aleyhine kal­ karak yapmadıkları propagandayı bırakmadılar. Gaze­ teler çıkardılar üzerine çıplak kadın resimleri koydular. Mecmu‘a çıkardılar. Hep tesettürün aleyhinde yazdılar. El-hasıl her ne yaptılarsa bu fariza-i diniyyeyi yıkmaya ma‘tuf idi. Daha hala intişar eden bu gazetelerden birini elinize alınız. Bakınız ne göreceksiniz. Mutlaka açık sa­ çık bir hanım resmi. Bu gazetelerde göreceğiniz hanım resimleriyle sokakta tesadüf edeceğiniz kıyafetlerin ara­ sında hiçbir fark yoktur. Doğrusu ya muvaffak oldular. Memlekette süslenmek bu modalara uymak için ırzını namusunu heder eden bir zümre-i cehennemiyye icad ettiler. Fakat onlarca bunun ne ehemmiyeti var? Hiç! Bu muharebenin sefaletlerinden biri! Bir kere fiyatlar tenez­ zül etsin. Bunlar da pek tabi‘i tenezzül eder! Ne yaman dete başlasın. Irzını paymal edenlerin ırzı da tekrar mı teessüs edecek? Bu ahlaksızlıklar kendiliğinden mi zail olacak? Bu ne mantıksızlık! Bilakis bu fesad tohumları düşünen takdir eden yok. Ve binaenaleyh alabildiğine büyüyen bu cehennem alevini söndürmek için hiç kimse çalışmıyor. Emin olalım ki bu cehennem alevinin tahribatını tevkıfe ve nihayet onu söndürmeye çalışmadığımız tak­ dirde memleketin inkırazında en büyük rolü bu facia oy­ nayacaktır. Bir taraftan hükumet ciddi tedabir ile hatta kavanin ile memleketimizin intizam-ı ictima‘isini muha­ fazaya çalışarak diğer taraftan ulemamız mütefekkirini­ miz muharririnimiz ciddi nesayih ve irşadat ile çalışarak memleketimizi bu ahlaksızlıktan bu cehennemi alevden kurtarmaya gayret etmelidir. Ma‘lum olduğu vechile hey’et-i kainatı Batlamyus mez­ hebine göre tedkık eden felasife-i mütekaddimin alemi kü­ revi bir cism-i sabit ve daim telakkı etmişler ve bu cisme felek-i atlas namını vermişlerdi. Bu cism-i münferidin içinde bütün ecsam-ı eflaki tabaka tabaka birleştirmiş ve merkezi­ ne de arzı koymuşlardı. Arzın parçaları olan ecsam-ı unsu­ riyye ve süfliyye daima kevn ü fesada tahavvül ve tegay­ yüre tabi‘ oluyorlar ve şahsiyetleri tebeddül edebiliyorlar ise de bütün ecram-ı felekiyye ya‘ni ecsam-ı eflak ve hepsinin muhiti olan cism-i felek-i atlas kabil-i hark ve iltiyam olma­ dığından bunlar fesaddan masun ve ezelen ve ebeden bakı birer şahsiyet-i müstakille-i cismiyye tasavvur olunmuş ve bununla beraber maddiyetlerinden dolayı atıl ve kabil bir hasiyette bulunmaları hasebiyle mahiyet-i imkaniyyeyi haiz olduklarından kuva-yı mücerredenin ve bilhassa kuva-yı aliyye-i ruhiyyenin te’sirine muhtac görülmüş ve cümlesine bir vacibü’l-vücud-i mücerred lüzumu dermiyan edil­ miş idi. Halbuki te‘alim-i Kur’aniyye ve tecarib ve müşa­ hedat-ı tabi‘iyyeden bedihi olarak çıkan mantıki neticelere nazaran bu da‘vaya imkan yok idi. Fakat bir taraftan ilm-i hey’ette hesabat-ı riyaziyye-i felekiyyenin bir taraftan da heyula ve cevher da‘va-yı felsefisinin nazariye-i mezkureyi bi’z-zarure intac eylediği ve binaenaleyh bunun bir mes’e­ le-i fenniyye olduğu iddia ediyordu ki zamanımızda bu yol­ da bir hayli mesail vardır. Bu ilimlerle tevaggul eden ulema-yı İslam’dan bazıları bunlara kısmen mümaşat etmeyi muvafık buldular fenne ler ki bunlara felasife-i İslam namı verilmiştir. Mütekellimin yad edilen diğer bazıları ba-husus Sünni olanları nazariye-i mezkureyi hem akla ve hem nakle muhalif buldular ve is­ yan ettiler ve asr-ı hazırdaki fünun ve felsefenin esasatını ve vasıl olabileceği netaici ta‘kıb eylediler de dediler ki: Biz bize en yakın mevcudata ecsama baktığımızda herbirini birer hususiyetle mahdud eşhas-ı münferide görüyoruz ve yine herbirini bir zaman-ı muayyen ile mütenahi buluyo­ ruz. Mesela ben varım kırk senedir varım. Kırk sene evvel yok idim. Demek ki hadisim sonradan olmuşum sonra da vefat edeceğim ve etmem lazım gelir. Bütün insanlar hayvanlar enva‘-ı nebatat da dağlar dereler ovalar da taşlar madenler de hep böyle. Acaba bunların böyle ol­ masında ya‘ni hudus ve fenasında sır nedir istikra ede­ lim ta‘lil ve tahlil eyleyelim. Görürüz ki bu şahsiyetlerin hep kabil-i tegayyür olması ve kabil-i tegayyür şeylerden husule gelmesidir. Şu halde küre-i arzın kendisi de böyle hadis olmamak için hiç bir sebeb yoktur. O da bu hadisatın bir küllü değil mi? O da bu tegayyüratın mahalli değil mi? Elbette aynı mümaseletle aynı illetle kıyas neticesi olarak bi’z-zarure anlıyoruz ki arz da bir zaman evvel yokmuş sonra husule gelmiştir. Yıldızlar da kamer güneş hasılı ec­ ram-ı ‘ulviyyeden her biri de bu hususda arzın bir mislidir. Aynı mümaselet aynı illet-i hudus on­ larda da caridir. Çünkü bunlar da birer cism-i mahdud ve müteğayyir ve mütehareriktir. Elbette tıbkı sair ecsam gibi bunların da birer ömürleri vardır. Bunlarda da kevn ü fesad kanunu hakim olmak lazım gelir. Demek ki kıyas bunların da hudusünü istilzam ediyor. Bu kıyastan başka bir vasıta-i felsefiyyesi sabit değildir ki bu kıyas-ı bahiri onun için feda edelim. Biz felsefede heyulaya bedel cüz’-i ferd da‘vasıy­ la muaraza edebilir ve da‘vanızı hükümsüz bırakabiliriz. Hesabat-ı riyaziyyenin ise öyle ecsam-ı felekiyyeye tevak­ kufu yoktur. Bi’l-farz olsa bile o cisimlerin kıdemine tevak­ kufu yoktur. Bundan başka ileride küre-i arzın bir infilak ile veya şimdi bilemeyeceğimiz bir sebeb ile parçalanacağını farz edersek harekat-ı ecramın hesabat-ı riyaziyyesi şimdi­ kinin aynı olacağını iddia edemeyiz. Ve böyle bir fırsattan tenakuza da düşmeyiz. Binaenaleyh bütün müşahhasat-ı mevcude-i alem birer ömür ile mukayyed olarak hadistir ve kabil-i fenadır. Şu halde Bu hadisatın bu ecsam ve ecra­ mın mecmu‘u kadim bir cisim değildir da‘vasını tenakuz­ dan kurtaracak hiç bir vech-i ma‘kul bulunamadığı gibi bu da‘vanın dermiyan edilmesine sebeb de yoktur. Evet alem bir mecmu‘a-i hadisattır. Şübhesiz eczadaki her tahavvül her teceddüd küllde de bir tahavvül bir teceddüd demektir. Ma‘amafih bütün bu hadisatın birbirine bir irtibat-ı mun­ tazamı var. Bu irtibat-ı muntazam ile hadisat teselsül edi­ yor ve bundan şu‘ura bir lemha-i beka görünüyor. Eşhas-ı kainatta ömürleri nisbetinde gördüğümüz beka-yı muvak­ kat hesaba katılarak bu hadisat arasındaki neseb ve alakat-ı muntazamadan bir sırr-ı ezeli ve ebedi tecelli ediyor. İşte bu sırr-ı ezeli ve ebediye ilişen şu‘ur ve vicdan bakı ile faniyi birbirinden bir derece temyiz ile kendisini tenakuzdan hay­ ret-i mutlakadan kurtarabiliyor. Biz bu sırr-ı bekanın daima asarını tecelliyatını ya‘ni hadisatını görüyor bu vasıta ile kendisini de duyuyoruz. Bunu görmek ve duymak için yal­ nız bir şahsı teşkil eden hadisatın mülahazası kafidir. Bütün hadisat-ı cihanı ihata iddiasına lüzum bile yoktur. Böyle bi-hakkın diyebiliriz ki bütün bu hadisatın huduslarıyla be­ raber şu irtibat şu nizam-ı mütenasıkları delalet ediyor ki bunların ne her birinin ve ne mecmuunun aynı olmayan hiçbirine benzemeyen ve bundan dolayı bir suretle ta‘yini de mümkün görülmeyen ve hiçbirine muhtac olmayarak hepsine müstevi hepsine hakim olan bir Hakk-ı Mutlak bir Vücud-ı Kadim ve Vacib-i Ezeli var. abiat madde ruh zaman mekan mefhumları şayed yıp az çok hakıkat iseler bunlar da bu hadisatın hüviyetinde ve bütün tahavvülatın içinde olduklarından bunları da asar ve ma‘lulat zümresinden mülahaza zaruri oluyor. Bütün bu hadisatın teceddüd ve hudusü ve intizam-ı mütenasıkı bakı ve ebedi ve cümlesinden müstağni bir illet-i ulaya arz-ı gerek tecrübesinden ve gerek fıtrat ve hadsinden ve gerek her ikisinden almış bulunsun. İlliyyet kanununun i‘anesiyle bu hükmü vermeye maddeten muztar bulunuyor. Bundan dolayı kah bir zaruret-i basita ile ve kah bir terkib-i istidlal ve tevalisinden irtibat ve tenasuku içinden idrak edilen le­ mehat-ı bekaya muhdes alemin sıfatına aid ma’lumat tefri‘ edilmek de mümkün oluyor. la-i vasatiyyesini bulabilen erbab-ı idrak ashab-ı ilim ve fen her zamanın derece-i ma‘lumatına göre kainatı hususdan umuma doğru müşahede istikra istidlal tarikleriyle tedkık ederken bütün müşahhasat-ı alemin hudusüne tahavvül ve tegayyürüne teceddüd ve tekerrürüne kat‘iyyen hük­ meder ve bu hükmün ise iki netice-i zaruriyyesi bulunur: - Bir vücud-ı Bari’ye ve sıfat-ı kudsiyyeye iman - Bir neş’et-i saniyyeye hilkatte bir nevi’ iadeye imkan. Kur’an-ı Azimü’ş-şan’a dikkat edilirse anlaşılır ki tebligatı ihbarat ve nakliyyat-ı sırfadan kezalik teşri‘at-ı mahzadan ibaret değildir. Bir taraftan emri nakl ü tebliğ eyler diğer taraftan evamirin esbab-ı sübutiyyesini ihtiva eden irşadat-ı fikriyye ve hissiyyede bulunur. Bir taraftan emirlerini verirken diğer taraftan kezalik gibi tezyilat ve irşadat ile enfüsi ve afakı esbab ve turuk-ı akliy­ ye ve şühudiyye irae ederek vücud-ı İlahiyi imkan-ı ahireti birçok edille gösterir ve bu edilleyi bir lisan-ı kudsi ile beyan ve tasvirde ibraz eylediği i‘cazı dahi ihtar ederek “Haydi böyle söyleyiniz bakayım” der. Bunun için ulema-i İslam nezdinde akıl ve ilim ile iman da iktisabı vardır. Fakat bu iktisab akıl ile mütenazi‘ ik­ tisablardan d Hulasa: Akıl ve felsefe bab-ı imanda ya‘ni tevhid ile ma‘rifetullahta din-i İslam’ın muarızı değil müeyyididir. Mes’ele-i ahirette ise yalnız imkan nokta-i nazarından mü­ eyyididir. Buna binaendir ki din-i İslam’da aklın ibtal ede­ bileceği hiç bir matlub-ı i‘tikadı ve ameli yoktur. Fakat aklın bizzat isbat edemeyeceği ve fakat inde’t-telkın kabul edebi­ leceği hakaik-ı i‘tikadiyye vardır. Zaten bütün saha-i ilimde de aklın hizmeti böyle değil midir? Bütün ilimlerin kaşifi yalnız mantık ve akıl mıdır? Akıl ve mantıkın kendi kendine bir keşif ile hakaik-ı ilmiyye içine girdikleri ve bi’l-ahare uğ­ raşa uğraşa aklen ve mantıken de hallolundukları asr-ı ha­ zırda en müsellem bir hakıkattir. Bu noktayı izah sadedinde Muhyiddin-i Arabi Fütuhat’ında “Akıl mütefekkir olmak haysiyetiyle mahdud ve mütenahidir. Fakat kabil olmak haysiyyetiyle gayr-ı mahdud ve gayr-ı mütenahidir” diyor. Yine buna binaendir ki ulema-i İslam esbab-ı ilim olarak yalnız aklı görmemişler başlıca üç şey görmüşlerdir: - Müşahede ve tecrübe - Akıl ve mantık - İhbarat-ı sahiha Şimdi akıl ve felsefe ile ma‘rifetullahın sübutunu ve ahi­ retin imkanını idrak edebilmekle bunlara imanın bir vazife olduğu ya‘ni diyaneti dahi her vechile felsefenin mantıkın zımanında aramak lazım olmadığını da ihtar etmeliyiz. Ger­ çi ulema ve felasife-i İslam’dan birçokları da vücub-ı imanın aklen ve mantıken isbatı taraftarı olmuşlarsa da cumhur-ı Hanefiyye de dahil olduğu halde cumhur-ı Ehl-i Sünnet bu vücubun tarik-ı ahbar ve nakilden ya‘ni tarik-ı nübüvvetten müstefad olduğunu da iddiada ısrar etmişlerdir. Şu kadar ki ‘zam Ebu Hanife hazretleri bütün şer‘iyatta olduğu gibi vücub-ı imanın dahi yalnız akıl ile sabit olamayacağı­ nı dermiyan buyurmakla beraber iman bi’llahta tecrübe-i umumiyyenin nakl-i şer‘i gibi bu vücubu ifade edeceğini tesbit etmiştir. Burada şunu telhis ederiz ki yalnız tarik-ı felsefeden yü­ rüyerek ma‘rifetullaha vasıl olamayanları akıl ve mantık her halde cahil ıtlakına layık görürse de vazifesizlikle terk-i vazi­ fe ile itham edebileceği biraz cay-i nazardır. Fakat tebligat-ı enbiyadan haberdar olduğu veya asırların yığdığı netaic-i tecrübiyyeyi taşıyan nukul-ı sahiha-i tarihiyyeye agah bu­ lunduğu halde bu tarika iman edemeyerek ma‘rifetullahın bir vazife bulunduğunu kabul etmeyenler bu nokta-i na­ zardan münkir-i vazife; kafir ünvanına müstahık olurlar. Binaberin delalet akılda; hakimiyet-i vazife nakildedir. Akıl rehber olur. Fakat emir ve nehyi tatbik ettiren sevab ve ‘ikabı tatbik edecek olan o değildir. İşte felsefe ile dinin cihet-i iftirakları! Hazret-i Ali kerremallahu vechehu ve radıyallahu anh bulunduğu gazalarda maktulin üzerinde zuhur eden nükud ve eşyayı alır. T aksim olunmak için varislerine gönderirdi. Kudsiyet-i terbiyye... Meşreb-i mürüvvet için bundan daha kerimane bir mikyas-ı ahlakı iraesine imkan var mıdır? runa ashab-ı mesalihden bir zat girer. Önündeki rahle üze­ rinde bulunan mumdan birinin yandığı ve Hazret-i Murta­ za’nın o mum ışığında çalıştığını görür. Nefsine aid bir emr diğer mumu yakar. Yanmakta olan mumu söndürür o zatı dinler. Zair mumun birinin söndürülüp diğerinin ya­ kılmasındaki hikmeti sual eyler. O sahib-i adl ü mürüvvet olan halife-i a‘zam evvelce yanmakta olan mumun bey­ tü’l-mal-i müsliminin akçesiyle alındığını ve beytü’l-male aid hususatta kullanıldığını diğerinin kendi akçesiyle alın­ dığını ifade eder. dindir ki nefslerini ilim ile ... a‘mal-i saliha ile... hissiyat-ı ha­ sene ile tehzib... te’dib... te’lif eylemişler kudret-i Halık’ın ahlak-ı beşerde vücuda getireceği kemaline böyle birer ilahi nümune-i ahlak göstermişlerdir. Meşhurdur ki Faruk-ı A ‘zam’ın ahd-i Hilafetinde aşe­ re-i mübeşşereden Zübeyr bin el-Avvam radıyallahu anh murabıt sıfatıyla serhadd-i Rum’a azimet için ruhsat ister. Hazret-i Faruk ona Mısır Emareti’ni teklif eyler. O mücahid fi sebilillah ise i‘tizar ve imtina‘ ile murabıt olarak Mısır’a azimet ve ikmal-i fütuhata akıllara hayret verecek derecede hizmet eder. Ma‘lumdur ki şerayi‘-i İlahiyyeden maksud-i bi’z-zat olan şey ebna-yı Adem’i mehasin-i ahlak ile bahtiyar etmektir. Bu tezkiye-i celileden ise hangi akıl-i dur-bin vardır ki da hüsran ve haybet muhakkaktır mukarrerdir. Bir kavim ahlaksızlıktan çektiği mesaibi ne zaruretten görür... ne esaretten... ne kaht u galadan çeker... ne taun ve vebadan. Ahlaksızlık daimiyyü’l-eza bir beladır. Def‘i vacib bir musibet-i uzmadır. Bazen görülüyor ki selamet-i fikriyyenin hiçbir vakit kabul etmediği hatta tahayyülünde ruhumuzun titrediği seyyiatı birçokları bir zevk-i azim ile icra eyliyorlar. Müte­ lezziz oluyorlar. Bu hal şübhe yok ki onlarda birçok yanlış telkınat... birçok na-reva te’sirat ile selamet-i fikriyyenin ih­ lal edilmiş olduğunu isbat eder. Hayr u şerden gafil... Vezaif-i insaniyenin icrasından atıl... Emraz-ı ma‘neviyye ile ma‘lul.. İlel-i ruhaniyyenin mazarratına ibtila ile medhul olanların cem‘iyet-i beşe­ riyye içinde mevkı‘i nedir? Sorarız. ki o da din ve imandır. ahlakın da ma bihi’l-kıyamıdır. Kadr-i valaları indallah ve haşa komisyoncuya teşbih eyleyen bazı sebükmagzanda din ve ahlak namına bir şey aramak şeytandan keramet beklemeye benzer. yı ahlakıyyeden İmam Gazali hazretleri ahlak-ı seyyieyi “sümum-ı katile” ile ta‘rif buyuruyorlar. Ah! Ne olurdu! Ahlak-ı seyyie keşke sümum-ı katile olsaydı!.. Çünkü zararı şahsa münhasır kalır emraz-ı sariyye gibi bütün dünyayı hak-i helake sermezdi. Görüyoruz ki ahlak-ı seyyie musallat olduğu yerlerde bütün efrad-ı millete az zaman içinde istila ederek o milletin mevcudiyetini sahife-i alemden silip süpürüyor. Bunun için ahlakın göstereceği tedabir-i tahaffuziyye ile efrad-ı milletin herbiri vikaye-i nefse i‘tina eylemek iktiza eder. Diyorlar ki bugünün terakkiyat-ı aliyyesine vasıl olan milletler arasındaki terbiye-i medeniyye-i sahiha elbette terbiye-i diniyyeyi ihmal eder hatta imha eyler. Biz de de­ riz ki milel-i müterakkıyye arasındaki terbiye-i medeniyye-i sahiha hiçbir vakit terbiye-i diniyyeyi ihmal ve bilhassa sı olmayan hususatı tağyirde cevaz vardır. Bu gibi umur diniyyenin üssü’l-esasını iyice ta‘yin ve takdir etmek iktiza eder. Din beşeriyeti mes‘ud ve bahtiyar edecek mevhubat-ı sübhaniyyedendir. Bu i‘tikadda olmayıp da dini beşeriyetin hürriyet-i hakıkıyyesini takyid için boynuna takılmış bir zin­ cir-i ahenin addedenlerin terbiye-i medeniyye ve ahlak-ı şer için dünyevi ve uhrevi badi-i hüsran olur. Cenab-ı Esma radıyallahu anha – ki Hazret-i Ayişe ra­ dıyallahu anhanın baba bir hemşiresidir. “Zatu’n-nıtakayn” ünvan-ı mefharetiyle ma‘rufdur- Bir gün arkasına giydiği bir lallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri i‘raz ile “Ya Esma! Sinn-i büluğa reside olan taife-i nisanın yüzünden avuçlarından başka bir yeri görünmek uyamaz!” buyurur­ lar. Altından bedeni görünecek kadar ince olan elbiseyi gi­ yip de mele’-i nasa çıkmak muğayir-i şer‘-i şeriftir. Hal böyle iken bugün bir takım müslüman namını taşıyan nisvanın bayağı tepeden tırnağa açık saçık gez­ meleri ahlak-ı İslamiyye ile nasıl kabil-i te’lif olabilir. Nis­ vanın tesettürü nass-ı katı‘ ile ferman buyurulmuş iken bu hükm-i celil-i İlahinin tağyirine tasaddi edenlere karşı lisan-ı şer‘-i mübinden işidilecek ‘itab ve tenzir acaba ne kadar şedid olacaktır Nisvan-ı İslam’ın tesettürü muhadderatımız için nişane-i ismet ve iffet addolunmuştur. Dinde mübalatsızlığı en büyük vasıta-i terakkı addeden­ lere karşı diyanet-i İslamiyye’nin istinad eylediği bir takım ahkamı basar-ı basiretle tetebbu‘ etmelerini tavsiye ederiz. Bizlere göre kemalat-ı insaniyyeyi iktisab için ilim ve irfa­ nı bitip tükenmek şanından olmayan iki muallim-i hikmet vardır. Bunlardan biri: Ayat-ı beyyinatdır ki nida-yı hak-nümasıyla ‘ibadat ve muamelatımızda nefislerimizi mehasin ve mekarime da‘vet eder. Diğeri: Ehadis-i nebeviyyedir ki kaffe-i ahvalde selamet ve saadetimize kafil olarak irae-i tarik-ı hidayet eder. Bu ya için ferda-yı kıyamete kadar kafi bir ni‘met-i uzmadır. Rivayat-ı meşhuredendir ki zaman-ı saadette ashab­ dan biri Huzur-ı Risalet-Penahi’ye dahil olur. Sahib-i şeri‘at Sultan-ı Enbiya’dan üç def‘a dinin ne olduğunu sual eder. Resul-i hikmet-meab; “Hüsn-i hulk” diye cevab verirler. Yine o zaman-ı güzin-i nübüvvete idrak eyleyen ashab-ı güzinden birkaçı Huzur-ı Saadet’te bir kadının fart-ı ‘iba­ datıyla takvasından bahsederler. T araf-ı Risalet-penahi’den: buyurulur. Esbabını sual edenlere: “Komşuları hakkında eza etmek” su-i hulkıyla me’lufdür cevabı verilir. hitab-ı nübüvveti erbab-ı iman ve Seyyidü’l-mürselin ümmet-i merhumesini “Sizleri şek­ ten yakıne kibirden tevazu‘a adavetten nasihate riyadan mette bulununuz!” emr-i celili ile de mesaviden mehasine tergıb buyuruyor. Kim ne derse desin! Biz ve ayet-i kerimelerinin ihtiva eylediği esasat-ı ahlakıyyenin ahkamına teba‘iyyeti selamet-i hal ve istikbale medar-ı necat addederiz. Topçu kaimmakamlığından mütekaid Geçenlerde Londra’da intişar eden Islamic Review rin intişarını tebşir ediyordu: Kur’an-ı Kerim’in İngilizce tercüme ve tefsiri. Bu eser-i mübarekin muharriri ekabir-i ulema-yı İslamiyye’den Mevlevi Muhammed Ali’dir. İlk def‘a olarak ulema-yı İslamiyye’den biri garb lisanların­ dan birine ve en mühimmine garb için hala bir muam­ ma olan Kitab-ı Mübinimizi cidden büyük ve pek büyük bir muvaffakiyetle tercüme ve yine o lisanla tefsir ediyor. Hakıkaten garb alemi on dört asırlık bir ömre ve hiç şübhesiz bir ömr-i ebediye malik olan Kur’an-ı Kerim’i an­ lamamıştı anlayamıyordu. Garbın en munsif hükeması uleması bile Kur’an-ı Kerim’e gelince ona bir türlü akıl erdi­ remeyerek mebhut ve mütehayyir kalıyor bazen de müna­ sebetsiz sözler sarf etmekten hali kalmıyordu. Bu Kur’an tercümesi diye okudukları şeylerden münsecim yek-aheng bir ma‘na çıkaramamalarının bir netice-i tabi‘iyyesiydi. Garblıların Kur’an-ı Kerim’i kasden iyi tercüme etme­ dikleri iddia olunamaz. Fakat Kur’an-ı Kerim’i tercüme etmek için sade şöyle böyle lisan-ı Arabi’ye vakıf olmak kafi değildir. Kur’an’ı tercüme ve tefsir edebilmek için ‘ulum-ı İslamiyye’de tebehhur etmek bunun için de bir ömür sarf etmek lazımdır. Şübhesiz bir garblı Kur’an’ı muvaffakiyet-i mümkine ile tercüme edebilmek için bu kadar fedakarlığa tahammül edemez. Bu büyük işi olsa olsa büyük bir müslüman alimi yapabilir. Fakat bunun bir de Kur’an’ı tercüme edebilecek derecede elsine-i gar­ biyyeden birine vakıf olması lazım gelir ki bir lisan-ı gar­ biye bu derece aşina olmak öyle kolay bir şey değildir. Bunu tecrübe edenler bilir. Doğrusu biz zamanımızda bu işi başarabilecek bir müslüman aliminin bulunduğun­ dan haberdar değildik. Çünkü kendi ulemamızın için­ de asar-ı garbiyyeyi okuyabilecek derecede lisan-aşina zevatın nedretini görüyorduk. Hele ulemamız içinde el­ sine-i garbiyyeden biriyle hakaik-ı İslamiyye’yi müdafaa eden ‘ulu’l-azmi hemen hiç görmedik gibidir. Değil elsi­ ne-i garbiyyeden biriyle bugün ulemamız içinde lisan-ı Arabi ile asar-ı ilmiyye yazacak eserlerini çar aktar-ı cihandaki müslümanlara okutacak zevat bile azaldıkça azaldı hemen hiç kalmadı. Pek yakın bir zamana kadar ulemamız kendi lisan-ı mader-zadlarından ma‘ada bir de lisan-ı dinimize hakkıyla kesb-i vukuf ederek asar-ı ilmiy­ yelerini Arapça yazarlar ve bütün alem-i İslam’ı müstefid ederlerdi. İşin en acı tarafı şudur ki elsine-i garbiyye ve Arapçadan vazgeçtik kendi lisanımızla bile dinimiz hak­ kında öyle ihtiyacımıza vefa edecek eserler çıkmıyor. Ve bundan dolayıdır ki bugün gençliğimizin elinde İslam’ı layıkıyla teşrih ve tavzih edecek bir tek eser yok. İrşad ve tenviriyle mükellef oldukları millete karşı bu derece mühmel olan ketibe-i ulemamız İngiltere’nin Anglikan Kilisesi’nin irad ettikleri suallere bile hala bir cevab ver­ mediler. Halbuki suallerin vürudundan beri sekiz dokuz ay geçti zannediyoruz. ekabir-i İslamiyye’nin mevcudiyetinden nevmid bu­ lunuyor ve teellüm ediyorduk. Fakat çok şükür alem-i enbiya olan o mübarek toprak hala verese-i enbiya ye­ tiştiriyor. Hiç şübhesiz nam-ı muhteremini ser-name it­ tihaz ettiğimiz Mevlevi Muhammed Ali hazretleri bunla­ rın ser-firazlarındandır. Çünkü müşarun-ileyh yukarıda beyan ettiğimiz vechile Kur’an-ı Kerim’i İngilizce’ye ter­ cüme ve yine o lisanla tefsir eden ilk müslüman alimdir. Muhammed Ali hazretleri hakkında uzun uzadıya serd-i mütalaat eden İngiliz gazetelerinden ma‘lumat-ı atiyyeyi iktibas ediyorum: The Quest gazetesi diyor ki: “İngilizler içinde lisan-ı Arab’da mütehassıs olan zevatın en büyüklerinden birine müracaatımız netice­ sinde tercümenin kemal-i dikkat ve i‘tina ile ve gayet mükemmel bir surette yapıldığına emin olduk. Tercüme­ nin lisanı sade temiz ve müessirdir. Tercüme hem sa­ dık hem de pek yüksek bir kıymeti haizdir. Böyle bir eseri vücuda getiren cidden iftihar edebilir. Ba-husus tercümenin kısa bir müddet zarfında ya‘ni sekiz senede nı gösterir ve bu nokta-i nazardan bir kat daha tebrik ve takdire istihkak kesb eder. Mevlevi Ali’yi pek yakından tanıyanlar nezdinde yaptığımız tahkıkattan onun meftur olduğu mezaya-yı fikriyye sayesinde pek kolaylıkla her fakat müşarun-ileyh kendisini dinine vakfederek fakr u zarurette yaşamaya razi olduğunu öğrendik. Eserin bü­ tün tercümesi yalnız başına kendisinindir.” Bir İslam aliminin böyle bir muvaffakiyet kazanma­ sına ve dinine böyle bir hizmette bulunmasına hem de zeka ve iktidarının kendisine va‘d ettiği her türlü refahı çiğneyerek bütün mevcudiyetini böyle bir hizmet-i mu­ azzamaya hasr etmesine karşı kendisini ne kadar tebrik ve takdir etsek azdır. Maamafih biz yine müşarun-ileyh hazretlerine en samimi tebrikatımızı takdim ile böyle bü­ yük alimlerin alem-i İslam’ın her tarafında çoğalmasını Evet evvelki gün intişar eden Tasvir-i Efkar “Ben müslümandan evvel Arabım” diyen birisinin sözüyle “Bir Dalal” ser-namesi altında bu sözü reddeden bir makalenizi müslümanlarca menfur ve hatta Resulullah Efendimiz’in kavl-i münifi mucebince bizden değildir. Kendisini aramızdan uhuvvet-i İslamiyye daire­ sinden ihrac eden bir adama iktida etmek hiç bir müs­ lümanın hatır ve hayalinden geçmez. Buna karşı bizim vazifemiz imanımızı muvakkat infiallerin savletleriyle rahnedar etmek değil bilakis artık içimizden de bir ta­ kım dall ü mudill müfsidlerin türediğini ve bunların deni maksadlar uğrunda dest-i irtikabını nerelere kadar uzat­ tıklarını takdir ederek o nisbette imanımızı tahkim etmek ve mesaimizi ilerletmektir. Buyurduğunuz gibi “Dalale dalal ve ıdlal ile mukabele şaşkınca bir harekettir. Aklı olanlar dalalden reşad ve irşad ile intikam alırlar.” Ma‘amafih zat-ı üstadaneleri her nedense ma‘hud sözün kailine karşı infialinizi zabt edemeyerek bu sözün kailine kat‘iyyen haiz olmadığı bir ehemmiyet-i azime evet siz de bir inkılab-ı iman ika‘ edecek kadar i‘zam ettiğiniz müstesna bir ehemmiyeti; bir diğerinin hazine-i rüşvetini tanziren hazine-i belağatinizden ihsan ederek asırlardan beri alemdar-ı İslam olan bu ümmet-i İsla­ miyye’ye “Bundan böyle beyhude yere kuvvetini israf etmemesini” tavsiye buyuruyorsunuz. “Hazret-i Muham­ med’in ruhundan ve imanından doğan” bir millet böyle bir tavsiyeyi sizin kaleminizden dinlemek istemezdi. Bu tavsiyenin içinde sizin de kabul etmeyeceğiniz ma‘nalar vardır: Siz bu milleti ta‘dad ettiğiniz menakıb-ı mübare­ kesiyle sabit olan liyakat-ı ‘ulviyyesine binaen kendisine min kıbeli’r-Rahman tevdi‘ olunan bir vazife-i mukadde­ seye karşı isyana da‘vet ediyorsunuz. Bütün esbab-ı mu­ cibeniz ise bir tek adamın hem de mahiyeti bütün müslü­ manlarca ma‘lum ve muhakkar bir adamın tek bir sözü! Emin olunuz ki bu sözün kaili nasıl ki İslam’ı uhuv­ vet-i İslamiyye’yi zerre kadar müteessir edemezse sizin de vasiyetinizin te’siri o kadardır. Tekrar ederim: “Asabiyet da‘vasına kalkışan onu ter­ vic ve teşvik eden bizden değildir. Asabiyet üzerine kıtale girişen de bizden değildir. Kezalik asabiyet da‘vası üzere ölen de bizden değildir!” Sadaka Resulullah. Ömer Rıza Bulgar Sulhü’nü müteakıb bizim sulhümüzün de şerai­ ti tekarrur edeceği musırran işa‘a edilmekte idi. Halbuki gün geçtikçe sulhümüzün yakında in‘ikad edeceğine dair hiçbir emare görünmediği gibi siyasiyyat alemini derin ve esrar-alud bir sükut kaplamakta ve bu sükutun meşi­ me-i ibhamından neler doğacağı anlaşılamamaktadır. Bizim kat‘iyyen emin olduğumuz cihet bugünkü sükutu kis da‘vamızı karıştırmakla bir hisse-i menfaat koparmak kadar sade doğru bir da‘va yoktur. Ne çare ki da‘vamızı halletmek mevkı‘inde bulunanlar içinde bir takım ebati­ le istinad eden ihtirasatını tervic için gece gündüz çalı­ şanlar Harb-i Umumi’deki vaz‘iyetimizi bahane ederek mevcudiyetimizi [] tarumar etmek isteyenler var. İşte bunların serd ettikleri metalib da‘vamızı karıştırıyor. Ve binaenaleyh sulhümüzün tekarruru geciktikçe gecikiyor. Bizim da‘vamızın esası temamiyet-i mülkiyye ve istik­ lalimizin tanınmasıdır. Trakya’da payitahtta ve Anado­ lu’da ekseriyet-i kahireyi teşkil eden müslümanların en tabi‘i hakkı budur. Kesafet-i nüfus medeniyet ve tarih hayatiyyesini en yüksek misallerle isbat etmiş olan bir milletin bir millet-i İslamiyye’nin bu mukaddes hakkı­ nı paymal etmeyi yahud başkasına devretmeyi tasavvur etmek hiçbir fikr-i adaletle kabil-i te’lif değildir. Harb-i umumi neticesinde istiklalini büsbütün zayi‘ etmiş millet­ ler tekrar istiklaline kavuşuyor. Sahne-i tarihde hiç isbat-ı mevcudiyet etmemiş milletler yeniden teşekkül ediyor­ ken dünyanın en cihangir devletlerinden birini te’sis et­ miş muhteşem bir medeniyet kurmuş ve bilhassa bütün alem-i İslam’a rehber olmuş din-i İslam’ın istiklal ve şe­ refini temsil ile liva-yı İslam’ı i‘la etmekle daima iftihar etmiş ve bu mevki-i muallasını asla feda etmemiş bir millet-i muazzamanın saltanat ve istiklalini yıkarak enka­ zını mukaseme etmeyi düşünmek... Ne kadar müdhiş bir zulümdür. Böyle bir zulmü ika‘a hiçbir lüzum yokken ve müşahede edilecek derecede bariz iken artık müte­ reddid davranmamak iktiza ederdi. Harb-i Umumi’yi biz edilsin. Harb-i Umumi’yi ikad eden “isti‘mar ve istismar” siyasetidir ki biz bu siyasetten tamamıyla müberra bulu­ nuyoruz. Bilakis memleketimiz bu siyasete kurban edil­ mek isteniyor. Ve hiç şübhesiz bunun neticesi dünyanın en nazik ve en tehlikeli mıntıkasında rekabete girişerek daha feci‘ harb-i umumilerin vukuunu ihzar etmektir. Bununla beraber Sulh Konferansı’nın bizim sulhümüzü bu esas üzere halletmekte teallül etmesi karşısında bulunuyoruz ki bunu ne ile tefsir edeceğimizi bir türlü idrak edemiyo­ ruz. Çünkü dörtler meclisinin iki rükn-i rekini tarafından bir gaye-i hürriyet olmak üzere i‘lan edilen tamamiyye­ timizin emr-i muhafazası mütarekenin imzasını müteakib kat‘iyyen nazar-ı i‘tibara alınmadığı İzmir’in Yunanlılar mamafih bu millet-i İslamiyye Çanakkale’de gös­ terdiği havarık-ı hamaseti an yorgun ve en makhur de­ minde bir kere daha gösterir. Dahilde sayısız düşmanlar haricde ser-a-pa düşmanlarla hem de en kavi en amansız düşmanlarla muhat olduğu halde yine o büyük hamiyet-i eden bir cesaretle izhar etti. Hayata ve istiklale layık ve müstahık olduğunu felaket ne kadar büyük ve ne kadar ezici olursa olsun ruh-i mukavemetinin münkesir olmaya­ cağını ve binaenaleyh yaşayacağını isbat etti. Artık bu mil­ letin hakk-ı hayatını tamamiyet-i mülkiyyesini istiklalini tanımak iktiza ediyorken bilakis ortallığı derin ve esraren­ giz bir sükut istila etti. Bilhassa sulh konferansının Kanu­ nievvel nihayetinde ta‘til-i müzakerat edeceği hakkında hallettikten sonra mı yoksa daha evvel mi ta‘til-i müza­ kerat edeceği en büyük endişeleri celb etti. Vakı‘a sulhün te’ehhüründen dolayı hakıkatin anlaşıldığı ve binaena­ leyh istifade ettiğimiz iddia edilmekde ise de yine sulhün te’ehhüründen dolayı memleketin gördüğü zararlar pek azimdir. Memleketimizde sükutun istikrar edememesi hayat-ı tabi‘iyyenin avdetine meydan bırakmaması köy­ lünün serbest serbest çalışmasına imkan bulunmaması nefs-i hadisenin ika‘ ettiği hasaratın dehşeti bunların hep­ si memlekete pek pahalıya mal olmaktadır. Bu pek cesim zararın fazla temadisine imkan yoktur. Memleketimiz mütehammil değildir. Esasen mes’elemizin halli için tek bir yol vardır o da tamamiyet ve istiklalimizi tanımaktır. Milletimizin en bahir asarıyla sabit olan hakk-ı hayatı kas­ den inkar ve bütün dünyanın sulh ve müsalemeti istihkar edilmedikçe bu tarikten inhiraf edilemez. Memleketimizi mütemadi bir buhran ve bütün alem-i İslam’ı halecan ve heyecan içinde bırakmak elbette hayırlı neticelere mü’ed­ di olmaz. Binaenaleyh hak ve adalet dairesinde sulhümü­ zün şeraitini bir an evvel kararlaştırarak memleketimizde de hayat-ı tabi‘iyyenin iadesine tahribat-ı harbiyyenin ta‘mirine emniyet ve selamet içinde inkişafımıza çalışmak fırsatı bize bahşolunmalıdır. Bizim sulhümüzün üzerinde fazla tevakkuf etmek uzun uzadıya düşünmeye mecbur olmak hakkımızın adem-i sübutuna değil hakkımızın tahri­ zine çalışıldığına bir delildir. Hak zahirdir vazıhdır basittir. Onu bulandırmak tezvir etmek karıştırmak istemeyince aramak budalalıktır. Fakat zümre-i galibe bize karşı bir ta­ kım mebadi ile merbuttur. Bu mebadi mucebince hareket etmek menfaatlerinin de muktezasıdır. Bizim sulhümüzü te’hir etmekde hiçbir menfaat yoktur. Bu bizim için ne ka­ dar zararlı ise onlar için de o kadar zararlıdır. Yok... Sulhümüzün te’hiri Rusya mes’elesinin alacağı şe­ kil ile alakadar addediliyor ve binaenaleyh Denikin ordula­ rının netice-i teşebbüsatı bekleniyorsa bu da doğru değildir. Çünkü bizimle hem-civar ve mukadderatımıza hakim bir Rusya’nın teşekkülü imkan dahilinde olmasa gerek. Her halde biz sulhümüzün ta‘cili için elimizden gelen gayreti fer da‘vamızı halletmeden ta‘til-i müzakerat ederse o vakit sulhümüzün gelecek senenin Mart’ına kalması melhuzdur. Şerait-i hazıra altında bu kadar bir zaman daha buhran ve tehlike içinde yaşamak kabil değildir. Beyhude yere vakit zayi‘ etmeyerek o sulhü hitama er­ dirmek en müsta‘cel en zaruri ve hayati vazifemizdir. Geçen Şeyh Kemaleddin Vezir Hasan ve Mevlevi Mu­ hammed Ali gibi Hindistan’ın yetiştirdiği ve bütün alem-i da Şeyh Müşir Hüseyin Kıdvai dahi bir mevki‘-i mümtaz azzama ‘ulum-ıİ slamiyyedeki tebahhurunu isbat ettiği kadar ‘ulum-ı garbiyyedeki yed-i tulasını da vazıhan gös­ termektedir. Bu eserler miyanında “İslam ve Sosyalizm” namındaki eseri pek mühim bir mevkı‘i haizdir. Üstad hazretlerinin ulema-yı garbın e‘azımından aldığı takdirler bu eserin kıymeti hakkında bir fikir vermeye kafidir. Ame­ rika ulemasından Mister Aleksander Russel eser-i mezkuru derin bir alaka ile mütalaa ve müellifini bu kadar mühim ve muazzam bir eseri te’life muvaffak olduğundan kemal-i samimiyyetle tebrik ettiğini beyan eyledikten sonra her münevver hıristiyanın elinde bu kitaptan bir nüsha bulun­ masını pek temenni eylediğini ve elinde bulunan nüshayı mütalaasını arzu eden her talibe vereceğini çünkü bu ki­ tabın karanlık ve müşevveş bir mevzu‘ üzerinde bir barika gibi parladığını söylüyor. Cenevre Darülfünunu müderris­ lerinden Doktor Profesör Monteith böyle bir eser-i muaz­ zam vücuda getiren zat-ı muhteremle kesb-i muarefe için Hindistan’a kadar gideceğini yazıyor. Sebilürreşad İslam’ın böyle günlerinde bu kadar büyük bir iktidar ve fedakarlık ile bütün bir cihan-ı husumete karşı duran bu büyük İslam alimi ve büyük İslam mücahidi ile bütün rüfeka-yı mesaisine en samimi şükranları takdim eder ve Cenab-ı Hak’tan muvaffakiyetler temenni eyler. şayan-ı teessüf bir derekeye düştü. Hemen bütün sütun­ lar yek-diğerine karşı sebb ü şetmler ile doluyor. Öyle çirkin öyle muhakkar söğüşmeler ki insanların en aşağı tabakasını teşkil edenler arasında bile tecavüzün bu de­ recesine varılmaz. Yar u ağyar nazarında bizi pek hacil düşüren bu çirkinlikler son günlerde büsbütün haddi aştı. Artık birbirinin hususiyyat-ı ahvalini rezail-i şahsiyyesini de ortaya dökmeye başladılar. Hiç kimse kimseye “Dur!” diyecek halde değil. Bir keşmekeşdir ki Allah encamını hayreyleye. Millete rehberlik daiyesinde bulunan mü­ nevveranın bu hali artık herkesin nefretini celb ediyor. Dünyanın hiç bir yerinde terbiyenin bu türlüsü görülme­ miştir. Sahaif-i matbuatta ne edeb kaldı ne haya. Bu gidişle iş nereye varacak? Gazeteciler Cem‘iyetler teşkil ettiler. Divan-ı Haysiyyet’ler yaptılar. Fakat hiç kimsenin ne divan tanıdığı var ne haysiyet! Muarızına karşı ağzı­ na geleni savuruyor. Zincirden boşanmış kimseler gibi yek-diğerine saldırıyorlar. O kadar gözler kızarmış kalb­ ler kararmış. Kanun ağzını tıkamış gözlerini yummuş bütün bu rezaletlere karşı şakk-ı şefe bile etmiyor. Pekala görülüyor ki cem‘iyetlerin nizam ve intizamını te’min eden insanların hukuk-ı maddiyye ve ma‘neviy­ yelerini mevki-i ihtiramda tutan ancak din ve imandır. Ma‘nevi zabıtadan mahrum kalan cem‘iyetler için bu haller pek tabi‘i olur. Imanın yetmiş iki dalı vardır. Birisi de hayadır. O kalkınca artık hiç bir şey aramaya lüzum kalmaz. Akibet güneş gibi kendini gösterir. Fırkacılık ihtirasatı: Bir millet hayat-i ictima‘iyyesinin iktiza ettiği şekl-i siyasiden cidden düşerse elbette bu hallere duçar olur. Bizim gerek ictimaiyatta gerek siyasiyyatta ne güzel düsturlarımız vardı. Öyle esaslar ki onlara sarıldıkça şahi­ kalara yükseldik kişverleri fethettik tac u tahtları ser-ni­ gun eyledik. O sayede öyle bir medeniyet-i fazıla vücuda getirdik ki cihan cihan olalı bir mislini görmemişti. Son­ raları o esaslardan uzaklaşarak başka milletleri taklide başladığımız zamandan beri felaketten felakete düştük tezebzüblerden inhilallerden kendimizi kurtaramadık. Bir zamanlar millete rehberlik eden rical ümmeti tef­ rikalara düşürecek ahvalden son derecede ictinab eder bütün ihvan-ı dini kelime-i vahide etrafında toplamak yeni bir tefrika zuhur etmesin. Bir zamanlar ümmet arasında ihtilaf zuhur edince Ki­ tap ve Sünnet’e müracaat olunur onların huzur-ı aza­ met ve kudsiyyetinde bütün münaza‘alar hallolunurdu. Şimdi ise herkes şahsi ictihadından nefsi ihtirasatından başka hiç bir kayd ile mukayyed değil. Rabıtalar çözülmüş nefisler azmış ihtiraslar vicdanları kaplamış. Beynlerde nakus-ı izmihlal çalıyor da hiç kim­ senin işittiği yok. Kulaklar sağır olmuş! Ayaklar altında yılanlar dolaşıyor da hiç kimsenin gördüğü yok. Gözler kör olmuş! Ne söyleseniz boştur. Herkes kulaklarını nef­ sine çevirmiş onun emellerinden onun ihtiraslarından başka hiç bir şeyin hükmü yoktur. Sakın emr-i İlahidir diye onlara bir şey söylemeyiniz. Günahkar olursunuz. Kur’an’ın hitabları ehl-i imanadır. Lisanlarına bakarsanız milletten haktan adaletten bahsederler. Fakat kalblerin­ de hiçbirisi yoktur. Hepsi halin vehametini itiraf ediyor da hiçbirinin nefsini yenerek ihtirasatını ezerek vahdete ittiba‘ ettiği görülmüyor. Zavallı millet! İstediğin kadar çırpın istedi­ ğin kadar birleşmeye hakkını müdafaa etmeye çalış. Bu hamiyet-perverlerden! sana kurtuluş yoktur. Meğer ki başının çaresine kendin bakasın. Efendiler biraz müsaade ediniz; şu bi-çare milleti bi­ raz kendi haline bırakınız... Başvekil Mister Lloyd George geçenlerde irad ettiği bir nutukta demiştir ki: “Şimdi imza edilecek bir muahe­ dename kalmıştır ki o da Türkiye’ye aiddir. Bu mes’e­ le şimdiye kadar duçar-ı te’ehhür oldu. Bu te’ehhür Cemahir-i Müttehide-i Amerika’nın kendi hükumetleri haricinde neşr-i medeniyyet gavailine iştirak handeler ve alkışlar -ne ta‘bir kullanayım!- Evet iştirak edip et­ meyeceği ma‘lum olmadan Türkiye’nin akibetini ta‘yin etmek mümkün olmamasına atfedilebilir. Washington’dan telgrafla Le Matin gazetesine iş‘ar olunuyor: Hükumet mehafiline vasıl olan mahrem ha­ berlere göre aksa-yı yesar radikalleri bir ihtilal-i sınai çıkartmak için amele muhitlerinde tahrikat yapmak­ la meşguldür. Kongre arzu edilen gayeye vasıl ola­ mazsa gayet vahim vekayi‘in hudusüne intizar etmek lazım gelecektir. Mütemadiyen i‘lan edilen grevler vahim a‘raz olarak telakkı edilmektedir. Hükumet en ziyade madencileri memnun etmeye çalışıyor. Fa­ kat bütün mesaisine rağmen sınaat aleminde pek ya­ kında vahim iğtişaşlar zuhur etmesinden korkulur. Evkaf Matbaası Eşref Edib Evvela ortaya bir “Hu” mu atarlar? Hadi at Başla: “Badi-i” — Evet “İlmühaber oldur ki” — “Mahallemizde...” çabuk yaz! — Şaşırmayım dur ki! — “Filan sokakta...” — Yavaş söyle!... Oldu. — “Kain olan Filanca hanede... sakin... filanca oğlu... filan...” Düşünme! “Her ne kadar...” — Oldu söyle sen... — “Ma’tuh” — Peki. — “Değilse de...” — Lakin kalem kırıldı be tuh! — Öbür kalemle yaz artık ne makta var ne çakı! “İaşesiyle...” bitirdin mi? — Söyle! — “İnfakı Tamamen üstüne aid ve...” — Haydi! — “Efradı Kesir...” — Evet! Azıcık dur... — “İyal ü evladı” — Peki. — “Bulunduğu...” — Dur dur! — Yoruldun anlaşılan! — Yorulmadım hadi sen! — “Halde uhdesinde olan” Yazıldı bitti mi? “Bilcümle mal ü mülkü...” — Evet. — “Ahiren aldığı...” Yazdın mı? — Dur fakat kerem et! — Ne var ki? — “Aldığı” kafi mi; istemez mi nikah? — O halde şöyle yazarsın: “Ahiren istinkah” — Bu oldu. — “Ettiği”... Kız neydi? — Söyledik ya kuzum — Haklısın devam et: “Rum Cema‘atinden” efendim “filanenin...” yazıver... [] — Yazıldı. — “Üstüne etmek...” — Biteydi cümle... — “Diler Ve böyle malini beyhude yolda imhaya Kıyam eder...” — Yavaş ol! Koş diyen de oldu mu ya? — “Ve arz edildiği vech üzre emr-i infakı...” Ne i’tina bu! Yesari misin nesin? — Tıpkı! Başmuharrir — Yazındı: “Kendine mahsus ve münhasır bulunan...” Adam cızıktırıver bakma hüsn-i hatta filan! “Küçük büyük bütün evladlarıyle zevcesini...” Yazıldı bitti ya? — Sabret düzelteyim şu sini... Düzeldi. — Yaz bakalım: “Her cihetce pek mahrum Ve ihtiyac” — Evet oğlum yazıldı bekliyorum. — “İçinde ölmeye mahkum” — Eder mi? — Yok “bırakır”. — Yazıldı. — “Olmağın...” — A’la! — Fena mı yoksa? — Hayır! Fena olur mu ya? — “Mumaileyhin” — İşte bu çok! — Ne çare! “Şer’-i şerif canibinden...” Oldu mu? — Yok!... Biraz yavaşça. — Peki... Haydi şimdi bağlayıver: “Lüzum-i hacrine dair...” yaz... “İşbu ilmühaber “Mahallemizce” mi dersin? Dedinse “bi’t-tanzim Huzur-i hakim-i şer’iye” sec’i bas: “Takdim Kılındı.” — Aferin oğlum imam da böyle yazar. — Onu bilmem şu bitirdik ya nihayet zor zar. Hak Teala insanları yaratarak akıllarını vücud-ı Sani‘i sine ve peygamberlerinin sıdkına delalet eden edilleyi Cenab-ı Hakk’ın ahz ettiği misaktan bahsolununca mak­ sad budur. Bu hususda müfessirlerin uzun uzadıya serdo ettikleri te’vilata hacet yoktur. Hulasa Cenab-ı Hak Beni İsrail’e keşfettiği hakaik ve Bunlar Hazret-i Musa’yı Allah ile münacat etmekte iken vahiy ve kelam-ı İlahiye mazhar olarak Tevrat’ı telakkı ettiğini gözleriyle görmüşlerdi. Beni İsrail dağın eteklerin­ den Hazret-i Musa’ya bakıyor. Dağın tepesi ise bir bulut parçası gibi görünüyor başlarına düşecek diye yürekleri titriyordu. Evet Beni İsrail her şeyi gözleriyle gördüğü binae­ naleyh Hazret-i Musa’nın telakkı ettiği kitab-ı mukaddes uydurma yahud gözlerden nihan bir şey olmadğı halde sanki gözleri görmemiş kulakları işitmemiş gibi davranı­ yorlardı. Bütün bunları gördükten sonra Beni İsrail’e yakı­ şan kitab-ı İlahiye sımsıkı tutunarak onun tekalifini ifa etmek nüfus-ı insaniyyeyi tathir eden ayatını unutma­ mak nizam-ı hayatı kafil olan ahkamına riayet etmekti. Çünkü ayat-ı İlahiyyeden gaflet mahz-ı hüsrandır Bu ayet-i kerimeyi düşünen anlar ki kütüb-i mukadde­ se ile teberrük etmek ancak ahkamına ittiba‘ onların telkın ettiği adab ve mekarim-i ahlak ile tezeyyünle kaim­ dir. Esasen bu kütüb-i mukaddeseyi vahyetmekten mak­ sad budur. Fakat bu kitapların iki kabı arasındaki nukuş ve hututun asileri azab-ı İlahiden kurtaracağına yahud gafil­ lere hayr ve bereket ihzar edeceğine i‘tikad etmek doğru değildir. Tirmizi’den Cübeyr bin Nadir’den o da Ebi Der­ da’dan rivayet ettiği hadis-i şerif bu mealdedir: “Öyle bir zamandayız ki nastan kudret-i amel selb olunacak da hiç bir şey yapmayacaklar. Bunun üzerine Lebidü’l-Ensari “Kur’an’ı okuduktan sonra nasıl öyle olur?” Biz onu vallahi okuyacağız ve kadınlarımıza ço­ cuklarımıza okutturacağız” dedi. Bunun üzerine Resulul­ lah Efendimiz: “Sen Medine fukahasından daha adilsin. neye yaradı?” diye buyurdu. Resulullah Efendimiz bununla bize öğretiyorlar ki kü­ tüb-i mukaddesenin ayatı düşünülmedikçe ahkam ve hududu icra edilmedikçe muhtevi olduğu mekarim-i ahlak ile tezeyyün olunmadıkça hiç bir şeye yaramaz. Binaenaleyh bu hususlara i‘tina edilmez ancak onları saklamaktan mezheb nüshalarını tedarik etmekten baş­ ka bir şeye rağbet edilmezse hiç bir faideye dest-res ol­ mak kabil değildir. Müslüman olduklarını iddia ederek altınlı gümüşlü mushafları edinmekle azabtan kurtulacaklarını yahud evlerinde Buhari durdukça yangın gibi afattan masun ka­ lacaklarını zannedenler bunu düşünsünler emin olsunlar ki Allah’ın rahmet ve mağfireti sabah akşam Kur’an oku­ mak için bir takım hafızlar isticar etmekle kazanılmaz. Nitekim bütün ömrünü haram yemekte geçirerek artık karınları doyunca ve ecelleri takarrub edince zuafadan fukaradan gasb ettikleri malların bir kısmını tekkelere yahud kabri üzerinde Kur’an okunsun diye vakfederek bununla yaptıkları seyyiatın zail olacağını hiç olmazsa azablarının hafifleneceğini zannedenler Kur’an’ın bu evamirini dikkatle teemmül etsinler. Bir parçacık Kur’an-ı Kerim’i okusunlar da ayat-ı kerime­ sini görsünler. Şeri‘at-i Muhammediyye’yi teemmül edenler bilirler ki insanların hukuku kendilerine verilmedikçe yahud o hukukun sahibleri ondan vazgeçmedikçe hukukun kef­ fareti yapılmış olmaz. Cenab-ı Hak Beni İsrail’e lütuflarını ta‘cil ettiği gibi azabanı da ta‘cil buyurmuş olsaydı; bunlar dünyevi uh­ revi hüsrana duçar olurlardı. Fakat Cenab-ı Hakk’a karşı küfran-ı ni‘mette bulunmak evamir-i İlahiyyesini terk et­ mek gibi bir takım adavetlerde bulunanları Allahu teala hemen tenkil etmez. Bilakis bu gibileri ni‘am-ı sübhaniy­ yesini idrak ederler diye imhal eder. Cenab-ı Hak ayat-ı imtinanı zikrettikten sonra ayat-ı zecri irad ederek herkesin kendine göre tehzib-i nefs et­ mesini irade buyurmuş ve binaenaleyh bu ayet-i kerime­ yi bundan sonra gelen ayetlerle şerh etmiştir. Meal-i Şerifi Buhari Müslim Ebu Davud Tirmizi Ebu Avane rahi­ mehumullahu teala hazeratı tarafından sıhah ve sünende tahric olunan bu hadis-i şerif Ebu Hüreyre radıyallahu anh hazretlerinden mervidir. Din-i İslam’da vezaif-i ahlakıyye ile feraiz-i diniyye den bulunan iman ile vezaif-i insaniyye ve hukuk-ı ah­ lakıyye mümtezicdir. Bunları biribirinden ayrı tutmak mümkün değildir. Bu hadis-i şerif de bunu vazıh olarak göstermektedir. Hadis-i şerifte imanın yetmiş bu kadar şu’besi vardır buyurulması imanın şu’belerini tahdid değil belki aded-i takribi beyandır. Yahud iman şu’belerinden olan hasais-i memduhanın çokluğundan kinayedir. Müslim-i şerif rivayetinde: iman şu’beleri altmış doku­ za karibdir rivayet edilmiştir. İki rivayet arasındaki fark ravinin şekkinden ibarettir. lallahu aleyhi ve sellem efendimizin bab-ı taat ve inkıyad­ dan add buyurdukları kalb lisan ve bi’l-cümle cevarihe müteallik ahval-i memduhadan ibaret herbiri birer emr-i amelidir birer vacib-i dinidir. Bunların efdali a‘lası en yük­ sek derecesi bi’l-cümle mevcudata vücud veren ve bütün kainatın Halık ve nazımı olan bir Vacibü’l-vücud bilmek ve o Vacibü’l-vücud’un sıfat-ı kemaliyye ile muttasıf ve nok­ san sıfatlardan münezzeh olduğuna i‘tikad etmektir. Haya da imanın şu’belerinden bir şu’bedir. Zira haya-i imani havf-ı İlahi netayicinden olduğundan kemalat-ı insaniyenin üssü’l-esası bir haslet-i celiledir. terbiye olup olmadığını piş-i mülahazaya almazsa her nevi’ fenalığı yapabilir. İnsanı a‘mal-i hayriyyeye mu­ vaffak ve seyyiattan teb‘id eden havf-ı İlahidir. Fakat cem‘iyatın rabıtası olan ruhların bir vahime olduğuna za­ hib olanların fikr-i ahiret ve mehafetullahı ref‘a çalışanla­ rın havf-ı İlahi makamına bi’l-mecburiye ikamet etmekte bulundukları ve kanun-ı ahlakınin müeyyideleri olmak üzere ileri sürmek istedikleri vicdan tarih korkusu tabiat efkar-ı umumiyye cem‘iyet gibi şeylerin hiçbirisi dinin yerine kaim olabilecek esaslı ve hakıkı müeyyide olamaz. Vakı‘a fıtri olarak her insanda mevcud bulunan ve hayr u şerri fark ve temyiz melekesinden ibaret bulunan vicdanın hizmeti muzaafdır. Ya‘ni hem kanunu idrak eder hem de tatbik eyler. Vicdanın kanunu idrak hususunda kabul olunursa da tatbik hususunda hataya ma‘ruz kal­ dığından şübhe yoktur. Bu hal her gün her şahısta görül­ mektedir. Cehalet muhit temayülat-ı şahsiyye hissiyat gibi bir takım esbab dolayısıyla akıl ve vicdan safiyetini muhafaza edemeyerek hükmünde hata eder ta‘yininde aldanır. İhtiras ve menfaat fikrini ilka eden her safsata vicdanın hizmet-i tatbikıyyesini işkal etmekte ve ekmel-i mahluk olan beşeri gariziyat sevkiyle en vahşi canavar derecesine indirmektedir. Tarih korkusu: Madde ile ruhun ruhaniyet ile cis­ maniyetin ayrı ayrı birer vücud olduklarına kail olanların kabul ettikleri haşr-ı ruhaniden başka bir şey değil gibi­ dir. Bütün cihanda pekala görülüyor ki bugün tarih kor­ kusunu taşıyan insanlar menafi‘-i ‘amme hubb-i vatan hiss-i milliyyete çalışamıyorlarsa hep menfaat-i şahsiyye­ ye göre tevfik hareket ediyorlar. Tabiat korkusu: Tabiat kavanine karşı gelen her mütecavizi cezasız bırakmıyor şiddetle ahz-ı sar ediyorsa da kanun-ı ahlakıyi hetk ve ihlal edenlere karşı la-kayd kalıyor. Efkar-ı umumiyye: Büsbütün çürüktür. Çünkü ef­ kar-ı umumiyyenin mahir ve fettan insanlar tarafından hergün tağlit olunabildiğini görüp dururken böyle bir id­ diaya hiçbir suretle kıymet verilemez. Bundan başka gizli faziletlere efkar-ı umumiyyenin bir hüküm verebilmesi mümkün değildir. Halbuki faziletin en saf ve yükseği mahfi olanlarıdır. Nitekim ale’l-ekser en büyük reziletler gizli bir surette yapılır. Tabi‘i efkar-ı umu­ miyye de bunlardan haberdar olamaz. Esasen bir cila-yı zarafete bürünmüş birçok rezailin efkar-ı umumiyyede ek­ seriya şayan-ı takdir görüldükleri her vakit ve her yerde müşahede olunmaktadır. Efkar-ı umumiyye bu hususda hem dal hem mudildir. Binaenaleyh ahlak için bir kuvve-i müeyyide olması mümkün değildir. Cem‘iyet: “Herhangi bir cem‘iyette kavanin-i ahla­ kıyyeye riayetkar olanlar cemiyetin mükafatına onları hetk edenler mücazatına ma‘ruz kalır. Binaenaleyh her ferd ahlak kanununa riayete mecbur olur.” deniliyorsa da bu iddia da doğru değildir. Çünkü cem‘iyetler tedkık edildiği zaman görülüyor ki hiç bir cem‘iyet bu hususda ne mükafat ne mücazat veriyor. Belki kendini müdafaa hususatı nazar-ı i‘tibara almaktadır. Halbuki bu hususda da kavanin-i cem‘iyyet adeta bir ağ gibidir mahir olanlar kolayca bu ağdan kurtulabilmektedir. Kavanin-i ahlakıyyenin en kavi müeyyidatı dindir. Vesaya-yı ahlakıyyenin en büyük harisi hamisi bir kadir-i mutlakın yevm-i kıyamette ibadını ten‘im veya ta‘zib ede­ ceği hakkında iman-ı kavidir. Binaenaleyh ahlakın istinad edeceği mebde’-i yegane ancak din olabileceği şübhesiz­ dir. Tarih-i nev‘-i beşerin her sahifesi bize gösteriyor ki havas ve avamı hayran eden faziletlerin akıllara hayret veren a‘mal-i hayriyyenin edvar-ı inkişafı daima akıde ve kümran olmuştur. Bugün hiçbir dine merbut olmadıklarını iddia ettik­ leri halde fezail-i ahlakıyyeye riayetkar oldukları görülen bazı mülhidlerin bulunması bu iddiayı çürütemez. Çünkü cem‘iyetin terbiyesi tahtında yetiştiği için haberi olmak­ sızın o cem‘iyetin kanaat ve vazifelerinde müşterek olur. Ahlaklı görünen dinsizler asırlardan beri terbiye-i diniyye veriş-yab olmuş cem‘iyetler arasında büyümüş ve onların terbiyelerini almış iyi ve fena hakkındaki prensiplerini gayr-ı şu‘uri bir surette kabul eylemiş oldukları içindir ki kendilerinde büyük tecelliyat-ı ahlakıyye görülmektedir. Bu adamlar asırlardan beri dinsiz bir cema‘at içinde ye­ tişmiş olsalardı kendilerinde fezail-i ahlakıyye namına hiç bir tecelli görülemeyeceği şübhesizdi. Yamyamlar bunun gayr-ı kabil-i inkar bir nümunesi değil midir? Ahiret ve mehafetullah fikri duçar-ı halel olan kimseler­ de menfaat ve ağraz-ı şahsiyyeye perestiş i‘tibarıyla alem­ de en muzır bir unsur olacakları şübhesizdir. O gibi kimse­ ler nazarında hubb-i nev‘ hubb-i vatan menfaat-i ‘amme tarih korkusu cem‘iyet vicdan denilen gülünç şeylerdir. Fazilet ve meziyet insan aldatmadan sefahete dalmadan canlı bir şahiddir. Binaenaleyh fikr-i me‘addan başka gösterilecek müey­ yidat her insan için mutlak olarak müeyyid-i ahlak olmak mahiyetini haiz değildir. Hadis-i şerifi mucebince havf-ı İlahi esastır. Zira halka kendisine karşı insan yaptığı bir fenalığı bir vech hakka mübteni gösterebilir ve türlü türlü te’vilata kalkışır. Fakat Hazret-i Hakk’a karşı hiçbir te’vilin faide vermeyeceğinden her halde havf-ı İlahi men‘-i seyyiat ve taklil-i hati’ata birinci devadır. Nitekim Hazret-i Şeyh Sadi buyurmuştur ki “Kıymet ve kadr-i insaniyye ki menhiyat ve lu‘biyat ile kesr eyleme Eğer senin ruz-ı cezaya hakıkı imanın var ise” demektir. dan korkması sayesinde adl ve hakkaniyet menahi ve ma‘asiden mücanebet gibi nizam ve intizam-ı aleme me­ dar olacak a‘mal-i saliha ile muttasıf olacağını irae eder. himmesinden biridir nizam-ı ictima‘ilerinin kemaline saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyelerine delil-i vusuldür. O ni‘met-i celileden sonra nastan saadete bedel şekavet silkinden ayrılmayanların eksik olmaması; tarik-ı meş­ ruda birbirine karşı muhalasatla ittifaka yanaşmamak mukatele etmek yek-diğerine yardım etmemek hukuk-ı gayrı gasb eylemek hakk-ı müsavata riayet gösterme­ mek gibi hallerin sudurundan hali kalınmaması; kendi alemlerinde gayr-ı mukayyed kalarak bi’l-cümle mena­ fiin kendi nefislerine hasrını istemeleri gayrı ızrar etmek fırsatını gözetmeleri kalblerini tama‘ ile doldurmaları ve her din erbabının mensub bulundukları dine muhalif dinde bulunanlara -mesalih ve menafi‘-i dünyeviyyele­ rinin mucib olduğu ihtilafın fevkinde- bir hüccet-i niza‘ devam-ı adavet için bir sebeb-i cedid ittihaz etmeleri es­ babı nedir? Nasın vahdet-i diniyye halinde bulunması lüzumuna mukabil ihtiyar-ı iftirak ile mezahibin fehminde tehalüf etmeleri i‘tikadatta akıllarının müteferrik olması beytlerinde gubar-ı şirk saçılması heva-yı nefsanilerinin fitne ika‘ına inhimaki kan dökmek me’valarını tahrib etmek gibi hallerin revac-yab olması kavilerin za‘ifleri teğallüb altında bulundurması neden ileri gelmişdir? Gö­ rüldüğüne nazaran hey’et-i ictima‘iyyede kuvvet hakka galebe etmekte ve kelime-i vahide altında toplanmayı peygamberlere muhabbet etmeyi emr eden din şikak ve mazarrat vuku’una sebeb olmakta bulunduğundan dinin salah-ı umumiyi kafil olduğu da‘vasıyla tevlid ettiği neta­ yic ve asar nasıl te’lif olunabilir?.. Yolunda bir sual iradı halinde cevaben denir ki: Bu serd olunan şeylerin hepsi varid ve vakı‘ ise de ancak enbiyanın müddet-i hayatlarından ve ahd-i saa­ detlerinin inkızasından sonra dinin zimamı onu hakkıyla anlamayanların yahud anladıkları halde hareketlerinde gulüv gösterenlerin yahud gulüv etmeyip fakat kalbi din muhabbetiyle imtizac etmeyenlerin yahud kalbi hubb-i dinle imtizac ettiği halde enbiyanın ve bunlara tabi‘ olan ahyarın batıl şeylerden tashih-i fikr ile tarik-ı müstakı­ me girilmesi yolunda vaki‘ olan tasarruf ve iltizamlarına tevafuk edecek bir meslek ittihazına si‘a-i akılları müsaid olmayanların ellerine düşmüş olmasından vuku‘a gel­ miştir. Yoksa ba‘s olunduğu ümmete hayr-ı kesir ve umuma şamil bir feyz ile gelmemiş ve te’sis ettiği din o ümmetin gerek efradına gerek hey’et-i mecmu‘asına müteallik ihtiyacatı te’mine kifayet edememiş bir pey­ gamber gösterilebilir mi? Elbette kabil-i inkar değildir ki nasın -bir kısm-ı kalili müstesna- kısm-ı a‘zamı Eflatun’un felsefesini anlayamazlar. Re’y ve fikirlerini de Aristo’nun kavaid ve berahin-i mantıkıyyesiyle tatbik ve mukayese edemezler. Hatta onların akıllarına ma‘kulatın en yakın bir şeyi pek açık bir ibare ile ityan olunsa ve bunları ken­ dilerine ta‘bir edecek bir vasıta-i mümkine bulunsa fehm labilecek şey vücudda ve ıslah-ı amelde bir te’sir-i daimi bırakamayan hayal nev‘inden olur. Melaib-i nefsaniyyeden ayrılamayan şu tabaka-i na­ sın haline bakarak hayatı keşmekeşe sevk eden belaların tahfifine yardım edecek ibretlerle itti‘az etmeye nasb-ı nefs ile şehevat-ı mes’uliyyeye muhaceme ve galebe edecek ve o temayülatı daire-i i‘tidale irca‘ eyleyecek yolların hangisi daha kestirme idüğünü takdir ve iltizama azm ü cehd edilmek lazımdır. Bedihidir ki israf ve sefahete meylin mazarratını mak­ sad-ı aksa olan meslek-i mergubun fevaidini ve ukul-i aliyye erbabının düşmedikleri halleri bildiren yolların en yakın olanını idrak etmek ancak derin ve pak bir nazarla kabil olur. Bununla beraber hakıkatten mutmain kılan en sağ­ lam yol her cihetten muhit-i kahrinin esrarı vicdan saha­ sına nafiz ahval-i beşerin her zerresine galib ezimme-i makasıdını yed-i rahmanisinde tutup neticeye erdirici mesleklere saik olan kudret-i İlahiyyeyi yad ve tahattur etmek ondan sonra dinde varid olup i‘tikadı lazım gelen tidaya layık bir eser bırakmış olan selef-i salihinin siyer-i şerifelerinden hisse alınarak tehzib-i nefs edilmek hayat olacağını düşünerek ruhu yükseltmek Allah’ın rıza­ sına muhalif şeyleri irtikab onun gazabını mucib olaca­ ğını hatırdan çıkarmamak vecibelerini te’min eden mes­ lektir. Çünkü rıza-yı Huda’ya göre hareketten kalb muti‘ ve haşi‘ olur onun azametinin te’sir-i ulvisiyle gözyaşları döker; beden şehvet tuğyanını söndürür bu hasais ise gazab-ı Rabbaniden kurtulmaya medar olur. Ma‘kul olan mev‘izaları hüsn-i telakkı ve istima‘ eden kimse her şeyde Allah’ın rızasını gözetmekten ve ona zabına uğramayı mucib olacağını taakkulden hali olmaz. ümem-i maziyye ve hazıra üzerinde te’siri cümlenin meş­ hudu olmuştur. Ancak kaziyye-i mezkureyi inkar eden kendisinin böyle olmadığını iddia edebilir. Bir din va‘izi­ nin müessir beyanatından mütenebbih olup gözlerinden yaş döken izale-i gam eden kalbleri kesb-i huşu‘ eyle­ yenlerin çokluğunu hayli duymuşuzdur. Lakin bu hakıkı te’siratın emsali edeb ve siyasetten bahsedenlerin halka Ammenin veya havassın menfaatine müteallik olma­ sından naşi işleri kesb-i salah eylemiş ve onlara helak ve mazarrat celb edecek fikriyle ef‘al-i vakı‘alarından şürur ve makasıdı kamilen nefy etmiş bir tabaka-i nas görül­ müş müdür? Ahlak-ı beşerde böyle bir hal mutasavver olmadığı gibi fıtrat-ı insaniyyede de muntabık değildir. Ancak umur-ı cemilede meleke-i rasiha hasıl eden şey akaid-i vicdaniyye ve ona layık harekat-ı taklidiyyedir. Bunlar ise irtibat-ı dini ile kesb-i selamet ve muhalefet eder. Binaenaleyh gerek avamın gerek havassın ahla­ kında en kuvvetli amil dindir. Nüfus-ı insaniyye üzerinde dinin hakimiyeti nev‘-i beşere mahsus olan hakimiyet-i akıldan daha yüksektir. Şahsiyet-i beşeriyyede akıl yahud süluk olunacak bir yol de nübüvvet o mertebede faide-bahşdır demiştik. Hatta bu nazariyeden daha yukarıya çıkılarak denilebilir ki ic­ tima‘-i insanide menzile-i nübüvvet sem‘ ve basar kuv­ vetleri derecesindedir. Gözün vazife-i rü’yeti çirkin ve güzel olan manzara­ ları kulağın vazifesi kolay ve güç gidilen yolları fark ve Bununla beraber kuvve-i basırasını suistimal eden şa­ hıs ni‘met-i nazar ve temyizin kıymetini bilmemesinden dolayı çah-ı hüsrana düşmüş olur. Halbuki gözleri vechin­ de selim ve lami‘ bir halde bulunur onun böyle bir girive-i mezellete sukutu ise ya hiffet-i aklından ya ihmalinden ya gafletinden ya kibir ve inadından vaki‘ olur. Bir şeyin mazarratı üzerine akıl ve his ile bin delil irad olunabilir.. Hak yolundan ‘udul eden kimse ehl-i şerden oldu­ ğunu kendi re’yiyle idrak ettiği halde salih bir mesleğe sevk eden zahir ve vazıh delaile muhalefetle kibir ve getirmek için mekruh olan şeylere dalgınlık gösterir. Şu kadar ki selamet-i akıl ve hisse münafi bulunan ahval ve emsalin vuku‘a gelmesi akıl ve hissin yaratıldıkları kabili­ yet cevherini tenkıs etmez. Bunun gibi rusül-i kiram aleyhimüsselam dahi necat yolu üzerine Allah’ın nasb ü ikame ettiği hidayet alem­ leridir. Nastan her kim ona ihtida ederse saadetin dere­ ce-i kusvasına varır fehmini teşviş o hidayete vardırıcı yoldan inhiraf edilir ise girive-i şekavete düşmüş olurlar. Şu hakıkate göre din her halde hadidir ve noksandan aridir. Noksan ise ancak dinle ihtida ve iktidaya da‘vet olunmuş olan eşhasa raci‘dir. Onların nakzı ise dinin ekmeliyetine te’sir etmez ya‘ni dinin ihtidaya da‘vet olundukları halde icabet etmeyen­ lere hidayet nurunun in‘itafı tevakkuf veya tenakus eder­ se şu hal ve noksan şiddetle muhtac oldukları hidayet-i diniyyenin kemaline bir dahl ü te’siri olamaz. “Allah’ın ir­ şad-ı nas için Kur’an’da irad ettiği meseli kafirin tekzibleri sebebiyle ekserini mahzul kılar ve mü’minlerin onu te­ fekkür ederek sekinet-i vicdanlarını te’yid etmeleriyle ço­ ğunu hidayete erişdirir. Cenab-ı Bari bu mesel ile ancak kebairi irtikab eden fasıkları dalalete düşürür.” Agah olunuz ki din kanaat-i hayatın temaninet-i vic­ danın mahall-i karar ve ilticagahıdır. O sayede mukad­ der ve münkasem olan şeylere rıza gösterilir o sayede mütemessiki hissedar-ı edeb ve nezahet olur. Bir halde ki amelinin gaye-i mes‘udesine vusulünü müyesser kı­ lar. Bu kainatta yine onunla nüfus-ı beşer; adat-ı umu­ miyye ahkamına hudu‘ ve inkıyad gösterir. Yine onun delaletiyle insan ilim ve fazilet cihetiyle kendi fevkinde olanların yahud mal ve cah i‘tibarıyla kendi dununda bulunanların hallerine nazar ederek ibret ve intibah hasıl eyler. Dinin ahkam ve icabatına müteallik olarak ityan olunmuş olan evamir-i İlahiyyeye ittiba‘ın semeratını da o suretle iktitaf eder. Dinin ilham-ı fıtriden münba‘is olması ihtiyar ve ira­ deden münba‘is olmasından daha müreccahdır. Din in­ sana canib-i İlahiden mevdu‘ kuvvetlerin en büyüğüdür. Bazen sair kuvvetlerde vaki‘ olduğu gibi dinin de amel-i guna-gune ma‘ruz kaldığı gayr-ı münkerdir. Fakat bu il­ letler insanların yanlış yolda ve nefislerine uygun suretle olarak hadd-i zatında dinin nezahet ve ulviyet-i esasiyye­ sine te’sir edecek mahiyette değildir. Yazmakta olduğumuz işbu fasılda serd olunduğu gibi dinin mahsusatından olmak üzere telakkı edilen ba‘zı hallere karşı her ne türlü olur ise olsun tevcih kılınacak yıp nası hakka da‘vet ve irşad edecek bir hal ve mevki‘de bulunan yahud hıfz-ı din ve ahkamına riayetle ma‘ruf kimselere mahmul olmak ve bundan tevellüd eden mehazir ve mefasid onların gerden-i mes’uliyyetlerine rücu‘ etmek lazım gelir. Ancak ferdi ve ictima‘i olarak dine hakkıyla hizmet edebileceklerin hakıkı hidayet yolundan ayrılmadıkları ve dinde ba‘zı fırkaların hudusüyle enva‘-ı Resul ile ashab ve tabiin-i kiramının e’imme ve ulema-yı salihanın iltizam ettikleri pak mesleğe mütaba‘at edildiği halde bid‘at günahları kalkar dinin kuvve-i medeniyyesi tamamıyla yerine gelir ondan a‘ma kalanlar nazarında hikmet-i giran-bahası bir kat daha te‘ali ve tebarüz eyler. Akıl ile din arasında mantıksız muhakeme ve mübareze­ de bulunmak yüzünden vuku‘a gelen su-i tefehhümattan mütevellid olarak akıl ile din arasında şu vechile yapılan mukabile ahkam-ı diniyyede akl-ı sahihi ihmal ile tervic­ den ve dinin esası mahz-ı teslimden ibarettir diyenlerin kavline temayüldür. Bu ise insanın ahkam ve maariften kendisine ibda‘ olunmuş olan şeyleri anlamak hususun­ da nur-ı basiretinin infazını te’min eden yollardan kat‘-ı münasebat edilmesi demektir… diye bir itiraz olunabilir. Buna karşı cevab olarak deriz ki: Hal eğer bu merkez­ de olsaydı ya‘ni serdettiğimiz takrirat iddia eylediğiniz ma‘nayı müstelzim olsaydı din kendisiyle tarik-ı hakka Yukarıda izah edilen efkar ise akıl kudretin hüccet-i baliğası olmakla beraber bir mürşid-i İlahi olmaksızın yal­ nız o vasıta ile ümmetlerin maksud olan saadete vusulle­ rini te’mine kafil olamaz. Nitekim hayvan bütün gördüğü şeyleri yalnız gözün rü’yet hassesiyle anlamakta müstakil olmayıp mesmu‘atı idrak suretiyle de ma‘lumat-ı tamme hasıl etmesi için sem‘ hassasına ihtiyac-ı mutlakı vardır. Mesela: Din saadet vesailinden akla tari olan şübhele­ rin keşfine mahsus bir hasse-i ‘amme olduğu gibi akıl da selamet-i mevhubesiyle i‘mal olunduğu halde o hasseyi cezm ve teyakkun için bir hüccet-i kafile idüğü bedihidir. Bu nokta-i nazardan dini akıde ve amellerin hudud ve icabatını keşf ü iz‘an hususunda aklın hakkı nasıl Aklı kıbel-i İlahiden ityan olunmuş olan dinin hikmet ve ma‘rifetine vasıl olmak için edille-i bahiresini tefekkür ve tedkık ile vicdana itmi‘nan-ı kat‘i verdiği reddoluna­ mayacak bir hakıkattir. Binaenaleyh bir peygamberin min den tasdik ettikten sonra onun te’sis ve inba etmiş olduğu şeylerin de kaffesini tasdik eylemek akla mevdu‘ bir fariza­ dır. Eğer vücuh ve ayat-ı diniyyeden ba‘zılarının fehmine vusul ve hakıkatine nüfuz hususunda istita‘at görülemez üzere iki zıddı birleştirmek ya‘ni kalkmak ve oturmak fi‘il­ lerin bir anda yapmak derecesine mü’eddi olan muhalat kabilinden idüğünü kabul ve hükmetmek de ber-vech-i ma‘kul tasavvur olunamaz. Zira aklen muhal ve kanun-ı fıtrata mugayir şeyleri ityandan alem-i nübüvvet münez­ zehtir. Şayed dinde varid olan ahkamdan bir şeyin zahiri mucib-i ibham görülürse onun zahiri maksud olmadığını ahkam ve ayatın bakıyesinden istirşad ile hall ü tefsir et­ mek tarikinin ihtiyarı lazım gelir.. Hazret-i Kur’an’da mev­ cud olan ayat-ı müteşabihatta bu usule tevessül olunabilir. Allah’ın ilmine tefviz-i keyfiyyet olunur. Fırka-i naciyyeye mensub eslaftan bir kısmı ayat-ı müteşabihata şer‘in müsaid olduğu mertebede ma‘na vererek istihrac-ı ahkam ettiler bir kısmı da onların hakıkı ma‘nalarını ilm-i İlahiye tevfiz eylediler. Efendim; “Dini Dersler” in intişarı münasebetiyle fi Eylül sene tarihli ve numaralı Sebilürreşad’daki makale-i dindaranelerine -taşrada bulunduğum cihetlepek geç muttali‘ oldum. Hakkımda gösterilen teveccühe karşı teşekkürler ederim. Son zamanlarda ba‘zı avamil-i hariciyye ve bilhassa cahil ve kaltaban rehberlerin irşadı ! yüzünden gençlik­ te husule gelen tedenni-i ahlakıyi pek iyi anlamış ve aynı zamanda bunun kabil-i tedavi bir maraz-ı ruhi olduğunu ve tedaviye nereden başlamak lazım geldiğini de pek va­ kıfane bir surette görmüşsünüz. Bu mes’eledeki nüfuz-ı nazarınız cidden şayan-ı takdirdir. Evet çocukların efkar ve vicdanı üzerine –aile muhi­ tinden sonra- en kuvvetli icra-yı te’sir eden mekteptir. Bunun için de sizin gibi düşünür hastalığı bütün uryan­ lığı ile görür muallime ve muallimlerin vücudu lazımdır. hastalığı keşfetmiş ve tedavisine hasr-ı vücud eylemiş muallim ve muallimeler bulunduğu takdirde maraz-ı ruhi demek olan dinsizliğin önüne geçmek pek kolay olacağına eminim. Binaenaleyh samimi düşüncelerinize mereler vereceğini bu babdaki tecrübelerime istinaden kat‘i bir lisan ile söyleyebilirim. Sizinle beraber ben de i‘tiraf ediyorum ki: ‘ulum-ı di­ niyye hocasının vazifesi çok mukaddes ve pek müşkildir. Çünkü gençliğin efkar ve ahlakında husule gelen buhra­ nı izale ederek esasat-ı diniyye ve ahlakıyyeyi kalblerine yerleştirecek olan onlardır. Artık bunun ne kadar mukad­ des ne derece müşkil olduğu vareste-i izahtır. Şurasını da i‘tirafa mecburum ki: ‘ulum-ı diniyye mu­ allimi bu vazifeyi başarabilmek için lazım gelen şeraiti ne kadar cami‘ olursa olsun tamami-i muvaffakiyyat için muhitinden yardım görmesi de şart-ı a‘zamdır. ‘ulum-ı diniyye mualliminin telkınatı diğer muallimler tarafından fi‘ilen veya –hiç olmazsa- kavlen te’yid edilmez ve bilakis onunla tezad teşkil edecek harekatta bulunursa o zaman din mualliminin vazifesi daha ziyade müşkilleşmiş mu­ vaffakiyet de azalmış demektir. Çünkü o zaman talebe arasında “Ulum-ı diniyye muallimi vazifeten bu yolda telkınatta bulunuyor” fikr-i sakımi de ortaya çıkmak ih­ timali pek kuvvetlidir. Binaenaleyh terbiye-i diniyyenin esaslı bir surette lüzumuna kail bulunan maarifciler için her halde bu noktayı nazar-ı dikkate almak elzemdir. Eğer dinin hakıkatine ve terbiye-i diniyyenin lüzum-ı hakıkısine –resmi değil- cidden kail bulunuyor isek hem ‘ulum-ı diniyye tedrisatını ıslah etmek hem de tedrisatın ciddiyetini ihlal edecek kıymetini düşürecek ef‘al ve ha­ rekattan kendimizi çekmek lazımdır. Başka türlü hareket müntic-i muvaffakiyyet olamaz. Talebe hergün muhi­ tinin kendisini idare edenlerin dine karşı fi‘ilen göster­ dikleri harekat-ı laubaliyaneye şahid oldukça kalbindeki buhranı izale etmek ne kadar müşkildir!? Buna bir de muallimin ahval-i zamana adem-i vukufu mesalihi tak­ dir edememesi veya edecek bir iktidarda olmaması in­ zimam edince artık talebede hasıl olacak buhran-ı fikri ve ahlakınin derecesini düşününüz! Hulasa: Muhterem bir doktorunpek haklı ve pek va­ kıfane olarak söylediği gibi gençlikte husule gelen buh­ ran-ı fikri ve ahlakınin gençliğin dine karşı almış olduğu laubaliyane vaz‘iyetin sebebi ikidir. Birisi iş başına gelen­ lerin din hakkında la-kayd olmaları ikincisi de tedrisat-ı diniyye ile meşgul olan zevatın her zaman ve mekana göre değişmesi kat‘iyyen lazım olan tarik-ı tedrisin yalnız bir şeklinde ısrar etmeleri daha doğrusu mesalik-i irşada vakıf olmamalarıdır. Doğrusunu söylemek lazım gelirse maarifcilerin hüsn-i niyyetinden de insan o kadar emin olamıyor. Çünkü söz­ lerini fi‘illeri her vakit tekzib edip duruyor. Bu adamlar levazım-ı medeniyyetten olduğunu kani‘ bulundukları bir takım şeyleri talebeye telkın eder iken kendileri de fi‘ilen nümune-i imtisal olmaya çalıştıkları halde beşeriyet için yemek içmek kadar lazım olduğunu her vakit söyleyip durdukları dinde fi‘ilen nümune-i imtisal olamıyorlar. Nümune-i imtisal olmak şöyle dursun fi‘illeri kavillerini tekzib ediyor. Halbuki yukarıda da işaret ettiğim vechile en ufak şeyler bile talebenin gözünden kaçmaz. Onun ruhu üzerinde pek müdhiş te’sirler bırakabilir. rağmen talebede kuvvetli bir iman hasıl edecek olan yal­ nız muallimdir. Artık düşününüz muallim ne derece bir na vakıf olursa din hususundaki şübhe ve tereddüdlerin önünü daha kolay alabilir. Çünkü bunların pek çokları esasat-ı diniyyenin bilinmemesinden veyahud yanlış bel­ lenmesinden neş’et etmektedir. Son zamanlarda gençliğin efkar ve ahlakında husule gelen tebeddülün avamil-i esasiyyesinden biri de bu mak­ sada hadim olanların neşriyat-ı mefsedet-karanelerine rağ­ men hakaik-ı diniyyeyi herkesin anlayabileceği bir tarzda zaman ve muhitin icabatına göre teşrih ve izah eden ki­ tapların lisanımızda mevcud olmamasıdır. Dikkat edilirse Meşrutiyet’ten beri gençlerde din hissini gevşetecek on­ ları dinden nefret ettirecek ne kadar mülevves eserler in­ tişar etti. Bu husus için az mı çalışıldı? Fakat buna mukabil şartıyla- gençlere dini sevdirecek din hakkındaki yanlış te­ lakkıleri izale edecek kaç tane eser intişar etti. Hiç değil mi? Maarif Nezareti’nin şimdiye kadar ne sultanilerde ne de Darülmuallimin ve Darülmuallimat’ta din tedrisatına mah­ sus bir kitap vücuda getirememiş olması ne kadar şayan-ı teessüftür? Demek ki bu mes’ele layık olduğu ehemmiyet nisbetinde nazar-ı dikkate alınmıyor. Fikr-i acizaneme göre küçüklere ‘ulum-ı diniyye ted­ risinde ta‘kıb edilecek en mühim usul mebahisi iğlak et­ meyerek en basit bir tarzda anlatmak bununla beraber ahlakı ve ictima‘i faidelerini de mümkün olduğu kadar anlayacakları bir lisan ile izah etmek ba‘zı misaller ile de tenvir-i maksada çalışmaktır. esbab ve şeraitin tahakkuku gençlikdeki buhran-ı fikri ve ahlakiyi izale ederek bize metanet-i diniyye ve ahlakıyye­ ye malik bir nesil yetiştireceğini pek ziyade ümidvarım. Bunun bir an evvel tahakkuk etmesi için çalışmak da bil­ hassa muallimlere düşen bir vazife-i mukaddesedir. Her halde gençlerde gevşemeye yüz tutan iman ve i‘tikadı tak­ viye ederek onları na-mütenahi bir istikbale doğru sevk edecek olan ancak muallimlerdir. Bu emr-i muazza­ mı başarabilmek için lazım gelen evsaf ve şeraiti cami‘ olmak noktasından birinciliği zat-ı alileri ihraz ediyorsunuz ki erkeklerimizde bile hastalığı bu derece keşfedebilen he­ nüz yok denecek kadar az iken kadınlarımız içinde sizin gibi muallimelerin vücudu cidden şayan-ı şükrandır. Musahabe: BİRAZ DA HAK I KATE DOĞRU Osmanlılığın medar-ı iftiharı olan gençlerimizde gev­ şeyen dini revabıtın takviye ve tahkimi için mekatibde kıraete elverişli kütüb-i diniyyenin adem-i mevcudiy­ yeti bugün cidden hayati bir mes’ele şeklini aldı. Buna binaen her taraftan gösterilen şevk ve arzu üzerine tah­ ririne teşebbüs olunan kütüb-i mu‘teberenin peyderpey la beraber bu babda beyne’l-islam cari olan i‘tikadat-ı muhtelifenin bu vesile ile tevhidi çaresine tevessül ve her türlü rivayatın menşe’ ve me’hazları bi-hakkın tedkık ve te’emmül edilerek evlad-ı vatanın tenevvürüne asa­ rın en açık ibarelerle tahririne ehemmiyet vermek ve bu vesile ile avamın istifadesi te’min olunmak suretiyle hakı­ kate büyük hizmet edilmek lazımedendir sanırım!. meydan-ı cem‘ demek olan cevami‘ ve tekaya-yı şerife­ nin cihet-i merbutiyyetleri usul-i idareleri başka başka ellerle tedvir olunmakta bu ikilikten yek-diğere karşı ta­ biatıyla haksız bir biganelik ve hürmetsizlik doğmaktadır. Nefsinde icazet ve hilafet gibi iki evsaf-ı mümeyyizeyi cem‘ etmek şerefine mazhar olan zevat-ı nadire müstes­ na tutulur ise esna-yı meva‘izde tekaya ve zevaya ehlini bila-lüzum ta‘n edenlerin adedi ehemmiyetle meşhud olduğu gibi meşayih-i i‘zam hazeratının dahi ulema-yı kiramın halka-i tedris ve tarz-ı tefsirlerinden pek bigane kaldıkları maa’l-esef mer’i olmaktadır. İşte en nazik ve en mühim olan nukat-ı anifenin cem‘ ve telfik olunduğu gün fünun ve tabayi‘ içinde hakıkatü’l-hakaik şübhesiz­ bütün inceliğiyle tezahür ve tecelli edecektir. Bir kere kütüb-i şer‘iyyeyi ele alalım. Ifasına mecbur olduğumuz kaffe-i feraiz ve vacibat-ı diniyyenin i‘tikad ve kalbiyyesini tezyid ve tahkim edecek birçok hakıkatlerin sükut ile geçişdirilmesi saf kalblerin İslamiyet namına feth u teshirinde adem-i muvaffakiyyet intac etmez mi? Sıbyanın genç yaşında za‘if ve tecrübesiz aklıyla hakı­ kati hazm ve iktiham edemeyeceği iddiası ise dinsizliği kabul ve tervicde gösterdiği fart-ı zekasına karşı batıldır. Din-i İslam bir din-i ikrar ve bir din-i umumidir. Ed­ yan-ı saire akaid-i İslam’dan kısm-ı küllisini inkar et­ tiği halde din-i İslam din-i Iseviyyet ve Museviyyetin hurafattan tecerrüd edilmiş kaffe-i akval ve ef‘alini ma‘a ziyadetin kabul eden bir din-i vacibü’l-imtisaldir. Bugün din-i İseviyyet zat-ı hakkı Hazret-i Mesih’e azv lam her eşya ve meşhudda hakıkat-i İlahiyyeyi mevcud bilir. Ateşperest ve putperestlerin akval ve ef‘ali de hep bu kabildendir. İşte bu mülahazaya binaen din-i Museviyyet bir din-i ef‘al din-i İseviyyet bir din-i sıfat din-i celil-i Ah­ medi ise her ikisini cami‘ ve da‘i bir din-i zattır. İslam’ın ma‘na-yı hakıkısi ise her mevcudu hakka teslimiyyet de­ mek olduğundan İslamiyet ehline enaniyetten tecerrüd emreder. Bunda mevcud olan incelik nazar-ı insaf ve te­ emmüle alınırsa hakıkat yek-nazarda tecelli eder. mevcudun zatı sıfatından sıfatı ef‘alinden ef‘ali asarın­ dan meşhud ve mer’i olduğundan her mevcudu bir vü­ cud bilmesi ve görmesi hasebiyle “muvahhid” denilmiştir. Zata sıfat bir perde sıfata ef‘al gılaf olmuştur. Zihinle­ ri gılafın ziynet-i zahiriyle doldurulmuş gençlere ef‘alden dem vurmak suretiyle perde arkasından irae olunacak hakıkat-i zehebiyye hiçbir vakit teslim etdirilemez. Ehl-i fen ve tabiatın umumiyetle tasdik ettikleri ana­ sırın hakıkatine din ile kitap ile nüfuz-ı nazar edilerek hakıkat onlara o suretle ta‘lim edilmeli ki müsmir olabil­ sin. O saniye ya din muarızlarının hakıkati teslim ile boy­ nu bükülür yahud beyhude inad ve mükabereleri bütün uryanlığıyla zuhura gelir. Sure-i Nun ... veya muvaffak olmakta bulunduğunuz çocuklarınızın terbiye-i diniyyelerinin noksanından şu suretle müş­ tekiolduğunuz halde biz hiç okutamamak tehlikesi içinde bulunuyoruz. Bu suretle hal ve istikbalde her türlü cina­ yetleri umur-ı adiyye derecesinde bir ehemmiyetsizlikle mahrum-ı haya adamlar yetiştirmekle meşgulüz. Beş harb senelerinde muallimlerin muaşşirlikle istih­ damları gibi hata-yı fahişini ta‘mir ve telafi edeceğini ümid ettiğimiz Maarif Nezareti hala kabiliyetsiz muallim ve muallimelerle dini ve ictima‘i hiçbir te’siri görüleme­ yen kitaplarla teftişsiz ve murakabesiz bıraktığı mekatible ahalinin gözünü boyamakta devam etmesine bir türlü akıl erdirilemiyor. Birkaç ehil muallimin ise maaşat ve zamaimi bir nisbet-i ma‘delet-karanede muntazaman ya ma‘ruz bırakılması adem-i devam gösteren sıbyanın velileri tecziye veya bunların dermiyan edecekleri muhik yesinin tesviye ve te’min olunmaması ahval-i na-layı­ kaları sabit olan muallim ve muallimelerin yerine adam bulunamaması ma‘zeretiyle ahalinin gözü önünde tutul­ ması ve hükm-i kanunun adem-i tatbikı gibi bir hatadan diğer hataya intikalden başka bir ma‘rifeti görülemiyor. Merci‘-i aidinin dediği gibi hakıkaten kaht-ı muallim tehlikesi içinde isek şimdiye kadar ne için darülmuallim ve muallimata mekatibi noksan en ufak mintıkalar ahalisinin çocukları celb edilerek tahsil etdirmedik? Her muhite lüzu­ mu olan muallimleri ne için şimdiye kadar yetiştiremedik? ta‘kıbde vatan ve millet namına ne menfaat hissediyoruz? Misal olarak arz edeceğim: Şu üç yüz haneli bir nahiyede bini mütecaviz kazları güden en muzır haşerattan daha bedter bir derecede mahsulat ve meyvelere musallat olan ve şu tecavüzleriyle meyve ve mahsulünü idrak edeme­ diğinden kat‘-ı eşcar ve esmara ashabını mecbur eden sıbyanın bu ahlaksızlığının esbabı nedir? Ala mele’i’n-nas sokak ortalarında her gün işret her türlü menhiyat ve fuhşiyat ve cinayatı irtikab edenlerin ekserisinin bu yeni yetişmeler olduğunu bunların maa­ rifsizlikten neş’et ettiğini kim inkar edebilir? Maarif Nezareti bir taraftan küşad diğer taraftan sed­ dine devam ettiği mekatib-i aliyye yerine mekatib-i ibti­ daiyye ve taliyyenin teksirine bezl-i himmet etmedikçe vücuduyla ademinde ne fark vardır? Namına en az elli kuruş maarif i‘anesi tarh ve tevzi‘ olunan fukara-yı ahali çocuklarını Rum ve sair ecnebi muallimlerin eyadi-i ta‘lim ve terbiyesine terk ve tevdi‘ etmeye mecbur ediliyor ki bu cihet hakıkaten pek yazık­ tır! Vatanın hakıkı ihtiyacının te’min ve tatmin olunma­ sında ekseriyet-i milleti temsil eden avam tabakasının arzu-yı umumisini ihmal etmenin elbet bir haddi vardır ki bu hudud tecavüz olunduğu gün bu ihmalin ihanet namını alacağı ve bu ihanetin netayici ise avamı her tür­ lü cereyanları kabule amade bulundurmak gibi şayan-ı teessüf neticeler vereceği ve ahalinin vatanın neşv ü nemasını ecnebi ellerden intizar ve hükumet-i merkeziy­ yeden kat‘-ı ümid gibi lüzumsuz mülahazatı peyderpey te’yid ve takviye edeceği şüphesizdir. HAFTANIN ZEHİRLERİNDEN Memlekete veba-yı ma‘nevi mikropları neşredenlerin sergerdesi olan ve Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiyyesi’ne musallat olduğu günden beri fuhuş vesikacılığını neşir ve ta‘mime germi veren ma‘hud İctihadcı şimdi de fuhuşun hey’et-i ictima‘iyye nazarındaki şena‘atini izale edecek fikirler neşrine başladı. Fuhuşun menşei hakkındaki ih­ tisaskarane makalesini bu hafta İkdam gazetesi ile neş­ retti. Geçenlerde ahlak-ı İslamiyye’yi yıkan muharrirlerin memlekette saçtığı fesad tohumlarını pek güzel teşrih eden ve bu kabil mefsedetlere karşı matbuatı mücahe­ deye da‘vet eden İkdam refikimizin bugün de fuhşu iba­ ha eden usuller mürevvici olan bir adamın gençleri ıdlal ve ifsad edecek yazılarını sütunlarına geçirmesi ne kadar tezad teşkil eden bir haldir. Memleketin sıhhati hayatı müdhiş hastalıkların taht-ı tehdidinde bulunuyorken ma‘hud İctihadcı bir taraftan fuhuş vesikacılığını fi‘ilen ta‘mim ediyor diğer taraftan da efkarı bu zihniyete alış­ tırmak için gazetelerle neşriyatta bulunuyor. Anlaşılıyor ki bu adam bu mes’ele ile uğraşmaktan fuhuş vesikacılığını neşir ve ta‘mimden bir zevk-i mahsus duyuyor. O derece ki maksadını tervic için İstanbul’un hemen bütün ailele­ rini telvise bile cür’et etti. Milletin haysiyet-i ahlakıyyesini tezlil eden bu iftiralar ecnebi matbuatı vasıtasıyla bütün cihana yayıldı. Mesaisinin beklediği semereleri verdiğini ma‘hud programını tatbik hususunda fevkindeki tahav­ vüllerin hiç birisinin kendisine te’siri olmadığını gördük­ çe cür’etini arttırdı. Şimdi de fuhuş rezaletini bir emr-i diyecek söz kalmamıştır. emr-i celilini icra ve tatbik hususunda evliya-yı umurun gösterdikleri isabet el-hak sezavar-ı takdirdir! Bu gidişle veba değil iyi ki Allah başımıza taş yağdırmıyor. “Müslümandan evvel Arabım” cümlesini tefevvüh eden muhtesir ne büyük bir cinayet irtikab ettiğini se­ nelerden beri Türk’ü Arab’dan ayırmak için çalışanların eline ne pis bir silah verdiğini görse de yaptığı hatadan tevbekar olarak buyuran Peygam­ ber-i güzinin daire-i celilesine tekrar girebilmek için Al­ lah’a yalvarsa!.. Bu münasebetle Süleyman Nazif Bey’in “Dalal” i de belki “Hüda” ya münkalib olur. O tefevvühle bu “Dalal” bazı dimağlarda ne kadar da mazhar-ı takdir oldu! Halide Edib Hanım’a bile muz­ merini izhar için güzel bir fırsat bahşetti. Fakat Halide Hanım bu gibi mesail-i İslamiyye’ye müdahale etme­ seler de kendi daire-i ihtisasları dahilinde olan mesail-i edebiyye ile güzel güzel aşıkane hikayelerle iştigal etseler hem daha ziyade muvaffak olurlar hem de efkar-ı İsla­ miyye’yi rencide etmekten tevakkı nezaketini ibraz bu­ yurmuş o Tevrat veya İncil’den getirilecek deliller ile bu mes’eleler hal­ ledilmiş olamaz. Onun için diyoruz ki hanımefendi biz sizin akaid-i ictima‘iyyenize kavmiyet-i hususiyyenize karışmadığımız gibi siz de bizim akaid-i diniyyemize mil­ liyet-i İslamiyyemize zebandırazlık etmeseniz iyi olur. “İslam Kadınları” hakkında Ceneral Folon ile bir mülakat rüfüne “Adab ve an‘anatımız”ın mani‘ olduğunu kayd et­ tikten sonra “harem” hayatı hakkında beyanatta bulunu­ yor. Ve hiç de münasebeti olmadığı halde “Arabistan gibi taassuba esir muhitler” diye iftirada bulunuyor. Muhatabı­ na karşı “Fransız ilim ve irfanıyla yetişen bütün Türklerin kalbinde bulunan Fransızları sevmek hissi pek samimi ve ebedidir” kelimat-ı nevazişkaranesiyle ibraz-ı nezaket bu­ yuran muma-ileyhanın kainatın mefhari bir peygamber-i güzin yetiştiren bir muhit hakkında iftirada bulunması hiç de hanımlığa yakışır bir terbiye değildir. Ba-husus Cevdet Paşa’nın kerimesinden bu taşkınlık beklenmezdi. “Türk kadınlarının ictima‘i inkılablarının başlangıcında olduğu­ nu” söyleyen muma-ileyha kadınların bugünkü mütered­ di halleriyle iftihar değil kadın olmak i‘tibarıyla hicabın­ dan yerlere geçmek icab ederdi. Kapalı çarşaf altında ve kafesler arkasında iken İslam kadını bir fazilet hayatı yaşıyordu fıtratına mevhub olan vazife-i beytiyyesini ifa Şimdi ise kafesleri kıranlar yüzlerindeki setre-i hicabları yırtanlar “vesika” peşinde koşuyorlar. Adab ve an‘anatı­ mızın ecnebilerle teşerrüfe mani‘ olduğu zamanlar İslam kadınları vesika nedir bilmezlerdi. Türlü türlü habis hasta­ lıklardan münezzeh ve müberra idiler. Ah adab ve an‘anatı heves ve ihtirasatı için katı el­ leriyle yıkan hain erkekler! Kolaycacık dam-ı iğfaline düşürmek için kadını fazilet ve hayadan tecrid ederek sokaklara döken sefih ve gaddar erkekler! Şimdi bu lev­ ha-i tereddinin karşısına geçmiş kadını yuvarlanmakta olduğu haziz-i sefahette de terennüm ettiriyorlar!... MISTER MARMADUKE PICKTHALL LONDRA’DA İSLAM KONGRESİ Atebe-i ‘ulya-yı Hazret-i Hilafet-penahi’ye Londra’da mün‘akid İslam Kongresi Riyaseti’nden keşide edilen telgrafnamenin tercümesidir: Sünni ve Şii ve sair milletlerden mürekkeb Londra’da­ ki Müslüman Kongresi bugün Zat-ı Hazret-i Padişahileri la Zat-ı Hümayunlarına karşı la-yetezelzel müsadakatini te’yid eyler. Reis Ber-mantuk-ı emr u ferman-ı hümayun-ı cenab-ı tac­ dari taraf-ı sami-i Sadaret-penahiden mezkur Kongre Riyaseti’ne çekilen telgrafname: — “Allah’a dayanmak mı? Asırlarca dayandık! Düştükse bu hüsrana onun narına yandık! Yetmez mi çocukluktaki efsaneye hürmet? Hala mı reşid olmadı hala mı bu ümmet? Dersen ki: Ufuklarda bir aydınlık uyansın; Maziye ateş vermeli baştan başa yansın! Şaşkınlık olur köhne telakkileri ihya; Şeyda-yı terakki koşuyor baksana dünya. Elverdi masal dinlediğim bunca zamandır; Ben kanmıyorum var kimi istersen inandır!” — Lakin ne zaman nerde biz Allah’a dayandık? Arkandaki yasdıktı zahirin yine yasdık! Mefluc ederek azmini bir felc-i iradi Yattın kötürümler gibi yattın mütemadi! Mevcud ise bir hakk-ı hayat ortada şayed Mutlak değil elbette vazifeyle mukayyed. Takyid-i İlahi ki: Bila-kayd ona münkad Kalbinde cihanlar daraban eyleyen eb’ad. La-kayd olamazdın biraz insafın olaydı Duydukça bütün sine-i hilkatten o kaydı. “Allah’a dayandım!” de de hiç çıkma yataktan... Ma’na-yı tevekkül bu mudur? Söyle a nadan! Ecdadını zannetme ki yıllarca uyurdu; Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? Onlar da tevekküldeki ma’nayı atalet Çoktan kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi; Kur’an çekilir nezd-i İlahi’ye dönerdi. “Dünya koşuyor bak!” diyerek ağzını açmak Da’vay-ı liyakatse eğer... Vay gidi ahmak! “Dünya koşuyor” söz mü? Beraber koşacaktın; Heyhat bütün azmini arkanda bıraktın! Madem ki uyandın o medid uykularından Bir parçacık olsun hadi hiç yoksa kımıldan. Ensendekiler “leş” diye çiğner seni sonra; Ba’sin de kalır ta gelecek nefha-i Sur’a! Din namına tazyiki çocukmuş diye çekmiş.. Millet bu sefer rüşdünü isbat edecekmiş.. Afakına muzlim geceler çökmüş oturmuş.. Mazi yakılaymış biraz aydınlık olurmuş!.. Müstakbele çıkmaksa garaz büsbütün üryan. Hep yıkmalı mazileri… Lakin bu ne isyan! Söylenmesi imana değil akla ziyandır! Ecdada mı ahfada mı neslin bu hücumu Mazisi yıkık milletin atisi olur mu? Ey yolcu uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha: Bir kupkuru çöl var; ne ışık var ne de vaha! Başmuharrir Dururken mu‘cizen meydanda Kur’an ya Resulallah Ulüvv-i şanına ister mi bürhan ya Resulallah Lisanın andelib-i bağ-ı i‘caz ü belağattir. Bu i‘cazın cihanı etti hayran ya Resulallah Beni Adem içinde dürr-i yekta-yı muallasın Sana eş olmaya yok başka şayan ya Resulallah Nasıl bir mehbit-i envardır kalb-i celilin kim O kalbe gıbta-keştir arz-ı Rahman ya Resulallah Nasıl kandil-i pür-nur-ı İlahisin ki her yerde Olur bir nur-i irfanın füruzan ya Resulallah Temevvücgah-ı esrar-ı Huda’dır masdar-ı ilmin O ilme hiç olur mu hadd ü payan ya Resulallah Yakan misbah-ı lahuti-füruğun dest-i kudrettir Söner mi böyle bir nur-ı dırahşan ya Resulallah O şu’le şu’le-i haktır şua-i nur-ı mutlaktır Olur elbette daim böyle taban ya Resulallah Huda kandil-i tevfikı asıp babında etmiştir Ona pervane bin hurşid-i rahşan ya Resulallah Ne kudsi dergehin vardır gelir mi’rac için her şeb Eder gökler onun havlinde devran ya Resulallah Derk-i me’va-yı feyz oldukça asar-ı kemalata Gelir ol baba bin Cibril-i derban ya Resulallah Senin hak-i derinden başka hake yüz süren kalbin Nasib-i nahsıdır gafletle hüsran ya Resulallah Senindir devre-i iclal ü şevket şan ile daim Senindir ma‘nevi her emr u ferman ya Resulallah Muhibbin zat-ı Mevla sen ise mahbub-ı Rabbani Neler yapmaz bu ulvi hubb-ı cuşan ya Resulallah Tecelliyyat-ı guna-gun-i Mevla’dan kurulmuştur. Sana pek muhteşem bir arş-ı sultan ya Resulallah Cihanlar kehkeşanlar peykler seyyareler mehler Senin nurunla daim şu’le-efşan ya Resulallah Alan mahiyyet-i ruhiyyeden bir şemme-i naçiz Sana hürmetle eyler böyle iman ya Resulallah Bütün erbab-ı fennin ruha aid hall ü tedkıki Seraser şübheli fikr-i perişan ya Resulallah O sırr-ı a‘zamı remzinle anlar evliyaullah Onu idrake yoktur başka imkan ya Resulallah Tecelli-i İlahi neşvesi senden doğar kalbe Senindir parlayan her nur-ı irfan ya Resulallah O gün kim nur-ı hubbün şu’le saldı sahne-i kalbe Gönül oldu ser-a-pa bir gülistan ya Resulallah Ebed bezmindeki eltafının asar-ı envarı Ezel cuşiş-gehindendir huruşan ya Resulallah Öpenler busegah-ı arşını idrak ederler hep Ne ali sırrı hamildir bu insan ya Resulallah O sırdır gösteren envar-ı lahut ile nasutu O sırdır meş’al-i ashab-ı iz‘an ya Resulallah Muhabbet cismimin her zerresinden lem‘a-efşandır Muhabbettir bana sermaye-i can ya Resulallah Beni tenvir kıl daim füruğ-i feyz-i ilminle Bana alemde sensin can ü canan ya Resulallah Ne buldumsa seni sevmekle buldum ey mualla nur Seni sevmekte var zevk-i firavan ya Resulallah Nasıl bir haverin hurşidisin ey şems-i pür-envar Füruğundan doğar her nur-ı rahşan ya Resulallah Düşünce pertev-i feyyaz-ı ilmin kainat üzre Ziya-yı vahdetin oldu nümayan ya Resulallah Hulasa kalmadı mechul-i mutlak halledildi hep Muammasıyla esrarıyla ekvan ya Resulallah Seni tavsife ta‘zime lisanım gayr-ı kadirdir Senin vasf-ı kemalin bence Kur’an ya Resulallah Beni ma‘zur tut ey Fahr-i Alem afva layık gör Beyanatımda varsa sehv ü nisyan ya Resulallah Perişan etti zira fikrimi ahval-i kevniyye Bugünlerde perişanım perişan ya Resulallah Tevali eyledi gurbette kürbet dürlü şekliyle Keder kıldı bina-yı kalbi viran ya Resulallah Yetiştir lutfunu şayan-ı ihsanım inayet kıl Zebun etti beni alam-ı devran ya Resulallah Yetiş imdada muhtac etme dehr-i duna Mecdi’yi Reva mı hande etsin ehl-i udvan ya Resulallah Perişan bir fakırim abd-i hasım bab-ı lutfunda Perişanlar olur babında handan ya Resulallah Haziran — Acaba hacri muvafık görecekler mi ki? — Eyy... Hakimin re’yine vicdanına kalmış bir şey. Sen de gör kendini bir kerre. — Peki evladım Göreyim... Başka ne yapsam ki? Şaşırdım kaldım. Bittim artık... Bilemezsin ne kadar bittiğimi; Ah görsem şu cihandan yıkılıp gittiğimi!.. Ne gebermez ne kütük bünye ki hiç kağşamamış! Bunu Rabbim bana “sağlık” diye nerden yamamış? — Ne diyorsun hele bak! — Bırak oğlum azıcık kalbini döksün şu bunak! Bana dünyada ne yer kaldı emin ol ne de yar; Ararım göçmek için başka zemin başka diyar. Bunalan ruhuma ister bir uzun boylu sefer... Yaşamaktan ne çıkar günlerim oldukça heder? Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün; Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün! Seneler var ki: Harab olmadığım gün bilmem... Gezerim abdala çıkmış gibi sersem sersem! Dikilir karşıma hep görmediğim bilmediğim; Sorarım kendime: Gurbette mi hayrette miyim? Yoklarım taşları toprakları: İzler kan izi; Yurdumun kan kusuyor mosmor uzanmış denizi! Tüter üç beş baca kalmış... O da seyrek seyrek... Aşina bir yuva olsun seçebilsem diyerek Bakınırken duyarım gözlerimin yandığını: Sarar etrafımı milyonla sıcak kül yığını! Ne o gömgök dereler var ne o zümrüt dağlar; Ne o fışkırmış ekinler ne o coşkun bağlar. Şimdi kızgın günün altında pinekler bekler Sade yalçın kayalar sade ıpıssız çöller! Yurdu baştanbaşa viraneye dönmüş Türk’ün... Dünkü şen şatır ocaklar yatıyor yerde bugün! Gündüz insan sesi duymaz gece görmez bir ışık Yolcu haykırsa da baykuş gibi çığlık çığlık! “Bu diyarın hani sahipleri?” dersin... Cinler “Hani sahipleri?..” der karşıki dağdan bu sefer! Nerde Ertuğrul’u koynunda büyütmüş obalar? Hani Osman gibi Orhan gibi gürbüz babalar? Hani bir şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selim? Ah bir Yıldırım olsun göremezsin ne elim! Hani cündileri şahin gibi ceylan kovalar Köpürür dalgalanır yemyeşil engin ovalar? Hani tarihi soruldukça mefahir söyler Kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler? Hani orman gibi afakı deşen mızraklar? Hani atlar gibi sahrayı eşen kısraklar? Hani ay parçası kızlar ki koşar oynardı? Hani ay parçası göğsünde gelinler vardı? Bugün artık biri yok... Hepsi masal hepsi yalan... Bir onulmaz yaradır varsa yüreklerde kalan. Meal-i Kerimi Hak Teala Beni İsrail’e sebt günlerinde balık avlama­ yı tahrim ederek suhuf-ı semaviyyenin evamirine dere­ ce-i inkıyadlarını imanlarının kuvvetini tekalif-i İlahiy­ yeye ne kadar riayetkar olduklarını tecrübe buyurmuştu. Buna karşı bunlar ne yaptılar? Öyle bir tarik-ı dala­ le sapmak istediler ki: Zahiren huşu‘ ve inkıyada delalet etsin batınen evamir-i İlahiyyeye isyan olsun fakat ‘am­ me-i nas buna akıl erdiremesin. Ya‘ni hile yolunu tuttular ve yaptıkları a‘mal-i münkereyi tenkıd ve ta‘niften vares­ te kalacak bir kalıba soktular. Amme-i nasın gözünü boyamayı kasd etmekle bu ca­ hiller unuttular ki halktan ihtiraz ettikleri halde Allah’tan korkmadıklarını gösterdiler. İşledikleri kabaiha şeri‘at süsü vermekle bunları enzar-ı ‘ammeden [ ] sakla­ mış oluyorlardı. Fakat Cenab-ı Hakk’ın her ne işleseler duğundan gaflet ediyorlardı. İşte bunlar şehevat-ı nef­ siyyelerini tatmin yolunda evamir-i Rabbaniyyeye isyan hilelerin Allah’ın nazarından da kaçacağını tahmin etti­ ler. ‘ammeye te‘alim-i diniyyeye muhalefet etmediklerini göstererek balık avlamak ve yemek için türlü türlü şey­ tanetler icad ediyor bazıları suyun mecrasına delikli bir sed çekerek bu seddin içinde mahsur kalan balıkları tutu­ yor ve bir itiraz vaki‘ olunca: “Hayır biz balık avlamadık. Ellerimizle tuttuk” diyorlar. Yahud daha başka yollara saparak aynı neticeye dest-res oluyorlardı. Vakı‘a bunlar herkesi aldatmakta herkesin gözü­ nü boyamakta muvaffak oldular. Fakat böyle yapmak­ la nezd-i İlahide bir şey kazandılar mı? Bu gibi hilelere müracaatla arzularını şehevat-ı nefsaniyyelerini tatmin ettiler. Fakat Allah’ın ‘ikabından kurtuldular mı? Bu çir­ kin isyanlarını nazar-ı İlahiden saklayabildiler mi? Asla. Bilakis yaptıklarının cezasına uğradılar zillet ve hakarete mahkum oldular. Cenab-ı Hak bunlara doğru yolu gösterdikten hilenin şeffaf örtüleriyle örtünerek tarik-ı muhalefete sapmama­ larını emrettikten sonra sebt günleri balık tutmamaları­ nı emretmekle onları tecrübe etmişti. Fakat bunlar şe­ hevat-ı nefsaniyyelerine mağlub olarak mevahib-i akliy­ yelerini dinlerinin daire-i teklifinden çıkmakta istihdam ettiler. İşte bunun üzerine Cenab-ı Hak bunların insan gibi düşünerek taşınarak akl-ı selim-i insaninin mukte­ zeyatını yapanlardan değil maymunlar gibi karşıdan akıllı göründüğü halde bir hayvandan ibaret ve bütün mahareti taklidden başka bir şey olmayanların idadına tikleri derekeye indiler. Artık insan-ı akılin sıfat-ı kaşifesi olan tefekkür ve ta‘akkuldan teberri ederek başkalarının ef‘alini taklid ile ona benzemekten başka daimi zillet ve meskenet içinde kalan hayvanlar gibi oldular. Şeri‘atin hürmetini hetk ederek te‘alim-i diniyyeyi is­ tihfaf ve Allam-ı Guyub’u istiğfal etmenin cezası olarak bu felakete duçar oldular. Bunların eserine iktifa ederek Allah’ın bahşettiği mevahib-i Rabbaniyyeyi ta‘til eden­ lerin de cezası budur. Bu gibilerin hepsi zelil ve miskin maymunlardır. Başka bir şey değildir. İnsaniyet namına bunlarda ancak insan sureti ve şekli vardır. sanlık payesinden inerek artık insanlık seviyesinde yaşa­ mamaya istihkak kesb etmeleridir. Ayet-i kerimenin bizce te’vili böyledir. Bazıları ayet-i kerimedeki emrini emr-i tekvini addetmişler­ dir. Halbuki maksad onları arzularıyla iradeleriyle kendi nefsleri için kabul ettikleri derekeye tenzil etmek. Bunla­ rın kudret-i tasarruf tefekkür i‘tibarıyla insan değil şuna buna benzemeye çalışan maymunlar gibi olmalarıdır. Kur’an-ı Kerim’de bunların sıfatı budur. Mücahid der ki: Bunlar maymun mesh edilmediler. Bu Cenab-ı Hakk’ın onlara irad ettiği bir meseldir. Ve yine Mücahid’den rivayet olunur ki: Bunların kalbleri mesh olunmuş maymunların kalbi gibi va‘az kabul ede­ cek nevahiden ictinab edecek halden çıkmıştır. Müca­ hid’in beyanı bizim izahatımızdan ayrılmamaktadır. Bu ayet-i kerimede müttakılere büyük bir ibret vardır. Hudud-ı İlahiyyeyi tecavüz etmemek nevahiden mün­ kerattan uzaklaşmak lazımdır. Hiç şübhesiz ulema ve eimme-i İslam herkesten ziya­ de bu ayet-i kerimeden; zahiren Allah’ı aldatmak batı­ nen onunla muharebe etmek yüzünden Beni İsrail’in başına gelen bu felaketten ibret-bin olmalıdırlar. Halbuki bunlar Beni İsrail’in yolunu tutarak hilelere müracaatla bunları dinin te‘alimi miyanına idhal ve “hiyel-i şer‘iyye” namıyla birçok fasıllar yazmışlar. Bu hileleri bir takım za­ vallılara telkın etmişlerdir. Şeri‘at bu gibi şeylerden beri­ dir. Bunlar öyle şeyler yapıyorlar ki bir tanesinden dolayı Cenab-ı Hak Beni İsrail’i ta‘zib etmişti. Kendine ulemayı ler hakkıyla takdir etselerdi kat‘iyyen böyle sapmazlardı. Cahiller gafiller bu ayet-i kerimeden utansınlar. hile per­ desi arkasından Allah’a i‘lan-ı husumet ederek şehevat-ı nefsiyyelerini tatminin akibetini teemmül etsinler! Biz bu hile mevzuuna tekrar döneceğiz. VEHHABILİK Ma‘amafih gerek Muhammed’in gerek Muham­ med’in bir kudret-i mühimme-i icraiyyesi makamında bulunan ümera-yı Al-i Suud’un ister Ehl-i Sünnet ve cema‘atten ister sair fırak-ı İslamiyye’den olsun kendi­ lerine muhalif olanları bi’t-tekfir nususu zevahire haml ğu bir takım mesailde lüzumundan ziyade gulüv ettikleri gibi üçüncü makalede beyan olunduğu üzere mezheb-i Vehhabi’nin ta‘n ü kadhi cihetini iltizam eden o vaktin Necid uleması da ileri gittiler. Evet İbn Teymiye ile İbn Kayyım dahi Muhammed’in mucib-i tekfir addetmiş ol­ duğu ef‘ali şirk nev‘inden addetmişler ise de müşa­ run-ileyhimanın bundan muradları “şirk-i asgar” demek olup yoksa ayet-i kerimesinde mezkur olan “şirk-i ekber” değildir. Zira Cenab-ı Hakk’ın mağfiret etmeyeceği şirk-i ekber din-i İslam’dan çıkmak demektir ki esnam yahud ateş veya su gibi şeylere ibadet ile mahlukattan birini hasais-i rububiyyette Cenab-ı Bari Te‘alaya şerik ve nazir ittihaz etmekten ibarettir. Buna “şirk-i celi” dahi denilir. Ama “şirk-i hafi” ki Cenab-ı Hak’tan gayrıya iltifat demek­ tir nev‘-i beşer bir vakitte bundan hali olmaz. Rusül ve enbiya-yı izam hazeratı şirk-i celiden müberra oldukları halde şirk-i hafiden tahallus için Cenab-ı Hakk’a tazar­ ru‘ ve niyaz edegelmişlerdir. İbrahim ve İsmail aleyhi­ me’s-selamın ve Hazret-i Yusuf’un deyu du‘ada bulunmaları bu ma‘naya mahmuldür. El-hasıl şirk-i hafinin enva‘ı olup ayet-i kerimesi iktizasınca nefis ve şehevata şirk-i hafidir. Ameli ibtal eder derler. hadis-i şerifidir. Halbuki hadis-i şerifin müeddası esnama secde eder­ cesine nebilerinin kabirlerine secde edenlerin hakların­ da gazab-ı İlahinin müşted olacağı merkezindedir. İbn Teymiye “E’imme-i selef enbiya ve salihinin kabirleri yanında du‘a ve istiğfarda bulunmazlardı” diyor bu ise rivayat-ı sahiha ile merduddur. İbn Ebi Şeybe’nin riva­ yet ettiği üzere Hazret-i Peygamber’in her sene başında Uhud Gazvesi’ndeki şüheda-yı kiramın kabirleri yanında mutabıktırlar. İmam Nevevi “Ziyareti iksar etmek ve fazi­ let-i uhreviyye ashabının mezarları başında meks ü te­ vakkuf eylemek müstehabdır” diyor. İmam Sübki de bu Ahyar-ı ümmetin kurbiyetlerinden bi’l-istifade Cenab-ı Hakk’a karşı vesile-i istişfa‘ ittihaz olunmaların­ da bir mahzur-ı şer‘i olmadığını isbat eden delailden biri de Hazret-i Peygamber’in İmam Ömer’e hitaben leridir. Bu muamele icabet-i du‘a için nezd-i İlahide ta­ leb-i tevessülün şer‘an memnu‘ olmadığını beyan de­ mektir. Yoksa Hazret-i Peygamber’in bu babda tevessül-i Cenab-ı Ömer’e muhtac olmadığı vareste-i iştibahtır. Bu mes’elede beyne’l-ulema en ziyade bahis ve münazarayı intac eden mütekaddimin ve müteahhirin ulema arasında birçok münakaşatı da‘i olan hadis-i şerifidir ki bu hadis-i şerif hakkında cereyan etmiş olan tedkıkat-ı ilmiyyenin beya­ nını da vacibeden addettik. Ulemadan ba‘zıları ifratı il­ tizam edip bu babdaki memnu‘iyyetin hükmünü ‘amm kılarak ve hedef-i hareketi gaib ederek şedd-i rihali suret-i şedidede inkar etmiş ba‘zıları da tefrit cihetine giderek ziyaretten men‘ edeni tadlil ve tebdi‘a kadar gitmişlerdir. Hadisin hulasa-i müeddası mesacid-i selasenin gay­ rı mahalle ziyaret için ihtiyar-ı sefer olunmasının menhi olduğundan ibarettir. “Rihal” ha-i mühmele ile “rahl”in cem‘i olup “devenin eğeri” demektir. Bu kelimenin sefer ma‘nasını ifade etmesi eğerin sefere lazım olmasından naşidir. Devenin sefer için muhassas bi’z-zikr olması o zamanlar seferin Arabistan’da ağlebiyetle deve ile vaki‘ olageldiğine mebnidir. At ester merkeb beyninde fark yoktur. Şeyh İbn Hacer el-Askalani’nin “Fethu’l-Bari an Sahihi’l-Buhari” namındaki kitabında beyan buyurduk­ larına nazaran hadis-i şerifde “illa” harfiyle vaki‘ olan is­ tisna müferrağ olup bu takdire göre mesacid-i selaseden ma‘ada her bir yere ziyaret için şedd-i rihal memnu‘dur. Zira müferrağdaki müstesna-minh e‘ammü’l-‘am ile mu­ kadderdir. Maamafih buradaki umumdan mevzi‘-i mah­ susun ya‘ni mescidin murad olunması da mümkündür diyor. Bu mesacidin mesacid-i saireye tafdil olunmasının esbabı birincisinin cemi‘-i nasa ikincisinin ümem-i sali­ feye kıblegah olmasından üçüncüsünün de esas-ı takva üzerine bina olunmasından neş’et eylemektedir. Asıl ihtilaf hal-i hayat yahud hal-i mematta bulunan sulehanın ziyaret ve teberrük kasdıyla ba‘zı mevaki‘-i mukaddesenin ziyaretleriyle onlarda namaz kılmak için şedd-i rihalin caiz olup olmamasındadır. Şeyh Ebu Muhammed el-Cüveyni zahir-i hadise bina-yı ictihad ile “Ziyaret için mesacid-i selaseden gayrı mahalle şedd-i rihal haramdır” diyor. Kadı Hüseyin bu mesleği ihtiyar ettiği gibi Kadı İyaz da bu re’ydedir. As­ hab-ı sünnetin rivayet ettiği üzere Ebu Hüreyre beray-ı ziyaret Tur’a çıkmasınddan dolayı Nadret Gıffari tarafın­ dan bu hadise istinaden tahti’e edilmiştir. Hatta Nadret Ebu Hüreyre’ye “Tur’a çıkmanızdan evvel size yetişmiş olsaydım çıkmayacaktın” demiştir. Ya‘ni müşarun-ileyh hadisi umum mevazi‘a haml etmiş Ebu Hüreyre de kendisine muvafakat etmiştir deniyor. Ama İmamü’lHaremeyn mevaki‘-i mukaddeseyi ziyaret için şedd-i rihal haram değildir. Bunlar da hadis-i şerifi vücuh ile te’vil ediyorlar. Evvela: Ziyaret zımnında vaki‘ şedd-i rihalden müte­ hassıl fazilet-i tammenin mesacid-i selaseye münhasır ol­ duğu saniyen: Nehy-i vakı‘ın mesacid-i selaseden gayrı mahalde namaz kılmayı kendi üzerine nezretmiş olan kim­ seye münhasır bulunduğu böyle bir nezri ifa maksadıyla mesacid-i selaseden ma‘ada mahaller için şedd-i rihal caiz olmadığı binaenaleyh bir salihin veya karibin yahud bir sahib-i ilmin ziyareti yahud taleb-i ilim yahud ticaret veya hükmüne dahil olmayacağı re’yinde bulunuyorlar. Ba‘zılarınca da hadis-i şeriften garaz ve murad mesa­ cid-i selaseden gayrısında i‘tikafın adem-i tecvizidir. Bun­ lara nazaran bir adam bu üç mescidden birisinde i‘tikafı nezr eder ise böyle bir nezrin ifası üzerine lazım olur. İmam Malik ve Şafii ve Ahmed hazeratı da bu re’ydedirler. Fakat Ebu Hanife hazretleri mutlaka vacib değildir diyor. Kirmani’nin rivayetine nazaran bu mes’ele hakkında vaktiyle Suriye’de birçok bahis ve münazara cereyan etmiş ve neticesinde Fahr-i Alem Efendimiz’in kabirle­ rinin ziyareti için şedd-i rihali tahrim etmiş olanlar ilzam edilmişlerdir. Vakı‘a İmam Malik hazretleri bir adamın “Peygamber’in kabrini ziyaret ettim” demesini mekruh addetmiş ise de bu babdaki ictihadı ziyarete taalluk et­ meyip Peygamber’le zair arasında nev‘ama müsavatı ih­ sas etmekte olduğundan naşi muhalif-i edeb addetmiş olduğundan neş’et eylemektedir. Bu da muhakkıkınin tahkıkatlarıyla sabittir. Hazret-i Resul-i kerimin ziyaret-i kabirleri meşru‘ ve füyuzat-ı maddiyye ve ma‘neviyye de hadis-i şerifi başka suretle de te’vil imkanı mefkuddur. Çünkü müstesna-minh mahzuf olduğuna göre o mahzufu ya bir lafz-ı am murad edeceğiz ki bu surete göre hadisin ma‘nası “Hangi bir işten dolayı olursa olsun mesacid-i selaseden gayrı hiçbir mahalle şedd-i rahl olunmayacak­ tır” diyeceğiz yahud hadis-i şerifi muhakkıkınin tahkıka­ tı vechile salat ile te’vil edeceğiz. Birinci suretin imkanı yoktur. Çünkü o halde ticaret sıla-i rahim taleb-i ilim maz. O halde mes’ele ikinci şıkka inhisar eder ki hadisten maksadın salat olduğu cihetidir. Bundan başka hadis-i şerifleri de bu babdaki hakaik-ı şer‘‘iyyeyi sarahaten gösterir. Diğer makalelerde de beyan olunduğu üzere ba‘zı avam-ı nasın kubur-ı evliyayı hin-i ziyaretlerinde icra et­ mekte oldukları bir takım merasimle o mezar hakkında beslemekte oldukları i‘tikad şayan-ı kabul değilse de bu­ nunla beraber bu kabilden olanların ekserisinde Cenab-ı Hak’tan başka bir kimsede bir kudret-i müessirenin mev­ cud olmadığı i‘tikadı mütemerkiz olduğu da ca-yi iştibah değildir. Şu halde bu yüzden bir islamın tekfiri cihetine gitmek gayet hatarnak bir mes’eledir. Muhammed bin Abdülvehhab’ın men‘ etmiş olduğu şeylerden biri de evliya-yı kiram hazeratının mezarları üzerlerinde yapılan yaldızlı ve müzeyyen kubbelerdir. Zaten bu gibi şeylerin avam-ı nasın i‘tikadları üzerinde bir su-i te’sir icra ve fitneye sebebiyet vereceğinden naşi fukara-yı İslamiyyece de mekruh addedilmiştir. Muhamed bin Abdülvehhab’ın ictihadınca tütün is­ ti‘mali de muharremattandır. Bu babdaki ictihadı ise buna kail olan ba‘zı fukahanın asarından me’huzdur. Gerçi bu babda beyne’l-ulema bir ihtilafın mevcud ol­ duğu ma‘lum ise de evvela; tütünün hurmeti hakkında nas varid olmadığı saniyen; eşyada asıl olan ibaha ol­ duğu cihetle hurmeti cihetine gidilemez. Zira delil-i hur­ met mevcud değildir. Tahrim ise delile muhtaçtır. Kıyas tarikine de gidilemeyecek çünkü karn-ı rabi‘den belki de evahir-i karn-ı saliseden i‘tibaren evsaf-ı ictihadı ha’iz zevat yetişemediği umur-ı ma‘lumedendir. Din-i İslam’da a‘mal-i hasenenin necat ve necahı müs­ telzim olduğu ma‘lum olmakla beraber bu a‘mal-i hase­ neye mukabil gördüğü ve göreceği iyilik ve mükafatları kat‘iyyen kendi ameline atf etmeyip ancak lutf u tevfik-i san ne kadar a‘mal-i saliha işlerse yine Halıkı’na karşı borçlu olduğu ibadeti ve nail olduğu ni‘am-i la-tuhsanın şükrünü hakkıyla eda ve ifa edemez. İki cihetten kulun kusursuz olması pek müşkil bulunmasına mebni Allah tarafından mükafat ve mesubata nail olduysa cümlesini manın daima a‘malinin ind-i İlahide mazhar-ı kabul ve hasbe’l-beşeriyye hali olmayacağı taksiratında mağfur ol­ ması ve dünyevi uhrevi saadetlere nailiyeti için Cenab-ı Hakk’a reca ve du‘adan hali kalmaması iktiza eder. Eğer bu havf u reca olmasa insanın hali pek harab olur idi. Çünkü kaba sofular mücerred a‘maline güvense ucb ü azamete duçar olarak dünya ve ahirette giriftar-ı hüsran olur. Günahkar da reca ile afv-ı İlahiye nail olabileceğine ümidvar olmasa yeis ve fütura ve bu yeis ile her nevi’ fenalık icrasına mütecasir olur. İşte Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Azimü’ş-şanda ve ayet-i celileleri de teselli ve kuvvet-bahş-i kulub olan beyyinat-ı azimedendir. Bir de Müslümanlık’ta bir makam-ı takva vardır ki bü­ tün a‘malini ‘ibadat ve ta‘atini hiçbir menfaat gözetmeye­ rek sırf rıza-yı Bari için emr-i İlahi olduğu için yapmaktır. ‘mal ve ef‘alimizin menfaat mukabili değil rıza-yı Bari avamınca ma‘lum bir fikr-i müşterektir. Zira Kur’an’da saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyenin enva‘ı ta‘dad edil­ dikten sonra: “Cenab-ı Hakk’ın rızası bunların hepsinden büyüktür. Fevz-i azim işte bu rıdvandır; rıza-yı İlahiyi tahsil edenlerdir ki en büyük saadete nail olurlar” buyuruluyor. Din-i İslam’a göre herhangi bir amel halis olmak için “li-vechillah başka bir şey düşünmeksizin yalnız rıza-yı Bari için” olmak lazımdır. Hazret-i Ömer bin el-Hattab radıyallahu anh ashab­ dan Suheyb-i Rumi hakkında “Allahu te‘ala hazretleri Suheyb’e rahmet etsin imanı o kadar kavidir ki Allah’tan korkusu olmasa da kendisine azabdan eman nazil olsa yine ona isyan etmez” buyuruyorlar. Hazret-i Ömer bin el-Hattab’ın şu ifadesinden de anlaşılıyor ki: İtaat ve ibadetin en büyüğü ve en efdali vacibü’l-ittiba‘ olan makam-ı a‘la-yı uluhiyyetin celalet-i kadrine ihtiramdan neş’et eden ibadet ve taattir. Asıl rıza-yı İlahi de bundadır. Süfyan-ı Sevri Rabia-i Adeviyye’ye “Imanının hakı­ kati nedir?” diye sorunca o: “Allah’ın ne cehennemin­ den korktuğum ne de cennetini sevdiğim için ibadet etmiş değilim. Yoksa kötü hizmetkardan ne farkım kalır? Ben ona muhabbetimden iştiyakımdan dolayı ibadet ederim” cevabını veriyor. Ebu Süleyman Darani de şöyle diyor: “Allah’ın öyle kulları vardır ki onları ne cehennem korkusu ne cennet ümidi Allah’tan gafil bırakmaz. Ya‘ni Allah’ı tefekkür bu gibi şeyleri akıllarına getirmez. Nerede kaldı ki dünyayı!” Buraya aid zikredilecek ehadis-i asar o kadar çoktur ki onları ta‘dad ile biteremeyeceğimizi söylemekle iktifa ederiz. Müslümanlık’ta asıl mühim olan bir cihet daha vardır ki o da: Vazifede bir menfaat düşüncesi olmadığı gibi ihraz-ı şan ve gurur gayesinin de makbul olmama­ sıdır. Çünkü sahib-i şeri‘at bu hususda ihlası emrediyor: “Ey nas! A‘malinizin li-vechillah olmasına ona başka hiçbir niyet karışmamasına dikkat ediniz. Zira Allahu Te‘ala a‘mal içinde halis olarak kendi rızası için yapılmış olanlardan başkasını kabul etmez” “Cenab-ı Allah ame­ lin yalnız halis olanını ve vech-i zu’l-celal taleb edilerek yapılanını kabul eder.” Müslümanlık’ta a‘mal-i salihanın gizli olanı açık ola­ nına müreccah olması da bunun içindir. Yine bunun her müslümanın kalbinde yer tutmuştur. Bundaki zevk-i vicdani lezzetini bilmeyen bir müslüman yoktur. Ma‘amafih vazife telakkısinde bu derece-i kemale yükselemeyen avam tabakası bile a‘malde ihlasın vücub ve ehemmiyetini pek ziyade takdir etmektedir. Evamir-i diniyyenin umuma şamil ya‘ni vazifenin külli ve umumi olması havas ve avam bütün müslümanlara a‘malde ğundan hepsinde ihlasa bir temayül vardır. Şu kadar ki bu ihlas hepsinde bi’l-fi‘il mevcud olamıyor. Bedihi bir hakıkattir ki: Bütün insanların terbiye-i ruhiyyesi ve tasrih-i ahlakı nokta-i nazarından hakaik-ı mücerredeyi telkın etmek bir deva-yı kafi değildir. Nüfus-ı beşeriy­ yenin kemalat-ı ahlakıyyeye vasıl olabilmesi için terhib ve tergıb-i maddiye ihtiyac vardır. Çünkü hakaik-ı mü­ cerrede için menfaat-i maddiyyesini feda edecek yüzde kaç kişi tasavvur edilebilir!.. İşte bu ciheti nazar-ı i‘tibara alan şeri‘at-i İslamiyye tergıbat ve terhibat-ı müşahhasa­ ya saadet ve şekavet-i uhreviyyenin tafsil-i ahvaline pek ziyade i‘tina etmiştir. Binaenaleyh şeri‘at-i mutahhara-i hitabları mevzu‘u iki dereceli olmuş oluyor: - Saadet-i mahza ve rıza-yı İlahi - Sevab ve ‘ikab-ı uhrevi. Şayan-ı dikkattir ki: İslamiyet’te saik-i fazilet olan sevab ve ‘ikab-ı uhrevi fikr-i menfaat ya‘ni mezahib-i felsefiyyenin telkın eylediği menfaat mebde’inden pek çok yüksek ve hatta onlarla hiçbir alakası yoktur. faat-i müecceledir. Bu menfaat-i müeccele neş’et-i ula-yı beşeriyyede terbiye-i fikriyye ve ruhiyyeyi teshil edece­ ği için iradenin bir gaye-i kıymetdara kolayca teveccüh etmesine de yardım ediyor. Bu i‘tibar ile vazifesini bir menfaat-i uhreviyye sevdasıyla ifa edenler bile menfaat-i uhreviyye mülahazasıyla beraber kainatı nizam-ı ekmel üzerine yaratan nev‘-i beşer için saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyesini kafil ve fıtrat-ı asliyyesine en muvafık kanun­ ları vaz‘ eden Allah’ın emrine inkıyadı düşüneceklerinden neticetü’l-emr yine amellerinin muktezisi bir hayr-ı mahz olmuş olur. Binaenaleyh müslümanlarca “saik-ı vazife” iki dereceli olmakla beraber rasyonalistlerin insanları mükel­ lef tutmak istedikleri meşhur “Vazife vazife olduğu için ifa edilir. Vazifeden maksad ve gaye yine vazifedir ta‘bir-i di­ ğerle kanuna hürmet ve itaattir” kaide-i külliyyesine tama­ mıyla muvafık bir tarzda hareket edilmiş oluyor. [] SADA-YI HAK I KAT Biz talebe-i ‘ulum ne muallimlerimize ne de umur-ı rı mu’ahaze etmeyiz. Çünkü terbiyemiz vaz‘iyet-i ic­ tima‘iyyemiz müsaid değildir. Çünkü Hazret-i Ali ker­ remallahu vechehu ve radıyallahu anh efendimizin kavl-i ibret-nümasına ittiba‘la hakk-ı ta‘lime riayet ederiz. Bu hususu arz ve temhidden maksadımız şudur ki; talebe-i ‘ulum tarafından derslere girmemek suretiyle yapılan grevler umur-ı idarede bir ta­ kım gayr-ı münasib hakıkate gayr-ı muvafık ve ba‘id-i su-i tefehhümatı izale ve tecelli-i hakıkat yolunda talebe­ den yükselen sada-yı hakıkati avaz-ı meşru‘u isma‘ için ba‘zı ma‘ruzatta bulunuyoruz: Evvela; biz talebe-i ‘ulum ef‘alimizde akvalimizde ketimizde her sözümüzde her fikrimizde tamamıyla ser­ best olup yegane amil kendi dimağımız kendi sözümüz kendi kavlimizdir. Saniyen; istifade edemediğimiz bir muallim hakkında Vekaleti’ne takdim ediyoruz. Bu suretle müte‘addid istid‘a­ lar takdim ettiğimiz halde hasıraltı ediliyor. Defaatle şikayet­ lerde bulunduğumuz halde sem‘-i i‘tibara alınmıyor. Maksad bütün ma‘nasıyla aşikar iken talebenin bir muallim hakkındaki şikayeti niçin nazar-ı i‘tibara alınmı­ yor? Yok eğer maksad ta‘lim ve ta‘allüm değil yalnız ötekinin berikinin gönlünü hoş etmekse biz neye vasıta-i tatyib olalım? Evet biz istifade edemediğimiz bir mualli­ min halka-i tedrisinde bulunarak na-meşru‘ surette aldığı ücret-i tedrisiyyedeki hürmete iştirak edemeyiz. Grevler ise; Ders Vekaleti’nin teseyyüb ve ihmaliyle veyahud taannüdüyle matlubumuzun adem-i is‘afından husule gelen bir hareket-i mütekabiledir. Ders Vekaleti’nin maksadına gelince: O zevatı da ma‘zur görürüz. Çünkü kendileri ta‘yin etmiş oldukları zevatı tabi‘idir ki azl edemezler. Velevki hak ve na-hak olsun. Ne denirse densin hakıkat bundan ibarettir. Fakat hiç düşünülmüyor ki zaten mikdarı ekall-i kalil olan talebe-i ‘ulum neticeden emin olmadıklarından meslek-i muaz­ zezlerini terk ederek başka vesaitle mücadele-i hayat ve mesleğimizin bu suretle inhitatına ba‘is olan ahvale key­ fi harekata bir an evvel nihayet vermek şöyle dursun bilakis gayr-ı musib tedbirlerle kararlarla zevali te’min edilmiş oluyor. Heyhat hezar heyhat!... Biz bu acı hakıkate muttali‘ olduğumuz için elimizden geldiği gücümüzün yettiği kadar kalen ve fi‘ilen yorul­ maz bir azim ile çalışmaya karar verdik. Ta ki hak ve hakıkat meydana çıksın… Talebe-i ‘ulum namına M. Son zamanlarda mahiyeti mechul bir mezhebin etra­ fında bir takım dedikodular intişara başladı. Hatta pa­ yitahtın hava-yı safiyyetini ihlal ruh-ı diyanet-perverini lamiyye’nin peyderpey yıkılmasına çalışan bu mahiyeti mechul mezhebin tarafdaranı olduğu söylendi. Fi’l-hakıka son senelerde kadınlarımızın ahval-i umumiyyesinde garib tebeddüller istihaleler ru-nüma oldu. Tesettür aleyhdarlığı arttıkça arttı. Müslümanların taassubundan dem vurmak mütemadi bir moda halini aldı. Kadınları örtüden azad etmedikçe kadınları sokağa dökmedikçe bu memleketin hayır yüzü görmeyeceğine dair pek batıl kanaatler bir takım kanaatsizlerin düsturu oldu. Kadınlarımızı hayat-ı etmek birçok gazetelerin mecmu‘aların yegane medar-ı maişeti oldu. Asrileşmek namı altında ahlaksızlaşmak mefkuresi her tarafı sardı. Acaba bütün bu mefasid-i azimeyi ika‘ eden bu ma­ hiyet-i mezhebiyyesi mechul şirzime midir? Hayır! Sade bunlar değildir. Bunlarla beraber dall ü mudil bir cema‘at daha var ki bunların mezhebi ma‘lumdur. yapmak emeliyle ortaya atılan birçok mücahidler ve bu mücahidlerin ortaya attığı fikirlerin sahne-i tecellisi olan gazeteler mecmu‘alar kısmen birinci şirzimeye mensub kısmen de memleketin ruhuyla yaşayamayan yabancı­ laşmış bir takım adamlardır. Bunların gayesi: Bu mem­ leketi Avrupalılaştırmaktır. Çünkü bu memleket kurun-ı vustai bir halde yaşıyormuş. Ve bu asırda yaşayabilmek düşünmesi hiç de badi-i istiğrab değildir. Bir memleketin temessül etmesi onun bütün hasais-i milliyyesiyle bütün telakkıyat ve an‘anatıyla mukaddesatıyla müessesatıyla ortadan kalkması ve yerine mazisine karşı hiçbir alaka hissetmeyen müessesatına hiç hürmet etmeyen yepyeni bir milletin isbat-ı vücud etmesi demektir. Mev­ cudiyet-i maziyyemizi böyle bir inkıraza mahkum ettikten sonra hayatımızın devam ettiğini iddiaya hiç hakkımız ol­ mayacağı bedihidir. Böyle bir hayat bizim değildir. Ruh-ı mevcudiyyetimiz yıkıldıktan sonra artık biz ortadan kalk­ mışız demektir. Milletlerin inkırazı budur. Yoksa bir milletin hiçbir ferdi kalmayıncaya kadar ölmesi değildir. Görülüyor ki bu iki şirzimenin gayesi bir noktada birleşiyor: Memleketin ruh-ı mevcudiyyetini yıkmak! Hiç şübhesiz memleketimizin ruh-ı mevcudiyyeti Müs­ lümanlık’tır. Bizim ahlakımız i‘tikadatımızdan ictima‘iy­ yatımız ahlakiyatımızdan teferru‘ eder. Siyasiyyatımız da sade i‘tikaden değil Müslümanlığın desatir-i ahlakıyye amel etmiş bir adamım demektir. Bütün müessesatım medeniyetim irfanım hepsi bu esasların üzerine kaim bunların üzerine kaim olmayan bir medeniyet bir irfan bir müessese benim ruhumdan doğmamıştır. Benim hiçbir ihtiyacımı tatmine hadim olamaz. İslamlaşmayan her şey bana yabancıdır. Bu esaslar benim ruhumda ya­ şadıkça beni idare ettikçe ben müslümanım. Bunlara uzanan dest-i tahribi kırmak benim en büyük vazifemdir. Bu esaslar üzerine kaim olan medeniyeti irfanı mües­ sesatı daima en yüksek ve en hakim makamda tutmak bu makamdan tenezzül etmemek için her asra göre en kuvvetli silahlarla tecehhüz etmek muktezidir. Bir asrın eslihası karşısında aciz kalmamak için daima müteyakkız davranmak daima çalışmak benim ilk işimdir. Bana ta­ kaddüm eden bir iki batın bundan gaflet etmişse bunu takdir edememişse bana düşen onların bana tevdi‘ ettik­ leri mebna-yı mevcudiyyeti bütün bütün yıkmak değil­ dir. Bilakis onların ihmaliyle o mebnada açılan rahneleri hemen ta‘mire şitab etmektir. Başkaları beni ilimde sa­ natte geçmişse onlara yetişmek mazi-i irfanımı bugün­ kü merhale-i terakkıye yetiştirmek için çalışırım. El-hasıl ezelden merbut olduğum ve benim hüviyet-i milliyyemi canlandıran esasat-ı İslamiyye’ye daima sımsıkı tutuna­ rak rehgüzar-ı hayatı kat‘ ederim. si budur: Mevcudiyet-i İslamiyye’yi medeniyet-i İslamiy­ ye’yi irfan-ı İslamiyi ümmet-i İslamiyye’yi ihya ve i‘la! Şimdi bu düşünüşün bu gayenin ma‘ruz kaldığı teca­ vüzleri tedkık edelim: Son senelerde türeyen Türkçülük: “Asrımız milliyet asrıdır. Biz de asrımıza uyacağız. Artık ümmet devri geçti. Her millet ancak kendi işleriyle mukadderatıyla alakadar olacak. Her millet kendine baksın kendini kur­ tarsın” dedi. Ve ne yapsa iyi. Cengiz Timur Hülagu’yu mukaddesler miyanına idhal ederek bozkurt masallarını Karakurum Kızılelma Ergenekon hulyalarını yaymaya akvam-ı İslamiyye miyanında tefrika tohumlarını serp­ meye başladı. Bunların hepsi halka yabancı gelince bu sefer zahiren daha mu‘tedil bir yol tuttu. Halbusi bu yol birincisinden daha vahim. Çünkü bu sefer de yine mu­ kaddesat-ı diniyeye alttan alta tecavüz fakat “ilmi” namı altında tecavüz var. Tesettürü kaldırmak kadınları herçi bad-abad sokağa dökmek gençleri görünüşte füsunkar hakıkatte zehirli fikirlerle aldatmak Müslümanlığı mev­ ki‘-i hakimiyyetten indirmek.. Acaba hangi yerde milleti yükseltmek için ruh-ı milli­ yi tevhin etmek yolunun ta‘kıb edildiği görülmüş de bu cema‘at onlara uymuş. Hem bunların milliyet dedikleri Hıristiyanlık’ın inkişafından doğan bir şeydir. Müslüman­ lık’ta böyle bir şey yoktur. Müslümanlık bunların anladık­ ları tarzda milliyeti ifna etmiştir. Diyar-ı İslamiyye’de bir­ kaç kişinin ortaya koydukları milliyetçilik sahte ve taklidi bir mahiyeti haizdir. Müslümanlık milliyet dalaletlerini taassublarını hodganlıklarını kaldırmıştır. Binaenaleyh milliyet hareketi ruh-ı İslam’a yabancıdır. Ve müslümanlar arasında revac bulmayacağı aşikardır. Şurada burada bi­ risinin veya birkaç kişinin “Ben müslümandan evvel Ara­ bım yahud Türküm yahud Kürdüm” demesi Müslümanlı­ ğın rabıta-i uhuvvetini sarsacak bir mahiyette olamaz. Bu dalaletler ne kadar devam ederse etsin muvakkattir. Çün­ kü ruhumuzun mevludü değildir. Bunlar er geç bir dar­ be-i intibah ile tarumar olur gider. Elverir ki öbür taraftan müslümanlar bu intibahın ta‘cili için çalışsınlar. Garbperestlik Türkçülük’te mündemic olduğundan garb muhitinde doğan esasatı ve müessesatı körükörüne taklid ettiğinden onu ayrıca teşrihe hacet yoktur. Milliyet nasıl Hıristiyanlığın zade-i inkişafı ve binaenaleyh bizim­ le hiçbir alakası yoksa bi-tarikı’l-ula Garbperestliğin de bizimle hiçbir alakası olmaması iktiza eder. Gelelim Memleketçiliğe: Bu yukarıda beyan ettiğimiz mahiyeti mechul mezhebin tarafdaranı hakkında son günlerde söylenilen sözler bunların memleketin adab ve an‘anatını yıkmaya on ayak oldukları hakkında işaa edi­ len havadisin doğurduğu bir fikirdir. Vakit ser-muharriri memleketimizde vatandaşlığın sırf siyasi bir mahiyet kesb etmesi fikrini müdafaa ederek bunun “Bu asırda kabil-i tatbik yegane devlet fikri ol­ duğunu Türk kelimesinin bu vatandaşlığı ifade edeme­ yeceğini çünkü Türk kelimesinde mutlaka din ve geniş bir tarzda ırk mefhumu bulunduğunu bunun için bugün Türk kelimesiyle Osmanlı vatandaşlığı gibi gayet vasi‘ bir ma‘na ifade olunamayacağını” beyan ettikten sonra “Bu güne kadar müessesat-ı diniyye siyasi hayatla alakadar bulundu. Bunun neticesi dine aid vezaif-i ictima‘iyye hayriyye ve ahlakıyyenin ifa edilmemesi ve memleket­ te kudsiyet hissiyle imanın gevşemesi oldu. Türkçülük da neticesi şu oldu ki Türk lisan san‘at ve edebiyatına aid teşebbüsat-ı harsiyyeyi hoş görmemelerine ihtimal olmayan birçok Türklerde Türkcülüğe karşı mübhem bir hiss-i bürudet husule geldi” diyor. [] Evvela; Ahmed Emin Bey’e şunu ihtar edelim ki ken­ disi her şeyden evvel Müslümanlığı hiç tahsil etmemiş hiç anlamamıştır. Müslümanlık edyan-ı saire ile din namı al­ tında ictima‘ ettiğinden diğerleri hakkında varid olan her şeyi Müslümanlık hakkında da kabul edivermiş ve müta­ la‘asını bunun üzerine yürütmüştür. Bu pek fahiş bir hata­ dır. Müslümanlık’tan mukaddem din mefhumu başka ondan sonra da başkadır. İslam din mefhumu üzerinde pek büyük bir inkılab yapmıştır. Resulullah Efendimizden mukaddem din bir “dogma” bir şekl-i i‘tikadiye iman yahud bir takım elfaz-ı sahire ile merasim-i mu‘tadenin tekrarıyla ilahenin gazabını teskin ve efradın selameti­ ni yahud “nirvana”sını te’min etmekten ibaretti. Bu gibi edyanın siyasiyatla alış-verişleri yoktur. Fakat Müslüman­ lık’ta i‘tikadiyat ve ahlakıyat ictima‘iyat ve siyasiyat ile tev’emdir. Russo diyor ki: “Hıristiyanlık bize ancak tabi‘i­ yet ve ubudiyeti telkın ediyor” ve yine diyor ki “Bir hıristi­ yan cumhuriyeti teessüs edemez. Çünkü bu iki kelimeden biri ötekini def‘ eder.” Halbuki Müslümanlık’ta öyle de­ ğildir. Mesela: Müslümanlık istibdad ile yürümez. Herbiri diğerini def‘ eder. İslam devletlerinin esbab-ı sukutundan biri hepsinin İslam’ın teşekkülüne muvafık olmayan bir tarz-ı idareyi kabul etmesidir. Ecdadımızın muvaffakiyatı o kadar sağlam o kadar vasi‘ idi ki a‘da-yı İslam bunları tahrib için bu mevcudiyetin te’sis ve tarsini uğrunda sarf edilen asırlardan daha fazla bir zaman uğraştılar. Her dev­ let-i müstebide-i İslamiyye’nin pek za‘if olduğunuçünkü mebadi-i İslamiyye’ye kat‘iyyen bi-gane bulunduğunu müslümanlar asırlardan sonra anladılar.. Görüyorsunuz ki Müslümanlık saha-i siyasete mü­ dahale ederek mağlub olmuş bir mevcudiyet değildir. Memleketimizde din vezaif-i ahlakıyye ictima‘iyye ve hayriyyesini ifa etmiyorsa memlekette kudsiyet hissi gevşemişse bu Müslümanlığın siyasiyyata müdahalesin­ den değildir. Bilakis mebadi-i İslamiyye’nin siyaset saha­ sında tatbik olunmamasındandır. Bununla beraber onun değildir. Hem Müslümanlık sizin istediğiniz siyasi vatan­ daşlığı kafildir. Maksadınız bu memlekette tavattun eden bu devlete bir tabi‘-i sadık olan her ferdin ırk ve dinine fakat Osmanlı Devlet-i İslamiyyesi te’min etmedi mi? Her halde bu Memleketçilik fikri pek zaid kat‘iyyen lüzumsuzdur. Ahmed Emin Bey daha sarih söyleseler… Herkes i‘tikadında hürdür. Fakat i‘tikadını gizlemek ve bu gizlilikten istifade ederek hücumlarda bulunmak ka­ dar da fena bir şey yoktur. Aile-i İslamiyye’ye giren her ferd için ağuş-ı İslam açıktır. Fakat din-i İslam güneş gibi aşikardır. Bizde saklanacak bir i‘tikad gizlenecek mera­ sim yoktur. Hangi mezhebe mensub olursa olsun her müslüman muhteremdir. İhtilafat-ı mezhebiyyenin mey­ dan-ı mücadelesi ilim sahasıdır. Başka bir saha değildir. Bütün bu izahatımızdan görülüyor ki devletimiz bir Türk Devleti değil Osmanlı fakat müessis-i muazzamı­ nın namına izafeten Osmanlı Devlet-i İslamiyyesi’dir. Bu hafta matbuat-ı yevmiyyemiz pek hayırlı ve mes‘ud bir izdivacı kayd ediyordu. Hilafet-penah efen­ dimiz hazretlerinin kerime-i iffet-vesimesi Sabiha Sultan aliyyetü’ş-şan hazretleriyle veli-ahd-i Saltanat ve Hila­ fet devletlü necabetlü Abdülmecid Efendi hazretlerinin mahdum-ı necabet-mevsumu Şehzade Ömer Faruk Efendi hazretlerinin izdivacları için müsaade-i seniyye-i cenab-ı tacdar-ı a‘zami rayegan buyurulmuş ve geçen Pazar günü veli-ahd-i saltanat hazretleri huzur-ı hümayu­ na kabul buyurularak mevki‘-i bülend-i hanedan-ı celi­ lü’ş-şan-ı Osmanimizi yar u ağyar nazarında takviyeye medar olan bu emr-i müteyemmene müsaade-i seniy­ yeleri lütuf buyurulduğundan dolayı südde-i hümayu­ na arz-ı şükran eylemişler ve bi’l-mukabile bu izdivacın an‘ane-i saltanatta bir devre-i nevin-i bahtiyari küşad ey­ lemesi ve bu vesile ile efrad-ı milletin dahi mes‘ud ve dilşad olmaları hakkındaki ed‘iyye-i müstecabe-i hazret-i hilafet-penahiye iştirak buyurmuşlardır. Sebilürreşad bu izdivac-ı müteyemmenin her iki ta­ raf hakkında mes‘ud olmasını kemal-i ihlas ile temen­ ni ve hanedan-ı alişanımızın izdiyad-ı şevket ü satvetini Bargah-ı Ehadiyyet’ten tazarru‘ eyler. EMR-İ DİNİ MUHAFAZA HUSUSUNDA FERMAN-I HİLAFET-PENAHI Emiru’l-mü’minin efendimiz hazretleri millet-i İslamiy­ ye’nin Kanun-ı Esasi ile müeyyed hukuk-ı mukaddese-i diniyyesine karşı Türkçe İstanbul gazetesinin irtikab ettiği bu tecavüzü tecziye ile vazife-i mualla-yı hilafetini bi-hak­ kın ifa etmeleri zat-ı şevket-simat-ı hazret-i şehriyarilerine karşı kaffe-i ehl-i İslam’ı medyun-ı şükran bırakmıştır. Maa’l-esef son senelerde milletin hukuk-ı mukad­ dese-i diniyyesine karşı her türlü tecavüzde bulunmak moda halini almıştı. Eli kalem tutan bir takım derbeder­ ler ahkam-ı diniyyemizi yıkmak için her türlü teşebbüste bulunuyorlardı. Bunların ser-amedanından olan ma‘hud temadi tefevvühatta bulunuyordu. Öteden bu adama dınları baştan çıkarmak ve aile hayatımızı yıkarak ediyorlardı. Bütün bu mütecavizlerin yegane sermaye­ leri hayasızlıktır. Bunların zerre kadar bida‘a-i ilmiyyeleri olsa ve ortaya ilmi kanaatlerini koymuş olsalar bir şey denemezdi. İlme karşı ilimle mukabele etmeyi biz de bili­ riz. Bizim hiçbir taarruz-ı ilmiden pervamız yoktur. Bilakis münakaşat-ı ilmiyye daima ahkam-ı diniyyemizi tahkim etmekten başka bir semere vermez. Fakat bunlar öyle değil. Ma‘nasını anlamadan dillerine doladıkları “asrilik” kelimesinden kendi heves-i dalaletlerini tatmin edecek ma‘aniyi istihrac ederek millet-i İslamiyye’nin nizam-ı ic­ tima‘isini muhafaza eden esasat ve ahkama var kuvvet­ leriyle saldırdılar. Bu seviyede olan bir cema‘at-i hasire­ ye ilimden bahsetmek hakaik-ı İslamiyye’yi bast etmek hiçbir faide vermezdi. Dünyanın her tarafında müba­ hasat-ı ilmiyye makbul fakat uluorta tecavüzler medhul ve muhakkardır. Bu gibi en ibtidai kava‘id-i terbiyyeye bile vakıf olmayan bir takım eşirraya karşı kavanin-i ai­ deyi tatbik etmek memleketin nizam-ı ictima‘isini muha­ faza ve sıyanet namına yapılacak en mühim vazife idi. Maa’l-esef son senelerde evliya-yı umurumuz bu vazife­ lerini hatta bile bile ihmal ediyorlardı. Çünkü onlar da kendilerini inkılab-ı ictima‘i kahramanlardan addedecek ve inkılab-ı ictima‘inin faziletten rezilete inmekle tahak­ kuk ettiğini zannedecek kadar fikren mütereddi idiler. Memleketin mukadderat-ı ictima‘iyye ve ahlakıyyesini böyle bir takım derbederlerin dest-i fesadına bırakmak­ la bugün kemal-i teessürle müşahede ettiğimiz inhitat-ı ahlakıye düştük. Buna karşı durmak ve memleketin nizam-ı ictima‘i ve ahlakısini muhafaza etmek halkın hukuk-ı mukaddese-i diniyyesine riayet etmek zamanı çoktan hulul etmiştir. Bundan böyle Hükumet-i Seniyye’nin bu vazifesini layıkıyla takdir ettiğini asar-ı fi‘liyyesiyle göstermesini te­ menni ederiz. Şeyhülislam Hayderizade İbrahim Efendi hazretleri zur-ı ali-i hilafet-penahi buyurulunca neşriyat-ı mezku­ renin nezd-i şahanede teessür ve teessüfü mucib oldu­ ğundan bu gibi cür’etkarane neşriyat ve tecavüzata karşı evamir-i şedide ısdar” edildiğini beyan ettikten sonra “Meşihat-i Ulya’yı alakadar eden mesail-i diniyye hak­ kında matbuatın neşriyatını günü gününe ta‘kıb eylemek üzere Darülhikme’den bir me’mur-ı mes’ul ta‘yin edildi­ ğini” söylemişlerdir. Bize kalırsa Şeyhülislam efendi haz­ retleri matbuatı tetebbu‘ etmek hususunu mahalli mat­ buata hasr ettirmeyerek garbın ilmi ve yevmi matbuatına da teşmil buyurulsa ve dinimiz hakkında yazılan şeylere en salahiyetdar makam-ı resmi-i İslami olan Makam-ı Meşihat-i Ulya’dan günü gününe cevablar verilse pek büyük bir hizmet ifa edilmiş olur. Binaenaleyh bu teklifimiz Şeyhülislam efendi hazret­ lerince kabul edilirse birçok mesail-i İslamiyye hakkında şayi‘ olan su-i tefehhümlerin izalesi yolunda pek mühim ve semeredar bir iş görülmüş olur. Şeyhülislam efendi hazretleri gazetelerin tedkıki için me’mur-ı mes’ul ta‘yin edildiğini beyan ettikten sonra “Dokuz a‘zadan müteşekkil olan Darülhikmeti’l-İslamiy­ ye’nin üç gruba tefrikiyle her hafta bir grubun mesail-i diniyye hakkında neşriyat ve tenviratta bulunacağı ve tanzim eyleyeceği makalatın hey’et-i umumiyye tarafın­ dan tevsi‘ edilerek va‘az suretinde Ayasofya Sultanah­ med Bayezid ve Fatih Cami‘-i Şeriflerinde halka tebliğ olunacağı” beyan buyurmuşlardır. Biz va‘z ve irşad hususunun da Darülhikmeti’l-İs­ lamiyye a‘zasında hasr edilmemesini temenni ederiz. Memleketimizde tanınmış ekabir-i ulemanın da bu vazi­ fe-i esasiyyeyi ifaya da‘vet olunmalarını temenni ede­ riz. Bilhassa i‘ta olunacak mevaizin inhitat-ı ahlakımize sukut-ı ictima‘imize devasaz olacak bir surette tebliğ olu­ nacağı; halkı bir takım ihmallerden teseyyüblerden do­ layı levm ü ta‘nif ve bunlardan dolayı düştüğü gayyadan daha bedter gayyalara düşeceğini beyan ederek esasen ma‘lul-i ye’s olan ma‘neviyetleri daha karanlıklaştıracak bir mahiyette olmayacağı bedihidir. Her halde bu ce­ reyan-ı irşadın ta‘mimini ve binaenaleyh kaffe-i erbab-ı ehliyyetin bu vazifeyi ifaya da‘vet olunmalarını tekrar te­ menni ederiz. DARÜLHİKME’NİN BEYANNAMESİ Darülhikmeti’l-İslamiyye’den: Anasır-ı İslamiyye’yi aynı unsura mensub efrad-ı müslimeyi birbirine bağlayan ezeli rabıtanın habl-i metin-i İslam’dan başka bir şey olmadığını ve bun­ dan böyle de olamayacağını zaman bize lisan-ı hadisat olan intibahın husulü henüz müşahede edilemiyor. Dü­ şünülmüyor ki bu kayd-i vahdete iras-i halel edildiği anda onun bir arada bulundurduğu efrad-ı ümmet şira­ zesi kopmuş bir kitabın sahaif-i perakendesi gibi derhal dağılıp ayaklar altında kalır. Ukul-i selime ashabının herşeyden evvel düşüneceği cihet bir taraftan mensub olduğu hey’et-i ictima‘iyyenin efradı arasında mevcud esbab-ı tesanüdü te’yide ve di­ ğer taratan yeni yeni vesail-i vahdet ihzarına münhasır olması lazım gelirken Türkçe İstanbul gazetesinin Teş­ rinisani sene tarihli nüshasında “Kevkeb-i Fahir” bu ahkamın istinad ettiği esasat-ı ilmiyyeye vukufsuzlu­ ğu ve bi’n-netice akıdesindeki fesadı gösteren hatırada olduğu vechile din-i mübin gibi zaten mevcud olan ve te’yid-i İlahi ile müeyyed bulunan bir rabıta-i kudsiyyeyi tevhine tasaddi etmek havsala-i akl ü edebe sığmayan bir tecavüz-i şeni‘dir. Kaldı ki milletin hukuk-ı esasiyyesini kafil olan Kanun-ı Esasi’de musarrah bulunduğu vechile Devlet-i Osma­ niyye’nin mebna-yı mevcudiyyeti olan din-i İslam’ın himaye ve muhafazası başlarında Halife-i muazzamları bulunan reis-i hükumetleri olduğu halde bütün hey’et-i desedir. Binaberin din-i mübine vuku‘ bulacak her hangi bir tecavüz milletin gerek şer‘-i şerif ve gerek Kanun-ı Esasi ile müeyyed bulunan hukuk-ı mukaddesesine karşı hakkında da ta‘kıbat-ı kanuniyye icrası kuvve-i icraiyye­ nin en mühim ve en müsta‘cel vazifesidir. Teşrinisani tarihli Tan gazetesinden: Emir Faysal’ın sabah gazetelerinden birine vaki‘ olan beyanatı muhtac-ı tashihdir. Fi’l-hakıka muma-ileyh Su­ riye’nin tahliyesi hakkında İngiltere ile Fransa arasında akdedilen i’tilafın İngiltere’nin Arablara karşı ettiği ta‘ah­ hüdata münafi olduğunu ihsas ediyor ve demek istiyor ki: - Sahil havalisi de dahil olmak üzere bütün Suriye Arab’dır. Bu havaliye Sir McMahon Teşrinisanisi’n­ de istiklal va‘d etmiştir. - Emir Faysal mezkur ta‘ahhüdlere istinaden hüküm ve nüfuzunun tekmil Suriye’den başka Filistin’e şamil ol­ duğunu iddia etmektedir. Bu iddialara cevab vemiş olmak için Sir McMahon’un Teşrinisani senesinde Mekke şerifine gönderdiği notayı ber-vech-i ati derc ediyoruz: “Mersin ve İskenderun ile Şam Hama Humus ve Haleb’in garbında vaki‘ Suriye havalisi tamamıyla Arab addedilemeyeceğinden tasavvur edilen hududun hari­ cinde bırakmalıdır. Arab rüesası ile el-yevm mer‘i muahe­ delerimizi haleldar etmemek şartıyla bu ta‘dilat dahilinde mezkur hududlar bizce makbul ve mu‘teberdir. Büyük Britanya’nın müttefiki Fransa’ya zarar vermeyecek suret­ te serbesti-i harekatı cari olan aksam-ı arazi i‘tibarıyla mektubunuza şu cevabı i‘taya me’zunum: dudu şamil arazi dahilinde Arabların istiklalini tasdik ve te’yide –yukarıki ta‘dilatın kabulü şartıyla- müheyyadır.” Bu notadan istihrac edildiğini göre: - İngiltere sırf Arablar ile meskun havaliden yalnız Cebel-i Lübnan’ı değil fakat Suriye’nin isimleri mezkur dört şehrin garbındaki sahil kısmını da istisna etmiştir. Bu kısma İngiliz askerinin tahliye edeceği “Mavi Mıntıka” - Fransa ile İngiltere hükumetleri gerek Filistin’de gerek Arapça konuşulan diğer bir memlekette Şerif Hü­ seyin’in oğlu Emir Faysal’ın nüfuz-ı şahsisini te’min et­ meyi ta‘ahhüd etmişlerdir. Sefil ve perişan bir surette Aydın ve havalisinden mu­ vakkaten ayrılmaya mecbur kalan zavallı ve bedbaht din kardeşlerimizin hal-i pür-melalleri cidden şayan-ı endişe­ dir. Kışın azim tufanları bi-rahm soğukların te’siriyle tit­ reyen ve günden güne kuvve-i hayatlarını gaib eden bu bi-çarelerin haline bakıp da ağlamamak gayr-ı kabildir. Şimdiye kadar mevsim-i sayf hasebiyle şedaid-i hava ve emrazdan masun kalan ve ömürlerini nan ü na‘im içinde zavallıları mevsim-i şitanın hululüyle ferda-yı siyahın taht-ı tehdidinde bulunduklarını tasavvur edip de müteessir ol­ mamak mümkün mü? Maa’t-teessüf kaloriferlerin tenvim edici sıcakları içinde bunalan payitahtın münevver sınıfı bu cihetten pek la-kayd davranıyorlar. İşgal altında olma­ yan bu havali ahalisi bir taraftan milli varlığını kullanmak diğer cihetten pek elim levhalar arz eden hem-cinslerine mu‘avenet için yiyecek ekmeğini bile fedadan çekinme­ di. Fakat düşünmeli ki her şeyin bir haddi bir gayesi var. Dayanılmayacak acı hislerle mütehassis olduğumuz halde yazdığımız bu sahife-i feryadı gazetenizde neşrediniz. Ve koca payitaht halkının nazar-ı insafını bu cihetlere isal edi­ niz. Eğer ki vasi‘ mikyasta mu‘avenet olmazsa seksen bin müslüman mahve mahkumdur. Acilen mu‘avenet-i fi‘iliy­ yelerine intizar eyleriz. Ömer Lütfi Evkaf Matbaası Eşref Edib — Sorma! Kartal’da idim ben de bu çarşamba günü... Dediler: “Kurna’da dünden beri var köy düğünü... Hoşlanırsan gidelim haydi!..” “Pekala gideriz: Pehlivanlar görürüz sonra yarış seyrederiz...” Deyiverdim. Demez olsaydım... İlahi o ne hal O nasıl maskara dernekti ki... Ta’rifi muhal! Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra Bakıyor harmanın altındaki otsuz çayıra. Bet beniz sapsarı biçarelerin hepsinde... Ne olur bir kişi olsun görebilsem zinde! Şiş karın sıska çocuklar gibi: Kollar sarkık; Arka yusyumru göğüs çökmüş omuzlar kalkık!.. Gözlerin busbulanık rengi kapaklar şiş şiş; Yüz buruşmuş uzamış; cebhe daralmış gitmiş! Bakacak yerde o avare nazarlar dalıyor; Serilip kaldı mı bir noktada artık kalıyor! Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk’ün Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün! Gövde teşrihlere dönmüş o bacaklar değnek; Daha yaş yirmi iken eller ayaklar titrek! Nerde yetmişleri seksenleri bulmak? Heyhat! Kırk onun ömr-i tabi’isidir aştın mı vefat. Değişik sanki o arslan gibi ırkın torunu... Bense İslam’ın o gürbüz o civan unsurunu Kocamaz derdim asırlarca sorulsaydı eğer... Ne çabuk elden ayaktan düşecekmiş o meğer!.. Neyse değnekçi gelip “Meydan açılsın savulun!” Der demez başladı kalbi sesi yırtık davulun. Güm güm ötmek ne gezer! Tık nefes olmuş kasnak: Göğsü tokmak gibi küt küt vuruyor hışlayarak! Zurna hımhım mı nedir söylemiyor bir türlü... Üfleyen zurnacının rengi mezar kendi ölü. Güneş oldukça kızışmış beni yormuştu sıcak; Hele bir gölge bulup altıma çektim çabucak. Tam demiştim ki biraz yaslanayım dinleneyim... Biri ensemde gezinmez mi acaib bu da kim? Bir de baktım: Kelebek tarlası olmuş da içi Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi! Ama bak aklıma gelmezse de hürmet talebi; O kadar fazla samimiyyeti sevmem çelebi! Sakalından çekerim sonra karışmam... Hadi git.. Kılı ürpermedi sordum: Baş ödülmüş bu yiğit! Hele sen geç yiğidim geç bakalım başka ne var? Bir çelimsiz sopa boynunda üç arşın astar! “Pehlivanlar hani?” derken söküvermez mi Hocam Birbirinden daha biçare sekiz çıplak adam? Ah o soygunluğu rü’yada gören korkardı: Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı! O gevher şu’lelenmiş maye-i kevn ü mekan olmuş. O gevher gevher-i kamus-i nur-i Ahmediyyettir; Onun emvac-ı feyzinden zemin ü asman olmuş. Düşün ol bahr-i nuru şu’le-riz-i çeşm-i hak-bin ol; Nasıl bir bahr kim her katre bahs-i bi-giran olmuş Eya Fahr-i Rusül ey nur-ı sırr-ı cümle-i eşya Başmuharrir Teşekkül-bend olup nurunla böyle bir cihan olmuş. Bedayi‘hane-i tekvinde sensin mebde’ü’l-icad Vücudun feyz-i sari-i hitab-ı kün fe-kan olmuş. Saçılmış lem‘a lem‘a nakş-i zerrin-i kemalatın Felekler suret-ara-yı nükuş-i per-niyan olmuş Tecelliyyat-ı feyza-feyz olup bala-yı ılliyyin Tıraz-ı izzetinden arş ile kürsi ayan olmuş. Nasıl bir feyz-i akdesden huruşandır ki envarın Onun her lem‘ası meş‘al-füruz-ı ins ü can olmuş. Sen ol sultan-ı evreng-i hidayetsin ki iclalin Ser-a-pa on sekiz bin aleme tuğra-yı şan olmuş. Sen ol allame-i ilm-i ledünn-i “udnu minni”sin Ki ruhun mülk-i irfana şeh-i sahib-kıran olmuş Sen ol tavus-i bağ-ı behcet-arasın ki Cebrail Senin şevk-i cemalinle o bağa bağban olmuş. Habib-i hass-ı Mevla’sın bu yüzdendir ki her hulkun Cihan-ı aşk içinde bir cemal-i cavidan olmuş. Huda-yı lem-yezel kılmış seni bir nüsha-i kübra; O nüsha nüsha-pira-yı cihan-ı bağ-ı can olmuş. Mualla saye-i kudsiyyetin eflake düşmekten Bu bir hikmet ki cismin feyz-bar-ı hakdan olmuş. Zemine fahr için kafi değil mi işbu kudsiyyet? Mübarek ravza-i pakin mataf-ı kudsiyan olmuş. O ravzan kıbletü’l-amal-i ümmet ya Resulallah! O ravzan mehbit-i envar-ı Rabb-i müste‘an olmuş. Seni hakkıyla medh etmek ne mümkün ya Nebiyyallah! Senin medhin bütün şairlere hayret-resan olmuş. Sana tebcil için gökten inip Kur’an-ı ‘ulviyyet Ulüvv-i şanına bir şahid-i vala-beyan olmuş. Sana tekrim ile hayli melaik ni‘me-piradır Sana hep enbiya saf-beste-i ta‘zim ü şan olmuş. Senin misbah-ı feyzinden alır hep evliya nuru; Senin misbah-ı feyzin pertev-i Hakk’a nişan olmuş. Vücudun alemine rahmet-i Mevla-yı Zü’l-in‘am Füyuzun ümmet-i merhumene zıll-ı eman olmuş. Zulam-ı hevl-i mahşerde çerağ-ı şefkatin vardır Şefaat nuru minhacü’l-halas-ı müzniban olmuş. Ne ümmetdir bu ümmet kim saadetten hıyabanlar Çekilmiş re’sine her acizin bir sayeban olmuş. Ne rif‘attir yanar aşkınla kalbim ya Resulallah! Ne izzettir bana gözyaşlarım cu-yi revan olmuş. Meded-hahım garibim acizim aczimle cuşanım; O ateş ba‘is-i fahrim ki kalbimde nihan olmuş. Sana bir bendedir Mecdi-i kemter hak-i payindir; Lisan-ı aşkıle virdi dem-a-dem “el-eman” olmuş. Meal-i Kerimi Hani Musa kavmine kim olduğunu bilmedikleri katili meydana çıkarması için vaki‘ olan müracaatların­ da “Cenab-ı Hak bir inek kesmenizi emrediyor” deyip “Bizi maskara yerine mi koyuyorsun?” cevabını alınca Emr-i İlahiyi tebliğ gibi azim bir işe hezl karıştıracak ca­ hillerden olmak felaketinden Allah’a sığınırım!” demişti. Bunun üzerine “Tanrı’na tarafımızdan yalvar da bu ine­ ğin nasıl bir inek olduğunu bize bildirsin” dediler; o da “Allah buyuruyor ki: O ne pek geçkin ne de çok genç olmayıp ikisinin ortasıdır. O halde emrolunduğunuz şeyi yerine getiriniz” dedi. Kavmi tekrar “Tanrı’na tarafımız­ dan yalvar da rengi nedir bize bildirsin” dediler; Musa “Allah buyuruyor ki: O rengi sapsarı bir inektir bakan­ ların hoşuna gider” dedi. “Tekrar Tanrı’na tarafımızdan yavar da ineğin mahiyetini bize iyice bildirsin zira buna benzeyen buluruz” dediler. Musa “Allah buyuruyor ki: O çifte dolaba koşulup toprağı sürmüş ekini sulamış ol­ mayan bir inektir; her şeyden salimdir üzerinde hiçbir alacası yoktur” deyince “İşte şimdi sözün tamamını söy­ ledin” diyerek ineği boğazladılar. Halbuki emrolundukla­ rı işi yapmaya yaklaşmıyorlardı. Ayet-i kerime Asr-ı Saadet’teki Yahudilere bunların selefleri olan Beni İsrail’in tekalif ve evamir-i İlahiyyeyi nasıl karşıladığını ve Hazret-i Musa’nın bunların inad ve dalaletlerine nasıl mukavemet ettiğini beyan ediyor. Cenab-ı Hak kullarını hangi nevi’den olursa olsun tekalif ile imtihan eder ki bunların iyileriyle kötüleri mü’minleriyle münafıkları evamir-i İlahiyyeye muti‘ ve münkad olanlarıyla inad ve dalalette puyan olan­ ları meydana çıksın. Bakaranın hulasa-i evsafı ne yaşlı ne de doğurma­ mış olması belki bunların arasında bulunmasıdır. Beni başladılar. Hazret-i Musa bunun rengini de ta‘yin ile sarı fakat sapsarı olduğunu beyan etti. Beni İsrail bu evsaf ile üzerine bu bakaranın çift sürmek için su dolabı çevir­ mek için kullanılmadığı renginin sarılığına başka rengin karışmadığını kaffe-i me‘ayib ve emrazdan salim oldu­ ğunu anladılar. Ayet-i kerimeden kesilecek bakaranın ma‘lum ve mu‘ayyen olduğu anlaşıldığından Beni İsrail’in bu sual­ lerle Hazret-i Musa’yı imtihan ve Cenab-ı Hakk’ın onu bakaranın sıfat ve müşahhasatına agah edip etmediği­ ni anlamak istedikleri tavazzuh ediyor. Habuki Hazret-i Musa bakaranın kaffe-i sıfatını ta‘rif etmiş ve binaena­ leyh onun doğruluğu vahy-i Rabbaniye mazhar olduğu ta‘ayyün etmiş idi. Bunu kavli isbat etmektedir. Hak emr-i sabittir. Beni İsrail bu bakaradan haberdar olmasa­ lar Hazret-i Musa’dan vuku‘ bulan istifsarlarını bu nokta­ da bırakmazlar ve bilhassa onların her tereddüdünü izale eden hakkı söylediğini i‘tiraf etmezlerdi. Ba‘zı müfessirlerin Beni İsrail’in uydurmalarından ik­ tibas ve bu sadedde serd ettikleri kısas-ı hurafiyyeden ve bilhassa –bizim bildiğimize göre- İbn Abbas ile Aley­ hissalatü Vesselam Efendimiz’e isnad ettikleri asılsız ri­ vayattan sarf-ı nazar ettiğimiz takdirde ayet-i kerimenin siyakından ve uslub-ı metininden şu istinbat olunur ki; Beni İsrail muhakkak kendi aralarında mu‘ayyen bir ba­ karayı kesmeyi kararlaştırmışlar sonra Hazret-i Musa’ya gelerek Cenab-ı Hakk’ın Peygamber’ini onun sıfatına agah edip etmeyeceğini anlamak istemişler. Binaena­ leyh Hazret-i Musa’ya gelince Cenab-ı Hakk’ın onlara bir bakara kesmelerini emrettiğini beyan etti. Beni İsrail Hazret-i Musa’nın aralarında kararlaştırdıkları şeye mut­ tali‘ olduğunu görünce muzmerlerini gizlemeye çalışarak “Bizimle istihza mı ediyorsun” dediler. Böylece Hazret-i Musa’yı şüpheye düşürmek vahy-i İlahiye nefsinin it­ mi’nan etmemesini te’min etmek istiyorlardı. Fakat Musa kalbinde cereyan eden halin vahy-i İlahi olduğunu biliyordu. Ve bunun için demişti. Beni İsrail Hazret-i Musa’nın sebat-ı kalbini telakkı ettiği vahyin doğruluğu hakkında yakınini görünce ba­ karanın evsaf ve müşahhasatını ta‘dad etmesini taleb et­ tiler. Hazret-i Musa bunları da kendilerince ma‘lum olan sıfatıyla ta‘dad edince artık bakarayı kesmekten başka çareleri kalmadı. Fi’l-vaki‘ bunlar bakarayı kesmek iste­ miyor ve bundan dolayı evsafını istemekte ısrar ediyor müşkil-pesendlik gösteriyorlardı. Bunların demeleri Hazret-i Musa’ya karşı muanid ve müs­ tehzi olduklarını göstermek içindir. Bu kıssa Hazret-i Musa ile kavmi arasında geçen muhavereyi serd ettiği gibi Hazret-i Musa’nın onlara ayat-ı ilahiyyeyi hiç şek ve şübhe bırakmayacak surette nasıl gösterdiğini beyan etmektedir. Müfessirinin bu sadedde pek çok sözleri vardır ki bun­ ların gerek Kitabullah’ta gerek sahih ehadiste bir senedini bulsaydık kemal-i memnuniyyetle kabul ederdik. Halbuki biz bunların mufassalan beyan ettikleri sözlerin edillesini tefahhus ederek israiliyyatı aşamadığını ve ba‘zı yerlerde musanna‘ rivayetlerden ibaret kaldığını gördük. Garib odur ki bu tefasiri mütala‘a edince hep­ sinin lafız ma‘na ve menba‘ i‘tibarıyla müteşabih oldu­ ğunu evvelce birinin tahkık ve taharride noksan bırak­ tığı yahud yanıldığı bir şeyde ondan sonra gelenlerin tamamlamaya yahud doğrulatmaya gayret etmedikle­ rini görüyoruz. Binaenaleyh müslüman kardeşlerimize şunu tavsiye ederiz ki sünnet-i seniyyenin tesbit yahud Kitabullah’ın te’yid etmediği şeylere ehemmiyet verme­ sinler. Çünkü sözün en doğrusu Kitabullah irşadın hayır­ lısı Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz’in irşadıdır. Darülhikmeti’l-İslamiyye a‘zasından “Dini Felsefi Musahabeler” muharrir-i muhteremi fazıl-ı şehir Ferid Beyefendi Ayasofya Cami‘-i Şerifi’ndeki mev‘izalarına geçen Cuma’dan i‘tibaren başladılar. Nezih kalemiyle cevval fikirleriyle yüksek bir şöhret kazanan üstad-ı muh­ terem vadi-i hitabette de büyük muvaffakiyet gösterdi­ ler. Hazretin belağat ve zarafeti zaten meşhurdur. Yalnız kendisini coşduracak bir mes’ele mevzu‘-ı bahs edilmiş olsun. Artık söz kendisinindir. Zengin ve münsecem ifa­ desiyle ceyyid fikirleriyle yüksek zarafetleriyle meclisi tezyin ruhları tenşit fikirleri müstefid eder. En gamiz mesail-i ilmiyye ve felsefiyyeyi en basit bir şekle koyarak mahsus bir misal ile tavzih etmek hazrete mahsus bir me­ ziyet-i tebliğdir. Bu meziyet-i hakimanelerinin meftunu olanlar umumi hitabelerde üstadın daha büyük kudret ve muvaffakiyet ibraz buyuracaklarını takdir ettikleri ci­ hetle daima kendisinden birkaç hitabe irad buyurması­ nı rica ederlerdi. Fakat müfrit tevazu’ları maa’t-teessüf bu ricanın is‘afına mani‘ oluyordu. Şeyhülislam efendi hazretlerine teşekkürler olunur ki Darülhikme a‘zalarını cami‘lerde mevaiz iradıyla tavzif buyurdular da üstaz-ı hakim gibi bir nadire-i zekayı umumi hitabelerle ‘amme-i müsliminin ifaza-i kulubüne sevk etmiş oldular. Cenab-ı Hak tevfik ihsan buyursunlar da bu kıymetdar hitabe­ ler mev‘izalar temadi etsin. İlk mev‘izasını maa’t-tees­ süf tamamıyla zabt etmek mümkün olamadı. Mevzuu hutut-ı umumiyyesi hakkında bir fikir vermek üzere hatırda kalabilen bazı kısımlarını nakl ediyoruz. İnşaallah ba‘dema mümkün mertebe zabtına itina olunacaktır: Bu kürside mev‘iza kabilinden ba‘zı şeyler söyleye­ ceğiz. Ima ile işaretle söylemeye lüzum yok. Fikrimizi açıkça söyleyelim. Ortalıkta bir cereyan-ı meş’um var: Dinsizlik dine karşı bir husumet. Biz bu cereyanın önü­ ne geçmek için müdafaat-ı lazımede bulunmak istiyoruz. Bu kürsüde füru‘-ı ahkam-ı diniyyeden bahsedecek de­ ğiliz. Daima bu nokta etrafında dolaşacağız. Şu halde bizim mev‘izamız hususi bir mahiyeti haizdir. Çünkü en mühim mevzu‘ budur. Mesela; bir ağaç olur. Çiçekleri yaprakları teraveti nedareti görülür. Fakat ağacın köküne ba‘zı mikroplar hücum ediyor. Oradan çürütmek istiyorlar. Şimdi hazık bir bağçevan ağacın kökünü bırakıp dallarıyla uğraşmaz. Çünkü asıl sabit olunca fer‘ bi’t-tab‘ nabit olur. Mes’e­ le köktedir. Dalda budakta değil asla nisbeten füru‘ da ağacın dalları gibidir. Kök masun olursa o ağacın dalları her zaman ter u taze durur. Her hadise bir illetin eseridir. Dünyada ne kadar şey görülürse bunlar hep ilel ve ma‘lulat-ı müteselsile kabilin­ dendir. Ya‘ni ne olmuşsa mutlaka onu olduracak bir sebeb vardır. Ma‘lul hoş görülmediği takdirde illetin izalesi vacib olur. Evet her şeyin çaresi vardır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Mübin’de buyuruyor. Ya‘ni siz düşmanıza karşı istita‘atiniz dahilinde olan kuvvetin kaffe­ sini hazırlayınız. Bu ayet-i kerime cihad-ı asgar hakkında varid olmuştur. Mevrid-i has olan bu ayet her nevi’ cihada teşmil edilebilir. Din-i mübini muhafaza ise bütün cihad­ ların akdemi ve a‘zamıdır. Zaten öteki cihaddan maksad da bu değil mi? Bu nevi’ cihada sebebiyet veren her nevi’ düşmanlara karşı esbab-ı müdafaayı hazırlamalıyız. Her eser bir müessirden tevellüd ettiği gibi bu cereya­ nın da hafi celi bir müessirin eseri olduğu inkar edilemez. Mutlaka onun da bir illeti vardır. Ya‘ni bu da tehavül-i zaruri neticesi olabilir. Bu cereyanlara karşı tehevvür ga­ zab hiddet… Bunlar boş şeylerdir. Bunların hepsi acz alametidir. Her derdin bir devası vardır. Bu mes’ele pek naziktir. Burada öyle asabiyete mağlub olmak itidal-i demi muhafaza edememek pek fena neticeler verir. Hat­ ta benim i‘tikadıma göre faideden ziyade mazarrat verir. Böyle değil mi? Burada uslub-ı hakimane ile idare-i fikr ve kelam etmek lazım gelir. Öyle tehdid ile sitem ile hiçbir müsbet netice elde edilemez. Zira bu gibi akıl ve mantık­ tan haric müdafaat-ı sakıme hasma hakkı kabul ettirmek şöyle dursun onu daha ziyade temerrüd ve tecellüde sevk eder. Bu bir araz daha doğrusu bir marazdır. Her marazın bir çare-i def‘i olduğu gibi erbabı için bunun da bir çare-i def‘i vardır. Öyle ise bir tabib-i hazık bir hastanın yanına gittiği zaman hastayı hasta olduğundan dolayı tekdir ede­ cek olursa onun ne hazakatinden ne maharetinden hiçbir fek tecavüzatına sabır ve sekinetle mukabele eder. Onun saika-i marazla söylediği mütehevvirane sözlere de kulak asmaz. Mukteza-yı fen icab-ı hal ne ise onunla meşgul olur. Bu alem-i şüunda meşhud olan tahavvülatın tebed­ dülatın hep menşei vardır. İş bu menşei bilmekte muk­ tezaya göre hareket etmektedir. [] Her şeyi zaman doğurur zaman vücuda getirir. Eğer ümmetin kaffesi mişkat-ı nübüvvetten iktibas ettik­ leri envar-ı hakıkatle iktifa etmiş olaydılar İslam arasın­ da gerek ma‘kul gerek menkul hiçbir mes’elede ihtilaf tahaddüs etmemesi herkesin vetire-i vahide üzere dine temessük icra-yı hareket eylemesi lazım gelirdi. Halbu­ ki emr ber-aksdir. İşte Mesnevi-i Şerif’i göstererek bu kitap da zamanın ihtiyacından doğmuş bir eser-i ‘alidir. Cenab-ı Mevlana acaba zamanındaki insanlarda ne gibi şeyler görmüş ki gördüğü halleri bu kitapta uslub-ı hakim ile tasvir etmiş. Kala-yı imana tasallut eden güve­ leri izale etmek için nice nice hakaik-ı ‘aliyyeyi nice nice devaları bu kitapta temhid eylemiş. Eğer herkes fıtrat-ı ula kaymağını bozmamış safvet-i kamilesini muhafaza etmiş olaydı böyle bir eser vücuda gelmezdi. İşte Aya­ sofya Kütübhanesi’nde ve sair kütübhanelerde binlerce mücelledat var. Bunların hepsini zamanın ihtiyacı doğur­ muş vücuda getirmiştir. İlm-i kelama aid olan müellefat da o cümledendir. Acaba bu kitaplar ne için yapılmış ne gibi lüzum ve ihtiyac üzerine tedvin edilmiş. Aristo’nun Makulat’ından Eflatun’un Mesel’inden bilmem neden bahse lüzum ne idi? Demek oluyor ki her şey seyl-i huruşan gibi menba‘ından kopup geliyor ve tabi‘i bir cereyan ta‘kıb ediyor. O selin önüne geçilemez. Ancak selin cereyanı da hali üzere bırakılırsa her tarafı su basar. Hüner o cereyana zarardan hali bir istikamet vermek kanallar açarak mecralar yaparak o cereyanı zarar ver­ meyecek bir şekl-i salime irca‘ etmek lazım gelir. Yani hulasa-i kelam görülen bu temayülat bu mü­ ellim halat gayz u gazabdan ziyade hakimane bir uslub gürültüden hiçbir şey çıkmaz. Yalnız teessüfe şayan bir hal görülüyor ki herkes dimağını bu vadide istediği gibi kullanıyor. Bunun da ceza-yı acilini görmüyor. Çünkü Cenab-ı Hak böyle murad etmiş. İsteseydi onu da yapardı. Nitekim kuvayı cismaniyyemizin isti‘malinde bu kanunun aksi caridir Cenab-ı Allah kolumuzu şu suretle uzatmak yahud içe­ riye doğru bükmek üzere halk etmiştir. Şimdi biri çıkıp da kolunu dış tarafa doğru bükmeye kalkışırsa o kol çatır çatır kırılır. İşte bu fi‘ilin gerek mısdakı gerek cezası o uzvun içindedir. Allah oraya koymuş. Fakat ahlakı dini şeylerde ba‘zı mertebe cezasız kalır gibi görülüyor. Hoş nefsü’l-emr böyle değildir ya. Onun da cezası içindedir. Fakat nisbeten beriki kadar acil olmadığından o vadide daha cesurane hareket ediliyor. Evet din-i mübin hakkında daima mütecavizane söz­ ler söylendiği işitiliyor. Doğrusu buna çok teessüf olunur. Bir şey hakkında söz söylemek için o şeyi bilmek lazım gelir. Acaba din-i mübini bu suretle hırpalamak isteyen­ ler bu din dairesinin içine girmişler mi? Bu dinin ne ol­ duğunu biliyorlar mı? Yoksa her şey gibi bunu da haric­ den görüp hükümlerini bu nazar-ı sathiye mi mübteni kılıyorlar? Çünkü herşeyin bir içi bir de dışı var. Mesela; bu Ayasofya Camii dıştan büsbütün başka bir şeydir. Bir kütle-i türab ve hacerdir. Fakat içine girince iş değişir. Manzara-i dahiliyye ile manzara-i hariciyye arasında azim bir fark olduğu görülür. Dinin manzara-i dahiliy­ yesi demek o din dairesinin içine girmek onun ahkamı­ na riayet eylemek demektir. Yoksa haricten bakıp aklına geleni söylemek yazmak değildir. Şatranc tahtasına taş dizer gibi ratb ü yabis kelimeleri silsile-i kelam şeklinde Cenab-ı Hak her eserin husulünü onun sebeb-i adi­ sine muallak kılmıştır. Dinin ne olduğunu anlamak için evvel be-evvel onun ahkamına tevessül etmek lazımdır. Mesela; Allah Kur’an’da buyuruyor. Evet işte bu fevahiş ve münkerattan tevakkı hususunda şu ayet-i kerimenin mazmununa ma-sadak olmak için mutlaka namaz kılmak şarttır. Allahu Te‘ala murad etmiş olaydı bu ervahı eşbaha muhtac olmaksızın namzed olduğu kemale isal eder şuun-ı cariyye-i tekvin ma‘na aleminde olup biterdi. Hal­ buki böyle yapmamış. Ervahın tekamülünü eşbahdaki tasarrufuna eşbahın tehavülüne eşbahdaki harekete vabeste kılmış. Ruh bütün tasavvuratını eşbah i‘anesiyle vücuda getirir. Fil-hal öyledir. Mesela; lezzet denilen bir emr-i vicdani vardır. Bunu duymak için leziz bir şeyi ağı­ za almak şarttır. İşte şu fi‘il-i maddi husul bulmadıkça o lezzeti duymanın ihtimali yoktur. Bu böyle olduğu gibi Allah dinin füyuzunu nurunu onun erkan-ı ma‘lumesine indimac ettirmiştir. Mesela; namaz kılarsın oruç tutarsın dinin sair ahkamına teves­ sül edersin. Bu erkan sende öyle halat tevlid eder ru­ hunda kalbinde öyle takallübat vücuda getirir ki bir gün evvel siyah gördüğün şeyi ertesi gün beyaz görmeye baş­ larsın. Dinin evamirine tevessül ruhta vicdanda mühim yapmıyorsun hiç feraiz ve vacibattan birine ehemmiyet vermiyorsun kalbin yüreğin bu amellerin te’sirinden müteessir feyzinden müstefiz olmamış. Pekala o halde ne hak ile dinden bahsedersin? Evvela şart-ı la-büd hük­ münde olan bir nazar-ı sahih bile yok sende. Ama sen: “Ben fikir ve nazar tarikiyle bunun böyle ol­ duğunu anlıyorum” diyeceksin. Hem ben eminim ki sen bunda da yayasın bunun da şeraitini yoluyla düşündü­ ğünü kabulde ma‘zurum. Her şeyden evvel fıtrat-ı seli­ meyi tağyirden ictinab etmeli. Senin dimağın vücudun ahengi bozuk bir saz gibi sami‘a-hıraş sadalar verir. Sen nı tehziz et. Bu ahengi düzeltmeyecek olursan sazından çıkacak elhan bir kuru gürültüden başka bir şey olmaz. Dairenin içine gel bir üstad-ı hazık tellerini yola koysun. Ondan sonra herkes nağmeni dinler. [] - Ama ben bunların birini yapmam. Sırası geldikçe: “Adam din dediğin nedir?” demekten hicab edilmiyor. Ne gafilane cesaret! Ne şena‘at! Dilin kemiği yok a ne isterse söyler. Bu söz inkarın en basiti safsatanın en adisidir. Nazar-ı akıl ve hikmette iki paralık kıymeti yoktur. Bunu böyle bilmeli ki Allah’ın ikad etti­ ği bu nur öyle basit adi hükümsüz kıymetsiz safsata­ larla hiçbir zaman söndürülemez. Kim onu söndürmek Onun füru‘u kıyam-ı haşre kadar bakıdir. Gerek din-i mübin gerek onun mebna-aleyhi olan Kitab-ı mün­ zel-i semavi savn-ı İlahi ile masundur. Nesta‘izü billah: DINİN FEVAİD-İ MEDENİYYE VE İCTİMA‘İYYESİ Netice-i tahlilde bu mürekkebatın esası nasıl anasıra müntehi oluyorsa hey’et-i ictima‘iyye ve medeniyet-i sahihanın esasları temelleri de dine enbiyanın şeri‘atla­ rına müntehi olduğu görülüyor. Evet bir hakıkat olmak üzere diyebiliriz ki: İnsanlar vahdet-i ictima‘iyyenin esasını düşünmenin tariklerini kütüb-i semaviyyeden öğrenmişler sonra düşünmeleri­ ni tevsi‘ ede ede bugünkü terakkiyata vasıl olmuşlardır. Esasen tarih-i edyan da gösteriyor ki: Edyan-ı münze­ le ve kütüb-i semaviyyenin en mühim evsaf-ı mümey­ yizesi gösterdikleri yolu ta‘kıb eden akvamda ilmi ve kanuni vahdet-i ictima‘iyye bir rabıta-i siyasiyye kendi­ sine mahsus bir medeniyet-i sahiha tevlid etmiştir. Misal olmak üzere bugün birer kitab-ı mukaddese müstenid bulunan edyan-ı semaviyyeden şeri‘at-i Museviyye ile şeri‘at-i Muhammediyye’yi nazar-ı dikkate alırsak görü­ rüz ki bu dinlerde üssü’l-esas olan tevhid-i İlahi çok geç­ meden –tekamül-i milli ve ırkileri pek dun olan- bir takım ümmetler arasında bir vahdet-i ictima‘iyye te’sis ederek onları din üzerine müesses ve din ile kaim bir hey’et ha­ line getirmiş hukuk ve vezaif-i mütekabile ile yek-diğe­ rine rabt eylemiştir. Ma‘amafih edyan-ı münzele insanlar arasında bir vahdet-i ictima‘iyye husule getirmekle kal­ mayarak aynı zamanda sahih bir medeniyetin de validi olmuştur. Tarih nazarında medeniyetlerin dinlere nisbet olunmasından da anlıyoruz ki: Medeniyetin menşei ve validi edyandır. Medeniyet dinlerin zade-i kemalatıdır. Gustav Le Bon’un şu ifadeleri bile –hangi maksada göre söylenirse söylensin- bizim müddeamızın sıdkına açık bir delil teşkil etmektedir: “Edyan vesme-i zeval na-peziri­ ni medeniyetin kaffe-i anasırı üzerine vurduğu insanların ekseriyet-i azimesini kavanin-i mahsusasına tabi‘ tutmakta devam ettiği halde fikir ve nazar neticesi olan mesalik-i felsefiyyenin hayat-ı akvam üzerinde gayet az bir te’siri görülmüş bu mesalikin kaffesi müddet-i kalile zarfında mahv u na-bud olmuştur. En şedidü’l-şekime devletlerin teşekkülü medeniyetin hazine-i müşterekesi halinde olan bedayi‘-i edebiyye ve fenniyyenin zuhuru hep edyanın netice-i te’sir-i i‘caz-nümasıdır.” Demek ki “din”in en büyük bir mebde’ en feyyaz bir kudret-i ma‘neviyye olduğu mes’elesinde kimsenin şüb­ hesi kalmıyor. Edyanın cem‘iyet ve medeniyet üzerindeki gayr-ı ka­ bil-i inkar olan şu te’sir-i mühimmini şübhe yok ki telkın etmiş olduğu mebadi-i i‘tikadiyye ve desatir-i ahlakıyye­ de aramak icab eder. Evet din insanlara öyle i‘tikadlar telkın etmiş ki onların herbirisi insanlar arasında ictima‘i bir hey’etin teşekkül ve devamı insani bir medeniyetin zuhur ve terakkısi için en büyük amil olmuştur. Evet din gerek efrad ve gerek cem‘iyat-ı beşeriyyeyi hüsn-i suretle di-i ahlakıyyeyi kat‘iyyet ve sarahatle ta‘yin eylediği için her din bir nevi’ medeniyetin zuhuru için bir neyyir-i feyz olmuştur. Burada misal olmak üzere dinin telkın etmiş ol­ duğu mebadiden yalnız üç tanesini mevzu‘-ı bahsetmek din ve millet - Hayat-ı uhreviyye ve saadet-i ebediyye. Gayr-ı kabil-i inkar bir hakıkattir ki: İnsanı en yüksek en şerefli bir mertebeye is‘ad eden “edyan-ı semaviyye”dir. Edyanın insana bahşeylediği ulvi mertebeyi hiçbir mes­ lek vermemişdir. Edyan-ı semaviyye insanı en mükerrem bir mevki‘e en yüksek bir mertebeye is‘ad etmiş insanın fazla bir şeref ve meziyet sahibi olduğunu bildirmiş fıtra­ ten malik olduğu kuva ve melekat i‘tibarıyla na-mütenahi bir terakkıye namzed bulunduğunu ve binaenaleyh bütün mevcudatı kendisine ram etmek kudret ve isti‘dadında halk olunduğunu kat‘i bir lisan ile anlatmıştır. Böyle bir i‘tikadın insanı nerelere kadar sevk ede­ ceğini düşünmeye bile lüzum yoktur zannediyorum. Böy­ le bir iman taşıyan insan şübhe yok ki bunun ilham ey­ lediği terakkiyata vasıl olabilmek için yorulmak bilmez bir sa‘y-i mütemadi ile cihet-i temayüzü olan isti‘dad ve ka­ biliyeti inkişaf ettirmeye çalışacak vasıl olduğu terakkiyat ne kadar yüksek olsa ondan daha yükseklerine çıkmak ümniyesiyle orada tevakkuf etmeyerek yine çalışacaktır. Aynı zamanda bu iman ve i‘tikad insanın behimi hasletlerden tevakkı hayvani sıfatlara yaklaşmaktan ic­ tinab etmesini de istilzam eder. Çünkü haiz olduğu şeref ve rüchan onlarla ittisafına bir mani‘-i kavi teşkil eder. Binaenaleyh i‘tikad bir insanda kuvvetli olursa behimi olan sıfatlarla ittisaftan o derece nefret eder bu nefret ne kadar şiddetli olursa ruh-ı beşer o nisbette te‘ali eder. çıkdıkça medeniyet-i hakıkıyyeyi tamamen idrak eder. Yaşamasında muamelatında adalet muhabbet te‘a­ vün istikamet gibi kavanin-i medeniyye ve ahlakıyye­ yi kendisi için düstur-ı hareket ittihaz eder ki insanların dünyada vasıl olabilecekleri saadetin müntehası felasife ve hukemanın arzu-yı yeganesi de bu noktaya vasıl ola­ bilmekten ibarettir. Şimdi bir de ikinci i‘tikadı tedkık edelim: Edyan-ı semaviyye insanlara bir de şeref-i din ve millet i‘tikadını telkın ediyor. Bu telkın-i dini eseri olarak kendi dininin ve o din ile mütedeyyin olan akvamın mi­ lel-i saireden ziyade bu şerefi haiz olduğuna daha doğ­ rusu şeref ve meziyet namına ne varsa hepsinin yalnız kendi milletine aid bulunduğuna kani‘ bulunan bir kimse şübhe yok ki evsaf-ı fazıla ve mefahir-i milliyyede mi­ lel-i saire ile şeref ve te‘ali müsabakalarına kıyam eder. En ulvi evsafı en yüksek ahlakı mezaya-yı insaniyye ve milletlerinde vücudunu kabul ettikleri şeref ve haysiyeti ettikleri gibi gerek şahıslarına ve gerek kalblerine [ka­ bilelerine] karşı haricden gelecek bir zillet ve hakaret bir zulüm ve te‘addi vukuuna da hiçbir zaman razı ola­ mazlar. Böyle bir zilleti mensub oldukları din ve milletin haiz olduğu şeref ve meziyetle gayr-ı mütenasib bulurlar. Din ve milleti hakkında böyle bir iman ve i‘tikada sahib olanlar başka milletlerde gördükleri me‘ali ve mefahi­ rin daha a‘la ve daha mükemmelini kendi milletlerinde görmedikçe dil-hun olurlar. Hiç rahat edemezler. Çünkü şeref-i insaniden ma‘dud olan her guna ulüvv-i saadeti meziyeti başkalarından ziyade kendi milletlerine layık gö­ rürler. Ve görmeye bütün kuvvetlerini sarf ederler. Şüb­ he yok ki böyle bir iman ve i‘tikad ‘ulum ve fünunun sanayi‘ ve bedayi‘in tevessü‘ ve intişarı milliyet ve me­ deniyetin tahkim ve takviyesi için en büyük bir amil en kuvvetli bir müessirdir. Mensub olduğu din ve millet hakkında bu derece bir tında zelil ve makhur yahud mezaya-yı terakkı ve temed­ dünden mehcur bir hal-i felakette görür ise artık onun ha­ miyet damarları kabarır; kalbine sükun ve rahat gelmez. Bir lahza bile sükun ve rahat içinde karar kılamaz. Bütün hayatını vücud-ı millete arız olan o maraz-ı müdhişin te­ davisine hasreder. Neticede ya marazı keşfederek tedavi­ sine zafer-yab olur yahud o yolda ölür gider. Görülüyor ki: Bu i‘tikad medeniyetin müntehasına vasıl olmak için milletleri müsabakaya sevk edecek on­ ları en büyük en ulvi makamlara isal edecek en kuvvetli müşevvik ve amil olmak mahiyetindedir. Artık bu i‘tikad­ dan mahrum olan bir milletin düşeceği haziz-i mezellet ve meskenet nazar-ı dikkate alınsın! Şimdi bir de üçüncü i‘tikadın hayat-ı cem‘iyet üzerin­ deki te’sir-i mühimmini düşünelim: Edyan-ı semaviyye beşeriyet için na-mütenahi bir is­ tikbalde ebedi bir hayat ve saadet va‘d ediyor. Ve bu dünyanın o saadet-i ebediyyeyi kazanmak için bir saha-i faaliyyet olduğunu söylüyor. Şimdi hayat-ı beşeriyyenin herkesçe ma‘lum ve mu­ hakkak olan şu mütenahi ve adeta rüya gibi olan kısa bir müddetten ibaret olmayıp insanlar için ebedi bir saadet na-mütenahi bir hayat bulunduğu ve buna nail olmak da burada iken kemalat-ı ilmiyye ve fezail-i ahlakıyye tahsil etmekle bu i‘tikadın gösterdiği yolu tutarak hiç durmak­ sızın ahlakını tehzib ve rezaletin tevlid edeceği fenalıktan nefsini tathire çalışır. Böyle bir iman ve i‘tikada sahib olan insan her hususda istikametten ayrılmaz. Para kazanmak zengin olmak isterse tarik-ı hıyanete süluk etmez. Hile ve ya­ landan irtikab ve ihtikardan çekinir. Hud‘a ve temelluka tenezzül etmez kazancını meşru‘ usullerde arar. Kendi hakkını bilir. Aharın hukukunu gözetir. Çünkü vazifesini hakkıyla ifa edenlerin ebedi bir hayat ve saadete kavu­ şacaklarına yakıni bir iman ve i‘tikadı var. Bir mükafat ve mücazat gününün vücudunu bir mahkeme-i kübra huzurunda bulunulacağını mu‘teriftir. Binaenaleyh maarif-i hakka ahlak-ı fazıla üzerine mü­ esses hakıkı ve insani sabit bir medeniyete doğru gitmeye Herkes hakkını bilmek ve kendi uhdesinde olan hukuk-ı gayrı gözetmek esasına müstenid bulunan hey’et-i ic­ tima‘iyyenin devam ve bekası da bu i‘tikadın kuvvetli bir surette vücuduna mütevakkıftır. Çünkü fikr-i mes’u­ liyyet olmadıkça hukuk ve vazifeye riayet pek de müm­ kün değildir. Şu halde pek haklı olarak iddia edebiliriz ki: Zıman-ı vazife demek olan fikr-i mes’uliyyetin istik­ bal-i na-mütenahiye doğru inkişaf ve idamesi olmak üzere tin muhafaza-i mevcudiyyeti noktasından pek esaslı pek tabi‘i bir fikr-i ulvidir. Bu fikri tevhin etmek değil daha müstemir müeyyidat ile takviye etmek elzemdir. Ahiret ve mes’uliyet fikri duçar-ı halel olan kimseler menfaat ve ağraz-ı şahsiyyeye perestiş i‘tibarıyla alemde en muzır bir unsur olacakları şüphesizdir. O gibi kimseler nazarında hubb-i nev‘ hubb-i vatan menfaat-i ‘amme tarih korkusu denilen şeyler gayet gülünç şeylerden fazilet insan aldatmadan haya za‘af-ı a‘sabdan ibaret kalır. Gulüvv-i dine sapan tarik-i dünyalar nasıl atalet-i bir teşettüt-i ictima‘i husule getirir. İşte bunun içindir ki: Fikr-i ahiret fikr-i mes’uliyyet gerek bir cem‘iyetin devam ve bekası gerek sahih ve insani bir medeniyetin husule gelebilmesi için en mühim bir amildir. Bunu telkın ve te’yid eden ise ancak dindir. Bunun içindir ki cem‘iyet ve medeniyetin devam ve bekası din fikrinin daha kuv­ vetli bir şekilde idame edilmesine mütevakkıfdır. Aksekili Ahmed Hamdi YOLLARDAN EZA VERECEK ŞEYLERİ REF‘ VE İZALE Hadis-i Şerif merr-i nas olan yollarda mürur u ubura mani‘ ve halka eza veren şeyleri ref‘ ve izaledir. Tarik-ı am: Şehir ve köylerde mutlaka gelip geçmek yoldur. Bunlar için genişlik doğruluk temizlik arızasızlık umur-ı vacibeden ve muhafazası hukuk-ı ‘ammedendir. Yolların genişliği hakkında Mu‘cem-i Evsat-ı Taberani’de Cabir radıyallahu anhdan rivayet edilen hadis-i şerif ’dır. Ebu Hüreyre radıyallahu an­ hın rivayeti üzere hadis-i şerifi Sahih-i Müslim’de müsbettir. İmam Ahmed bin Hanbel rahimehullah Müsned’inde İbn Abbas radı­ yallahu anh rivayeti üzere bu suretle masturdur. Bin kadar yahud bini mütecaviz nüfusu şamil bu­ lunan bir beldede ya‘ni Asr-ı Saadet’teki haliyle Medi­ ne-i Münevvere’de vüs‘at-i tarikin yedi zira‘ olmasına lüzum görüldüğü halde mesela bir buçuk milyon nüfusa karib nüfusu şamil ve ahmal ve eskal izdiham elektrik­ li tramvay otomobil araba ve sair vesait-i medeniyyesi kesir bulunan Asitane’de ve kesret-i nüfusa göre diğer memalikte ne derece vüs‘at-i tarik lazım olacağı min ci­ heti’l-mefhum hadis-i şeriften müstebandır. Hulefa-yı Abbasiyye’den Ebu Cafer Mansur Devanikı tarih-i hicrisinde vaz‘-ı esasını icra eylediği Bağdad şehrinin hin-i binasına tarik-ı ‘amme olan sokakları zira‘ arzında tanzim ettirdiği ve şehr-i mezkurun messahı ve mühendisi ise İmam-ı A‘zam radıyallahu anh bulun­ duğu mazbut-ı sahife-i tevarihdir. Hazret-i Ömer radıyallahu anh zamanında Kufe’de bir memleket te’sis edildi. Ve hurma ağaçlarından evler yaptılar elli altmış bin kişi sakin oldu. Günün birinde bir yangın şehri yaktı. Kufe’deki kumandan “Hurma dalla­ rından yaptığımız evler yandı taşla yapalım” dedi. Haz­ ret-i Ömer’e yazdı. Hazret-i Ömer cevabi mektubunda “Evet böyle bir memleket lazımdır. Şehri yeniden bina ediniz. Şehrin vasatında geniş bir meydan olsun ve bu meydan üzerine bir cami‘-i şerif yapınız. Bu meydan şehrin merkezini teşkil etsin. Sonra herbiri kırk arşın ar­ zında amuden iki yol açınız. İkinci derece caddeler üçüncü derece yirmi dördüncü derece on arşın olsun ve bunlar umumi caddeden teşa‘ub etsin.” Nakl ü imrar nasıl ihtiyacat-ı medeniyyeden ise bu halin suhuletle husulü de o derece muhtacun-ileyh bu­ lunduğu ve bir de yolların tesviyeli olmasına mütevakkıf olduğu vareste-i kayd ü istidlaldir. Kur’an-ı Kerim’de ehl-i Seb’e’yi beyan esnasında bel­ delerindeki turuk ve esvakın vüs‘at ve istikanetiyle ve beldelerinin ma‘muriyetiyle sekenesinin hüsn-i ahlakına u sitayiş buyurdukları gibi bi’l-ahare küfran-ı ni‘metle bel­ delerinin duçar-ı harab olduğu beyan buyurulmuştur. Sokakların temizlenmesi bahsine gelince bu da beyandan müstağnidir. Çünkü yolları telvis etmek süp­ rüntüleri temizlememek gelip geçeni tazyik ve ızrar de­ mek olacağından aklen şer‘an mezmum ve münkerdir. Mu‘cem‘-i Evsat-ı Taberani’de Sa‘d radıyallahu anh rivayetiyle varid ol­ muşdur. “Hanelerinizin önünü ve etrafını tathir ediniz. Çünkü taife-i Yehud’un bu temizliğe himmetleri yoktur” demektir. Belediye teşkilinden evvel herkesin evinin önünü sulayıp süpürdüğünü bilenlerimiz çoktur. Yine ha­ dis-i [] şerifi kitab-ı mezkurda masturdur. Fehva-yı şerifi mucebince herkes evinin içini temizlediği gibi etra­ fını da temizledikten sonra tatyib ya‘ni tezyin ve tecmil sokakları kirletecek ve eza verecek her türlü şeylerden temiz tutmak şeair-i insaniyyeden ve hasail-i İslamiy­ ye’den ta‘dad buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki “Yola doğru uzanmış bir diken dalını izale eden zatın geçmiş ve gelecek günahlarını Cenab-ı Hak afv ve mağ­ firet eder” demektir. Yol üzerinde ibadullahın müruruna mani‘ olan ve mucib-i eza bulunan her şeyi def‘ ile tarikin selametini iltizam ve ibadullahın nef‘ ü rahatına hizmet edenler bu hadis-i şerifin daire-i şümulü dahilindedir. Şurası yakınen bilinmelidir ki el-yevm bi’l-cümle memalikimizde meşhudumuz olan sokaklara tecavüz eden evler dükkanlar uzun saçaklar gelip geçenin üstü­ nü başını ıslatan oluklar insanların üstünü başını boya­ yan soba boruları akıntıları tesviye-i turuku tağyir eden bi’l-cümle çıkıntılar ada ada dükkanlar yol ve kaldırım üzerinde çarşı kapılarında yolları kesip alış-veriş eden ayak satıcıları gibi gelip geçenlere eza verecek şeylere şeri‘at-i İslamiyye’nin asla rızası yoktur. Ancak şeair-i garaz-ı şahsiyyesini menafi‘-i umumiye tercihi caiz gören ba‘zı gaddarların ihdas ve ibtida‘ıdır. Böyle bir şey şer‘an ve kanunen ekber-i zulüm addolunur. Nitekim Cami‘u’s-Sagır’de hadis-i şerifi mervidir. “Yevm-i kıyamette ahkemü’l-hakimin olan Cenab-ı Allah’ın huzurunda hıyanet ve vebalin en büyüğü arzdan bir arşın yer çal­ maktır. Bir arz veya darda komşu olan iki kimsenin birisi diğerin bir zira‘ yerini gasb ettiği surette yevm-i kıyamet ve ruz-ı nedamette Hak Sübhanehu ve Te‘ala Hazretle­ ri tarafından arz-ı mağsube mikdarı yedi kat‘ yeri gasıb olan kimsenin boğazına geçmiş bulursunuz” demektir. Keza İmam Taberani’nin Mu‘cem nam müsnedinde “En büyük zulüm mü’min olan kardeşinin toprağından bir arşın yeri eksik etmektir. Aldığı bir çakıl olsa ruz-ı kıyamette boynuna çenber olur” mealinde de hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Hüccetü’l-İslam İmam Gazali rahimehullahu te‘ala sinde “Münkeratü’ş-şevari‘” faslında buyuruyor ki: Tarik-ı ‘ammeye direkler ve ağaçlar dikmek yolları türlü türlü arızalar ihdasıyla kapatmak pencere cumba ve cenah çıkartmak yol üzerine ağaç odun buğday ve sair hubub ve et‘ime yükleri koymak münkerdir. Tazyik-ı tarika ve gelip geçenin ızrarına ba‘is olduğu halde men‘i lazımdır. Ot odun taam yükleri mahallinden kaldırılıp isali matlub olan hanelere nakl olununcaya kadar icab eden mahalden hacet mikdarı vaz‘ ve tevkıf olunmak caiz olabilir. Çünkü bu ihtiyacda herkes müşterektir. Men‘i de mümkün değildir. Kezalik yol üzerinde nüzul ve rükub­ ca ihtiyac messeden mikdardan ziyade gelene geçene yolu tazyik edecek ve tencis eyleyecek derecede hayvan tevkıf eylemek veya bağlamak münkerdir. Zira turuk müşterekü’l-menfa‘a olup tasarrufu hacet mikdarından fazla hiçbir şahsa muhtas değildir. Hacetten murad da Yoksa sair hacetler bu kaziyyede dahil değildir. Keza­ lik nasın üstünü başını yırtmaya sebeb olacak diken ve çalı çırpı yüklü hayvanlar sevk etmek münkerdir. Eğer hiç zarar etmeyecek surette güzelce sarılıp bağlanıp ge­ çirmesi veya memerr-i nas olan mahalde diğer mevzi‘a udul eylemesi mümkün ise bunda dahi mess-i hacete nazar olunur. Kezalik kasabların dükkan önünde yolda hayvan kesmesi ve kan ile tarikı telvis etmesi münkerdir. Men‘i lazımdır. Belki kasaba vacib olan tarikın gayrıda mezbaha ittihazıdır. Çünkü şu telvis tarikı tazyik demek­ tir. Nasın üstüne pislik sıçrayacağı ve bi’l-cümle tabayi‘in Kezalik yol üzerine süprüntü atmak karpuz ve kavun kabukları soymak ayak kaymağa sebeb olacak surette su dökmek münkerdir. Fakat bunu süpürüp tathir eylemek yalnız muayyen bir kişinin boynunun borcu değildir. Meğer ki yol üzerinde kar kürelemiş kişi ola. O halde ne mikdar kar kürelediyse onu tathir ale’t-ta‘yin üzerine lazımdır. Tarikı tathir eyle­ mek bi’l-husus sahib-i mizaba aiddir. Ama yağmurdan teraküm eden suların ve çamurların izale ve tathiri “has­ bet-i ‘amme”dir. Ya‘ni hükumete aiddir ki emredip nasa bunu tathir ettirir veyahud amele tutup kendi tathir eder. Yoksa ahad-ı nas için bu babda birbirine va‘az ve nasihattan başka bir muameleye ruhsat-ı şer‘iyye yoktur. Kezalik bir kimsenin halka eza verecek azgın bir kelbi olsa kapı önüne çıkarılması münkerdir men‘i vacibdir velevki kelb eza etmeyerek [] ayaklarını uzadıp yol üzerinde yatsa yine men‘ olunur. Çünkü uzanıp yol üze­ rine yatan veyahud tarikı tazyik edecek surette oturan ula sabittir. İnteha ma fi’l-İhya Kütüb-i fıkhiyye ve fetavada Mecelle ve şerhlerin­ de hukuk-ı tarika dair ebhas-ı kesire var ise de cümlesi adem-i tazyik-ı ızrar ile adem-i telvis esasına müsteniddir. Mes’ele- Yolu tazyik edecek bir şeyi yola çıkarmak yahud yol üzerine suhuletle mürur u ubura hail olacak bir şeyi vaz‘ ve terk etmek münker ve memnu‘dur. Fıkıh Mes’ele- Bir kavim arz-ı gayr-ı memluke ebniye ve devair bina eylese arz-ı mezkur yine mülk-i amme ol­ mak üzere bakıdir. Kuhistani Mes’ele- Yola cenah ve cumba ve destek ve saye­ lik çıkarmak pencere açmak yol tarafına duvar üstüne raf gibi şey yapmak oluk takmak eğer hukuk-ı ‘ammeye bir zararı dokunacak surette ise asla caiz değildir. Fakat hiçbir zararı ba‘is değil ise ruhsat olunabilip lakin zararı olsun olmasın ihdas-ı mezbureden tevellüd edecek te­ lefat ve ziyan zımanı muhdise lazım gelir. Şu kadar ki taraf-ı hükumetten izin ile yaptıysa zıman lazım gelmez. Hulasa ve İnaye Eğer hukuk-ı ‘ammeyi zararı maznun ise hükumet için dahi i‘ta-yı izne ruhsat-ı şer‘iyye yoktur. Dürr-i Müntefi Mes’ele- Bey‘ u şira için yol üzerinde oturmak ve yola ağaç dikmek mes’elesinin cevaz ve adem-i cevazı mazarrat ve adem-i mazarratı illetine nazırdır. Kuhis­ tani Dürr-i Muhtar Mes’ele- Bir çıkmaz sokakta lüzumuna mebni çamur yaptıran kimse eğer sokağa girip çıkanlara geçmek için yol bıraktı ise hacet mikdarından ziyade durdurmayıp kariben ref‘ ve tathir edecek ise beis yoktur. Hulasa Mes’ele- Yol üzerinde tabayi‘in istikrah ve istikzar edeceği bir şeyi atmak ve bırakmak mekruh ve münker­ dir. Men‘i lazımdır Fıkıh Mes’ele- Bir kimse tarik-ı ‘ammeden başına veya ar­ kasına bir şey yüklenip geçmesi memnu‘ değildir. Ama selamet ve ezadan beraet şartıyla mukayyeddir. Nitekim hedef ü sayde silah boşaltmak mübahdır. Lakin diğer za­ rardan salim bulunmak ile meşruttur. Tarik için olan hukuk-ı ‘ammeyi ma‘raz-ı tefhimde nümune olmak üzere irad olunan işbu mesail-i şer‘iyye­ den müsteban olacağı vech ile telvis veya tazyik-i tarika ba‘is olacak hareketlerde bulunan kimseler adeta ızrar-ı nas ve belki ızrar-ı nefsi mürtekib ve talib demek olacağın­ dan cihet-i şer‘iyye için hukuk-ı ‘ammenin hamisi bulunan hükumet tarafından men‘ ve te’dib kılınacağı derkardır. Ve’lhasıl menafi‘-i ‘ammeye hadim ve memerr-i nas olan yollarda mürur u ubura mani‘ ve halka eza veren şeylerin ref‘ ve izalesi ya ale’l-infirad ahaliye yahud hal­ kın yapamayacağı şeylerde Şehremaneti ve Belediye’ye aiddir. Yolların kaldırımsız yahud bozuk kaldırımlı tozlu çamurlu süprüntülü dar olması halka eza verir bir ha­ lettir. Bu ezaları izale belediyenin vazifesidir. Ama sokağı süprüntü çamur toz cam kırığı taş toprak çirkef su kabuk atmamak ve su [soba] borusu uzadıp ondan zifir akıtmamak ve yağmur borularını halkın üzerine akıtma­ mak ve emsali saygısızlıklar hukuk-ı ‘ammeye tecavüz­ den ibaret bulunmakla bunları yapmamak halkın vazi­ fesidir. Yollarda durup konuşmak yahud yolu kesip alış-ve­ rişde bulunmak halkın ve esnafın haksızlığı olduğu gibi bu suistimalden onları men‘ etmek de belediyenin vazi­ fesidir. Bir de bir şehirde halkın günden güne çoğalma­ sıyla mürur u ubur kesb-i müşkilat etmezden evvel asr-ı hazıra yaraşır ve fenne muvafık yolların tevsi‘i ve yaya kaldırımlarının tefrişi ve halka sür‘atle iş gördürmeye ve seyir ve harekete vasıta olmak üzere caddelerde elektrikli tramvaylar otomobiller arabalar ve saire ile uzun seyr u hareketin tenkısi ve bunlardan zuhura gelmesi melhuz olan kazaların ref‘i deniz yollarının da seri‘u’s-seyr ve muntazam vapurlarla te’mini herkesin bunlardan istifa­ de edebilmesi için ücretlerinin tenkısi ciyadet-i havaya ve tezyin-i beldeye hadim olmak üzere sokakların ağaç­ lar ve sair muktezeyat-ı fenniyye ile tezyini kış yaz mürur u uburun te’mini caddelerin güzelce tefrişi her gün te­ mizlenmesi yollarda iktiza eden mahallerde dinlenme def‘-i hacet su içip el yüzü yıkamaya mahsus eslaftan kalan mahallerin ta‘mir ve tecdidi hep ref‘-i eza-i halk aksamındandır. Hatta mevcud vesait-i cerriyye kifayet etmediği halde yer altından vesait-i cerriyye ihzarı belki havai postalar ihdası halka hizmet ‘idadındandır. Halka zeban-dırazlık halkı göz habsine almak ve sair rezail hep eza-yı halk kabilindendir. Ve’l-hasıl yollarda din akıl sıhhat adet fen iktisat nokta-i nazarından halka eza veren şeylerin kaldırılması otomobil ve sair arabaların şehir dahilinde ta‘dil-i seyr ve ücuratı çaresine bakmak da ref‘-i ezadandır. Çarşı pazar ve esvakın ayak satıcıları tarafından tutulup mürur u uburu işkal etmeleri hukuk-ı ‘ammeye taarruz olmakla bunu bilenlerin bilmeyenlere kalen kalemen halen öğretip halkı intibaha da‘vet et­ mesi ref‘-i eza kabilindendir. Yevmi gazetelerin ekserisi bu mes’ele ile meşgul olu­ yor hemen her gün birçok sütunlar tahsis ediyor. Müdür Edib Bey’in gazelinden dolayı kıyametler koparıyorlar. Edib Bey’i bu kadar iltizam etmelerinin sebebi sırrı ne­ dir? Acaba bu feryadlar hak ve hakıkatin tezahürü için mi? Müdürü müdafaa için ellerine güzel bir fırsat düş­ müş muttasıl onu tekrar edip duruyorlar. Halbuki o ah­ laksız kızı mektebden tard etmek şerefi Edib Bey’e değil Müdür-i sabık Hilmi Bey’e aiddir. Biz öyle zannediyoruz ki mes’ele aksi olaydı bu gazeteler yine Edib Bey’i hima­ ye edeceklerdi. Bunun bir sırrı vardır ki mes’elenin halli vakıf olanlar pekala bilirler ki Edib Bey “asri” terbiyeci­ dir! Bilhassa kız mekteblerinin bugünkü şekl-i dil-arayı kahramanlardandır! Edib Bey Darülmuallimat müdiri olmazdan evvel Kandilli İnas Sultanisi müdiri bulunu­ yorlardı. Orada asri terbiyeyi tatbik hususundaki mesai-i mücahedekaranesi muma-ileyhi müdafaa eden günde­ likçi gazetelerin hey’et-i tahririyyelerince ma‘lumdur. O Edib Bey Kandilli İnas Sultanisi’ne geldikleri zaman kızlar için cami‘-i şerif ittihaz olunmuş büyücek bir oda vardı. Edib Bey cami‘ için böyle güzel bir odanın tahsis olunmasını münasib bulmadılar. Oradan levhaları indir­ terek dışarıda eski püskü tahtalarla bölünmüş bir yere naklettirdiler. Öyle sıkıntılı bir yer ki içinde insan beş dakıka duramaz. Cami‘ odasını da musikı ve raks salo­ nuna tahvil buyurdular. Edib Bey’in kız mekteplerine asri terbiye vermek husu­ sundaki menakib-i mücahedekaranesi daha pek çoktur. şına getirilmişti. Fakat nasıl oldu da şimdi böyle bir izzet-i nefs mes’elesi zuhur etmiş oldu. Gazeteciler buna pek mü­ teessif oluyorlar! Maarif Nezareti Edib Bey’in Kandilli İnas Sultanisi’ndeki ef‘alini de karıştırmış. Bundan dolayı ba‘zı gazeteler müfettişin maharet-güzarlığına kızıyor. Maarif Nezareti ise mes’eleyi daha esaslı tutarak eski defterleri de karıştırıyor. Bakalım yevmi gazetelerin sütunlar dolusu bahsettikleri bu mes’ele ne suretle neticelenecek? Bizim maksadımız bu mes’eleye karışmak değil hak ve hakıkatin tezahürü için yevmi gazetelerin müdafa­ asındaki sır ve hikmeti ortaya koymaktır. Darülmual­ limat’taki asri terbiyeden de bi’l-ahare bahsedeceğiz. Kışın hululüyle İzmir ve Aydın havalisindeki İslam muhacirlerinin ahvali pek ziyade ehemmiyet kesb etti. Binlerce aileler barınacak yerden karınlarını doyuracak gıdadan üzerlerine çekecek örtüden mahrum bir halde sefaletler içinde karlar yağmurlar altında inliyorlar. Ora­ larda esen bir sarsar-ı felaket bi-çareleri perişan etti. Düş­ manın bi-eman kahr u tasallutundan canlarından başka hiçbir şey kurtaramadılar. Yurdları yıkıldı. Cem‘iyetle­ ri tarumar oldu mal ve menalleri mahvoldu. Öyle bir musibet-i uzmaya giriftar oldular ki tasavvuru dimağları yakar. Bir zamanlar naz ü na‘im içinde yaşayan aileler şimdi dağlarda sefil ve sergerdan dolaşıyorlar. Dün şen ve şatır tüten ocaklar bugün yerlerde yatıyor. Yemyeşil ovalar bugün ecsad kemikleriyle mezaristan olmuş. Dün zemzemelerle akan cuybarlar bugün yüz binlerce bi-ça­ renin gözyaşlarını deryalara naklediyor. Darbe-i kahhar ve perişan dağ başlarında sokak ortalarında soğuklarla açlıklarla hastalıklarla tabiatın bin türlü şedaidiyle pen­ çeleşiyorlar. Feryad ü figanları ta payitahtın kapılarına kadar geliyor. Ağaçları yıkan boralar denizlerin altını üs­ tüne getiren fırtınalar onların afakında kopan kıyametle­ rin sarsıntılarıdır. Semadan inen katreler felaketler içinde ANADOLU’NUN PAYİTAHT’A HİTABI Ey koca payitaht! Ey zevk u sefahet­ ler gam! Orada kardeşlerin inliyorken sen burada nasıl yaşı­ yor nasıl zevk ediyorsun? Gümrüklere hergün oluk oluk milyonlar döküyorsun tezeyyün için sefahet için israf ettiğin servetler yeniden şehirler vücuda getirir. Yeniden cem‘iyetler kurar. Zevkin için keyfin için günde on de­ ğil yirmi değil belki elli lira sarf ediyorsun. Fakat orada felaketler içinde kıvranan bed-baht dindaşın için bir lira feda edemiyorsun. Her gün o muhit-i felaketten bu ka­ dar feryadlar yükseliyor da hiç kimsenin aldırdığı yok. Sanki onlar bizim dindaşımız bizim kardeşimiz değilmiş. merhamet eder. Bu felaketler karşısında yürek değil taş olsa erir. Münevverler meb‘usluk kavgasından baş kal­ dırdıkları yok. Gazeteler fırkacılık münaza‘asından halkı te‘avüne da‘vete vakitleri yok. Zenginler muttasıl kasala­ rını doldurmakla meşgul. Herkes hamiyetten vatandan milletten bahseder de fi‘iliyata fedakarlığa gelince ken­ disini daraya çıkarır. Halbuki istese bu payitaht halkı bir hafta içinde birkaç yüz bin lira cem‘ edip gönderebilir. Herkes evindeki fazla eşyasından birer şeyi verse binler­ ce denk eşya vücuda gelir. Re’y toplamak için kapı kapı dolaşan fırkacılar biraz da o felaketzedelere yardım için [] Bütün cem‘iyetler bu hususda tevhid-i mesai ederek harekete gelmeli teşkilatlarını faaliyete koymalı­ dır. Her şeyden evvel matbuat cem‘iyeti bu işi müzakere ederek umum yevmi gazetelerle halka yol göstermek muntazam surette derc-i i‘anat için lazım gelen tedbirleri umuma neşretmek hasılı kitle-i halkı harekete getirmek dularla sütunlar dolduracağına bu mes’eleyi layık oldu­ ğu ehemiyet ve ciddiyetle ortaya koymak en mütehattim vazifeleridir. Sonra Hilal-i Ahmer bütün mahalle imam­ larını bir yere da‘vet ederek mahallelerde i‘ane hey’etle­ ri teşkilatı hakkında yol gösterse büyük muvaffakiyetler te’min edilebilir. Vakı‘a İstanbul ahalisinin de bir kısmı felaketzededir ve başının kaygısıyla müteellimdir. Fakat dağ başlarında ovalar ortalarında kalan bi-çarelere nisbetle bunlar yine başlarını sokacak bir yer bulabilir. Onların hali ise pek yamandır. İmdadlarına yetişilmeyecek olursa yüz bin din kardeşimizin mahvolmak tehlikesi vardır. Yalnız burada değil taşralarda da müftü efendiler milli ve resmi bütün teşkilat-ı mevcude harekete gelerek Aydın havalisinde ölümle pençeleşen kardeşlerimizin imdadına şitaban olmalıdır. Bugün onlara dest-i mu‘aveneti uzat­ mak her müslümana en büyük farzdır. Dünyanın öbür ucundaki müslüman kardeşlerimiz bizim selametimiz için oruçlar tutarak du‘alar ediyorlarken bizler yanıbaşımızda­ ki ihvan-ı dinimizin sefaletler mahrumiyetler içinde mah­ volmalarına iğmaz-ı ayn edersek yarın aynı akıbetin bizim de başımıza geleceğine hiç şübhe etmemeliyiz. İyi bilmeli­ dir ki yek-diğerinin felaketine bu kadar la-kayd kalan ne­ fis ve hevasına bu kadar düşkün bulunan hod-perest bir hey’et-i ictima‘iyye için hakk-ı hayat yoktur. Tan gazetesinin Ermeni Cenerali Antranik ile vuku‘ bulan bir mülakatını hulasaten Peyam gazetesi neşredi­ yor. Ehemmiyetine mebni biz de aynen naklediyoruz: Abdülhamid zamanında olduğu kadar Harb-i Umumi’de dahi Hükumet-i Osmaniyye’ye karşı gönüllü asker tertibatıyla meşgul olup senelerce Kafkas havali­ sinde ihtilal harekatıyla uğraşan Ceneral Antranik ile mülakat ettik. Harb zamanında gösterdiği gayrete meb­ ni Rusya Hükumeti kendisine ceneral rütbesini tevcih etmişti. Mütarekeye kadar Kafkasya’da İ’tilaf hesabına çarpışmaktan usanmayan bu Ermeni ceneral bilahare Fransa reis-i cumhuruyla mülakata muvaffak olmuş ve Mösyö Poincaré kendisini Kafkasya’daki harekatından dolayı tebrik etmiştir. Ceneral Antranik bize şu yolda beyanatta bulunmuştur: “-Biz Ermeniler harbte elimizden geldiği kadar Türk­ ler aleyhinde çalıştık. Siz biliyorsunuz ki Fransa’ya yar­ dım etmiş olmak için gençlerimizin çoğu Suriye’ye gide­ rek Osmanlı Ordusu’na karşı harb etmiştir. Rusya ordu­ sunda yüz seksen bin Ermeni vardı ve bunların ekserisi Alman cebhesine gönderilmişti. On iki binden on beş bine kadar Ermeni de Rus üni­ formasını labisen Kafkasya cebhesinde yine Türklere karşı harb etti. Rus Kafkas Ordusu’nun en ağır işlerini ve en tehlikeli hücumlarını biz Ermeniler deruhde etmiştik. Rusya bu cebhede Ermenilerden çok istifade etti. Ve biz mahza Fransızlara ve rüfekasına yardım etmiş olmak için bu büyük cenge girdik. Bilirsiniz ki Ermeniler Fransızları çok severler. Fransız lisanını ve harsını benim vatandaş­ larımın çoğu yakından tanır. Kafkasya havalisinde en küçük köylere varıncaya kadar Fransızlık pek dostane hislerle karşılanır. günlerde bile biz bu i‘timad ile yaşadık. Ermeniler şuna da emindiler ki Fransızların galibiyetiyle Ermeniler da‘valarını kazanmış olacaklardı. Çünkü bu da‘vanın lehinde uzun se­ nelerden beri çalışan be-nam Fransız uleması vardı. Ma‘amafih işte bir sene oldu ki hala Ermenilerin mu­ kadderatına dair Avrupa’da kat‘i bir karar ittihaz olun­ madı. Osmanlı Hükumeti’ndeki Ermeni vilayetleri ! hala Türklerin elinde. Ermenilerden birçokları da eski vatanlarına döndüler Türkiye’ye gittiler. Bunları çok dü­ şünüyorum. Çünkü Kafkas havalisinde maişet pek dar ve sefalet müdhiş. Yalnız Kilikya’da Fransız ordusunun himayesine girmiş olan Ermenileri merak etmiyorum. Bunların başında Ceneral Goro var. Kafkas Ermeni Hükumeti’nde sefaletten başka salgın hastalıklar da çok. Bu yüzden geçen kıştan beri yüz elli bin Ermeni’nin ölümüne sebeb olan bu fecayi‘ kafi de­ ğilmiş gibi Tatar Kürd ve Gürcülerin hücumlarına karşı koymak için yine biz Ermenilere mütemadiyen çalışmak boğuşmak icab ediyor. Ermeni askerleri pek acınacak bir haldedir. Ne silah ne mühimmat var. Halbuki Kürdler Gürcüler ve Tatarların askerleri dahi iyi giyinmiş ve daha girdiğimiz araziyi terk etmeye mecbur olduk. Mütareke­ ye kadar müdafaa ettiğim Karabağ işte bu gaib ettiğimiz mevaki‘den biridir. Brest-Litovsk Muahedesi’nden sonra Türklere karşı yaptığımız hücumlarda Fransızlar bize pek ziyade yardım etmişti. Bu cihetle biz kendi başımıza hü­ cumda devam etmiştik. Hala da öyle.. Fransızlar niçin bize hal-i hazırda yardım etmiyorlar bilmiyorum. İ’tilaf hükumetlerinden yegane gördüğümüz mu‘avenet Ame­ rika ekmeği oldu. Altı aydan beri bununla geçiniyoruz. Ancak böyle harb zamanlarında askeri müzaheretin bu gibi hayr-perverane mu‘avenetten daha hayırlı olacağını bildiğim için şarkta küçük bir müttefik sıfatıyla Fransızla­ rın yardımını bekliyoruz. Fransızlar emin olsunlar ki biz “küçük bir müttefik” gibi de durmayıp çalışıyoruz ve gar­ bın şarkta yapacağı herhangi harekatın pişdarlığını ifaya hazır olduğumuza İ’tilaf emin olmalıdır. Bu böyle olun­ ca Fransızlar bize asker yollamayı ihmal etmemelidirler. Bununla beraber Ermeni Hükumeti’ne Miralay Haskel’i fevkalade komiser olarak gönderen İ’tilaf hükumetine teşekkür ederiz. Miralayın ta‘yinini Ermeni metalibinin zamanda Haskel’e de beyan-ı teşekkür etmekten kendi­ mi alamayacağım. Ermeni işlerinde bize pek çok yardım etmek istedi. Fakat arzu ve hüsn-i niyyet kafi değil. Av­ rupa’dan beklediği kuvve-i askeriyye gelmedi. Etrafımızı da düşmanlar gittikçe sardı. Bize diyor ki sulh mu’temeri Ermeni mes’elesini Amerika’nın kararına intizaren te’hir etti. Bu intizar Er­ meniler için pek zararlı neticeler tevlid etti. Ümid edi­ yorum ki Amerika’nın kararı daha ziyade gecikmez. Fakat bir taraftan beklemekle beraber bir taraftan da etrafımıza hücum edip arazi zabt etmek hususunda ni­ çin Fransızlar bize asker vermiyorlar. Hala devam eden cenkte büyük Fransa ile müttefiklerimizin ahalimize müzaheretlerini lütf etmeleri zımnında Tan’ın vesate­ tiyle onlara ricalarımı ref‘ etmek isterim. Ermeniler hala kıyamda. Büyük bir imanla çalışıyorlar. Henüz ümidleri zail olmamıştır. Yetişir ki onlara yardım olun­ sun şarkta cengi istediğiniz kadar devam ettirebilirler.” Evkaf-ı İslamiyye Matbaası Eşref Edib – Kardeşim Fuad Şemsi’ye – Bir delik torbaya girmiş kimi kıspet yerine; Çekivermiş kimi bir lime çuval dizlerine. Kiminin giydiği çakşır kiminin bez şalvar; Kiminin uçkuru boynundan asılmış donu var. Acaba yağ sürünürler mi desem yağ nerede? Bereket versin onun ma’deni varmış derede: Sağ omuzlarda birer başları kertikli ağaç Kadın erkek taşıyorlar suyu bakraç bakraç. Sonra nerdense gelip “yağlanınız haydi!” sesi Çöktü meydanda duran kaplara artık hepsi. Palaz ördek gibi bandıkça avuçlar bandı; Meşin ıslar gibi kavruk deriler ıslandı. Bu merasim de bitip başlayacak dendi güreş Çarpınıp çırpınarak çıktı nihayet iki eş. Daha ilk elde boşansın mı alınlardan ter? O göğüsler sana ötsün mü körükten [de] beter? Baktım: Altından o bir çifte perişan bağrın Soluganlar gibi kalkıp iniyor çifte karın! Sonradan dizlere bir titremedir çökmüştü... Hele çok sürmeyerek dördü de cansız düştü! “Kalkın artık!” dediler lakin o derman nerde? Güleşin böylesi hiç görmediğim bir şeydi; Orta baş hepsi de bunlar gibi biçareydi! Karşıdan tentesinin nısfı hasır nısfı aba Bir tekerlekleri alçak yana yatmış araba; Yerliden az kaba Maltız keçisinden çok ufak Ne yanık mersiyeler söyletiyor dingiline! Bunu gördüm acımak geldi içimden geline: Sana baksın da kızım bahtın utansın! Ne deyim? O senin -kimdi bugün nerde yatar bilmediğimNinenin ruhuna aguş açıyorken melekut Tertemiz na’şını gufran gibi örten tabut Şu gelinlik arabandan daha şahaneydi! Geçti rü’ya gibi Allah’ım o günler neydi? Şu bayırlarda -ki vaktiyle bütün bağlardıSesi dünyayı tutan bir bereket çağlardı. Ya şu vadi ki çırılçıplak uzanmış bitab Sor ki hiç böyle fezasında tüter miydi serab? Şimdi afaka alev püskürüyor her çatlak: Yarılıp hasta dudaklar gibi yer yer toprak! ŞEYHÜLİSLAM EFENDİ HAZRETLERİYLE MÜHİM BİR MÜLAK A T Amerika’da içkinin kanun-ı mahsus ile men‘ edildiği ma‘lumdur. Bu hususda mehafil-i İslamiyye’nin nokta-i nazarını ve içki hakkındaki ahkam-ı İslamiyye’yi anla­ mak üzere Amerika Matbuat-ı Müttehide muhabiri Şey­ hülislam Hayderizade İbrahim Efendi hazretleriyle bir mülakatta bulunmuşlardır. Muhabir-i muma-ileyh tara­ Başmuharrir fından tahriri olarak irad olunan şayan-ı dikkat suallere zat-ı hazret-i Meşihat-penahi tarafından yine tahriri ola­ rak pek mühim cevablar verilmiştir. Amerika’da büyük te’sirler icra edeceği şübhesiz olan bu mülakat-ı mühim­ meyi aynen derc ile tezyin-i sahaif eyliyoruz: fil-i İslamiyye’de ne nazarla bakılıyor? bi’t-tabi’ iftihar ve memnuniyetle telakkı olunuyor. men‘ etmişti? den müdevver olan içkinin tahrimi yoluna gitmediyse de içkinin aklı izale ile telef-i hale sebebiyet verdiğinden bahisle İmam Ömer’le Muaz ve yine ashabdan diğer bir zat tarafından Hazret-i Peygamber’e müracaat vaki‘ oldu. Onun üzerine içki de mazarrat ve menafi‘ mevcud olup ancak mazarratı menafi‘ine galib olduğu mealinde­ ki ayet-i kerime nazil oldu. Buna mebni bir kısım müs­ lümanlar içkiyi terk ettiyse de bir kısmı da devam ede­ gelmişti. Bi’l-ahare ashabdan Abdurrahman bin Avf’ın bir akşam hanesinde vuku‘ bulan bir ictima‘da ba‘zıları hal-i sekrde olduğu halde namazı edaya başlamış ve na­ mazda bir ayeti yanlış okumuş oldukları cihetle sarhoş­ luk halinde namaza takarrub olunmaması hakkındaki ayet-i kerime şeref-nazil oldu. Bu hadise üzerine de iş­ ret edenlerin mikdarı mahdud bir dereceye tenezzül etti. Bi’l-ahare ensar denilen Medineli ashab ile meşhur Irak fatihi Sa‘d bin Ebi Vakkas’ın dahil olduğu bir mecliste yine bu yüzden bir münaza‘a ve mudarabe zuhur etmiş ve hatta Sa‘d’ın bu vak‘ada başı yarılması üzerine Haz­ ret-i Ömer Ya Rabbi içki hakkında şafi bir beyan-ı kat‘i ve ef‘al-i şeytandan bir fi‘ildir. Nail-i fevz ü felah olmak kat‘i-i Kur’ani nazil oldu. hikmeti nedir? zimiyle ‘usret ve müşkilata ma‘ruz kalmaması esasına müstenid bulunduğu ma‘lumdur. İslamiyet’in zuhuru zamanında ise halkın içkiye meyil ve inhimaki ziyade ol­ makla beraber ticaret suretiyle de içkiden birçok menafi‘ te’min ediyordular. Şu hale nazaran def‘aten men‘i İs­ lamlar hakkında su‘ubet ve müşkilatı badi olacağından naşi bu babda rıfk ve mülayemet tarikı ihtiyar olunarak men‘ hakkındaki evamir-i ma‘lume-i İlahiyye tedrici bir surette şeref-sadır olmuştur. ye isti‘malinden tevakkı etmeleri bedeni ahlakı ictima‘i nokta-i nazardan ne gibi neticeler hasıl etmiştir? tahribat muhtac-ı izah olmayan hakaiktendir. Ne hacet! Bugün bu musibete karşı masun olan ba‘zı bilad-ı İsla­ miyye ahalisiyle bu belaya mübtela olan yerler ahalisi beyninde bünye ve ahlak i‘tibarıyla olan fark derhal na­ zara çarpar derecededir. İşretin ahlak üzerinde kendine mahsus olan te’siri de başkadır. Sair me‘asiye kıyas olun­ maz. Mesela bir adam fi‘l-i zinayı bir kere irtikab edince vücuduna derhal bir fütur tari olur. Aynı zamanda o fi‘ili tekrar ederse müteakiben melel hasıl edip nefret etmeye başlar. Fakat içki öyle değildir. Devam ettikçe şaribinin neş’e ve rağbetini tezyid ve ihtirasat-ı nefsaniyyesini teş­ did eder. Kuvve-i akliyyesi gittikçe za‘afa uğramaya baş­ lar ve bu suretle lezzat-ı bedeniyyeye istiğrak edip Allah’ı ve kendi nefsini unutur. Ve en büyük cürm ve kabahati küçük belki de mübah görmek gibi bir sekamete tutulur. Bu halden de birçok fenalıkların teselsül edeceği ve bir takım hadisat-ı elimenin zuhuruyla beraber birçok aile­ lerin nizam ve intizamı da muhtel olacağı ma‘lumdur. buna mütecasir olanların hakkında mücazat-ı uhreviy­ yeden başka hadd-i şer‘i gibi dünyevi bir mücazat dahi tertib etmiş ve İslamiyet’in Asr-ı Saadet ile onu ta‘kıb eden karn-ı evvel ve sanide göstermiş olduğu asar-ı te­ rakkıden içki memnu‘iyetinin de kısmen dahl ve te’siri olmuştur. olmuştur? Bunun sebebi İran veya Avrupa te’siratı mıdır yoksa kadim Romalılarda olduğu gibi müslümanlar kud­ ret ve servet sahibleri olduktan sonra ahlaklarına halel gelerek işrete mi meyl etmişler? rincisi Asr-ı Saadet’le onu ta‘kıb eden ashab ve tabiin hazeratı zamanlarında müslümanlardaki salabet-i diniy­ yenin ba‘zı esbab ve hadisat-ı kevniyyenin te’siriyle pey­ derpey za‘afa uğramış olması saniyen; fütuhat-ı İslamiy­ ye’nin tevessü‘ü münasebetiyle meşrubat-ı kü’uliyyeyi nin medhine müteallik olan tarz-ı edebiyat ve eş‘arın da bunda bir dahl ü te’siri olmuştur. Çünkü felsefe-i diniyye ve akliyyesini bir mizan-ı sahih ve salim üzerine ibtina edemeyen bir takım kimselerin gayet latif ve rengin bir takım hayalat ile [] tezeyyün etmiş olan mezamin-i edebiyyenin te’sirinden muhafaza-i nefs edebilmesi kolay bir mes’ele değildir. Ba‘zı e‘azım ve ekabir-i su­ fiyyenin bir zevk ve neşve-i ma‘neviyyenin te’sir ve ga­ leyanıyla lisan-ı lahutilerinden sudur etmiş ve müfad ü ma‘nasıyla ancak bu meslek-i alinin vakıf ve mütehassıs­ larınca ma‘lum bulunmuş olan ba‘zı ta‘biratta neş’e ve zevk gibi bir vech-i şibh alakasıyla isti‘mal edilen müs­ kiratın isti‘are suretiyle zikri yoluna gidilmesi maksudu anlamayan ba‘zı cehele-i nas üzerinde de te’sirden hali kalmamıştır. Bundan başka bu son asırlarda meşrubat-ı kü’uliyyeyi istihlal ve bunun için bir takım müessese ve ticarethaneler küşadında serbest olan Avrupalılarla dü­ vel-i İslamiyye ihtilat ve bir takım uhud ile de mukayyed bulunduklarından meyhanelerin sedd ü bendi ve sar­ hoşlar hakkında şer‘an mu‘ayyen olan cezanın tatbikinin mümkün olamaması da içkinin eskisinden ziyade team­ müm etmesine sebebiyet vermiştir. tir? müracaat olunacaktır? Bu hususda yalnız memalik-i Os­ maniyye’de mi yoksa bütün memalik-i İslamiyye’de mi? tindeyiz. Biri şimdiye kadar bu babdaki hükumet-i mül­ kiyye ve zabıtaca vaz‘ edilmiş olan ba‘zı tekayyüdattan eylemek diğeri içkinin tevlid ettiği bedeni ahlakı ve ic­ tima‘i mehaziri mutazammın edille-i mukni‘ayı muhtevi risalelerin neşr ü ta‘mimi suretiyle halkın kanaatini te’mi­ ne çalışmaktan ibarettir ki bence en müessiri budur. Ve te’siri de bütün memalik-i İslamiyye’ye şamil olur. hususlardaki mübalatsızlık mı sebeb olmuştur. Yoksa bu­ nun başka sebebleri de var mıdır? dan-i Hilafet olmak üzere teessüs eden ve alem-i İslami­ yet’e asarıyla sabit olduğu üzere eslafı bulunan o iki ha­ nedandan daha ziyade hidemat-ı ber-güzide ifasına mu­ vaffak olmuş olan Al-i Osman Hanedanı hadd-i zatında büyük salabet-i diniyyeye malik olmakla beraber gerek Selçukilerin eser-i gayreti ve gerek bu sülalenin dine verdiği ehemmiyetin neticesi olarak maarif-i diniyyesi o vakte göre gayet esaslı bir surette teessüs etmiş bu­ lunan Anadolu kıt‘asında bina-yı saltanatlarını kurmuş ve hidemat-ı diniyyesi ve bi’l-hassa kaffe-i mesailde ah­ kam-ı şer‘-i aliye tevessül ve riayeti afak-ı İslamiyye’de bir hüsn-i te’sir vücuda getirdiği cihetle daire-i fütuhatları gün be-gün tevessü‘ ederek az zaman zarfında umum Arabistan ile Haremeyn-i Muhteremeyn’i ve Kürdistan’ı havza-i memaliklerine idhal ve Hilafet-i İslamiyye gibi bir vazife-i mühimme ve mukaddeseyi de ihraza muvaf­ fak olmuş ve bu suretle o hanedana mahsus bir meslek-i siyaset takibetmiş oldukları için zir-i liva-yı Muhamme­ di’de ictima‘ etmiş olan ve anasır-ı muhtelifeden teşek­ kül eden kuva-yı İslamiyye bila-tereddüd Osmanlı liva-yı te‘alisi uğrunda ve bu hanedanın hizmetinde feda-yı can etmeyi akdem-i vezaif addeylemişlerdir. Vakta ki fen Av­ rupa’da bir ilm-i mahsus halini kesb etmiş olmakla bera­ ber düvel-i mütecavire-i garbiyyenin terakkiyat-ı sınaiyye ve iktisadiyyeleri dahi galibiyetlerini takviye edecek bir dereceye vasıl oldu. Derhal Avrupa’nın sınai ve iktisadi ta‘kıb etmiş oldukları tarik-ı terakkıye süluk etmesi bir ve­ cibe-i şer‘iyye iken mevki‘-i coğrafisinin kendisine te’min etmiş olduğu vaz‘iyete ve rekabet-i düveliyyeye i‘tima­ den bu nukat-ı mühimmeden teğafül ettiği için devletin kudret ve azamet-i sabıkası bi’t-tabi’ günden güne tena­ kus etmeye başladı. Çünkü Kur’an-ı azimü’ş-şanın her ayetinden istidlal olunacağı üzere Cenab-ı Hak müslü­ manlara daima akıl ile muttasıf olmak üzere hitab bu­ yurmuş ve husumeti melhuz olan kuvvetlerin esbab-ı tasallut ve galibiyetlerini suret-i daimede bi’t-tedkık ona göre vesait-i müdafaa ve mukabelede müsarat ve aktar-ı alemde mevcud bi’l-cümle asar ve irfanı tedkık ve teteb­ bu‘ edip sa‘y ü amel tarikini ta‘kıb ile ‘ulum ve sanayi‘-i mevcude-i alemi öğrenmek ticaret ve ziraat meslekleri­ ne süluk eylemek hususatını mevazi‘-i adidede kiraren ve te’kiden emir buyurmuşlardır. İşte biz dinin emretmiş olduğu bu ve buna mümasil birçok fezail-i siyasiyye ve ahlakıyye ve ictima‘iyyeden gafil kaldığımızdan bi’l-is­ tifade felaketimizi siyaset-i mahsusalarının semeresi addeden ba‘zı devletler vesail-i muhtelife icadı ile dev­ letin umur-ı dahiliyyesine müdahale ve anasır-ı gayr-ı müslimeyi Devlet-i Aliyye’den tebride muvaffak olarak vaz‘iyetimizi bu hale getirdiler ve her ne zaman devletçe celi bir takım mevani‘in ihdası suretiyle kesb-i salah ve terakkımize mani‘ oldular. Ma‘amafih tevali eden bunca mesaibden alem-i İslamiyet’çe mühim bir eser-i teyak­ kuzun vücuda geldiği ve küre-i arz üzerindeki İslamların merbutiyet-i ma‘neviyye ve cazibe-i diniyye neticesi ola­ rak Makam-ı Hilafet etrafında sada-yı ta‘zim ve ihtiram­ ları gittikçe yükselmekte olduğu da ca-yi inkar değildir. Demek oluyor ki ‘ukul-ı mütefaviteden dolayı nası tarik-ı hakka da‘vet için turuk-ı muhtelife vardır: Birinci; hakkı izah şübheyi izale edecek kavl-i muhkeme da‘vet­ tir ki bu tarik havas içindir. İkincisi; hitabat-ı mukni‘a ve ‘iber-i nafi‘a ile da‘vettir ki bu da avam içindir. Üçüncü­ sü; turuk-ı mücadelenin en güzeli en muvafıkıyla da‘vet­ tir ki bu da muanidin içindir. Dünya zaten cidalden ibarettir. Hazret-i Mevlana di­ yor ki; bu cihanın hey’et-i mecmu‘ası cidal-i daimi için­ dedir. Kendi alemlerinde cidal içinde yürüyüp giderler. Alem alem-i ezdaddır. Küfür iman hüsn kubh hayr şer var. Bunlar birbirinin ayinesidir. Geçen hafta dersimizin köke aid olduğunu söylemiş olmaz. Ba‘zı kimselerin bu dine karşı bir husumet-i mah­ susa ibraz ettikleri görülüyor demiş; bunun da neticesi fena olacağını söylemiştik. Bu hususda bir iki söz daha söylemek isteriz. Cenab-ı Hak muvaffak buyurursa bu meclisleri temadi ettirip bahsi bu esasa aid mesail-i mü­ teferrikaya intikal ettireceğiz. Muharebe meydanında cihad uğrunda bir muharib kılıcını sallıyor. Onun vazifesi odur. Ondan dolayı mu’ahaze olunmaz. Bizim işimiz de cihad demektir. Biz niyetimizle me’cur olacağız. Cenab-ı Hak ne buyuruyor? Habibim sen istediğini mazhar-ı hidayet edemezsin. Sen yalnız tebliğe me’mur­ sun. Bizim gibi Allah’ın en hakır bir kulu ümmet-i Mu­ hammed’in en aciz bir ferdi ne yapabilir? Bizim yapaca­ ğımız hak ve hakıkati söylemekten ibarettir. İnsan yapa­ bildiği kadar yapar. Üst tarafı Allah’a aiddir. Ne demek? Herkes elinden geldiği kadar dinini mü­ dafaa ile mükelleftir. Bu dinde inhisar yoktur. Biz hepi­ miz kudretimize göre müdafaa-i dine mecburuz. Sen kıyafetime bakma fes giyerim Tatar kalpağı gi­ yerim. Fakat hak ve hakıkati söylemeye çalışırım. Zeva­ hir insanı aldatır. Sen derviş-meşreb ol da ister fes ister Tatar kalpağı giy. Bunu da söylemek zaiddir ya ne ise… Ba‘zı kimseler mukaddesata tecavüz ediyorlar. İlha­ da kuvvet verecek asar okuyorlar. Bunlar gayet ustalıkla yazılmış eserlerdir. Okuyanlar kendilerini kullanamazlar­ sa mütebassırane hareket etmezlerse haviye-i hüsrana yuvarlanıp giderler. Bunlar “la-ilahiyye” ya‘ni münkir ve mülhidlerdir. Hüsn-i niyyet olmaz ise hiçbir şey karşıları­ na geçemez. Bir kere insan bu cereyana kendini kaptırdı mı Allah selamet vere. Gidebildiği kadar gider. Küfür ve iman hususunda insanlar birkaç kısma ay­ rılabilir. Bunların bir kısmı küfrü iltizam eder. Bina-yı mü mal bulmuş Mağribi gibi onu dimağının neresine ko­ yacağını bilemez. İşte bunların nasiye-i hüsranına şeka­ vet damgası vurulmuştur. Diğer sınıf akıdesini teşviş eden fikirlerin tevarüdün­ den memnun olmaz belki mahzun olur. Fakat okuduğu gördüğü işittiği şeylerin nefsi üzerinde icra-yı te’sir etme­ sine mani‘ olamaz. Çünkü bu te’sir gayr-ı iradidir. Bunun­ la beraber o fikirler onun ruhuna yabancı gelir. Ruhunda bulunan bir kuvve-i dafi‘a ya‘ni kuvve-i dafi‘a-i saadet o fikirleri kabul etmez def‘ etmek ister. Çünkü onlar kendi­ ni muztarib safvet-i kalbiyyesini ihlal eder. Böyle olan bir adamda bir saadet mayası var demektir. Hüsn-i niyyeti el­ den bırakmayıp nefsiyle mücadele ederse ve ukde-i hatı­ rını izale edecek bir yar-ı cana mukarin olursa o maraz-ı müz‘icden kurtulup kesb-i afiyyet ve saadet eder. Bir de la-kaydlar güruhu vardır ki ne imana ehemmi­ yet verirler ne küfre.. Böyle olan adam hayatını ezvak-ı nefsaniyyesinin istifasına hasreder. En berbadı budur. Onun insaniyetle insaniyete has olan ulviyat ile asla münasebeti yoktur. Karga gibi mezbele-i şehevatta dola­ şıp ne bulursa onunla gıdalanır. Bunların hayatına şu‘uri demek bile muvafık değildir. Şeytan bunların burnuna nefis ve heva halkasını takmıştır. Onları daima o gibi yerlere götürür. Bunların ne akla ne hikmete ne ilme ne fenne hulasa tatmin-i hevaya hizmet eden şeylerden başka hiçbir şeye rağbetleri yoktur. Ba‘zı kimseler de hasbe’l-isti‘dad akıdeyi ifsad ede­ bilecek ne kadar şeyler görseler okusalar yahud işitse­ ler asla müteessir olmazlar. Onların bina-yı imanında cüz’i bir tebeddül ve tezelzül görülmez. İşte bunlar sa‘id-i ezelidirler… Ba‘dehu Mesnevi-i Şerif’ten ba‘zı misal ve teşbihler kelam eylediler ki: haber verdikleri şeylerin hepsini değilse de mesela hiç olmazsa bir kısmını o da olmazsa imkanını tasdik et. İşte bu kadar... Mükeyyifat kullanıyorsun. Dimağının harekatına germi vermen bulunduğun alemi değiştirmen kazib muvakkat bir şifa bulmak için bir kere de şu şarab-ı lursun. Evet hiç şübhesiz bulursun hem hakıkı neşveyi bulursun. O şarab-ı irfanın neşvesi mükeyyifatın neşvesi gibi kazib geçici bir neşve değildir... Alem-i maddiyyattaki Bolşeviklik cereyanı ma‘neviyat ve ahlakıyat aleminde de görülmeye başladı. İşittiğimize göre bolşevikler Petersburg’da Çar’ın sarayına girip kıy­ metdar eşyayı parça parça etmişler. Bu ahlak ve ma‘ne­ viyat bolşevikleri de saray-ı insaniyyetin kaffe-i muhte­ viyat-ı nefisesini altüst ediyorlar. Kazmalarla küreklerle bundan mehasini yıkmak nasıl olur? Asırlardan beri sana Yine tekrar edelim ki biz ma‘neviyat ve mukaddesatı kelimat-ı adiyye menzilesine tenzil etmek istiyoruz. Bu da idrakimizin mahdudiyetindendir. Bir insan Allah dedi mi lafza-i celalenin mefhumunu anlayabilse ne müm­ kün onu inkar? Sen bu mefhum-i ulviyi mefhumat-ı sai­ reye kıyas ediyorsun. Eğer bu medlulün hakıkatini bilsen bu bilgi bütün diğer bilgilerini mahveder. Bilsen diyorum. Bu hitab size değildir. Bunun muhatabları buraya gelmezler. Pehlivanlar dışarıdadır. Biz onlarla güleşiyoruz. Lafzatullahın medlul-i ulvisini bilsen iş başka türlü olur. Yalnız aşkın ayın şın kafını bilen aşktan bi-ha­ berdir. Sen yalnız bu üç harfi bilirsin işte o kadar. İşte Cenab-ı Hakk’a olan ma‘rifetin de bu kabildendir. O nu­ run tecellisine insan tahammül edemez. O bir güneştir ki bir an içinde insanı yakar. Bereket versin aradaki siyah cama beşeriyet-i kesifine kararmış ruhuna. Bunlar arana haylulet etmiş de tahammül ediyorsun. Eğer o cism-i kesif ara yerden çıksa tecliye edilmiş olsa başka türlü olur. Tur-i Sina’da ne oldu? Hazret-i Musa tecelliyat-ı İlahiyyeye dayanabildi mi? Biz kesafetimizden dolayı Cenab-ı Hak’tan böyle küstahane bahsediyoruz. Allah kalblerimizi mühürlemiş. Zat-ı uluhiyyeti hakkın­ daki ma‘rifetimiz -ta‘bir caiz ise- mekanikidir şu‘uri de­ ğildir. Eğer öyle olmasa bu mefhum-ı ulvi bizi satevat-ı kudsiyyesiyle zebun eder senelerce düşündürür idi. Tabi‘i herkes bu dereceye vasıl olamaz. Bunun da ehli vardır. Ancak böyle düşünmeyenler bu dereceye vasıl olmayanlar hiç olmazsa edebini muhafaza eder. Kendi siyah ruhunu biraz tecliye etmeye çalışır... Bu insan hakıkaten büyük bir alemdir. Bunda bir musikı aleti gibi birçok nağamat bi’l-kuvve mevcuddur. [] Bu nağmelerin insanda her türlüsü vardır. Rah­ manisi hakkanisi şeytanisi nefsanisi hepsi onda mev­ cuddur. Yalnız haricden evtarını ihtizaza getirecek bir el lazımdır. Sen zannetme ki kalbinde Allah’ı bilmek istida­ dı yoktur. Fakat bir takım zulmani halat o nur-ı mübinin yeyi duysan bir daha kulağını oradan alamazsın. Ancak biz süfliyat ile iştigal ettiğimiz dağdağa-i ma-siva içinde yuvarlandığımız için o nağamatı işitemiyoruz. Ruh bu nağmelerin istima‘ıyla alem-i balaya yükselir. Acaba bu evtar nasıl ihtizaza gelir? Bunu ihtizaza getire­ cek bir mızrab lazım. İş onu bulmada. Tavzih-i fikr için başka bir misal söyleyelim. Biz ede­ biyattan şiirden de bunu beklemiyor muyuz? Şiir nedir? ruhun lisan-i infiali. Şair nedir? Şair alem içinde bir alem cak. Mübdi‘ hassas bir kalb. Sen onun mübde‘atıyla yükseliyorsun. Onun ruhunda husule getirdiği heyecan-ı bedi‘i ile müteheyyic olursun. Eğer hasas bir ruha rakık bir zevke malik isen nefsini bu ihtiyacdan vareste göre­ mezsin. Şairin cümle-i mübde‘atından olan avalimde seyredersin. Bu bildiğimiz edebiyattır. Bunun gibi bir de edebiyat-ı ilahiyye var. Onun da şairleri mübelliğleri var. Sen onlara hiç yanaşma. Tabi‘i ruhun o alemin halatın­ dan haberdar olamaz. Memleketimizde erbab-ı kalem namına acib bir takım adamlar görülüyor. Eser diye ortaya koydukları şeyler ruhlarda hiç bir heyecan husule getirmiyor. Şiir dediğin a‘mak-ı ruhtaki en rakık evtarı ihtizaza getirecek ruhtaki Hakıkaten bunlar hiç bir şeye hizmet etmiyor. Fikirler in­ hitatta ruhlar zulmette. Nur daima tesettürde. Böyle ne olur? İyi şeyler okumalı. Bir beyit beni müteessir eder. Mesela Fuzuli’nin bir beytini okuyunca gaşy olurum. Bu bunu yaparsa bir hakim-i Rabbaninin şiirindeki vecd benim ruhumda bir tecelli göstermesin olur mu? O bir vadi bu da bir başka vadi. Öteki ezvak-ı vicdaniyyeyi bu da cezebat-ı rah­ maniyyeyi husule getiriyor. İşte bunlar hep birer alemin Öyle ise insanlıktan tecerrüd et sahra-i summa gibi yerinde otur. Eğer ruhunda istidad-ı heyecan varsa biraz da bu vadide yazılmış eserleri oku. meli. Onların irtika ettikleri makamatın ezvakından ha­ berdar olmalı. Bak Cenab-ı Mevlana ne diyor: “Enbiya-ı zi-şanın derunlarında öyle nağmeler var­ dır ki taliblere hayat-i bi-baha bahşeder. His kulağı bu nağmeleri işitmez. Zira o kulak lağviyat ile meşhun ol­ duğundan na-pak denecek hale gelmiştir. Eğer ben bu nağmelerden bir nebze bahsedecek olursam canlar la­ hitlerinden çıkar. Biliniz ki evliya zamanın İsrafil’i gibidir. Ölmüşler onların sayesinde hayat-ı taze bulurlar. Hepini­ zin canları ten kabrinde ölü gibi yatmaktadır. O nağme­ leri işitince kefenine bürünmüş olduğu halde kabrinden çıkar. Ba‘sü ba‘de’l-mevte mazhar olur.” Bu mebahiste ahlak hakkında umumi ve hususi bazı ma‘lumat vereceğiz. Ahlakın derece-i ehemmiyyetini eden: “Ben ancak meka­ rim-i ahlakı tamamlamak için ba‘s olundum” hadis-i şerifi kafidir i‘tikadındayım. Hatemü’l-enbiya Efendimiz gaye-i bi‘setim mekarim-i ahlakı itmamdır dedikten sonra artık bu babda daha ziyade söz söylemek lazım değildir. Şu ka­ dar ki Hatem-i Risalet Efendimiz’in şu hadis-i şeriflerinin eder maksadıyla birkaç söz söylemek istiyorum: mak üzerine farzdır. Aynı zamanda insan birçok noksana ma‘ruzdur. Yükselip ona galebe etmelidir. Halbuki insanın mertebe-i kemale vasıl olması imkan müsaid olduğu kadar fazilet kazanmasında ahlak ve tabiatini tehzib etmesinde­ dir. Noksanı ise rezail-i ef‘alden birini irtikab etmesindedir. Fezail dediğimiz şey ise ruhun bir takım seciye ve huylarıdır ki kendisiyle muttasıf olan iki şahıs arasında bir aheng-i vifak husule gelmesine vesile olur. Rezaile ge­ lince: Onlarda nüfus-ı beşeriyyeye arız olan bir sürü key­ fiyyat-ı habisedir ki kendileriyle ittisaf eden eşhas arasın­ da tefrika ve münazaa husule getirmek şanındandır. Şu halde insana en yüksek bir mertebe-i saadet en ulvi bir gayet-i kemal te’min eden yahud en aşağı bir derekeye sukutuna vesile olan onun ahlakı ve tabiatıdır. Şimdi bir hakıkat olmak üzere diyebiliriz ki: Mukteza-yı hilkatleri bir arada yaşamak mecburiyetinde olan insanla­ rın fezail-i ahlakıyye ile muttasıf olmaları bi’l-cümle eva­ mir ve fezail-i ahlakıyyeye riayetkar bulunmaları elzemdir. Başka suretle ne bir cem‘iyet teşkil edebilirler ne de bir medeniyet te’sisine muktedir olabilirler. Çünkü ta‘rifinden de anlaşıldığına göre hey’et-i ictima‘iyye arasında me­ dar-ı vahdet olacak ahad-ı cem‘iyyet miyanında metin bir urve-i ittihad teşkil edecek yegane esas ancak “fezail-i ahlakıyye”dir. Fezail-i ahlakıyye bir kavmin kaffe-i efradı­ na şamil olursa herbiri haddini bilerek hakkını tanıyarak diğerinin hududuna hukukuna asla tecavüz etmeyeceği cem‘iyetteki mevkı‘i eşkali vezaifi muhtelif olmakla bera­ ber hepsi birden bir vücud-ı müşterekin bekasına te’yid-i kuvasına hizmet eden a‘za mesabesindedir. Bir cem‘iyet­ teki [] fezail-i ahlakıyye “her uzvu kendi vazife-i mah­ susasını ifa ederek başkasının vazifesine tecavüzden alıko­ yan kuvve-i hayatiyye” gibidir. Şöyle de diyebiliriz: Cem‘iyet-i insaniyyeye nisbetle fezail-i ahlakıyye kainata nisbetle cazibe-i umumiyye gi­ bidir. Kevakib ve seyyaratın arasındaki nizam nasıl cazi­ be-i umumiyye sayesinde payidar oluyorsa her kevkeb her yıldız bu kuvvetin tevazünü sebebiyle kendi mer­ kezinde nasıl sabit kalıyorsa diğer kevkeble arasındaki nisbeti nasıl muhafaza eyleyerek kainatın icad ve bekası hakkındaki hikmet-i İlahi tamam oluncaya kadar herbi­ ri medar-ı mahsusunda muntazaman seyrediyorsa; bu fezail vasıtasıyladır ki Cenab-ı Hak hey’et-i ictima‘iyyeyi teşkil eden efraddan herbirinin mevcudiyet-i şahsiyyesini bir zaman-ı mahduda mevcudiyet-i insaniyyeyi ise ilm-i Demek ki insaniyet nam-ı umumisiyle ta‘rif eyledi­ ğimiz manzume ancak fazilet ve mekarim-i ahlakıyye ile kaimdir. İşte bunun içindir ki hakimü’l-enbiya efendimiz hazretleri “Gaye-i bi‘setim mekarim-i ahlakı itmamdır” buyurmuşlardır. Bu mekarim ve fezail ile bunun zıddı olan rezaili ve bunların nefisden keyfiyet-i sudurunu bunların suduruna bais olan sevaik ve kuvayı bize bil­ direcek olan ise ancak ilm-i ahlaktır. Her ilmin şeref ve ehemmiyeti şübhe yok onun mevzuuyla mütenasibtir. Ahlak “hulk”un cem‘idir. Hulk huy ve tabiat demek­ tir. Seciye ve huy denilen şey insanda rüsuh bulmuş yer­ leşmiş bir melekedir ki o meleke sebebiyle fikir ve rü’yete muhtac olmaksızın zihni yormaksızın nefisden ef‘al ko­ layca sudur eder. Şimdi bunu biraz izah edelim: Keyfiyat-ı nefsaniy­ ye iki kısımdır: Birisi; seri‘u’z-zeval olup gayr-ı rasih ve gayr-ı sabittir. Gelici ve geçicidir. Utanmaktan yüzü kızar­ mak korkudan benzi sararmak herhangi bir sebebten gülmek gibi. İşte bunlar gibi seri‘u’z-zeval olan keyfiyat-ı nefsaniyyeye “hal halet-i nefsaniyye” denir. Sehavet şecaat iffet haya bu kabil keyfiyat-ı nefsaniy­ yedendir ki bunlara “meleke” ta‘bir olunur. Demek ki nefisde yerleşmiş kökleşmiş olan şeylere “meleke” de­ niyor. İşte “hulk” da böyle bir keyfiyet-i nefsaniyye bir melekedir. Her şahsın kendine has bir meleke-i rasiha-i nefsaniyyesidir. Bu meleke sayesinde her şahıs kuvve-i ti‘mal eder.Şu halde nefiste rüsuh bulup meleke halini sanın mahiyet-i ahlakıyyesini ta‘yin edemezler. Bu böyle olduğu gibi teemmül ve tefekkür ile vücuda gelen ef‘al ve hissiyatta da rüsuh ve meleke olamayacağından kuvve-i müfekkire de bir şahsın ahlakından addolunmamış hul­ kun ta‘rifinde müfekkirenin dahl u te’siri olmadığı kabul edilmiştir. Bunun içindir ki: Ahlak-ı fazıla ahlak-ı necibe ahlak-ı metine ahlak-ı hasene ta‘birlerini kullandığımız halde ahlak-ı münevvere ahlak-ı alime ahlak-ı hakime ta‘birlerini kullanmıyoruz. Binaenaleyh ahlak ile zeka yek-diğerinin lazım-ı gayr-ı mufarıkı değildir. Birinin bu­ lunmadığı yerde diğerinin bulunduğu çok def‘a vaki’dir. Hulasa insanda rüsuh bulmuş yerleşmiş olan mele­ kelere “ahlak” denir. Ahlak-ı fıtriyye ve tabi‘iyye: Hilkat-i beşeriyyede fi’l-asl merkuz ve meknuz olan hasletlere ahlak-ı fıtriyye ve tabi‘iyye namı veriliyor. Ku­ dema-yı ahlakiyyunun fikrine göre bu nevi’ ahlak terbi­ ye ile kabil-i ta’dil ve ıslah değildir. Ahlak-ı müktesebe: Tabiatta ülfet ile husule gelen muhitin te’siratıyla sonradan kazanılan huylara melekelere ahlak-ı mükte­ sebe namı verilir. Ma‘amafih bundan ahlak-ı müktesebe lak keyfiyat-ı nefsaniyyeden olan bir “meleke”dir. Adat cismaniyyenin tekerrüründen hasıl olur. Binaenaleyh hulk ile adat müteradif değildir. Kavaid-i ahlakıyye bü­ tün beni-beşere şamil olup milliyet kavmiyet mezheb Bunun içindir ki milel ve akvamın birbirine uymayan bir kavimce müstahsen olup da diğerine göre müstehcen görünen ahval adat kabilindendir. Bunların ilm-i ahlaka dahl ü te’siri yoktur. Ahlak-ı hasene ahlak-ı seyyie: Diğer i‘tibar ile ahlakı yine ikiye ayırabiliriz: Ahlak-ı­ hasene ahlak-ı seyyie. Tabayi‘ ve temayülat-ı makbu­ leye insanın maddi ve ma‘nevi meftur olduğu fezail ve hasail-i ber-güzideye güzel huylara ahlak-ı hasene ah­ lak-ı hamide ahlak-ı fazıla ahlak-ı memduha mehasin-i ahlak namı verilir. Fena tabiatlara çirkin huylara kavanin-i ahla­ kıyyeye mugayir halata hulasa fena olan seciye ve huy­ lara ahlak-ı seyyie ahlak-ı redi’e ahlak-ı faziha ahlak-ı faside ahlak-ı mezmume ahlak-ı makduha mesavi-i ahlak namı verilir. Herşeyden bahseden bir ilim olduğu gibi insanın se­ ciye ve huylarından bahseden bir ilim de vardır ki buna Ma‘amafih ahlakıyyun ilm-i ahlakı muhtelif surette ta‘rif etmişlerdir ki onlardan birkaçını ber-vech-i ati zik­ redeceğiz: “İlm-i ahlak insanı cihet-i kemalata saik olan mebadi ve esasattan bahseden bir ilimdir.” Şu ta‘riften anlaşılır ki: İnsan için bir gaye-i hilkat bir gaye-i kemal var. O gayeye erişmek o kemali tahsil etmek ilm-i ahlak ile olacak insana gaye-i hilkatini ta­ nımayı hasais-i mevhubesini hedef-i tekemmüle doğru sevk etmeyi öğreten ilm-i ahlaktır. Evet insanın kuva-yı mevhube ve hasais-i mevdu‘ası hedef-i maksada vasıl olabilmesi kavaid-i ahlaka teba­ olur. Her insan kendi zatı için şu emr-i celili tahkık edince vazifesini hakkıyla ifa etmiş sayılacağı cihetle şübhe yok ki: Tabiat-ı beşeriyyenin kemal-i şevk ile arzu etmekte ol­ duğu o ulvi gayeye erişir. Demek ki ilm-i ahlak vezaif-i beşeriyyeyi a‘mal-i insaniyyeyi ta‘yin ediyor. Bais-i saa­ det olan mekarim-i ahlak ile müstelzim-i şekavet olan rezail-i ahlakı hakkıyla bildiriyor. Bu i‘tibar ile ilm-i ahla­ kı vazife ilmidir tahsil-i saadet fennidir meslek-i hakıkı-i beşeriyi ta‘yin ve irae eden kavaid ve kavaninden bahis bir ilm-i celildir diye de ta‘rif edebiliriz. Bazıları da şu yolda ta‘rif ediyorlar: “Ahlak ef‘al ve olan münasebetleri tedkık eden bir ilimdir.” “Hayat-ı insaniyenin intizam-ı ahvalini mucib saa­ det-i beşeriyyeyi müstelzim bulunan a‘mal ve ef‘alden bahis bir ilimdir” “İnsanların üss-i hareketi olan hayr­ dan bu esasa göre uhdemize terettüb eden vezaiften bahseden bir ilimdir.” şekillerinde ta‘rif edenler olduğu gibi “Nefs-i natıkanın ilm-i hıfzu’s-sıhhasıdır” tarzında da ta‘rif edilmiştir. Şu ta‘rifatın hepsi de bir i‘tibara göre dü­ şünülmüş olduğu cihetle doğrudur. İmam Gazali merhu­ mun İhya’ü’l-Ulum’undaki ifadat-ı atiyyesi ilm-i ahlakın nefs-i natıkanın ilm-i hıfzu’s-sıhhası olduğunu ne güzel hayat-ı ebediyyeyi ifna eyleyen emraz-ı ruhaniyyeden­ dir. Bu cihetle ancak cesedin fevt olmasını muris olan emraz-ı cismaniyye ile aralarında pek çok fark vardır. Şu halde hayat-ı faniyyeyi izale eden emrazın indifa‘ı için tedavi-i ebdanın zabt-ı kavanin ve kavaidine gösterilen zı müdavatın kavaid ve kavaninini zabta ihtimam etmek lazımdır. Bu nevi’ tıbbı tahsil eylemek her sahib-i akıla umur-ı vacibedendir.” riyye ile insanlardan sudur eden ef‘ali ve bu kuvvetlerle ef‘al-i insaniyenin münasebatını tedkık etmektir. Şöyle de diyebiliriz: Adat ve muamelat-ı efradın hak ve vazife nı tedkık etmektir. tekemmülat olması için iktiza eden kavaid ve kavanindir. Kısa bir ta‘bir ile: Tahsil-i saadet-i beşeriyyedir. Hakıkaten düşünülecek olursa fezail ile mütehalli olmak nefsü’l-emrde tahsil-i saadetin aslıdır. Çünkü adab-ı celile ve ezvak-ı selimenin tarikleri ile kendi ame­ li beynini tevfik ve bunları yek-diğerine tatbik eden bir kimse için en büyük saadet hatta şuun-ı ameliyyenin hepsinde ileri gitmek melekesi hasıl olmuş demektir. Zira şuun-ı hayatiyyeyi esasat-ı ahlakıyyeden başka esaslar üzerine bina edenler için vehle-i ulada her ne kadar bir haz ve saadet hasıl olursa da hakıkatte onlar su üzerine yazı yazmak kabilinden olacağı cihetle bu gibi kimselerin hali gitgide fenalaşıp amelinde intizam kalmaz. Çekmiş olduğu ta‘b ü meşakkat hüsran ile neticelenir. Ahlak-ı nazari ahlak-ı ameli: Ulum-ı saire gibi ilm-i ahlak da iki kısımdır. İlm-i ah­ lak-ı nazari ilm-i ahlak-ı ameli. İlm-i ahlak-ı nazari me­ badi-i ahlakıyyeyi ya‘ni ilm-i ahlakın esaslarını istinbat mebde’-i sülukdeki kavaidi tahsil “kanun-ı ahlakı” ya­ hud “kavaid-i ahlakıyye” namı verilen mebadi-i sahihayı menşe’ ve masdarlarını tahlil ve bunların suret-i sevk ve Ahlak-ı ameliye gelince: Bu da ef‘alimizi tahdid edip eşhas ve emkineye nazaran onların iyi ve fena sahih ve fasid olanlarını bildirir. Ef‘al ve temayülat-ı ruhiye-i beşe­ riyyeden hangilerinin müstahsen hangilerinin müstehcen olduğunu vezaif-i insaniyye ile onların suret-i ifasını gös­ terir. Ta‘bir-i diğer ile ilm-i ahlak-ı ameli nazari kıs­ mının netayici üzerine ameli sistemi te’sis eyler. Asıl mak­ sadımız ameli kısmından bahsetmek ise de muhtasaran Bunun için de evvela ahlakın esaslarını tedkık edeceğiz. Aksekili Ahmed Hamdi Vahdaniyet-i İlahiyyeyi tasdik edenlerin hepsi yek-di­ ğeriyle kardeştirler. Iman onların arasında cihet-i cami‘a­ dır. Uhuvvetlerinin temel taşıdır. Tevhid-i Bari’yi kabul eden adam Arab olsun Türk olsun Hindli olsun İranlı olsun Afganlı olsun İngiliz olsun hasılı küre-i arzın han­ gi kıt‘asına ve hangi millete mensub olursa olsun madem ki kalbinde nur-ı iman parlamış vahdet-i İlahiyyeyi tas­ dik etmiştir. Uhuvvet-i İslamiyye şerefiyle müşerreftir. Sure-i Hucurat’ın cümle-i ayat-ı mübeccelesinden bir ayet-i celile-i ma‘lumenin bir cüz’-i mübeccelini burada ser-name ittihaz etmekten maksad ayet-i celilenin havi olduğu cihet-i siyasiyyeyi beyandır. Hakıkaten din-i celil-i Muhammedi’nin esasat-ı kavime ve desatir-i celile-i müstakımesinden hangi bir asl-ı celile hangi bir hükm-i cemile nazar olunsa her nokta-i nazar­ dan irfan-ı beşere ulviyet ve kudsiyet bahşedecek hükm-i aliyyeyi müştemildir. Heva-perestan-ı siyasetin ihtiyacat-ı beşere nisbetle hadisat-ı yevmiyye üzerine müesses bir mefkure ile vaz‘ ettiği düsturlar gibi değildir. Kur’an’ın müştemil olduğu mübeccel ulvi her asra ve her unsu­ ra kabil-i tatbik ve her türlü ihtiyac ile kabil-i tevfik olan hükm-i celilesi bin üç yüz bu kadar sene evvel bütün alem zamaniyyenin bütün tenevvu‘atıyla bütün müşkilatıyla hepsine karşı dahi hallal-ı müşkilat olacak esasları muh­ tevi ve her türlü siyasi ve ictima‘i emraz için ilac-ı şafidir. Çünkü din-i celil-i Muhammedi ser-a-pa bir mec­ mu‘a-i hakaiktir. Hakıkat ise zemin ile zaman ile fersude olmayıp her zaman hakıkattir her zaman ter ü tazedir. Avrupa medeniyet-i hazırası gibi rekabet esası üzerine bina edilmiş değildir. Cem‘iyat-ı beşeriyye ara­ sındaki siyasi ve ictima‘i mesail-i mühimmenin düstur-ı halli “te‘avün” olduğu takdirde ihtiyacat-ı umumiyye tekafül-i umumi tahtına girerek medeniyet makinesinin deveran-ı umumisinde intizam-ı umumi meşhud olur. Kavinin zaif ile zaifin kavi ile hukuk ve vezaifteki teazudu efkar-ı umumiyye-i beşere ilham edeceği fezail insanların yek-diğere karşı irtibat ve hürmetini te’sis ve muhafaza ederek bu emr-i ma‘nevi cem‘iyet-i beşeriyye arasında adeta zabıta vazifesini dahi ifa ve bu ma‘nevi hükumet halkı anarşi ihtiraslarından vikaye eyler. Rekabet esasına mebni olan ahval-i ictima‘iyye-i be­ şerde ise insanları hadd-i i‘tidalde tutmak için kuvve-i maddiyyeye o kuvvetin vücud-ı daimisine ihtiyac-ı kat‘i vardır. Kuvve-i maddiyyeye biraz za‘f arız olur olmaz in­ tizam-ı idare rahnedar olur. Ve cem‘iyet-i beşeriyye için­ de derhal fevza baş gösterir. Te‘avün- Rekabet nazariyeleri üzerinde yürüttüğü­ müz fikir ve nazar bir hakıkat-ı mahzadır. Bunu en yakın bir zamanın vekayi‘-i mühimmesiyle isbat edeceğiz. Herkesin taht-ı i‘tirafındadır ki on dokuzuncu asr-ı mila­ dideki terakkiyat-ı fenniyye edvar-ı maziyye-i zamandan bizce ma‘lum olan dört beş bin sene içinde görülmemiştir. Hakıkaten yüz senelik terakkiyat muhayyeru’l-ukuldür. Fakat şurasını unutmayalım ki bu terakkiyat ihtiyacat-ı beşeriyyenin umrana aid aksamını teshil ve tezyin eden fenn-i mekanik esaslarına aiddir. Yoksa efkar ve ahlak-ı beşeri ıslah ve hukuk-ı umumiyye-i beşeri tanzim ve tehzib eden esasat-ı aliyye-i ilmiyyede değildir. Ya‘ni Avrupa ve Amerika’da cilveger-i alem-i şuhud olan bedayi‘-i fenniy­ yede rehber-i efkar rekabet olduğu gibi bu rekabet siya­ set-i umumiyyede dahi rehber-i harekat olmuştur. İşte bu rekabetle deryalar gibi cuş eden mesai-i beşeriyye hayat-ı umumiyye-i beşerde öyle bir sıklet-i izafiyye hasıl etmiştir ki siyaset-i umumiyyenin te‘avün ve tekafül-i umumi mer­ kez-i ittihadına merbut olmamasından naşi muvazenet-i umumiyyesini gaib ederek bütün mücehhezat-ı fenniyye ve medeniyyesiyle tebah olmuştur. Bugün beşeriyet hey’et-i umumiyyesiyle öyle mesaib-i elime içinde puyandır ki dühat-ı siyasiyye te’sis-i muva­ zenet için bütün mevcudiyetleriyle uğraştıkları halde he­ nüz bir intizam-ı umumi gayr-ı meşhuddur. Halbuki terakkiyat-ı fenniyyede ve beşerin ahval-i umumiyye-i ictima‘iyyesinde kaid-i tevfik “te‘avün” olsa yenin i‘malinden sarf-ı nazarla umranın saha-i vesi‘a-i kemalinde beşeriyeti tes‘id edecek bin türlü bedayi‘-i asar meydana getirirdi. “Te‘avün” bugün saha-i arz üstünde alemdar-ı gali­ biyyet olan Avrupa medeniyetinin kavanin-i siyasiyye­ sinde vahid-i kıyasi-i adalet olsa idi bir Nemse veliahdi­ nin vefatı bütün beşeriyeti kan deryalarına atmaz ve iki adil hakemin hükmüyle tesviye-i mesail eyler idi. “Te‘avün” alemin siyaset-i umumiyyesinde rehber-i harekat olsa idi dünyanın en büyük mesai fabrikalarını sektedar etmekte bulunan “ta‘til-i eşgal” işkalatıyla beşe­ riyet zarara uğramaz ve akıb-i harbde alem bir de “harb-i “Te‘avün” ekabir-i siyasiyyenin ser-name-i ictiha­ dı olsa idi “Lenin” gibi en yeni programlarla muvacehe-i aleme çıkarak arzın bir kıt‘a-i kebiresinde nizam-ı alemi herc ü merc ederek milyonlarla Rus ağniyasının haksız yere kanlarını dökmez ve hiç bir sebeb-i meşru‘ olmadığı halde mallarını nehb ü garet eylemezdi Darülfünun gençlerine: DIN VE AHLAK Muhterem gençler! Size hitab ve sizden istimdad edi­ yorum. Yakınen bilirsiniz ki tarihin dönüm yerindeyiz. Mazimiz kan ve fecaat atimiz.......... şairimiz: Ati.... Bilemem ki o da mazi gibi muzlim Ati.... Bilemem ki o da mazi gibi köhne demişti. Hayır öyle denilemez. Kendini unutturan kahir bir bed-binlik ona bu sözün ma‘na-yı dehşetini düşün­ dürmemiş. Karşımızda kemiyeten ne kadar az olursa ol­ sun seleflerinin müddet-i hayatınca göremeyeceği germ ü serdi görmüş ve bir dakıka olsun ma‘nen bembeyaz saçlı olan başını önüne eğerek bakdıkça vicdanları umk-ı ateşinine çeken bu harabezar-ı ma‘nevi ve ahlakı karşısında yana yana ağlamış bir gençlik milli felaket dakıkalarında altın ve elmas vicdanının revnakıyla en nankör gözleri kamaştırmış bir gençlik binlerce kardeş­ lerinin kan hakkını göz bebeğinde yaşatan bir gençlik gördükçe böyle denilemez. Çok nikbin olmalıdır. Siz muhterem gençler! Başınızın üzerinde velev naçiz bir sakf-i irfan yükselten bu zavallı milletin hakkını şüb­ hesiz tanıyorsunuz. İlmin kahir ve beliğ hakk-ı intişarını şübhesiz hissediyorsunuz ve yine şübhesiz biliyorsunuz ki bunları unuttuğunuz dakıkada hakk-ı ilmin o ma‘nen pek yüksek sakfı günahkar başınızı pek zalimane ezecek­ tir. Ve işte bu şu‘urlu iman ve vicdanınızın ulvi huzurun­ da ancak size hitab ve sizden istimdad ediyorum: Hissediliyor ki bunun sebebi gayesizliktir. Gaye; milli vicdandan doğar milli vicdanın teşekkülü için hars la­ zımdır. Harsın temel taşı “din” öz evladı “ahlak”dır. Gé­ nie du Christianisme’in başındaki Montesquieu’nün şu cümlesi ne kadar manidardır: “Zahiren ancak hayat-ı uhreviyyenin malzeme-i saa­ detini hamil gibi görünen din dünyevi hayatta da bais-i bahtiyaridir.” “Hars” ile “medeniyet”in birbirinden ayrıldığı zahi­ rendir. Harsın kuvveti meşrut olmasına nazaran kuvvetli hars dimağda ihtimal mebadi-i akliyye kadrosuna kadar gecinden geçer. “Hars” herşeyden evvel “din”dir. Adeta miliyle “kanun”un istinadgahıdır. Memleketimize “Türk harsı Avrupa medeniyeti” fikrini sokanlar bize ihanet etmişlerdir. Bu iki düsturun birbiriyle çarpışması; bizde “gaye” fıkdanı gibi bir felaket-i ictima‘iyye husule getirmiştir. milli vicdanda yaşayan hars enkazının kuvvetli aksü’l-a­ mellerini düşünemeyerek bu mücadelede Avrupa me­ deniyetine tarafdar olanlar düşünememişler ki Şark’ın hususi sima-yı medeniyyeti ne kadar feyyazdır. Bu medeniyeti asrileştirmek en doğru bir yolken bizi -her adımda binlerce kurban verdirerek- ma‘bedsiz ma‘bud­ suz bir vadi-i tereddüde sürüklediler. İsmine “intikal dev­ ri” diyerek la-yetenahi fecialarını ma‘zur göstermek iste­ diler. Bin seneyi mütecaviz bir zamandan beri Türk’ün ma‘nevi hayatına hakim ve bugün “hars” namına ye­ gane ma-meleki olan İslam Dini’ni istihfaf ettiler. Halka­ nın başı kopar kopmaz intikal devri denilen kan devrinin umman-ı fecaatine düştük. Beşer ma‘budsuz olmaz. Sı­ kışırsa “putunu kendi yapar kendi tapar”. İşte biz öyle bir ihtiyac devrindeyiz ki elimizde hiç bir hüccet-i diniyye bulunmayıp da Bayezid Meydanı’na biri bir put rekz etse ona tapınmamak için insan deli olmalıdır. Fakat bugün elimizde en mütemeddin milletlerin hak-şinas güzideleri tarafından ulviyeti teslim edilen bir dinimiz var. Bunun fünun ve Medrese birleşmeli samimiyetle anlaşmalı. Bugün elimizde harsımızın meyyal-i inkıraz birkaç yadi­ garı var. Bunlar da sukut ederse bunların da sukutuna la-kayd kalacak meydan verecek kadar vicdansız isek ahlafımızın bize yağdıracağını yakınen bildiğimiz tufan-ı la‘net karşısında bir saniye yaşamak haramdır cinayettir. Bütün ahlakı terediyat ve sukutumuzun sebe­ bi tekrar ediyorum halkanın başını koparmaklığımızdır. “Bunların sebebi harbin istilzam ettiği ihtiyacdır” sözüne ne derece i‘timad etmek lazımdır bilemem. Teselsül-i es­ babın guya bu noktasına kadar ta‘ammuk ediyoruz da niçin daha ilerisine varamıyoruz. umumi mücadele arzuları bunun elbette daha meş­ ru‘ bir suretle yapılabileceğini isbat eder. Bu mülevves hod-endişliğin daha derin esbabını niye -idrak etmeye değil- söylemeye dilimiz varmıyor? Meş‘ur bir iman-ı dini ve faziletkarane ile insani mefkurenin yüksek zevkine vasıl olabilmek işte hakıkı medeniyet budur. Biz şarklılar bununla daha ziyade if­ tihara haklıyız. Muhterem gençler! Biz öyle bir gençlik istiyoruz ki artık artık anlasın din bahsinde harab olan zehir kan içen hem-cinsini hem-dinini düşünerek hürmetle başını eğsin kanı baha­ sında fedakarlıkla elini uzatsın. Bir dakıka-i nisyan içinde eline aldığı peymane-i ezvakı cehl yüzünden onu maş­ rabalarla tenekelerle içen zavallıları düşünerek kırsın. Onlar ilmin techiz ettiği ulvi ve faziletkar bir nümune ol­ sun. Gayr-endişlik en büyük ve en meşru‘ hod-endişlik­ tir. Hakkın ilmin yarınki tarihin sizden beklediği budur. Hak ilim tarih fedakarlık ister. Bunu siz de biliyorsunuz ve tecrübe ediniz ki sizden sadır olacak bir harekete bütün millet peyrevdir. runda size hitab ve sizden istimdad ediyorum. HAK I K I VATANPERVERLER KİMLERDİR? Meb‘usan intihabatından fırsat bulan bazı kimselerin bugünlerde yine suret-i haktan görünerek vatanın te‘ali ve terakkısi namına türlü türlü mütalaat beyan program ve projeler tahayyül ve mevaid-i guna-gun dermiyanıy­ la muhibb-i millet ve vatan görünmeye başladılar. Bu miyanda kendilerine efkar-ı umumiyyenin nazımı süsü veren hem-fikirleri ise aynı efkarı yaldızlı cümlelerle te’yid menafi‘-i hasiselerini zavallı milletin ruh-ı maka­ sıdı olan din perdesi altında setretmek suretleriyle ortalığı karıştırıp durmaktan fariğ olmuyorlar. Alaka-i diniyyelerinin pek za‘if olduğunu yakınen bil­ diğimiz bu kimselerin kendilerine zahiren pek az müna­ sebeti olan bu din-i celili alet-i şer ittihaz etmeleri bu suretle milletin gafletinden muhafazakar efkar ile mü­ tefekkir ekabir-i ümmetin ila nihaye devam edeceğine kani‘ bulunduğumuz Kehf uykusunda bulunmalarından makalecikle temenniyatımızı dinin muhafaza-i ahka­ mına me’mur bulunanlara tevcih etmeyerek on seneyi mütecaviz bir zamandan beri çekilen la-yu‘ad mezahim ve meşaktan mütenebbih ve fevka’l-had müteessir ol­ duklarını ümid etmekte olduğumuz muhibb-i din ekseri­ yet-i millete tevcih ediyoruz. Bizde her işin bidayetinde salabet-i diniyye erbabın­ dan olduğunu i‘lan etmek ve bu suretle maksad husul buldukdan sonra dinin muhafaza ve neşr-i ahkamını ih­ mal eylemek moda olmuştur. Bu ise her saat bize dinden bahsedenlerin ehl-i din olmadıklarını ve neticesiz bazı Her umuru ehline tevdi‘ etmek vacibattan iken bi­ zim mefkuremize muhalif olanlarla olmayanları tefrikte bette akım bırakır ve gaye-i mukaddesemiz böylece mü­ temadiyen bizden uzaklaştıkça ez-her-cihet tevfik-i umur müteassir felaketimiz bi-payan olur. Bazı ahvalin bidayetinde o ahvalin ta‘yin-i mahiyye­ ti hakkında bir milletin yek-nazarda tecrübe ve kifayet­ sizliği ve bu ahval-i ruhiyyesi dolayısıyla iğfale isti‘dad-ı fevkaladesi bulunduğu kabul edilebilirse de o milletin gafletine bir hudud ve payan olduğu teslim edilmelidir. Bilakis bu cehalet ila nihaye temadi eder ise ma‘azallah ati-i karibde şübhesiz inkıraz ve felaketimizi intac eder. Bin türlü mesaibin olanca dehşetleriyle gözümüzün önünde durduğu itiraz kabul etmeyen son demlerimizin güzeran olduğu şu an-ı feci‘de bize her türlü hak ve hakı­ katten bahseden bu adamlarin ta‘yin-i mahiyyetleri her mü’mine vacibdir. Her söz söyleyenin muğfil sözlerine cay-i kabul gösterilmemeli herkesin siret ve hakıkatine nüfuz-ı nazara bezl-i makderet edilmelidir. Dinle alakadar olmadıkları veya alaka-i diniyyeleri pek za‘if olduğu şübheli olan kimselerin mahza efkar-ı ahaliyi tesmim etmek için yürüttükleri rida-i dinin deru­ nuna atf-ı nazar edilmelidir. Sirkat işret zina ve gılzet-i kelam gibi evsaf-ı zemi­ meyi zahirde terk ve beni-nev‘ine lütuf ile muamele ve ez-her-cihet bezl-i mu‘avenet etmekte olduğu görü­ lenlerin ahval-i zahiriyyelerine aldanıverilmemelidir. Bu ahvalin suret ve cihet-i te’siri mutlak taharri edilmelidir. Bir kimsenin ahlak-ı zemimeden ictinab ve ahlak-ı hamide ile ittisaf etmesi din kanun ve beyne’l-ahali rağ mecbur olduğumuz kimselerde taharri edeceğimiz nukat-ı nazar bu üç keyfiyete göre tevzin olunur. Herke­ sin hüsn-i hali iktisab ve su-i iştihardan ictinab etmesi bu üç te’sirin haricinde kaldığı vaki‘ değildir. Vatanın te‘ali ve milletin refahını ahkam-ı şer‘iyyenin hüsn-i tatbik ve siyaset-i İslamiyye’nin ta‘kıb ve muhafa­ zasında arayanların bu gayenin vücud bulmasına vakf-ı hayat edecek muhibb-i din ekabir-i ümmetin na-ehil­ lerden tefrik edilmesiyle mümkündür. Bunun ise zuhura gelmesi her hüsn-i hali muhafazatullahtan tulu‘ eden ve ruh-ı kavimden istifaze-i hakıkat edecek olan zevat-ı na­ direye tevdi‘-i umur edilmesiyle vücuda gelir. Bu ehl-i kemal ise kendilerinde ne beyne’l-avam mevkı‘inin tenezzül ve te‘alisine ve ne de Kanun-ı Ceza’ya kat‘iyyen taalluku olmayan ve hassaten dini ve kemal-i ihlas ile ifa ve ihtiyar ettiği görülen kimselerdir. Bu zevat-ı aliyyenin bakıyye-i hali de diyanetinden neş’et ve her hali diyanet cihetinin kuvvetine delalet eder ki işte hakıkı vatanperverler böyle kemalat ehilleridir. Amasra BURSA SULTANISİ TALEBELERİ EFENDİLERE Darülhikmeti’l-İslamiyye’nin mesai-i mücahedekara­ nesine karşı teşekkürü havi açık mektubunuz sansür ta­ rafından çıkarılmıştır. Adapazarı ve Bolu taraflarındaki k a rilerimizin nazar-ı dikkatine Sebilürreşad’a abone kayd etmek üzere Anadolu’ya azimet eden ve bir müddet Adapazarı ve Bolu taraflarında dolaşan Köy İmamı Mustafa Asım Efendi’nin bazı yolsuz ahvalinden dolayı Sebilürreşad ile alakası kat‘ edilmiş­ tir. Binaenaleyh yedindeki vesaike i‘tibar olunmaması ve kendisi nerede görülür ise lütfen bir kart ile idarehanemize ma‘lumat verilmesi karilerimizden rica olunur. resi hiç şübhesiz ancak bir mevcud-ı insani olabilir. Zira fıtrat-ı beşer ancak haiz olduğu kuvayı inkişaf ve tekem­ müle mazhar etmek isti‘dadındadır. Fıtratında bulunma­ yan bir takım kuvayı ibda‘ edemeyeceği pek tabi‘idir. telifeden her biri ortaya bir mefkure koymuştur: Mesela Hıristiyanlığa nazaran Hazret-i Mesih insaniyetin en mü­ kemmel mefkuresidir. Ve Buda dinine göre insaniyetin yegane mefkuresi Buda’dır. Halbuki bir mefkurenin şerait-i zaruriyyesini tedkık et­ tiğimiz takdirde onun bir mevcud-ı İlahi değil bir mev­ cud-ı insani olması iktiza ettiği çünkü insanların ancak hem-cinsleriyle şehrah-ı tekamülde müsabaka edecekleri derhal tavazzuh eder. Ba-husus Cenab-ı Hakk’ın yarattı­ ğı insanlara tahammül edemeyecekleri yapamayacakları şeyleri teklif buyurması mutasavver değildir. Hak teala mahlukatına böyle bir zulmü reva görmekten münezzehtir. Madem ki insanlar ancak insaniyetlerinin derece-i müsaa­ desinde kuva-yı fıtriyyelerini aksa-yı kemale i‘la edebilir­ ler o halde bir mevcud-ı İlahiyi mefkure ittihaz edemezler. Şimdi bir kere de her zaman ve zeminde insanlara reh­ ber olacak mefkurenin hutut-ı barizesini tedkık edelim. her safhasını yaşamış ve her hangi seviyede hayatın her hangi şeraitine münkad olursa olsun bunların hepsi için bir misal-i kemal bir nümune-i iktida olsun. Dünyanın yalnız refah ve ni‘metinden hisse-yab olanlar sefalet ve edemezler. Bundan ma‘ada mefkure-i insaniyyet mutlaka bir şahsiyet-i tarihiyye olmalıdır. Onun tarih-i hayatı baştan başa müseccel olmalıdır ki ahlaka bir rehber-i hidayet olabilsin. Fakat bizim Peygamber-i zi-şanımız aleyhissalatü vesselam efendimiz beyan ettiğimiz kaffe-i şeraiti haiz bir nümune-i kemal bir mefkure-i insaniyyedir. Zat-ı risalet-penahileri dünyada hiç bir ferdin şek ve şübhe edemeyeceği bir şahsiyet-i tarihiyye ve din-i İslam da bir din-i tarihidir. Peygamberimiz hayatın her safhasını yaşa­ mıştır. Pederinin vefatından iki ay sonra dünyaya yetim ve fakır doğmuş babasından mal-i dünya namına ancak beş deveye varis olmuştur. Dünyada saadet ve izzetin ancak ana baba kucağın­ da ancak onların iddihar ettikleri saman ile kabil-i husul olduğunu zannedenler Resulullah’ın öksüzlük beşiğin­ den en yüksek meratib-i ikbal ve azamete nasıl ilerle­ diğini ve bu iki tarafın arasında uzanan yolu nasıl kat‘ ettiğini görsünler de zahib oldukları zannın butlanı­ na hükmetsinler. Resulullah Efendimiz dünyaya fakır ve yetim doğdukları gibi hayatlarının altıncı salini geçirme­ den validelerini de zayi‘ etmişlerdi. En küçük yaşların­ Başmuharrir dan beri gerek kendi muhitlerinde gerek sair yerlerde münteşir dalaletlerden fenalıklardan vikaye-i nefs ede­ rek avan-ı nübüvvetlerine kadar imtidad eden kırk sene­ lik hayatlarında bile mekruh bir seciye ile tanınmamış muhitinin en merd en halim en emin ve en doğru ada­ mı bilinmiş ve “Muhammedü’l-Emin” lakabıyla iştihar etmişlerdi. Halbuki içinde yetiştikleri muhit-i cahiliyyet Resulullah Efendimiz iffet ve namusun mücessem timsali olarak yaşamışlardı. Zat-ı Pak-ı Seniyyelerini mukaddes bir vazifeyi ifa için hazırlayan mukadderat onu her nakı­ sadan azade her münkerden tathir etmişti. Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz’in lisanı gayet fasih idi. En bedi‘ hikmetleri en güzel sözlerle takrir bu­ yururlardı. Gerçi Zat-ı Risalet-penahileri ümmi idi. Hiç bir alimin rahle-i tedrisine oturmamışlardı. Fakat siret-i seniyyelerini ehadis-i şerifelerini tetebbu‘ edenler onun Tevrat ve İncil’e ve kaffe-i kütüb-i münzeleye hükema­ nın akvaline akvam-ı maziyyenin tarihine durub-i emsale siyaset-i akvama derin ve pek derin vukufuna onun şerayi‘i takrir adab-ı nefiseyi te’sis ve te’sil etmek hususundaki iktidar-ı fevkaladesine tababette hesabda feraizde ensabda ve sair ‘ulum ve maarifte sarf-ı hidayet ve ta‘lim-i Rabbani ile ne kadar yüksek ve yetişilmez bir gayet-i kusvada olduğunu -idrak-ı kasırın ihata edebile­ ceği derecede- takdir ederler. Kainat efendimizin ahlak-ı seniyyeleri ise Kur’an-ı Keri­ mimizi temsil ederdi. Gazabı tahrik edecek ahvale karşı vakar ve sebat insanı dilgir ve münfail edecek harekata tahammül etmek kimseyi muahaze etmemek şahsı na­ mına hiç bir intikama tenezzül eylememek düşmanını kahra kadir iken afv etmek muhitinden duçar olduğu her ezaya her cefaya rağmen “Ya Rabbi! Bunlara hi­ dayet bahşeyle. Bunlar cahildir!” duasını tekrar etmek gönül rızasıyla kendine en lazım şeyi başka bir muhtaca bahşetmek yine gönül hoşluğuyla başkaları nezdinde olan matlubundan sarf-ı nazar etmek uzak yakın fakır zengin herkese lütufta bulunmak herkesin imdadına ye­ tişmek sevmediği yahud terk olunması daha hayırlı olan bir şeyin vuku’unda sima-yı seniyyelerinde tezahür eden rikkat-i haya ile herkesi müteessir etmek herkesle hüsn-i muaşeret herkese karşı ibzal-i şefkat ve merhamet her ahde vefa daima mütevazı‘ daima adil daima emin ve afif vakur ve müteenni olmak ashabıyla müşavere et­ mek hak önünde kavi za‘if herkesi bir tanımak... bun­ ların hepsi Resulullah Efendimizin ef‘al-i seniyyeleriyle zat-ı hümayunları namına tesbit ettikleri ahlak-ı hamide ahlak-ı Kur’aniyyedir. Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz huzuz-ı dünyeviy­ yeden nasib-i meşru‘unu istifa etmekle beraber hiç bir vakit dünyanın alayişini zevkini nefsine hükümran ettir­ memiş ve böylece dindar olmanın dünyadan sarf-ı nazar değil dünyaya esir olmamak dünyayı irade-i insaniy­ yeye ram ederek nimetlerinden zinetlerinden istifade etmek olduğunu öğretmişlerdir. Peygamberimizin bütün güzariş-i hayatı günü günü­ ne kemal-i dikkat ve i‘tina ile tedvin olunmuş hatta en hususi münasebatı ümmehat-ı mü’minin ile nasıl yaşa­ dığı zabt edilmiştir. Bütün hayatının hiç bir vak‘ası yoktur ki Zat-ı Pak-i Seniyyelerinin o berrak o münevver seci­ ye-i nebeviyyelerini lekedar edebilsin. Hepimiz de biliriz ki insanın refika-i hayatı en mah­ rem esrarına ıttıla‘ etmek mevkı‘inde olan yegane arka­ daşıdır. Ümmehat-ı mü’minin ise irtihal-i peygamberiyi mü­ teakib hepsi de ona bir an evvel iltihak etmek hayat-ı uhreviyyeyi de onunla birlikte yaşamak iştiyak-ı samimi­ sini mütehalikane izhar etmişlerdi. Bundan da anlaşılı­ yor ki Resulullah efendimiz kendisine temas edenlerin hepsine de yeni bir ruh-ı asalet nefh etmiş ve bu ruhun huzur-ı ‘ulviyyetinde bütün güçlükler erimiş gitmiştir. Evet Resulullah Efendimiz insaniyetin en mükem­ mel mefkuresidir. Fakat biz müslümanlara ne yazık ki ufk-ı hayatımızda daima parlayan bu şems-i tabanı gö­ remeyecek yahud hayal meyal seçecek kadar duçar-ı ama olduk ve bu ama-yı basireti sanki telafi edebile­ cekmiş gibi başka başka fakat her halde ruhumuza ya­ bancı ruhumuzu aydınlatmak nerede onu bir kat daha karartacak mefkureler peşinde koştuk. Koştuk didişdik yaralandık ve nihayet bi-tab ü tüvan düştük. Fakat bizi düşüren yıkan kasırgalar rulumuz kaplayan zulümatı da bir parça dağıttı. Artık hakıkati görmeye duymaya baş­ ladık. Artık yolumuzun dünkü karanlığında muazzam bir güneşin ilk ışıkları belirmekte! Öyle ışıklar ki şübhesiz kalbimizden İslam’ın kalb-i pakinden doğuyor. Müslü­ manların ve Müslümanlığın kalbinden doğan bur nur elbette nur-ı Muhammedidir. Emin olalım ki bu nur bizi selamete özlediğimiz hayata isal edecektir. Ömer Rıza “Sulhün serian akdi şayan-ı arzudur. Hal-i hazır hal-i harbden bile fenadır. Çünkü şerait-i siyasiyye iktisadiyye ve maliyyemizi sektedar etmekle bile bu kadar uzun bir ma‘neviyyesine su-i te’sir eder. Sefalet ve hastalık gibi elim neticeleri de vardır. Bizim arzu ettiğimiz sulh şark­ ta sulh-ı daimiyi te’min edecek bir sulhtür ki bu Avrupa devletlerinin de menfaatine muvafıktır. Şarkta sulhün te’mini ise Türkiye’nin müstakil kalmasına vabestedir. Şark’ı tanıyanların bu nokta-i nazarı kabul etmemelerine limizin idamesi çare-i yeganedir. Amerika A ‘yan’ında cereyan etmekde olan müzakerata gelince diğer milletler Mister Wilson’un taahhüdlerinden tamamıyla müstefid olurken bizim mahrum bırakılmamı­ zın ne kadar muhalif-i hakkaniyet olduğu aşikardır. Bütün müttefik devletler Wilson Prensipleri’ni kabul etmişlerdir. Hepsinin hiss-i hakkaniyyetine i‘timadımız vardır. Bu işin letine de i‘timadımız vardır. Amerika milyonlarca Türk’ün ve alem-i İslam’ın ümidlerini boşa çıkarmayacaktır. Türkiye mesailini bi-tarafane bir surette tedkık eden­ ler su-i idareye rağmen ahalimizin pek çok meziyetleri olduğunu ve haricde zannedildiğinden çok fazla haiz-i liyakat bulunduğunu teslim ederler. Pek çok Amerikalılar vardır ki hakkımızda müftereyata inanmayarak bizim ne kadar büyük müşkilat ile muhat olduğumuzu takdir et­ mektedirler. Bu Amerikalıların bize karşı gösterilen tarz-ı hareketi takbih ettikleri şübhesizdir. Sulh akdedilir edilmez mesail-i dahiliyyemizi tanzime başlayacağız. İlk düşüncemiz an‘anat-ı diniyye ve milliy­ yemizin muhafazasıdır. Bundan sonra düvel-i muazzama­ nın mu‘avenetiyle memleketin esbab-ı terakkısini te’mine tarafdarım. İstikbalde yeni bir Türkiye teessüs edebilece­ ğine ve memleketin teceddüd ve felaha ve terakkiyat-ı vardır. Ahalimiz müstaid ve namuskar adamlardır. Tah­ sil-i umumi esasını tatbik ve refah-ı maddi esbabını ihzar edecek olursak seri‘ bir inkişafa mazhar olacaklardır. Bu gayelerin husulü için bütün kudretimle çalışacağım. Tür­ kiye ıslahata mazhar olunca Şark’taki sulh ve terakkıye mühim bir merkez teşkil edecektir. Bu zeminde çalışmak hususundaki azmim na-kabil-i tezelzüldür. Kadınlarımızın vaz‘iyetine gelince; esasat-ı diniyye­ mizin tamami-i tatbiki sayesinde hem kendilerine Ame­ rika’daki hemşireleri derecesinde hukuk te’min etmek hem de şeref ve haysiyetlerini ve aile reisesi sıfatıyla haiz bulundukları meziyetleri idameye muvaffak olmak mümkündür. Bizim dinimiz terakkıye mani‘ değildir. Sa­ hib-i iman müslümanların asırlardan beri riayet ettiği işret memnu‘iyyetinin Amerika’da tatbikinden dolayı büyük bir memnuniyet duyduk. Eğer esasat-ı diniyyeye hakkıy­ la riayet olunursa hiçbir iş sekteye uğramaz. Bilakis feyz ve terakkı daha esaslı bir surette te’min edilmiş olur. Son bir söz olmak üzere bizi ziyaret eden ve söylendi­ ği gibi fena adamlar olmadığımızı anlayan Amerikalılara teşekkür ve Amerika adalet ve hakkaniyeti hakkındaki Geçende namzedlikleri icra buyurulmuş olan kerime-i ye Sabiha Sultan hazretleriyle veliahd-ı saltanat devletlü necabetlü Abdülmecid Efendi hazretlerinin mahdum-ı necabet-mevsum-ı alileri devletlü necabetlü Ömer Faruk Efendi hazretlerinin emr-i mesnun-i akdleri veladet-i ba­ hirü’s-saadet-i Hazret-i Risalet-penahi’ye müsadif leyle-i mübarekenin envar-ı kudsiyyesinden füyuzat-ı ma‘ne­ viyye iktibas ümniyye-i diyanet-perverisiyle iş bu şehr-i Rebi‘ulevvel’in birinci Cuma günü salat-ı asrı müteakib Ruhaniyet-i Cenab-ı Peygamberiye tevessülen ve teyem­ münen Topkapı Saray-ı Hümayunu’nda Hırka-i Saadet Daire-i fahiresinde Şeyhülislam Hayderizade İbrahim Efendi hazretleri vesatetiyle ve Sultan hazretleri tarafın­ dan Ser-katib-i hazret-i şehriyari Ali Fuad Bey ve Şehzade hazretleri tarafından da ser-karin-i hazret-i şehriyari Ömer Yaver Paşa vekaletiyle icra kılınmış ve emr-i mesnun akdi müte‘akib hücre-i fahirede muvaffakiyat-ı seniyye-i haz­ ret-i padişahi tazarruatına terdifen devlet ve milletin sela­ meti ve tarafeynin saadeti hakkında dua olunmuştur. Bu akd-i müteyemmende veliahd-i saltanat devletlü necabetlü Abdülmecid Efendi hazretleri bizzat hazır bu­ lunmuşlardır. Sultan hazretlerinin şahidleri Daru’s-saade Ağası Cafer Ağa ile Hazine-i Hümayun Müdir-i Umumisi Refik Bey olmuştur. Şehzade hazretlerinin şahidleri ise damad-ı hazret-i padişahi Binbaşı İsmail Hakkı Bey ile Ser-yaver-i hazret-i şehriyari Mir-alay Naci Bey idi. Esna-yı akidde Mabeyn-i Hümayun erkanı kamilen hazır bulunmuşlardır. Akdin icrasını müteakib huzzara şerbetler ik­ ram edilmiş ve med‘uvvin akşam saat dörtte Topkapı Sarayı’ndan müfarakat eylemişlerdir. Akd-i vakı‘ın Sultan ve Şehzade hazeratı hakkında müteyemmen ve mübarek olmasını temenni eyler ve şevket-meab efendimiz hazretlerinin südde-i seniyyeleri­ ne ve veliahd hazretlerinin atebe-i necabet-penahilerine arz-ı tebrikat ve ta‘zimat ederiz. Kable’l-akd zat-ı hazret-i meşihat-penahi tarafından manzum olarak irad buyurulan hutbe-i duaiyyedir: Ey emr-i nikahı nasa meşru‘ kılan Şiddetle sefahı redd u memnu‘ kılan Lütf ü keremin bu işte mevcud eyle Tir-i nazar-ı hasidi merdud eyle Bu saltanatın zıllini memdud eyle Şehzadeleri ferih u mes‘ud eyle Ya Rabbi bu hazirunu şadan eyle Bu akd ile pür-neş’e ve handan eyle Bu emr-i celile meymenet sendendir Sultan-ı Rusül aşkına ihsan eyle Ya Rabbi yaşat bu hanedanı Bahşet ona ömr-i cavidanı Var et bu sülale-i vahidi Söndürme bu şu’le-i ümidi Bu nesl-i necibi kamran et Akd-i müteyemmen münasebetiyle Şeyhülislam Hayderizade İbrahim Efendi hazretlerinin inşad buyur­ dukları kaside-i garradır: Bir gün ki huzur-ı padişahi Olmuştu e‘azımın penahı Yanında havassı bendeganın Erkan-ı celili hanedanın Aldırdı bu acizi huzura Yüz sürdüm o asitan-ı nura Şahane kabul ile beraber Oldum şeref-i hitaba mazhar Emretti o padişah-ı a‘zam Hakan-ı muvakkar u muazzam Ma‘lum ola cümle bendegana A‘yana ricale hanedana Gördüm veliahdimin dehasın Asar-ı sadakat u vefasın Ettim hidematına mukabil Şehzadesin iltifata nail Ettim o necib-i vayedarı Damad-ı aziz-i şehriyarı Olsun o kerimemin refiki Bir hem-ser ü sadık u şefiki Ferda şeb-i mağfiret-fezadır Mevlud-i Resul-i Kibriya’dır. Teşrif-i kudum-i Ahmedi’den Feyz-i nazar-ı Muhammedi’den Aksetti şeref bütün cihane Fahr eyledi arz asmane Nimet bilelim bu vakt-i sa‘di Tes‘id edelim bununla akdi Versin o da akde başka zinet Kudsiyyet-i Hırka-i Saadet Bitsin o mahalde emr-i mesnun Ma‘nen olalım fahur u memnun Bir de’b-i kadim-i Al-i Osman Ber-muceb-i hükm-i emr u ferman Ettim o mahalde akdi icra Her noktada meymenet hüveyda Alkışladı bunda padişahı Kanun-ı kefaet-i İlahi Verdi bu nikaha başka bir şan Yükseldi makam-ı Al-i Osman Mah eyledi burc-ı şemsi menzil Şah-ı gülü bülbül etti mahfil Ya Rab bu halife-i güzini Bu hüsrev-i ma‘delet-karini Bir padişah-ı cihan-sitan et Faruk-ı muazzam-ı zaman et. Tutsun bu cihanı sit-i adli Daim ola adl ü hakka meyli Ya Rabbi yaşat bu hanedanı Bahşet ona ömr-i cavidanı Var et bu sülale-i vahidi Söndürme bu şu’le-i ümidi. Bu nesl-i necibi kamran et Hamem nazar etti şeş cihata Kaydetti bu beyti hatırata Cinni peri ademi duade Birleşti bu iki şahzade Sene-i Hicriyye Ş ––––– Bidayet-i mev‘izamızda bahsimizin ne gibi mesail etrafında döneceğini arz etmiştim. Bugün de yine o daire dahilinde idare-i kelam edeceğiz. [] Evet yine tekrar ediyorum ki inkara doğru pek şeni‘ bir meyil var. Doğrusunu söylemek lazım ise bazı kimseler dinden mütearri imandan müteberri. Neuzü­ billahi teala. diyor. Fatiha-i kelam Kalbi kararmış bir adam bundan ne anlar? Allah böyle bir cevher-i şerifi bu kadar karanlık bir kalbe koyar mı? Haşa. Allah onların kalbini hatm etmiş. Hepsinin kalbi hasta. Bu ni’metin kadrini takdir için fıtrat-i selime kayma­ ğı bozulmamalı. Zulmet-i şekavet kalbe müstevli olmama­ lı. Aksi surette bir adam nasıl mü’min muvahhid olabilir? Şimdi sen git de öyle bir adama karşı İslam’ın ulviyetin­ den izzet ve şerefinden bahset. Vallahi anlamaz. İmtila-yı mi’deye duçar olmuş bir adama et‘ime-i nefise veriniz yi­ yebilir mi? Yemek değil ondan istikrah eder. Kabahat ye­ mekde mi? Yoksa onun mizac-ı sakıminde mi? Ey münkir sen de öyle ise nefsine rücu‘ et. Bakalım menşe’-i maraz nedir? Onu tedkık et. Ondan sonra tedavisine çalış! Evet bunların yanında hakaik-ı diniyyeden bahso­ lunmaz. Onlarla münakaşa da edilmez. Hususi umumi. Çünkü bunlar her şeyin cahilidir. Hem bir şey bilmiyor­ lar hem de bilmediklerini bilmiyorlar. Felsefeden bahse­ diyorlar. Halbuki ondan da bi-haber. Orada da racil hiç bir mes’eleyi kema hiye hakkuha tedkık etmemiş. Ta‘mik yok. Gavr-ı mesaile infaz-ı nazardan fıtraten mahrum. Onlara: Nesin? diye sorsan “materyalistim!” der! serpilmiş. Bu zerrelerin aralarındaki cazibe ve dafi‘a-i mütekabile ile imtizac neticesinde husule gelmiş. Teha­ vül tekamül-i madde ile bu alem-i şuhud vücud bulmuş. Her şey min gayrı şu‘urin olmuş bitmiş... Peki ama iş bununla biter mi? Eğer felsefe böyle bir eksir-i a‘zam bir hap ise biz de bu haptan yutalım. Sen hapı yut­ muşsun. Fakat bu hap herkesin mizacına gelmez. Felsefe hikmet bu mudur? Saha-i akıl ve ma‘rifette icale-i efkar eden hükema yalnız bu meslek erbabından ibaret midir? okuyayım? Bu felsefe gayet kolay. Endamıma muvafık Tring’ten hazır palto gibi alır kendime mal ederim. bir usulü bir tarikı var. Bir medhali bir mahreci var. Bir kere felsefeyi tamamıyla tahkık et. Neden bir feylesofun eserine saplanıp kalıyorsun? O ma‘hud kitabın müellifi ile aranızda bir karabet-i nesebiyye yok ya. Daha binlerce ki­ tap var. Niçin bunlardan bazılarını okumuyorsun? Bunları da oku. Muhakeme et. Sonra bir meslek sahibi ol. Hazır esvab gibi bila-tahkık bir meslek-i felsefiyi kendine mal edip türrehat ile ümmet-i Muhammedi ıdlal bir mes­ lek ise diyecek yok. Değil ise mücanebet lüzumu vazıh. [] - Ha ... o hiçbir şey değil. Ne görüyorsun onda? Ben bir şey görmüyorum. Hatta a‘razın çoğu bile benimle kaim. size vasıl oluyor. Bu bir hadisedir. Mevcuddur. Hayır ben diyorum ma‘dumdur. Bunun husulü için bir şart lazımdır: Bir uzv-i sem‘ bir de ihtizaz-ı hava. Bu iki şart arasındaki telazümden dolayı üçüncü bir hadise oluyor ki savt diyo­ ruz. Mevkı‘ini ta‘yin et! Mevki yoktur. Keyfiyet-i nefsaniy­ ye. Sadanın temeli bu kadar çürük mü? Öyle ya. Bu iki şart mevcud olmazsa sada da yoktur. Hatta biri olmazsa yine yoktur. Bunlar hadisat. İllet-i vücudu kendisinin de­ ğil. Aralarında iştirat var. Ziya da böyle. Bünye-i ayniyye böyle. Şu hadisatın mübteni olduğu madde yok. Kuru laf kabul olunmaz. Hepsi hadisat cümlesine girdi... Deyince el elde baş başta kalırsın. Sened ittihaz etti­ ğin şeyi bize göstermelisin. Ne maddeden ne kuvvetten haberin var. Geride onun nakızı da var. İnşaallah sırası gelince yegan yegan tedkık edeceğiz. Henüz bahsimiz oraya gelmedi. Bunu bir misal olmak üzere söylüyorum. Daha ne kadar mesail var. mütalaa kafi. Bu meslek üç kelimeden ibaret. Onları bel­ leyince feylesof olurum. okumuyorsun? Descartes’ın usul hakkındaki Nutk’u bütün Avrupa darülfünunlarında okunuyor. İki yüz şu kadar senelik bir kitaptır. İnsana düşünmenin yolunu öğrettiği için büyük bir şöhret kazanmış. Allah’ı nefsi bu­ lacağım diye adamcağız bak nasıl çırpınıyor. Nefsinden Allah’a irtika için iskele kurup duruyor. Koca bir kitap. gayet mergub bir eser. İnsan okur da taharri-i hakıkat vadisinde ne yapılıyor onu öğrenir. Descartes ne yap­ mış? Descartes cebiri hendeseye tatbik etmiş. O koca kafasıyla Allah’ı inkar edemiyor. Ya sen Darıca enginarı kafanla nasıl inkar ediyorsun? Koca feylesof ma‘rifet-i nefsden ma‘rifetullaha doğru gitmek istiyor. Güya ken­ disinde sırrını tecelli ettirmek sana! Bunlar kafa patlatmak ister. Çünkü bu eserleri kuru okumak da para etmez. Asar-ı felsefiyye ceraid-i yevmiy­ ye gibi mütalaa olunmaz. Bunları tahlil etmeli mesailin ruhuna nüfuz etmeli. Anladığını ben anlamalıyım. Eylesen tutiye ta‘lim-i eda-yı kelimat Sözü insan olur amma özü insan olmaz. kabilinden olmamalı. Halbuki bazı kimsenin söylediğine şu‘uru lahık değil. Söyler anladım sanır. Biliyorum zan­ neder. Halbuki bir şey bilmez. Sair fi’l-menam gibidir. sa cehl ile hiç bir şey olmaz. Ma‘amafih bu dalali nefsine münhasır kalsa insan o kadar müteessir olmaz. Fakat herif müteaddi. Tecavüz ediyor. İnsan işte buna yanar. Ona bu cür’eti veren ceha­ letidir. Ta‘mik ve tahkık yok. Vallahi o gibi ciddi bir eseri eline alıp okumamıştır. Kitapçı dükkanlarından gelişi gü­ zel aldığı birkaç şey okuduysa işte o kadar. Fakat ağzın­ daki lokma koskoca bir şey! Kalb hakaik-ı imaniyyeyi cezzab olmak için onunla bir alaka-i cami‘a olmalı. Mes’ele mıknatıs ile demire benzer. Sen demir ol da bak nasıl mıknatısa müncezeb olursun. Saman çöpünü mıknatıs çeker mi? Saman çöpü olduktan sonra hiç bir şey hasıl olmaz. re-i insaniyeti yıkmak mukaddesat-ı beşeriyyeyi hak ile yeksan etmek istiyorsun. Sen cihan-ı insaniyetin adüvv-i ekberisin. Feylesof dediğin insanları tarik-ı rüşd ü sedada sevk eder. Senin fikrin kabul olunursa insaniyet yıkılır. Senin kıyametin kopmuş. Herşeyin herc ü merc olmuş. Sana kalsa hiçbir şey hayat bulamaz. Sen yine o beğen­ mediğin edyana dua et. Onun kurduğu saray-ı umman ve medeniyette yaşıyorsun. Faziletten bahsediyor. Halbuki hakıkaten dinsiz olsa onu da inkar etmesi lazım gelir. Zavallı fena fi’l-ilhad de­ recesine vasıl olamamış. Acaib! Vicdanı tedkık edersen orada mağlubsun. Sende bir fazilet görülüyor. İşte o irsidir. Fazileti de bildi­ ğin yok. İntisabın da yalan. Gel beraber oturalım. Müna­ kaşa edelim. Senin fazilet hususundaki bütün istinad­ gahların temelinden yıkılmazsa elini öpeceğim. Hem yine senin taptığın kitaplarla. Karşıma geç de gör o batıl fikirlerinin hepsi topu atar. Hepsi yalan. re-i insaniyyetin mi’marı değil ırgadısın. Sen saray-ı ademiyyete kaşane-i insaniyyete bir taş koymaya muk­ tedir değilsin. Sen yıkmaktan başka bir şey bilmiyorsun. Bu ma‘bed-i muazzama bak. Bu nasıl vücud bulmuş. Bunun bir mi‘marı vardır. Hatta son inşasına iki mi‘marı var idi. Biri Sultanhisarlı diğeri de İzmir’in Melt şehr-i kadiminden idi. O mimar bu ma‘bedi inşa edebilmek tır. Bu eser-i muazzam öyle kolay mı olmuştur sanırsın. Bunun mimarı müsellesat bilirmiş herşeyi bilirmiş hen­ dese bilirmiş makine bilirmiş. Hasılı bunu yapabilmek ların hiçbirisine lüzum yok. Eminönü’nden on tane yı­ kıcı getirirsin. An-ı vahidde şu kubbeyi başımıza geçirir. kat yapmak için na-mütenahi ma‘rifet ister na-mütenahi ‘ulum ister. Efendi efendi bu mebna-yı muazzamın her zaviyesi bir sütunun her sütun da bir kaide-i riyaziyyenin üstünde duruyor. Bunlar ilimle kafa patlatmakla olur. Bunlar ilme tevakkuf eder. Ama yıkmak için hiç birisi lazım değil bir kazma kafi. O da böyle eline bir kazma almış bütün mukaddesata yürüyor. Önüne geleni yıkıp gidiyor. Ahlak diyor yıkıyor. İnsaniyet diyor yıkıyor. İs­ lamiyet diyor yıkıyor. Ne mahiyetine vakıf ne suret-i te­ essüsünden haberdar. Ne fıkdanındaki zararı müdrik ne de vücudundaki faideyi! Böyle sersem böyle bir cahil.. Onun için çok ilme çok ma‘rifete ihtiyac yok. Irgadbaşı­ ya bir kazma kafi oluduğu gibi böyle bir ademe de “Allah yoktur alem kadimdir her şey zerrelerin cüz’-i ferdlerin ma‘muresini yıkmak için başka şey lazım değildir. Allah cümlemizi bu gibi su-i karinlere mukarenetten masun ve mahfuz buyursun amin. Bu mebahiste ahlak-ı İslamiyye’nin en metin esaslar üzerine müstenid bulunduğunu göstermek istiyoruz. Bu­ nun için evvela ahlakın istinad etmesi lazım gelen mebadi hakkında felasife-i kadime ve cedide tarafından bugüne kadar serd edilen nazariyeleri bilhassa en salim bir meslek-i felsefi olan ve vazife kanun ahlakı mebde’ini akıl üzerine te’sis ile “hak hayr hüsn gibi” mebadi-i aliyyeyi gaye-i kemal edinen nazariyat-ı felsefiyyenin ahlak için keşfeylediği mebadiyi de tedkık etmek isteriz. hilkat ve emziceleri ne derece mütebayin olursa olsun yine bu ihtilaf ve tebayün ile beraber nüfus-ı beşeriyyede bir ta­ kım umumi –yani hepsinin müşterek bulunduğu- mebadi usul ve kuvvetler vardır ki onlar ahlak-ı insaniyenin esası nüfus-ı beşeriyyenin masdar-ı kemalatıdır. Bu mebadi ve esaslar her insanda mevcud ve na-kabil-i tegayyür oldu­ ğu cihetle ahlak-ı beşerinin bu esaslara ibtina etmesi la­ zımdır. Diğer esaslara ibtina eden ahlak sabit ve umumi olmak mahiyetini haiz değildir. Binaenaleyh bu esasların neden ibaret olduğunu tedkık ederek bu meslekle ahlakın esaslarını “vahy”e istinad ettiren meslek-i İslami beyninde münaferet olup olmadığını tedkık etmemiz icab eder. Nazariyat-ı aliyye-i felsefiyyeye göre kavanin-i ahla­ kıyyenin mebnası olan mebadi şunlardır: - Kuva ve hasais-i nüfus-ı beşeriyye; - Bütün insanlara şamil olan “hayr ve vazife” fikri; - Mes’uliyet-i ahlakıyye eylediği esaslar bunlardır. Şimdi bunları birer birer izah edelim: - Kuva ve hasais-i beşeriyye ve bunlara riayet: Bu hasais ve kuvada herkes müşterek ve fıtraten müsavi olmakla beraber görüyoruz ki: İnsanın kuvasını de etmesi hasebiyle kabil-i tegayyürdür. Bazen neşv ü nema ile pek ziyade kesb-i ‘ulviyyet ediyor. Bazen de noksana ma‘ruz oluyor. Anlaşılıyor ki: Ta‘lim ve terbiye­ nin bu hasais ve kuva üzerinde pek ziyade te’siri vardır. Bunların sıfat-ı asliyyesi muhafaza ve tenmiye edilerek hüsn-i isti‘mal edilecek olursa mücadele-i hayatta ihraz-ı saadet mümkün olur. Aksi takdirde ise hüsran ve zillete mahkumiyet muhakkaktır. Binaenaleyh ilm-i ahlakın bi­ rinci esası olan bu hasais ve kuvaya her insanın; gaye-i hilkatini tanımak hedef-i tekemmüle vasıl olmak için; riayet ve ta‘lim ve tehzib ile bu kuvanın neşv ü nema­ sını te’min etmesi lazımdır. Çünkü insanda mevdu‘ olan bu kuvvet sıfat-ı fıtriyyesini ne derece muhafaza ederse onun ahlakı da o nisbette salim ve sabit olacaktır. Hayr veya vazife fikri: Felsefenin ahlak için vaz‘ u ta‘yin eylediği ikinci meb­ de’ hayr veya vazife tasavvurudur. Hayr fikri tab‘-ı be­ şerde meknuz ve bütün insanlara şamil bir haldir. Çünkü mahsus ve bizi hayr fikrine delalet eden bir kuvve-i külliy­ yede müşterektirler. Hiç bir şahıs yoktur ki; akıl ve zekası neşv ü nemaya başlasın da basiret-i insaniyyeye has olan bir temyiz ile hayr u şer sahih ve fasid hüsn ü kubh bey­ nindeki farkı idrak etmiş olmasın! Binaenaleyh hayr fikri de ilm-i ahlakın esaslarından birini teşkil ediyor. Hayr fıkri rek oldukları cihetle birbirine tamamıyla merbutturlar. Hayr fikrinin umumiyeti ve hayr hakkındaki muhtelif tarz-ı telakk ı nin esbabı: Hayr fikri beşeriyette umumi ve muttariddir. Bu fikir bi’z-zarure beşeriyete lazım ve nüfus-ı beşeriyyeden in­ fikaki vicdan-ı beşeride bu fikri i’tirafın adem-i vuku‘u mümkün değildir. Çünkü yukarıda işaret olunduğu üze­ re: “Hayr ü şer hüsn ü kubh hak ve batıl” fikirleri birer hakıkat-i sabite ve mütearifedirler. Bunların vücud-ı nef­ sü’l-emrisi muhakkaktır. Zira bu mebadi aklen sabitdir. Şu kadar ki bu fikir fi‘ilin vasfı olması saha-i fi‘iliyyata tatbiki i‘tibarıyla kabil-i tegayyürdür. Zaman ve meka­ nın adatın ihtilafıyla bu fikrin tatbikinde de tegayyür ve tebeddül görülebilir. Fi‘il-i vahidin her zamanda her mekanda hüsn yahud kabih olması zaruri değildir. Bun­ dan dolayı hayr mebdeinin akli veya muttarid olmaması lazım gelmez. Çünkü bir kavmin hayr u şer hakkında ver­ miş oldukları hüküm vasat tabakada -ki ekseriyet bun­ lar olmak lazımdır- bulunanların me’luf oldukları adete göredir. Eğer me’luf oldukları adetin esası sahih ve güzel olup neticede fi‘illeri salih ahlakları müstakım olur. De­ ğilse halleri o nisbette fena olup hayr u şer hakkındaki hükümleri de ona göre olur. Burada ta‘lim ve terbiyenin de pek ziyade te’siri olacağı derkardır. Binaenaleyh hayr u şer hakkındaki ihtilaf-ı efkar “hayr”ın tab‘-ı beşerde umumi ve muttarid olarak mek­ nuz bir fikir olmadığını değil belki bu esasın ta‘lim ve terbiye ile tekemmül ettiğini muhitin te’siriyle de sıfat-ı asliyyesini gaib etmek isti‘dadında olduğunu gösterir. Hayr hakkındaki tarz-ı telakk ı nin muhte­ lif olmasından istihsal edilecek netice: Evet ilm-i ahlak ulemasının dedikleri gibi hayr ve vazife mebde-i tabiat-i beşeriyyede meknuzdur. Her in­ san fıtrat-ı insaniyyesi icabı olarak iyiye meyyal kötüden müteneffirdir. Fakat saha-i fi‘iliyyata çıktığı gibi görülü­ yor ki bazen efkarda ihtilaf hasıl oluyor. Benim iyi dedi­ ğim sizce fena sizin fena gördüğünüz benim nazarımda vermek için mebde’-i akıl her zaman bir mi‘yar-ı sahih olamıyor. Şu halde sırf akla müstenid olup da esasları ma-fevka’l-akıl ma fevka’t-tabi‘a bir kuvvetle müeyyed olmayan bir ahlakın muttarid ve sabit olamayacağı şüb­ hesizdir. Böyle olan kavaid-i ahlakıyyenin herkes naza­ rında şayan-ı kabul görülemeyeceği vareste-i izahtır. merkuz bir mebde’-i akli olmalarını teslim etmekle be­ raber bunların menşe’ ve kuvve-i müeyyidesi “vahiy ve nübüvvet” olduğuna kail olmamızın sebebi budur. Bun­ lar her ne kadar birer mebde’-i akli iseler de ukul-i beşer fasl için insanlar irşad-ı Bari’ye muhtacdır. Akl-ı beşeri­ nin kestiremediği mesail-i gamizada bizi irşad edecek ye­ gane vasıta vahiydir. Şu halde ahlakın esaslarından olan hayr fikri biz müslümanlarca daha kuvvetli bir surette takrir ve tesbit edilmiş oluyor. Hayr: Mesalik-i ahlakıyye: Hayr hakkında verilecek izahat mesalik-i ahlakıyye hakkında da bize bir fikir verebilir. Çünkü hayr hakkın­ daki muhtelif tarz-ı telakkı aynı zamanda muhtelif mesa­ lek-i ahlakıyye irae etmektedir. Ma‘amafih birer meslek-i mahsus şeklini almış olan bu ihtilafı daha ziyade tedkık etmek ve hükmümüzü ona göre ve daha büyük bir it­ mi’nan ile vermek -mes’elenin iyice tenevvür etmesi noktasından- muvafık olur fikrindeyim. Bi’l-cümle mesalik-i ahlakıyyeyi üç kısımda hulasa edebiliriz: Ahlak-ı lezzet ahlak-ı menfaat ahlak-ı vazife. Şimdi üç kısımda hulasa ettiğimiz şu mesalik-i muhtelife hakkında biraz izahat vermek icab edecektir. Haz ve lezzet mesleği: Bu mesleğe salik bulunan zümre-i ahlakıyyuna göre ahlakın esası kanun-ı ahlakınin müstenidün-ileyhi olan mebde’ haz ve lezzetdir. Ahlakın esasını haz ve lezzette bulunan zümre-i felasife ve ahlakıyyuna göre gaye-i hayat saadet-i hissiyye ya‘ni zevktir. Havassımızı okşayan bize haz ve lezzet veren her­ şey hayr bilakis bize elem ve zahmet veren yahud elem ve zahmete illet ve sebeb olan ne kadar şey varsa onlar da şerdir. Bir lezzet hasıl eden herbir fi‘il neticesi ne olursa olsun hayırlıdır. Nail-i saadet olabilmek için zevk tevlid eden hususatı taleb elem tevlid edenleri reddetmek icab eder. Binaenaleyh ahlakın esası lezzet-i hazıradır. Bu mesleğin hataları: Böyle bir mesleğe ahlakı bir meslek ve bu mesleğe salik bulunanlara da zümre-i ahlakiyyun ıtlakı caiz olma­ sa gerektir. Çünkü bir ahlak-ı lezzet vardır demek pek de doğru değildir. Ahlak-ı lezzet ta‘rifi muktezasınca ahlakın fıkdanı demektir. Evvelen: İnsanlar için ahlak gaye-i hayat lez­ zetten ibaret olunca insanların behaimden ne farkı kalır? Lezzet gaye-i hayat olunca her insan ezvak-ı behimiyyesi peşinde dolaşmayı huzuzat-ı nefsaniyyesini te’min et­ meyi bi’t-tab‘ gaye-i ahlak tanıması lazımdır. Saniyen: Hal-i hazırda lezzet ve zevk veren herşey mutlaka hayr olamaz. Bazı lezaiz ve huzuzat vardır ki on­ lar insana hüzn intac ederler. Halbuki bu mesleğe göre hüzn şerdir. Zevkimizi okşayan kendisine lezzet veren şeyi nerede bulur ve ne suretle ele geçirirse hemen ala­ cağı cihetle bu intihabda esas ittihaz olunacak muttarid bir kaide yoktur. Lezzet ve zevk muttarid ve sabit bir kai­ de tahtında olmayacağından herkesin düşüncesine göre tahavvül eder. Salisen: Bütün ahlakın inkarı demek olan bu meslek-i ahlak hayatı tezlil ve hayattan nefret etmek gibi gayr-ı kabil-i ictinab bazı netayici müeddidir. Çünkü bedbinlik yeis intihar bu mesleğin netaic-i tabi‘iyyesinden ma‘dud­ durlar. Bunun içindir ki vaktiyle bu mesleğin tarafdarla­ rından biri olan Ejezyas intiharı o kadar belağatle medh etmiş ki bundan dolayı “hatib-i mevt” ünvanını almış. Rabian: Lezzet denilen şey müteharrik ve seyyal bir şey olduğundan bir kaide-i hayat teşkil edemez. Çün­ kü bizzat lezzette ezvakı takdir edebilmek için emin bir kaide yoktur. Bunun içindir ki Aristip sirkatin mukad­ desata adem-i hürmetin hatta zinanın bazı ahvalde mübah olduğunu istintac eylemişti. Hulasa bu meslek behimi şehevani bir meslektir. pek çok i’tirazı calib olduğundan bu mesleğin ta­ rafdarlarından bazı feylesoflar hayatın hedefi taharri-i lezzet olduğu esasını kabul etmekle beraber bunun için bir kaide-i intihab vaz‘ etmek ve lezaiz miyanında bir mebde’-i intihab te’sis eylemek lüzumunu hissetmişlerdir. Fakat ne olursa olsun madem ki bunlar da esas ola­ rak diğer hayvanat gibi insanın doğar doğmaz şehveti sevdiğini ve bunu “hayr-ı a‘la” gibi aradığını kabul edi­ yor ve bu şey “ateşin har ve karın beyaz ve balın tatlı olduğu gibi hissolunur. Fakat isbat olunmaz” diyorlar şu halde bu mezheb de Aristip’in mezhebi gibi ayn-ı netayi­ ce müncer olacağında şübhe yoktur. Zaten bu intihabda esas ittihaz edilecek olan kaide nedir? Hulasa: Ahlak-ı lezzet bir ahlak-ı menfaat veya daha doğrusu bir ahlak-ı hodgamidir. Bu mesleğe göre bütün fezail hodgami-i mutlaka hubb-i nefse müncer olduğu cihetle insanı her türlü haksızlığa hatta cinayete sevk edebilir. Böyle bir mezhebi kabul etmek ahlakı indi te­ lakkiyata baziçe kılmak ve fazilet-i hakıkıyyeyi ortadan kaldırmaktır. Binaenaleyh lezzet ne şekilde tasavvur edi­ lirse edilsin ahlakın esası olamaz. Hayr haz ile müteradif addedilemez. Ahlak-ı menfaat: Hume Bentham Stuart Mill gibi bazı felasife-i mü­ teahhirin de; yek-diğerinden cüz’i bir fark ile ahlakın esası menfaat olduğuna zahib olmuşlardır. Fi’l-hakıka bu meslek de ahlak-ı lezzet demek ise de bunda asıl olan menfaatin taharrisidir. Menfaat ise insanı bir fenalıktan muhafaza etmek veya insana bir iyilik yapabilmek için bir şeyin haiz olduğu hassadır. Tenk ı d: Nef‘iye mesleğinin de haz mesleğinden fazla bir kıy­ meti yoktur. Menfaat ale’l-ıtlak ahlak için esas olamaz. Menfaatin hayr olabilmesi için aynı zamanda hak olma­ sı da şarttır. Herhangi bir suretle mal kazanmak nafi’dir. Fakat suret-i meşru‘ada olmadıkça hayr değil belki şer­ dir. Meşru‘ olabilmek için yalnız şahsımıza nafi‘ olması kafi değildir de! Menfaatle hayrı müteradif görmek hayr hiç bir suretle şayan-ı kabul değildir. Binaenaleyh men­ faat ile hayr yek-diğerine muarız geldiği vardır... Salisen: Gerek Bentham’ın gerek Stuart Mill’in mesleklerine tevfikan menfaat-i hususiyyeden menfaat-i umumiyyeye geçmek kolay birşey olamaz. Bu meslek hangi kanun veya mebde’ namına olarak benim be­ dihi ve sarih olan menfaatimi birçoklarının menafiine feda ettirecek? Bu iki menfaat arasında çok kere tena­ zu‘ ve hatta tezad vardır. Acaba harbde nevbet mevkı‘i­ ni muhafaza için vatan muzafferiyeti için vefat eden bir nefer menfaat-i hususiyyesinin menfaat-i umumiyye ile müttehid olduğunu bila-itiraz kabul edebilir mi? Burada feda-yı nefsi icab ettiren fedakarlıkta bir arzu-yı menfaat bir hubb-i nefs bulmak kabil midir? Gemisindeki yolcu­ ları kurtarmak için feda-yı nefs eden bir kaptan şahsı na­ mına ne gibi bir menfaat mülahaza edebilir? Vakı‘a menfaat-i hususiyye ile menfaat-i umumiy­ ye arasında ekseriya bir tevazün veya bir ahenk vardır. Fakat bu ahenk göze çarpacak derecede tehalüfat ile mesturdur. O halde bir adamı sarih ve bedihi olan kendi menfaatini feda ettirmeye mecbur edecek menfaatten daha ali bir kanun bir mebde’ lazım değil mi? Nef‘iyenin diğer bir şekli Tekamüliye mesleği: Nef‘iye mesleğinin bu kadar mütehavvil bu derece mütebeddil olduğunu gören Spencer bu mesleğe daha ‘ali daha yeni bir şekil vermek istemiştir. Spencer’e göre menfaat ve a‘zami saadet mebdei pek ziyade mütehavvil olduğundan ahlak için kafi değildir. Binaenaleyh bu fikir­ lerin yerine ahlakta gaye fikri adetin bir gayeye tatbiki mebdei ikame edilmelidir. Fakat netice-i tahlilde bu fikrin de doğru olmadığı tezahür etmektedir. Bu fikir ruh-ı insaniyyete insaniyetin te‘alim-i aliyyesine o kadar uygun değildir. Acaba Spen­ cer’in menfaat yerine ikame etmek istediği “gaye” nedir? Bu gaye bizim failiyetimizin tekamül-i umumiye ta‘bir-i diğerle adat ve i‘tiyadatımızın tekamül-i umuminin la-yenkatı‘ icad ve tecdid eylediği şerait-i mevcudiyyete bi’l-ihtiyar bir intibak-ı ma‘kulu değil midir? Haydi biz de Spencer ile birlikte bir gayeye müte­ veccih olmak ahlak demektir diyelim. Fakat bensiz ola­ rak ve bana rağmen vuku‘a gelen bir tekamül nasıl olur da benim için bir mükellefiyet tevlid eder ve bir mani‘a teşkil etmez? Tekamüle iştirakin hayr ve benim için bir vazife olması benim iştirak ettiğim tekamülün benim le­ himde olmasıyla meşruttur. Istıfa-yı tabi‘i hayatta mağ­ lub olanlardan veya feda edilenlerden biri ben olmamı fi‘il edebilirim? Benim mağlubiyetim ile neticele­ necek olan bir tekamül nasıl olur da benim için bir mü­ kellefiyet tevlid eder? Hulasa nef‘iyenin bir şekl-i diğeri demek olan teka­ müliyye nazariyyesinin de ahlak için göstermiş olduğu mebde’ kafi ve esaslı bir mebde’ değildir. Bazı feylesoflar da ahlakın esası olmak üzere “ihtisa­ sı” gösteriyorlar. Bu zümre-i felasifeye göre basıra eşya­ da siyah ve beyazlığı nasıl tefrik ediyorsa ef‘alde de hayr ve şerri idrak etmeye mahsus insanda bir hasse-i batıniy­ ye vardır. Hayr u şerrin en sahin mi‘yarı bizde mevcud olan bu hasse-i batıniyyedir. Aksekili Din-i celil-i İslam’da te‘avün ve tesanüdün esas olma­ sı bünyan-ı rasin-i İslam’ın ebediyetini te’min ve iman gibi bir emr-i ma‘nevi-i muazzamın ihtiva ettiği cami‘a ile uhuvveti tahkim ve tarsin eylemiştir. Ahval-i umumiyye-i beşeri tanzim ve tedvir ile meşgul olan ilm-i siyasetde bir takım kavaid-i sabite vardır ki eşkal-i hükumat-ı milel ne kadar tenevvü‘ ederse etsin o kavaid la-yetegayyerdir. Ez­ man-ı kadimenin inkılabat-ı mütenevviası arasında tesbit edilen o tegayyür-i na-pezir düsturlardan birisi teşkil ve te’sis-i hükumette herşeyden evvel ittihad-ı efkarın ve onu yaşatan mefkure-i asabiyyetin şart-ı a‘zam olmasıdır. kar-ı beşere telkın ve ilham ettiği mebadi-i ‘ulviyye ve desatir-i celile-i ilmiyye tedkık edilirse şems-i hakıkat bü­ tün şa‘şaasıyla bütün envarıyla arz-ı cemal eyler. Evvela milliyeti ve lisanı tedkık edelim: Beşeriyetin edvar-ı kadime-i mechulesinde cereyan eden takallübatın suver-i cereyanını haki elde asar-ı mu­ hallede-i mufassala bulunmadığı için milliyet istihaleleri­ ni kat‘iyet-i riyaziyye şeklinde ta‘yin taht-ı imkanda de­ ğildir. Ma‘amafih şurası ma‘lumdur ki edvar-ı kadimede aile rabıtasıyla dairesini tevsi‘ eden nisbet-i ırkıyye usul-i tefahümdeki işarat-ı savtiyyesiyle de temyiz-i ifade eyle­ miş ve bu sayede lisan-ı mahsusunu dahi icad etmiştir. Şu halde milliyet vasi‘ bir ailenin yek-diğere nisbet-i seriya onun alamet-i farikası makamındadır. Ezmine-i ahirede bir millet içinde birkaç nevi’ lisan zuhuru ise ak­ vamın yek-diğeriyle ihtilatına aid bir mes’eledir. Deha-yı siyasi-i beşerin bin türlü amale alet-i tedvir ve istihsal-i menafiine kuvvetli bir tedbir yolunda isti‘mal ettiği mil­ liyet ve lisan cami‘aları tarih-i beşeri o kadar vuku‘at-ı mühimme sebtiyle meşgul etmiştir ki beş altı bin senelik mahfuzatını hakkıyla ihata meta‘ib-i azime-i fikriyyeye vabestedir. Hatta hamule-i siyaseti bütün ezman-ı ma­ ziyye siyasiyyatından daha ağır daha şümullü daha mürtebit olan hal-i hazırda milliyet düsturu hemen her müşkilenin hallinde esas ittihaz olunmaktadır. Halbuki efrad-ı insaniyyeden her ferde gerek teşekkülat-ı cismiy­ ye ve gerek kuva-yı akliyyesi i‘tibarıyla yek-diğerinin şebih-i kamili olduğu gibi hangi bir ırka mensub olursa olsun her ferd-i insani kabil-i ta‘lim ve te‘allümdür. Böyle eşkal-i uzviyye ve melekat-ı akliyyesi i‘tibarıyla biri diğerinin aynı ve mebde’ i‘tibarıyla şübhesiz bir ba­ banın evladı olan efrad-ı kesire-i mütemasileyi hem-cin­ sine mugayir göstermek “hikmet-i akliyye” ile taban ta­ bana zıddır. Bu hikmet-i ‘ulviyyeye mebnidir ki cami‘-i hakaik-ı ‘ulviyye olan Kur’an-ı Azimü’ş-şan kavmiyete tearüfden ziyade bir meziyyet vermemiş ve atide tafsil edileceği vechile cami’a-i İslamiyye’yi başka bir hakıkat-i aliyye üzerinde te’sis eylemiştir. rülmüş gayr-ı sabit bir boya bir “alamet-i farika” olup vahdet-i fikriyye-i ukalayı tesbite kafi bir “cami‘a-i mü­ himme” değildir. “Lisan” ehemmiyette milliyetten daha yüksek olmakla beraber İslam’daki “cihet-i cami‘a”ya nisbeten yine haiz-i ehemmiyet değildir. Çünkü ihtilaf-ı elsineden mütevellid elfaz-ı mütenevvianın medlulatı olan ma‘ani zihn-i beşer­ de vahiddir. Mir’at-i fikr-i beşerde cilveger olan bir ma’na­ nın her lisanda başka bir kelimesi başka bir aheng-i ifade­ si vardır. Elfaz müteaddid ma’na vahiddir. Ser-name-i tebcil ve ta‘zim ittihaz ettiğimiz ayet-i celile-i Kur’aniyyede ise “iman” uhuvvet-i İslamiyye “cami‘a-i ‘ulviyye”sine üssü’l-esas ittihaz buyurulmuş­ tur. Cenab-ı Hak Feyyaz-ı Mutlak hazretleri acaba niçin “milliyet” ve “lisan”ı cami‘a-i İslamiyye olarak göster­ meyip “iman”ı uhuvvet-i İslamiyye cami‘ası kılmıştır? nazm-ı celilin ihtiva ettiği siyaset-i ‘ulviyyeyi beyandan Bu mevzu‘-ı alide idrakat-ı beşeriyyeye dair olan beyanatımız ehemmiyet ve azameti müstağni-i izah olan bu bahs-i mühimmi ukule takrib içindir. Yoksa ilm-i en­ biya diğer insanların nazariyatı gibi eserden müessire uruc suretiyle olmayıp müessire karşı keşf-i İlahi husu­ lüyle oradan asara hareket şeklindedir. Bizimkinin aksi­ nedir. Bu bir tarik-ı kudsi-i ilimdir ki onun ashabı biz­ ce muhal-i adi olan nazar-ı umumiye maliktirler. Ya‘ni hemen bütün avalim-i ‘ulviyye ve süfliyyeyi görürler ve yedlerinden birçok harikulade ahval zuhur eyler. Bun­ ların derecesi o kadar ulvi ve kudsidir ki bunlara i’tiraz veya inkar alemi tenvir eden küre-i şemsi söndürmek heves-i mecnunanesiyle püf demekten daha adidir. Sultan-ı serir-i eflak aleyhi’s-salavat ma daretü’l-eflak olan Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa sav Efendimiz o zümre-i celilenin ser-defteri ve kafile-saları­ dır. İstikşafat-ı ‘ulviyye-i ruhiyyeleriyle bütün kainatı bir zerre gibi tedvir ve tedbir eden Zat-ı Uluhiyyet’ten ha­ berdar ve bütün füyuzatı onun hatiratü’l-kuds-i celal ve cemalinden ahz u telakkı ile naşiru’l-envardır. Kemalat-ı insaniyyenin sidretü’l-münteha-yı füyuzatın­ da daimiyyü’l-leme‘an olan o şems-i nübüvvet basit-i gabrada hatve-zen-i terakkı olarak geçen bütün beşeriye­ tin bala-yı izzetinde bir mertebe-i alü’l-‘ale erişmiştir. Ona münzel olan Kur’an öyle hakaik-ı ‘ulviyyeyi şamil­ dir ki beşeriyet henüz birçoğunu hall ü idrake bile yol bu­ lamamıştır. Bütün erbab-ı fennin mechulü bulunan hakı­ kat-i ruhiyye onun ilminde bir elifba olup külliyat-ı ma‘ne­ viyyesi ise ukul-i kasıranın idrakinden pek bala-terdir. Ruh’a aid idrakattan bi-haber ve bütün mahsul-i mesaisi netayic-i maddeye müncer olan cühela-yı fen­ niyyenin şan-ı nübüvvetteki güft ü guları akıl ve man­ tıklarının muhit-i sağirini tecavüz etmeyen bir sada-yı mekruhdan ibarettir. ve avalim-i ‘ulviyye ve süfliyyenin bütün ecsam-ı uzviyye ve melekat-i külliyye-i akliyyenin hasaisini hey’et-i mec­ mu‘asıyla idrak suretinde bir isti‘dad-ı kudsiye malik bulu­ nan Hazret-i Muhammed’in sav mehbit-i esrar-ı kudsiyye olan kalb-i celiline nazil olan Kur’an’da vahdet-i fikriyyeyi teşkil edebilecek cami‘a cami‘a-i İslamiyye “iman” olarak gösterilmiştir. Çünkü idrakat-ı beşeriyyenin münteha-yı kemalinden keşfolunan uluhiyete inanmak müessir-i hakıkıyi tasdik etmek Zat-ı uluhiyyetin birliğini itiraf etmek uluhiyetin te’sirindeki ihata-i külliyye i‘tibarıyla bütün hakaiki muh­ tevi bir hakıkatin etrafında toplanmak demekdir ki bunun daire-i şümulüne giren vüs‘at hiç bir cami‘anın muhitinde mevcud değildir. Belki cami‘a i‘tibar edilen diğer herşey baladaki hakıkat-i azimenin taht-ı te’sirindedir. Yine burada ukul-i mütevassıta ve kasıra ashabının mikyas-ı idrakini ele alarak tarz-ı beyanı tahvil ile diye­ biliriz ki milliyet ve lisan gibi cami‘aların muhiti pek dar olup efrad-ı insaniyyeye şamil değildir. Halbuki cami‘a-i İslamiyye ruha kalbe akla bunların gaye-i tefekkürü bulunan iman billaha aid olduğundan vüs‘at-i ruhiyye ve fikriyye ile bütün beşeriyeti bir gaye bir mefkure etrafında toplamak şekil ve mahiyetindedir. Demek isteniliyor ki insan mütefekkir-i bizzat bir mah­ luktur. Mahlukat-ı saireye nazaran aklı irfanı dehası lamak ve bilmek isti‘dadındadır. Mahiyet-i zatiyyesi ise ruhudur. Ruhunu bilince nefsini bilmiş olur. Nefsini bilen Halik’ını bilince iman etmek inanmak zaruridir. Halik’a mak mecburiyetindedir. Bu gibi kemalat elde edilince nev‘-i beşer yek-diğerinin hukukuna tecavüz edemez. Hey’et-i ictima‘iyye-i beşerde tezelzül na-pezir intizam hasıl olur. Beşeriyet mes‘udiyet-i mütemadiyye içinde yaşar. Bu mefkure-i aliyyenin etrafında toplanalım. Hep kardeş olalım. Yek-diğerimizle harb ve cidal etmeyelim. tintac ederiz ki irfan-ı beşerin bala-yı tak-ı kemalinde son tezyinatı bi-hakkın tesbit eden din-i celil-i Muhammedi bir cami’a-i ‘ulviyye bir mefkure-i kudsiyye etrafında beşeriyeti cem‘ ederek o tezyinat-ı lahuti-füruğun şa‘şa-i envarıyla bütün alemi tenvir etmek bütün erbab-ı akıl ve iz‘anı vayedar-ı feyz-i Teala eylemek bütün erbab-ı gafleti ikaz etmek bütün ashab-ı cehaleti tarik-ı rüşd ü hüdaya sevk etmek mahiyetindedir. O din-i celil-i Muhammedi beşeriyetin fıtrat-ı asliyye­ sinde münderic ve teşekkülat-ı maddiyye ve ma‘neviy­ yesine nazaran sima-yı umumiyyesinde mündemic bu­ lunan uhuvveti bütün mezayasıyla beraber insana ta‘lim ve telkın eder. O din-i celil-i Muhammedi serair-i kainatı tedkık ve Halik-ı kainatı tefhim ederek kitab-ı alemin her satır-ı bedi‘-beyyinatından vazıhan istidlal olunan vahdaniyet-i temaşa ve beşeriyeti mes‘udiyet-i daimeye ilka için enfüs ve afak mastabalarında istirahatin usul ve adabını her aklın derece-i idrakine göre irae ve teshil eder. O din-i celil-i Muhammedi’nin esasat-ı ‘ulviyye ve kava‘id-i hükmiyyesi hürriyet müsavat adaletin med­ lulat-ı sahihası üzerine mübtenidir. Delalet-i tarihiyye yerinde bir nağme kabilinden olarak isti‘mal etmez. Bel­ ki cami‘ minberinde hitabet eden bir emiru’l-mü’mini­ ne karşı “istikametten ayrıldığın takdirde seni kılıcımızla doğrulturuz” demek cesaretine bir ferd-i adiyi müstahık kılar. İmam Ali gibi en muazzam bir alim-i hakimi taife-i Yehud’dan bir adamın talebi üzerine lede’l-muhakeme sübut-ı hakla mahkum eyler Kudüs’ün kal‘a anahtarla­ rını islam için Mekke’den yola çıkan Ömer bin el-Hattab gibi meşhur alim bir kahraman yolda deveye binmek hususunda kölesiyle beraber sa‘at be-sa‘at münavebe did bir hükm-i şer‘inin yine o kahraman tarafından oğlu hakkında tatbiki için asla tereddüd eylemez. O din daha bunlara mümasil olarak her ferd-i beşeri tahsin-han ede­ cek nice ulviyetlerle mal-a-maldir. O din-i celil-i Muhammedi servet-i beşeriyye ve saa­ det-i dünyeviyyenin en muharrib bir düşman-ı bi-emanı olan kumarı her türlü eşkaliyle tahrim ve hanüman-suz-ı ağniya olan bu beliyyenin hiffet-i akliyye asarından ol­ duğunu hüsn-i tefhim ederek servetin muhafaza ve ida­ mesini ve bu ni‘met-i İlahiyyenin lede’l-iktiza muhtacin-i beşere ibzal buyurulması yollarını ta‘lim eyler. O din-i celil-i Muhammedi en büyük bir ni‘met-i İla­ hiyye olduğunda şübhe edilmeyen aklı izaleye sebebiyet verdiği için ukalayı muvakkaten mecnun ederek birçok ceraimi ika‘a dahi badi olduğu cihetle şarab ve onun mülhakatından bulunan bi’l-umum müskiratı men‘ ile tarik-ı akl-ı savabı göstermiştir. O din-i celil-i Muhammedi sevk-i rekabetle vuku‘a gelecek vekayi‘-i feci‘ayı tefekkürle beraber nesl-i sahih-i beşeriyyeti muhafaza esas-ı alisini düşünerek taife-i nisa­ yı emtia-i umumiyye şeklinde isti‘male cevaz vermemiş ve binaenaleyh zinayı tahrim ve mes‘udiyet-i aile usulü­ nü takvim eylemiştir. O din-i celil-i Muhammedi uhuvvet-i İslamiyye ca­ mi’asıyla beşeriyeti tevhid ederek te‘avün ve tesanüd hikmet-i ameliyyesiyle o cami’aya revnak-bahş olmuş ve Başmuharrir bir gün umum ebna-yı beşeri daire-i irşadına almak ma­ hiyetinde bulunan bu mefkure-i azime ile saadet-i umu­ miyye yolunu açmıştır. O din-i celil-i Muhammedi birisi Hallak-ı a‘zam-ı aleme iman ve ubudiyet ve diğeri hukuk-ı gay­ ra riayet ve ebna-yı beşere merhametten ibaret olmak üzere iki düstur-ı muazzama istinad etmiş ve bu suretle terin-i kemalini gösterdiği gibi hukuk-ı ahara müra‘atla da hayat-ı beşeriyyede te’sis-i intizamın rükn-i a‘zamını keşf ü izah eylemiştir. Bugün ru-yi zeminde sakin olup müte‘addid devletle­ re milletlere cem‘iyetlere muhtelif edyana mezahibe adata muhtelif lisanlara simalara ırklara mensub olan efrad-ı beşerden herbiri kendi his ve fikrince saadet-i be­ şeriyyenin tarafdarıdır. Fakat beşeriyeti teşkil eden ahzab-ı muhtelife kendi saadetlerini kendi menfaatlerini aharın mazarratında aramakta ve bu maksad uğrunda esbab ve edevat-ı lazı­ me ne ise onu ihzara çalışmaktadır. Beşerin defter-i kebir-i a‘mali tedkık ve binlerce se­ nelerden beri ika‘ edilen muharebatın muhasebe-i umu­ miyye bilançoları telfik olunarak muhakemat-ı umu­ miyye icra olunmak mümkün olsa acaba haksız yere dökülen kanların müsebbibleri olan milletlerden hangisi tebri’e-i zimmet edebilirdi. Hadisat-ı siyasiyye yek-diğe­ rinin netayici olmak haysiyetiyle siyasi olan her mes’e­ le-i hazıra hadisat-ı maziyyenin neticesi ve her mes’ele-i müstakbelenin mukaddimesidir. Tetabu‘-ı izafat gibi teselsül edip gelmekte olan bü­ tün mesail-i beşeriyye bir nizam-ı kavim-i umumiye rabt edilemediği için beyne’l-beşer saadet-i umumiyye te’min edilememiştir. Bunun sebebi ise pek aşikardır. O da düstur-ı celil-i Muhammedi bulunan “hukuk-ı gayra adem-i tecavüz” kaidesine riayet olunmamasıdır. ğerin hukuk-ı beşeriyyesine riayet her zaman için ba‘is-i emniyyet ve saadettir. Halbuki mesail-i düveliyye taaruz ettiği takdirde ale’l-ekser harb denilen dahiyenin hitamın­ da galibin mağluba cebren kabul ettirdiği metalible netice­ lendiğinden adalet-i sahihadan ziyade kuvvete istinad et­ mektedir. Galibin kuvve-i kahharanesine istinadı halinde olup şevaib-i intikam ile memzuc olması adet-i kadime ol­ muştur. İşte bu suretle kulub-ı beşerde muzmer kalan nar-ı menafi‘ sevdasıyla tekrar işti‘al etmiştir. Kitab-ı siyasette “merhamet” yerine “menfaat” ve “hak” yerinde “kuvvet” mektub olmayıp da beşeriyet arasında tevazün-i hukuk ve menafi‘ üzerine müesses düsturlar kabul edilmiş olsa idi beyne’l-beşer bir uhuv­ vet-i siyasiyye için çoktan temel taşı atılmış ve üzerine sulh-i umumi binası inşasına başlanmış olurdu. Halbu­ ki ba‘zı büyük milletlerce “hak kuvvet ve kuvvet hak­ tır” kaidesi bir düstur-ı riyazi gibi telakkı edildiğinden ve bazılarınca mücadele-i hayatta ecsam-ı uzviyyenin yek-diğerini ifna ile beka-yı mevcudiyyeti düşünüldü­ ğünden beşeriyet-i hazıranın pişva-yı irfanı olanlar bü­ tün mesai-i alemi edevat-ı cehennemiyye ihzarına mec­ bur eylemiştir. Rekabet ve kuvvete taziyane-i can-hıraş olan menfaat-i maddiyye ise son asr-ı ahirde kuvve-i bihariyye ve elektrikiyye gibi hadim-i hayr u şer olan iki zade-i kimyavinin yere ve göğe sığmayan asar-ı faaliy­ yetini elde edince mecra-yı hayat-ı beşer kamilen de­ ğişmiş ve mesail-i hayatiyye-i beşer tahammül-fersa bir ha-i vesi‘asında ru-nüma olan bu ihtiyac-ı azim ve celb-i menafi‘deki rekabetten mütehassıl gayz-ı elim ile sulh-ı umumi-i beşer muvazenesini gaib etmiş ve zail olan herc ü merc-i umumiyi tevlid eylemiştir. Herc ü merc-i umuminin ahval-i maişet-i ümemde dan sarstığı için her memlekette icra-yı tahribat eden fi­ ten-i guna-gun ru-nüma olmuş ve beşeriyet acınacak bir hale gelmiştir. Kimse hakkına razı değil ve hemen herkes hukuk-ı müktesebesinde tasarrufundan emin değildir denecek bir hale yaklaşmıştır. Hayatın beşeriyete bar-ı giran olduğu böyle bir dev­ re-i fevzayı tarih-i alem birinci def‘a olarak kaydetmek­ tedir. Biz bu nokta-i mühimmede mevzu‘-ı beyanı biraz tahvil ederek birkaç ay mukaddem Anglikan Kilisesi’nin Meşihat-i İslamiyye’den sorduğu mesail içinde “Din-i Muhammedi ahval-i hazırayı nasıl tedavi eder?” yollu sualine cevab vermek isteriz ve deriz ki; din-i celil-i İslam hal-i hazırdaki emraz-ı siyasiyye ve ictima‘iyye ve iktisa­ diyyenin kaffesini pek kolaylıkla hüsn-i tedavi eder. Din-i İslam’ın her zemine her zamana her asra her unsura rehber-i saadet olacak birçok desatir-i celilesi ol­ duğu gibi iki düstur-ı celil-i aslisi de vardır ki hemen her müşkileyi halle kafidir. Birisi: Nefsine razı olmadığın bir şeyi başkasına da razı olma. İkincisi: Hukuk-ı gayra tecavüz etme. Bugün bütün devletleri işgal eden derd-i siyasi diğerine meta­ libini kabul ettirerek kendisinin menafi‘ine öbürünün mazarratına hizmet etmektir. Nefs mikyas-ı adalet tutularak mesela bütün millet­ ler hukuk-ı mütesaviyye ile Cem‘iyet-i Akvam’a idhal edilse harbe ebediyyen hitam verilmiş olur. Kezalik Av­ rupa Amerika ve sair biladın mesail-i mühimmesinden olan “ta‘til-i eşgal” müşkilesini hall için ağniya nefslerini fukara gibi ve fukara dahi kendilerini ağniya gibi düşünseler bir daha “ta‘til-i eşgal” vuku‘ bulmayacak bir suret-i hasenede bu mes’ele dahi halledilmiş olur. Hal­ buki ağniya fukaradan ziyade tama‘kar ve fukara ise ağ­ niyadan fazla celb-i ahvale hahişger olduğundan amele mesaili alem-şümul bir teşevvüşle devam edip gidiyor. Ağniyadan maksad ashab-ı sermaye fukaradan mak­ sad amele olduğunu izaha lüzum yoktur. Din-i İslam aristokrasi ve demokrasi usullerinin ikisini birden havi ve hukuk-ı siyasiyye ve şahsiyyede herkesi müsavi tuttu­ ğundan hemen her şeyde bi’l-umum mensubinini tatyib etmek mahiyetindedir. Şerif-i Kureyş ile abd-i Habeşi nazar-ı dinde müsavi­ dir. Hiçbirisi aharın hukukuna tecavüz edemez. Siyasi ictima‘i iktisadi her mes’elede dinin matmah-ı nazarı hak ve adalettir. Kuvvet ve rekabet değildir. Re­ kabet ihtirası tevlid ihtiras ise hukuk-ı ahara tecavüzü tezyid hukuk-ı ahara tecavüz ise hafi veya aleni fevzayı teşdid eder. Hak ve adalet ise ferman-ı İlahidir. Beyne’l-beşer cari olan her muamelede füyuzatı na-mütenahidir. Kuvvet kendisine faik diğer bir kuvvetle yıkılır. Hak ve adalet rı ma‘nevi ve maddi iki esas-ı ulvi üzerinde yürüterek ma‘neviyatla fikir ve nazarını i‘la ve menafi‘-i meşru‘a-i maddiyye ile de ahval-i hayatiyyesini tanzim ve bu vec­ hile mes‘udiyet-i beşeriyyeyi ibka din-i celil-i Muhamme­ di’de maksud-ı aksadır. Uhuvvet-i İslamiyye cami‘ası münasebetiyle yazdı­ ğımız bu makaleye hitam veriyoruz. Diğer bir makale Ve mina’llahi’t-tevfik. KASIDE-İ TARIHİYYE Akd-i müteyemmen münasebetiyle Tedkık-i Müel­ lefat-ı Şer‘iyye Meclisi Reisi fazıl-ı muhterem Şeyh Saf­ vet Efendi hazretleri tarafından inşad olunan bu kaside-i tarihiyye hak-i pa-yi şahaneye arz edilmek üzere Şeyhü­ lislam Efendi hazretlerine takdim olunmuştur. Bu ders diğer dersin mütemmimidir. Bahsimiz uluhiy­ yete karşı inkar ve ilhada sapanlar hakkında idi. Bu husus­ ta söyleyecek çok sözlerimiz vardır. Bu bahsin ehemmiye­ tine mebni birkaç ders daha bu vadide dolaşacağız. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Hakim’inde buyuruyor ki bir kimseyi mazhar-ı hidayet etmek tarik-ı hakka teslik eylemek murad ederse onun göğsünü kalbini kabul-i İslam için küşade kılar. Ya‘ni hakaik-ı İslamiyye’yi kabule müsta‘id kılar. Ne vakit Cenab-ı Hak’tan ve Peygamber-i zi-şanından bir şey tebliğ olunsa bila-tereddüd kabul eder. Allah öyle is­ ti‘dad öyle küşayiş öyle kabiliyet vermiş. Bütün hakaik oraya rücu‘ eder. Kalbine asla bir havf gelmez. Hiçbir müşkil tevellüd etmez. Kendisine ne tebliğ kılındıysa tebliğ olunduğu gibi kabul ve tasdik eder. Ona bir muha­ lefet göstermez. Tebligat-ı nebeviyyeyi işittikçe imanı yevmen fe-yevmen müzdad olur. Bir de aksi var: Allah bir kulunu da hikmet-i baliğa-i sübhaniyyesi iktiza­ sınca duçar-ı dalal etmek isterse kabul-i İslam için göğsü­ nü daraltır. Hiçbir hakıkat isti‘dadına tevafuk etmez. Ne söylense onu atar. Çünkü kalbi dar. Imanı İslam’ı kabule gayr-ı müsaid. O hakıkat orada caygir olamaz. En beyyin en müdellel en zahir bir hakıkat-i İslamiyye ile beraber kalbine la-ekall on şübhe girer. Acaba böyle mi acaba şöyle mi? Bu fenne tearuz etti. Bu akla uydu mu? Bunda böyle bir mana kamindir. Bu şu suretle tevcihe müsta‘id­ dir… gibi bin türlü şükuk ve şübehat hücum eder. Allah ba‘zı hakaikı doğrudan doğruya söylüyor. Onu ala halihi kabul edersin. İşte böyle. Allah bir kulunu dala­ la nisbet etti mi göğsünü daraltır. Bu hale giriftar olan bir adam artık hiçbir şey kabul etmez. Belki etmek ister. Fakat edemez. İşte bunun gibi Bu hakaik-ı İslamiyye ki ona karşı dermiyan ediliyor bu tebligatın kaffesi ona semaya çıkmak gibi müşkil gelir. Belki şakı-i ezelidir. Yok! Kimsenin saadet ve şekavetine hükm olunamaz. Bu teklif o adam için hareket-i kasriyye gibi Kafın kesriyle okur­ lar fakat yanlıştır. Doğrusu kafın fethiyledir. Bir hareket-i gayr-ı tabi‘iyyedir. Nasıl ki ecsamı cazibe-i arz yukarıdan aşağı çekiyor. Taşı yukarıya atarız. Hareket-i tabi‘iyyesine nazaran o hareketi hareket-i kasriyye olur. Bu da böyle. Peki ne yapalım. Allah diyor: Bir kimseye hidayet murad ederse onun göğsünü kabul-i İslam için küşade eder. Demek oluyor ki bu murad-ı İlahi. Öyle ise belki benim isti‘dadım mine’l-ezel mukadder böyle şeylerle uğraşmak caiz değildi… gibi şeyler sıfat-ı ubudiyyete münafidir. Kimse kendi halini bilmez. Sonra netice ceb­ re varır. Bu bir mes’ele-i ilmiyyedir. Usulü vechile tedkık edilir. Kader mes’elesi gibi en gamız mesaildendir. Bu fikirlerin avam arasında şüyu‘u bile caiz değildir. İyi neti­ ce vermez. Nitekim memleketimizde çok kimseleri şaşırt­ mış dalale düşürmüş bunların tedkıki usulü dairesinde olursa müstahsen olur. Avamın idraki bunları tedkıke müsaid değildir. Pek çok fesada müeddidir. Her türlü menhiyatı icra eder. Kader böyle imiş der. Öyle olmaz. Salah ve takvaya gelince orada cebriye olur. Yapamam edemem. Lakin mefasid hususunda irade fikri aklına bile gelmez. Mesela; bir kırmızı kesenin içine biraz sarı altın koyup da “al!” deseler hiç düşünmez alır. “Acaba benim bu hususda iradem var mıdır; acaba bu altınlar bana mukadder midir?” demez. Derhal alır. Akıl bunu ik­ tiza eder. Aksi surette hareket edince adama deli derler. Onun için hilafını da tedkık zaiddir. Demek oluyor ki asıl dersimizin esası budur. Hep bu Bu tarik-ı mücahedede devam edip gideceğiz. Artık de­ vemiz nerede durursa orada ineriz. Fi’l-hakıka bu adam­ larda irfan olmadığı gibi insaf da yoktur. Bunlara iman tavsiye etseniz: Allah’ı inkar etme mukaddesata taarruz etme ağıza alınmaz sözler söyleme! Haydi feraizi ifa et­ mezsin bari lisanını keffet! deseniz size güler: bahsolunur mu? İnsan yaşayabileceği kadar yaşar. Ölür gider. İşte o kadar. Ne imiş o ba‘sü ba‘de’l-mevt? Bir za­ man gelecekmiş tekrar ruh nefh edilecekmiş hesab so­ rulacakmış…adam!... Yirminci asırda böyle şeylere ina­ nan olur mu? Bu kadar ezvak-ı dünyeviyye var. Ahiret fikriyle bunlardan mahrum mu kalacağız? Ye iç zevk ve safana bak… ve’s-selam. Böyle diyenler olduğu gibi daha ileri gidip herkesi saptırmak isteyenler de var. Imanı delilsiz kabul etmiyor. Fakat küfrü nasıl kabul ediyor? Gerek tasdik gerek inkar tahkıka müstenid olmalıdır. Çünkü her ikisi de gayet mü­ himdir. Halbuki bunların küfrü imanlarından çok zayıf. Kavi bir münkir de değil. İmtihana çeksen bir şeyden haberi yok. Hani bir münkir-i muhakkık olsa… Uzun uzun tahkıkat ve tetebbu‘atta bulunmuş da şu mes’elede sapmış… Böyle olsa insan aklı erdiği kadar hakıkati söy­ ler belki hakkı kabul ettirir. Halbuki bunlarda o kabiliyet de yok. Ya‘ni küfürleri de bir tahkıka müstenid değil. Kör körüne bir inkar. Cehlin verdiği bir cür’etle aklına gele­ ni söylüyor. Bu kadar hükema bu kadar ulema ahmak mıydı? Budala mıydı? Onlar bi-hakkın müdrik olmuşlar. Tasdik etmişler. Pekala etme. Fakat delilin ne? Bunu söyle de biz de Na-mütenahi midir? Allah seni –haşa- idrak-i küllisine sahib edip bu küre-i arzın üzerine koyacak. Sonra ona şerik olmaya kalkışacaksın. El-an hakaikini istihfaf edi­ yorsun. Ya seni biraz daha mütefekkir biraz daha mü­ teakkıl yaratsaydı ne yapardın? Arz ve semayı birbirine katardın. Evvela; hudud-ı ma‘rifetini bil. Allah vücudunun te­ pesine bir kafa koymuş oradan beş pencere açmış. Bun­ lardan sana san‘athane-i esrarını gösteriyor. Altıncısı ola­ maz mıydı? Nasıl olamazdı? Poincaré bugün dördüncü bu‘ddan bile bahsediyor… Sana lazım olan bu kadarı. Demek ki bir altıncı hissin ne olması lazım geleceğini anlamak onun müteallıkını bilmek senin için kabil değil. Hatta [] düşünemez­ sin. Düşünmeye kalkışırsan dimağının kirişini koparırsın. Ne kadar bildirilmişse orada tevakkuf edeceksin! Senin kuvve-i akılen bu hakaiki tamamıyla ihata edecek surette halk edilmemiş. Allah miftah-ı hızane-i esrarını senin eli­ ne vermiş istediğin gibi biç kes. Böyle mi zannedersin? Ma‘rifetin de hududu var. Türlü türlü meslek-i felsefide adamlar gelmişler. Mesela; ma‘rifetimiz mutlak mıdır? Nisbi izafi midir? Bunu bileceğiz. Ikaniyye var ihtimaliy­ ye var hisbaniye var. İzafiye-i isbatiyye izafiye-i intika­ diyye fikriyye falan gibi yollar var. Bunların hepsi hu­ dud-ı ma‘rifeti başka türlü ta‘yin ediyor. Hepsi hakıkat-i ma‘rifeti bilmek istemişler. Fakat insanın elindeki endaze ne kadar ölçer? Bunların hepsi birer mes’ele-i felsefiyye­ dir. Bunları iyice bileceksin. Hem bunlar Ajans Reuter telgrafı gibi okunmaz. Hep­ sini iyi anlamak hiçbirinde şübhe kalmamak şartıyla okunur. Sonra mizan-ı akla vurulur. lamadım… Artık o senin nasibin. Demek ki senin göğsün dar. O nur oraya girmiyor. Marangoz getirip de onu genişletme­ nin de imkanı yok. Yed-i kudret ne kadar ihsan ettiyse o kadar. Taib ol bu zulmetten kurtulmak için du‘a et. Belki mazhar-ı hidayet olursun. Evet bunlar anlaşılacak. Na-mütenahi ma-ba‘de’t-ta­ bi‘i mesail var. Zaman mekan ezeliyet ebediyet an-ı daim istimrar-ı mutlak mesaili var. Fransızı İngilizi…. Hepsi kitaplarına derc etmişlerdir. Avrupa’nın bütün darülfünunlarında okunuyor. Demek bu ilim tarikı cehl tarikı değil. Şimdi mesaili ta‘mik etmiş kaç kişi bulabilirsiniz? Ben yemin ederim ki münkir geçinenlerin çoğu bu mesailin vücudundan bile haberdar değildir. Hepsi mukalliddir. kü o menfidir. Müsbet güç menfi kolay. Yapmak müşkil yıkmak kolay. Sonra isbat-ı vacib delaili var. Fiziki ma ba‘de’t-tabi‘i ahlakı ve saire hiçbirisinin faidesi yok. Bunlar örümcek ağıyla anka-yı mağrib avına çıkmaya benzer. Bu delil­ ler aklı tatmin içindir. Hakıkat-i İlahiyyeye nazaran hepsi ke-en-lem-yekün hükmündedir. Bunları serd etmekten maksad münkirler biraz akıl ve mantık dairesinde dur­ sunlar diyedir. Mes’ele bu. Ahval de bunlara yardım ediyor. Afiyet bir emraz bin. Bir cinnet bir dalal ki önüne geleni devirerek gidiyor. yere gelince eline bir balta alıp İslam’ı baltalamaya baş­ larlar. Bu maraz-ı ilhad nezle gibi sari bir hastalıktır. Ba‘zı hastalıklar bi’l-alaka saridir. Hani bir hastalık vardır. Da’ü’r-raks derler. Ba‘zı kimseler ağızlarını burunlarını oynatırlar. Kuvası mütezelzil bünyesi müsta‘idd-i maraz olan adam onlara bakarsa bir şeyler kapar. Bu hastalık bi’l-alaka saridir. Esneme gibi. Ya‘ni sirayeti mikrop vası­ tasıyla değil. Karşısındakini manyetizme eder. Mesela siz esneyince karşınızdaki zat da esnemeye başlar. Mesela muhatabınız fare leşinden bahsetse midenizi bulandırır. Bunun gibi aklı bulandırabilen sözler de adamı zır deli yapar. Allah cümlemizi su-i karinden muhafaza eyleye. Hakıkaten bu telkınat çok fenadır. Şimdi moda bu: İslamiyet aleyhdarlığı. Her tarafta bu fikir telkın ediliyor. Muhtelif vasıtalarla yazılarla muttasıl hususunda bunların ne kadar mazarratı var. “Ne ehem­ miyeti var? Söylenip dursunlar!” deyip de geçmemeli. İki söz insanın dimağını altüst eder. Telkın propaganda çok yaman şeydir. Bunlar öyle muzır adamlardır ki telkınatla­ rıyla insanı dininden de imanından da yar-i canından ma‘şuka-i vicdanından da soğuturlar. Ne olacak? Her tarafta işittiğin bu gördüğün bu: İnkar ve ilhad. Nereye gidersen İslamiyet düşmanlığı. Allah muhafaza eylesin naklinde bile mahzur var. Öyle diyorlar: bir zamandan beri inkişafımıza mani‘ olup duruyor! Allah cezalarını versin! Ne cesaret ne cür’ettir bu? Bu fikirler bu telkınler veba mikrobu gibidir. Bütün bir cem‘iyeti mahv u harab eder. Allah şerlerinden ümmet-i Muhammed’i muhafaza buyursun. Şimdi şu “mutad” nazariyyesini bilir misiniz? Kanun-ı gayr-ı vazıh. İdrakat-ı vazıha şu‘urumuz dahilinde olan dahiline giremez. Ama insan bu alaka-i ittisalden dolayı değil yalnız nefsinde kainatta cereyan eden hadisattan da müteessir olur. Nerede kaldı ki kendi etrafında de­ veran eden hayta-i şu‘urunda idrakat-ı vazıha sırasına geçen küfriyattan müteessir olmasın. Biz bu lafları işit­ mesek bile yine müteessir oluruz. Çünkü vicdanlarımız birbirine merbuttur. Onun fenalığından nefsimize inkıbaz tari olur. Bunlar işte hep bu mel‘anetin neticesidir. Hatta değil işin içinde bulunmak o mecalis ve mehafile biraz daha uzak bir mesafeye gitsen kalben daha müsterih olu­ ruz. Fakat telsiz telgrafla o zulmetler yine kalbimize gelir. Ben onların efkarını takrir etsem! “Nereden biliyorsun?” diye sormaya hacet yok. Ne söylediklerini işitmediğim halde yanlarında bulunmuş gibi nereden girip nereden çıktıklarını pekala bilirim. Bu devlet-i ebed-müddet nasıl başlamış bu dine nasıl hürmetkar olmuş… Selatin-i izam hazeratı –Allah cümle­ sine mağfiret etsin [] ukbada derecat-ı aliyyeye nail buyursun- hepsi bu din-i mübinin i‘lasına çalışmışlar. Bu devleti bu esas üzere kurmuşlar. Milleti bu his ile perver­ de etmişler. Bu sayede bu mülkü te’sis eylemişler. İşte misafir olduğu evde Kur’an-ı Azimü’ş-şan’a karşı sabaha kadar el pençe divan duruyor. Sultan Selim-i Evvel kırk nefer has odalının katlini emrediyor. Hırka-i Saadet’in hizmetinde kusur gösterdi­ ler diye. Bilirim buna da ne diyecekler. O da fikrime geldi. Zaten gelen fikirler hep çift geliyor. Da‘va da geli­ yor def‘i de geliyor. Sonra Zenbili Ali Efendi’nin delale­ tiyle hem afv hem de me’muriyetlerini iade etti. Şübhe yok ki bu bir tehdid idi. Sultan Ahmed Han-ı Evvel kadem-i saadetin nakşını sorguç gibi başında taşıdı. Valid-i macid-i cihan-bani Sultan Abdülmecid Han hazretleri Hazret-i Hüdayi’ye hürmeten Üsküdar’a müte­ veccihen çubuk içmez imiş. Edebi anlayın. Bu din nasıl yaşamış. Bu cevher-i mukaddes şu kadar asırdan beri nasıl mahfuz kalmış. Allah cümlesini garik-i rahmet etsin. Hepsinin gufranını temenni etmeyi vecibe-i zimmet ad­ dederim. Bu sülale-i güzinin bu din-i celile hizmetleri pek büyüktür. Sultan Selim Haleb’de ilk hutbeyi okuttuğu zaman hatibin dediğini işitir işitmez pek müteessir oldu. Ben malikü’l-Haremeyn değil hadimü’l-Haremey­ ni’ş-Şerifeynim. Ya‘ni ben Beytullah’ın Resul-i Ekrem’in Ravza-i Mutahhara’sının hadimiyim hadimi! diye secde­ gahını gözyaşlarına gark etti. lerle perverde edildi. Bu kişverler bu hislerle fethedildi. Allah selamet versin! Bu kafa ile elinizde bir köy kalır­ sa mecranızı oradan akıtın. ederim. Kaç paralık aklın var? Hangi mes’elede ala vechi’l-ikan ma‘lumatın var? Bütün fenleri bilir misin? İmtihana ge­ lince yan çizersin. Çünkü o ma‘lum. Tebeşiri alıp tahta başına geçince tahtanın karası gibi yüzün simsiyah olur. Cehlin meydana çıkar. İşte bunlar böyle! Her hakıkat burnunun dibinde mütecelli. Bu dolmayı aleme yutturu­ yor. Senin aklın kaç para eder? Suistimal edersen cünu­ na münkalib olur. Mesela; aklını artır artır bakalım netice ne olur. İnsanın hal-i sıhhatteki derece-i harareti ’dir. Dört derece daha zammet bak ne olur? Sayıklamaya başlar. Her şeyin ziyadesi iyi değil mi? Paranın mülkün yemenin içmenin ziyadesini herkes arzu etmiyor mu? Bunun gibi hararet-i gariziyyeyi de kırk bire çıkar. Sonra da hezeyan-ı mahmumu dinle. Na-mütenahi herzelere hakıkat süsü vererek neler söylemez. Mevcudu ma‘dum ma‘dumu mevcud görmeye başlar. Aynı cinsten dört de­ rece fazla neler yapar. Demek o aklın da humması var. “Aklımı artırdım” dedikçe saha-i akıldan teba‘üd ettin. Haberin yok. Allah’ın tevfikine mukarin olursa o vakit senin aklından faide hasıl olur. Yoksa tevfiksiz akıldan hiçbir faide yok. Dersimiz daha ziyade hissi oluyor. Zaten muhatabı­ mız muhayyel. Biz o gaibdeki muhatabımızla söyleşiyo­ ruz. Siz de sami‘ bulunuyorsunuz. görmek hakaik-ı bilmek istersen evvela edeb-i Mu­ Eline bir dürbün al. Çek çevir. Onun hadd-ı ma‘lu­ munu bulmadan bir şey göremezsin. Her taraf duman­ dan ibaret. Lakin onu had-i ma‘lumu mi‘yar-ı fennisi ne ise ona göre düzelt o vakit bak her şeyi nasıl görür­ sün. Sen dine karşı öyle bir mevki‘-i rezalette duruyorsun ki onu görmenin onun füyuzundan müstefid olmanın da‘va-yı kazibede bulunuyorsun. Mesela; yağlı boya bir levhayı seyredersin. Nazar için mu‘ayyen bir mesafe vardır. Onu oradan seyretmelidir. O noktaya gelmeyince bir şey göremezsin. Evet temaşa fersah tebaüd ediyorsun hiçbir şeyden haberin yok. Sonra da Felatun-ı zaman geçinirsin. İşte bu olmadı. Buna deli saçması derler. onun etrafında dönen seyyarat gibidir. Efkarın doğru ve münevver olması şems-i imanın işrakına mütevakkıftır. O nur parlamayınca mevhum da‘vaya kalkışmak bey­ hude lakırdı! Kelamullah’ta ba‘zı şeyler arıyorum. Bulamıyorum. Hal­ buki ratb ü yabis Kur’an’da olacak değil mi ya?... Evet bir kere Kitab-ı Mübin Levh-ı Mahfuz’dur… yorsun. Allah sana her şeyi bildirmekle mi mükellef? Farz et ki Kur’an-ı Kerim olsun. Haşa Kur’an-ı mübin öyle den değildir. Olabilir ki senin kendi aklınca usulünce bu aradığın şey orada bulunmaz. Haşa bundan bir nakısa mı gelir zannedersin? Cenab-ı Hak senin için la­ zım olan hakaikı muktezasına göre tamamıyla bildirmiş. Ayat-ı beyyinat içinde ne veciz cevablar var. Sana hilalden soracaklar. Onlara de ki: Herkes vaktini bilsin diye.” İşte bu kadar. Et. O ayrı mes’ele. Her şeyi sana bildirmek Allah için bir zaruret olaydı bu yıldızları sana gözlük camı tabaka-i havaiyyeyi bir sa‘at fanusu gibi göstermezdi. Bununla Cenab-ı Hakk’a haşa naks mı isbat etmiş olursun? Senin makamın makam-ı abdiyyet. İşte bu kadar görebilirsin. Küre-i kamerde de ne var bildirmemiş. Ama sen bilmeye çalışmak istiyorsun var çalış o başka mes’ele! Allah isteseydi kuva-yı hissiyyeni daha yüksek yapar­ dı. Eb‘ad-i gayr-ı mütenahiyyenin sekenesini sana gös­ terirdi. İşte mevki‘ni anla. Yerinde otur. Cenab-ı Hakk’ın kitab-ı afakta da bu kaidesi cari. Senden sakladığı şey var sana gösterdiği şey var. Anla. Fakat tamamıyla anladım dersen isabet etmiş olmazsın. Sen hiçbir kayd ile mukayyed olma başı boş gez… Yağma var! Allah hep­ sini mizan ile yapmış. Ba‘zı şeyleri öyle göstermiş. Me­ sela; güneş arzdan bir milyon dört yüz bin kere fazla bü­ yük. Halbuki sen onu Ramazan pidesi kadar görürsün. Hudud-ı nazar senin için o. Allah için naks mı bu? Hiç de değil. Ama sen aklın ile ta‘mik eder de hissini tashih edersin. Ma-vera-yı mahsusatta ne var anlarsın. O ayrı mes’ele. Sen kalbini tasfiye eyle. Bak o vakit Kur’an’dan ne hakaik çıkarırsın. İşte Hazret-i Mevlana’nın Mes­ nevi’si. Mahz-ı hikmet. Cihan içinde cihan göstermiş. Bütün mündericatı ayat-ı beyyinattan ehadis-i Nebe­ viyyeden muktebes. Hep o ‘ulum-i ledüniyye emsal ve ‘iberle dolu. Sen nazar-ı amiyane ile bakarsın. Huruf ve zuruftan başka bir şey görmezsin. Sonra arif-i bi’llah na-mütenahi hakaik çıkarır. Efendi sen ihtiyacını bilmiyorsun. Ne isteyeceğini bilmiyorsun. Allah birçok şeyi senin mesaine muallak kılmış. İ’tiraza kalkışacak olursan i’tirazın payanı yok. Bu kafa ile hiçbir şey i’tirazdan kurtulmaz. İş nokta-i istika­ mette. Edeb-i Muhammedi noktasında durup gışave-i gafleti kaldırmada. Yoksa hiç bilmediği şeylere kendini allame-i bi-müdani kıyas ederek atıp tutmak cehlden başka bir şey değildir. Daima böyle cür’etlerden tevakkı etmek lazımdır. Tenk ı d: Fi’l-hakıka diğer mesleklere nazaran bu meslekte menfaatten hodgamlıktan ari bir ulviyet görülebilir. Di­ yelim ki: Hayr ve şerrin temyiz-i tabi‘isi her ferdde vehbi olarak mevcuddur. Fakat bu mebde’-i ahlak olması için kafi midir? Her halde değildir. Çünkü talakatiyle bu mes­ leğe olanca şa‘şaasını vermiş olan Russo bile bu hasse-i batıniyyenin vicdanın bir saik-i İlahi ve la-yuhti olduğu­ nu söyledikten sonra “fakat bu rehberin mevcud olması kafi değildir. Bunu tanıyabilmek ve ta‘kıb eylemek lazım­ dır. Bu rehber her kalbe karşı ifade-i hal ettiği halde onu o lisan-ı tabiatla söylüyor. Halbuki bu lisanı bize herşey unutturuyor” demekle bu mesleğin zayıf noktasını pek El-hasıl ahlak-ı menfaat ve ahlak-ı ihtisasın düsturla­ rı pek ziyade mütehavvil ve mütenevvi‘ olduğu cihetle bunlardan hiçbiri vazifeyi te’sise ve kanun-ı ahlakıyi iza­ ha kafi değildir. Ahlak-ı vazife: Mesalik-i ahlakıyye içinde en mükemmel ve ulvi olan meslek ahlakın esasını “vazife ve hayr”da bulan mes­ lektir. Bu mesleği en mükemmel tefsir eden bunun en büyük mümessili de Kant’tır. Kant’a göre ahlakın esası vazifedir. Vazife ise: “Kanu­ na hürmeten kanuna itaat ve inkıyaddır.” Kant’ın ta‘bi­ rince insanın fi‘ili bir kaide-i umumiyye olabilecek su­ rette hareket etmesidir. Demek ki ahlakın esası kanuna kanun olduğu için emre emir olduğu için inkıyaddır. Bu mesleğe göre bir fi‘il hayırlı olduğu için emredilmiş değil belki emredildiği için hayırlıdır. Hiçbir zaman: “Bu hayırlıdır binaberin bu işi yapmalıyım” dememeli; fakat “bu bana emrolunmuştur binaberin hayırlıdır” demeli­ dir. Şu halde emre emir olduğu için itaat “hayr”dır. Vazi­ fedir; Kanun suretiyle ya‘ni sıfat-ı emriyyesi i‘tibarıyla vacibü’l-ifadır. Yoksa maddesiyle ya‘ni bizi icrasıyla mü­ kellef kıldığı hayr ile değil. Binaenaleyh vazife kanun-ı ahlakı bir emriye-i kat‘iyyedir. Bila-kayd ü şart bir emir­ dir. Bizim icra eylediğimiz amelin kaide-i hikmetini yap­ mış olduğumuz bir işte ta‘kıb ettiğimiz kaide-i hikmeti bi’l-cümle zevi’l-ukula mahsus bir kaide-i umumiyye olarak ikame edebilmemiz imkanıdır. Eğer hareketimiz bi’l-cümle zevi’l-ukula mahsus bir kaide-i umumiyye olabilecek bir tarzda ise kanun-ı ahlakıye muvafık bir surette hareket ediyoruz demektir. Kant bunu şu suretle ifade ediyor: “Bir vech ile hare­ ket etmelisin ki senin kaide-i amelin herkes için bir kai­ de-i umumiyye olsun.” Hulasa: Kant’a göre “vazife ve kanun ahlakı” kanu­ nu her türlü saik-i menfaat ve ihtisastan mücerred ola­ rak yalnız sıfat-ı kanuniyyesi sıfat-ı amiranesi i‘tibarıyla surette icra-yı amel eylemektir. Kant’ın şu mesleği evvelce de söylediğimiz gibi saf ve ulvi bir meslek-i ahlakıdir. Bunun içindir ki biz bu mesleği en salim nazariyat-ı felsefiyyenin kabul eyledi­ ği bir meslek olmak üzere göstermiş ve mukayesemizi de daima bu mesleğe göre yapacağımızı söylemiş idik. Fi’l-hakıka böyledir. Her türlü hislerden mücerred ola­ rak emre sırf emr olduğu için inkıyad etmek kadar ulvi bir ahlak tasavvur edilemez. Bununla beraber bu mesleğin de na-tamam olduğunu görmemek kabil değil­ dir. Birçok noktalardan bu mesleğin de na-tamam oldu­ ğu görülüyor. - Bir kere Kant ahlakı her nevi’ hayr ve kemal müla­ hazasından haric olarak yalnız kanun mefhumu üzeri­ ne te’sis ettiğinden dolayı tahti’e ediliyor. Bu hususda bazen pek garib vaz‘iyetler karşısında kaldığı ileri sürü­ lüyor. Hakıkaten her nevi’ saiki ifna ederek sırf kanun mehfumu üzerine müesses olan bir ahlak pek garib bir şeydir. Böyle bir ahlakda bir insanın diğerlerine yardım etmesi dostlarını sevmesi felaketzedelere mu‘avenet eylemesi hiçbir saik hiçbir ihtisas-ı ahlakı ile değil bel­ ki yalnız emre kanun mefhumuna inkıyaddan ibarettir. Şu halde bunda bir lezzet bir fazilet aramamak icab eder. Muhtac-ı mu‘avenet olanlara bir meyelan-ı şefkat ve hiss-i merhametle yapılan mu‘avenetler artık fazilet sayılmayacak. Nasıl ki şair-i şehir Schiller yazdığı bir hi­ cviyede bu mübalağatı şu suretle tasvir etmiştir: “Dostla­ rıma maa’l-memnuniyye hizmet ediyorum. Fakat hayf! Bu hizmeti bir meyelana tebe‘an ediyorum ve böylece faziletli olmadığımdan dolayı muztarib oluyorum.” Daha sonra Schiller netice olarak şu hükmü veriyor: “Senin yapacak bir şeyin var o da bu meyelanı boğmaya çalış­ malısın ve bu halde vazifenin sana emrettiği şeyi nefretle yapmalısın” Kant’ın şu fikrine göre fazilet-i mahza ıtlak olunan ya‘ni içinde kendine raci‘ hiçbir şey bulunma­ yan bir amelin arz üzerinde işlenmemiş olduğunu kabul etmek icab edecektir. Çünkü herhangi bir amel mutlaka bir meyelan ve saikin neticesidir. - Kant diyor ki: Kanun emri olduğundan dolayı va­ cibü’l-ittiba‘dır. Ya‘ni kanunun vacibü’l-ifa olması mad­ desiyledir. Sırf emretmesindendir. Yoksa bize vücuda ge­ tirmesini tenbih eylediği enmuzec-i kemalden dolayı de­ ğildir. Vazifeten yapılan bir amel kıymet-i ahlakıyyesini tahsis olunduğu hedeften istihsal etmez. Belki bu ameli ta‘yin ve icab eden kaide-i ahlakıyyeden istihrac eder. Mesela; bu fikre göre “Namazı kılınız zekatı veriniz” emirleri sırf emir olduğu için vacibü’l-ifadırlar. Yoksa vü­ cuda getirecekleri enmuzec-i kemal namına değil. Eğer bu ameller bir kemal mülahazası ile yapılırsa onlarda bir kıymet-i ahlakıyye olmaz. rüyoruz. Çünkü bir kanunun müeddesasını bir sebeble muhik göstermeksizin emreylemesi hiçbir suretle anla­ şılamaz. Sen böyle yapacaksın denildiği zaman acaba bu “yapacaksın”ın arkasında hakıkaten hiçbir illet veya sebeb yok mudur? Eğer böyle ise bu kanun istibdad düsturunun aynı olmaz mı? Şübhesiz bir Prusyalı onbaşı da bu suretle emreder ve kendisine daima itaat ettirir. Fakat bu ahlakı bir itaat olmaktan ziyade bir inzibat ve terbiye mes’elesidir. Madem ki ahlakı bir mahlukuz o halde kanuna itaatimiz münfe‘ilane bir mutavaat değil ma‘kulane bir muvafakat olmalı değil midir?.. - Kant kanun ahlakı bir emriye-i kat‘iyyedir. Bilakayd ü şart bir emirdir. Hüsn-i niyyet ya‘ni hiçbir men­ faat ve ihtisas saiki olmaksızın kanuna inkıyad bir gaye­ dir. Ahlakıyet kıymet-i ahlakıyye bu gayeden ibarettir. Dediği halde ahlakı olan bir insanın yalan söylemeye­ ceğini isbat için adeta bir menfaatperest gibi menfaat-i Fi’l-hakıka Kant’a göre ben öyle bir suretle icra-yı amel etmeliyim ki benim bu amelde takibettiğim kaide-i hikmet bir kanun-ı umumi olsun. Mesela: Ben yalan yere va‘dde bulunmamalıyım. Vakı‘a bu yolda yalan va‘dde bulunmak falan veya filan hususda bana nafi‘ olabilir. Fa­ kat bu “va‘dini tutmaya karar vermeksizin va‘d etmek ve yalan söylemek” kaidesini ben ta‘mim edecek olur isem hayat-i ictima‘i için vücudu zaruri olan i‘timad-ı mütekabil ne olur?... Tabi‘i herc ü merc olur! Bunun içindir ki: Yalan söylemek bir kaide-i umumiyye olarak ta‘mim edilemez. Binaenaleyh bir yalancının hareketi herkes için bir kanun-ı umumi olamayacağından ez-haric-i vazife hareket etmiş ve ahlaksızlık irtikab eylemiş olur. Görülüyor ki: Kant’ın emriye-i kat‘iyyesi hakıkatte bir emriye-i şartiyyedir. Emre inkıyadı zaruri kılan bizzat o emre hürmet değil belki menfaat-i ictima‘iyyedir. “Ya­ lan söylemeyeceksin” emr-i kat‘isini veren de menfaat-i lakada olmayıp: “Çünkü yalan söylemek kaidesi ta‘am­ müm edecek olursa hayat-ı ictima‘i için vücudu zaruri olan i‘timad-ı mütekabil haleldar olur” tarzındaki kayd ü şart iledir. Binaberin menfaat-i ictima‘iyyenin haleldar olmayacağı yerlerde “yalan söylemenin sirkat veya zina etmenin” de ahlaka mugayir olmaması iktiza eder. - Biz de teslim ederiz ki: “Kanuna hürmet kanuna bir mertebe-i ahlakıyyedir. Fakat işin bu derecesini in­ sanlardan değil mahlukat-ı zevi’l-ukuldan ibaret olan mücerredattan veyahud onlar mertebesine irtika etmek şerefini ihraz etmiş bulunan zevat-ı mümtazeden bekle­ mek daha muvafık olacağı kanaatini beslemekte olduğumuzu söylemekten de kendimizi alamayacağız. Çünkü biz ifa-yı vazife edecek mevcud namına insana müşabih olarak tasvir edilen bir hayali nazar-ı i‘tibara al­ maz da belki bütün manasıyla insanı ya‘ni bütün ruhuy­ la icra-yı fi‘il eder ve düşünür bir halde nazar-ı i‘tibara alacak olursak hakıkat olarak teslime mecbur oluruz ki: Bir kanun-ı mücerred altında daima kanunun illet-i vü­ cudunu ve bize yegane ameli teklif eden hayr ve kemali aramak lazımdır. Hiçbir menfaat düşünmeksizin birden bire Kant’ın dediği mertebeye yükselebilmek vazife için gayr-ı kabildir. İnsanları kanuna inkıyada sevk edecek olan saik evvela bir menfaat-i ‘acile veya aciledir. Diğer mertebeye insanlar buradan yükselebilirler. Bu mertebe meratib-i faziletin müntehasıdır. Buraya vasıl olabilmek Şu halde kanun evvela sıfat-ı emriyyesiyle değil maddesi i‘tibarıyla muta‘ olmak icab eder. Binaenaleyh Kant’ın meslek-i ahlakısi de -yüksek ve saf bir nazariye olmakla beraber- na-tamamdır. Aksekili ŞARK VE GARB Rum cema‘ati kızlarının vikaye-i namus ve ahlakı için Rum Patrikhanesi’nin bir metrepolid riyaseti altında bir komisyon teşkiline karar verdiğini gazetelerde okudum. Gazetelerde bu fıkrayı okuyunca hatırıma geldi: Ana­ sı Manastırlı olup bi’l-ahare Selanik’te tavattun etmiş yaşlı başlı ağır tavırlı doğru öz ve sözlü bir Rum taciriyle Lozan’da ba‘zen birbirimize tesadüf eder ve eski bir va­ tandaş gibi görüşür idik. Feleğin germ ü serdini görmüş küçük yaşında işe başlayarak servet ve refah kesb etmiş ve fakat eski terbiye ve görgüyü gaib etmemiş olan bu zat ile mükalemeden müstefid olurdum. Bana eskiden beri gördüğü vekayi‘i nakleder. Ve Huda’ya kasem ede­ rim ki Türk idaresini yana yakıla yad eder idi: “Biz kadın namusunun ne demek olduğunu şimdi anlıyoruz. Ka­ dınlarımız kızlarımız namus ve iffetleriyle yaşarlar hiçbir taraftan bir taarruz görmezler idi. Ah o Türk neferi ne iyi diye kaç kere bana derd-i derununu izhar etmiş idi. Rum olsun Ermeni olsun ve sair cema‘at efradından bulunsun Şark hıristiyanlarının Şark’a mahsus ve mün­ hasır bir terbiye-i ciddiyyeleri vardı. Onlar da Türkler gibi ahlakı bir hayat geçirirler idi. Bu sırf Türk şarkına mahsus bir keyfiyettir. Avrupa’da dolaşa dolaşa müşa­ hedat ile mesmu‘atı mezc ede ede muttali‘ olduğumuz hakaik-ı ictima‘iyye ile Şark’ın o geçmiş o yalnız hatırası kalmış hayatı arasındaki fark müslüman ve hıristiyanlara pek büyük bir ders-i ibret olacaktır. Rum Patrikhanesi ne kadar komisyonlar teşkil eder ise etsin artık tebellür et­ meye başlayan hayat-ı hazıra-i ictima‘iyyenin safahatını değiştirmek imkan haricinde gibidir. Zira görüyoruz ki buna Avrupa’nın Garb ve merkezinde de bir çare bu­ lunamıyor. Hayatın iktisab ettiği şekil te’siratını bütün kuvvetlere karşı izhar ve te’kidden geri durmayacaktır. kilise cem‘iyat-ı hususiyye bu girdab-ı felaketin içinden kurtulmak istiyorlar ama muktedir olamıyorlar. Hayatın şekli kadının da erkek gibi kendi masarıfını kendi çıkarabilmek için her mesleğe baş vurması ve bü­ tün bu mezahim ile kazanılan masrafın varidatın yine müessir oluyor. Şark’da eskiden kadın eviyle barkıyla çoluğuyla çocuğuyla meşgul olurdu. Sokağa pek az çıkardı. Süse sefahete o kadar lüzum görmez idi. Moda nedir bilmezdi. Tiyatrosu yoktu. Konseri yoktu. Dans ve raks salonları yoktu. Kumar birleşmeleri yoktu. Bugün ise kadının her yere girip çıkması her zevkten bi’t-tabi’ hissedar olmak tir. Güzel giyinecek güzel şapka koyacak ayaklarına ince ve son moda esvablar giyecek her zaman ve mekanda yapamadı mı ne erkeklerden ne hem-cinsinden artık ona iltifat yoktur. İ‘tibardan sakıt olur zavallıya selam veren bile bulunmaz. Hubb-i nefsi bu kadar tecavüze ma‘ruz olan kadın ne yapar yapar menabi‘-i varidatın keyfiyet ve mahiyetini düşünemeyerek her fedakarlığa vakfeder. Böyle inceliklere düşen kadın o incelikten anlama­ yan kocasını istihkar eder. Onun huzuruyla muazzeb olur. Kendisini o hayat içinde yaşattıramayacak sefahe­ tine para yetiştiremeyecek olan kocasını da çocuklarını da bırakır kaçar gider. Böyle ne feci‘alar gördük. Müslüman olsun hıristiyan olsun Şark kadın­ larının sonradan Avrupa hayatına girmeleri hakıkaten mühim bir cidale girmek demektir. Şark kadını o zaman eğer kendisinde bir ciddi hazırlık yoksa bu hay u huy-i ezvak içinde kendini gaib eder. Yalnız atinin hevesatını düşünerek maziye telehhüf-han olur ve o hayatın irfanı­ na olsun iştirak etmeyi de bilmeyerek hakıkaten faidesiz ve muzır bir unsur olarak kalır. böyle müşkilat önünde bulunuyorlar. Kadınlık bir hürri­ yet-i mutlaka alemine girmiştir. Onu o alem içinde hüsn-i sıkar iseniz kendini sıkmayacak diğer bir muhit bir kanun bulmakta müşkilat çekmez. Şark’ın müslümanı da hıris­ tiyanı da eğer bu yeni hayattan tedehhüş ediyorlar ise bundan böyle vaktin gecikmiş olduğuna kani‘ olsunlar. Şark ne zaman eskisi gibi te’sirat-ı hariciyyeden azade kalarak kendi teşkilat-ı ictima‘iyyesinde müstakillen ya­ şamaya yeniden muvaffak olursa işte o zaman maddi ve ma‘nevi müsterih bir hayat avdet eder. Ve illa fela… Biz Şarklılarda ale’l-umum hayat-ı ma‘neviyyeye bir Hasıl-ı kelam bence Şark Şarklılığını muhafazaya ik­ dam etmeli maddi ve ma‘nevi hayatını Garb’a uydura­ cağım diye hüviyet-i farikasını ifna etmemelidir. Bu ifna zannetmem ki mucib-i bahtiyari olsun. oradan güzel makaleler gönderiyor. Ba-husus ahlaka dair şayan-ı ehemmiyet mülahazat ve vesayada bulunu­ yor. Bu yolda yazılan bir makalesini geçenlerde iktibas etmiştik. Bugün de bir diğerini naklettik. Vakı‘a biz ah­ lak ve kadın mes’elelerini mevzu‘-ı bahs ettikçe daima bu mülahazatı nazar-ı dikkate arz etmekteyiz. Fakat “asri terbiyeciler” ellerindeki kazmayı terk etmek insa­ fında bulunmuyorlar. İkdam sahibi Cevdet Bey’in bu vesayasına muhtac olanlar miyanına maa’t-teessüf İk­ dam hey’et-i tahririyyesi de bulunuyor. İzmir dağlarında yüz binlerce müslüman kardeşlerimiz kimsesiz çocuklar bi-çare kadınlar alil ihtiyarlar sefil ve sergerdan inliyor­ ken burada Türkçülük bayrağı altına sığınıp ötede beride hamiyet dersi veren Türk Ocakları erkek kadın karışık hanendeler sazendelerle Ocaklarında icra-yı aheng edi­ yorlar. Ocak maksad-ı teessüsünü göstermek istediği ci­ hetle zevk u safasında aheng icrasında devam etmekle müdavim celbine çalışacağı tabi‘idir. Yine Ocakçılardan olan İfham gazetesinin de “Hayat-ı san‘atta pek parlak bir tekamül!” diye bu münasebetsizlikleri alkışlayacağı da gayr-ı tabi‘i görülmez. Fakat İkdam gibi ağırbaşlı diye telakkı edilen bir gazetenin de bu erkek kadın karışık zevk ve ahengleri istihsan etmesi hiç de yaraşır bir hare­ ket değildir. Onun için Cevdet Bey’in bu makalesini bu vesayasını İkdam hey’et-i tahririyyesine tavsiye ederiz. Lütfen dikkatle okusunlar da bu çirkinlikleri takdir ve teş­ vik ettiklerinden dolayı biraz mahcub olsunlar. “Ser-sazende-i hazret-i padişahi İsmail Hakkı Bey’in Bayezid’de küşad eylediği “Musikı-i Osmani Hanımlar Dershanesi” menfaatine tahsis edilmek üzere Kemani Kevser Hanende Zehra Tanburi Şeref ve Udi İrfan ha­ nımlardan ve diğer erkek musikı erbabından mürekkeb bir hey’et tarafından Kanunievvel sene Cuma günü Bayezid’de Türk Ocağı Konferans Salonu’nda ve kadın erkek yüzlerce sami‘in karşısında icra-yı aheng edildiği bugünkü İfham gazetesinde müsadif-i nazar-ı te­ essüf olmuştur. “Bütün bilad-ı İslamiyye’nin tevcih-i nazar eylemiş olduğu Darülhilafeti’l-Aliyye’de adab ve şe‘air-i İsla­ miyye’ye bi’l-külliyye muhalif olan ve yari müteessir ağyari mütehayyir eyleyeceği pek tabi‘i bulunan bu ka­ bil vuku‘at-ı müessifenin tekerrür etmesi ve bunun da “Hayat-ı san‘atta pek parlak bir tekamül!” namıyla yad edilerek evrak-ı havadisle neşredilmesi makarr-ı Hilafet-i Aliyye’nin alem-i İslam’a karşı haiz bulunduğu mevki‘-i mukaddesin şerefini ihlale ve bu gibi mugayir-i adab-ı ta olan şikayatı da tezyide badi olacağı nezd-i sami-i Fetva-penahi’lerinde de müsellem bulunduğu cihetle mehazir-i adidesi derkar bulunan bu misilli vuku‘at-ı gayr-ı marziyyenin adem-i tekerrürü esbabının istikma­ liyle beraber failleri hakkında da muamele-i lazımenin hamdir.” Bunun üzerine Makam-ı Meşihat-i Ulya tarafından dahiliye Nezaret-i Celilesi’ne bir tezkire-i mahsusa gön­ derilmiş ve bu münasebetsiz ahvalin men‘i lüzumu iş‘ar olunmuştur. AHLAKSIZLIK PROPAGANDALARI dikkatinize arz ediyorum. Sahib-i makale kızını aktrisliğe veren valide ve pederlerin sahib-i hayr olacağı­ nı söylüyor. Bu nasıl nasihattir? Türk Dünyası nasıl sıkıl­ madan böyle tavsiyede bulunuyor? Türkleri irşad etmek üzere neşrolunan bir gazetenin böyle ahlaksızlık propagandaları yapmasına cidden te­ essüf olunur. Türk Dünyası’nda neşredilen ma‘hud fıkra şudur: “Temaşa haftası: Tatlı Sır” “Gelelim Reyhan Hanım’a… Nezih rolünü temsil eden bu küçücük Türk yavrusu muhitten alkış evvel za­ man içinde zihnini taşıyanlardan da küfür ve isyan yerine sükut görürse sahnenin bir dehası olacaktır. Evladını hür yüksek bir düşünce ile san‘atın samimi ve munis harimi­ ne teslim eden böyle kıymetli anneler ve babalar isimleri Yusuf Ziya Kazım Nami Bey gibi Türklerin Müslümanlık daire­ sinde terakkılerine tarafdar olan ve son zamanlardaki ah­ laksızlıklardan müteessir bulunan bir zatın riyaset-i tahri­ riyyesi altında intişar eden bir gazetenin bu gibi telkınat-ı kadınını sahne-i sefahet ve musibete atmak için yapılan bu propagandalara Türk Dünyası’nın alet olmasına Ka­ zım Nami Bey’in rıza göstereceğine biz bir türlü inanmak Nami Bey’in gazetesi mücahedekar bir mevki‘de bulun­ mak iktiza eder. Fazilet düşkünü bir takım muharrirlerin mütemadi hücumlarına ma‘ruz kalan İslam kadınlarının safvet-i ahlakıyyesini muhafaza için elimizden gelen gay­ reti ibzal etmek iktiza ettiği bir zamanda ahlak-ı nisvaniy­ yeyi tamamıyla rahnedar edecek sukut kapılarını onla­ ra açmak ne kadar yolsuz bir hareket olduğunu Kazım Nami Bey de takdir buyururlar zannederiz. Türkcülüğün mübeşşirleri mürşidleri Türk kızlarını böyle sahnelerde aktrisliğe “Ocak”larda icra-yı ahenge teşvikte devam edecek olurlarsa artık bu memlekette ne hayadan bah­ setmelidir ne de faziletten. Versay’da imza edilen muahede-i sulhiyyenin Ameri­ ka A‘yan’ı tarafından reddedilmesi üzerine İngiltere Har­ biye Nazırı Mister Winston Churchill Londra’da mün­ teşir haftalık Sunday Herald gazetesinde “Amerika bizi terk mi ediyor?” ser-levhası altında neşrettiği mühim bir makalenin ba‘zı fıkaratını naklediyoruz: “… Amerika’nın Cem‘iyet-i Milel Ahidnamesi’ni ve umumiyetle muahede-i sulhiyyeyi tasdikten imtina‘ ey­ lemesinden tahassul edecek netayicin vehametini i‘zam etmemek mümkün değildir. Cem‘iyet-i Milel İttihadı Hükumat-ı Müctemia’nın nüfuz ve kudretiyle Sulh Kon­ feransı’na cebren kabul ettirilmiş bir Amerikan nüfuzuyla tammı ve yerine yek-diğerine rakıb bir takım küçük dev­ letler sistemi ikamesi başlıca Amerika’nın teşebbüsü ile hasıl olmuş bir herc ü merc-i umumidir böylece mer­ kezi Avrupa teşkilatından mahrum ve Viyana kuvvet-i la-yemutunu tedarikten aciz kalmıştır. Bu politikayı yarı yola kadar ta‘kıb etmek sonra terk etmek eski bir man­ zumeyi bozmak fakat yerine yeni bir sistemi ikameye teşebbüs etmemek emperyalizm sistemini ilga fakat yerine Cem‘iyet-i Milel sistemini ikame eylememek öyle bir harekettir ki bunun muvacehesinde Amerika tevah­ huş edecek ve elbette ahlaf badi ve müsebbiblerini tel‘in edecektir. “Türk İmparatorluğu Amerika’nın kararına intizaren aylarca ser-a-pa tezebzüb içinde kalmıştır. “… Artık Fransa’yı Ren üzerinde yalnız başına Alman­ ya ile ve bi’l-ahare evla bi’t-tarik Rusya ile karşı karşıya bırakmak kalmıştır. Bu Fransız Britanya ve Amerikan gayret ve himmetiyle kazanılan muzafferiyet-i kamile­ yi gayr-ı kabil-i ta‘mir ve telafi bir surette tahrib etmek demektir. Tarih-i beşeriyette bu sahifeden daha muzlim bir sahifeyi tasavvur muhaldir bunun Amerikan elleriyle yazılacağına inanamayız.” Le Matin gazetesi bu makaleyi tefsir ederken diyor ki: “Mister Winston Churchill’in dediği gibi Sulh Konferan­ sı’na cihanın yeni bir sistemini getiren Mister Wil mevki‘-i tatbika vaz‘ edilen fikirlerin Amerikan milletinin fikirleri olduğunu iddia ve tekeffül et­ mişti. Fakat bu ana kadar vekayi‘ onu haksız çıkarmıştır.” Hakkın kuvvete adaletin zulüm ve i‘tisafa müsavatın hürriyetin istibdada karşı gösterdiği mübarezat ve müca­ delat alem-i beşeriyyetde pek çok inkılabat tevlid etmiş­ tir. Eski ve yeni bütün veka‘i-i mühimme-i beşeriyyede esbab-ı hakıkiyye mübarezat-ı mezkuredir. Zulm kuvve-i hacime vaz‘iyetini aldıkça hak ale’d-devam kuvve-i da­ fi‘a şeklinde tecelli eylemiştir. İşte bu suretle vuku‘at-ı beşer müteselsil bir mes’ele-i mü‘ellime-i hayatiyye şek­ linde devam edip gitmektedir. Tarih-i alemin hemen her sahifesinde zulmün asar-ı tahribiyyesine revac veren birçok şevket ve kudret sahibi hükumetlerin akıbet-i feci‘asını görürüz; ibret alırız. Hakkın faaliyet-i Huda-pesendanesini okuruz piş­ gah-ı enzarımızda tak-ı zaferler tecelli eder. Riyaz-ı medinesi acaib-i seb‘a-i alemin bir gülşen-i semavisi gibi nazar-firib olan Hükumet-i Babiliyye as­ rının en muhteşem bir hükumeti idi. Bu kadar bin sene mukaddem bir Eyfel Kulesi inşa etti. Keenne sükkan-ı semavata medeniyyetin tak-ı zaferini gösteriyordu. Bu hükumetin haşmet ve daratına Nemrud malik olunca zulüm ve i‘tisafa saptı. Kendisine karşı timsal-i hak olarak bir sahib-i huruc zuhur etti. Nemrud evvela sahib-i huru­ ca bir sivri sinek kadar ehemmiyet vermedi. Fakat neti­ cede ne oldu? Hak ve adalet taraftarlarının sadematına dayanamadı. Hükumetiyle medeniyetiyle debdebesiy­ le daratıyla beraber yıkıldı gitti. Türab-ı arzı altın kimyasıyla muhammer olarak ya­ ratılan kıt‘a-i Mısriyye’de eski Mısriler öyle bir hükumet teşkil etmişti ki enhar-ı medeniyyet riyaz-ı Mısriyye’nin hemen her parçasına akardı. Meşhur Fir’avun re‘s-i hükumete gelince gurur-ı mülk-i Mısır ile adaletden udul etti. İşi da‘va-yı uluhiyyete kadar vardırdı. Buna karşı müeyyed min indillah olarak Hazret-i Musa çıktı. Hak­ perestlik hususunda azamet-i efkar gösterdi; Füyuzatı deryalar gibi cuş etti. O koca Fir’avun bütün haşmet ve daratıyla na-bedid oldu bitti. Küre-i arzın üç büyük kıt‘ası üzerinde te’sis-i şükuh ve şevket eyleyen Roma İmparatorluğu’nun sukut-ı ebedisi dahi netice-i mezalimi idi. Hadisat-ı beşeriyyenin def­ ter-i kebir-i a‘mali olan tarih-i alemde daha pek çok ibret misalleri vardır. Beyne’l-beşer düstur-ı adalet şudur: Kendi hukuk ve menafi‘ini gözetmek hususundaki inhimakin nisbetinde aharın hukuk ve menafi‘ine de ri‘ayet. Bu düstur hukuk-ı medeniyye ve mesail-i hayatiye-i beşerde bütün şerayi‘-i salifenin hulasasıdır. Bu mizan-ı adaletle mesail-i umumiy­ yesini vezn etmeyen her ferd her cem‘iyet her millet her hükumet haksızdır zulüm-kardır. Adalet bir gülşendir. An­ cak her milletin kendine mahsus inşa ettiği bahçeler gibi değildir. Beşeriyetin umumi sahne-i safasıdır. Her fer­ din her cem‘iyetin her milletin o bahçede mütesaviyen hakk-ı temaşası hakk-ı temettu‘u vardır. Ma‘lumdur ki her ferd celb-i menafi‘den memnun selb-i menafi‘den mahzundur. Halbuki beşeriyetdeki müsavata nazaran iki tarafın hukuk-ı mütekabilesi muhafaza edilme­ dikçe te‘sis-i muvazenet imkansızdır. Bu bir kazıyye-i mü­ himmedir ki siyaset-i ferdiyyeden siyaset-i milelden atlaya­ Başmuharrir rak alem-şümul bir mes’ele mahiyetini teşkil eder. Muhare­ bat-ı beşeriyye ise asırların butun-ı hadisatında vuku‘ bulan adaletsizliklerin aksü’l-amelleri şeklinde zuhur etmiş ahval-i elimedir. Müsavat beşerin hakk-ı tabi‘isidir mevhibe-i fıtri­ sidir. Tefevvuk tahakküm bu hakk-ı tabi‘iye muhalifdir. Be­ şeriyet kuvve-i faikayı hakk-ı tabi‘isine bir darbe bir darbe-i sakıle olmak üzere telakkı eder. İşte bütün mücadelat ve muharebatın menşe-i aslisi budur. Beyanat-ı salifeden şu neticeyi istinbat ederiz ki bey­ ne’l-beşer muharebatı kaldırmak pek güç olmakla bera­ ber mümkündür. Fakat her şeyden evvel bütün milletler arasında siyasi ve iktisadi hukuk-ı mütesaviyye ile Meş­ rutiyet-i beyne’l-milel i‘lan olunmalı; müzakerat ve mu­ karrerat adalet-i tamme esaslarına rabt edilmelidir. Yoksa altı yedi bin seneden beri tekerrür edip gelen usul-i ‘uhud ile beşeriyyeti huzur ve sa‘adete nail etmek taht-ı imkanda değildir. Hasılı zulüm ister bir adamdan ister bir hükumetden görülsün yahut zulmü bir hükumet diğer bir hükumete karşı icra etsin bunların hepsi netice i‘tibariyle birdir. Be­ şeriyetin ızdırabını heyecanını ihtilalini ahz-i intikama kıyamını müntec olur. Hafıza-i beşer ise tarih-i sahih-i alemi sebt ü zabt eden bir kitab-ı vuku‘atdır. Halin mazideki hesabını hiç­ bir zaman unutmamıştır. Esrar-ı beşerin umumuna ma‘lum olmayan bu hik­ met-i İlahiyye bi‘set-i enbiyada illet-i mucibedir. Altıncı asr-ı miladinin safahat-ı muzlimesini ve ile’l-ebed alemi tenvir için ba‘s olunan hatemü’l-enbiya Hazret-i Mu­ hammed’in zuhuru dahi o hikmet-i baliğaya mebnidir. Te‘ali-i İslam’ın mebde-i evvelini teşkil eden şahsiyet-i ma‘neviyye-i Muhammediyye’dir o şahsiyet-i celile zu­ lümat-ı leyli ta‘kıb eden şems-i pür envar gibi idrakat-ı beşeriyye üzerine şa‘şa‘a-paş olmuştur. Din-i celil-i Muhammedi -ilahi i‘tikadi ahlakı ic­ tima‘i siyasi iktisadi bütün mesail-i hayatiyye-i beşeri muhit olan hakayık-ı ‘ulviyyenin mecmu‘a-i külliyatıdır ma‘nevi ve maddi tekamülün hey‘et-i mecmu‘a-i en­ va‘ını müştemildir. Din-i celil-i mezkur ihata-i külliyyesi dairetü’l-ma‘arif-i hakıkate sebt edebilmesi mutasavver olan bütün idrakat-ı ulviyyesini cami‘dir. Binaenaleyh edyan-ı salife ve efkar-ı müstakbeleden müstağnidir. Beşeriyetin muhit-i irfanından zuhuru mutasavver kemalatın kaffesini ön ve son tezyinat ile tesbit eden din-i celil-i mezkure hayat-ı beşer ebediyyen minnetdar olmak mecburiyetindedir. Cami‘a-i İslamiyye’ye aid yazdığımız makalede din-i mişdik. Esbab-ı i‘tila gereği gibi anlaşılmak için burada esasat-ı İslamiyye’yi daha şümullü bir şekilde izah ve taf­ sil mecburiyetindeyiz. Bu tafsilat hayat-ı Peygamberide­ ki mahiyet-i asliyye üzerinedir. Edvar-ı atiyye-i ictihadiy­ yeye göre değildir. Çünkü siyaset-i İslamiyye’yi mecla-yı zuhurundaki hakayık-ı sabiteden ahz ve telakkı etmek daha mühimdir. Siyaset-i mutlaka nokta-i nazarından daha esaslı daha nafi‘dir. adi Beşeriyyet idrakat-ı akliyyesine nazaran safil mütevassıt ali olmak üzere üç kısma münkasem olup ek­ seriyet-i azimeyi teşkil eden iki evvelki kısımlardır. Kısm-ı ‘ali ekall-i kalildir. Ekseriyet-i azime keşf-i hakayıka muk­ tedir olamadıklarından ‘ukul-ı muzlimelerinin sevkiyle her zaman istibdada zulme tahakküme bel‘-i hukuka meyil ederler. Dalalet-i fikriyyeden fesad-ı ahlakdan kurtulamazlar. Nizam-ı alemi zir ü zeber ederler. Ayn-ı hunin maceradır hadisat-ı Kerbela Gizlidir Rabbin beyabanında hep kerb ü bela Sinezen olsa revadır senk-i haralar bütün Hep mesamat-ı hacer bir çeşme-sar-ı ibtila Sabr-ı Eyyub istemem şimdi sezadır ağlamak Görmedi çeşm-i felek bir böyle hunin macera Bir kulak versen duyarsın kalbgah-ı aşkıma Şehr-i matemdir Muharrem zevkler ayn-ı haram Gördüğün encüm birer dağ-ı derun-ı Mustafa Kurretü’l-ayn-i Resul’ü kim severse ağlasın Yutdular hunab-ı gam al-i Resul-i Mücteba Kerbela’nın her taşından dide-i hunin çıkar Muhtefidir her gubarında şehidan-ı kaza Ah yandım şu‘le-zar-ı aşk-ı pakimden bütün Leyteni ma küntü sabben ya habibi fi’s-saba Hürmet-i Al-i Aba’yı hetk edenler hep şakı Zade-i Peygamber’e layık mıdır böyle cefa La‘l-gun oldu bu haletle şafaklar şemsler Şehber-i Cibril’i yakdı ah-ı sükkan-ı sema Dide-i hunbar-ı Zehra oldu bir dürr-i necef Hükm-i takdir-i Huda’ya Murtaza verdi rıza Bir lisan-ı iştika rik-i revan-ı Kerbela Teşne-lebler kase kase yutdular zehr-i ‘ına Ey perişan ruzgar ey aşık-ı ser-der-hava Ey Fırat u Dicle’yi pür cuş eden bad-ı saba Sen de böyle mübtela bi-pa vü sersin anladım Aldığın her nefha destaviz-i gülzar-ı vefa Kokla reyhan-ı Nebi’nin gezdiği sahraları Sonra neşr eyle dil-i müştakıma buy-ı safa Gülleri şermende kılmışdır nesim-i anberin Nefh-i tıyb-i yare zira hep sabadır aşina Mahlar kurban-ı hüsnün ey Hüseyn-i bin Ali Asüman ayine-i kiti-nüma olmuş sana Hak-i dergahındır ancak tutiya-yı çeşm-i can Ey metaf-ı aşıkan ey cevher-i arz u sema Canını kim ki feda eylerse ruh-ı pakine Zinde-i cavid odur hem mukteda-yı asfiya Ey Salahi derd-i Ehl-i Beyt ile ah eyle sen Çünkü zulmetzar-ı ahından çıkar Bedrü’d-düca Ali Selahaddin Cenab-ı Hak Kur’an-ı Hakim’inde buyuruyor ki: Allah kullarından kime isterse hikmet ih­ san eder; onu hikmetle mükerrem müne‘am kılar. Kim kıbel-i sübhaniden böyle hikmetle mü­ kerrem olursa Allah tarafından hayr-ı kesir ihsan edilmiş demektir. bu ayat bu meva‘izi bu hikmeti tezek­ kür ve tefekkür etmez; illa aklı olan erbabü’l-elbab ka­ fasının içinde beyni olan adam tefekkür eder ma‘adası düşünemez… Hikmet nedir? Allah’ın hikmeti budur ki insanın kal­ binde dimağında tecelli eder. Hakayık-ı eşyayı göste­ rir. Hikmetin ta‘rifi zaten budur. İstita‘at-ı beşeriyyenin ta‘alluku derecesinde hakayık-ı eşyayı anlamak. Bundan maksad içine gömülüp kalmak değil… Vücud-i Sani‘e delaleti kabilinden anlamakdır. Ondan sonra ne yapa­ cağız? Halk’a rücu‘ edeceğiz. Maksud-i bi’z-zat onu bil­ mek eserden müessire intikal. İşte böyle olan kimseye hayr-ı kesir ihsan olunmuş demektir. O adamın kuva-yı cismaniyye ve ruhaniyyesi bu nur-ı hikmetle münevver mu‘addel bir hale gelir. İfrat ve tefritden çarpık çurpuk ahvalden nekayıs-ı akliyyeden teberri eder. Kuvasına selamet gelir. Allah i‘tidal verir. Her şeyin mezayasına adam akıllı infaz-ı fikr eder. İstinbat edeceği hakayıkla amil olur. Ne tarafdan bir rüzgar eserse o tarafa dön­ mez. Onu kaya gibi hiçbir rüzgar yerinden oynatamaz. Efkarı güzel ef‘ali güzel akvali güzel olur. Allah’ın hik­ meti bu. Evet hakayık-ı eşya o adamın kalbinde tecelli eder. Nitekim na-mütenahi evliyaullah enbiya-yı zişan gelmiş. Onların kalblerinde nice nice esrar-ı İlahiyye te­ celli etmiş. Gerek manzum gerek mensur birçok eserler bırakmışlar. Bunlar hep hikmetin netayici asar-ı meşku­ residir. O gibi hikmetler bizim kalbimizde yer tutamaz. Taşın üstünden su akar gibi geçer gider. Demek ki Allah ve cevarihinden gışave-i zulmaniyyeyi kaldırmalı. Sonra hakim-i hakıkı olur. “Hakim” lafzı esma-yı ilahiyyedendir. Ondan kat‘-ı na­ zar ıstılah-ı mahsus olarak felasifeye de hakim deniyor. Bir hikmet vardır ki ona lisanımızda hikmet-i tabi‘iyye der­ ler. O hikmet de başka. Kimya: O da başka. Biri ecsamın terkiblerine halel gelmek diğeri halel gelmemek şartıyla yekdiğerine olan te’sirat-ı mahsusasalarından bahs eder. Bunlar birer ilimdir. Akıl olan onlardan da bir şey çıkarır. Bu hikmet ne ile olur? Bak ne buyuruyor Allah: esbabına tevessül lazım. Kullarından kime şarttır. Sen o isti‘dadı kazan Allah senin kalbinde o nuru uyandırır. Yoksa müzevver şeylere hikmet namını verip ağzına geleni söylemek ümmet-i Muhammed’i ıdlale te­ saddi etmek… Bu hikmet değil adeta maskaralık olur ayıbdır. Edna insafı olan asla bu vadiye süluk etmez. Bu taşkınlığın sonu şaşkınlıktır. Elbette bir gün belasını bu­ lur. Nitekim bir beytinde Hazret-i Mevlana öyle diyor: Allah’ın hikmetine payan yok. Onu imhal eder. O im­ hali de bir şey sanır. Günün birinde belasını bulur. Bun­ ların belası acil değildir. Siz bazı dinsizleri görürsünüz. Za­ hiren bir şeyleri yoktur. Fakat onların dimağlarında nice cehennem kazanları kaynar. Kalblerinde nice gayyalar feveran eder. Izdırabından zıp zıp sıçrar. Meyhane mey­ hane dolaşır. Sen onları öyle görür beşuş neşveli zan edersin. Halbuki hiç de öyle değil. ayetinin natık olduğu vechile onlar burada cehenneme girmişlerdir. Cehennem her tarafdan onları muhitdir. Öl­ meden cehennem ateşi kalblerine düşer. Bunlara bela mukarrerdir. Kurtuluş yok vesselam. Böyle olan adamlar ne yapmalı? Fenalıklardan rücu‘ edip hak ve hakıkati kabul etmeli. Hakıkaten bunlar çok dönek adamlardır. Küfürlerinde de bir metanet yok. Bunlara: “Yarın öleceksin sabah hazır ola cenaze nama­ zına!” deseler hemen abdest alıp namaz kılmaya başlar­ lar. Camie koşarlar. Demek küfürlerinde ilhadlarında da metanet yok. Zelzele olur tir tir titrerler. Mevt-i ızdırab… Cezm hasıl etseler camie koşarlar. Böyle bir meslekde olan adamlar niçin Allah’ın imhalinden dolayı müteneb­ bih olmazlar? Niçin gittikleri fena yoldan geri dönmezler? Çünkü öleceklerini bilseler muhakkak dönecekler. İş bu raddeye gelmeden şimdiden ihtiyarıyla dönseler daha sen istediğini tarik-ı müstakıme teslik edemezsin ancak ben ederim buyu­ ruyor Allah. Böyle olmakla beraber dönmeye çalışmalı. Zira son pişmanlık faide vermez. lirse çalmasına meydan verme. Bize haber ver… diye tenbih ederler. O da: - Pekala! der. Kervan halkı yatarlar. Gece olur yüzleri gözleri ör­ tülü bir takım hırsızlar gelirler. Ellerinde bıçaklar bekçiyi tehdid ederler. Adamcağız sesini çıkaramaz. Kervanın nesi varsa hepsini aşırırlar. Kervan halkı sabahleyin uya­ nırlar bir de bakarlar ki ne at kalmış ne deve ne eşya. ler. madım. rabilirdim? O zaman bağırıp çağırmak mümkün değildi. Lakin şimdi emr ediniz istediğiniz kadar bağırayım… demiş. maları bu kabildendir. Herşey vaktinde gerek. Bu hikmet şu‘uri olur. Zevi’l-‘ukule hasdır. Bütün mevcudat Hakim-i Ezeli’nin hikmet-i baliğasının icabatı­ na tabi‘dir. Bakınız bu dünya hikmetle muvazene ile duruyor. Allah ecram-ı semaviyye için muhrikler ta‘yin etmiş. O suretle ki birisi zerre kadar hududunu tecavüz etmiyor. Bu feza-yı la-yetenahide la yu‘ad ecram devr ve seyr ediyor. Cemad olsun zevi’l-‘ukul olsun hepsinin vezaifini ta‘yin etmiş. Bunun gibi insanı da sahib-i şu‘ur olarak yaratmış. Hikmet-i mevhibesini ona layık görmüş. Onunla insanı şereflendiriyor. Emr-i İlahi’ye mutava‘at­ da cemadattan aşağı olmak layık mıdır? Asla ma-hulika lehinde kullanmalı. O zaman bir gün evvel siyah gördüğünü ertesi gün beyaz görmeye başlar. Bü­ tün o akaid-i faside berk-i hazan gibi dökülür. Musaffa müzekka bir adam olur. Bunlar ne ile olur? Her şeyin bir sebebi vardır ki ona tevessül etmeyince maksada vusul mümkün olmaz. Adelatını takviye edecek elinin sür‘atini artıracaksın. Bunun bir riyazatı vardır ki onu mutlaka yapacaksın. Ona teşebbüs etmedikden sonra maksuduna vusulün Nasıl olur? Denize girmeden yüzmek öğrenilir mi? Bunun imkanı var mı? Suya gir çalış çabala ondan sonra yüzersin. Pekala müslümanların yaptığı gibi yap. I‘tikadlarına adetlerine iştirak et. Tecrübe kabilinden olarak hiç değil­ se muvakkat bir zaman için olsun müslümanların isrine Muvakkaten terk ettiğin o vadi-i dalalet senin için her zaman açık. İstediğin vakit yine oraya gidebilirsin. Biraz da bu cema‘atle ülfet et. Bakalım neler görür neler du­ yarsın. Sen bütün o vaktini mülazemet-i küfre hasr eder­ sin. Senin nazar-ı hakaretle baktığın kimseler odun de­ ğila! Bunların da mantığı var bunların da ilmi var. Ama öteki meyil ve heva. Onun için ona temayül ziyade olur. Bir insan kırk gün Cenab-ı Hakk’a ihlas ile amel eyle­ se kalbindeki menabi‘-i hikmetden nebe‘an eden zülal-i ma‘rifet lisanından cari olur. Güzel düşünür güzel söyler. sıyla bir adam olur. Ha demek sendeki kabiliyet buna mani‘. Canın ister­ se kuzum… Bir hikaye var: Debbağatle meşgul bir adam bir gün sokakda bayılmış gül suyu getirip koklatmışlar. Hiçbir te‘sir icra etmemiş. Daha fena olmuş oradan biraderi geçiyormuş: “Gülab veriyorsunuz. Fakat nafiledir. Ona köpek tersi koklatın derhal aklı başına gelir” demiş. Hakıkaten dediği gibi yapmışlar. Adamcağız ayılmış aklı başına gelmiş. Herif küfriyata mütemayil. Onunla alude. Buy-ı iman­ dan ne duyar? Meşamm-ı canı tıkanmış. Yahut buy-ı küfr eski hurafata kaptırmışlar!.. Böyle değil. Bu bahisde pek yaya kalırsın. Nice adamlar vardır ki senin bildiğinden iyi bilir senin gördü­ ğünden iyi görür senin düşündüğünden iyi düşünüyor. Ara da bul… Allah rahmet eylesin Mesnevi şarihi şu Ankaravi merhum hayatda olsa vallahi mutfağına odun taşırdım. Ve bunu da cana minnet bilirdim. İslam’da nice adamlar gelmiş. Senin şüphe namına kalbine doldurdu­ ğun muzahrafatı senden iyi bilir. Ne gibi şeyler i‘tikad menşeini mevridini ta‘yin eder. Örümcek ağı gibi. Dokuduğun o efkarın içinde mah­ bus kalırsın. Her şeyin bir mantığı her i‘tikadın bir hüc­ ceti vardır. Sen muttasıl efkar-ı faside dokuyorsun. Böyle fikirle Allah bilinir mi? Asla bilinmez. Peygamber ise hiç bilinmez. Nübüvvet bahsi hakkında söyleyecek çok söz­ lerimiz vardır. Şu uluhiyet mes’elesine dair kafi derece edeceğiz. Asl-ı bahsin rükn-i mühimmi odur. Hazret-i Peygamber’i düşün. Sen Zat-ı Risalet’in aza­ metini tasavvur bile edemezsin. Senin tasavvu­ rundan milyar kere na-mütenahiler kadar yüksek. Bunu da senin aklın kabul etmez. Çünkü havsalan dar. Kabın kadar alacaksın. Fazla koyarsan taşar. Eskiden edeb vardı herkesde bu nurun sırrı tecelli ederdi. Şimdi ise cür’etkarane söz söylemek var. Onun Cenab-ı Peygamber’i göremezsin. Zat-ı Akdes’inin bü­ yüklüğünü takdir edemezsin. Bu nasıl olur?... Hep bu cihetden şeytan kim bilir kafana neler sokar. İleride söy­ leyeceğiz. İllet-i gaye-i alem bu alemlerin gayesi… Ah ne azametli mevzu‘! Ne dakık ne mühim bahis!! Pey­ gamber olmazsa biz Hakk’ı nereden bileceğiz? Vallahi çalışma. Hiç faidesi yok metafizik sıfat-ı İla­ hiyyeyi ta‘yin edermiş. Senin o tarik ile olan imanın Nebevi vasıl olmayan yerlerde tevhidin vücubuna kail olur. Bu mes’ele de başka. Haydi kendi usulünle Allah’ı bildin ne yapacaksın? Hiç ondan bir haber bir Cibril geldi mi? Bir şey tebliğ etti mi? Herkesin kalbinde bir cürsume-i tevhid var diyelim fakat Allah ile münasebata vesatet-i nebeviyye ile girişebilir. Nübüvvetin sübutun­ dan sonra o cürsumenin faidesi kalmaz. “Benim kalbime rakık bir perde gelir. Ben Son on seneden beri lisan-ı matbu‘atda sık sık dolaşan ve birçok münakaşatı tevlid eden bu sıralarda zaman za­ man tekrar edilen bu “Medrese teşkilatı!” terkibidir… Evet; asr-ı hazır terakkı ve te‘ali istiyordu. Bu arzu her tarafda “teceddüd” cereyanları tevlid etti. Bu cüm­ leden olarak medreseliler de hayat-ı tahsiliyyelerinin te­ rakkıyat-ı hazıraya tevafuk etmediğini anladılar. Ta‘kıb etmekde oldukları usul-i tahsil ve tedrisin pek ziyade es­ kidiğini ve bu gidişle cihan-ı medeniyyetde muhafaza-i mevcudiyyet edilemeyeceğini i‘lan eden iştika feryad ve figanlarının afak-ı İslam’ı titrettiği ma‘lumdur… Ceraid-i yevmiyye ve usbu‘iyyeden hiç birinin bu “Medrese teşkilatı!” terkibi hakkında serd-i mutala‘at beyan-ı mülahazatdan bigane kaldığı görülemezdi. Sırf bu vazifeyi ifa ve hukuk-ı ilmiyyeyi müdafa‘a uğrunda mey­ dan-ı intişara atılan ceridelerden biri de “Medrese İ‘tikad­ ları” idi. Müddet-i muvakkate için “El-medaris” de bu ga­ yeyi ta‘kıb ederek “Medrese İ‘tikadları” na mu‘avenet etti. “Teşkilat-ı Medaris!” hususunda merci‘-i aidinin na­ zar-ı dikkati o dereceye kadar celb edilmişdi ki o anda mukaddimat ihzar edilmeye başladı. Bununla beraber cerideler susturulamıyordu. Nihayet “Devair-i ‘aidesi ıs­ lah-ı medaris hususunu nazar-ı dikkate almış olduğun­ dan fi ma ba‘d buna dair neşriyatda bulunmamaklığımı­ zı emr etmiştir.”diye i‘lan etmeye mecbur edilmişlerdir. Bu anda ilmiye; maksadına nail olmuş mefkurelerin mübeddel-i hakıkat olacağı anların hulul ettiğine kana‘at hasıl etmişti. Bir de karşılarında “Teşkilat-ı Hayriyye”yi görünce inkisar-ı hayale uğrayarak “İlmiye i‘dam ipini kendi eliyle boynuna takdı” demeye başladılar… Acaba buna sebeb ne idi?... Ne olabilirdi!? Evet; herhangi bir teceddüde bir muhafazakarlık teka­ bül edeceği tabi‘idir. Bundan başka bu teşkilat müddet-i tahsili tahdid sınıflara taksim muallim ve müte‘allimini tevzi‘ ve ta‘yin etti. Birçok dersiam efendiler kadro ha­ ricinde kaldılar. Bunlar da tabi‘atiyle bu teceddüdden hoşlanmadılar. Bir de “Teşkilat-ı Hayriyye!” usul-i kadimede cari olan ve usul-ı cedidenin tatbikiyle mevcudiyeti sarsılan bir “adet-i kadime-i ilmiyye”ye nihayet verdi. O adet tarik-ı kesbe süluk etmez; ruus imtihanına girmez gire­ mez. Bunlarda okumak okutmak bellemek belletmek kabiliyeti hemen de sönmüş! Ve sinn-i şeyhuhete tekar­ rüb etmiş veya vasıl olmuş bulunurlardı! Mezkur hücre­ lerden ölüleri çıkıncaya kadar onları hiçbir kuvvet çıka­ ramazdı! Bunlara da “kudema” namı verilirdi. İşte “bu hayat-ı kudemaya” hatime çekiliyordu. Zira “Teşkilat-ı Hayriyye” bunları da sınıflara taksim ile çalışmaya icbar ediyordu. Bundan tevahhuş eden bu “kudema” açıkda kalan “zümre-i ulemaya” iltihak eylediler. büyük te’sir husule getirdi… Evet bu teşkilat: Medaris bir dereceye kadar hıfzıssıh­ ha kava‘idine ri‘ayetle ta‘mir edilip her bir medrese birer dersi‘am efendiye tahsis edilmek o medresede muma-i­ leyh dersiam efendinin halka-i tedrisine devam eden ve müktesebat-ı ilmiyyesinden müstefiz olan talebe-i ‘ulum efendiler ikamet etmek medrese-i mezkure umur ve hususatı devr ü teftişatı dersiam-ı muma-ileyhin nezaret ve mürakabesine tevdi‘ edilmek yalnız Arabi fenler tahsil edilmek üzere derslerde bazı ta‘dilat icra edilmek suretiy­ le vücuda gelecek bir “Teşkilat!” idi. Bu tebeddülün o zih­ niyetde tatbiki muvaffakiyetle neticeleneceğine akıl erer­ se de menfa‘at-i din ve vatan nokta-i nazarından evvelki Öteden beri büyük küçük bütün sunuf-ı ictima‘iyyemiz arasında hüküm-ferma olan bir “maraz-ı ictima‘i”miz de: Sevdiğimiz hoşumuza gideni medh ü sitayişde her şeyin fevkıne çıkarmak herhangi bir vesile ile nefretimizi mu­ cib olan şeyi de dereke-i hiçiye indirmektir… gayret ederek bir hakıkatin tecellisine çalışmak isterim… Ma‘lumdur ki kainatda hareketden mahrum sükune­ te mahkum hiçbir şey olmadığı gibi; sırf faideden mü­ rekkeb zararden mu‘arra da hemen bir şey yoktur… Bütün mevcudat zarar ve faideyi cami‘dir. Şu kadar var ki faidesi çok olanlar zararı setre muvaffak olursa biz ona “faideli” aksi takdirde “zararlı” diye hükmederiz. Halbu­ ki hakıkatde onun zararı da faidesi de vardır… ye”nin faide ve zararlarını teşrih edelim: “Teşkilat-ı Hayriyye” tatbik edilmeye başladığı gün­ den beri talebenin adedi azalmaya başladı seferberlik de bu hususa yardım etti. İlmiyeyi temsil eden mahdud bir ekalliyet -ki onların da alil ve mariz olduklarını zikr etmiştik- kaldı. Eğer “Teşkilat-ı Hayriyye” o harb senele­ rinde bunların it‘am iksa iskan cihetlerini te‘min etme­ seydi “meslek-i ilmiyye” çokdan adem mezarlarına gir­ miş olacak bugün de ilmiyeden eser görülemeyecekti… Bundan başka usul-i kadim-i ilmiyyenin bir zihniyeti vardı. O da “Tahlil-i ibare hususunda zihinde bir küşa­ yiş hasıl olursa hocalığa bu kafi” idi. Seferberlikde mev­ cudiyet-i ilmiyyeyi muhafaza eden ve “Esnan-ı askeri” dahilinde bulunan salifü’z-zikr ekalliyetde bu hassa he­ men hemen mevcud idi. Bunlar; ibare üzerinde i‘mal-i fikr ve ta‘mik-i nazar usullerini bir derece görmüşlerdi... “Teşkilat-ı Hayriyye”de dahi Arapça fenler yok değil mülünün büyük te’siri oldu. İşte “Teşkilatın” ikinci fai­ desi: Gösterdiği ‘ulum ve fünun-ı mütenevvi‘a-i hazıra hakkında ma‘lumat. Şöyle ki yazılacak yazıların şive-i Türkiyye kava‘id ve kitabet-i Osmaniyye’ye muvafakat ve mutabakatı -aslı muhafaza edilmek üzere Arapça bir yazının aynen veya mealen suret-i tercümesi- kütüb-i diniyyemizin ictima‘i te‘siratı -ecram-ı semaviyyeden bahs eden ayat-ı Kur’aniyye’nin fenn-i hey’et-i hazıra ile mukayesesi- ayat-ı Kur’aniyye ve ehadis-i Nebeviyyenin haber verdiği alamat-ı kıyamatın fenn-i hazır ile isbatı ve her hangi bir fikre ilka edilecek bir tasavvur; o fikrin in­ kişaf ettiği usul ve kava‘id dairesinde isbata muhtac ol­ duğu... gibi meslek-i ilmiyyenin kendileriyle mücehhez bulunması lazım olan ‘ulum ve fünun-ı mütenevvi‘a hak­ kında ma‘lumat elde edilmiş oldu… Esasen teşkilat-ı kadimede yetişip el-an vücudlarıyla fahr u mübahat olunan efazıl ve e‘azım medrese tahsilini aliyyede tenvir-i efkar tevsi‘-i tatbikat ile bir inkişaf-ı tam Demek isterim ki el-an elimizde mevcud olan kütüb-i Arabiyye’nin tedvini dini gayelere isalde mü­ kemmel bir vasıta olabilmek için ‘ulum ve fünun-ı hazıra Şimdi burada “Serd edilen” fevaid “Teşkilat-ı Kadi­ me!” yadigarları üzerinde husule getirdiği inkişafatdan başka bir şey değildir. “Teşkilat-ı Hayriyye” ve “Kazımiy­ ye” mahsulatının ne halde olacağı ciheti cay-ı sualdir… raber “Teşkilat-ı Hayriyye ve Kazımiyye”nin ika‘ ettiği zararlar da burada runümun olur… Ceride-i İlmiyye’nin “Teşkilat-ı Hayriyye”yi i‘lan eden nüshası yeni hayat-ı ilmiyye projesini bütün teferru‘atıy­ la ihtiva ediyordu. Nazar-ı im‘an ile tedkık edilirse pek acı hakıkatlere tesadüf olunacağı şüphesizdir. Filvaki‘ “on on beş sene Arapça tahsil edenlerin Arapça tekellüme kesb-i iktidar ve liyakat edememeleri müstehziyane ortaya sürülüyor. Bundan maksad “fen” tahsili olduğu ve bunun da güçlüğü hiç nazar-ı insafa alınmazdı!” Bu nazariyenin isabet ve adem-i isabetini zamanımız isbat etti. Şöyle ki seferberlik arkadaşlarımı­ zın pek çoğunu Yemen Mısır Hicaz… kıt‘alarında do­ laştırdı. Bunlar bir Arabla müdavele-i efkar edebiliyorlar. Fakat bizim o tahsili uğrunda on on beş senelik serma­ ye-i ömrümüzü feda edip “fen” tesmiye ettiğimiz Arap­ çanın içinden çıkamıyorlar. Böyle bir tedkıkat karşısında evvelki zulmetleri geçemediklerini teslim ediyorlar… Bu cümle ile kavanin-i şer‘iyye istihracına lüzumu olan Arapçanın müellifinin ‘ibaratından kat‘an nazar nefsinde güçlüğünü söylemek isterim. Böyle bir fen esasatı “Teş­ kilat” programında münderic olan ‘ulum ve fünun-ı mü­ tenevvi‘a mukaddimatıyla tesbit edilemez. Ve edilemedi. Çünkü hafızada mevcud suver-i mahsuse kendilerine en ziyade mülayim olanlarla ihtilat eder. Bunun neticesi de ünsiyet edilen ‘ulum ve fünunun tetebbu‘undan lezzet ha­ sıl olur… Bu kanun-ı felsefeye binaen ‘ulum ve fünun-ı mütenevvi‘anın müfekkirede vücuda getirdiği istinas tale­ beyi lisan-ı mader üzerine yazılmış ‘ulumu tetebbu‘ ve hıf­ za sevk ediyor. Arapça kendiliğinden mahkum-ı zeval olu­ yordu. Bundan başka Arapça ibarelerin eşkal ve gavamizi mu‘allim ve üstadların usul-i ta‘lim ve tedrisi gibi avamil ve te‘siratda mevcud idi. “Teşkilat-ı Hayriyye”nin üç sene tatbiki bu iddi‘amızı tamamıyla te’yid ve takviye eyledi… Bunun üzerine diğer bir teşkilat projesi ihzar ve tatbiki düşünüldü. Üç yüz otuz üç senesi on dokuz Teşrinisani’sin­ de bu “Teşkilat-ı Kazımiyye” tatbik edilmeye başlandı… Bu iki teşkilat arasındaki fark; isimlerinin değiştirilme­ si ve müddet-i tahsilin on dört seneden on ikiye tenzili ve buna zamimeten iki senelik bir ihzari kısmının te’sisi oldu. Mukaddema teşekkül etmiş olan “Cem‘iyet-i Müder­ hevvez hutti kelemen sa’fes karaşet dazag . risin” esasat-ı ‘ulviyye-i İslamiyye’ye mu‘tekid ve hayat-ı umumiyye-i beşeri müdrik bir zihniyetle hareket ede­ rek şuun-ı alemden ibret-bin olan müslümanları daire-i şümulüne aldığı anlaşılmak üzere Te‘ali-i İslam Cem‘i­ yeti’ne inkılab etmiştir. Tarih-i milelin herhangi sahifesi açılsa dinine habl-i metin ile merbut olmayan milel ve akvamın er-geç münkarız oldukları görülür. Din-i mübin-i kava‘idi cami‘ olduğu halde müslümanların asırlardan beri duçar oldukları zulm sefalet esaret mağlubiyet ve kema hiye hakkuha ri‘ayet olunmamasının netice-i zaru­ riyyesidir. Bunun aksini isbat edebilecek hiçbir delil ibraz olunamaz. Sırf eser-i cehalet olarak hakaik-ı diniyye ve esasat-ı İslamiyye’ye mu‘tekid ve ahkam-ı münifesine tamamen mütemessik olmayanların akıbetleri felaketdir bu kat‘idir. Te‘ali-i İslam Cem‘iyeti dindaşlarımızın ruhlarına hakaik-ı diniyyeyi ifaza ve ahkam-ı İslamiyye’yi vesail-i adide ile ta‘lim şe‘air ve mesair-i İslamiyye’yi muhafaza etmek maksad-ı aslisiyle teşekkül etmiş ve ibraz-ı fa‘aliy­ yete başlamıştır. Te‘ali-i İslam Cem‘iyeti umum vilayat ve mülhakatın­ da üç beş haneli köylere varıncaya kadar evlad-ı vata­ nın pertev-i ilm ü kemal ile müstefid olması ve efrad-ı müsliminin terbiye-i diniyye ile mütehalli ve hakaik ve me‘ali-i İslamiyye’nin inkişafı için medrese ve mektebler küşadına çalışmaktadır. Cem‘iyetin tahrir ve tedris encümenlerince Kur’an-ı Kerim’i ve harekesiz yazıları suhuletle okutturabilecek bir tarz-ı nevinde tertib edilen “Elifba” tab‘ ettirilmiş ve nüs­ ha-i matbu‘aları şu‘abata gönderilmiştir. Evlad-ı vatana köylülerin ahlak ve mezaya-yı diniyyeyi ta‘lim için bir “İlmihal” bir de “Tarih-i İslam” tertib edilmiş ve bunlar da derdest-i tab‘ bulunmuştur. Te‘ali-i İslam Cem‘iyeti Tekirdağı Isparta İskilip Kastamonu Çal Manisa Eskişehir Bursa Çorum Öde­ miş Konya Uşak Merzifon Çankırı Yenişehir Kara­ hisar-ı Sahib Kütahya ve Bolu’da birer şu‘be açmış ve fa‘aliyete başlamışlardır. Maksud-ı aslinin suret-pezira-yı husul olması zımnında Muğla Sungurlu Boyabat Ban­ dırma Kirmasti Düzce Beyşehri Sinop Sivas Kayseri Amasya Nevşehir Bolvadin Maraş ile diğer taraflarda dahi şu‘beler derdest-i küşaddır. Türkçülük namıyla vaktiyle burada türeyen komiteci­ lik rabıta-i İslamiyye’yi haleldar etmek i‘tibariyle hakıkı müslümanları ne kadar müteessir ettiyse şimdi haricden gelen aks-i sadaları da o derece duçar-ı teessür ediyor. Saçılan nifak tohumları filiz vermeye başladığından do­ layı komiteciler ne kadar iftihar etseler yeridir. Anlaşılıyor ki burada olduğu gibi diğer taraflarda da münevverlik da‘vasında bulunan bir takım politikacılar mübtela ol­ dukları dalalet-i fikriyyeyi müslümanlar arasında neşr ederek rabıta-i İslamiyye’yi sarsmak emel-i hasirini ta‘kıb etmektedirler. İslam’a müntesib olduklarını söyleyen bu adamlar hiç düşünmüyorlar mı ki o din-i celilenin Pey­ gamber-i güzini asabiyet-i kavmiyye da‘vasını güdenleri uhuvvet-i İslamiyye dairesinden ihrac buyurmuşlardır. Bir tarafdan ittihad ve ittifakdan bahs ederler diğer ta­ rafdan müslümanları parça parça edecek bin türlü tefri­ kaları icad etmekten geri durmazlar. Pekala görülüyor ki aynı hastalık orada da baş gös­ termiş. Fakat çok şükür ki bu maraz-ı kavmiyyet burada olduğu gibi orada da “münevver!” tabaka arasından ha­ rice sirayet edememektedir. Her ne kadar bu Sırbcı efendiler “Cahil sınıf avam hala din ayrılığını nazar-ı dikkate almakda devam ediyor­ lar münevver sınıf için ise böyle bir din farkı mevzu‘ bahs değildir. Şüphesiz avam da kendi benliğini akıbet anlaya­ caktır. Fakat bunun için zaman ister” diye marazın sira­ yetinden ümidvar bulunuyorlarsa da; her tarafdaki müs­ lümanlar bu maraza karşı müttehiden mücadeleye başla­ dıklarına ve kavmiyet tefrikalarıyla uhuvvet-i İslamiyye’yi haleldar etmek isteyen fuzuli politikacıların mesa‘ilerine nihayet vermekde olduklarına bakılırsa bu ümidin hiçbir zaman husul bulamayacağına emin olmalıdır. Buradaki müslüman mu‘ave­ net etmek üzere gelen bir İslam hey‘et-i meb‘u­ sesinin Darülhilafeti’l-İslamiyye’de hissiyat-ı miyye’yi rencide edecek böyle sözler sarf etme­ si doğrusu büyük saygısızlıktır. Te‘essüf olunur. Bosnalı İslam Hey’et-i meb‘usesini teşkil eden İbra­ him Efendi Sarıç Şükrü Efendi Kortoviç Mustafa Efendi Kolyinoviç Doktor Mehmed Başiç Efendiler geçen gün Şeyhülislam Efendi hazretlerini ziyaret ederek birçok sualler irad etmişler ve cevablarını almışlardır. Ez-cümle ne dair olan birkaç sual ve cevabı nakl ediyoruz: S- Biz İslamlar Avrupa medeniyetinden istifade et­ meye kendimizi mecbur görüyoruz. Halbuki bazılarımız Evkaf-ı İslamiyye Matbaası Eşref Edib “Hani sizler birini öldürmüş de birbirinizin üzerine at­ mıştınız; halbuki Allah sizin saklamakta olduğunuzu mey­ dana çıkaracaktı. İşte bunun üzerine katilin meydana çıkması için “İneğin a‘zasından biriyle maktule vurunuz!” dedik. Ölü canlanarak katili haber verdi. Cenab-ı Hak böylece ölünüzü diriltir ve belki aklınızı başınıza alırsınız diye size kudret ve azametinin ayatını gösterir. Bundan sonra yine yürekleriniz katılaşarak taş gibi hatta daha katı kesildi. Çünkü öyle taşlar vardır ki içinden nehirler fışkırır öyle taşlar vardır ki yarılıp sinesinden sular çıkar öyle taş­ lar vardır ki haşyet-i İlahiyyeden dolayı bulunduğu yüksek mevki‘den düşüp yuvarlanır. Cenab-ı Hak sizin bu yap­ tıklarınızdan hiçbir zaman gafil değildir.” Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak mürtekibi tarafından kısas olunması için Hazret-i Musa’ya varid olan emr-i sadedinde Yahudilerden birinin serd ettikleri bir takım esbab-ı muhtelifeye binaen amcasını öldürdüğünü ve başka bir yere nakl etmekle kendisini cinayetden tebrie etmek istediğini fakat bu mahallenin ahalisi vak‘adan haberdar olunca Hazret-i Musa’ya şitab ederek bu cina­ yeti irtikab edeni Cenab-ı Hakk’ın izhar etmesini taleb et­ tiklerini Hazret-i Musa’nın bunlara bir inek kesmeyi emr ettiğini bunların da türlü türlü inatlarda bulunduğunu peygamberleriyle istihza ettiklerini ma‘amafih Hazret-i Musa’nın bunlara ineği kestirinceye kadar uğraştığını nihayet inek kesildikden sonra onun [] bir parça­ sıyla maktulün darb edildiğini ve bunun kıyam ederek “Filan öldürdü” dediğini kayd ederler. Müfessirlerin bu sadedde söyledikleri sözlerin hulasa­ sı budur. Bundan başka birçok rivayat ve tafsilat der­ miyan ederler ki bunun hiçbirinde sıhhatden eser yoktur. Mütefekkirlerden bazıları ise yalnız Kur’an-ı Kerim’e bakmakla iktifa ederek varid olan hurafatı kat‘iyyen na­ zar-ı i‘tibare almazlar. Bunlar Kur’an-ı Kerim’i Hak Te‘ala­ nın gönderdiği batıldan münezzeh bir Kitab-ı Mübin te­ lakkı ederler ve ‘ibarat-ı Kur’aniyye’den ancak maksud olan me‘aniyi istihrac ederler. İşte bunların bu ayet-i keri­ me hakkındaki nokta-i nazarları şundan ibarettir: Görülüyor ki bu hadise dolayısıyla Cenab-ı Hak Beni Arablar katilden intikam alınmayan maktulü heder olmuş addederler Halbuki kısası alınan maktulleri yaşı­ yormuş gibi telakkı eylerler. Arab şa‘iri der ki: Bundan anlaşılıyor ki Cenab-ı Hak Beni İsrail’in hima­ Başmuharrir ye-i ervahı için irtikab-ı katl edenleri katl ile tecziye edil­ melerini teşri‘ buyurarak bir lutf-ı İlahide bulunmuşlardır. Hazret-i Musa katlini emr edince bu hadisede zikr olunan cani de ceza-yı sezasına uğradı. Böylece maktu­ lün kanı heder olmadı Ayet-i kerimede bu cihete kavl-i kerimiyle işaret olunmaktadır. Ayetin sonunda buyurulma­ sı da ma‘nayı hafiyyen iş‘ar etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın teşri‘ buyurduğu hüküm ma‘kul ve makbul olma­ sa herkesin kanı muhafaza olunmaz ma‘sumlar emn ü eman içinde yaşayamazlardı. Bu sayede maktulün kanını mutalebe edenler katilden yahut mensub olduğu taifeden ra-yı kısas ile kinler söner ve herkes ibret-bin olur. Taşlar ki cemadatdır his ve idraki yoktur. Fakat kavanin-i İlahiyyeye inkıyad eder. Bir kanunu nakz et­ mez. Kiminin içinden nehirler fışkırır pınarlar akar. Kimi­ ni havaya atınca kanun-ı İlahi’ye ita‘aten onu merkezine cezb arzın üzerine düşer. Beni İsrail ise Cenab-ı Hak onlara irade ve tefekkürün aleti olan aklı kendi emirlerine göre hareket eden a‘za­ yı ihsan buyurmuş onlara gidecekleri yolu göstermiş Allah’ın emrine ita‘at etmişler ne de akıllarını a‘zalarını hüsn-i istihdam etmişlerdi. Şayed bunlar Allah’ın ehibba ve ebnası olduklarına güveniyorlarsa nezd-i İlahide en yakın olanlar en takı olanlardır. Yok eğer yaptıkları günahları gizlice yaptıkla­ rını zan ediyorlarsa Cenab-ı Hak bunların yaptıklarından hiçbir zaman gafil değildir. Bunların ayat-ı İlahiyyeyi te‘vile kalkışmaları neye yarar? Bunlar Cenab-ı Hakk’ın suver ve zevahire değil kulub ve makasıda baktığını bilmiyorlar mı? Allah’a i‘lan-i harb eden bir kavmin doğru yolda git­ mesi kabil midir? Asla. İşte Cenab-ı Hak ayet-i kerimesiyle buna işaret buyurmaktadır. KASIDE-İ NA ‘TİYYE Şair-i meşhur Fuzuli’nin na‘t-ı Nebeviyi mutazam­ mın olan “Su” redifli kasidesine naziredir: Mebde‘-i feyyaz olup her cism-i gevher-bare su Ma‘nevi me‘murdur Hak kudretin izhare su Maye-i esrarıdır nur-ı hayat-ı alemin Mevce mevce lem‘a-zendir cebhe-i asare su Sanki bir ruhü’l-mehasindir bahar-ı fıtrate Renk renk olmuş da gizlenmiş ruh-i ezhare su Kabiliyyet feyzinin esrarını tefhim için Ebr-i Nisan’dan inip dönmüş dür-i şehvare su Berk-i gülde jaleye düştükçe nur-ı afitab Rize rize mevce-zendir ateşin ruhsare su Sahil-i tekvine doğru mevcehiz-i cuş olan Bahr-i kudretden akar enhar ile ebhare su Eyler ihya her içen dil-mürdeyi bir katresi Menba‘-ı Hak’dan akar serçeşme-i ebrare su Kasdı hak-i pay-i yari ben gibi takbildir Çağlayıp sür‘atle puyan semt-i kuy-i yare su Hane ber-duşün felaket halini tasvir eder Durmayıp eyler sefer her deşte her kuhsare su Ab-ı lütfu teşne-dillerden diriğ eyler zaman Vermemiştir Kerbela’da zade-i Kerrar’e su Canı canan aşkına isarı ta‘lim eyliyor Atlayıp şelaleden oldukça pare pare su Aks-i eşya müncelidir safhasında her zaman Öyle bir mir’at-ı Hak’dır çehre-i asare su Sineni hubb-i Nebi’den şu‘ledar-feyz kıl Gül açılsın eyle icra safha-i gülzare su Vechini etsem tahattur gözyaşı eyler hücum Şemse karşı gelse elbette dolar ebsare su Ağladıkça ben Nebi aşkıyla çağlar sinesi Sanki aşıkdır benimle Ahmed-i Muhtar’e su Bahr-i zehhar-ı İlahidir Muhammed Mustafa Feyz-i ilminden akar her kulzüm-i efkare su Feyz-i Hakk ab-ı ezelden eylemiş reyyan anı Cevheriyle girmemişken alem-i envare su Cud ü lütfundan huruşan her zaman ab-ı hayat Hüsn-i hulkundan verir hem yare hem ağyare su Olmasaydı cuybar-ı feyz-i irfan-perveri Hangi menba‘dan gelirdi gülşen-i esrare su Her veli olmuş ona bir çeşme-sar-ı ma’rifet Hep odur her dem veren her aşık-ı gam-hare su Selbebil-i feyz-i esrarından almışdır anın Lazım oldukça bina-yı aşk için mi‘mare su Ya Muhammed ağladım yıllarca narım sönmedi Ab-ı lütfundan söner bir katre düşse nare su Cebrail-asa derinde kalbi derban eyledim Sen verirsin ben gibi bir teşne hizmetkare su Ben su mazmunuyla medh ettikçe Fahr-i Alem’i Ravza-i kalbimdedir Mecdi benim fevvare su ber’inde diyor ki: “Allah’ın vahdaniyeti bizim bildiğimiz vahded-i aded ile değildir. ] Çünkü ilim nokta-i na­ zarından her ma‘dud mahduddur. Halbuki Cenab-ı Hak hasr-ı adedi dairesine girmekden münezzeh ve müte‘ali­ dir. Allah’ın vahdaniyeti demek şeriki naziri yok demek­ tir. Cenab-ı Zat-ı Bari bizim idrakimizin yetişemeyeceği şeyleri bizim anlayacağımız suretde tefhim buyurmuş. Sünnetullah bu minval üzere cari. Sonra Allah yine Kur’an-ı Hakim’inde Sure-i Nahl’de buyuruyor ki: “Sizin ilahınız İlah-ı vahiddir. Ahirete iman et­ meyen kimselerin kalbleri Zat-ı Uluhiyyet’i inkar eder tas­ dikden iba eder. Öyle olan kimseler de istikbar ederler. Ya‘ni saika-i kibr ile tasdikden ibadetden ta‘atden inhiraf eylerler. Tasdik-i uluhiyete yanaşmamak… İnsanların bu türlüsü de vardır. Ne‘uzü billahi te‘ala. Bu iki şey ya‘ni Bu iki haslet-i zemime saikasıyla sadr-ı evvelde öyle şeyler vuku‘a gelmiştir ki insan naklinden istihya eder. Cenab-ı Peygamber’e karşı vuku‘ bulan tecavüzat münafikınin müşrikinin yaptığı şeyleri hep bu hasletle­ rin bir de onlara inzimam eden hasedin neticesidir. ve tecavüzü de bu iki nokta idi. Müşrikler münafıklar: benim gibi adam. Dün benimle beraber oturup kalkıyor nasıl buna inanır nasıl dinini kabul ederim… Hasılı bu iki rezileden tevakkıyi herkes vecibe-i zim­ met bilmelidir. Çünkü sa‘adet-i ümmet bu noktadadır. Evet efendim Kur’an’ı tasdik ediyor musun? Ne ge­ zer! Sen Kur’an’ın ancak huruf ve zurufunu görüyorsun. O huruf ve zurufdaki ma‘na-yı celili tefekküre o ma‘na­ dan te‘essüre isti‘dadın yok. Çünkü kalbin çıfıt çarşısı gibi. Velvele-i inkarın sada-yı müz‘ici istima‘-i hak ve hakıkate mani‘. Şair ne güzel söylemiş: - - Şimdi artık Kur’an’a karşı su-i zanda olanlar Kur’an’ı değil kendilerini düşünürler. Şair Kur’an’ı bir arus-ı na­ zenine bir geline teşbih ediyor. Gelin yüzünden duvağı an­ cak darülmülk-i iman velvele-i cidalden azade bulunduğu zaman ref‘ eder. Münkirlerin nukuş-ı zahire-i Kur’an’dan başka bir şey görmemelerine ta‘accüb edilmemeli. Böy­ le bir adam Kur’an’ı eline alsa onun huruf ve zurufundan başka bir şey görmez. Me‘ani-i celilesinin mezayasına vakıf olamaz. Zira gözü kör olan adam yalnız güneşin hararetini hisseder. Nurunu ziyasını görmez. Hakim Sinai’nin de bu mealde güzel bir kıt‘ası vardır ki meali şudur: olur mu? Bu zamanda bizi tatmin eder mi? diyorlar. Alemin gözünü boyuyor… Hazret-i Mevlana bundan müte‘essir olarak bu i‘tiraz-ı bi-edebanenin yalnız Mesnevi’ye karşı değil Hazret-i Kur’an’a karşı da dermiyan edildiğini söylüyor. Allahu Zülcelal’in Kitab-ı Semavisi de bu minval üze­ re nazil oldu. Hazret-i Furkan-ı Hakim’e de kefere-i fecere böyle ta‘n u teşni‘ ettiler. Ne dediler? Adam!.. Bunlar bir takım masallardan esatirden ibaret­ tir. Bir hakıkat-i fevkal‘ade yok… Halbuki insanı asıl dalale düşüren yanıltan budur. Bak şeytan-ı la‘in nasıl vuruyor! Ne‘uzü billah. Neler söylemişler. Ne bed-tinetler gelip geçmiş. Ne mülhidler diller uzatmış. Ya‘ni bu münkirler şu asrın yadigarları değil. Bunlar o nesl-i habisin cahil veled­ leri! Daha neler var! Kur’an’ın yedi Hazret-i Mevlana diyor: Sen bil ki Kur’an’ın huruf ve zurufunun zahiri vardır. Onun zahirinin zımnında da kahir azametli bir de batını vardır. Onun kahrı azim. O batnın Akıllar oraya gelince gaib olur. Fakat sen onun racülü de­ ğilsin. Burnunun ilerisini göremezsin. Bari yerinde otur da haddini bil. Nasıl ‘ulum ve fünuna sanayi‘a müte‘allik bir şey teklif olunduğu zaman “Bilmem yapamam” diyorsun burada da haddini bilsene! Yine Hazret-i Mevlana diyor: Kur’an’ın dördüncü batnı­ nı Allah’dan başka kimse görmedi. Ey oğul! Sen Kur’an’ın yalnız zahirini görme. Zevahirine kasr-ı nazar etme. Şey­ tan insanın cismaniyetinden başka bir şey göremez. Nite­ kim İblis Hazret-i Adem için öyle dedi: “Onu toprakdan beni de ateşten yarattın. Ben ona nasıl secde ederim?” Çünkü Adem’deki sırr-ı İlahiyi göremedi. Bir hayvan ne bilir insanın kıymetini? İblis de öyle dedi: Adem’in tinin­ den başka bir şey görmedi. Şeytanın tininden de ademiyet hassasına intizar abesdir. Hazret-i Kur’an’ın zahiri şahs-ı ademi gibidir. Sizin benim gibi bir heykel-i mahsus-ı cismani de öyledir. O Kur’an’ın minik şekl-i zahirisi meydandadır. Hepiniz onu mevki‘-i tekrimde bulundurursunuz. Fakat bir ruhu vardır ki o gizlidir hafidir. Onu bilmek bulmak için lazım gelen is­ ti‘dadı elde etmeye çalışmalı. Herşey böyledir. Bu hususda hem bir şey bilmez hem de ağzına geleni söyler. İşte güce giden budur. Bir parça edebini takınsana! Bir adamın amcası dayısı kırk sene onunla beraber bulunsa yine halinden bir şey göremez. Serairine sırrani nukatına infaz-ı fikr u nazar edemez. Hal böyle iken Zeyd ve Amr birbirinin ahvalinden nasıl haberdar olur? Hepimizin idraki başkası için kapalıdır. Hatta benim seni bilişim kendi şu‘urum içinde. Senden intikal eden fikrimi biliyorum. Azim mes’eledir bu. İlmü’n-nefsin en mühim bir mes’elesidir. Karıştırırsak bu ders ile iki ay uğraşmak lazım. bul edersin. “Dağlar -me­ dar-ı teklif olaydı da- Kur’an’ı üzerine indirmiş olsaydık o koca dağlar huşu‘a Şimdi söylediğimiz vechile zevi’l-‘ukulün kasde makrun olarak işlemiş olduğu işleri her halde da‘i-i mes’uliyyet­ dir. Bundan dolayı akıl ve hürriyete sahib olan her insan mes’uldür. Şu kadar ki her fi‘il ahlakı bir mes’uliyeti icab etmez. İzah edelim: Bir işten maksad ne adalet değildir. Çünkü bu tarzdaki hareket hareket-i kas­ riyye demektir. Deniz arz bir takım kavanin-i zaruriyyenin te‘siriyle kendilerinde vuku‘a gelen tufanların zelzelelerin yapmış oldukları tahribatdan dolayı nasıl mes’ul değiller­ se insan da böyledir. İnsan akıl ve hürriyyete iradeye ne kadar malik ise mes’uliyeti de o nisbettedir. Binaenaleyh herhangi bir saik-i cebri ile iş yapmak mecburiyetinde olan ya‘ni irade ve aklını kısmen gaib etmiş elinden çıkarmış bulunan kimseye karşı vaki‘ olacak mes’uliyet ancak o fi‘i­ le derece-i iştiraki kadardır; kendi irade ve aklı ile o fi‘ile ne nisbetde iştirak etmiş ise mes’uliyet de o nisbetde olur. Cinnet muhtariyet-i ef‘ali ref‘ edeceği cihetle mecnundan mes’uliyet de merfu‘dur. Mes’uliyetin Derecat-ı Muhtelifesi ve Mes’uliyet-i Tamme: Şu iki şartdan -ki biri akıl diğeri hürriyetdir- anlıyo­ ruz ki: Mes’uliyet-i ahlakıyyenin eşhasa hatta ezmine ve emkineye nazaran şahs-ı vahide nisbetle bile derecat-ı muhtelifesi vardır. Mes’uliyet her şahsa göre bir olama­ yacağı gibi şahs-ı vahidin ezmine ve emkineye olan nisbet-i muhtelifesi i‘tibariyle de değişebilecektir. Çünkü hürriyet doğrudan doğruya aklın vücuduna mu‘allak­ dır. Akıl olmazsa hürriyet de olamaz. Binaenaleyh irade hür ve tamamıyla kendisine malik olabilmek için kuv­ ve-i akliyesinin tamamıyla yerinde olması iktiza eder. Halbuki kuvve-i akıle birçok esbab ve avalimin te‘siriyle bir halde kalamaz. Ta‘lim ve terbiyenin mütala‘a ve tec­ rübenin sıhhat ve marazın kuvvet ve za‘fın gençlik ve kuvve-i akıle üzerinde pek büyük bir te‘siri vardır. İşte bunun içindir ki: Mes’uliyet-i ahlakıyye her şahısda aynı derecede olamaz. Binaberin mes’uliyet-i tamme: Kasd tasmim akıl ve hürriyet gibi şerait-i mes’uliyetin hepsini cami‘ olanların ef‘aline karşı terettüb eden mes’uliyetdir. Mes’uliyet-i Müştereke: Bazan olur ki; fa‘il yapmış olduğu işi doğrudan doğ­ ruya kendisi değil belki başkalarının teşviki veyahut üze­ rinde hakk-ı amiriyyeti bulunan bir kimsenin icbarı gibi müessirat-ı hariciyyenin te‘siriyle yapmıştır. Bu gibi hal­ lerde mes’uliyet yalnız fa‘ile teveccüh etmez; Hem fa‘il hem de mücbir ve müşevvik mes’uliyetde müşterek olur. Herkes fi‘ile iştiraki nisbetinde mes’ul olur. Hatta en bü­ yük mes’uliyet de amil-i müşevvik ve mücbire teveccüh eder; çünkü masdar-ı aslisi o demektir… Mülci-i mükri­ hin taht-ı te‘sirinde olarak husule gelen fi‘illerin mes’uli­ yeti mülciye raci‘ olması da bundandır. Times gazetesinin Kanunievvel tarihli nüshasından: “Britanyalılarla Hindliler tarafından Türkiye’yi müda­ fa‘aten imzalanan istid‘a şeklinde bir muhtıra başvekile takdim olunmuştur. İmza edenler arasında Lord Eding­ ton Ağahan Lord Empisil Seyyid Emir Ali Sir Manşer­ haym Yüzbaşı Y . N. Bennet Miralay Alfrenon Durand Amiral Sir Edmund Krimantel Sir Edvard Alatsin Ya­ kub Hasan Sir Theodore Morrison Lord Parmor Mister Marmaduke Pickthall ve General Sortis bulunmaktadır. Muhtırada İngiltere hükumetinin Türkiye’ye karşı ta‘kıb edeceği hatt-ı hareketde İslam Alemi’nin huzurunu tatmin edecek bir siyaset iltizam eylemesi zaruri olduğu ehemmiyetle beyan edilmekte Türkiye’nin taksimi ile ortada kalan hükumet-i İslamiyye’nin hayat-ı siyasiy­ ye ve hürriyetine hatime çekilmesi ve külliyen ortadan kaldırılması endişeleri umumen huzursuzluk tevlid ettiği Muhtıraya vaz‘-ı imza edenler Hindistan müslüman­ ları arasında hal-i hazırda meşhud olan te‘essürat-ı eli­ menin idamesiyle bu memleketin inkişaf ve terakkısi­ nin vahim te‘ehhürata duçar olacağını başvekil Mister Lloyd George’un mütarekeden evvel irad ettiği nutk-ı meşhurundaki meva‘idin tahakkuku bütün Hindistan milletlerince tehassüsat-ı minnetdarane ile karşılanaca­ ğını beyan etmekdedirler. . Beşvekil tarafından verilen ve müslümanların harb esnasında İ’tilaf Devletleri’ne merbutiyetini te‘min eden va‘adin ihmal edilerek ekseriyet-i nüfusu Türklerden müteşekkil olan kıt‘aların Türklerden alınacağı hakkın­ daki zan ve i‘tikad etmek; . Gazeteler tarafından işa‘a edildiği vechile bilad-ı mukaddese-i İslam’ın himayesini gayr-i müslim himaye­ lere tevdi‘ etmek ki bu husus ahkam-ı şer‘iyye-i İslamiyye Anadolu’nun mühim mahreci olan İzmiri ihtiva etmek üzere Aydın vilayetinde mikdar-ı nüfus ber-vech-i atidir: Müslümanlar: .. Rumlar: . Ermeniler: .. Türkiye’yi bir manda altına vaz‘ etmenin yahut daha açık sözlerle onu ecnebi hakimiyetine tevdi‘ eylemenin de müslümanların hissiyat-ı diniyyesine ağır ve sebebsiz bir tahkır olduğu dermiyan edilmektedir. Matlub olan gayenin Türkiye’ye karşı bir siyaset-i asilane ta‘kıbiyle hasıl olacağı beyan ve Mekke ve Me­ dine’nin idaresi Hicaz hükumet-i muhtaresine terk olun­ ması kabul olunmakla beraber bu hükumete İslam na­ zarında meşru‘ bir mahiyet bahş etmek için Hicaz hü­ kümdarınınn Halife-i İslam’ı temsil etmek üzere onun tarafından ta‘yin edilmesi taleb olunmaktadır. Nihayet İngiltere’nin kendisini tehdid eden teh­ likeleri bilhassa onun hakimiyetini şimalden daima tehdid eden tehlikeyi nazar-ı i‘tibare alması ik­ tiza ettiği kuvvetli bir Türkiye’nin Bolşevikliğe kar­ şı bir mani‘a teşkil edeceği beyan edilmektedir. ESRAR- I KUR’AN Meal-i Kerimi bir cema‘at diyorlar ki: Musevilerin Tevrat’ı tahrif etme­ leri ancak te‘vil hususlarındadır. Yoksa elfaz ve ibaratı tağyir cihetlerinden değildir. Museviler kendilerine nazil olan Tevrat’ı tahrif ederek ondaki helali haram haramı helal hakkı batıl batılı hak suretine kalb ederlerdi. Bir hak sahibi adam kendileri­ ne rüşvet verecek olursa Kitabullah’ın şekl-i aslisini gös­ tererek hakkını ihkak ederler; haksız adam aynı usulde müraca‘at ederse onu da aynı kitabla haklı çıkarırlardı. Ve ahkam-ı İlahiyyeyi ta‘til hukuk-ı beşeri iza‘a için hileler ihtira‘ında onlardan baskın çıktılar. Allah namına Allah’a karşı gelmekte din namına dini ta‘til etmekte devam ettiler. “Hiyel-i şer‘iyye” ünvanı altında geniş ge­ niş bablar uzun uzun fasıllar vücuda getirdiler. Musevi­ lerin Tevrat’a karşı takındıkları vaz‘iyyeti bunlar Kur’an’a karşı takınmakla iktifa etmediler; kendilerine hami-i din süsü vererek İslam’a ihanete başladılar. Bünyan-ı şeriati teşyid da‘vasında bulunarak erkanını yıktılar. Başmuharrir ehadis-i Nebeviyyesi gibi. MEV‘İZA Geçen dersimizde İslam’a karşı i‘tiraz edenler hakkın­ da bazı sözler söylemiştim. O bahis na-tamam kaldı. Bu hafta inşaallah onu ikmal edeceğiz. İslam’a ayn-ı saht ile bakanlar hakkında bazı sözlerimiz var. Onları söyleye­ ceğiz. Derslerimizi aynı bahisde temadi ettirmemiz bel­ ki hazırundan bazılarının canını sıkar. Fakat mes’elenin ehemmiyeti derkardır. Ne oldukları belirsiz bazı kimse­ lerin dine karşı olan tecavüzleri la-yenkatı‘ devam edip gidiyor. Türlü türlü vesait ile şe‘air-i diniyyeyi yıkmaya çalışmakdan başkaldırdıkları yok. Bunlara karşı müslü­ manların vesait-i hakime ile ya‘ni akli ilmi müdafa‘at ile mukabeleye kıyam etmeleri farzdır. Evet herkes dilinin döndüğü kudretinin yettiği mertebede hak ve hakıkati müdafa‘a ile mükellefdir. Binaberin aylarca değil yıllar­ ca bu mes’eleler hakkında söylense yine azdır. Bütün hareket etmeli. Bu dalaletin önüne geçmelidir. Her mil­ let arasında bu kabil vicdansızlar türemek ister. Fakat o milletin uleması ukalası ilim ve fenle akıl ve hikmetle bunları ilzam etmelidir. Neşr-i mefsedet etmelerine mey­ dan vermemelidir. Münkir geçinen cahillere karşı müba­ reze meydanına atılacak kimseler yok değildir. Bize karşı tevcih etmek istedikleri silahlarla mücehhez mütefekkir­ lerimiz vardır. Münkirler felsefelerini ilimlerini ortaya koysunlar. Kendilerinin ne kadar yanlış yola gittiklerini herkes görsün. Biz bu maksatla bu kürsüye çıktık. Kim­ seye hünerimizi satmak kaygısında değiliz. Maksadımız fi sebilillah müdafa‘adır. Onun için beni ma‘zur görünüz. Bunların maskaralıklarını iyice teşrih etmeme müsa‘ade ediniz. Zira bu cahillerin da‘vaları büyüktür. Tecavüzleri pek küstahanedir. Kur’an-ı Celilü’ş-şana kadar zeban­ dırazlık etmekden haya etmiyorlar. Kur’an’ın insicamı hakkında bir takım i‘tirazat-ı vahiyye serd ederler. Bazıla­ rı daha ileri gidiyorlar. Kalblerinde muzmer olan maye-i küfr ü ilhadı her vesileden bi’l-istifade ortaya dökmekten Ne hal ise temsil-i ati ile maksada şuru‘ edelim: Evet efendim akşam sofrada güzel güzel yemek yi­ yorduk. Seni şen ve şatır görüyordum. Gece yarısı rahat­ sızlandın ne oldu? Vücud düşmüş eski neş’e gitmiş. Mide bozulmuş. Vü­ cudun ahenk-i intizamına halel gelmiş. Hastalık. Aman efendim gayret et! ban çıktı. Beni öldürüyor. Acısına dayanılmaz. Ne yapı­ labilecekse hemen yapmalı. Yardırmalı. salibi ister. Fakat ne oldu? Nedir bu velvele? Nedir bu şikayet? Şu kadarcık bir şey nasıl vücudu bu kadar sars­ tı? Çıbanın hacmini aksam-ı bakıyye-i vücud ile muka­ yese etsek vücudun binde biri kadar bile değil. Vücudun aksam-ı bakıyyesi sap sağlam. Bunların afiyeti çıbanın meraretinden muhtel olan a‘za-yı bakıyyenin selameti şu rafı salim. Neden bu kadar müştekisin? Demek oluyor ki şerrin hükmü hayrın hükmüne galib bu kaziyye be­ dihiyat-ı evveliyyeden. Mesela şu kadar metre mik‘ab suyu havi bir hazinenin içine bir fare leşi düşse hazine­ nin tahareti muhtel olur. Demek oluyor ki bir yerde şirk zuhuru hayrın te‘sirini adeta izale ediyor. da da koca bir şirpençe çıkmış. Artık sen İslam’ın füyuzu­ nu neşvesini nereden duyacaksın? Bütün mevcudiyetin o şirpençenin ızdırabatı içinde inliyor. yeden bahs olunsa onu takdir edemezsin. Çünkü bünye-i ninceye kadar hastasın. Din hakkında söylenen sözlerin mezayasını takdir edemezsin bir lezzet duyamazsın! Çün­ kü imana arız olan o şirpençenin muktezası budur. Zıp zıp sıçrarsın. Halbuki bir tabib-i hazık ensendeki çıbanı nasıl tedavi ettiyse kalbindeki o pis karhayı da izalenin çaresine bakmalı. Ondan sonra afiyetin ne demek olduğunu anlar­ sın. Şimdi sen hastalığını mu‘terif ol azizim. Nefsine rücu‘ et derdine deva ara. İşte bu kadar. kayım. Tabib-i hazık-ı ruhani onu görüyor. Lakin göste­ remiyor. İşte asıl müşkil cihet bu. Fakat çok geçmez bir gün sen de görürsün! Ne ise gelelim geçen haftaki dersimizin itmamına. İn­ san bir şeye ayn-ı saht ile bakarsa o şeyin kaffe-i meha­ sini nazarında kabayiha münkalib olur. Mesela Cenab-ı Hakk’ın eşref-i mahlukat olmak üzere yarattığı insan ayet-i kerimesiyle kadri i‘la edilmiş olan mahluk-ı mükerrem. Cenab-ı Hak: “Ben sizi ahsen suretde yarattım. İlm-i ezelimde size has olan mezaya-yı ‘ulviyyeyi cami‘ bu vücud-ı ecmeli tekrimat-ı Sübhaniy­ yeye mazhar eyledim.” buyuruyor. kemali. O nazar-ı saht insanı böyle tahlil ediyor o be­ di‘a-i kudreti böyle görüyor. Bununla da kalmıyor. Daha birçok i‘tirazat var. Ondaki memeler zaid görülüyor. Müs­ vedde-i vücuddan nasılsa galat olarak beyaza geçirilmiş vücudu böyle tahlil ederken başka biri de o heykel-i na­ kısın bir cüz-i gayr-i mükemmeli karşısında neler diyor! Ayağı ele alalım. Nazarın biri onu nakıs kabih görüyor; bak daha neler söylüyor: Ayak parmakları parmak de­ ğil. Çünkü onlarla bir şey tutulmuyor. Ayakda hakkıyla durabilmek için desek beygirin yekpare tırnağı daha iyi duruyor. Başka hayvanların keza… de Louvre Müzesi’ne gidiyor. Fakat bu hekim-i tekamüli gibi değil; bir san‘atkar bir heykeltıraş hiss-i bedi‘i sahibi bir adam! Oradaki “Venüs de Milo”nun ayağının karşısın­ da gaşy oluyor. Halbuki san‘atkarı gaşy eden ayak teka­ mülinin nazar-ı tenkıd ile baktığı o uzv-ı nakısın bir şekl-i mütekamili. Şu halde Venüs’ün güzel ayağı hüsnün değil kubhun şekl-i mütekamili olmak lazım gelir. Buna gayet güzel demekden ziyade gayet çirkin demek daha muvafık olmaz mı? Hüsn bu ayağın neresinde? Tekemmül etmiş değil belki daha berbad bir hale gelmiş. Çünkü hüsn ile kubhun hadd-i fasılı kalmıyor ki. Peki her iki nazar ara­ sındaki bu ihtilaf nedir? Ne bu perhiz ne bu lahana turşu­ su? İşte azizim mehasin ve mukaddesata teveccüh eden nazarlar da hemen hemen buna benzer. Allah cümlemize hak ve hakıkati görmek nasib eylesin. Şimdi bu oldu mu ya? Kudret-i fatıranın tekrimine mazhar olan o mahluk-ı mükerremi böyle bir tahlil ve takdir ile maskaraya çevir­ mek insafın kanun-ı aklın neresine sığar? Demek ki insan değil yalnız İslam’a Kur’an’a hatta yar-ı canına ma‘şuka-i canına da böyle bir nazar-ı saht ile baksa onu böyle bir tahlil-i sakıme tabi‘ tutsa onun kaffe-i mehasini zail olur. O mevcud ne ise onun nazarında bir ‘acube halini alır. Peki bu oldu mu? Şüphe yok ki olmadı. İşte her şeye ale’l-husus İslam’a karşı vuku‘ bulan ta‘rizat da böyledir. Sakım bir ayn-ı sahtın tahlil-i gayr-i ma‘kulü onu bambaş­ ka görür [] gösterir. Ne‘uzübillah. Hatırıma geldi de söylüyorum. Mesela şer‘in bazı ahkamına karşı serd edilen Fakat nasıl? Birçok kuyud ve şurut ile. Şer‘i te‘vil edecek değiliz ya. Pekala ediyor. Bu hüküm fenadır mı diyeceğiz? Haşa. İşte yirminci asrın mefahir-i medeniyyesi! Kat‘-ı yedi istihcan eden ma‘rifetini gördük. İhtiras uğurunda acaba kaç milyon kol mahv oldu? Kaç milyon insan parça parça edildi? Arz u semanın lisanı olsa da bu fecayi‘i tasvir etse!.... Sırası geldi de söyledim. Yoksa söylecek değil idim. Ahkam-ı kabil herzelerdir. Allah’ın merhametine tekabül edecek bir merhamet olmadığı gibi İslam’dan eşfak bir din de yoktur. Ortaya salah namına bir fikir çıkıyor. Bilahare milyonlarla mefa­ side sebeb oluyor. İslam’a i‘tiraz edenler yine zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmak istiyorlar. Hulasa-i kelam netice-i meram ruha arız olan illeti değil evladından ma‘şukasından ciğer-paresinden bile soğur. Mesela bir münasebetsiz kadın gelir zevc ile zevce arasına ilka-yı şikak eder. Bir fitne iki büyü yerini tutar derler. Bu suretle aileyi temelinden yıkar gider. Böyledir. Bu böyle olduğu gibi bunu te‘yid edecek na-mütenahi ahval var. Her yerde İslam’a karşı bir adavet sağa bak­ san bu sola baksan bu. Öne baksan bu arkaya baksan bu. Herkes bu i‘tikadat-ı fasideye revac verip durmakda! Elbette İslam’dan nefret edersin. Bu gayet tabi‘i bir şey. Peki bunun için ne yapmalı? İslam’ı seven ona nazar-ı larla görüşmeli. Bulabilirsen ne a‘la. Çünkü böyle adam­ lar Anka-yı Mağrib gibi oldular… Hakıkaten İslam’da ne mübarek adamlar vardır ki insan onların yüzüne baktık­ ça kalbi nur ile dolar. Böyle suleha böyle kümmel var. Onlar güneş gibidir. muntazır… deme. Belki öylesi de vardır. Fakat benim bahs ettiğim o kabilden değildir. Hezeyan ediyorsun öyle bir şeyh-i kamil arif-i vasıl bul ben de kölesi olayım. İmanın na-mütenahi ezvakı vardır. Fakat sen duymazsın. Çünkü kapısından içeri girmek nasib olmadı. O sarayın içindeki meziyyatı nasıl görebilirsin? İnsan bir gusül abdesti almakla cennetde bir köşke sahib olamaz. Zamanımızda bu gibi adamların kahtı var. Yahut biz görmüyoruz. Böyle devletlerin vücudu mahz-ı rahmetdir. Bir taneseni bulsak da terbiye-i nefs için damenine ya­ pışsak. Fakat ötekiler pek çok! Mutabassır olup şerlerine kapılmamalı. Onların gittiği tarik-ı dalale adım atmamalı. Bu bahsi istediğim gibi tafsil edemedim. Ne ise. Ma la yüdrekü küllühu la yüdrekü küllühu diyelim de geçelim. Geçen dersde Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyeti hakkında nin meal-i alisi şu idi: Sizin Allah’ınız birdir ilm-i ezelisi muhit-ı külliyyat ve cüz‘iyyatdır. Ya‘ni ilminden haric hiç­ bir şey yoktur. Yine Kur’an-ı Kerim’in diğer bir sure-i şerifesinde buyuruluyor. Cenab-ı Hakk’a göre zaman filan yoktur. O istimrar-ı vücudu an-ı daimle dır. Allah’ın ilmi senin ilmine benzemez. Senin ilmin za­ man ve mekan kadrolarınının haricine çıkamaz. Öyle bir alem var ki senin zamanın da mekanın da orada topu atar. Felsefi de düşünülürse böyledir. İlim nokta-i naza­ rından hakıkat budur. Allah’ın ilminden bizim için bir şey bilmek ihtimali yoktur. Biz ancak bildir­ mesini murad ettiği kadar biliriz. İlmimizin muhiti ne ka­ dar ise o daire dahilinde döneriz. Harice çıkamayız. Sen de mevcudat içinde bir vücudsun. Ecram-ı felekiyyeye baksana. Hepsine bir hudud çizmiş. O daire dahilinde dönüp vazifelerini ne ise kemal-i intizam ile ifa ediyorlar. Mahlukat-ı müdrikesinin de şu‘ura müstenid olan yahut olmayan harekatı için bir had çizmiştir. Zat-ı Uluhiyyet’in süradikat-ı Hazret-i Ali radıyallahü anh efendimize “Tevhidin ma‘nası nedir?” diye sormuşlar. Cevaben demiş ki: ne gibi bir fikir gelirse Allah onun gayrıdır. Sen Zat-ı Uluhiyyet hakkında ne gibi bir fikir teveh­ hüm yahut Zat-ı Uluhiyyet’i kendi halatın kabilinden bir haletde tasavvur edersen Allah bunun maverasındadır. Senin kaffe-i tasavvuratın mahlukdur. cağı bundan ibaretdir. Ruhen yükselip de envar-ı Zat’ın tecelliyatına isti‘dad peyda ederse daire-i nazarı tevessü‘ eyler. Başka şeyler olur. Fakat yine mahduddur. Bir adam Halık Te‘ala hazretlerini düşündü­ ğü sırada Zat-ı Bari’yi mahlukat ve muhaddesatda bir şeye teşbih ederse Müşebbihe zümre-i hasiresinin efradı miyanına girmiş olur fikr-i Bari hususunda adem-i sır­ fa kail olursa Muattıla’ya iltihak eder. Kalenderler’den birinin dediği gibi Allah bu değil şu değil yerde değil gökde değil. “Şunu ‘yok’ de de işin içinden çıkıver!” di­ yerek kafir-i billah olur. Fakat “Bir Halık vardır ben onu Hazret-i Mevlana diyor ki: Kalbine gelen değil suret i‘tibariyle kalbine gelmeyen ne ise Allah odur. Beşer bunu düşünemez. Künh-i Bari’ye akıl erdiremez. Fakat sonra ‘urefa mücahidin başka türlü söylüyorlar. An­ cak buradaki rü‘yet de bizim bildiğimiz gibi rü‘yet değildir. “Ben hiç bir şeyi görmem. İlla ondan evvel yahut onda Allah’ı görürüm” diyorlar. Allah her şeyden münezzeh ve müber­ radır. Yukarıda söylediğimiz gibi her şey zıddıyla münkeşif olur. Allah’ın mahlukatı içinde zıddı olmadığı için biz Zat-ı Uluhiyyet’in künhünü asla bilemeyiz. Anadan doğma kö­ rün elvana karşı hali vaz‘iyeti ne ise akıl gözünün künh-i Bari’ye karşı hali vaz’iyeti de odur. Onun için künh-i Bari’den bahs etmek hiçbir faide vermez. Tuhafdır. Bir a’ma varmış “Kırmızı denince ağzım ekşilik duyuyor” dermiş! Fakat Zat-ı Bari hakkında birçok şeyler söylemişler. Cevher-i alden ali ve müte‘ali bir vücud söylenen söz­ lerin birisi bu. Diğeri cevher-i alemde mündemiç bir vü­ cud. Bunda mahzur-ı azim vardır. Sonra Felemenkli bir Yahudi feylesofu da ne diyor? “Cenab-ı Hakk’a tabi‘at-i tabi‘a mükevvenata da tabi‘at-i matbu‘a”. Revvakiler de ruh-ı alem diyorlar idi. Fakat kaffe-i mesalik mebde‘-i vahdet-i kainat demek istiyor. Sonra bu intiza‘da olabilir diyorlar. Bu bahs-i mühimme dair hayli sözler var. İnşa­ allahürrahman gelecek ders söyleriz. Lillahi’l-Fatiha. MES’ULİYET-İ AHLAKIYYENİN DERECATI Vicdan ve mes’uliyet-i ahlakıyye vicdanın hükmü yalnız nefs-i natıka dahilinde değildir. Vicdanın merbut bulunduğu kuvvetler hükm-i vicdani ve ihtisasat mes’u­ liyet-i vicdaniyye kafi midir? Ebna-yı cinsimize karşı mes’uliyetimiz bu da kafi değildir Cenab-ı Hakk’a karşı mes’uliyetimiz. Mes’uliyet-i Ahlakıyye Kaç Derecede Tahakkuk Eder? Mes’uliyet-i ahlakıyye vazifenin adem-i ifası ef‘ali­ mizin kanun-ı ahlakıye muhalefeti neticesi olarak teret­ tüb eden bir cezadır. Akıl ve muhtar olan insan kanun-ı ahlakıye muğayir bir suretde hareket ettiği takdirde ceza ve mes’uliyete duçar olur. Fakat bu mes’uliyet kimin ta­ rafından vaki‘ olacak? Bu gibi hareketimizden dolayı bizi mes’ul edecek kimdir? “Vahy” kaydından azade yaşamak isteyenlere göre bu ceza ve mes’uliyet iki derece olmak üzere tahakkuk etmek icab eder: . Vicdanın mes’uliyeti ya‘ni mahkeme-i vicdaniyye­ miz huzurundaki mes’uliyetimiz; . Beni nev‘imize karşı mes’uliyetimiz Şimdi bunların ne şekilde vuku‘ bulacaklarını ve bu mes’uliyetlerin kafi olup olmadıklarını tedkık edelim: Vicdan ve Mes’uliyet-i Ahlakıyye: Bizde vicdan denilen bir kuvvet bir meleke var. Bu kuvvet hayrı şerden fazileti reziletden temyiz ve tefrik ederek bizi hayra sevk ve şerden men‘ eder. Yolumuzu şaşırdığımız zaman bize “Oradan değil buradan yürü!” emrini verir. Bu kuvvet ef‘al ve harekatımızı niyyat ve makasıdımızı tedkık ve tahlil ederek nüfus-i beşeriyyede fıtraten mevcud bulunan hayr ve şer fikirlerine nisbetle onları takdir eder mukayese eder ölçer; ve bu suretle onların hayr ve şer olduklarını anlar. Temayülat ve ef‘a­ limiz hayra vazifeye mutabık olursa vicdan tarafından nail-i mükafat mazhar-ı takdir ve tahsin aksi takdirde acı acı sitemlerine ma‘ruz kalırız. Binaenaleyh mesuliyet-i ahlakıyyenin mebdei ya‘ni en evvel ve bila-vasıta a‘malimizi niyatımızı tedkık ve tahlil ederek onların iyi veya fena olduğuna göre bizi mes’ul ve bi’n-netice tekdir veya takdir eden vicdandır. Mes’uliyet-i vicdaniyye pek şiddetli ve pek sıkı olduğu cihetle kanun-ı ahlaka muğayir bir suretde hareket ettiği­ miz takdirde mes’uliyet-i vicdaniyyeden yakayı kurtara­ mayız. Vicdanın mükafatı da böyledir. [] Vicdanın mücazatı nedamet ızdırab tevbih tekdir nefret şekillerinde tecelli eder. Ya‘ni niyyat ve a‘ma­ limiz kanun-ı ahlaka muğayir olursa vicdan mükedder olur. Hükm-i vidanide tevbih ve tekdir şekillerinde zuhur eder ve bi’n-netice bizde -fi‘lin vuku‘ bulduğuna göre- bir nedamet bir ızdırab veyahut bir nefret hasıl olur. Vicdanın mücazatı bu şekilde olduğu gibi mükafatı da şevk ve inbisat mahzuziyet gibi şekillerde görülür. Ya‘ni niyyat ve ef‘alimiz hayra mutabık olunca netice-i mes’u­ liyyet hayr-ı mahzdan en şamil ma‘nasıyla sürur ve fe­ rahdan ali bir lezzet-i nefsaniyyeden ibaret olur. Demek ki a‘malimiz ne olursa olsun vicdan tarafından tedkık ve tahlil olunarak onlardan dolayı mesul ve bi’n-netice mazhar-ı mükafat yahut duçar-ı mücazat oluyoruz. Aynı zamanda bir amel-i şirk vicdan üzerinde husule getir­ diği azabdan rahatsızlıkdan sıkıntıdan büyük bir ceza ve azab da olamaz. Bu nasıl böyle ise bir amel-i hay­ rın bizde husule getirdiği meserret ve inşirah da nefsin huzuzat-ı sairesinden hiç birisi ile kabil-i kıyas değildir. Vicdanın Hükmü Yalnız Nefs-i Natıka Dahilinde Değildir: Aynı zamanda vicdanın hükmü fi‘il ve mes’uliyeti takdiri nefs-i natıka-i beşeriyye dahilinde münhasır kal­ mayarak harice de sirayet eder. Vicdanımız yalnız kendi fi‘ilimizi değil başkalarının fi‘illerini de takdir ve mebde‘-i hayra mutabık ve adem-i mutabakatları hakkında bir hü­ küm verir. Bu suretle o fi‘ilin fa‘ili hakkında bizde ya bir hiss-i muhabbet veyahut bir hiss-i nefret hasıl olur. De­ mek oluyor ki: Vicdanımız hem kendi harekatımız hem de başkalarının harekatı için en büyük ve en mu‘temed bir hakimdir. Bizi en evvel mes’ul eden işte bu hakimdir. Vicdanın Mürtebit Bulunduğu Kuvvetler: Vicdan-ı ahlakı dediğimiz bu kuvvet diğer iki kuv­ vetle kesb-i irtibat etmişdir ki onlar da kuvve-i akliyye mutabakati yahut mebde‘-i hayra adem-i mutabaka­ tı i‘tibariyle münşerih mütelezziz veya müte‘ellim olan da şu‘ur-ı nefsi ve ihsasdır. Hatta bunun içindir ki vic­ danı şöyle de ta‘rif ediyorlar: “Vicdan mebde‘-i hayra ta‘allukuna nazaran fi‘ile hükm etmesi i‘tibariyle akıldır; aklın savaba mutabakati yahut mebde‘-i hayra adem-i mutabakatı i‘tibariyle şu‘ur-ı nefsidir.” Binaenaleyh vicdan dediğimiz mahkeme-i kübranın reisi; kuvve-i akıle icra memuru da kuvve-i ihtisasiyye­ dir. Biri hükm eder diğeri de o hükmü icra eder. Hükm-i Vicdani ve İhtisasat: Nefs-i natıkada zuhur eden hadisat-ı vicdaniyye iki şekildedir: Ahkam ihtisasat. Bir şeyi vicdanın tahsin veya takbih ihtiram veya tahkır etmesi i‘tibariyle zuhur eden şey ahkamdır. Bu cihetle vicdan akılla irtibat eder. Bu hükümlerin mevzu‘u da şimdi söylediğim gibi ef‘al-i mahsusamızla diğerlerinin ef‘alidir. İkincisi de mesrur ol­ mak muhabbet veya nefret duymak gibi o ahkamdan hasıl olan ihtisasdır. Bunu biraz daha izah edeceğim: Vicdanın verdiği hü­ kümler ya niyyat ve makasıdadır; ta‘bir-i diğerle fi‘ilin Birinci suretde vicdan fa‘ilden sudur edecek fi‘ilin hayr veya şer olduğunu muhakeme ve onu icra etmenin de dan bi’l-muhakeme bu hükümleri verdikden sonra biz­ de bir takım hissiyat-ı ahlakıyye meydana gelir. Mesela: Vicdanın verdiği hüküm niyyat ve makasıda ait idiyse bu hüküm bizde; niyyatımızın iyi veya fena olduğuna göre; bir hiss-i muhabbet veya bir hiss-i nefret tevlid eder. Eğer vuku‘ bulan bir fi‘il üzerine idiyse o zaman fi‘ilin fa‘ili biz olduğumuza göre kendimizde bir zevk veya ne­ damet; başkası olduğuna göre de bir incizab veya nefret hissederiz. Demek ki vicdanın hükmü yalnız hayır ve şer­ ri ta‘yinden ibaret olmayıp onların vacibü’l-icra veyahut vacibü’l-ihtiraz olduğunu da gösteriyor. fikrini ilka eder. İnsan yukarıda beyan edilen fikr-i mes’u­ liyyeti fi‘ille veya niyyat ve makasıda karşı zuhur eden ahkam ve ihtisasat-ı vicdaniyye ile anlar. Ya‘ni bu ahkam ve ihtisasat-ı vicdaniyye bize mes’uliyet fikrini verir. Şu halde vicdan denilen mahkeme-i kübranın muhakeme ve mes’uliyetinden ceza ve ‘ikabından yakayı kurtarma­ mız kabil değildir meğer ki niyyatımız a‘malimiz kanun-ı ahlaka muvafık olsun. Mes’uliyet-i Vicdaniyye Kafi midir? Buraya kadar söylemiş olduğumuz şeylerin hepsi doğ­ rudur. Hakıkaten bizde vicdan denilen bir kuvve-i fıtriy­ ye bir mevhibe-i İlahiyye var. Bu kuvvet ahlakı vekayı‘ı hem zabt eder hem tedkık ve muhakeme eder. Onların hayır ve şer olduklarını kendisine mahsus bir mi‘yar ile ölçer; ve bizi daima hayra teşvik şerden men‘ eder. Bu mevhibe-i fıtrıyyenin evamirine inkıyadımız en büyük bir mükafat-ı ruhiyye ile neticelendiği gibi adem-i ita‘atimiz de en şiddetli bir azab-ı deruni ile karşılaşır. Binaena­ leyh vicdan denilen mahkeme-i kübranın muahazesine ‘itabına mes’uliyetine uğrayacak ef‘al ve harekatdan miş insanlığın derece-i kemaline yükselmiş sayılır. Ma‘amafih şurasını da i‘tirafa mecburuz ki: A‘ma­ limizin hayır ve şerre mutabakatı noktasından yalnız “mes’uliyet-i vicdaniyye” kafi değildir. Yalnız mes’uliyet ve ikab-ı vicdani korkusu insanları fenalıkdan men‘ ede­ mez. Yalnız bu mahkemeden sudur edecek bir hükmün vakı‘a mutabakati her vakit iddi‘a edilemez. Çünkü bir mahkemenin verdiği hükümler nefsü’l-emre mutabık olabilmesi için o mahkemenin te‘sirat-ı hariciyyeden tamamıyla azade olması safvet-i asliyyesini muhafaza etmesi lazımdır. Böyle olmadıkça oradan sudur eden hü­ kümlerin her vakit için doğru olabileceği iddi‘a edilemez. [] Halbuki -vazifenin kuvve-i te‘yidiyyesi bahsi avamil mahkeme-i vicdaniyyemiz üzerinde icra-yı te‘sir ediyorlar; selamet-i fıtriyyesini ihlal ve kabiliyet-i tabi‘iy­ yesini ıtfa ediyorlar. Artık safvet-i asliyyesini gaib etmiş olan bir mahkemenin ta‘yin edeceği mes’uliyetin vakı‘a ne dereceye kadar mutabık olabileceği edna bir mülaha­ za ile anlaşılabilir zannederim. Bunun içindir ki i‘tiyad-ı rezaletle me‘luf olan bir şerir irtikab eylediği bir ahlaksız­ lıkdan dolayı mahkeme-i vicdaniyyesi tarafından mes’u­ liyet ve mücazata duçar olmuyor. Onun mahkeme-i vicdaniyyesi o fi‘ilin fena olduğunu takdirden aciz bir derekede bulunduğundan a‘mal-i seyyiesinden dolayı mes’ul olmuyor vicdan azabını tanımıyor. Diğer taraf­ dan bu mahkemenin safvet-i asliyyesini muhafaza etmiş olan bir insan muğayir-i ahlak en ufak bir hareketden dolayı pek şiddetli bir mes’uliyet-i vicdaniyyeye ma‘ruz kalıyor. Demek ki azab-ı vicdani amilin mes’uliyyeti nis­ betinde tahakkuk etmiyor. kat veya adem-i muvafakati noktasından yalnız “mes’uli­ yet-i vicdaniyye” kafi olmadığını her vakit iddi‘a edebiliriz. Ebna-yı Cinsimize Karşı Mes’uliyetimiz: Denilebilir ki: Mes’uliyet-i vicdaniyye ebna-yı cinsi­ mize karşı vuku‘ bulacak mes’uliyetimizle ikmal olunur. A’mali hayra mutabık olan bir insan ebna-yı nev‘inin takdirine mazhar olur; onları şevk ve meserrete ilka eder; onların emniyet ve muhabbetini ihtiramını kazanır. Aksi takdirde ise tevbih ve tekdirlerine eseflerine hayırhaha­ ne ihtarlarına ma‘ruz kalır; gittikçe onların üzerlerinde adem-i emniyyet nefret buğz eseri zahir olmaya başlar. Daha ileri gidecek olursa –iş ahlak dairesinden çıkarak hukuk dairesine girer ve- kanuni siyasi mes’uliyetler karşısında kalır. Bu suretle vicdan azabı görmeyeceği farz olunan insanlar ebna-yı cinsinin mes’uliyetinden kurtu­ lamazlar. Diğerleri ise her iki mes’uliyete duçar olurlar. Filhakıka ikinci derece-i mes’uliyyet insanın ebna-yı nev‘ine vatandaşlarına karşı olan mes’uliyetidir. Birinci derece-i mes’uliyyet ya‘ni insanın vicdanına karşı olan bir mes’uliyetin hududu derunundan azab ve nedamet veyahut şevk ve inbisat hissetmekden ibaret olup neti­ cede bir ceza-yı maddi olmadığı halde ikinci derece-i mes’uliyyetde azab-ı maddi de bulunabilir; ve bu nok­ tadan ikinci ile birincisinin ikmal ve itmam edilebileceği mülahazası varid olur. Fakat ne olursa olsun bu da kafi değildir. Bu mes’uli­ yetin de o kadar kat‘i ve kuvvetli olmadığı aşikardır. Bil­ cümle niyyat ve a‘malimizden dolayı ebna-yı cinsimizin bizi mes’ul etmesi gayr-i kabildir. Buna ne maddeten ne de ma‘nen imkan yoktur. Binaenaleyh mes’uliyet-i vic­ daniyye gibi bu da gayr-i kafidir. Mes’uliyet-i Uhreviyye: Birinci ve ikinci derecedeki mes’uliyetlerle iktifa edi­ lip a‘malimiz için bunlardan daha kuvvetli bir mes’uli­ yet kabul edilmediği takdirde mes’uliyet-i ahlakıyye kafi derecede tahakkuk etmiyor demektir. Mes’uliyetin adem-i tahakkuku ise ahlakın fıkdanını intac eder. İşte bunun içindir ki: Biz ahlakı olan mes’uliyetin ta‘bir-i diğerle a‘malimizin kanun-ı ahlakıye muğayereti netice­ si ma‘ruz kalacağımız mes’uliyet ve cezanın en büyüğü mes’uliyet-i uhreviyye olduğuna kani‘ bulunmaktayız ki nefsü’l-emrde de böyledir. Binaenaleyh temami-i mes’u­ liyyet insanın Cenab-ı Hakk’a karşı olan mes’uliyetidir; mes’uliyet-i uhreviyyedir. Bilcümle niyyat ve a‘malinden dolayı mes’uliyet-i uhreviyyeye duçar olacağına ruz-i cezada buradaki amellerinden dolayı- Cenab-ı Hak tara­ fından en dakık bir muhasebeye tabi‘ tutulacağına imanı olmayan bir kimse için birinci ve ikinci derecede olan mes’uliyet kafi değildir. Şu halde mes’uliyet üç derece olmuş oluyor. Bunların en kuvvetlisi en kat‘i ve la yete­ gayyer olanı da üçüncü derece olan mes’uliyet-i uhreviy­ yedir. Bu mes’uliyete imanı olmayanlar için “mes’uliyet-i vicdaniyye” ve “ebna-yı cinsimizin mes’uliyeti” hiçdir. Onların her türlü fenalığı irtikab edeceğinde asla şüp­ he yoktur. Nasıl ki meşhur “Voltaire” bile: “Dinsiz ya‘ni mes’uliyet-i uhreviyyeye imanı olmayan cezasız kalaca­ ğını bilse her türlü fenalığı irtikab eder idi” demekle bu hakıkate ne güzel tercüman olmuştur. “Re‘sü’l-hikmeti mehafetullah” Rasim Efendi: “Bu makalede bi-havlihi teala- be-ga­ yet müşkil bir mes’ele hal olunacaktır. O müşkil mes’elenin halli için evvela bir takım mukaddimatın istihzar edilmesi lazımdır.” ifadesiyle söze başlayarak evvela bir takım mu­ kaddimat serd ediyor. Biz kemal-i safiyetle söyleyeceğiz ki “Be-gayet müşkil bir mes’ele hal olunacaktır” ifadesini hiç de doğru bulmamış ve bu tarz ifadeye hayret etmiştik. Çünkü mevzu‘-i bahs olan mes’ele hal edilmemiş bir şey değildir; Be-gayet müşkil olan o mevhum mes’elenin ma­ hiyeti -mevzu‘at-ı saire gibi- muhakkik n ulemamız tara­ fından meydana çıkarılmış musanna‘ ve müretteb olduğu karşı bunda beis yoktur ve böyle demek de doğrudur di­ yelim fakat bu tarzda söze başlamış olan ve Darü’l-Hik­ me a‘zasından bulunan bir zatdan biz ne bekler idik?.. Bu mes’ele etrafında -vahy hakkında bir şüphe tevlid etmek maksadıyla- şimdiye kadar irad edilen i‘tirazatı esasından kal‘ etmek ‘uruk-ı şübühatı tamamıyla kat‘ eylemek asıl ve esasdan ari bir bühtan-ı mahz olduğunu isbat etmek… değil mi? Çünkü Darülhikmeti’l-İslamiyye’nin vazife-i esa­ siyesinden biri de dine karşı vuku‘ bulan hücumlara cevab vermek din aleyhindeki şüpheleri def‘ etmeye çalışmaktır. cümle-i mel‘unesini hezeyanının şeytan Müskiratın men‘-i isti‘mali için alem-i medeniyye­ tin teşebbüsat-ı azimede bulunduğu ve ezcümle geçen Temmuz ibtidasından beri Amerika Hükumat-ı Müttehi­ desi’nde müskiratın külliyen men‘ olunduğunu sahaif-i matbu‘atda okuyoruz. Vücud-ı insanı tahrib eden ve tefessühe uğratan bir maddeye karşı açılan bu mücahe­ deyi biz müslümanların nazar-ı ibretden ziyade nazar-ı takdir ile ta‘kıb edeceğimiz pek tabi‘idir. Nazar-ı takdir ederek katresine bile müsa‘ade vermemiş onu isti‘mal edenlere bir ceza-yı şer‘i ta‘yin etmiş ve tatbikini kuvve-i umumi-i İslam hep müskirata nazar-ı nefretle bakmış ve müskiratı kullananları takbih edegelmiştir. Ma‘atteessüf son zamanlarda müskiratı isti‘mal edenler ehl-i İslam arasında da çoğalmıştır. Fakat müskirat vicdan-ı üm­ met huzurunda “ümmü’l-habais” mevki‘inde kalmış ve onu kullananlar daima günahkar tanınmıştır. Hatta bu günahkarlar dahi irtikab ettikleri kebirenin memnu‘iyet-i diniyyesine agah ve onun cezasına müstehık oldukları­ na dar-ı dünyada cezalarını bulmaz ve tevbe etmezlerse ahiretde bu cezaya uğrayacaklarına mu‘tekiddirler. An­ cak muhitin bu gibi irtikabatı hoş görmesi ve bazı suhu­ letler görülmesi bunların temadi-i isyanına sebeb oluyor. Ma‘amafih şu hakıkat tevazzuh ediyor ki usat-ı ümmet de dahil olduğu halde bütün ümmet-i İslamiyye şeri‘at-i mutahharanın müskirat i‘mal ve isti‘mali hususunda vaz‘ ettiği memnu‘iyet-i kat‘iyyeye ri‘ayetkardır. Binaenaleyh müskiratı men‘ etmek ve ortadan kaldır­ mak mes’elesi hükumet-i İslamiyye’nin vazifesini takdir etmesi ve ihmal-i mütemadisini bir an evvel telafi etmesi mes’elesidir. Vicdan-ı ümmetin memnu‘ tanıdığı bir mad­ deyi hükumetin mübah tanımasına mesağ olamaz. Dün­ yanın her tarafında müskirat isti‘mali i‘tiyadını ortadan kaldırmak için vuku‘ bulan teşebbüsatın en mühim ve en müsmir kısmı insanın müskiratı hükumetin icbarıyla değil kendi ihtiyarıyla memnu‘ tanıması ve binaenaleyh onu kullanmaması fikrini te‘sise masrufdur. Bizde ise bu günkü hale nazaran iş aksine cereyan ediyor. Milletimiz ferman-ı İlahiye inkıyaden müskiratın memnu‘iyyetine mu‘tekid olduğu halde kuvve-i icraiye bundan istifade etmeyerek bu unsur-ı izmihlal olan mayi‘i millete musal­ lat eden kapıları açık bırakıyor! Bugün evvela garbda müskiratı kaldırmak için çalı­ şanların nasıl bir yol ta‘kıb ettiklerini tedkık edelim: atta Afrika’nın Sierre Leone Şimali Nijer Somal Afrikayı Şarki Uganda Niyasa arazisinde Şimali Ro­ dezya Pecva Öte tarafdan bu tarikı iltizam edenlere mu‘arız olanlar var bunlara göre reziletin ika‘ına imkan bırakmamakla ona mani‘ olmak gerçi bir tarik-ı mücahededir. Fakat bu nevi’ mücahede akamete mahkumdur çünkü böy­ le yapmakla bir rezilet zahiren gaib olur. Fakat hafi bir suretde neşv ü nema bulur ve fırsat vuku‘unda en müt­ hiş suretde infilak eder. Binaenaleyh bir şeyin men‘ine muvaffak olmak için onun vicdan-ı umumi tarafından memnu‘iyyetine karar verilmesi iktiza eder. Bu fi­ kir esasen pek doğrudur. Vicdan-ı umuminin kararı bir şeyin memnu‘iyyetini tescil edecek en büyük kuvvetdir! Vicdan-ı umumi-i İslam müskiratın mazarratına ve tahribatına binaen onu tahrim eden emr-i İlahiyi telakkı bi’l-kulub etmiş ve bu telakkısi asla değişmemiştir. Binae­ naleyh müskiratın kuvve-i icraiyye tarafından ortadan kal­ dırılması ve tamamen men‘ olunması vicdan-ı ümmet ta­ rafından şükran ile karşılanacak bir hareket-i mebruredir. Halbuki Garb’da müskiratın memnu‘iyyetine karşı duran bir cema‘at de kilise ricalidir. Şuracıkda salahiyetdar kili­ se ricalinden birinin sözlerini nakl edeceğim. Bu sözlerin muharriri Hirfora Piskoposu “ Herbert Hamisneli Hensol­ na ”dır. Kendisi İngiliz kilisesinin birçok mevki‘lerini işgal etmiş mesail-i umumiyyede pek mühim yazılar yazmış ve müte‘addid te‘lifat-ı felsefiyyesi kiliseiyat ve ilahiyat hak­ kında hayli yazıları vardır. Muma-ileyh diyor ki: bat-ı kü’uliyyeyi men‘ etmeleri hıffet-amiz bir hareket te­ lakkı olunuyor. Hıristiyan Kilisesi’nin na-kabil-i ihmal bir kuvvet olmasına ve bu kuvvetin men’-i müskirata hail olacağına binaen “din ile ilim” arasında azim bir mücade­ lenin vuku‘ bulacağı ve bulmakda olduğu aşikardır. Avru­ pa’da “din ile ilim”’ arasında bir münaza‘a olarak kabul olunacak bu mes’ele bizce bu mahiyeti haiz değildir. Bila­ kis şeri‘at-i mutahharamız kaffe-i ahkamında beşerin ak­ lını bedenini halini ve hürriyetini muhafaza etmeyi istih­ daf ettiğinden ahkam-ı şer‘iyyenin ilimle mücadele edecek hiçbir hükmü yoktur. İlmin edyan-ı sairede vuku‘ bulan münaza‘atı dinimize şamil değildir. Görülüyor ki bu noktada dahi İslam ve hıristiyan telak­ kıleri yekdiğerine muhalifdir. Bizim memleketimizde müs­ kiratın men‘i din-i İslam’dan en kat‘i te‘yidi ve vicdan-ı ümmetden en kuvvetli müzahereti haiz olduğu halde garbda öyle değildir. Kilise buna muhalefet etmekde ol­ duğu gibi vicdan-ı umumi de muhalifdir. Bizim memleke­ timizde müskiratın memnu‘iyet-i diniyyesini kanunen de tatbik etmek için hiçbir mani‘ yoktur. Bilakis memnu‘iyet-i diniyyenin hilafına bu gibi muharremata bir cereyan-ı tarafından vuku‘ bulan münasebetsiz müsamahalar yü­ zünden memleketimizin azim zararlara uğradığı görülü­ yor. Memleketi bu beladan kurtarmak kuvve-i icraiyyenin elindedir. Ve kuvve-i icraiyemizin selamet-i memleket na­ mına bu tedbiri ittihaz etmesi onun taraf-ı Şari‘den mü­ kellef olduğu en mühim vazifelerinden biridir. Binaenaleyh Şeyhülislam efendi hazretlerinin bu mühim mes’eleyi nazar-ı i‘tibare alarak hükumetçe bu vazife-i şer‘iyyenin ifası için teşebbüsat-ı lazimede bulun­ maları lazım gelir. Müskiratı memleketimizde kat‘i suretde men‘ etmekle kimse iktida ve kimseyi taklid etmemiş ancak şeri‘at-i mutahharanın insanlar için mahz-ı rahmet olan ahkam-ı celilesini muvakkat bir ihmalden sonra tekrar mevki‘-i tatbike vaz‘ etmiş olacağız. Bundan sonra nazar-ı i‘tibara alınması iktiza eden cihet dinimizin müskiratı tahrim etmesindeki hikmet ile cibeyi izah etmektir. Bunu da ayrıca arz edeceğiz. MUHALİF-İ EDEB NEŞRİYATI Darü’l-Hikmeti’l-İslamiyye’nin makam-ı Meşihat-i Ul­ yaya takdim ettiği arizadır: Makam-ı Meşihat-i ulya mes’eleyi kemal-i ehemmi­ yetle nazar-ı dikkate alarak matbu‘atın dine ve ahlaka vuku‘ bulan bu kabil tecavüzatına karşı ciddi ve esaslı bir tedbir ittihaz edilmek üzere Dahiliye Nezaret-i Celilesine tezkire-i mahsusa ile iş‘ar etmiştir. SEYYİD EMIR ALİ HAZRETLERİNİN BİR CEVABI Times gazetesi Ağahan hazretlerinin Mister Monta­ gu’nun şerefine keşide olunan ziyafetde irad ettiği nutuk münasebetiyle yazdığı bir makalede Türkiye Sulhü’nde müslümanların Türkiye hükümdarlarına karşı duyduk­ ları tehassüsat ve alakadarlıklardan daha büyük şeylerin nazar-ı i‘tibare alınacağını dermiyan etmiştir. Hindistan ekabir-i ricalinden Seyyid Emir Ali hazretleri ise Times’in bu makalesine cevaben gönderdiği mektubda ber-vech-i ati beyan-ı mütala‘a ediyor: “Makalenizde Türkiye Sulhü’nde müslümanların te­ hassüsat ve alakasından daha büyük şeylerin nazar-ı i‘ti­ bare alınacağını dermiyan ediyorsunuz. Bombay muhabi­ rinizin gönderdiği rapor beni bu noktayı izaha mecbur ediyor. Bu daha büyük dediğiniz şeyler içinde en birinci mevki‘i haiz olacak olanı Hindistan’ı teskin ile Hind ahali­ sinin selametini te‘min etmekdir.” KUVVE-İ SİYASİYYEDEN MAHRUM HİLAFET OLAMAZ Avrupa matbu‘atı arasında uzun uzadıya münakaşata sebebiyet veren İstanbul mes’elesi hakkında Tan gazetesi mühim bir makale neşr etti. Payitahtın Anadolu’ya nak­ lindeki mahzurları ta‘dad eden şu makalenin ehemmiyet-i mahsusasına mebni atideki fıkaratını aynen derc ediyoruz: “Zat-ı Şahaneyi emirü’l-müminin sıfatıyla İstanbul’da sine gelince bu hayaperestane bir tarz-ı hal olur. Kendi­ sine verilen ünvandan anlaşılacağı vech ile Zat-ı Şahane kuvve-i siyasiyyesi haricinde hiçbir nüfuz ve iktidar-ı diniyi haiz değildir. Hükumetinden ayrılan Zat-ı Şahane bütün nüfuz ve kudretini gaib edeceği gibi kendisinden tefrik edi­ len hükumeti de başsız bir cisim olur…” HİNDİSTAN’DA HİLAFET CEM‘İYETİ Bombay’dan Kanunievvel tarihli Times’e yazılan bir mektubda Türkiye mes’elesinin galiben iktiran etti­ rileceği suret-i halle karşı Hind Müslümanlarınca büyük bir alaka gösterildiği bu mes’elenin faslındaki te’ehhür Hindistan’da su-i te‘siri mucib olduğu Hicaz Hükümdarı­ nın Hind Müslümanlarınca makamat-ı mübareke hadimi sıfatı ile tanınmadığı Hind müslümanlarıyla Brahman­ lar arasındaki münasebatın günden güne daha dostane bir şekil aldığı Hilafet Cem‘iyyeti namıyla teşekkül eden bir cem‘iyyetin hilafet mes’elesindeki nokta-i nazarını İn­ giltere hükumeti’ne anlatmak üzere yakında bir hey’et-i murahhasayı Londra’ya göndereceği ve Hind müslüman­ larınca Osmanlı İmparatorluğu’na alem-i İslam’ın istinad­ gahı nazarıyla bakıldığı beyan olunuyor. MİSTER MONTAGU’NUN BEYANATI Mösyö Montagu Pall Mall Gazette muharririne Türkiye her şeyden ziyade Hindistan’ın dahili ve harici asayişine hayati bir suretde icra-yı te‘sir etmekde ve Türkiye’ye karşı ihraz edilen zafere en ziyade Hindlilerin iştirak et­ miş bulunması bu zaferin Hindliler ve Hindlilerin alat ve edevatı ile ihraz edilmiş olması hasebiyle Hindistan için bir ehemmiyet-i mahsusayı haiz bulunmaktadır. Mütte­ fiklerin kararı ne olursa olsun Hindistan temenniyatının kendi mümessilleri tarafından bütün Paris ve Londra müzakeratında izah edildiğinden emin olabilir. Bikatir Mihracesi Lord Sinha Ağahan Hind müslümanlarının temenniyat-ı halisanesini ve Türkiye sulhünde fevkalade alakalarını ehemmiyetle izhar etmişlerdir.” HİNDİSTAN MUHTARİYETİ distan ümerası ve ahalisiyle orada bulunan Britanyalılara hitaben bir beyanname neşr olunmuş beyanname Hin­ distan hükumetinin muhtariyetini tasdik vesilesiyle neşr edilmiştir. Beyannamede Kral bu kanunun Hindistan tari­ hinde yeni bir devre küşad ettiğini çünkü ahalinin münte­ hab mümesillerini bir hisse-i mu‘ayyene dahilinde umur-ı hükumete teşrik ettiğini ve atide millete karşı tamamıyla mes’ul bir hükumet te‘essüsünü va‘d ettiğini beyan ettik­ den sonra Hindistan’da her mezhebe mensub ahalinin bu kanundan muvaffakiyet te‘min ve istihsali için çalışmasını afv olunduğu i‘lan ediliyor. Kral beyannamenin hita­ mında bir ümera meclisi te‘sisini de tasdik ediyor ve bu meclise meclis-i millinin Prens Dö Gal tarafından küşad olunacağını tebliğ eyliyor. Hindistan nazırı Mösyö Montagu Pall Mall Gazette muhabirine demiştir ki: “Efkar-ı umumiyyenin mühim bir kısmı Hindistan ıslahatı hakkındaki kanunu na-tamam telakkı etmekde ve Avrupa efkar-ı umumiyyesinden bir kısmı da bunu endişe ile görmektedir. Ma‘a haza gerek gazetelerden ve gerek hey’et-i temsiliyye ve Hind rüesa­ sından prenslerinden aldığım la yu‘ad telgrafnamelerden yeni layiha-i kanuniyyeden tamamen istifade etmek ve bahş eylediği müsa‘adatdan vasi‘ mikyasda istifade ede­ rek nail-i terakkı olmak için müttefikan azm edilmiş oldu­ ğunu istihrac etmekteyim.” Cenab-ı Hak hud‘a ve mekr yolunu tutanları kalbiyle dili bir olmayanları zem buyuruyor; münafıkların Allah’ı aldatmak istediklerini halbuki Bari Te‘ala Hazretleri tara­ fından bu hareketlerinin cezası verileceğini haber veriyor ve bunların zahirleri batınlarına kavilleri fi‘illerine taban tabana zıt olduğunu bildiriyor. İşte bütün bunlar haram olan bir takım hileleri tervic edenlerin halidir. Bu vasıflar da tamamıyla siretlerine mutabıkdır. Zira hud‘a haram olan bir şeyi tervic için maksadını gizleyerek sureta caiz olan bir şeyi ileri sürmek suretiyle hile kurmakdan başka bir hareket değildir. Bu da ikiye ayrılır. Birincisi usulde hile ikincisi füru‘da hiledir. Usulde olan hile münafığın kalbinde iman olmadığı halde ya hayatını kurtarmak yahut müslümanlar arasında casusluk edebilmek için di­ liyle kelime-i şehadeti irad etmesidir. Ma‘amafih usul-i dinde hud‘a edenlerle füru‘da hud‘a edenler arasında pek büyük fark yoktur. Çünkü her ikisi de Allah’ı aldatmak dine isnad olunan bir takım uydur­ ma ahkamdan masnu‘ selamlarla dine hücum etmekden başka bir şey değildir. Mesela bir şu münafıklarla bir de o mürabahacının sö­ zünü mukayese ediniz ki: “Sana şu meta‘ı yüz kuruşa sat­ tım” diyor. Halbuki ikisinin de maksadları asla söyledikleri değil. Ancak ribaya tevessül için bu sözü ortaya atıyor. Kezalik hile yapmak için tevsit olunan adamın “Bu kadını aldım yahut nikahı kabul ettim” demesi de bunun aynı­ dır. Çünkü bu adam hiçbir vakit nikahın hakıkatini kasd etmiyor hiçbir suretle o kadının kendine zevce olmasını murad eylemiyor. Bu böyle olunduğu gibi kadın da kadı­ nın velisi de aynıyla hile yapan adam gibi öyle bir kasd-ı dinide bulunmuyor. Pekala! Hakıkatde yahut ırkda [örf­ de] bu ikisinin arasında bir fark bulunabilir mi? Nasıl olur da bu hud‘akar denilir de diğerine denilmez? Evvelki asıl dinde nifak idi bu ise füru‘unda nifakdır. bunu daha ziyade izah eder: Müşarun-ileyhin huzuruna biri gelerek: “Amcam zevcesini talak-ı selase ile tatlik etti. Diğer bir adam hile suretiyle nikahı iade edebilir mi?” dedi. İbn-i Abbas: “Kim Allah’ı aldatmaya kalkışırsa hud‘asının cezasını bulur.” Enes ve İbn-i Abbas radıyallahü anhümadan “bey‘ -ı “Allah aldatılamaz. Bu Cenab-ı Hakk’ın tahrim ettiklerindendir” cevabı alınmıştır. Eyyub Sahtiyani erbab-ı hiyel hakkında “Çocuk aldatır gibi Allah’ı aldatmaya kalkışıyorlar buna sap­ masalar da haramı doğrudan doğruya irtikab etselerdi bence daha ehven olurdu”. Şerik bin Abdullah Kadi Kitabü’l-hiyel hakkında “O bir kitab-ı hud‘adır” dedik­ den sonra şu [] sözleri söylüyor: Medar-ı hud‘a iki asıl üzerinedir: Birincisi bir fi‘ili kendisinden maksud ve murad olan şeyin [aksi] bir suretde izhar etmekdir. mevzu‘ün-leh’in gayrisinde isti‘mal etmektir. Bu haram olan hilelere müntakdır. Artık Cenab-ı Hak kahtlık zamanlarında fukaranın nasibini iskat için hile yollarına sapanları servet ve samanlarını mahv etmek suretiyle cezalandırırsa feraiz-i ilahiyyeyi hukuk-ı ibadı iskat için Başmuharrir hileler uyduranları nasıl cezalandırmaz. Cumartesi günü sayd eklinden daha büyük bir vebal idi. Bununla beraber hile tarikıyle haramı helal şekline koyan­ lar gibi mesh cezasına çarpılmadılar. Çünkü bu cezaya uğ­ rayanlar daha büyük bir günahı irtikab ettikleri için uku­ betleri de daha büyük oldu. Evet bunlar irtikab ettikleri kebairin haram olduğunu i‘tiraf etmeden işleyen münafık­ lar menzilesindedirler. Daha doğrusu akıde ve amelleri fa­ siddir. Halbuki riya-binler ‘ibadullahın malını haksız yere gasb edenler haram olduğunu bilerek Cumartesi balık saydında bulunanlar onlar gibi değildir. Berikilerin ma‘si­ yetleri mukabilinde hiç olmazsa hareketlerinin haram ol­ duğunu i‘tiraf etmeleri günün birinde tevbe ve istiğfara müraca‘at eylemeleri var. Bundan dolayıdır ki Aleyhis­ salatü Vesselam Efendimiz ümmetini hile irtikabından tahzir ederek “Musevilerin irtikab ettiği kebireyi irtikab edip de meharim-i İlahiyyeyi en adi hilelerle helal suretine koymaya kalkışmayınız” buyuruyorlar. Binaenaleyh kalbinde haşyetullah olanlar için icab eder ki meharim-i İlahiyyeyi mekr ve hile tarikleriyle is­ tihlalden hazer etmelidirler; akval ve ef‘aldeki hud‘alarla ‘ikab-ı İlahiden kurtulmak kabil olamayacağını bilmeli­ dirler; Bütün serairin meydana çıkacağı bütün hakayıkın ortaya döküleceği ruz-ı cezada ahkam-ı İlahiyyenin maka­ sıd ve sebat üzerine cari olacağı yoksa bu alemde olduğu gibi zevahir-i akval ve harekat üzerine cereyan etmeyeceği hatıra getirmelidirler. Ruz-ı ceza öyle bir gündür ki Allah’a Resulullaha karşı sıdk ile ihlas ile hareket etmiş olanların yüzleri ak olacak bilakis bu hayat-ı faniyyeyi yalanla do­ lanla mekr ile hile [ile] geçirenlerin çehrelerine simsiyah hüsran damgası vurulacaktır. İşte o zaman hüd‘akarlar görecekler ki dünyadaki hareketleriyle ancak kendilerini aldatıyorlarmış; dinleriyle oynuyorlarmış; farkına varmak­ sızın nefislerine mekr ediyorlarmış. Zaten kavl-i celili ile bu hususdaki tereddüdleri tamamıyla izale bu­ yuruyorlar. Bu hadis-i Nebevi haber veriyor ki a‘mal makasıd ve sebata tabi‘dir. Zahirdeki kavl ve amelinden abde aid olanı ancak niyet ettiği ve kalbinde sakladığı ne nasibdir ki hile niyetinde bulunan hileci riya niyetinde bulunan riyacı mekr ve hud‘a niyetinde bulunan mekr ve hud‘acıdan başka bir şey değildir. ALEM-İ İSLAM’DA ESBAB-I İ‘TİLA ve İNHİTAT Enbiyanın hepsi halkı tevhid-i Huda ve takdis-i Zat-ı Kibriya’ya ve beyne’l-beşer icra-yı adalete da‘vet eder. Bu esasda kaffe-i peygamberan-ı ‘izam müttehidü’l-kelam­ dır demiş idik. Doktor Dozy gibi insidad-ı akliye mübtela münkirinin din-i Muhammedi’de “asliyet” yoktur tarzın­ daki i‘tirazları edyan hakkındaki cehl-i mutlakın eseridir. Din -Cenab-ı Hakk’ın beşeriyete tuhfe-i İlahisidir. Usul-i din-i Muhammedi’nin edyan-ı salifeyi nasih olması te­ kallubat-ı kadime-i zamaniyyenin kütüb-i İlahiyyedeki tela‘ibatından tahrifatından müberra desatir-i celile­ yi tesbiti ve makablinden istiğnası hikmetine mebnidir. Yoksa usul-i ilahiyye bir sebike-i zehebiyye-i mezhebiy­ ye olup la-yetegayyerdir. Mu‘amelata müte‘allik ahkam tezhibat-ı tehzibatdır. Eşkali mütenevvi‘ tezyinatdır. Din-i İslam balada beyan olunduğu vechile daire­ tü’l-irfanın muhit-i umumisinde tesbiti mutasavver ve gayr-i mutasavver bi’l-umum me‘aliyi ihtiva ettiği için maziyi nasih ve müstakbelden müstağnidir. Din-i celil-i Muhammedi din-i İslam’dır Allah’a teslim-i umur etmek dinidir. Selamet-i umumiyye dinidir. O dine mütemessik olanların elinden ve dilinden baş­ kaları selametdedir. Din-i İslam vicdan-ı beşer üzerinde tazyikat icra etmez. Hele ma‘işet-i beşerin selamet-i ce­ reyanı aksa-yı emelidir. Bunun içindir ki muhit-i istila­ sında efradının en mütekasif noktalarında bile edyan-ı sairenin ekalliyet-i sağireleri servet içinde idame-i hayat ve mevcudiyyet etmişlerdir. Bu bir ulviyet-i diniyyedir. Halbuki Avrupa’nın cihat-ı muhtelifesine yerleşen müslümanlar hakimiyeti zayi‘ eder etmez ekseriyet ha­ linde bile idame-i mevcudiyyete muvaffak olamamış ve hele o gibi yerlerde iktisadiyat-ı İslamiyye üzerine indiri­ len darabat-ı elime beşeriyete şeyn olacak bir halde ru­ nüma olmuştur. Din-i celil-i Muhammedi -atalet değil tevekkül dinidir. Tevekkül esbab-ı zahiriyeye bütün mesa‘i bütün fa‘aliyet-i beşeriyye ile tevessül ettikden sonra Hakk’a tefviz-ı umur demek olduğundan mesail-i hayatiyye-i umu­ miyyede tesadüf olunması tabi‘i olan mesaib-i kevniyye hiçbir müslimin manzume-i fikriyyesini haleldar edemez. Binaenaleyh ef‘al ve mesa‘i-i beşeriyyenin en mühlik bir kuvve-i tahribiyyesi olan yeis felaketine ma‘ruz bırakmaz. Belki hakıkı müslim maddi ve ma‘nevi tefeyyüzün aşık-ı ebedisidir. Mu‘akkib-i daimisidir. Din-i celil-i Muhammedi bünyan-ı vesi‘-i ihtişamına girmek için necatına iltica eden her ferdi evvela Lailahe illallah Muhammedün Resulullah nida-yı hakıkatiyle uyandırır. Uluhiyete sıdk-ı nübüvvete iman ettirir. “La ilahe illal­ lah” ne mu‘azzam hakıkat ne muhteşem irşad. Beşeri­ yete mebde-i evvel-i kainatı ta‘lim ediyor. Hallak-ı avali­ mi bildiriyor. Enfüs ve afakın Hakim-i Hakıkısi’ni tefhim eyliyor. Allah -na-mütenahi bir kudretin na-mütenahi bir azametin sahibi bütün sıfat-ı kemaliyyenin arz-ı ihtişa­ mında bir sultan-ı bi-hemal bir padişah-ı la-yezal. Her şeyi muhit her şey O’nun taht-ı kahr u ceberutundadır. O’nun ilim ve iradesinden haric hiçbir şeyin husulüne Muhit-i ef‘alinden haric fi‘il mevcud değil. Daire-i ba­ sarımıza giren aksam-ı kevniyye eb‘ad-ı cevviyyenin en uzak mıntıkalarında cevelan eden ecram-ı semaviyye ve menazım-ı şemmiyye hep anın zir-i tasarrufunda. Muhit ve süfliyyenin maddi ve ma‘nevi fa‘aliyet-i umumiyye­ sinde nazım-ı hakıkı. O’nun hakıkı varlığına nisbetle her şeyin varlığı ma‘dum ta‘bir-i diğerle zılli ve mecazi. Vü­ cudu vahid. O’nun vücudundan başka vücud olmadığı ğil. Temsil değil tefhim için denebilir ki beden-i insanide tasarrıfın vücuduna da cevaz-ı akli yoktur. Hulasa ecza-yı ferdiyye ve teşekkülat-ı uzviyye-i umumiyyede müessir-i hakıkı o Allah o Zü’l-Celaldir. ti‘dada göre müfiz olan o Zat-ı Ecell olduğu için idrak ne kadar yükselse O’nun daha fevkinde olduğu ve muhit olup muhat olmadığı cihetle künhünü idrak mümkün değil. nı emr eder. İdrakat-ı beşeriyye fıtrat-ı beşeriyyede mev­ hibe-i İlahiyye olan tecelliyat kabilinden olduğu cihetle din-i İslam din-i fıtridir. Çünkü din-i Muhammedi is­ ti‘dad-ı celil-i Ahmedi üzerine şa‘şa‘a-paş olan envar-ı il­ miye-i ilahiyyeden ta‘bir-i aharla ruh-ı Muhammedi’de fıtrat-ı celile-i Ahmediyye’de ser-nüma olan mir’at-ı id­ rake mün‘akis me‘ali-i celile-i İlahiyyeden müteşekkildir. Bu atf u i‘tafa “vahy” denilmiştir. “Vahy” ya mir’at-ı Ah­ mediyye’ye zuhur veya vesatet-i Cibril-i celil ile vuku‘ bulmuştur. “Cibril” süradikat-ı celalin sırr-ı emin-i feyzi olduğu cihetle bab-ı İlahide vahyin memur-i daimisidir. Beşeriyetde en büyük cünun inkar-ı İlahidir. Kitab-ı kainatın her satr-ı bedi‘-i beyyinatı bir mucidin vücuduna vazıhan delalet etmektedir. Bundan sarf-ı nazar insan bir nüsha-i kübra bir mecmu‘a-i ‘ulyadır. Keşf-i hakayık için bir enmuzec-i ‘alidir ve insana nefsi her şeyden yakındır. lefat-ı akliyyesini mahiyet-i idrakini iyiden iyi düşünmeli. Beden var teşekkülat-ı hariciyye ve dahiliyyesi var bu ik­ lim-i müteharrikin ihtiyacat-ı maddiyye ve ma‘neviyyesini tedbir ve tasarruf eden bir ruhu var. Bunların hep varlı­ ğında şüphe yok. Sonra alem var. İçinde bin türlü havas ve mezaya-yı cami‘ kuva-yı maddiyye mevcud. Bunları tedbir ve tasarruf eden bir sahib yok demek haşa sümme haşa melalet-i fikriyyenin en şeni‘i küfrün en rezilidir. Al­ lah vardır. Her var olanın varlığı O’nun varlığına nisbetle ma‘dumdur. Bu mecazi varlıkların varlığı hep O’nun varlı­ ğıyla kaimdir. İnsanda teşekkülat-ı uzviyyesinde melekat-ı akliyyesinde avalimde muhayyer-i ‘ukul olan havassı da mezayası da O’nun varlığıyla kaim O’nun varlığıy­ la daimdir. Ezelidir ebedidir. Avalim mezahirdir. Hakk’ın mazhar-ı etemmi ise insandır. Beyanat-ı salifeden şu hakıkat müsteban olur ki din-i celil-i Muhammedi din-i İlahidir. O dinin mecelle-i ila­ hiyyesi olan Kur’an-ı azimü’ş-şan serapa vahy-i İlahidir. Uluhiyyete i‘tikad eden her ferd-i müslim Hazret-i Mu­ hammed’in sıdk-ı nübüvvetini dahi tasdik etmiş olur. Çünkü o hakıkat-i azimenin mazhar-ı füyuzatı şahsiyet-i ma‘neviyye-i Muhammedi’dir. Binaenaleyh biz balada o şahsiyet-i celileyi te‘ali-i İslam’a mebde-i evveldir demiş­ tik. Yoksa İslam ta‘biri kutbü’t-tevhid olan Ebü’l-Enbiya Hazret-i İbrahim ile ibtida eder. mısdakın­ Ef‘al-i beşerde hayr ve şer mükafat ve mücazatını görmek adalet-i kamile-i ilahiyyenin iktiza-yı celilidir. Halbuki hayat-ı beşerde hafi ve celi icra edilen mezalim-i mütenevvi‘anın ihsaiyat cetvellerinde cezasız kalmış binlerce ta‘addiyat vardır. Bu nokta-i nazardan ahiret dünyanın aksü’l-amelidir mir’at-ı ef‘alidir. Allah’ın Mah­ keme-i Kübra’sıdır. Muhakemat-i ‘aleniyyenin mahall-i tatbikidir. Hasenat ve seyyiatın cay-ı tedkıkidir. [] Netice mevcudiyet-i beşeriyyenin ömr-i tabi‘i met-i ilahiyye ile taban tabana zıttır. Yoksa umur-ı dünyeviyyedeki icraat-ı ilahiyyenin haşa sefehe makrun olması lazım gelir. Burada kalben veya kaliben ihfa edilen hasenat ve seyyiat bir alem-i digerle alaniyete çıkararak şerit-i vuku‘at-ı beşer birer birer nazar-ı temaşaya konulmalıdır. aleme iman zaruriyat-ı diniyyedendir. Din-i celil-i Muhammedi -İnsanlara Cenab-ı Hakk’a kulub-i insaniyyeyi mehafetullah ile imla ve herkesin ruz-ı cezada hayr u şer a‘malinin mücazatını göreceği­ ni tenbih ve inha ettikden sonra ma‘neviyatı tanzim için ahlak-ı beşeri tehzib ve tezhibe ihtimam eder. da esas i‘tibariyle beşeriyeti izrar eden her “huy “mez­ mum insaniyyete faide bahş olan her “hulk” hasen ve memduhdur. Sadakat ahde vefa emanete adem-i hiya­ net mazluma imdad melhufa hüsn-i muvasat fukaraya mu‘avenet seha büyüğe hürmet küçüğe şefkat validey­ ne ita‘at akrabaya hüsn-i meveddet ve hürmet komşu­ ya ihtiram ashab-ı ilm ü irfana ta‘zim ulü’l-emre ita‘at dine tesanüd ve te‘addüdü müntec mu‘amele-i mu‘ave­ netkari cem‘iyet-i beşeriyyeye hüsn-i hizmet gibi her biri ahlakıyye mübeccelat-ı diniyyeden ma‘duddur. Kizb riya ahde muhalefet hiyanet zulüm ilka-yı fit­ ne merhametsizlik hısset valideyne adem-i ita‘at tekeb­ bür gurur nahvet aharı izrar nemime ashab-ı namusa bühtan gibi beşeriyete ika‘-ı zarar eden zemaim-i hulkiy­ ye dahi dinin şiddetle nefret ettiği ahvaldendir. Esas maksad me‘ali-i İslamiye’ye dair bir telhisna­ me-i fezail yazarak mir’at-ı icmalde esbab-ı i‘tilayı seyr ü temaşa ve ne gibi ilcaatın sahaif-i nekayisında inhitat baş gösterdiğini ifşa olduğundan ahlakıyatın zübdesiyle iktifa ciheti tercih edilmiştir. Yalnız şurası bir hakıkat-ı sabitedir ki İslamiyet’in devre-i evveliyyesinde din-i celil-i Muhammedi tezkiye-i nüfus ve tehzib-i ahlak-ı beşeriyyete o derecede ihtimam ve bunun me’ser-i ‘ulviyyesini o derecede tesbit etmiştir ki beşeriyet böyle bir ‘ulviyeti bir fazileti hiçbir zaman görmemiştir. Şüphe yoktur ki din-i celil-i Muhammedi mehasin-i ahlakıyyenin mecmu‘a-i fezail ve kemalatıdır. “Ben mekarim-i ahlakı itmam için ba‘s olundum” mealinde olan hadis-i şerifin dahi delalet-i sarihası vechile tehzib-i ahlak-ı beşer bi‘set-i nebeviyyede bir illet-i kudsiyyedir. Din-i celil-i Muhammedi ictima‘iyat iktisadiyat siya­ siyatını hep mehasin-i ahlakiyye ile tanzim ve tezyin et­ miştir. Bütün mesail-i hayatiyyedeki te‘ali ve tekaddüm ve tefeyyüzün esrar-ı ma‘neviyyesi buradadır. Asya’nın mesaha-i fasihasında tanzimat-ı medeniyye­ sini ihtişamlar içinde neşr ve tevsi‘ eden hükumetlerin akvamın İslam’a ser füru etmesi kuva-yı münteşiresine değil idi. Belki satvet-i maddiyyesinden evvel iklimler feth u küşad etmek ‘ulviyetini gösteren kuva-yı ma‘ne­ viyyesine irfanına fezailine kemalatına me‘ali-i ahla­ kiyyesine idi. Evet me‘ali-i ahlakiyye mezaya-yı celile o kemalat-ı ‘ulviyyedir ki nüfus-ı beşeriyye ona müştakdır. Zulm-di­ de olanlar sa‘adeti idame-i hayatı onun feyz-i intişarın­ dan beklerler. Zalimler dahi iğvaat-ı muzlime-i nefsiyye­ lerinden kalben icra ettikleri hafi nefretler arasından o me‘aliye hasret çekerler. Garanik Kıssası Naklen ve Aklen Merduddur. Evvelki makalemizde mukaddimat-ı bedihiyye serd etmiş bunlara muğayir olan her hangi bir mütala‘anın mukarin-i hakıkat olamayacağını da anlatmak istemiş ve “Garanik” mes’elesinin de kazaya-yı müsellemeye muğayir olup mevzu‘at-ı zenadikadan olduğunu söyle­ miş idik. Şimdi evvela mes’eleyi tasvir edeceğiz; ondan sonra da bu mes’elenin butlanını delail-i nakliyye ve ak­ liyye ile isbat edeceğiz. Ma‘lumdur ki Hazret-i Peygamber sallallahü te‘ala aleyhi vesellem efendimiz hazretleri ayet-i kerimesi nazil olduktan sonra din-i İslam’ı alenen tebliğe memur buyurulmuş bütün kabail ve aşireti dine da‘vete başlamıştı. Kendi elleriyle yaptıkları esnama taptıkların­ dan dolayı onları daima ta‘kıb ediyor; sanemlerini ilah­ larını tahkır ediyor; ihya ve imateye muktedir olmayan bu esnamın ibadete layık olmadıklarını söylüyordu. Daha doğrusu bu babda nazil olan vahy-i İlahiyi onlara tebliğ ediyordu. Artık bundan dolayı müşrikin-i Kureyş Hazret-i Peygamber’e karşı eza ve cefayı artırmışlar bütün kavim ve kabilesi kendisinden yüz çevirmişler etba‘ı ile bera­ ber Zat-ı Nübüvvet-penahilerine boykot i‘lan etmişlerdi. Garanik Kıssası’nın sıhhatine kail olan abede-i hurafatın bir kısmının rivayetine göre: “Müşrikinin Cenab-ı Peygamber’den i‘raz etmeleri Cenab-ı Peygamber’in de onların müslüman olmalarına pek ziyade haris ve mütehalik olması dolayısıyla kalb-i risalet-penahilerinde bir ızdırab husule geliyor; artık ba‘dema onları kendisinden nefret ettirecek bir ayet na­ zil olmayıp bilakis onların esnamını medhi mutazammın bir ayet nazil olmasını temenni etmeye başlıyor. Çünkü bu onları kendisine imale ettirmeye inad ve tuğyanla­ rından vaz geçirmeye hulasa aralarını takribe bir vesile olacağını me‘mul ediyordu. Bu ümniye gittikçe ziyadele­ şiyordu. Çünkü müslüman olmalarını şiddetle arzu ediyordu. Halbuki sanemlerini tahkır edecek ayet nazil oldukça onların nefreti artıyor kendisine hiç de yaklaşmı­ yorlardı. Bu temenni suresinin nüzulüne kadar devam etti. Vaktaki Cenab-ı Peygamber mecma‘-ı Kureyş’de iken bir rivayetde namaz içerisinde iken bu sure nazil oldu; Derhal o temenni nefsini istila etti. Su­ re-i celileyi kıraete başlayarak: kavl-i şerifine gelince şeytan temenni eylediği şeye müşabih bir şey vesvese ve ilka etti; Ala sebili’s-sehv ve’l-galat Cenab-ı Nebi’nin femm-i risalet-penahları o tarafa meyl ederek o esnamı medh eyledi; onların da şefa‘atleri me‘mul oldu­ ğunu söyledi. Binaenaleyh: ayet-i kerimesini olduğu sözlerini de riklerin sanemlerini medh eyledi. Bunun üzerine müşrikin fevkalade sevindiler. Surenin ahirindeki secde ayetine ge­ lince Hazret-i Peygamber ile ehl-i İslam imtisalen li’l-emr secde ettiler. Müslümanlarla beraber müşrikler de secde ettiler. Hatta secde etmek iktidarında olmayan birkaç bunun üzerine müşrikler Cenab-ı Peygamber’e eza ve ce­ fadan vaz geçiyorlar. Fakat Hazret-i Peygamber bunun hiç de farkına varamıyorlar. Rasim Efendi’nin ta‘biri vechile o cümle-i mel‘uneyi de ilka-i şeytani olduğunun farkına varmayarak Allah kelamı gibi okudular. Vakta ki akşam hane-i sa‘adetlerine avdet ettiler. Cebrail aleyhi’s-selam gelip okumuş olduğu cümlenin vahy-i münzel değil ilka-i şeytani olduğunu haber verince kalb-i Nebevileri pek ziya­ de mahzun ve mükedder oldu. Bunun üzerine tesliyet-i hatırları için sure-i Hacc’ın elli ikinci ayeti olan ayeti nazıl oluyor. da ber-tafsil izah edileceği vechile bu mes’ele naklen sabit değildir. Çünkü bu mes’ele hakkındaki rivayat İbn-i Ab­ bas’dan en za‘if ve cumhur-ı muhaddisince merdud bir tarikle gelmiştir. Bu mes’elede sikadan hiçbir rivayet mevcud olmayıp bu rivayetleri kitablarına kabul edenler sahih ve sakımine bakmaksızın tuhaf şeyleri cem‘ etmek hevesinde bulunan kimselerden ibaretdir. Şimdi biz mes’eleyi iki noktadan tedkık ve muhakeme etmek istiyoruz. Garazkar ve muta‘assıb ecnebilerin kail oldukları gibi sözünün Kur’an’dan ya‘ni Cenab-ı Peygamber’in vahy-i İlahi olarak tebliğ eylediği kelam cümlesinden olduğu halde -haşa- Kur’an’a derc edilme­ miş olması. Cenab-ı Peygamber’in ümniyesine müşabih bir su­ retde esna-yı vahyde bu sözlerin şeytan tarafından ilka edilip Cenab-ı Peygamber’in hiç farkında olmaksızın vahy-i İlahinin arasında bunu da okumuş olması. Birinci nokta-i nazarı ele alalım. Evvela bu ibarelerin Kur’an’dan olmadığına en büyük şahid belağat ve fesahatden ari olan bu musanna‘ iba­ relerin bizzat kendileridir. Bunların muhteri‘leri elfazında bile ittihad edememişlerdir. Biz onlardan elde edebildikle­ rimizi ber-vech-i ati zikr ediyoruz: Şimdi insaf edilsin! Adeta ravilerin adedi kadar muh­ telif şekiller arz eden şu ibarelerin hiç birinde kelimat ve ayat-ı Kur’aniyye’deki fesahat ve belağat ve i‘cazı göre­ bilmek kabil midir?.. Feyz-i ilm ile müstefiz olan ezhan-ı mütefekkire şöyle dursun az çok selika-i Arab’a vakıf zevk-i selim sahibi olanlar bile bu musanna‘ cümlelerin ne kadar ahenksiz olduklarını tefrik ve temyiz etmekde güçlük çekmezler. Belağat-ı Kur’aniyye’deki ahenk ve in­ tizam ile bu adi sözlerdeki intizamsızlık ahenksizlik göze çarpacak derecede açıktır. [] suresini cehren okuyarak ayet-i kerimesine terdifen bu sözleri okuyacak olursak derhal ahenk ve intizamın zulduğunu hissederiz. Bu sözler Kur’an’dan ise Kur’an’ın her kelimesinde görülen belağat ve fesahat ve i‘cazdan niçin mahrumdurlar? Bütün Kur’an’ı mislini ityandan aciz bırakacak bir suret-i beliğada vücuda getiren yalnız bu Garanikadaki tenafür-i huruf da nazar-ı dikkatden dur tu­ tulmamak icab eder. Kur’an’da Garanik ve Garanika gibi mütenazırü’l-huruf hiçbir kelimeye tesadüf edilmez. Ravi­ lerin ittifak edememesi de bunun musanna‘ olduğuna ay­ rıca bir delildir. Şu mutala‘at-ı esasiyyeden kat‘a’n-nazar bu cümlelerin Kur’an’dan olmadıklarını isbat eden nukat-ı saire de mev­ cuddur. Husema-yı dinin iddi‘asına göre: Hazret-i Muhammed s.a müşrikin-i Kureyş’i kendisi­ ne imale ettirmek için alihelerini tahkır edecek ayet nazil olmamasını temennide istimrar edince kendisine Suresi nazil olmuş; sureyi cema‘at-i ehl-i Mekke’ye oku­ muş. Sure şu ayetleri muhtevi imiş. Lat’ı Uz­ za’yı ve diğer üçüncü Menat’ı görüyor musunuz bunlar necib grandükdürler? Bunların şefa‘atleri muhakkak ümid olunur… Muhammed s.a bunu okuduktan sonra müş­ rikler sevinmişler iken Kur’an’a idhal olunmamış. ayetlerinden sonra bu ibarelerin gelmesi zikr ettikleri maksadı hiç de te‘min etmiyor. Çünkü maksat onların alihelerini medh ederek celb-i kulub idi değil mi?.. Halbuki sure-i celilede mezkur olan nazm-i celili buna mani‘dir. Garanik cümlesinin zikrinden sonra bu nazm-ı celilin vürudu müş­ rikinin celb-i kulubünü da‘i olmaz. Belki o dakikada müş­ rikin taraflarından “Bir surede hem medh-i alihe ve hem zemm-i alihe ictima‘ ediyor” diyerek i‘tirazatda buluna­ caklar idi; halbuki böyle bir i‘tiraz asla mervi değildir. Binaenaleyh sure-i celiledeki: nazm-ı celili Garanik Kıssası’nı ibarat-ı merviy­ yenin sıhhatini kat‘i suretde tekzibe kafidir. Velhasıl hangi noktadan düşünülse bu ibareler kelam-ı İlahi olmakdlan çok uzaktır.. Şimdi gelelim ikinci cihetin tedkıkine: Birinci cihete kail olanlar şüphe yok ki Doktor Dozy gibi en müfrit en muta‘assıb en garazkar İslamiyyet düşmanlarıdır ve böyle olmak icab eder. Çünkü buna kail olmak için en bedihi hakıkatleri inkar etmek lazımdır. Bunu hiçbir müs­ lüman elbette kabul edemez. İkinci cihet ise Garanik Kıssası’nın sıhhatini kabul ederek bunun ilka-i şeytani olduğuna kail olmakdır ki bu da hilaf-ı vaki‘dir. Maksa­ dımız bu cihetin de tamamen merdude olduğunu isbat etmektir. Bir kere Garanik Kıssası’nın sübutu hakıkat-i kat‘iy­ ye-i diniyye ile taban tabana zıtdır. Çünkü tebliğde is­ met erkan-ı diniyyeden en mühim bir rükündür. Kur’an ve icma‘ ile sabit olduğu gibi akl-ı selim de böyle hüküm eder. Halbuki bu mes’elenin sıhhatini farz etmek bu rük­ nü hedm veya tevhin etmek demektir. Peygamber tebliğ anillahda ma‘sum olunca bu gibi rezileden tamamen münezzeh olacağında şüphe yoktur. Bu esas hedme sa‘i olan rivayatın -kimin tarafından olursa olsun- zerre kadar ehemmiyyeti olamaz. Saniyen: Garanik Kıssası min ciheti’n-nakl sabit değil­ dir. Çünkü sikadan hiçbir kimse tarafından rivayet edil­ memiştir. En za‘if bir tarik ile gelmiş ve yukarıda tavsif ettiğimiz insanlar tarafından bila-tahkık kitablara derc edi­ livermiştir. Sözleri her vechile şayan-ı i‘timad olan e‘azım-ı ulemamız bunu reddetmektedirler. Biz onlardan bir kıs­ mını buraya derc ediyoruz: Sahih-i Buhari’de şöyle deniliyor: Görülüyor ki: Sahih-i Buhari İbn-i Abbas’dan rivaye­ ten ümniyeyi hadis ile tefsir ettikden sonra kıraet ile tefsiri lafzı ile hikaye ediyor. Bu ise tefsirin beyninde muğa­ yerete delalet eder. Şerrah’ın İbn-i Abbas’ın re’yine göre hadis tilavet ma‘nasınadır iddi‘aları ise zahir-i ibareye muhalifdir. Sonra’yi kıraat ma‘nasıyla tefsiri lafzı ile hikaye etmesi bu cihetin İbn-i Abbas ‘indinde mu‘teber olmadığını ifade eder. Zaten hadis ile murad hadis-i nefs olduğu da aşağıda izah edilecektir. ’ya “karae”; ümniyeye “kıraat” ma‘nası verdi­ Sahibü’l-Ebriz şu suretle beyan-ı mütala‘a ediyor: Sahibü’l-Ebriz demek istiyor ki:’yı “karae” ’yi “kıraat” ile tefsir İbn-i Abbas’dan rivayet olunur iken bu ravilerin [] içinde İbn Ebi Salih Katibü’l-leys de mevcuddur. Bu adamın nasıl bir adam olduğu ise muhak­ kikınce ma‘lumdur. Görülüyor ki: Şu fitnenin aslı olan rivayetin ravisini muhakkikın taz‘if etmektedirler. diyor: “Garanik Kıssası ve kıssanın senedi eimmeden pek çokları tarafından ta‘n olunmuştur. Hatta İbn İshak bu kıs­ sadan sual olunduğu zaman: “Bu kıssa zındıklar tarafından uydurulmuştur” demiştir!” Artık bir hadis hakkında İbn İshak dedikden sonra o hadisi inkar için başka bir şeye hacet olmasa gerektir. Şimdi bir de bu mes’ele hakkında Kadı İyaz hazretle­ rinin fikirlerini hulasa edelim müşarun-ileyh diyorlar ki: “Bu öyle bir hadisdir ki; bunu ehl-i sıhhatden hiçbir kim­ se tahric sened-i muttasıl ve selim ile hiçbir ferd rivayet etmemiştir. Yalnız garib ve acib olan her şeyi toplamaya haris olan sahih ve sakım herhangi bir kitabda gördüğü­ nü -bila-tefrik- hemen ahz eden müfessir ve müverrihler­ dir ki bu ve bunun gibi olan kıssaları kemal-i hahişle nakl ve rivayet etmişlerdir. Bundan sonra Kadı İyaz Ebi Bekir bin El-alai’den bu rivayetin sekameti buradaki ravilerin bardan düşüren birçok şeyler nakl ediyor.. olarak kafidir- Bu kıssada varid olan şeylerin hiçbirisinin aslı yoktur diyor. Bitmedi Aksekili Ahmed Hamdi Mesela büyük şehirlerde hilaf-ı şer‘ sadır olacak bir hükmün hin-i tatbikinde i‘tiraza musadif ve kailinin ekse­ riya duçar-ı ‘itab olduğu muhakkak iken kasaba ve kura­ da -ekser halkın mesail-i diniyyeye adem-i vukufların­ dan- aynı hükm-i nakısın kendilerince ma‘ruf ve la-yuhti telakkı ettikleri kimseler tarafından suduru halinde bilai‘tiraz kabul ve tatbik edildiği çok kere mesmu‘ ve nazar-ı hayretle meşhud olmaktadır. Gerçi bugün taşralarda küşad olunmuş veya olunacak Darülhikmeti’l-İslamiyye şu‘abatının salahiyeti icra-yı nesayih suretiyle nokta-i irşadı tecavüz edemediğinden böyle mahdud salahiyetin ahlaksızlığın tamamen önü­ ne geçemeyeceği mülahazasıyla mefkuremize muhalif olmakla beraber teşkilat-ı mezkurenin aynı gaye uğrun­ da vücuda getirilmesinden bunu icraat-ı diniyyenin bir mukaddime-i hayriyyesi telakkı eder ve kemal-i minnet ve şükran ile muhitimizin aynı teşebbüsatdan müstefid edilmesi hususunu evliya-yı umurumuz hazeratından te­ menni eyleriz. Meşruti devletlerde her türlü mefkure ve gayelerin mil­ let tarafından teşkil olunacak muntazam fırkalar tarafından gösterilecek lüzum üzerine neşr olunacak kavanin ile ta‘kıb ve her türlü mazarratın aynı usul-i salim tahtında def‘ veya tahdidine sa‘y edilebileceğinden bu usul haricinde vuku‘ bulacak bilumum icraatın müessir bir mevcudiyet göste­ remeyerek az zamanda duçar-ı akamet ve zeval olacağı zannını tevlid etmektedir. Gerçi bugün vücudu şiddetle arzu olunan İslami bir fırkanın hin-i teşkilinde mühim ma­ ni‘alara müsadif olacağı varid-i hatır olabilir ise de; vücudu muhayyel bu gibi mani‘aların vuku‘u ihtimalinden korka­ rak ferden be-ferd muhafaza-i ahkamına me’mur bulun­ duğumuz bu din-i celili zihinleri senelerden beri dinsizliğin mala yutak mebahisiyle doldurulmuş zavallı halkın re’y ve takdirine bırakan evliya-yı umura dinsizliğin sür‘atle te­ rakkısinden ve ahlaksızlığın ta‘ammümünden mütevellid maddi ma‘nevi büyük bir mes’uliyet terettüb etmektedir. Ekser halk etrafımızı ihata eden ahlaksızlığın mes’uli­ yetini gençlerimiz ve mekteblerimize tahmil edip durdu­ ğu halde biz bu mes’uliyeti dinin muhafaza-i ahkamına me’mur bulunan dinsizliğin ufak bir sadmesiyle ictihad­ larını ortaya koymakdan çekinerek izhar-ı hakda sükut eden kübera-yı İslamiyye’ye tevcih ediyoruz. Canavarlar tarafından mahv edilen mahsulün mes’ulü mani‘asını muntazam tutmayan çiftçidir canavar değildir. Biz bu din-i celilin muhafaza-i ahkamını bildikçe hiç­ bir ferd ibtaline mütecasir olamaz. Bu maksadın husulü dir. Müteferrik kuvvetler ufak fakat müctemi‘ aksi bir kuvvetin cüz’i sadmesiyle inhidam ve zevale mahkum­ dur. Bugün veyahut yarın dinsizliğin ekalliyetde olduğu ve olacağı bir hakıkat-i bahire iken ekseriyet-i İslamiy­ ye’nin vaz‘iyete hakim olamamasını biz ihmalden başka suretde tefsirde ma‘zuruz. Salabet-i diniyye erbabından olanların ta‘assubla it­ tihamlarının sebebi ise şimdiye kadar bizi her umurda adem-i muvaffakiyete duçar eden suret [] perestliği­ mizdir. Dinsizlerin telakkiyat-ı diniyyenin vuku‘u henga­ mında takındıkları ta‘assub-ı cehlinin zuhuru ma‘zur görü­ lüyor da esas ve füru‘at-ı diniyyenin muhafazası hakkında serd olunan edille-i mukni‘anın isma‘ı ne için zaid oluyor? Acaba ta‘assub azmden başka bir şey midir? Herkes bir gayeye vusul için bir mefkurede azm eder. O halde biz de bu din-i alinin muhafaza-i ahkamında azm etmiş ve nok­ ta-i irşada Kelamullah’ı esas ittihaz etmiş oluyoruz. Kela­ mullah ise hiçbir zaman adaletsizlik emr etmiyor. Mefku­ resi tasfiye-i ahlak gayesi iktisab-i kemal ve ma‘rifetdir. Sa‘adet-i ‘ammenin husulünü bu mecranın haricinden kim ümit ve intizar eder? Bir hazine-i la-yüfna bir kenz-i mahfi olan vücud-ı insaninin namus ve ahlakından başka kemal-i ma‘rifetine ne delalet edebilir? ahlakı ne derecede ise dinine olan maddi ve ma‘nevi mer­ butiyeti de o derecededir. Ahlaksız bir adama dine merbu­ tiyet atf etmek akım bir adamdan zürriyet beklemeye ben­ zer. İnsan ise ahlakını hareketini te‘min eden kanına ve tevzin eden aklına medyundur. İnsan her uzvunu re’yine amade bulunduran kanını ve nazım-ı harekatı olan zekayı aklını halelden masun bulundurmak vazifesiyle mükel­ lefdir. Kanına fesad karıştıran insanın kuvve-i akl ü zeka­ sı muhtel olur. Fi zamanina maddi ve ma‘nevi pek çok şeyleri tefekkür ve tanzim etmek külfeti altında bulunan nur-ı aklı en ziyade haleldar eden nisvanın cazibe-i hüsn ü anıdır. Bu cazibenin te‘sir-i sahiranesiyle müte‘essir olan bu nur-ı hemta münasebat-ı aşıkaneyi tefekkürden başka bir işe yaramaz. Bu na-meşru‘ emelin husulüne sa‘y eden baş gösterir. Müte‘akıben medar-ı sa‘adeti olan servet ve samanını kumarhanelerde israfdan evlad ü iyalinin huku­ kunu payimal etmekden men‘-i nefse muvaffak olamaz. Bu tarik-ı na-meşru‘da müsadif olduğu ve olacağı bütün hailleri tedmire lüzum görür ekseriya zuhur eden rüke­ banın izale-i vücudu için her türlü cinayetler nazarında umur-ı adiyye derecesinde görünür. İka‘-ı mefsedet için lüzumu olan cesareti işretle te‘mini müte‘akıb kanına karı­ şan mel‘aneti harice fışkırtmakda perva etmez. Kendisine mu‘avin ve zahir olmak için bir iki şübban-ı vatanı dahi Zevcinin sefahete daldığını ma‘işetinin daraldığını hisseden zevce de iskat-ı cenine mütecasir olmak ma‘ri­ fetini göstermeyi ihmal etmez tabi‘atiyle tenasül mün­ katı‘ olur. Bu suretle erkeğin sefaheti kadına da sirayet eder. Moda ve israf belası bu te’sir ile baş gösterir. Müna­ sebat-ı gayr-i meşru‘a sevdası kadının nermin kalbini derhal istila eder. Nihayet zevc ve zevcenin zürriyetleri de ebeveynin bu harekat-ı na-layıkalarından bittabi‘ mü­ teessir olur. Şimdiye kadar vuku‘a getirilen cinayetlerde kadın parmağı bulunmadığı nadiratdandır. Bu suretle ahlak-ı umumiyyeye arız olacak mikrobun vücuda gelmemesi dem-i halis-i İslam’ın tesmim edilme­ mesi için şeri‘at-i mutahharamız nisvan-ı İslamiyye’yi te­ settürle mükellef tutmuş ve tesettürü ahlak-ı İslamiyye’nin erkan-ı mühimminden biri olarak kayd ve kabul etmiştir. rıyla oynamakdan haya etmeyenlerin ictihadlarında hür­ riyetlerini i‘lan edip durdukları şu zamanda habl-i metine merbut ve müstenid olan icraat-ı diniyyeyi ta‘kıb ve tat­ bik edenlerin bir cem‘iyet halinde hukuk-ı İslamiyye ve şe‘air-i diniyyelerini muhafazaya sa‘i olmaları ne için çok görülsün? Yahut ahval ve harekatları da‘i-i iştibah olsun? Şeri‘at-i mutahharamız meşrutiyeti hürriyet müsavat ve adalet dairesinde hüsn-i kabul ve tatbikini amir oldu­ ğu kavi ile za‘ifi ihkak-ı hak ve tevzi-‘i adaletde müsavi gördüğü şimdiye kadar taraftarları olan havassın müs­ tefid olduğu ni‘met-i meşrutiyetden fi ma-ba‘d zu‘efanın da istifadesini te‘mine kafil olduğu bu din-i Ahmedi’nin tatbik-i ahkamı ne için tereddüdlerde boğulsun? Madem ki bu hükumet bir hükumet-i İslamiyye’dir nehy ettiği münkiratın bugün ilmen ve fennen mazarratı tahakkuk etmiştir bunların men‘i için kat‘i ve kanuni icraat neden Nüfus-ı umumiyyeyi boğan zina ve işreti tevlid eden fesad-ı ahlak ve tesettürün iktisab ettiği bugünkü şekl-i garibde sokak ortalarına dökülen nisvan-ı İslamiyye’den namus mukabilinde yar u ağyardan rızk dilenen genç kadınların ve bu kadınların yüzünden vuku‘a getirilen cinayat ve ahlakı ifsad olunan şübban-ı vatanın ahval-i na-marziyyesi ba‘dema olsun bizi müteessir etmeli ve ika­ za kafi gelmelidir! Bugünkü ahlaksızlığın menşei adem-i tesettürdür. Adem-i tesettürden fuhuş fuhuşdan huzuzat-ı nefsaniyye­ nin tatmini arzusu bundan da modaya teba‘iyet ve ser­ vet-i umumiyyenin israfı ve hukuk-ı beytü’l-mali yağma ve garet bu sirkatden de sefalet-i ‘amme tevellüd etmektedir. Biz bu sükutumuzla icraat-ı kat‘iyyeyi istikbalden bek­ lediğimizi ima etmek istiyor ve yeni yetişmelerden ümid ve intizar eyliyor isek asker firarilerine mesken olduğu id­ di‘asıyla medreselerin ve tahsisatın fıkdanı vesilesiyle mek­ teblerin kapalı durduğu müddetçe bunun vuku‘u ihtimali olmadığını bilakis her hareketimizin bizi biraz daha geriye atmakdan başka bir netice tevlid etmediğini bilmeliyiz. Liberalizm cereyanının bu gibi su-i ahlak ve reziletin men‘ine bir gün olup kıyam edeceğini ümid edenler ise günden güne tezyid-i kuvvet ve hararet ile iç içe kaynayan bu dem-i fasidin aynı ahvali körüklediğinden gafil bulunu­ yorlar demektir. Hulasa cem‘iyet halinde ta‘kıb olunacak icra‘at-ı kat‘iyyenin devamında sebat edildiği gün kat‘i istinaddan mahrum olan dinsizliğin fevka’l-me’mul az bir zamanda çökeceğine şüphe edilemez. Dert büyüktür. Fakat devasız değildir. Yalnız azm ve ittihad bir de muntazam ve müşterek mesa‘i la­ zımdır. Hayat-ı ictima‘iyye ve siyasiyyemizde de esasat-ı lanın zamanın silahlarıyla mücehhez olarak ibraz-ı fa‘a­ liyyet ile ümmete rehberlik etmeleri taht-ı vücubdadır. İyi bilmelidir ki dine hücum edenler kadar müdafa‘a etme­ yenler de mes’uldür. Amasra: Mustafa Nazmi OSMANLI DEVLETİ’NİN ATISİ Kanunisani tarihli Times’da intişar eden bu makale­ yi ehemmiyetine binaen aynen nakl ediyoruz: Birkaç gün zarfında Paris’de tekrar ictima‘ edecek olan Düvel-i Müttefika mümessilleri Osmanlı Devleti’nin atisi hakkında mukarrerat-ı esasiyye ittihaz edecekler­ dir. Zaten Türkiye sulhü uzun bir zaman te‘ehhür etmiş olup Türkiye’nin şerait-i sulhiyyesi birkaç ay mukaddem tekarrur eylemek lazım gelirdi. Bu uzun devre-i tered­ düd Şark-ı Karib ile Şark-ı Vusta üzerinde teşevvüşkar bir te‘sir bıraktığı gibi müsta‘cel bir sulh akdiyle hiçbir vakit alevlenmeyecek olan birçok ihtirasatın ateşlen­ mesine de sebebiyet verdi. Osmanlı Devleti’nin atiyen azim mülk zayi‘atına duçar olacağı herkes tarafından hatta Türklerce de i‘tiraf edilmektedir. Suriye Filistin Padişahi’nin saltanatı[nı] ibka tasavvurunda bulunacak Osmanlı ricali yoktur. Osmanlı Devleti’nin her tarafında Ermenistan’dan ma‘ada akvam-ı tabi‘a Düvel-i Müt­ tefika’nın mu‘avenetiyle bizzat Türk boyunduruğunu attılar. Onlar tekrar Osmanlı Hükumeti’ne verilemez. Mu‘tedil ve muhakemeli müslümanlar Türk idaresinin Anadolu ve Kürdistan’ın cenubunda kain olan vasi‘ ova­ lardan ebediyyen infikak ettiğini görüyorlar. Gerek Garbi Avrupa’da gerek İslam aleminde umumiyetle tahakkuk etmeyen cihet Osmanlı Devleti tesmiye olunan impara­ torluğun tarihin delaletine nazaran bi’n-nisbe zaman-ı ahirde tevessu‘ etmiş olmasıdır. Osmanlı Türkler iddi‘a olunduğu vechle Anadolu’dan garba doğru tevessü‘ et­ memişlerdir. Evvela Garbi Anadolu’da ihraz-ı faikiyyet etmişler ve tedricen şarka doğru ilerleyerek Ermenistan’a vaz‘-ı yed eylemişlerdir. Daha sonra Avrupa’ya geçmiş­ ler ve son Yunan imparatorlarını atarak İstanbul’u zabt etmeden mukaddem Balkanlarda yerleşmişlerdi. Türkle­ rin Cenubi Irak’ı feth ederek Basra’yı zabt etmelerinden mukaddem İngilizler Acem Körfezi’nde ihraz-ı zafer et­ mişlerdi. Türklerin Yemen’de te‘sis-i hakimiyyete ibtidar etmeleri geçen asrın yetmişinci senesinde başlamış ve hep na-tamam kalmıştır. Acem Körfezi’nin garb sahil­ lerinde Türklerin zuhuru daha yenidir. Osmanlı Devle­ ti’nin Asya’daki istikrarı eski olmadığı gibi esasın za‘fına binaen bu büyük harb üzerine parçalanıvermiştir. Düvel-i Müttefika zannederiz ki Osmanlı Devleti’ni tamamen taksim etmek fikrinde değildir. Osmanlı Devleti Almanlara iza‘atle bize kılıncını çekmekle mukadderatını tahtim etmişti. Muharebenin bidayetinde Zat-ı Hazret-i Padişahi’nin elinde Avrupa’da pek küçük bir parça kal­ mış ve mütarekenin imzasıyla Adana’nın kapılarından Van Gölü’ne kadar mümted bir hattın cenubundaki vila­ yetlerin kaffesi Türkiye’den ayrılmış bulunuyordu. Sulh Konferansı Avrupa-yı Osmani Anadolu Şimali Kürdistan ve Ermenistan hakkında karar verecektir. Mes’elenin Avrupa’ya ait kısmı bu suale inkılab ediyor. çekilecek mi yoksa İstanbul’da mı kalacak? Vehle-i ula­ da kabil-i tatbiki olmamasına binaen padişahın vezaif-i ruhaniyesini İstanbul’da ve vezaif-i dünyeviyyesini Ana­ dolu’da ifa etmesi esasını reddederiz. Bunun bir ortasını bulmak ve tedkık eylemek kabil değildir. Türk bir hükümdar olmak üzere İstanbul’da ya kalma­ lı ya gitmelidir. Efkarı hürmetle telakkı olunacak birçok zevat Türklerin İstanbul’da kalmalarını iltizam ediyorlar. Bunların fikirleri ekseriya hissiyata veyahut müsta‘cel bir suret-i halle dest-res olmak esasına müsteniddir. Mesela Hindistan’daki altmış milyon müslümanın mümessilleri ki bunların efkarını kolayca nazar-ı i‘tibardan dur tuta­ mayız padişahın payitahtta kalmasını musırran taleb ediyorlar. Hindistan müslümanlarının hissiyatında mün­ demic olan rabıta-i ma‘neviyyeyi nazar-ı i‘tibara alarak en münasib müsa‘edatda bulunmayı arzu ederiz. Fakat Hindistan müslümanlarının padişah hakkında gösterdik­ leri amik merbutiyet yeni neşv ü nema bulmuş bir şeydir ki otuz sene evvel pek az müşahede oluyordu. Padişahın saltanat-ı dünyeviyyesi Hindistan müslümanlarını ancak hissen alakadar eder. Padişahın ruhani mevki‘i -ne olur­ sa olsun- onun İstanbul’da kalmasına vabeste değildir. Bu mevki‘-i ruhani müte‘essir olmayacaktır. Hindistan müslümanlarının masuniyet-i diniyyesi Sulh Konferan­ sı’nın mukarreratıyla hiçbir suretle ihlal edilmeyeceğini de ilave ederiz. Din-i İslam’a salik olmadıkları halde Türklerin İstan­ bul’da kalmasını isteyenler başka müdde‘alar dermiyan ediyorlar. Bunlar Türklerin İstanbul’da kalmasıyla Gar­ bi Asya’da sulh ve sükunetin devam edeceğini Türkler Anadolu’ya gönderilince bunların bolşevikler arasında Asya’nın ortalarına kadar uzanan bir ittifakın te‘sisine bilhassa Denikin kuvvetli bir muvazene te‘sisine mu­ vaffak olamazlarsa ihtimal bu hey’et bir merkezini teşkil eylerler ve binnetice Hindistan İslamları müte‘essir olur. Ve Türklerin Avrupa’dan tardı esası üzerine akd oluna­ cak bir sulh şarkda na-mütenahi mücadeleler tevlid eder mütala‘asında bulunuyorlar. Bütün bu fikirlerin kuvvetini i‘tirafa müheyyayız. Fakat bunlara en doğru cevab şudur ki Avrupa mazi­ de Türkiye mes’elesini müsta‘celen hall etmenin neye mal olduğunu öğrendi. Üç yüz seneden ve daha uzun bir zamandan beri vuku‘ bulan Avrupa muharebele­ ri Türklerin İstanbul’da bulunmasından ileri geliyordu. Misli na-mesbuk muharebenin en esaslı sebeblerinden biri Türklerdi. Çünkü Almanya’nın en kuvvetli darbele­ rini garbda indirmişse de o bilhassa İstanbul’dan Acem Körfezi’ne kadar tahakküm etmek amal-i harisanesini besliyordu. Avrupa sulh-i daimiye ancak Türkleri geldik­ leri yere; Anadolu’ya irca‘ ettikden sonra nail olur. İstan­ bul Osmanlı Sancağı altında kaldıkça dünyanın ihtilal-i ahengine nihayet verilemeyecektir. Türklerin Anado­ lu’ya irca‘ıyla Bolşeviklik silahına sarılacakları mes’elesi­ ne gelince; buna cevaben deriz ki bu niyetler mevcud ise padişah İstanbulda’da da Konya’da da ikamet etse yine olacak olur. Diğer tarafdan şu muhakkakdır ki Türk ida­ resini Avrupa arazisinde bırakacak kararın daimi olamaz. labilir. Bir harb tohumu menba‘ı olur ve bundan kurtul­ manın çaresi Türk hükumetini Anadolu’ya nakl etmektir. Türklere kimlerin halef olacağı mes’elesi ise müttefikler tarafından kararlaştırılacaktır. Şerait-i hazıra tahtında İs­ tanbul Asya ile Avrupa’nın nokta-i telakısi olan ve her­ kes tarafından mergub bulunan bu buk‘a münferid bir devlete verilemez. Boğazların bi-taraflığı ve her milletin sefainine küşad edilmesi muvafakat-ı umumiyeye menut bir mes’eledir. Muhtemeldir ki Türk hakimiyyeti nihayet bulursa İstanbul Gelibolu’yu ihtiva Balkan Şibh-i Cezi­ resi’ndeki havalisi ile beraber beyne’l-milel bir hey’etin mürakabesine tevdi‘ olunacaktır. Verilecek her kararın birçok muhataralarla muhat olacağı ve en ziyade alakadar olan Britanya İmparator­ luğu’nun bu muhataralardan en büyük hisseyi yükle­ neceği şüphesizdir. Ma‘amafih biz Türkiye mes’elesini daimi tehlike teşkil edecek bir halde bırakmakdan ise bu muhatara ile şimdiden karşılaşmayı tercih ederiz. Bizim [] müttefiklerimizin rical-i siyasiyyesine müteretteb bir vazife bu mes’eleyi bir iki senede vuku‘u muhtemel olan hadisatı nazar-ı i‘tibare alarak değil. Bilakis Avru­ pa’yı meşgul eden bir amilin imhası nokta-i nazarından tedkık etmelidir. Bu mes’ele pek çok büyük belki harbin en büyük mes’elesidir. SEYYİD ALİ EMIR HAZRETLERİNİN TIMES’A CEVABI Times’in Kanunisani tarihli nüshasında Hindistan ekabir-i ricalinden ve ulema-yı benamından Meclis-i Krali müşaviri Seyyid Emir Ali hazretleri tarafından ve­ rilen cevabdır: “ Times ” Sermuharririne; Efendim dermiyan için mu‘tad olan nezaket ve lutfunuza müra­ ca‘at eylerim. Yirmi beş otuz milyonluk tebe‘a-i müslimeye malik olan Fransa’nın hissiyat-ı İslamiye’ye ri‘ayetkar olması­ na karşı yüz milyon tebe’a-i İslamiyesi olan İngiltere’nin bunları ihmal etmesi cidden gülünç olur. Bu iki devlet-i mu‘azzamanın temayülat ve halat-ı fikriyyesinde meş­ hud olan farklar ta‘mik edildiği takdirde İngiliz rical-i siyasiyyesiyle erkan-ı matbu‘atının nazar-ı dikkate al­ maları iktiza eden bir mes’ele olur. Bu mes’elede benim doğrudan doğruya alakadar olduğum nokta tavsiye et­ tiğiniz siyasetin Hindistan’da tevlid edeceği vaz‘iyetdir. Britanya İmparatorluğu’nda herkes Hindistan müslü­ manlarının İstanbul ve Hilafet-i Osmaniyye hakkındaki hislerinin derinliğini ve şiddetini bilir. Hind Müslümanla­ rına münhasır olmayan bu hissin doğduğu zaman ister sizin dediğiniz gibi yeni yahut bence ma‘lum ve mü‘ek­ ked olduğu vechle mine’l-kadim mevcud olsun bu eski­ lik yenilik mes’elesi onun siyaset-i ameliyyede bir amil olmasına mani‘ değildir. O canlı bir şu‘urdur ve bütün Hindistan kıt‘asını sarmış Hindistan’ın kaffe-i sunufunda bi-nazir bir heyecan ikaz ve tevlid etmiştir. Bunu hem bir his olarak telakkı etmek hem de inkar etmek siyasetle i’tilaf etmez. Hiç unutmayız ki “his” tarihin edvarında birçok hareketlerin amil ve mü‘eyyidi olmuş­ tur. Muharebat-ı Salibiyye’nin esasıdır. İngiltere’yi Filistin Kudüs ve İstanbul hakkında tahrik-amiz endişelere uğra­ tan ve ta‘assubat-ı diniyyeden azade oldukları zan olunan muhitleri de feth ü teshir eden odur. Britanya İmparator­ luğu’nun sulh ve müsalemet içinde inkişafını ve Hindis­ tan’ın Britanyalı ve Hindli nüfusunun selamet ve emni­ yetini isteyen her vatandaşın sizin tavsiye ve müdafa‘a ettiğiniz siyasete karşı ref‘-i avaz etmesi bir vazifedir. Bu siyaset Türkiye’nin mukadderatını tanzim edecek hakem­ ler nezdinde cay-ı kabul bulursa bunun neticesi bi-huzur olan bütün kuvvetlerin bir yolda birleşmesidir. Bir mülahaza daha dermiyan etmeme müsa‘ade ediniz. Diyorsunuz ki İstanbul Türklerin elinde kaldığı müddet Avrupa akvamı için bir menba‘-ı ihtilal oldu. Bu rekabetkarane ihtiraslarından doğmuyor muydu? Gös­ terdiğiniz tarz-ı hallin bu ihtilali nihayet-pezir edemeye­ ceğini de beyan eylerim. Çünkü bu tarz-ı tesviyye netice­ sinde tehlike noktası Avrupa’dan şarka intikal edecektir. Daha sonra “murakabe-i beyne’l-mileliyye” her nerede tecrübe edilmişse bir faide verdi mi? Bunu isbat için Tan­ ca’yı gösteririm. HAYDARABAD KONFERANSI Zat-ı Hazret-i Hilafet-penahi’ye bi‘at-i halise-i diniyyede bulunuyor Ahiren Hindistan’da Sind kıt‘asının merkezi olan Haydarabad şehrinde Hilafet mes’elesi hakkında mü­ him bir konferans in‘ikad etmiş konferansa Hindistan’ın en mühim İslam merkezlerinden ve büyük şehirlerinden gönderilen murahhaslar iştirak eylemişlerdi. Konferans bu mes’ele-i mühimme hakkında bazı mukarrerat ittihaz ettiği gibi Zat-ı Hazret-i Hilafet-penahi’ye arz-ı bi‘at edil­ mesini de taht-ı karara almıştır. Bu karar konferans reisi Gulam Muhammed imzasıyla makam-ı Sadaret’e keşide olunan bir telgrafname ile tebliğ olunmuştur. Telgrafna­ menin sureti ber-vech-i atidir: “Haydarabad’da in‘ikad eden Hilafet Konferan­ sı’nın mukarrerat-ı atiyyesini atabe-i seniyye-i hazret-i Hilafet-penahi’ye arz eylemenizi rica eylerim. Kon­ ferans Zat-ı Hazret-i Padişahi’yi Halife-i meşru‘ ola­ rak tanımak hususunda alem-i İslam’a iştirak eder ve Peygamber-i Zişanımız Hazretlerinin Halife’si ve emi­ rü’l-mü’minin olan Zat-ı Hazret-i Hilafet-penahi’ye bi‘at-ı halise-i diniyye ile merbut olduğumuzu arz eyler.” ARAZI-İ MUKADDESE MANDA ALTINA ALINAMAZ “Times” gazetesine Hindistan’ın Amritsar şehrinden varid olan ma‘lumata nazaran Müslüman Cem‘iyeti reisi Hakim Ecmel Han Kanunievvel tarihiyle vaki‘ olan bir mitingde irad eylediği nutukda Hilafet ve makamat-ı mukaddes-i İslamiyye hakkında ber-vech-i ati dermiyan-ı mutala‘at eylemiştir: “Müslümanlar mehd-i İslam olan bu arazide gayr-i müslim bir devletin hiçbir suretle manda der‘uhde ede­ meyeceğini unutmazlar. Böyle bir hadise İslam aleminde daimi bir şuriş tevlid eder ki bunun ma‘nası müsalemet-cu bir halk içinde hissiyat-ı husumet-karaneyi ikaz etmekdir.” [] TÜRKLERİ İSTANBUL ’DAN ÇIKARMAK BÜYÜK HATADIR Fransız L’Europe Nouvelle mecmu‘asından: “Londra Konferansı’nı ta‘kıb eden günde Mösyö Cle­ menceau Meclis-i Meb‘usan’da Lloyd George da Avam Kamarası’nda Türk Mes’elesi’nin müzakeresi Paris Sulh Konferansı’nda mevkı‘-i münakaşaya vaz‘ edileceği ci­ hetle bundan bahse lüzum görmediklerini beyan ettiler. Fakat İngiliz gazetelerinde görülen ifşaat bize Türkiye’nin Boğazlar’dan uzaklaştırılarak Bursa ve Konya’ya doğru atılacaklarını ima ediyor. “Böyle bir karar bütün sulh ümidlerini zir ü zeber ede­ cek gayr-i kabil-i ta‘mir bir hata olacaktır. Boğazlar bi-ta­ raf bir hale kalb olmalı beyne’l-milel bir hale ifrağ olun­ malı deniliyor a‘la: fakat Zat-ı Şahane’nin İstanbul’dan uzaklaştırılması demek altı aydan beri Anadolu’da ha­ zırlanmakda olan ateşi üflemek bu sefer Türklerin yal­ nız mevcudiyet-i siyasiyyesini değil gaye-i diniyyesini de müdafa‘a için mücadeleye atılmasına sebebiyet vermek demektir. “Böyle bir hareketin ta Çin Denizi’nden Bahr-i Muhit-i Atlasi sevahiline kadar imtidad eden kıta‘at-ı vesi‘ada meskun olan ahali-i İslamiyye üzerinde icra edeceği te‘siri bize kim söyleyebilir? “Gerçi bidayet-i harbden beri bazı Arab aşiretlerinde Zat-ı Şahane’nin ünvan-ı Hilafetine karşı daha şedid bir bul’dan uzaklaştırılması üzerine bütün alem-i İslam’ın aralarındaki münaza‘at-ı şahsiyyeyi bir tarafa bırakarak Hilafet’i müdafa‘a için dindaşları Türklerin harekatına iş­ tirakinden korkulmaz mı?....” ŞİMALI AFRİKA MÜSLÜMANLARI VE MERKEZ-İ HİLAFET Şimali Afrika Fransız-Müslüman Hey’et-i Fa‘aliyyesi Katib-i Umumisi Mösyö Leonard Hariciye Nezareti’ne bir mektub göndermiş ve Zat-ı Şahane ile Hükumet-i Osmaniyye’nin Anadolu’ya nakli tasavvurunun Afrika müslümanları üzerinde te‘sirat-ı mü‘lime hasıl edeceğini eylemektedir: Ahali-i mahalliyyenin harb esnasında pek çok misal­ lerle Fransa’ya karşı isbat eyledikleri sadakate rağmen Zat-ı Şahane’ye karşı da gayr-i kabil-i tezelzül bir merbu­ tiyet-i diniyye besledikleri sizce de gayr-i ma‘lum değil­ dir. Ahali-i mezkure Zat-ı Şahane’nin tamamıyla İttihad ve Terakkı Cem‘iyeti tarafından iğfal olunduğuna kail­ dirler. Ve nazırlarının za‘f ve hareketlerinden mütevellid mes’uliyetden şahs-ı mukaddeslerinin masun bulunduğu Osmanlı padişahı Avrupa’dan ve bilhassa ahali-i ma­ halliyyemizin merkez-i dinisi ve bütün alem-i İslam’ın Roma’sı olan payitahtdan uzaklaştırıldığı takdirde Dü­ vel-i İ’tilafiyye İslamiyet’e müthiş bir hakaretde bulunmuş olacaktır. Bunun neticesi ne olabilir? Bunu takdir etmek müşkil değildir çünkü size şurasını söyleyebilirim ki yerli­ lerin dostu olan ve kendilerini iyi tanıyanların ve nezdin­ de mazhar-ı i‘timad olarak kendi kalblerine kesb-i vukuf edenlerin kaffesi böyle bir kararın Afrika’daki arazimizde husule getireceği avakıbdan duçar-ı havf olmaktadır. ‘ATI Pablo Romano diyor ki: “… İtalya bu İngiliz -Fransız projesini kabul eylediği takdirde Trablusgarb ve Binga­ zi’de hissiyat ve kana‘at-i diniyye üzerine müesses olan siyaset-i basiret-ganesine rağmen galeyan husulüne badi olarak kan fedakarlığı istilzam eyleyeceğinden İtalya için şayan-ı kabul değildir.” Massacro baş makalesini İstanbul mes’elesine hasr ediyor. Türkiye’nin hataları gayr-ı kabil-i inkar olmakla beraber Halife’yi Anadolu’ya nakl etmek doğru olmadı­ ğını söyleyerek mutala‘atına şöyle devam eyliyor: “Eğer bir İtalyan nokta-i nazarı gösterilmek lazım gelir­ se bu ancak evvelce Fransa tarafından serd edilen nok­ ta-i nazar olabilir. İtalya Trablus’un istilasıyla tebe’ası ara­ sında büyük bir İslam kitlesi bulunan bir hükumet haline geldiğinden İstanbul mes’elesinin alem-i İslam’da husule getireceği mülahazatı nazar-ı dikkatden dur tutamaz. İngi­ liz-Fransız nokta-i nazarı la-yefna bir intikam menba‘ı ola­ caktır. Türkiye’nin İ’tilaf Devletleri’ne karşı olan hatası ne olursa olsun bir de bununla mevcud olan tehlike-i cihadın bir kat daha artmasına sebebiyet verilmemelidir.” Bunları yazdıktan sonra L’echo de Paris atideki muta­ la‘atı serd ediyor: “Eğer Fransa hükumeti efkar-ı umumiyyemizde İngiliz projesine karşı olan muhalefetin nazar-ı dikkate alınması lüzumuna kail ise İtalyan ve Fransız nokta-i nazarlarının ŞARKDA TEZEBZÜB VE HUZURSUZLUK nisani’nin ’inde Sunderland’de hükumet-i hazırayı runda irad ettiği pek mühim bir nutkun başlıca fıkaratını nakl ediyoruz: “Cihan cihan olalı Rusya’nın halet-i nez‘inden daha müdhiş ve feci‘ bir manzara görülmüş müdür? Rusya’nın uğradığı felaket-i uzmadan ve ale’l-umum şarkda ika‘-ı şuriş eden kuvvetlerin fa‘aliyetinden ne çıkacağını doğru bir tahmin ile keşf etmek imkan haricindedir. Ancak şurası şimdiden anlaşılıyor ki Rusya felaketinden ve şark tezeb­ züb ve keşmekeşinden [] medeniyet-i cihan ve Avru­ pa ile Asya sulh u salahı için büyük tehlikeler doğacaktır. terk olunacaktır. Lakin Rusya düvel-i mezkureden ayrıl­ mayacaktır. Rus ayısının hayali cesim karlı ovalar içinde bize doğru yürüyor ve bu heyula şimdi Paris Konferansı binasının kapısı haricinde duruyor. Vazifesini ikmal etme­ yen konferansa bir nazar-ı tekdir ile bakıyor. Bu hayaletin gölgesi Hindistan hududlarına kadar mümted bi-payan füshat üzerine çöküyor ve şimdiye kadar sulh ve salah huzursuzluk hareketi tevlid ediyor. “Anadolu yaylasında cenk-cu ve şamatacı bir kuv­ vet peyda edilmiştir. Bu yeni kuvvetin kollarında biri şimalden ilerliyen karıştırıcı anasıra ve diğeri cenubdaki mecruhü’l-kalb Arablara uzatılmıştır. Şimalden cenuba sarkan anasır-ı müfritenin Anadolu’daki kuvvet ile bir­ leşmeleri birçok hükumetler için mehaliki guna gun ile mahmul bir vak‘a teşkil edecektir. En ziyade ma‘ruz-ı muhatara kalacak bir devlet dünyada en çok müslüman tebe’asına malik İngiltere’dir. “Bolşevik kuvvetleri son zamana kadar hemen mün­ hasıran Denikin ve Kolçak orduları ile uğraşmışlardır. La­ kin Kolçak ordusu şimdi hemen hemen mahv olmuştur. Denikin ordusu ise pek müşkil ve mühlik bir mevki‘de bulunuyor. Bu ordu dahi izmihlale uğrayacak olur ise bu felaketin netayic-i meş’ume-i vahimesi derhal mer’i ve mahsus olmaya başlayacak ve bundan en ziyade İngilte­ re mütezarrır olacaktır.” AVRUPA’DA BUHRAN-I MALI MERKEZ-İ HİLAFET HAKKINDA EMIR FAYSAL ’IN BEYANATI Paris’den Kanunisani tarihiyle varid olan bir telg­ rafnameye nazaran Beyrut’a müteveccihen azimetinden evvel Emir Faysal Venizelos’u kabul etmiştir. Aralarında sı hususları mevzu‘-ı müzakere olmuştur. Emir verdiği cevabda: Türklere karşı Arablarla beraber harbe iştirak etmiş olmasının bu mes’eledeki ehemmiyet-i siyasiyye ve diniyyeye kat‘iyyen dahli olmadığını Zat-ı Şahane’nin müslümanlar üzerinde şiddetli bir te‘sir hasıl edeceğini beyan etmiş ve bu mes’ele hakkında konferans huzurun­ da Türkiye’nin lehinde müdafa‘atda bulunmak arzusun­ da olduğunu ilave eylemiştir. GERARD’IN MÜHİM BİR NUTKU Amerika sabık Berlin Sefiri Gerard ahiren New York’da büyük bir nutuk irad etmiş ve şu yolda beyanat­ da bulunmuştur: “Bazı Amerikalılar Amerika’nın İstanbul ile Anadolu Ermenistan ve Türkiye’nin sair yerlerinde mandaterlik vazifesini der‘uhde etmesini tervic eyliyorlar. Amerika’nın kat‘iyyen kabul edemeyeceği böyle bir düsturu ileri sür­ mekle ne gibi bir maksad ta‘kıb edildiğini anlamıyorum. Eğer Amerika için böyle bir fikri kabul etmek ihtimali olsa bütün kuvvetimle uğraşacak idim. Böyle bir layiha an­ cak terk-i menafi‘i müstelzim olabilir mahza Turancılığın tevessü‘üne hizmet eyleyebilir. Diğer tarafdan ise Hıristi­ yanlığı za‘ifletir. Türkiye’nin ancak Kafkasya’daki Tatar­ lar ile vahdet husule getirmek için muharebeye giriştiği aşikardır. Şu halde eğer Türkler Amerika’nın himayesi altına alınırsa gittikçe kesb-i kuvvet edecekler ve Kafkas­ ya’daki ırkdaşları iltihak eder etmez kendi kuvvetlerine on dört milyon bir kuvvet daha ilhak etmiş olacaklar yavaş yavaş Alem-i İslam’ın teveccüh ve müzaheretini kendilerine cezb eyleyecekler ve mandaterlik vazifemiz hitam bulup da şark-ı karibden geri çekildiğimiz gün hı­ ristiyanları istihfafa başlayacaklardır. Herhalde Turancılık fikrinin tevessü‘üne meydan vermemek için yegane çare Karadeniz’den Bahr-i Sefid’e kadar bir Ermenistan teş­ kil etmekdir. Amerika hiçbir mandaterlik vazifesini kabul eylemeyecektir. “İngilizce Observer gazetesinin bolşeviklerin garb cihetinden ilerlemelerinden ziyade şarkdan ilerlemeleri tehlikesinden korkması doğrudur. Hiç şüphe yok ki bu hususda en ziyade Irak ile Hindistan’dan dolayı endişe ediliyor. Bu tehlikeyi kat‘iyyen inkar etmeyerek bilakis biz de bir def‘a daha nazar-ı dikkate vaz‘ etmek isteriz…. Şarkdaki tehlikenin vehamet peyda etmesine mani‘ ol­ mak için tevessül edilecek daha müessir bir tedbir-i ih­ tiyati vardır ki o da müslümanların ellerinden emval ve emlakini almamaktadır.” Başmuharrir makarr-ı saltanat ittihaz ettikleri zaman yine me‘ali-i İs­ lamiyye ve mehasin-i ahlakıyye düstur-ı hareket idi. GARANIK MES’ELESİ HAKKINDA Darülhikmeti’l-İslamiyye A‘zasından Rasim Efendi’nin Hata-yı Azimi Garanik Kıssası Naklen ve Aklen Merduddur Daha sonra Kadı İyaz ber-vech-i ati mütala‘atına devam ediyor: “Cenab-ı Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin is­ meti ve şu rezileden nezaheti üzerine hüccet kaim olmuş ümmet de bunda icma‘ eylemiştir. Bir kere Hazret-i Pey­ gamber’in alihe-i müşrikinin medhini mutazammın ayet nazil olması temennisinde bulunması küfürdür. Şeytanın kalb-i Nebi’ye hakim olarak Kur’an’dan olmayan şeyi Kur’an’dan gibi göstermesi ve Cibril aleyhisselam haber verinceye kadar Cenab-ı Nebi’nin ilka-i şeytaniyi fark ve temyiz edemeyerek vahy-i İlahi i‘tikad eylemesi gibi he­ zeyanın hepsi de hakk-ı peygamberide mümteni‘dir. Ca­ nib-i İlahi’den olmadığı halde ‘amden kendisinin bu söz­ leri söylemesi de küfürdür iftira ala’llahdır. Sehven söyle­ miş olması da caiz değildir. Çünkü Cenab-ı Nebi bunların hepsinden ma‘sumdur. Peygamberimizin lisanı veya kalbi üzerine gerek kasden gerek sehven küfür [] cereyan etmeyeceği Zat-ı Risalet-penahilerinin bundan tamamıy­ la ma‘sum olduğu berahin-i kat‘iyye ve icma‘-ı ümmet ile sabitdir. Kezalik melekin ilka eylediği şey ile ilka-i şeytaniyi temyiz edemeyerek bunları yekdiğerine karıştırması yahut şeytanın Zat-ı Nübüvvet-penahilerine Kur’an’a benzer bir şeyler ilkaya yol bulabilmiş olması inzal buyurmadığı bir şeyi -kasden veya sehven- Allah’a isnad etmesi gibi rezi­ lenin her birisinden münezzeh ve ma‘sumdur; işte Kur’an . Saniyen: “Garanik kıssası nazaran ve örfen müstehil­ dir. Evet eğer rivayet olunduğu gibi böyle bir kelam olsaydı bu rabıta ve insicamdan mahrum yekdiğeriyle mütenakıs bir tarafı medhi diğer tarafı zemmi mutazam­ mın hulasa bir takım cümelat-ı muhtelife ve mütenakı­ zadan ibaret olur ve bu kadar mütenakız olan bir kelam hem Hazret-i Peygamber’in hem orada hazır bulunan cema‘at-i müsliminin hem de sanadid-i Kureyşin naza­ rından kaçmış olurdu. Halbuki en sathi nazarlardan bile kaçmak ihtimali olmayan bir şey nasıl olur da fesahat ve belağatde o kadar yükselmiş olan nazarlardan kaçıyor? Bu mümkün müdür? Salisen: Ma‘lumdur ki münafıklar mu‘annid müş­ rikler ile za‘f-ı kalb ashabı bazı cehele-i müslimin ufak bahanelerle birden bire Resulullah’ın başından dağılıve­ rirlerdi. Resulullah’a düşman olanlar en ehemmiyetsiz bir mes’eleyi sermaye-i makal ittihaz ederek müslüman­ lar arasında fitne ve fesad çıkarmaya çalışırlar zaman zaman o mes’eleyi dillerine dolayarak müslümanları ren­ cide edecek hareketlerde bulunurlardı. İzhar-ı İslamiyyet edip de henüz kalblerinde maraz-ı küfr ü ilhad olanların en ufak bir şüphe ile irtidad ettikleri de ma‘lumdur. Halbuki Garanik Kıssası’nda hiç kimse böyle bir şey hikaye etmedi. Eğer böyle bir şey vaki‘ olsaydı şüphe yok ki müşrikin-i Kureyş bununla müslümanlara savletde bulunacaklar Yahudiler de bunu müslümanlar aleyhine bir hüccet olarak isti‘mal edeceklerdi. Nasıl ki Kıssa-i vak‘a olmuş olaydı bu beliyyeden daha büyük bir fitne mutasavver değildi. Bu vak‘anın imkan-ı vücudu olaydı düşmanların fitne ve fesad çıkarmaları için bundan şid­ detli bir şey tasavvur edilebilir mi idi? Halbuki bu kıssa hakkında ne mu‘anidlerden bir kelime sudur etti ne de bu vak‘a sebebiyle bir müslümanın ağzı açıldı. Binaena­ leyh bu da delalet ediyor ki Garanik asıl ve esasdan ari batıl bir kıssadır. Bu hadisi bazı şeyatinü’l-ins ve’l-cinnin bazı gafil mu­ haddisin üzerine -bununla zu‘efa-i müslimini telbis et­ mek için- idhal etmiş olmasında şek yoktur. Rabi‘an: Bu kıssanın ravileri ayet-i kerimelerinin de bu kıs­ sa hakkında nazil olduğunu zikr ediyorlar. Bu ayetler ise onların rivayet ettikleri haberi reddetmektedir. Zira Allah celle şanuhu tarafından haber veriliyor ki: Onlar Resu­ lullahı -ma‘budlarını zem etmemek suretiyle- Cenab-ı Hakk’a karşı iftira ettirmeye çalışıyorlardı. Fakat Cenab-ı Hak Resulünü tesbit eylediği cihetle onlara doğru ufak bir temayül bile göstermedi. Velhasıl ayet-i kerimenin mazmun ve mefhumu Cenab-ı Hakk’ın nebisini vahy etmediği bir şeyi söylemekden muhafaza onlara karşı en ufak bir temayülde bile bulunmayacak suretde tesbit eylediğini gösterir. Halbuki kıssa-i Garanik’in ravilerinin ihbar-ı vahiyye­ lerine göre Resul-i Ekrem müşrikine meyil ve alihelerini medh etmek suretiyle iftira-i ala’llahda pek ziyade ileri gitmiş; demiş! felere karşı ne diyeceğini şaşırıyor. Asemmenallah Garanik hakkındaki hadisin sıhhati farz edilse bile Resulullah’a isnad olunan bu sözler onu taz‘ife kifayet ederdi; Nerede kaldı ki esasen sıhhati sabit değildir. Bu ayet-i kerime zikr edeceğimiz şu ayet-i celiledeki kavl-i Kureyş Cenab-ı Peygamber’den bir def‘a olsun aliheleri­ ne teveccüh göstermesini rica ve bunu yaptığı takdirde kendisine iman edeceklerini va‘d ettilerse de Cenab-ı Peygamber bunu yapmadığı gibi ufak bir temayül de göstermedi. Dininin esasını tevhid-i İlahi teşkil eden bir peygamber şüphe yok ki böyle bir temayül gösteremez­ di. Akıl ve mantık bunu iktiza eder. Kadı İyaz’ın ifadat-ı müdekkikanelerine burada niha­ yet veriyoruz. Filhakıka müşarun-ileyh bundan sonra bu rivayetlerin tevhin ve tekzibi için pek çok şeyler irad et­ mekde ise de onlardan sarf-ı nazar edilmiştir. Şimdi bir de Tefsir-i Kebir sahibi Fahrüddin Razi haz­ retleriyle bu mes’eleye dair olan tahkıkat-ı alimane ve hakimanelerini görelim. Hakim-i müşarun-ileyh kıssa-i merviyyeyi zikr ettikden sonra diyor ki: “Ehl-i tahkık bu rivayetin batıl uydurma olduğuna kail olmuşlar ve bunu da Kur’an Sünnet ve delail-i akliyye ile ihticac etmiş­ lerdir. Bu kıssanın batıl ve mevzu‘ olduğunu isbat eden ayat-ı Kur’aniye ber-vech-i atidir: - . - “Söylediği şeyler hevadan kendisinden değil; ancak vahy-i İlahi­ dir.” Cenab-ı Hak kasem ile başladığı bu sure-i celilede Resulünün kendisinin vahy eylediğinden başkasını söy­ lemediğini haber veriyor. Eğer bu ayetin akıbinde hir olmuş olurdu. bu ise hiçbir müslümanın söylemeyeceği bir şeydir. -i kerime gösteriyor ki: Müşrikin-i Kureyş’in bu babdaki sa‘y ü gayretleri boşa çıktı Peygamber’i kendi­ lerine imaleye muktedir olamadılar. -i kerimedeki kelimesinin delaletinden pek vazıh olarak anlaşılıyor ki: Müşrikin-i Kureyş’e kar­ şı Cenab-ı Peygamber tarafından meyl-i kalil bile vaki‘ olmamıştır. Binaenaleyh esnam ve evsanı medh etmiş olduğuna kail olmak sarahat-i Kur’aniye’ye muhalifdir. - - Sünnetle İhticaca Gelince: Siret-i Nebeviyyeyi cem‘ eden Muhammed bin İshak bin Huzeym’e -ki ümmetin tamamıyla mazhar-ı i‘timadı olmuştur- bu kıssadan sual olunuyor; Cevaben “Bu kıssa zındıklar tarafından uydurulmuş­ tur” diyor. Ve bunun butlanı hakkında müstakil bir kitab tasnif ediyor. İmam Ebubekir Ahmed ibn-i El-Hüseyn El-Beyhaki de “bu kıssa min ciheti’n-nakl sabit değildir” diyor. Sonra bu kıssanın ravilerinin mat‘un olduğunu söylüyor. Daha sonra İmam Buhari hazretleri Sahih’in­ de Cenab-ı Peygamber sallallahü aleyhi vesellem efendi­ miz Ve’n-Necm Suresini okuduğu vakit müslümanların müşriklerin ins ve cinnin secde ettiklerini rivayet ediyor. Fakat orada Garanik hadisi yoktur. Resul-i Ekrem efen­ dimizin Ve’n-Necm Suresini kıraeti o esnada müslimin ve müşrikinin secdeleri hakkındaki hadis turuk-ı kesi­ re ile rivayet olunduğu halde bunların içinde kat‘iyyen Garanik hadisinin mevcud olmaması da gösteriyor ki bu kıssa min ciheti’n-nakl sabit olmayıp sonradan uydurul­ muş bir şeydir. Delail-i Akliyye: Bir kere Resul-i Ekrem sallallahü aleyli vesellemin evsan ve esnamı ta‘zim ve medh eylediğine kail olmak küfr-i sarihdir. Bizzarure ma‘lum bir hakıkatdir ki Resu­ lullahın en büyük sa‘yi evsan ve esnamı kaldırıp atmak onları ta‘n etmekti. Evsan ve esnama ibadetin küfr-i sarih olduğunu söy­ lemek bunlara ibadetden şiddetle nehy etmek onları parçalamak vazifesiyle mükellef bulunan bir zat nasıl olur da o evsanı medh eder? Bir tarafdan zem eder iken diğer tarafdan ta‘zim etmek hangi akıl hakkında tasavvur olunur?.. Saniyen: Müşrikin-i Kureyş’in Resulullah’a olan husu­ metleri o kadar büyükdü ki işin künh ü hakıkatine va­ kıf olmaksızın bu kadarcık bir kıraatle ikrar edivermeleri mümkün değildir. Nerede kaldı ki alihelerini ta‘zim etti­ ğine icma‘ etsinler de bundan -alihelerini medh ü sena ettiğine kani‘ olduklarından- dolayı onunla beraber sec­ deye kapansınlar? Şununla beraber ki Resul-i Ekrem’in muvafakati -ba‘dema ma‘budlarını zemmetmeyeceğikendilerince de zahir olmamıştı. Salisen: kavl-i şerifi de bu kıssayı tekzib etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayet-i kerime ile şeytanın ilkasını tekzib etmek­ tedir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayet-i kerime ile şeytanın veriyor. Şeytanın ilka eylediği şeyi Resul-i Ekrem’den kam etmesi şüphe yok ki sudur ettikden sonra onları nesh etmek suretiyle ihkam etmesinden daha kuvvetli­ dir. Zira ikinci suretde şüphe yine bakıdir. Cenab-ı Hak Kur’an’dan olmayan bir şeyin Kur’an’a benzemesi için ayatını ihkam etmeyi murad edince şeytanı bidayeten bundan men‘ etmesi -Resul-i Ekrem’ine karşı böyle bir midir? Rabi‘an: Razi’ye göre vücuh-ı akliyyenin en kuvvetlisi de budur. Eğer Nebi’den böyle bir şeyin vuku‘u tecviz edilseydi onun şeri‘atinden eman mürtefi‘ olur ve ah­ kam ve şerayi‘in her birisinin böyle olması da tecviz edi­ lir ve bu takdirde kavl-i İlahisi de batıl ve ma‘nasız olurdu. Çünkü vahy-i İlahiden noksan etmekle -Allah’ın söylemiş olduğu şeylerden bazılarını gizlemekle- onda ziyade kılmak -söylemediklerini söyle­ mek- beyninde aklen hiçbir fark yoktur. Her ikisi de iftira ala’llahdır. Fahrüddin-i Razi hazretleri “Bu vücuh-ı muhtasara Garanik kıssası hakkındaki haberin vahid olduğunu ha­ ber-i vahidin mütevatir olan delail-i nakliyye va akliy­ yeye mu‘arız olamayacağını söylüyor ve bu kıssaya ait bütün ihtimalatı nazar-ı dikkate alarak şu suretle mes’e­ lenin tafsiline girişiyor: “Temenni lügatte iki ma‘naya gelir birisi temenni-i kalb diğeri de kıraatdir…” ayet-i kerimedeki [] ’ya ma‘nasını verip de Cenab-ı Peygamber’in esna-yı kıraetinde keyfiyet-i vuku‘unda ihtilafa düşmüşlerdir. Binaenaleyh bu vücuh-ı muhtelifenin her birini nazar-ı dikkate alarak kıssayı tahlil etmek istiyoruz: Birinci vecih: Bunlardan bazıları diyorlar ki tan veya başka bir kimse de söylemiş değildir. Şu kadar ki Resul-i Ekrem Ve’n-Necm Suresi’ni okuyunca küffar-ı Kureyş surenin bazı elfazını zettiler; öyle zannettiler. Çünkü bazı kelimatı söylenen şeklin gayrisinde tevehhüm adat-ı cariyye muktezasın­ dandır. Mes’elenin bu şekilde cereyan etmiş olması birkaç vecihle merduddur: Evvela bu gibi yerlerde tevehhüm ancak sema‘ı mu‘tad olan şeylerde sahihdir. Gayr-i mes­ mu‘da böyle bir şey hiçbir vechle vaki‘ değildir. Saniyen eğer böyle olsaydı bu tevehhüm bazı sami‘in hakkında vaki‘ olup diğer bir kısmı hakkında vaki‘ olmazdı. Çünkü an-ı vahidde fasid bir hayal üzerine bir cemm-i gafirin vuku‘u yoktur. Salisen eğer böyle olsaydı ilkanın şeyta­ na muzaf olmaması lazım gelirdi. Binenaleyh vak‘anın bu suretle cereyan etmiş olması sahih değildir. bazıları da şöyle diyor: sözü şeytanın kelamıdır; ve bizzat şeytan söylemiştir. Cenab-ı Peygamber ayat-ı Kur’aniyyeyi tila­ vet ederken tavakkuf ettiği esnada bu ibareler -sami‘i­ ne bu kelimatın da kelam-ı Resul’den olduğu zannını vermek maksadıyla- şeytan tarafından telaffuz olundu. Çünkü şeyatin ve cinnin mütekellim olduklarında hilaf yoktur. Binaenaleyh Resulullah’ın sadasına benzeyen bir sada ile şeytanın bu kelimatı –Peygamber’in esna-yı kıraatinde- tekellüm etmiş olması mümteni‘ değildir. Hazırun Resul-i Ekrem’in savtına benzeyen bir savt ile o kelimeleri işitip de başka bir şahıs görmeyince onları da Resulullah’ın kelamı zan ettiler. Bunların zu‘mlerine göre bu kelam fi‘l-i Resul olmadığı için güya nübüvvet hakkında bir nakısa değil imiş. Muhakemeye bakınız! Kıssanın bu şekilde vuku‘u da sahih değildir. Çünkü Resulullah sallallahü aleyhi vesellemin esna-i kıraatinde leri bir tarzda- şeytanın tekellüm edebileceği tecviz edi­ lecek olursa Resulullah’ın söylediği her şeyde bu ihtimal bakıdir bu ise şeri‘atın hepsinden vüsuk ve i‘timadın ir­ tifa‘ına müeddı olur. Binaenaleyh böyle bir şeyi tecviz edemez; bu aklen mümteni‘dir. Bitmedi Aksekili Ahmed Hamdi UHUVVET-İ İSLAMİYYE’NİN İNKİŞAFI Geçenlerde garbın en meşhur ve en nüfuzlu gazete­ lerinden biri uhuvvet-i İslamiyye’nin bugünkü tezahü­ rat-ı intibahını ve alem-i İslam’ın siyaset-i cihanı taklibe muktedir canlı bir kuvvet halinde görünmesini istiğrab ile tedkık ve mülahaza etmiş bunun otuz senelik bir ömre malik ya‘ni merhum Abdülhamid Han-ı sani ile halefle­ rinin eser-i tahrikatı olduğunu tahmin eylemişti. Tabi‘i bu fikri dermiyan edenlerin halet-i fikriyyelerini müslü­ manca düşünmekle garb kafasıyla düşünmek arasındaki farkı nazar-ı i‘tibare almak iktiza eder. Hiçbir garblı uhuvvet-i İslamiyye’yi hakıkatiyle idrak edemez. Çünkü garbın başından geçen tecrübeler böyle bir hakıkati inkara saik olmaktadır. Onun ruh-ı menfa‘at-peresti şark ruhunun her men­ fa‘atin fevkinde ve menfa‘atin bütün şevaibinden mü­ nezzeh bir ma‘bud-ı hakıkıye iman ve ibadetini ve garbın tapındığı sanem-i menfa‘ati istihkar ettiğini nasıl anlaya­ bilir? Anlarsa nasıl inanır? Halbuki bizim dinimiz medeniyetimiz hayat-ı ic­ tima‘iyyemiz hep bu hakıkat-ı bahireyi isbat ediyor. Garb bunları görmüyor mu? Heyhat!.. Times gazetesinin uhuvvet-i İslamiyye’nin bugünkü tezahüratını otuz senelik tahrikatın neticesi olarak telakkı etmesi garbın bizim hakkımızda ne kadar sathi ma‘lumatı haiz olduğunu isbat eden bir vesikadır. Asırlardan beri garb ile temas ediyoruz. Asırlardan beri garbın kaşifleri alimleri siyasileri diyar-ı İslam’ı buk‘a buk‘a ilimleriyle fenleriyle dehalarıyla tarıyor ve nihayet garbın tahak­ kümü altında yaşıyoruz da hala o mütemeddin o müte­ nevvir garb ruhumuzun esrarına zerre kadar nüfuz ede­ miyor bizi anlamak ve bizimle anlaşmakdan pek uzak olduğunu en kat‘i delilleriyle gösteriyor. Asrımızın pek mebzul olan vesait-i te‘arüfü şark ile garbı birbirine tanıt­ makdan aciz. Garbın tefevvuk-ı maddisi garb ile şarkın temas ve münasebatını ihlal ediyor. Şark ise uzun süren devre-i inhitatına kat‘i bir darbe indiremedi. İki alem ara­ sında muvazenetin te‘essüs edememesi yüzünden bize ait olan hakaikin ve hakaik-ı mukaddesenin ta‘mik ve tedkıki ciddi bir i‘tinaya mazhar olamıyor. kati de bu ihmal-i istihfafkaraneye ma‘ruz kaldığından siyasi propagandaların tasni‘atından addedilmekte ve ona otuz senelik bir hayat-ı faniyye i‘are olunmaktadır. Ne kadar fahiş bir hata! Uhuvvet-i İslamiyye bütün müslümanların bir Allah’a Ümmet-i İslamiyye nass-ı Kur’an ile bir ümmet-i vahi­ dedir. Allah’a iman eden her müslüman Kur’an’ın kitab-ı rehberimizdir. O bizim zikr-i hakimimiz sırat-ı müstaki­ mimiz o bizim nur-ı mübinimiz ve habl-i metinimizdir. Kur’an’a iman eden her müslüman uhuvvet-i İslamiy­ ye’ye de iman etmiştir. İman-ı i‘tikadi ile ictima‘i bizde birdir. “Bütün mü’minler kardeştir” nass-ı katı‘-ı Furkanisini her müslüman kalbiyle tasdik lisanıyla ikrar ettiği gibi fi‘ilen de isbat eder. Uhuvvet-i İslamiyye’nin menba‘ı işte budur. Müslü­ manlar bu menba‘-ı mukaddesden aldıkları feyz ile yaşa­ dılar ve yaşayacaklar. Acaba uhuvvet-i İslamiyye’ye otuz senelik bir ömr-i kasir tahmin edenler ehl-i İslam’ın on üç asırdan beri tevali eden bu iman-ı ebedisini inkar edebi­ lirler mi? Gerçi diyar-ı İslamiyye’ye garbın milliyet ta‘as­ subları bu imanı rahnedar etmek için bir kundak gibi sokuldu. Fakat boş! Bu kundakların tahribatı mahdud ve muvakkatdir. İman her müslümanın kendi nefsi için arzu ettiği her şeyi her müslüman kardeşi için istemesiyle serhadd-i kemale ereceğini Peygamberimiz beyan buyu­ ruyor. Bugün teşne-i hürriyet ve mahrum-ı istiklal olan müslümanların bizim için hürriyet ve istiklal istemeleri Uhuvvet-i İslamiyye’nin bu iman-ı ebediden iktibas-ı hayat ettiğine daha büyük daha canlı bir delil ister mi? Bir iman ki mevcudiyet-i İslamiyye’nin ruhudur. Ve Peygamberimizin buyurduğu gibi içinde yaşadığı mev­ cudiyetinin bir uzvu müte‘essir olunca o mevcudiyetin bütün a‘zasına tevzi‘-i elem eyler. Bugün bu iman bizim felaketlerimizle bütün ehl-i İslam’ın a‘sab-ı hamiyyeti­ ni tahrik ediyorsa bu hadise-i mu‘azzamanın menba‘-ı hakıkısi -güneş gibi- meydanda duruyorken onu mev­ hum ve mülevves bir propaganda tahrikatı gibi görmek metin yaşıyorken onu ölmüş sananlar veya sanmak iste­ yenlerin gaflet ve teğafülüyle hakıkatin müte‘essir olma­ yacağı şüphesizdir. Uhuvvet-i İslamiyye her İslam memleketinde yaşa­ yan bir mevcudiyetdir. Her hangi İslam memleketine giderseniz gidiniz göreceksiniz ki bütün cami‘ler han­ gi mezhebe hangi millete hangi ırka ve renge mensub olursa olsun her mü’mine açık medreseler hangi iklim-i her fakire açık hastahaneler her hastaya açık evler her misafire açık elhasıl müslümanlar arasında hiç yaban­ cılık yok. Senelerce ülfetle hasıl olacak samimiyetleri selam-ı İslam bir lahzada te‘sis eder!.. miz uhuvvet-i İslamiyye mefkuresini bu hadis-i şerif ile “Müslümanlar yekdiğerine karşı birbirine kaynaşmış yekpare bir bina gibidir.” Müslümanların bu dar-ı fenada vazifeleri bu binayı maddeten ve ma‘nen bütün azamet ve şevketiyle ikame etmektir. Mefkuremiz budur. Bu mefkure mukaddesdir ve bu mefkureye her müslüman iman etmiştir. Bu binanın her­ hangi bir tarafını yıkmak için uzanan dest-i tahribe karşı ehl-i İslam’ın mani‘ olmaya çalışması bir fariza-i İslamiy­ yedir. Bir fariza-i İslamiyye ki otuz senden beri değil bin üç yüz şu kadar seneden beri bütün müslümanlara şer‘an teklif olunmuştur. Müslümanlar; bu fariza-i mu‘azzama­ yı ifa ile mükellef olduklarını bilhassa makam-ı Hilafet-i sederlerse bu hissin menba‘-ı inkişafını otuz senelik tah­ rikat-ı mevhumede değil ruh-ı İslam’ın asırlardan beri tuttuğu elemlerde ve elemleri mecbur-ı sükut eden zaru­ retlerin makam-ı Hilafet’i tehdid eden musibet-i kübra karşısında yıkılarak İslam’ın merkez-i vahdetini kurtar­ maya olan azminde aramalıdır. Uhuvvet-i İslamiyye İstanbul’un etrafında en heye­ canlı ve en tehlikeli dakikalarını yaşıyorken tarih-i İs­ lam’ın en vecd-aver sahifesi de canlanıyor. Daha tarih-i Ömer İbn-i Zübeyr ve Ebu Eyyub Ensari gibi ekabir ve ashab İslam’ın bu payitaht-ı mukadderatı önünde çar­ pışıyorlardı. Ebu Eyyub Bedir ve Uhud muharebelerine şehrin önünde nail oldu. Hazret-i Fatih bu şehre dahil oluyorken alemdar-ı Resulün ruhu Akşemseddin gibi bir devletin lisanıyla ona “Beni zulmetden kurtardı. Sa‘y-i meşkur olsun.” Yolunda ithaf-ı şükran ediyordu. Zul­ metden kurtulan Ebu Eyyub’ün uğrunda şehid olduğu mefkure-i İslamiyyedir!. Müslümanlar hiçbir vakit bu mefkure-i mu‘azzezeyi tekrar zalama bırakamazlar üç yüz elli milyon müslüma­ nın imanı hep bu mefkureyi ikad edecektir! Morning Post gazetesi memleketimizin istikbali hak­ kında Ağa Han Lord Emfetil Kont Denbay Lord Le­ mingaten Emir Ali Avam kamarası a‘zasından Walter Keynes Mister İsrael Zangovil Sir Graham Baver Yüz­ başı Bennett Avam kamarasından General Sortis Ami­ ral Fremantle General Dickson Mister Pickthall Mister Lloyd George’a yeni bir muhtıra verildiğini yazmaktadır. Muhtıranın metni şudur: “Kalblerimizde caygir olan endişeleri bu muhtıra ile arasındaki münakaşatın ve sabık düşmanlarımızla olan müzakerelerin devamlı bir sulh te‘min edebilmesi ümidi­ ne tabi‘ oluyoruz. Bu endişeler yalnız muhtıranın müm­ zilerine inhisar etmektedir. Kral hazretlerinin mazideki memuriyetleri mahall-i tevellüdleri veya münasebetleri tanıyan bütün sadık tebe’ası bu endişelere iştirak ederler. Britanya İmparatorluğu’nun şan ve şerefi menafi‘-i müşterekesinin müdahalesine hadim bir hey’et olmasın­ da ve hürriyet-i mezhebiyye bahş ettikden başka bilatefrik-i cins ve mezheb herkes için vezaif-i diniyyesini biyyenin neticesidir ki seksen milyon müslüman mazi­ de İngiltere’ye büyük bir merbutiyet beslemişler ve Kral hazretlerinin müslüman askeri son harb de dahil olduğu halde birçok muharebatda tahakküm-i askeriye karşı hürriyeti müdafa‘a için cesaret ve fedakarlıkla döğüş­ müşlerdir. Hindistan’a muhtariyet verilmesi Hükümdar-ı ha­ zır hazretlerinin ahd-i hükumetlerindeki Liberalizm ce­ reyanının yeni bir alametidir. Hindistan’ın Cem‘iyet-i Akvam’da temsil edilmesi de Kral hazretlerinin Hindli tebe’asını memnun etmekden hali kalmayacaktır; binae­ naleyh halli takarrub eden Türkiye mesailinde hükumet tarafından müslüman vatandaşlarımızın hissiyatına ri‘a­ yet edileceğine i‘timad ederiz. Türk Hükumeti’nin Almanya’nın te‘sirine tabi‘ olarak harbe girmesinden dolayı Türk milleti birçok mahrumi­ yetlere duçar olmuş ve bu suretle eda-yı zünub etmiştir. Halbuki harbe girerken Türk milletinin re’yi alınmadığı Türkler sulhün bahşayişine ve siyasi ve dini hüküm­ darları olan Zat-ı Hazret-i Padişahi’nin hakimiyetleri al­ tında hürriyete mazhar edilmelidir. Mister Lloyd George Türkiye’nin istikbali hakkında ta‘ahhüdlerde bulunurken yalnız İngiliz hükumeti namına değil İngiliz milleti ve Bri­ tanya İmparatorluğu namına idare-i kelam etmişti. Bu ta‘ahhüdlerin tamamıyla ifa edileceğine izhar-ı kana‘at ederiz. Mister Lloyd George’un o zaman ortaya koyduğu nazariyeye göre harbden sonra her millet ancak bizzat tasvib ettiği bir hükumete mazhar edilecekti. Başvekil ma‘ruf nutkunu irad ederken Türk İmparatorluğu’nun payitahtı İstanbul kalmak üzere Türk ırkına ait arazi-i as­ liyyede bekası münasib olup olmadığını araştırmamış bunu devamlı ve hakkaniyetkar bir sulhün icabatından biri olarak va‘d etmişti. Boğazlar’daki seyr-i sefain beyne’l-milel menafi‘e dokunduğu için Tuna Komisyonu tarzında bir komisyo­ nun mürakabesi altına konulmalıdır. Rumeli ve Anadolu vilayetleri arasında bir fark bulunduğunu ve Rumeli’deki gayr-i Türk ve gayr-i müslim ekalliyetleri tatmin için ıs­ lahat-ı mahsusaya ihtiyac olduğunu da tasdik ederiz. Fa­ kat şurasına i‘timadımız vardır ki bu hususda icab eden te‘minat gösterilecek ve her nevi’ ta‘ahhüdler tamamıyla Makam-ı Hilafet’e ait haysiyet ve istiklalin gerek siyasi gerek dini nokta-i nazardan muhafazası bütün müslümanlara ait bir mes’ele teşkil eder. Dünyada huzur ve sükunun takarrürü nokta-i nazarından temenni ederiz ki bu mes’ele kemal-i i‘tina ile nazar-ı dikkate alınsın. Bir medeniyeti veya bir takım teşkilatı yıkmak pek kolaydır. Fakat bunu yeniden inşa etmek pek güçtür. İhtilal hare­ ketlerinden sonra anarşi ta‘ammüm eder kuvve-i haki­ meye halel gelir i‘tişaşkar unsurlar ortalığa hakim olur. Bu cihetle ıslahat aheste suretde ve sükun ve i‘tidalle yapılmalıdır. Mister Wilson tarafından teklif edilip müttefik devlet­ ler tarafından düşman memleketleri için de kabul olunan mukadderat-ı zatiyyenin hakk-ı ta‘yini esası bunu icab ettirir. Bu esasa Türk mesaili hall edilirken hüsn-i niyyetle ri‘ayet edilmesini cins-i beşere mensub iki yüz elli milyon kişinin sulh hakkaniyet i‘timad ve sa‘adeti namına te­ menni ederiz. Biz bu muhtırayı en çok müslüman tebe’aya malik olan hükümdarın hükumetine arz ediyoruz. Fakat muh­ tıradaki esasların bila-tefrik-i cins ve mezheb bütün mil­ letler tarafından nazar-ı dikkate alınması lazımdır.” Times gazetesi İstanbul şehrinin beynelmilel bir şek­ le ifrağ ve Cem‘iyet-i Akvam’a makarr ittihaz edilmesini teklif eden bir mektubu neşir eylemişti. Bu mektub mü­ te‘addid zevat tarafından imzalanmıştı. Londra’da bulu­ nan Hindistan ekabir-i ulema ve ricalinden Seyyid Emir Ali hazretleri ile müsteşrik-i şehir Mister Browne buna cevaben Times gazetesine iki mühim mektub gönder­ mişlerdir. Payitahtımızın mukadderatı hakkında ortaya atılan efkar-ı batılaya karşı salahiyet ve iktidar ile müca­ hedede bulunan Emir hazretlerinin mektubu ber-vech-i atidir: Times sermuharririne Efendim Bugünkü Times’da müte‘addid rical-i mu‘tebere im­ zasıyla intişar eden mektub seri‘ bir protestoyu iltizam et­ mektedir. Serd olunan iddi‘anın müslümanlar tarafından ruy-ı kabul göreceği hakkında vaki‘ olan telkınat gülünç­ dür. Ma‘amafih o mektub Osmanlı Devleti’ni payitah­ tından ve Avrupa’daki arazisinden mahrum etmek ar­ zusunun i‘lanıyla ortaya çıkan canlı ve kuvvetli avamilin künhüne vakıf bulunmadığını göstermektedir. Muhabir­ leriniz tarihe irca‘-ı nazar ederken Osmanlı devletinin evan-ı ikbalinin en yüksek devrinde Avrupa-yı garbiye da Türkiye an be-an Fransa’ya Habsburglar [] ta­ rafından ma‘ruz olduğu tecavüzata karşı mu‘avenet etti. senesinde Türkiye Mısır yolunu İngiliz askerlerine küşad etti ve bunlar Hindistan isyanını bastırdılar. Şarki Hindistan kumpanyasıyla Sultan Tipo arasında vuku‘ bulan münaza‘ada Türkiye Sultan-ı müşarun-ileyhin münaza‘ayı bir muharebe-i diniyye haline ifrağ etmesine mani‘ oldu. Fransızların hatırındadır. İnsan vekayi‘-i ma­ ziyeyi unutmaya meyyal olsa da muharebe-i hazırada müslüman askerlerinin verilen ta‘ahhüdata inanarak ifa ettikleri hidemat hiçbir vakit gelişi güzel bir takım sözler­ le ehemmiyetden düşmez ve hatırlardan çıkmaz. Hiçbir milletin vekayi‘name-i mevcudiyyeti her şaibeden azade değildir. Binaenaleyh son zamanlarda vuku‘ bulan ha­ disatın i‘ane-i ziyasıyla Türklerin ef‘al-i seyyiesine daha az ehemmiyet verilirse daha münasib olur. Muhabirleriniz daha henüz doğmamış olan Cem‘i­ yet-i Akvam’a bir makar bulmaya hahişger oldukların­ dan Kudüs-i şerifi Hıristiyanlık müessisinin dilhahı üzere cihanın hayr ve müsalemeti için bir makar olmak üzere tavsiyeye cesaret eylerim. Bundan ma‘ada acaba muhabirleriniz tavsiye ettik­ leri siyasetle Britanya İmparatorluğu’nun ve insaniyetin başına ne getireceklerini biliyorlar mı? Anlaşılan dini ve cek ve bunu hiçbir racül-i siyaset huzur-ı fikr ile te‘em­ mül edemeyecektir. MISTER BROWNE’IN MEKTUBU Kanunisani tarihli nüshanızdaki başmakale eminim ki sade müslümanları değil birçok İngilizleri de derin bir suretde alakadar etmiştir. Birçok İngilizleri ki müte‘addid sebeplere hissi bedi‘i tarihi ticari yahut siyasi esbaba binaen Türkiye hakimiyetinin Dersaadet’den ve bilhas­ sa Dersaadet’in en güzel en latif ve kamilen müslüman olan kısmından İstanbul’dan teb‘idini istemezler. Times’ın Kanunisani nüshasında Seyyid Emir Ali hazretlerinin intişar eden mektubları bana kalırsa baş­ makalenizin iki mülahaza-i mühimmesiyle meşgul ol­ maktadır. Tarih nokta-i nazarından ne kadar mühim olursa olsun ameli bir nokta-i nazardan kuvvetli ve geniş bir saha-i intişara mazhar olan bir hissin eskiliği ehemmiyetsizdir. Asıl mühim olan imtidadı ‘umku ve mahiyetidir. Milletlerin hayat-ı tarihiyyesini tasvir eden bir kuvve-i dafi‘a olmak i‘tibariyle bir hissin ehemmiyeti şu son muharebe zamanında olduğu kadar hiçbir vakit tamamıyla anlaşılmamıştır. Harb esnasında propagan­ danın her vasıtasına müraca‘at olunmuş ve bir vasıta-i muvaffakiyet olmak üzere isti‘mal edilmişti. Hilafet’in mahiyetine ve Osmanlı Padişahı’nın hukukuna dair vaki‘ olan münakaşalar bilhassa gayr-i müslimler tara­ fından vuku‘ bulursa i‘tikadımca asıl büyük mes’ele-i ameliyye ile münasebetdar değildir. Asıl mes’ele ehl-i kuvveti ve vüs‘at-i intişarıyla onun atisi hakkında duy­ dukları endişenin derecesidir. Hindistan hakkında hususi ma‘lumatım yoktur. Halbuki Emir Ali hazretleri bilhassa ona celb-i dikkat etmektedir. Fakat Emir ile bilhassa şu noktada hem fikir bulunuyorum ki Türkleri İstanbul’dan teb‘id etmek “ya‘ni Türkiyeyi fi‘ilen ortadan kaldırmak” bütün İslam aleminde derin ve uzun bir huzursuzluğu müeddi olacaktır. are tahakkuk edecektir. Tanca’dan sarf-ı nazar Mısır’da İngiliz ve Fransız murakabe-i senaiyyesi ahengdar bir suretde edilebildi mi ki İstanbul’da bir murakabe-i sela­ siyye te‘sisini tecrübe etmek istiyoruz? Bütün mebna-yı medeniyyet üç büyük imparatorluğun sukutuyla sarsıldı. Hanedan-ı hükümdarisi bila-ınkıta‘ altı asırdan beri o kadar büyük ve o kadar mühim bir ülkeye hükümran olan bir devlet-i mu‘azzamayı daha yıkmakla mebna-yı medeniyyeti tekrar sarsmak cinnet değil midir? SÜLEYMAN EL-BARUNI EFENDİ HAZRETLERİNİN DÜVEL-İ İ’TİLAFİYYE MÜMESSİLLERİNE MUHTIRASI Meclis-i A ‘yan a‘zasından Süleyman el-Baruni Efen­ di’nin Hilafet-i İslamiyye ve İstanbul mes’eleleri hakkında şehrimizdeki Düvel-i İ’tilafiyye mümessillerine şehr-i halin altısı tarihiyle Arabiyü’l-ibare olarak vermiş olduğu muhtı­ ranın matbu‘at-ı yevmiyyemizde intişar eden suretidir. des-i Hilafetleri ve makarr-ı istinadları olan İstanbul hakkında Paris’deki Mü‘telifin Konferansı’nın vereceği karara vakf-ı enzar ve sımah-ı dikkat ederek beklemekte­ dirler. Ta ki bu karar neticesinde vaz‘iyetlerinin daimi ve nihayetsiz bir züll ü ızdırab veya nisbi bir rahat olacağı tekarrür etsin. Şu son iki gün zarfında ve Kanunisani hakıkat tezahür ederek örtüler kalkıp Düvel-i Mü‘telife’nin müslümanlara karşı zamirlerinde meknuz olan …. mey­ dana çıktı. Vurud eden telgraflardan hükumet-i Osmaniy­ ye’nin Anadolu’ya teb‘idi ve Halife’nin ancak Tunus beyi ve Fas Sultanı gibi ve muhafazası hakkında bir karar verilmek üzere bulun­ duğu anlaşılıyor. Eğer bu haber kesb-i vüsuk ve kat‘iyyet ederse bunun insan için ne müz‘ic bir hal ruy-ı zemin eder. Şimdiye kadar üç yüz milyon müslüman mutma‘in ve müsterih bir halde idiler. Bazı müslümanlar memleketlerinin ecnebi istilası altında bulunması cihe­ tiyle pek de endişe etmiyorlardı. Zira onlar yer yüzünde pederleri makamında bir halifeye malik olduklarını ve bunun da merkezleri İstanbul olduğunu biliyorlardı. O Halife ki din-i mübini himaye eder ve ecanib tarafından muhacirini sıyanet ve fakır ve bikes mültecilere mu‘ave­ net eyler. Bu biçareler Halife’lerinden şefkat hükumet­ den sahabet ve merhamet müslüman kardeşlerinden mürüvvet ve atıfet görürler. Bakiyye-i ömürlerini mer­ kez-i Hilafet’de mu‘azzez ve müreffeh olarak geçirirler. Lakin bugün i’tilaf orduları asırların tekallübatına mukavemet gösteren müslümanların bu melce-i ezelileri­ ni kabza-i teshirlerine geçirdiler; öyle ki artık müslüman­ lara bedbaht akıbetlerini düşünmek Avrupa resmi dai­ relerinin siyasi dosyalarında gizlenen elem-i mukarrerata karşı çare aramakdan başka bir şey kalmıyor. Görünüşe nazaran Avrupa devletleri İslamların çıkarabilecekleri kıyam-ı umumiyi istisğar ediyorlar veyahut bunun zuhu­ ra gelmeyeceğine kani‘dirler. Kezalik ma‘lumdur ki evlad babasının himayesinde kaldıkça dünya gavailiyle pek iştiğal etmez. Fakat bir def‘a pederini gaib ederse hayatını te‘min ve hukukunu muhafaza etmek için birden bire peyda-yı mehabet eder kollarını sıvayarak nefsine kemal-i i‘timad ile hukukunu müdafa‘a ettiğini görürsünüz. Bu civanın dünkü batıl ve sakin görünen çocuk bulunduğu şüphesizdir. leri bulunan İstanbul’un dinen harab ve muzmahil oldu­ ğuna ve Hilafet-i İslamiyye’nin münkarız bulunduğuna kani‘ olurlarsa dünyanın her tarafındaki müslümanlar cihet cihet kıyam eder. Bulundukları yerde Asya’da Afrika’da Hindistan’da müte‘addid Hilafet merkezleri te‘sisine çalışırlar ve her yerde İslamiyet aleyhdarlarına karşı cihad-ı mukaddes i‘lan ederler. Ve bu hal Mehdilik birçok devletlerin za‘fına sebeb olmuştur. Avrupa i‘tikad etsin ki Halife’nin mukayyed ve meşrut olan bu şekilde zahiri ihtiyatı alem-i İslam’ı aldatamaz. Avrupa bilmelidir ki alem-i İslam velev bi’l-vasıta ol­ sun bir hıristiyan yediyle intihab edilen Halife’yi kabul edemeyeceği gibi Halife’nin her hangi bir devletin taht-ı nüfuz ve tahakkümünde kalması velev bir tek ec değil­dir. Zira bu şekilde bulunan bir hükumetin reisi kavanin-i addolunmayıp ancak bir emir veya küçük bir sultandan ma‘duddur. Esasen Hilafet ve Hilafet’in merkezi mes’e­ le-i mühimmesi münhasıran Türk milletinin eskisi gibi kavi’ş-şekime olsa dahi hükumet-i Osmaniyye’nin Os­ manlı a‘yan ve meb‘usanının kararıyla tebdil veya ta‘dil edilebilecek mesailden değildir. Bilakis kaffe-i ehl-i İslam’ın irtibat ve alakası bulunan mes’ele-i kübra cami‘a-i İslamiyye’dir. O suretle ki şayet emin ve mahkum olmayan bir noktada inkıraza duçar olursa diğer masun ve meni‘ bir mahalde te‘sisine sa‘y ve cehd etmek umum İslamlara vacib olur. Böyle mühim bir mes’eleyi vücuda getirmek için ne büyük fedakarlık ne azim mücahedat iktiham etmek lazım geleceği ve bundan mütevellid zararların da Düvel-i İ’tilafiyye’ye ve bunlar miyanında bilhassa Hilafet-i hazıra ve merkezinin mahv ü izalesine sebeb olanlara raci‘ olacağı vareste-i kayd ve izahdır. Zira Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de müslümanlara şu yolda hitab ve emir ediyor: Meal-i münifi: Cenab-ı Hak sizi kendi dininize karşı muharebe etmeyen ve sizi me’valarınızdan ihrac eyle­ meyenlere karşı adl ü in‘am etmekden men‘ etmez. Zira Cenab-ı Hak adl ü ihsanı sever. Bilakis sizi dininize karşı muharebe eden ve sizi me‘valarınızdan ihrac eden ve bu hususda onlara müzaheretde bulunanları sevmekden ve kabul etmekden şiddetle men‘ eder. Binaenaleyh zümre-i en iyi tarz-ı hareket umur-ı Hilafet ve İstanbul ve Bo­ ğazlar mesailinden hasım vaz‘iyetinden ferağat etmek­ tir. Düvel-i İ’tilafiyye için en iyisi Devlet-i Osmaniyye ile Boğazlar canibinde menafi‘-i iktisadiyye ve tedafü‘iyye­ sini taht-ı te‘mine almak hususunda mu‘ahedeler yap­ mak bunun için de hükumet-i Osmaniyye ile bilcümle müslümanları memnun ve Hilafet hususunda mutmain edecek bir suretde Devlet-i Osmaniyye hududunu ta‘yin ve tesbit etmek ve bu hudud dahilinde istiklal-i tammını te‘min eylemek ve Devlet-i Osmaniyye’nin Hilafet’e sa­ hib olabilecek derecede kaviyyü’ş-şekime olmasını taht-ı emniyyete almak icab eder. Lakin sansürün vücudu bütün bu galeyan-ı deruniyi muvakkaten tevkıf ediyor. Bu ise kül altında kalan ateş­ ler taht-ı zeminde kaynaşan yanar dağlar gibi gönüller­ de saklı kalan yaralardır ki açıldığı zaman sarsıntısı dün­ yanın her tarafında mesmu‘ ve alem alt üst olur. Bu muhtıramız bir hizmet-i insaniyyetkarane fikriy­ le hükumet-i mu‘azzamanızın nazargahına arz edilmek üzere huzur-ı sefiranelerine takdim edildi. Ümid ederiz ki hükumet-i fehimeleri siyasetinde bu ma‘ruzatın ehemmi­ yetini nazar-ı [] i‘tibara alır da huzur-ı alemi te‘min edici esbaba vesile olur. Şayed bu rey’imiz tasvib edil­ mezse bu muhtıra işbu ma‘riz-ı hakaikin mevki‘-i fi‘ile çıktığı tarihe kadar hükumetiniz nezdinde hıfz edilmek ricasıyla ihtiramat-ı faikamın kabulünü temenni eylerim. Rebi‘ulahir ve Kanunisani Meclis-i A‘yan A‘zasından Süleyman el-Baruni Muma-ileyh Süleyman el-Baruni Efendi’nin muhtırası hakkında İkdam tarafından neşr olunan bir baş makale üzerine müşarun-ileyh Süleyman el-Baruni Efendi hazret­ lerinin kaleme aldıkları makale-i mahsusadır ki ehemmi­ yetine mebni ceride-i mezkureden aynen nakl ediyoruz: Düvel-i İ’tilafiyye’ye vermiş olduğumuz muhtırayı zemin ittihaz ederek geçenlerde yazmış olduğunuz baş­ makaleyi kemal-i fahr u şükran ile mütala‘a eyledim. Muhtıramda sansür tarafından vaki‘ olan tayyler mü­ nasebetiyle hasıl olan boşluğu tulu‘at-ı fikriyenizle imla etmek suretiyle esas mes’eleye ruh bahş ettiniz sudura bala bir mertebede şifa verdiniz. Bundan dolayı teşek­ kürat-ı azimemi takdim ederim. “Hilafet ve makarr-ı Hilafet mes’ele-i mühimmesi hey’et-i İslam’a ait bir mes’ele-i umumiyedir” tarzındaki beyanatınızda pek ziyade isabet vardır. Filhakıka bütün cihan müslümanları bu hususda tamamen müttefikdir. tahrikat gibi ve Türklere karşı perverde edilen teveccüh ve muhabbet gibi şeyler olmayıp bilakis dinin sevk ve te‘siriyle hasıl olmuş samimi bir his ve kana‘atin neticesi­ dir. Eğer İslam’da bu dini his ve kana‘at olmamış olsa idi Paris Sulh Konferansı’nın Hilafet ve İstanbul hakkındaki tasavvuratının ne olduğu ma‘lum olur olmaz Hind Mı­ sır Hicaz ve Şimali Afrika müslümanlarının -birbirleriyle muvasalaları ve maddi irtibatları bulunmadığı halde- bir seyyale-i elektirikiyye ile te‘essür ve heyecana gelme­ leri ve bu tasavvur aleyhinde tezahüratda bulunmaları mümkün mü idi?.. İhtimal ki konferans bu tasavvuratın alem-i İslam üzerinde hasıl edeceği te‘siri anlamak için böyle bir işa‘ada bulundu. Fakat bu te‘sirin ne yolda ol­ duğunu artık bugün bütün alem anladı. Alem-i İslam’daki bu te‘essürat ve heyecanın ne mer­ tebe amik ve ciddi olduğunu İstanbul’da mukım olanlar birçok esbab-ı mani‘a dolayısıyla hakkıyla takdir ede­ mezler. Beyne’l-İslam bu galeyan ve heyecanın derece­ sini tamamıyla anlayabilmek için bu muhitin haricinde bulunmak iktiza eder. Bu galeyan hakkında buraya ka­ dar vasıl olabilen ma‘lumat ya sansürün kaçırdığı veya­ hut da bura efkar-ı umumiyesini yoklamak için kasden bırakmış olduğu nakıs haberlerdir. Düvel-i İ’tilafiyye’ye vermiş olduğumuz muhtıranın Arapça yazılması mevzu‘bahs olan mes’elenin sırf bir lam’ın resmi lisanı bulunduğu içindir. Mezkur muhtırayı buradaki bazı gazeteler vasıtasıyla neşir etmekliğimizin sebeb ve saiki ise Hilafet ve şe‘air-i diniyyeyi muhafaza ettiği müddetçe devlet-i ebed-müddet-i Osmaniyye için leceğini takdir edemeyen ve Türk milletine mensub olan bazı din kardeşlerimizi ikaz etmektir. Ceraid-i Türkiyye’nin birçokları İstanbul mes’elesini yalnız bir Türk Mes’elesi gibi telakkı edip bütün muta­ la‘at ve muhakematını o nokta-i nazardan bast u temhid eyliyorlar. Ve İstanbul topraklarında yalnız Türk rical-i şehremini Cemil Paşa bile İstanbul’un müdafa‘ası yo­ lunda Düvel-i İ’tilafiyye hükumetlerine ve mecalis-i mil­ liyyesine keşide ettiği telgrafnamede bu yolda beyan-ı mütala‘a eylemekde ve telgrafname metninde asla İsla­ miyet’den bahs etmemektedir. Türk gazetelerinin bu kabil neşriyatıyla Türk ricalinin bu mahiyetteki telgrafnameleri İstanbul’un Türklerden nez‘ini ilzam edenler tarafından derhal alem-i İslam’a neşir ve isal edilmekde asla ihmal edilmemektedir. Bu suretle o müslimlere İstanbul mes’elesinin bizzat Türk­ lerce dahi halis bir Türk mes’elesi olmak üzere iddi‘a edildiği ve bu cihetle o müslümanların iddi‘ası “abes” olduğu beyan ve izah olunmaktadır. Ve bu yolda pro­ pagandalar ile Türklerin alem-i İslam’dan kat‘ı alaka eyledikleri ileri sürülmekde ve bazı Türk dindaşlarımızın bu mes’ele hakkında ihtiyar ettikleri sakat müdafa‘adan kendi hesablarına istifade edilmek istenilmektedir. Halbuki bu sakat müdafa‘a ahkam-ı tarihiyyeye dahi tamamen muvafık değildir. Tarih-i İslam’ın feth-i Kostantı­ nıyye’ye ait vuku‘at ve menakıbı tedkık edilir ise pek bariz bir suretde meydana çıkar ki “İstanbul Mes’elesi” İslam arasında mine’l-kadim halis bir “İslam Mes’elesi” olmak üzere telakkı edilmiştir. Mesela ahd-i İslam’da en evvel tantınıyye’yi çiğneyen e‘azım-ı İslamiyye’den sahabe-i Resul-i Ekrem’den Eba Eyyub El-Ensari hazretleri olmuş­ tur. Müşarun-ileyh ile beraber bu cihad-ı mübareke iştirak eden sahabe-i kiramdan ve tabi‘inden İstanbul kapıları ve surları önünde ihraz-ı rütbe-i şehadet eden bir takım­ larının merakid-i münifesi el-yevm İstanbul’un mahall-i muhtelifesinde ziyaretgah-ı enam olmuştur. Bu sahabe-i kiramın isrlerine iktifaen ve sünnetlerine behbudleriyle İstanbul’u muhasara ve cihad-ı mübarek­ lerini nasr-ı mübin ile tetvic ederek şehr-i Kostantınıy­ ye’yi fetih buyurdular. O zamandan beri İstanbul mülk-i Acaba o zaman bütün lezzat-ı hayatı terk eyleyen ve meşakk-ı harbiyyeye göğüs geren mücahidin-i kiram tak­ va ile iftihar etmekden ve İslamiyet’e intisab eylemekden başka bir maksad mı ta‘kıb ederlerdi?.. Haşa sümme haşa. Onların en ulvi maksadları i‘la-yı kelimetullah re‘aya arasında bila- [] tefrik-ı cins ve mezheb neşr-i adalet etmek ve fukaraya verilmek üzere ağniyadan zekat al­ mak za’ifin hakkını kaviden almak emr-i bi’l-ma‘ruf ve nehy-i ani’l-münkerden ibaret idi. etti ki başda halife olmak üzere bir cism-i vahid halin­ de oldular. Bir uzuv muzdarib olursa bütün vücud hasta düşer. ve kavl-i celiline imtisalen Türk Arab Acem Hindli Berberi ve Zenci arasında bir fark görmüyorlardı. Eba Eyyüb Ensari ve Hazreti Fatih İstanbul’u yalnız Türk veya Arab nam u hesabına olarak ve yalnız bu iki unsurun ordularıyla muhasara ve feth etmediler. Bilakis onu İslamiyet namına ve anasır-ı müte‘addide-i İslamiy­ ye ile muhasara ve feth eylediler. Cennet-mekan Yavuz Sultan Selim hazretleri devrinde müslüman Hilafeti ile beraber Nebiyy-i zişan hazretlerinin emanat-ı mukaddeseleri dahi hanedan-ı celil-i Osmaniye emaneten tevdi‘ edildi. Acaba Türk millet-i necibesi bu emanat-ı mübarekenin merkez-i muhafazasını yalnız ola­ rak karşısındaki husemasıyla hall ü fasl edebilir mi?.. Türk millet-i necibesi ya kendi tav‘ u rızasıyla veyahut cebr ü kahr ile buna teşebbüs eder ise Türk ecille-i uleması buna muvafakat eder mi?.. Acaba kıymet biçilmez bu dürr-i münevverin ya‘ni Hilafet’in emini ve haris-i hakıkısi bulu­ nan emirü’l-müminin Sultan Mehmed Vahidüddin hazret­ lerinin buna rıza-yı hümayunları munzam olur mu?.. Farz-ı muhal olarak bu mes’ele konferansça müslü­ manlar aleyhinde hall ü fasl edilse bile müslümanların protestoları arasında bu şekl-i hall mu‘teber telakkı edile­ bilir mi?.. Ve harbe nihayet verildiği zannolunabilir mi?.. Bunu hiçbir akl-ı selim kabul etmez. Cibal-i cesimeyi ta­ rümar edecek ne zelzeleler vardır ki mevtaları kabirlerin­ den kaldırır… Külli atin karib… fet-i İslamiyye’nin keyfiyet-i teselsülünü izah ettikden sonra makalesini şu satırlarla hitama erdiriyor: “Hilafet mes’elesi müslümanlara ve yalnız müslüman­ lara ait olan bir mes’eledir. Onun hakkında ancak onlar bir karar verebilirler ve vermişlerdir. Gayr-i müslimlerin buna karşı vazifesi müslümanların verdiği karara hürmet ve hissiyat-ı İslamiyyeye ri‘ayet için ellerinden geleni yapmaktır. Bugün hissiyat-ı İslamiyye Osmanlı padişa­ hını Arab halifelerin halefi addediyor ve onun hakimi­ yet-i müstakılleyi haiz olmasını kat‘iyyen taleb eyliyor. Boğazlar bir mes’ele-i diniyye değildir. Bu masuniyet-i beyne’l-milliyyeyi te‘mine ma‘tufdur. Çanakkale genç Türklerle dostlarının eline bırakılamaz.” [KÜRDİSTAN MEŞAYİH ULEMA ÜMERA VE RÜESASININ MÜHİM BİR TELGRAFLARI] Sebilürreşad Mecmua-i İslamiyyesine Asırlardan beri müessesat-ı diniyye ve asar-ı milliyye­ mizle malamal olan mukaddes payitahtımız beynelmilel bir hale ifrağı teşebbüsatında bulunulduğu haberi vasıl olmaktadır. Bunu imza edecek herhangi bir kalemin eya­ di-i adalette tevazün hasıl edemeyeceğine eminiz. Filhakıka biz kuvvet ü kudret-i umumiyye karşısın­ da mağlubuz. Fakat mağlubiyetimiz feryadımızı samia-i adalete isal ve vücudlarımızı atabe-i muazzama-i Hila­ fet-penahi’de kurban etmek hakkını nez’ etmemiştir. Pa­ yitahtımız alem-i İslamiyyet’in en mühim bir uzvu başı­ dır. Baş yerinden ayrılınca a’za-yı saire atıl olur. Ruh-i İslamiyyet mukaddesat-ı diniyye ve ırkıyye­ mizi cami’ olan Payitaht-ı Hilafet’le kaimdir. Başlarımızı gövdelerimizden ayıranlar istiyorlar ki bütün kanlarımız aksın. Ta ki İslamiyyet’in ruhu hakk-ı hürriyyetimizle be­ raber ile’l-ebed kazada iken islamların kanı toprakları denizleri boyasın. Ta ki gurubu andıran hunu sakin şafak levhalarını ve bu levhalarda müressem haksızlığı yalnız arza değil alem-i semavata göstersin. Başımızı bedenimizden ayırmakla beraber kalbgahı­ mız olan o güzel İzmir de haydutlara kaptırılsın. Mev­ cudiyetimiz Yunanlılar gibi Engizisyonu taklid eden ırz düşmanı mal düşmanı hunhar çetecilere terk edilsin. Vücudlarımız parçalansın. Ta ki ne Allahu Ekber diyecek bir ses ne de şehadet parmağını kaldıracak bir kuvvet kalsın. Enfas-ı ma’dudemizle kuva-yı mevcudemiz bakı kal­ dıkça hukuk-i İslamiyye ve tarihiyyemizden feragat et­ meyeceğimizin hami-i adalet ve insaniyyet olan hüku­ met-i metbua-i müfahhamınıza arz ve iblağını samim-i ruhumuzdan kopan acı duygularla istirham eyleriz. Ne kadar ağlanacak cehle giriftarız biz: Kendi tarih-i mu‘allamıza vakıf değiliz. Müslümanız diyoruz yuf bizim ahvalimize; Müslümanlık tükürür meskenet-i lalimize! Kahramanan-ı huda-sireti efdal-i dinin Kaçı ma‘lumumuz olmuş acaba? Hem ne için Bunların kudret-i birrarını tedkık edelim? Mesela yok mu Napolyon? Onun ef‘ali bizim Soğumuş kalbimize ateş-i can saçmaz mı? Kör olan çeşmimize ufk-ı zafer açmaz mı? Ecnebilerdir olan Türklere mahbub-i kulub! Mesela şanlı Müsenna’yı bilen kaç kişidir? Ka‘ka‘ın nam-ı şerer-barını millet ne bilir? Fenn-i harbin yüce sabite-i agahı Olan a‘la-yı beşer Hazret-i Seyfullah’ı Kaç çocuk görmededir dide-i vicdanıyla? Kaç büyükdür tanıyan kudret-i irfanıyla? Acem’in kalbine son darbe-i kahharı vuran Şüheda mevkibinin şemsi cenab-ı Nu‘man Acaba kaç kişinin mahfaza-i canında Yaşıyor? Böyle yiğitler büyük imanında Yaşatılmazsa bu halkın bu cema‘at yaşamaz. Ne kadar kudret-i tebliğ ile yazsak yine az Yine noksan kalır elbette: O merdan-ı Huda Ki ederlerdi cihad uğruna dünyayı feda Ki bulurlardı şehadetde hayat-ı nevşin Onların bedreka-i kudretidir işte bu din! Onların şanını bin şevk ile tebcil edelim Ebedi namını Kur’an gibi tertil edelim. Oluyor şimdi Nihavend’in önünden meşhud Çeşm-i vicdanıma bir ma‘reke-i hun-alud. Cevv-i eb‘adı yaran sıyt-ı şerer-riz-i siham Çak çak eyleyen ebrar-ı süyuf-i İslam; Bütün afakı tutan gulgule-i tekbirat Sayha-i kahr-i ecel ah ciğergah-ı memat; Savt-ı gurrende-i pür ateş-i efvac-ı huyul Hep uğuldar gibi tarraka-i emvac-ı süyul; Tar tar inliyor aveng-i silah-ı kahhar Zar zar ağlıyor evreng-i bülend-i eşrar; Vurulan can çekişen kan tüküren kalbi duran Atılan arz yaran ruh kapan mevt vuran Göklerin kalbini lerzan edecek bir kavga! Bu cedelgah-ı mu‘azzamda cenab-ı Nu‘man Nar-ı beyza-yı hamiyyet gibi cevval ü devan Kalb-i mebrur-i nübüvvet gibi tabende-cenan Nur-ı feyyaz-ı İlahi gibi müstağrak-ı an; Ak libasıyla semadan düşen ebr-i rahmet Ki olur canlara feyyaz-ı hayat-ı himmet Kanlı seyfiyle zeminden beliren bir Mirrih Ki semavata yazar şu‘le-i ruhu tarih Yed-i nurunda beka-çehre liva-yı Nebevi Başmuharrir Ebedi ati-i İslam’ı ezelden havi Askerin saha-i azminde kılıçdan cevval Vuruyor titretiyor velvele-i cenk ü cidal Doğuyor sanki onun kalbi Huda-darından Nurlar cuş ediyor nazra-i tayyarından! Levha-i anına meftun olarak bir ordu Ediyor hun-ı hamiyyetle semavata uluvv!... Ah o ulvi-nazarın ayet-i ma‘nasından Okunur aşk-ı şehadet bu emir-i Yezdan Bir mu‘azzam zafer ihda ederek hak dine Uçacak ruh olarak alem-i ılliyyine: Bunu Hak’dan dilemiş çünkü o vicdan-ı ferid Ordunun yaşları etmiş bu du‘ayı te‘yid Acemistan’ın o gün mahvini i‘dad etti; Atı birden kapanıp kendisi kurban oldu Dökdüğü kanların enharına perran oldu! Bir de ta can evine girdi müsemmem bir tir Uçtu Allah’ına derhal o büyük canlı emir! Vech-i mes‘uduna vurmuştu semadan o zaman Kevkeb-i din-i mübin lem‘a-i an-ı Rahman. Ali Ekrem “ALEM-İ İSLAM’A Birader-i vicdanım Ubeydullah’a “On iki yaşında sarışın bir çocuğa pederinin sana ver­ diği vekalet-i şer‘iyye ile zebh ettiğin kurbanlardan birinin yüreğini açarak teşrih dersi vermekle başladığın ifaza-i zalimane haillere rağmen şiire tergıb ve teşvik eden sen­ sin; onu Kemal’in sana yadigar bıraktığı büyük kalbinle takdir eden sensin; onun ruhunu ebediyet-i İslamiyyet’e perestişkar-ı ebedi haline getiren sensin; şimdi müsa‘ade et de on iki yaşında sarışın çocuk pek sevdiğin hayaliyle huzur-i mukadderetine gelsin ve İslamiyet’i tebcilen elli iki yaşında hakır biraderinin yazdığı şi’r-i naçizi nazargah-ı fezail-penahına arz etsin.” Ey namütenahi ezeli ruh-ı ziyadar Ey aleme hakim ebedi alem-i İslam Oldun mu bugün hab-ı girandan hele bidar? Ettin mi büyük fikrini alemlere i‘lam? Bir velvele cuşan gibi batha-yı zamandan La‘net batarak duzaha kalmış sana meydan! Kur’an sesi var gulgule-i bahr-i fezada Kur’an sesi aks etmededir devr-i semadan Kur’an yüzü taban görünür vech-i fezada Kur’an bakıyor maşrık-ı lahut-nümadan Tevhid-i Muhammed tutuyor kalb-i cihanı Allah diyor ümmetinin ruh-ı dehanı! Ey alem-i İslam ki akvam-ı Azazil Duzahlar içinden köpürüp mest ü gazab-paş Dünyada senin etmek için kadrini tenzil Girdabeler açmıştı kıyamet gibi dehhaş Bir sayha-i canınla bugün yerlere yattı Bir tir-i nigahın o demir ruhuna battı! Zehrabe-i hunin ile emvacı delirmiş Bir bahr-i hased belki de bir mahşer-i eclaf ‘sar arasından kara vicdanı belirmiş Boğmak seni hatta ebedi namını itlaf Etmek gibi bir kasd ile ey din-i cihandar Koşmuştu denaet gibi la‘net gibi murdar; Koşmuş ve üşüşmüştü senin mahvine; ecram Göklerde küsuf etti kader huna boyandı. Efkar-ı ta‘assub o ölüm ruhlu ehram Çökmüştü bütün aleme; volkanlara yandı Zannetti ta‘assub ki ezilmişti vücudu. Lakin dolarak maşrıka dinin şühedası Ervah kıyam eyledi dünyayı kuşattı; Çınlattı bütün gökleri Allah sadası Allah eli eşrarı cehennemlere attı! Bir devr-i zuhurun yine ey alem-i İslam Bir devr-i zuhurun ki bugün mağribe i‘lam Etmekde bütün velvele-i ayet-i Hakk’ın Arşın yüzü tabende-i ‘ulviyyet-i Hakk’ın! Şubat Yeni Gün Ali Ekrem Seni vermek mi? Değil Avrupa dünya-yı deni Bütün eşrarını gönderse ‘ikab-ı medeni Küre-i arzı sıkıp pençe-i mel‘ununda Boğsa ecram-ı semayı şüheda hununda Kuhlar inlese bin ra‘d-i feza-peymadan Asüman çınlasa hep velvele-i heycadan Topların gövdesi altında çocuklar kalsa Süngüler annelerin bağrına kökler salsa Gülleler göklere insanları perran etse Bombalar yerlere volkanları rizan etse; Nazra-gahında Huda’nın açılıp makbereler Arşa aks etse vücud-ı şühedadan bereler; Fatih’in türbesi bir mevce-i hunin olsa Şüheda na‘şı ile sakf-ı cevami‘ dolsa; Seni biz vermeyiz ey şehr-i şehir-i İslam Her minaren ebediyyen duracak arşa selam! Müslümanlık gibi dünyaları tutmuş namın Hind ü Çin’in güneşi çehre-i kudsi-famın Dolar afakına avaz-ı bülend-i Tekbir Ruhlar varlığını aleme eyler tebşir; Maşrık-ı hüsnünü her gün arayan ayet-i an Levh-i mahfuz-ı Huda’dır ki ezelden taban; Mağrib-i vaslına her akşam inen şah-ı gurur Ruh-ı feyyaz-ı kaderdir ebediyyen mesrur! Denizinden görünür reng-i dima-i şüheda Gelir afakına bir nazra-i mahbub-i Huda; Bunu yıldızların alemlere eyler i‘lam: Titriyor üstüne milyonca nigah-ı İslam! Sanki cami‘lerinin kubbelerinden umman Yükselir göklere avaz-ı bülend-i Kur’an Sanki her mevc-i mu‘azzamdan olur velvele-ran! Darabatıyla senin kalbinin a‘sar-ı cihan Daraban eyleyecekdir ebeden hilkatde Kadrinin payesi var nezd-i uluhiyyetde Ah ey belde-i din ka‘be-i fazl u irfan; Maşrık-ı hüsn-i cihan şehr-i semavi-leme‘an! Halik’ın şanına şayeste büyük atisin Aynı Kur’an gibi tutmuş bütün afakı sesin Namını etti Çanakkal’a’da millet te‘yid Sanki gayya-yı bela belki ateşden tufan Koca ummanları lerzan eden ahen volkan O mehabetli donanma o mücessem girdab Ki eder dağları enfas-ı lehibiyle harab; Sonra derya gibi bir na-mütenahi asker Mansıb u menba‘ı yok ra’d-i cehennem peyker Payimal etmek için kadrini ey şehr-i şehir Toplayıp gelmiş idi; kalb-i celilin tekbir Alarak bir avuç evladını koşturdu cihan Bu temaşa-yı ezel-tabişe oldu hayran! Et kemik bombaya mermiye mukabil durdu; Bir nefer on topa yüz cana mu‘adil durdu; Gülle kurşun feveran etti denizden karadan Top kadar bomba yağıp durdu zemine havadan; Topların sesleri aks etti semavata kadar Esti bir kanlı kıyamet gibi nar-ı sarsar; Hep mebani-i hayal inleyerek titrerdi Ölümün pençesi ta gavr-i semaya erdi! Sanki taşmış gibi gayya-yı gazab-paş-i vücud Kol bacak baş uçarak göklere eşbah-ı cünud Kan akan dalgalı girdablar elvahıyle Görünüp dehşete gark eyler idi mevti bile! Sekiz ay böyle yanık kan dökerek canından Sekiz ay böyle ezik can vererek kanından Sekiz ay böyle ecel nuş edip ateş yiyerek; Sekiz ay böyle Ezazil’i de ram eyleyerek Koruyanlar seni ey belde-i ma‘mure-i din Yine uğrunda senin lazım ise kalb-i metin. Genç çocuk anne baba kavm-i zafer-bünyadın Varsa bir yek-daraban kalb olup avaz avaz Çınlatır gökleri!.. Bir sure-i Feth ü i‘caz Mü’mininin yine ervahına eyler te‘sir Yine ta Arş’a varır savt-ı bülend-i Tekbir! Kem nazar hiç düşemez zeyline ey ismet-i hak Yoksa hakinde mu‘ammer şühedanın mutlak Gelir ervahı dolar havline evlad-ı vatan Yine bir nevha-i garra koparır canından Yine kalbiyle o hak canlı büyük kalbiyle Yetişir kurtarır ezyalini kan boğsa bile! Yine İstanbul’a hakim yaşarız: Vech-i kader Bunu her nazra-i hak-pervere takrir eyler; Ne kadar baksa nücumun gözü İstanbul’dan O kadar ruh-ı Muhammed belirir her taban Kubbe-i cami‘e aks eylemiş ayat-ı beka Pay-i taht-ı ebedisin bize ey şehr-i Huda! Kanunisani Yenigün Ali Ekrem EY MÜSLÜMAN! Cihan alt üst olurken seyre baktın öyle durdun da Bugün bir serserisin derbedersin kendi yurdunda! Hayat elbette hakkın... Lakin ettir haykırıp ihkak; Sağırdır kubbeler bir ses duyar: Da’va-yı istihkak. Bu milyarlarca da’vadan ki inler dağlar enginler; Oturmuş ağlayan avare bir ma’sumu kim dinler? Emeklerken sabi tavrıyle topraklarda sen hala; Beşer doğrulmuş etmiş bir de baktın cevvi istila: Yanar dağlar uçurmuş gezdirir beyninde dünyanın; Cehennemler batırmış yüzdürür kalbinde deryanın; Deşer afakı bir şeyler sezer esrar-ı kudretten Eşer a’makı izler keşfeder edvar-ı hilkatten. Zemin mahkumu olmuştur. Zaman mahkumu olmakta; O heyhat istiyor hakim kesilmek bu’d-i mutlakta! Tabiat bin çelik bazuya sahipken cılız bir kol Ne kahir saltanat sürmektedir bak bak da hayran ol! Hayır bir kol değil binlerce milyonlarca kollardır Yek-aheng olmuş işler çünkü birleşmekte muztardır: Bugün ferdi mesainin bütün mahsulü bir hüsran Birer beyhude yaştır damlayan efradın alnından! Cihan artık değişmiş infiradın yoktur imkanı Göçüp ma’murelerden boylasan hatta beyabanı. Yaşanmaz böyle tek tek devr-i hazır: Devr-i cem’iyyet. Gebermek istemezsen yoksa izmihlal için niyyet Şu vahdet tarumar olsun deyip saldırma İslam’a; Uzaklaşsan da imandan cema‘atten uzaklaşma. “Cema‘atten uzaklaşmak uzaklaşmaktır Allah’dan.” Nedir iman kadar yükselterek alçak bir ilhadı Perişan eylemek zaten perişan olmuş ahadı? Nasıl yekpare milletler var etrafında bir seyret Nasıl tevhid-i aheng eyliyorlar bak da al ibret. Gebermek istiyorsan başka.. Lakin korkarım yandın. Zimamın hangi ellerdeyse artık onlarınsın sen; Ezilmek inlemek yatmak sürünmek var ki adettir; Ölüm dünyada mahkumine en son bir saadettir. Ya sen hürriyyetin hakkın masun oldukça insansın. Bu hürriyyet bu hak bizden bugün aheng-i sa’y ister; Nedir üç dört alın hep alınlardan boşansın ter. Evet biz müslümanlar cihan çalışırken didinirken uğ­ raşırken na-mütenahi terakkıyat na-mütenahi inkılablar geçirirken uzakdan seyirci sıfatıyla baktık. Bilhassa şu son senelerde başımıza birçok felaketler yağdı. El-an çilemizi doldurmadık. Sebebi hep seyirci kalmamız umur-ı dine olduğu gibi umur-ı dünyaya karşı da bigane durmamızdır. Hayat herkesin hakkıdır. Evet bütün mahlukat-ı İla­ hiyye hakk-ı hayata malikdir. O halde Allah’ın diğer mahlukları arasında biz de yaşamakda haklıyız. Lakin bi­ lirsiniz ki haklı olmak başka haklı çıkmak yine başkadır. Herhangi hak olursa olsun ihkak olunmadıkça sahibine hiçbir menfa‘at te‘min etmez. Bugün hangi milletin mah­ keme-i adaletine koşsanız elinizde kuvvetiniz varsa der­ dinizi duyurabilirsiniz. Yok böyle yapmaz da ağlarsanız; onun hiss-i insaniyyetine hiss-i medeniyyetine ilticaya kalkışırsanız hüsrandan başka bir netice elde edemezsiniz. ye gitsen haklısın. Yoksa milyonlarca milyarlarca mahluk: Yaşamak hakkımdır bu hakkı benden kimse alamaz... Diye haykırıp dururken senin benim gibi bir miskin bir köşede ağlamış inlemiş merhamet dilenmiş… Hiç te‘siri olmaz hatta duyulmaz. Çocuk yürümezden evvel bilirsiniz ki emekler. Biz müslümanlar da emekler dururken bir de gözümüzü açtık gördük ki etrafımızdaki milletler göklerde uçuyorlar. Gelip çöldeki ma‘sumların tepesine ateşler yağ­ dırıyorlar. Biz Bandırma’dan İstanbul’a kadar adam akıllı vapur işletemezken herifler Bahr-i Muhit’i altından geçi­ yorlar. Newyork’dan dalıyor Hamburg’dan çıkıyorlarken aradaki mesafe bizim vapurların ayağıyla bir aylık yoldur. Berlin’den uçuyorlar Trabzon’a konuyorlar. Biz ise hala yeryüzünde yürümeyi te‘min edemedik. Tabi‘at bin çelik bazuya [] sahibken insanın bir cılız kolu nasıl kainata hakim oluyor? Nasıl bu kadar kuva-yı tabi‘iyyeyi hükmü altına alıyor? Hayır yanlışın var. Bu kadar işleri gören bir kol değil binlerce milyonlarca koldur. Bunların hepsi bir araya gelmiş teşrik-i mesa‘i etmişler geceli gündüzlü ça­ lışıyorlar uğraşıyorlar. Çünkü anlamışlar ki birleşmeseler kendilerini her tarafdan kuşatan tehlikelere karşı durama­ yacaklar. Demek birleşmekde zaruret var. Bu ıztırar olma­ saydı birleşmeleri de mümkün olamazdı. reti görünce birleşmişler biz ise o zarureti görmediğimiz halde te‘min-i vahdet cihetine yanaşmamışız. Bugün hayatın ma‘işetin ihtiyacatın aldığı tarz i‘tibariyle bir in­ san tek başına bir iş göremiyor. Bütün işler şirketler cem‘i­ yetler milletler tarafından meydana getiriliyor. Ne fabrika­ lar ne demir yolları ne vapurlar ne limanlar ne hastaha­ neler ne cami‘ler ne mektebler ne ticaretler ne de din ve vatanı müdafa‘a edecek toplar tüfenkler cephaneler… Elhasıl hiçbir şey ferdi sa‘y ile ya‘ni tek başına çalışmak­ la kabil olamıyor. Bugün hayat öyle bir şekil almış ki tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler tıpkı göz yaşı gibi dökülüp gidiyor hiçbir faide te‘min etmiyor. Ne zaman bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse işte o vakit bu sa‘yin yeryüzünde bir eseri bir izi görülebilir. Madem ki tek başına sarf olunan mesa‘inin kıymeti yoktur biz de aramızda vahdeti te‘min ederek topluca çalışmaya koyulmalıyız. Cema‘atsiz yaşamaya cema‘at­ den ayrılmaya gelmez cema‘at-i İslamiyye’nin kesafet peyda etmesi için çalışmalıyız. Ufak sebeplerle birbirine küsmemeli. Biliyorsunuz ki yabancılar asırlardan beri tef­ rika tohumlarını aramıza serptiler. Bir hayli de mahsul aldılar. Biz gözümüzü açsaydık bugün altında inim inim geçmişe esefin faidesi yoktur. Maziden yalnız ibret alınır. Eğer müslümanlar yaşamak istiyorlarsa cema‘at arasında nifaka şikaka dargınlığa küskünlüğe ayrılığa gayrılığa meydan açabilecek en ufak sözlerden en ehemmiyetsiz görünen hareketlerden bile çekinmelidirler. Yok yaşamak yaşamak elde olmadığı gibi yaşamak da elde değildir. Çünkü biz ma‘azallah hakk-ı hayatımızı gaib ettiğimiz gün mahkumiyet felaketine düşeriz ki bizi tahakkümleri altına alanların nazarında behaimden farkımız kalmaz. Hayvan gibi bizi kendi hesablarına işletirler sırtımızdan menfa‘at­ lerini te‘min ederler. Dünyanın yedi iklim dört köşesinden sürü sürü ordu ordu getirilmiş renk renk mahkum millet­ lerin ne halde bulunduklarını gözümüzle gördük. Ma‘azal­ lah sonra biz de onlar gibi oluruz. Biz sığırlarımızı beygir­ lerimizi nasıl kullanıyorsak onlar da bizi öylece kullanırlar. Acaba biz müslümanlar niçin bu hale düştük? Bunun il­ letini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden i‘tibaren babalarımız analarımız hocalarımız siyasilerimiz edibleri­ miz şa‘irlerimiz muharrirlerimiz bize istikbal için ümid ve­ recek bir şey söylemediler. Ben çocukluğumdan beri: fena günler göreceksiniz!.. Nakaratından başka bir şey işitmedim. kurtulsun… mızda çok mesafe var. Bu mesafeyi telafi edecek suretde çalışınız. Yoksa daha geride kalır mahv olursunuz. Sakın azminize fütur getirmeyiniz!.. Evet böyle diyeceklerdi. Lakin demediler. Bilakis yüz binlerce halk bu devletin batacağına kail idi. Bir tarafdan Avrupalıların terakkiyatı gözlerimizi kamaştırdı. Diğer ta­ rafdan muhitimizin bu gibi ma‘kus telkınleri sinirlerimizi uyuşturdu. Onun için ileri gidemedik. Hala o ye‘s ruhla­ rımızda hükümrandır. Hiç biz Kitabullah’ı düşünmedik. O Kitabullah ki birçok ayat-ı celilesiyle ümmet-i İslamiyye’yi ye‘sden azimsizlikden tahzir ediyor. Este‘izü billah oğullarım gidiniz Yusuf’la kardeşini araştırınız sakın Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira şunu iyi biliniz ki kafirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kesmez. Demek ki bir müslüman için Allah’ın inayetin­ den merhametinden ümidi kesmek küfürdür. Sonra Sure-i Hicr’de buyuruluyor. Bu ayet-i kerime Hazret-i İbrahim’in lisanın­ dan varid olmuştur. Melekler: “Allah sana halim selim hayırlı bir oğul ihsan edecektir.” dediler. O da “Ben artık doksan yaşına geldim. Bundan sonra çocuğum olur mu?” deyince “Bizim sana verdiğimiz müjde hakdır doğrudur. Sakın bu sa‘adetin husul bulacağından ümidi kesme. Al­ lah’ın inayetinden ye‘se düşme” dediler. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim: [] “Haşa Cenab-ı Hakk’ın inayetin­ den kereminden ancak dalale düşenler ümidini kesebilir ye‘se düşebilir” buyurdular. Erbab-ı iman için ye‘se düşmek imkanı yoktur. Elha­ sıl nazar-ı İslam’da Allah’dan ümidi kesmek haramdır. Haram da değil küfürdür şirkdir. Ancak Mevla’nın mer­ hametine bel bağlayarak emr ettiği tariki tutmamak tabi‘i caiz olmaz. Allah’ın inayetini temenni için elbette o inaye­ te velev cüz’i olsun istihkak lazım. Feyyaz’da buhl yoktur. Şu kadar var ki o feyze isti‘dad şarttır. Kitabullah’da buyuruluyor. Evet bu ayet-i kerime sarahaten gösteriyor ki Allah yolunda hak yolunda mücahede edenler için tevfik hidayet mev‘uddur muhakkakdır. O halde daha ne istiyoruz? Ne için bu feyze bu inayete ka­ biliyet gösterebilmek için çalışmıyoruz? en hücra bir köşesinden karanlıklar arasından bir kandil gibi parladı. Pek az zaman içinde o kandil büyüdü be­ dir oldu. Daha büyüdü güneş oldu. Nuru bütün kainatı kapladı. Yirmi beş sene zarfında yirmi beş bin senelik bir te‘aliye mazhar oldu bu mazhariyetin sırrı sahabe-i kiram rıdvanullahi aleyhim ecma‘in hazeratının el birliğiyle ça­ lışmaları idi. İslam’dan evvel aralarında senelerce hatta asırlarca süren birçok kanlı muharebeleri intac eden ne kadar gürültüleri aşiret kavgaları varsa hepsini unutdular. Bilirsiniz ki ashab-ı kiram iki kısımdır: Ensar Muhacirin. Bu isimler Cenab-ı Hak tarafından kendilerine verilmiştir. “Ensar” esasen Medine’de bulunanlardır. “Muhacirin” evvelce Mekkeli olup da müşriklerin eza ve cefasından dolayı Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz’in arkasından Medine’ye hicret edenlerdir. Bu Ensar’ın Muhacirlere karşı yaptıkları fedakarlıkların tarih-i alemde hiçbir misli görül­ memiştir. Ensar-ı kiram Evs ile Hazrec kabilesine mensub­ dur. Bu iki kabile esasen amca çocuklarıdır. Lakin mürur-i zaman ile o Evsilik Hazrecilik mes’elesi bu iki kabileyi birbirine düşmüş yaptı. Değil akvam-ı ibtidaiyye en te­ rakkı etmiş milletlerde bile asabiyet gürültüleri en müthiş muhasemata sebebiyet verir. İşte bunların beynlerindeki muharebe yüz seneden fazla devam etti. Hatta hicretden bir sene evvel de aynı harb tazelenmişti. Bunlar şeref-i oldular. Peygamber aleyhisselama zahir oldular. İslam’ı neşir için feda-yı can etmeye başladılar. Sahabe-i kiram efendilerimizin giydikleri libaslar nere­ sinden eskirdi bilir misiniz? Omuzlarından. Çünkü daima cema‘atle kıldıkları namazda saflar adeta sabun kalıbları gibi idi. O ayrı ayrı vücudlar yek pare bir duvar kesilir­ di. Aralarından su sızmaz hava geçmezdi. Görüyorsunuz ya Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz’in safları düzeltme­ ye atıf buyurdukları ehemmiyet neden dolayı imiş. Hep cema‘at-i müslimin arasındaki vahdeti te‘min. Fakat müslümanların bu hali o zaman Medine’de bu­ lunan Yahudiler’in hiç hoşuna gitmiyordu. Hatta günün birinde şöyle bir vak‘a oldu. İhtiyar Yahudi’nin biri baktı ki Ensar-ı kiramdan birkaç genç bir arada oturmuşlar tasav­ vur edilemeyecek bir samimiyetle konuşuyorlar musaha­ be ediyorlar. Herif bunu görünce İslam’ın atisinden kendi hesabına ürktü. İçi gıcıklandı. mek kalmayacak… Bunun üzerine bir delikanlı Yahudi buldu. Dedi. O da gitti. Her iki tarafa ait şa‘irlerin vaktiyle olup biten maceraları musavver olmak üzere söylemiş olduk­ ları şi‘irleri okudu. Bunun üzerine gençlik saikasıyla her kendi kabilesinin kahramanlığını sayıp dökmeye başladı. Sözünü ortaya attı. Bunun üzerine ötekileri: Dediler. Hepsi ayaklandılar. Silahlarını alıp Medine haricindeki taşlık bir vadiye çıktılar. Muharebe başlamak üzere iken vak‘adan haberdar olan Aleyhissalatü Ves­ selam Efendimiz hemen oraya koştular. Hazret-i Peygam­ ber’i görünce her iki taraf durdu. Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz yüksekçe bir yere çıkarak: [] -Ey müslümanlar! Allah’dan korkunuz Al­ lah’dan korkunuz! Aklınızı başınıza alınız daha ben sağ mı ayaklanıyorsunuz? Bu hareketlerinizin akıbeti nereye varacağını düşünmüyor musunuz?.. Mealinde gayet mü‘essir gayet beliğ muhtasar bir hutbe irad buyurdular. Bunun üzerine her iki tarafın aklı başına geldi. Yaptıklarından nadim olarak ağlaşa ağlaşa sarmaşıp barıştılar. ki: bu ayetlerin meal-i kerimi şöyledir: celilenin hükmü kıyamete kadar bakıdir. Sebeb-i nüzulü olan vak‘a maalesef tekerrür edip duruyor. Binaenaleyh müslümanlar aralarında ayrılığı gayrılığı mucib olacak en ufak hadiselerden dargınlığı intac edecek en hafif hare­ ketlerden sözlerden kat‘iyyen çekinmelidir. Fırkacılık ko­ mitecilik… Bunlar artık susmalı. El birliğiyle bugün vatanı müdafa‘a etmeli. Asla me‘yus olmamalı. Emin olmalıyız ki canla başla çalışırsak aradaki esbab-ı tefrikayı kaldı­ racak olursak vatan-ı İslam’ı kurtarırız. İnşaallah bundan sonra alem-i İslam hakkındaki tecelli-i celal cemale inkılab edecektir. Önümüzde hamdolsun birçok beşaretler var. Bugün bütün müslümanlar uyandı. Gerek dünya gerek kendilerinin dünyadaki mevki‘lerini artık anlamaya başla­ dı. Sonra gözleri büsbütün açıldı. Müslümanlar kendi baş­ larını kurtarmaya kendi hakk-ı hayatlarını ihkak etmeye çalışmazlarsa kıyamete kadar zillet içinde meskenet için­ de kalacaklarını anladılar. Ona göre çalışmaya başladılar. Başkalarından merhamet adalet dilenmenin mürüvvet düler; asırlardan beri dalmış oldukları uykudan artık silki­ niyorlar. İnşaallah bu intibah devam edecek bütün cihan-ı asırlardan beri gaib ettiği şevketini kudretini azametini yine istirdad edecektir. Bütün aleyhimizdeki cereyanlar bi­ raz değişmiş eskisinden biraz daha iyileşmiş görünüyorsa emin olunuz ki bu inkılab hep vatanı müdafa‘a yolunda masruf olan bu mücahedelerinizle alem-i İslam’ın lehimiz­ deki galeyanları tezahürleri sayesindedir. Ey cema‘at-i müslimin! Memleketlerinizi kurtarmak için devam eden mücahedatınızda bir noktaya son derece dik­ kat etmelisiniz. Bu hareketlerin bu himmetlerin sırf müda­ fa‘a-i din ü vatan gayesine müteveccih olduğu yar ü ağyar nazarında tamamıyla anlaşılmalıdır. Fırkacılık menfa‘atçilik komitecilik gibi hislerden külliyen müberra olduğuna ya­ kındakilere uzakdakilere tamamıyla kana‘at gelmelidir. Bu kana‘ati zerre kadar sarsacak bir harekete bir söze kimse ta­ rafından meydan verilmemelidir. Hususi emeller hususi ic­ tihadlar yine hususi olarak sahiblerinin kafasında kalbinde kalmalıdır. Çünkü gaye birdir. Efrad tarafından o müşterek gayeye karşı gösterilecek ufacık bir inhiraf son derece muh­ tac olduğumuz vahdeti temelinden sarsmaya kafidir. Onun Cema‘at içinde herkesin uhdesine düşen bir vazife-i vataniyye bir fariza-i diniyye vardır ki onu ifada zerre kadar ihmal göstermek caiz değildir. Bu hususda hiçbir ferd kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünkü düşman ka­ pılarımıza kadar dayanmış onu kırıp içeri girmek harim-i namus ve şerefimizi çiğnemek istiyor. Bu namerd ta‘arru­ za karşı koymak kadın erkek çoluk çocuk genç ihtiyar… Her ferd için farz-ı ayn olduğu bir lahza hatırdan çıka­ rılmamalıdır. Bugün herkes vüs‘ünü sarf ile mükellefdir. Osmanlı saltanatını i‘la için Karesi’nin bu kahraman İs­ lam muhitinin vaktiyle ne büyük fedakarlıklar gösterdiği herkesin ma’lumudur. Rumeli’yi başdan başa feth eden hep bu toprakdan yetişen baba yiğitlerdi. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu isbat etmelisiniz. Anadolu­ yu müdafa‘a hususunda diğer vilayetlere ön ayak olmak şerefini siz ihraz ettiniz. Sa‘yiniz meşkurdur. İnşaallah bu şan ve şeref kıyamete kadar artar gider. İnşaallah vatanı­ mızın haysiyeti istiklali sa‘adeti refahı ümranı dünyalar durdukça masun ve mahfuz kalır. Darülhikmeti’l-İslamiyye A ‘zası’ndan Rasim Efendi’nin Hata-yı Azimi Garanik Kıssası Naklen ve Aklen Merduddur. Üçüncü vecih: Resul-i Ekrem Efendimiz’in Ve’nNecm Sure-i celilesini kıraati esnasında bu cümlelerin şeyatin-i ins ya‘ni kefere-i Kureyş tarafından söylenmiş ol­ ması cihetine gelince: Bu da doğru değildir. Çünkü böyle bir şey olsaydı Cenab-ı Peygamber’in derhal bu şüpheyi ederek o kelimelerin ancak ondan sudur ettiğini izhar ey­ lemesi üzerine vacib olur ve bu cihet daha ziyade nakl olunurdu. Halbuki böyle bir şey menkul değildir. Aynı za­ manda -ruvvat-ı Garanik’in dedikleri vechile- Peygamber ‘itab-ı İlahi’ye de kesb-i istihkak etmezdi. Demek ki kıssa­ nın bu şekilde vuku‘u da sahih değildir. Dördüncü Vecih: Şimdi bir cihet kalıyor ki: O da bu kelimelerin Resul-i Ekrem’den sudur etmiş olmasıdır. Haz­ ret-i Peygamber’in bu kelimeleri -haşa- söylemiş olması ancak üç suretle olabilir. - Sehven söylemiş olması; - Kasdi olarak söylemesi; - İhtiyari olarak söylemesi. ayetleri Hazret-i Peygamber’in bu kelimatı kasri ya‘ni şeytanın dan bu da fasiddir. Evvela Resulullah hakkında şeytan böyle bir kudreti haiz olsaydı bize karşı daha büyük bir ik­ tidarı haiz ve bu suretle nası dinden çıkarır ve söylediğimiz şeylerin ekserisi şeyatinin icbarıyla olduğunu tecviz etmek lazım gelirdi. Halbuki mü’minler hakkında bile şeytanın böyle bir iktidarı haiz olmadığını yine Kur’an haber ve­ riyor. Saniyen şeytan böyle bir icbara muktedir olsaydı vahyden eman mürtefi‘ olurdu. Çünkü bu ihtimal diğer yerlerde de bakıdir. Salisen şeytandan hikaye tarikiyle varid olan şu kavl-i anlaşılıyor: bu ayet-i kerimeler Cenab-ı Hakk’ın ediyor. Acaba Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi vesellemin seyyidü’l-muhlisin olduğunda şek mi var?... Binaenaleyh vak‘anın bu suretle cereyan etmiş olması da sarahat-i Kur’aniyyeye muhalif olduğundan [böyle] bir şeyi kabul etmek küfr-i sarihdir. Resul-i Ekrem’in Bu Kelimatı Bilerek Kasden Söylemiş Olmasının Butlanı: Şimdi bir de Resul-i Ek­ rem’in bu kelimatı bi’l-ihtiyar tekellüm etmiş olması ciheti­ ni tedkık edelim. Bu cihete kail olanlardan bazılarına göre bu ibareler hadd-i zatında batıl olduğu halde şeytan Ceb­ rail suretinde gelerek bunları ilka ediyor -haşa- Peygam­ ber’e vahy ediyor; Peygamber de bunları kıraet ediyor; Müşrikin bunu işitince ta‘accüb ediyorlar. Bilahare Cebrail gelerek sureyi Resul-i Ekrem’e arz ediyor; Resul-i Ekrem sureyi başdan okuyarak bu kelimeleri de beraber okuyor. Bu kelimelere gelince Cebrail: diyor. Bunun üzerine Pey­ gamber “Bana senin suretinde biri gelerek bu cümleleri lisanım üzerine ilka eyledi.” buyuruyor. Dikkat edilsin! Bu hezeyanlar da İbn-i Abbas’dan Ata’nın tarikiyle mervidir. Bilmem ki bu hezeyan ve küfürleri İbn-i Abbas’a yakıştıra­ cak bir mü’min tasavvur olunur mu? Bazı cehelenin kavline göre de Resul-i Ekrem kavmi­ nin iman etmesine pek ziyade haris olduğu cihetle bu kelimeleri kendi nefsinden uydurmuş ya‘ni “Allah böyle söylüyor” diyerek Cenab-ı Hakk’a -haşa- iftira etmiş ve sonra yine vaz geçmiş!!! Şüphe yok ki bu sözler kat‘iyyen hiçbir müslümanın meyil ve rağbet edemeyeceği hezeyandır. Nerede kaldı ki İbn-i Abbas’dan sudur [] etsin! Çünkü birinci cihet Peygamber’in melek-i ma‘sum ile şeytan-ı habis beynini temyiz edememesini ikincisi de vahyde hain ve müfteri ala’llah olmasını iktiza eder ki bunların her ikisi de huruc ani’d-dindir. Bir müslümanın Peygamberi hakkında bu gibi rezileye cür’et etmesi şayan-ı afv olmayacak derece azim bir günahdır. hakkındaki vücuh-ı mezkure-i Buraya kadar verilen tafsilatın hepsi “temenna”nın tilavetle tefsir edilmesi nazar-ı dikkate alındığına göredir. Eğer bu suretle tefsir edilmeyip de “hatır ve temenni-i kalb” ile tefsir edilecek olursa kıssa-i merviyye ile hemen hiç de ta‘alluku kalmıyor demektir. Peygamber’in temen­ nisi zamanında şeytanın temennisine müşabih bir şey ilka etmiş olmasının butlanı da anlaşıldığı cihetle bunu ayrıca Ebu Mansur Maturidi’nin Fikri: Şimdi bir de sa­ hib-i mezhebimiz olan Ebu Mansur Maturidi hazretlerini dinleyelim; Müşarun-ileyh bu mes’eleden bahs ederken şu tarzda hasbihalde bulunuyor: “Şeytan bu cümleleri haşa Peygamber’e değil şimdi bu zındık heriflere söyle­ tiyor Hakıkı terbiye-i diniyye görmeyen ezhan-ı ma‘su­ meyi şüpheye düşürüyor. Risalet-penah Efendimiz bu ka­ bil rivayatdan beri ve münezzehdir.” Müfessirin-i ‘İzamdan Alusi Merhumun Bu Mes’ele Hakkındaki Mütala‘ası: Alusi merhum bu mes’eleye dair uzun uzadıya beyan-ı mütala‘atdan ve rivayat-ı musanna‘aya rabt-ı kalb eyleyenlere ca be-ca siham-ı ta‘riz havale eyledikden sonra diyor ki: Bugün sıhah elimizdedir. Hangisinde böyle bir rivayete tesadüf ediyoruz!...” Sıddık Han’ın Mütala‘ası: Müfessirin-i vasılinden Sıddık Han merhum da şöyle diyor: Bu rivayetlerin hiç biri te‘eyyüd etmemiş ve hiçbir suretle de isbat edileme­ miştir. Ma‘amafih muhakkıkın şu adem-i sübutu ve daha doğrusu butlanı nazar-ı i‘tibare almaksızın müdafa‘at-ı akliyye ve nakliyyede bulunmuşlardır. Akli ve nakli pek çok edille serd ettikden sonra devam ile “Biz Peygam­ ber Efendimizden isnad-ı muttasıl ile rivayet edilmiş bu mevzu‘da bir hadis bilmiyoruz” diyor. Beyhaki rivayat-ı meşruha ravilerinin kaffeten mat‘un zevatdan bulunduğu­ nu söylüyor. İmar Razi böyle batıl ve mezvu‘ bir hikayeyi söylemek bile caiz değildir! mütala‘asında bulunuyor. Hulasa bu rivayetleri te‘yid edecek akli ve ne nakli bir delil bulunmadığı gibi re’yine i‘timad olunan muhakkıkı­ nin kaffesi bu rivayetlerin aleyhinde bulunuyorlar. Esasen kurtulmadıkları cihetle isbat-ı müdde‘aya da değer görül­ müyor. Sikadan olarak rivayet etmiş bize bir zat göstersin­ ler! Tedkıke müstenid tefsirlerin hangisini bu fikre muzahir görüyorlar? Bunu kitablarına kabul edenler her işittiklerini yazmak hevesinde bulunan bir takım müfessir ve müver­ rihlerdir. Rivayetlerdeki ızdırabı senedlerdeki ınkıt‘aı el­ fazdaki ihtilafı kim inkar edebilir. Bu derece za‘fı bulunan bir rivayet nasıl medar-ı muhakeme olur? İbn-i Abbas’ın tefsirindeki senedde Kelbi’nin dahi ismine musadif oluyo­ ruz. Bu zatın za‘fı ise cümleye ma‘lumdur. Daima mevzu‘ hadislerin ravileri miyanında bu isme tesadüf olunur!... birini vech-i sahih ile müsned bir halde bulmadım. Tesa­ düf ettiğim rivayetlerin kaffesi mürsel bulunuyordu” [] Nisaburi de kıssa hakkında pek çok izahat ver­ mekle beraber rivayatın adem-i sıhhati fikrindedir. Suyuti Dürr-i Mensur’unda rivayetleri aynen alıyor fa­ kat hiç biri sened-i sahih ile muttasıl görülmüyor. kavl-i İlahisiyle de Müfessirinden Ebi’l-Berekat Abdullah bin Ah­ med bin Mahmud En-Nesefi Hazretleri de: ayet-i kerimeleriyle bi’l-istidlal ne sehven ne kasden ne de şeytanın sulta ve tahakkümü ile Resul-i Ekrem Efendimiz’den bu gibi kelimatın kat‘iyyen sudur etmeyeceğini ve böyle bir şeyin vuku‘una kail ol­ mak küfr-i sarih olduğunu söylüyor. Tefsir-i Hazin sahibi kıssayı uzun uzadıya cerh ve red ediyor. Müte‘ahhirin-i müfessirinden Hatib Şerbini hazretleri de rivayat-ı musanna‘ayı zikr ettikden sonra Fahrüddin Razi’nin cevablarını hulasa ediyor. Ve İbn-i Hacer kıssa­ nın sıhhati için beyhude yere itnab-ı makal etmiş ise de “Kalbe itmi’nan verecek derece kuvveti haiz olan ancak kıssanın mevzu‘ olması hakkındaki tafsilatdır” diyor… Şeyhü’l-ekber Muhyiddin ibn-i Arabi Hazretleri de: “ Nass-ı Kur’anisiyle ihticacen esasen şeytanda bize karşı bir istita‘at-ı tasallut yoktur; Ne­ rede kaldı ki “vahye” karşı böyle bir istita‘at olsun” diyor. Darülhikmeti’l-İslamiyye a‘za-yı muktediresinden üstad-ı muhterem müdekkık-i şehir İzmirli İsmail Hakkı Beyefendi hazretleri Siyer-i Celile-i Nebeviyye’lerinin . sahifesinde: Kıssa-i Garanik kizb-i müfteradır batıldır. Sa­ hibü’l-Megazi ibn-i İshak kıssa-i Garanik’ın mevzu‘at-ı ze­ nadıkadan olduğuna kaildir” diyorlar. Üstad-ı muhterem diğer bir yerde de şu suretle beyan-ı mütala‘a ediyorlar: Garanik Kıssası vaki‘ değildir. Muhakkikın müver­ rihin ve muhaddisin bu kıssanın mahz-ı kizb ve mevzu‘ olduğuna ittifak etmişlerdir. Bu babda emr-i vaki‘ şudur: Fahr-i Alem Efendimiz mahzar-ı mü’minin ve müşrikinde Sure-i Necm’i kıraat buyurmuşlar ve kendileriyle beraber mü’minin ve müşrikin secde etmişlerdir. Esna-i kıraetle­ rinde Garanik lafzını asla tekellüm buyurmamışlardır. Zaten Sure-i celilede mezkur olan nazm-ı celili Garanik kıssasını kat‘i suretde tekzib eder. Çünkü Garanik sözü zikr olunmuş oluyor. O dakika­ da müşrikin taraflarından bir surede hem medh-i alihe ve hem zemm-i alihe ictima‘ ediyor diyerek i‘tirazatda bulu­ nacaklar idi halbuki böyle bir i‘tiraz asla mervi değildir. Müşrikinin secdelerine gelince: Onların secdeleri kıssanın sıhhatine delalet etmez. Fahr-i Alem Efendimiz halikı bulunan Allahu Zülcelal Hazretlerine ta‘zimen secde ettiği gibi müşrikin de kendi ma‘budlarına ta‘zimen sec­ de etmişlerdir. Secdeleri sözünün kıraatine mebni değil belki ayet-i kerimesiyle zikr ve beyan olunan ma‘budlarına ta‘zimen vaki‘ olmuştur…” Üstad-ı muhteremin şu ifadeleri hakıkaten müdekkık ve hakim bir İslam mütefekkirine İslam Akademisi a‘zala­ rına yakışacak bir surettedir. behatı kal‘ edip atıyor. Çünkü mervi olan kıssa-i ma‘hu­ dede vaki‘ olan bir şey varsa o da mü’minin ve müş­ rikinin hep birden secde etmiş olmalarıdır. Başka ciheti hep uydurmadır. Bunun vechinde üstad-ı muhteremin ya müşrikinin secde etmiş olmasından Cenab-ı Peygam­ ber’in ’yı söylemesi ne­ den lazım gelsin? En büyük ma‘budları olan Lat Uzza Menat zikr edildikten sonra secde-i müşrikin için başka se­ beb aramaya hacet var mı?.. Başka bir sebeb daha olabilir ki: O da sure-i celilenin fesahat ve belağatıdır. Hulasa Garanik Kıssası’nın zındıklar tarafından uydu­ rulmuş bir yalan olduğu hem naklen hem de aklen sabit­ tir. Buraya kadar vermiş olduğum tafsilat ve izahat bu cihetde şüphe bırakmamış olduğu cihetle bundan sonra efkar-ı ma‘hude kabul edilmedikçe tevfiki mümkün değil gibi görülen ayet-i kerimelerin ma‘nasını izah edeceğiz... Aksekili Ahmed Hamdi HİNDİSTAN VALI-İ UMUMISİNİN BİR NUTKU MUKADDERAT-I HİLAFET HAKKINDA HIRİSTİYAN ALEMİNİ BASIRETE DA ‘VET Daily Telegraph gazetesi Türkiye mes’elesine hasr ey­ lediği bir makalede ahali-i müslimenin amal ve hissiyatı­ nın nazar-ı dikkate alınması icab ettiğini söylemekde ve şu suretle beyan-ı mütala‘a eylemektedir: “Türkiye’nin yaşayan bir millet olmak hasebiyle hıris­ tiyan memleketlere bahş olunan hukuka müstehık oldu­ ğunu nazar-ı i‘tibare almamak bir basiretsizlik olacaktır. Boğazlar’ın mürakabesi hall olunmuş bir mes’eledir. Buna rücu‘ etmek bir faide te‘min etmez. Yalnız İstanbul mes’e­ lesinde Türklerin bu şehrin asırlardan beri hakimi oldu­ ğu unutulmamalıdır. Bütün tedabirin adalet ve basiret esasatına ibtina eylemesi şayan-ı temennidir.” AĞA HAN HAZRETLERİNİN BEYANAT-I MÜHİMMESİ Hindistan ekabir-i ricalinden Ağa Han hazretlerinin Pa­ ris’de intişar etmekde olan Enformation gazetesine vuku‘ bulan beyanatının hulasasıdır: Sonra Türkler Avrupa irfanından uzağa Asya’ya atılmak­ la mevhum bir tehlikeyi def‘ etmek isterken hakıkı bir tehlike­ ye düşülecektir ki bu tehlike bir milleti hissiyat-ı kindaranesini daima alevleyecek bir vaz‘iyete sokmakdan ibaretdir. Filhakıka Hindlilerin Fransız ve İngilizlerle beraber Fransa’da hudud-ı medeniyyet üzerinde harb edecekleri­ ni bundan on sene evvel kim tahmin edebilirdi? Dünya fa‘aliyet-i beşeriyyenin azameti yanında çok küçüktür. Fakat milletlerin arasındaki rabıta muhabbet-i kalbiyyeden ibaretdir ve bu tesanüd-i umumiyi ancak müttefikler uğrunda harb etmiş oldukları prensipler ve bil­ hassa milliyetler prensibi te‘min ve idame edebilir.” HİLAFET-İ İSLAMİYYE VE HİND MÜSLÜMANLARI Delhi’den Morning Post gazetesine yazılıyor: Müslüman ve Hindu bir hey’et-i murahhasa Hindistan vali-i umumisine Hilafet mes’elesi hakkında bir muhtıra takdim etmiştir. Bunda müslim ve gayr-i müslim Hindliler­ ce kabul edilemeyecek olan bir suret-i hallin ne sulhü ne adaleti te‘min edemeyeceği beyan olunuyor ve deniliyor ki: Bir müslüman neticesi ne kadar çetin olursa olsun an­ cak ahkam-ı şer‘iyyeye bila [] kayd ü şart-ı mutava‘at sayesinde selamete vasıl olmaya bakar. Alt tarafı sansür tarafından tayy olunmuştur. HIND MÜSLÜMANLARININ MÜHIM BIR MUHTIRASI Kalküta Kanunisani – Kanunisani’de sahib-i nüfuz Hind müslümanlarından mürekkeb bir hey’et-i meb‘usa İngiltere’nin Hindistan vali-i umumisine Hilafet mes’elesine dair bir muhtıra vermiş ve Türkiye mes’elesi hakkında hissiyat-ı İslamiyye nazar-ı i‘tibare alınmaksızın tasavvur edilmekde olan suret-i tesviyyeye karşı adem-i kabul ve tasvibini izhar etmiştir. ve mahall-i mukaddese Türkiye’nin taht-ı teftişinde kalmalıdır. ve Saltanat yekdiğerinden ayrılamaz. Türk hakimiyetinde ibka edilmelidir. Londra’da münteşir Muslim Outlook gazetesinin “İs­ lam ve Bolşevizm” sernamesi altında neşrettiği makalenin mühim nukatını ber-vech-i zir iktibas eyliyoruz: Londra matbu‘atı ekseriyetle Bolşevizm ile İslamiyet arasında bir ittifak husulünün büyük Britinya’nın menafi‘i nokta-i nazarından mühim bir tehlike olduğunu zikr eylemiş bu tehlikenin esbabını tedkık etmemiş gibi görünüyor. Zira Bolşevizm ictima‘iyat ve siyasiyatına en ziyade muhasım olan gazetelerin Türkiye İmparatorluğu’nun hakır bir mev­ ki‘e sukutunu ve hatta mahvıni iltizamkarane müdafa‘a eyledikleri görülmektedir. Türkiye’nin sukutu İslamiyet’in şebeke-i siyasiyye ve ictima‘iyyesinin ınkırazına mu‘adildir. de ma‘zur oldukları gibi büyük Britanya zimamdaran-ı hükumetinin Aristokrasilerini de tervic edemezler. Zira bir zamanlar gayet kat‘i ve resmi ifadeler ile İngiltere siyaseti­ nin Türkiye Asya-yı Suğra’dan ve Trakya’dan ve ez cüm­ le hükumet-i Osmaniye’nin makarrı olan İstanbul’dan mahrum etmeye ma‘tuf olmadığını beyan eylemiş olan zimamdaran ahiren Yunanlıların İzmir’i işgal etmeleri hük­ münü vererek binler ve binlerce ma‘sum İslam’ın Yunani­ ler tarafından katl edilmesine sebebiyet vermişlerdir. Alem-i İslam’da ale’l-umum hakim olan efkara na­ zaran Lenin Komünizmi olsun İngiliz Aristokrasisi olsun artık aynı derekeye sukut etmişlerdir. Şarkda bugün fısıl­ danan mütala‘ayı işitmek ister misiniz? Orada deniliyor ki: “İngilizler artık o eski centilmenler değildir.” Büyük Britanya reis-i vükelasının Kanunisani tarihinde irad etmiş olduğu nutukda sarahaten çizdiği hututa rağmen hal-i hazırda Türkiye’nin inkısamı cihete tevessül edecek alem-i İslamiyyet’de İslam’ın hey’et-i umumiyyesine müthiş bir darbe indirmek demek olaca­ ğından İngiltere’nin bir sadakatsizliği gibi telakkı edilecek­ tir. Şark ahvaline tamamen vakıf olanlar ancak böyle bir zehabın İslam alemi üzerinde icra edeceği te‘sirin ehem­ miyetini takdir edebilirler. ’U EMIRÜ’L-MÜ‘MİNINDEN ALMANIN AKIBETİ Kanunisani tarihli L’ava Nasyonal: Sada-yı Milli gazetesinin Türkler ve Fransa ünvanlı baş makalesinden: “İstanbul’u Emirü’l-mü’minin’den almak Bolşevik pro­ pagandacılarına müthiş bir silah tevdi‘ etmek olurdu. Bu hatayı irtikab etmeyelim.” mukadderatı hakkında şu telgraf keşide edilmiştir: “Önümüzdeki altı-yedi hafta zarfında Türkiye’nin mu­ kadderatına dair kat‘i bir karar ittihazına intizar edilemezse de bu mes’ele Paris mehafilinde derin te‘sir uyandırmıştır. neral Denikin’in ric‘atinden İstanbul’un akıbeti hakkında zan olunduğundan daha müsa‘id bir karar istihsaline im­ kan olacağı neticesi istihrac ediliyor ve bu ric‘ate hüsn-i nazarla bakılmaktadır. Zira umumiyetle zannedildiğine göre Cenubi Rusya’nın vaz‘iyeti tevazzuh eyleyinceye kadar Düvel-i İ’tilafiyye meclis-i alisince halli lazım gelen Türk mu‘adelesinin neticesi mechul kalacaktır.” PARİS’DE BİR MÜESSESE-İ İSLAMİYYE Paris Şubat- Fransa Hükumeti Paris’de bir müesse­ se-i İslamiyye inşası için bir cemiyet-i İslamiyye’ye yarım milyon Frank teberru‘da bulunulması hakkındaki layiha-i kanuniyyeyi meclis-i meb‘usana tevdi‘ etmiştir. Layihanın mukaddimesinde Fransa’yı ziyaret eden müslümanların mikdarı her gün tezayüd ettiğinden bahs edilmektedir. Mezkur müessese bir kütübhaneyi bir konferans salonu­ nu ve bir cami‘i ihtiva edecektir. Fransa bu suretle teber­ ru‘da bulunmakla İslam teb‘asına karşı hissiyat-ı muhale­ satkaranesini izhar etmiştir. Rüfeka-yı mesa‘imle beraber mes’uliyet-i hükumeti der‘uhde ettiğim zaman memleketin ne halde bulunduğu cümlenizin ma‘lumudur. O esnada hükumet intihabata hemen mübaşeretle Meclis-i Meb‘usan’ın müsara‘aten te‘min-i ictima‘ı ve hükumet-i merkeziyye ile Anadolu arasında peyda olup inkıta‘-ı muhaberat derecesine va­ ran beynunetin izalesi gibi vezaif-i mühimme karşısında bulunuyordu. Bu vezaifin ifasına sarf-ı ikdamat olunarak merkezle Anadolu’nun müraselat ve muhaberatı iade edildiği gibi lehü’l-hamd ve’l-minne Meclis-i alinizin bu­ rada ictima‘ı dahi müyesser olmuştur. Bundan böyle ira­ de-i milliyyenin Meclis-i alinizde tecellisi hasebiyle artık kava‘id-i meşrutiyyete tamamen tevfik-ı harekete hiçbir mani‘ tasavvur olunamaz. Taraf-ı hükumetden evvelce neşr olunan beyannamede teşrih edilen makasıd ki siyasi zümrelere karşı bi-taraflıkdan ayrılmamak kavanin-i mev­ cude ahkamına tamamıyla ri‘ayetkar olarak bila-tefrik-ı cins ü mezheb herkesin kanunen mahfuz olan hukuku­ nu masun tutmak sükun ve asayişi halelden vikayeye ve etrafında bütün hissiyat ve temayülat-ı milliyyeyi cem‘ edebilmek in‘ikadına muntazır olduğumuz musalahanın şeraitini tanzim edecek olan Meclis’de saltanat ve millet ve hükumet yek dil ve yek cihet olarak temsil edilmekdir: İşte efendiler düstur-ı a‘mal ittihaz olunan şu makasıda daima sadık kalınmıştır. Bunca müşkilat içinde mesa‘i-i vakı‘a­ dan tahsil eden muvaffakiyetin derecesini takdir-i alilerine havale ederim. aleyh bir hakıkatdir. Bir asra karib bir müddetden beri zaman zaman devletçe tasavvur olunan ıslahatın tama­ men tatbiki ve semeratının hakkıyla iktitafı müyesser olamamıştır. Bunun dahili ve harici ilel ve esbab-ı adi­ desi vardır. Bu cihetle hükumetçe tarz-ı tatbik ve teves­ sülü değiştirmek ve bu babda kava‘id ve esasat-ı cedi­ de vaz‘ olunmak mecburi görülmüştür. İdare-i vilayetde vasi‘ mikyasda tevsi‘-i me’zuniyyet usulü ihtiyar olunmak ve bu usul icabınca mecalis-i umumiyyenin salahiyetini tevsi‘ ve hidemat-ı mahalliyyeyi uhdesine ihale ve tevdi‘ eylemek nevahi teşkilatını bir an akdem mevki‘-i icraya vaz‘ ile idarenin en küçük kısmı olan nahiyeyi memalik-i mütemeddinede mer‘i usullere tevfikan bir cüz’-i tam şek­ line koyarak ona göre icabat-ı hukukıyye ve idariyyesini ta‘yin etmek ekalliyetlerin hukukunu te‘minen mecalis-i umumiyye ve belediyyede temsil-i nisbi ka‘idesine teves­ sül olunmak kavanin ve nizamat ne kadar mükemmel olursa olsun tamamıyla ve hakkıyla tatbik olunmadıkça semerat-ı me‘mule ve muntazaraya dest-res olunamaya­ cağı tahakkuk etmiş bir keyfiyet olmakla umur-ı adliyye ve maliyye ve nafi‘a ve inzibatiyyede ve hatta idare-i mül­ kiyyede kavaninin tamamen tatbikını teftiş ve te‘min ey­ lemek üzere ecnebi erbab-ı vukufuna müraca‘atla onlara emr-i teftişde salahiyet-i kafiyye vermek işte kasd ettiği­ miz ıslahatın esasları bunlardır. Bu esasatın tatbik ve icrası tekarrür ettiği takdirde lazım gelen levayih-i kanuniyyenin Meclis-i alinize takdimi tabi‘idir. Umur-ı hariciyyeye gelince tarafımızdan ve Düvel-i Mü’telife tarafından imza olunan mütareke mukavelena­ mesi ahkamı her tarafça lazımü’r-ri‘aye bir vesika-i beynel­ milel olduğundan ahkam-ı mündericesinden inhiraf edil­ memek hükumet-i seniyyece mütehattim görülmekte ve fakat eyyam-ı mütarekenin temadisinden mütevellid ka­ rarsızlık dahil-i memleketde tereddüdatı tezyid ile sükun-i kalbin ve hal-i tabi‘inin avdetine mani‘ olmaktadır. İzmir ve havalisinin Yunanlılar tarafından işgal-i nagehanisi mi­ sillü hadisat-ı elimenin aksü’l-amelleri memleketi serapa tehyic ve ‘uruk-ı hamiyyeti tahrik etmekde gecikmemiştir. Bu hal-i galeyan ve tezebzübe hitam verecek ancak sulh-i kat‘idir. Da‘vet olunacağımız konferans huzurunda Wil­ son Prensipleri dairesinde hukuk-ı sariha ve meşru‘amızın muhafazasına bezl-i makderet-i tamme kılınacaktır. Ümid ederiz ki kava‘id-i ma‘delet hakkımızda payimal edilme­ yerek amal-i milliyyemiz husul bulur. Senelerden beri mevcud olan muzayaka-i maliyye esbab-ı muhtelifeden naşi mütarekenin bidayetinden i‘ti­ baren her vaktinden müşkil bir devreye girmiş ve ma‘a haza sulh akdiyle mesail-i maliyyenin suret-i halli ta‘yin ve devamlı bir hal te’essüs edinceye kadar her türlü müş­ kilata rağmen masarıf-ı zaruriyye-i devletin devam-ı tes­ viyyesi ahkamının istihsali elzem bulunmuştur. Binaenaleyh bir tarafdan tasarrufa ve gayr-i müsmir masarıfın mümkün mertebe tahfifine i‘tina olunmakla bera­ ber diğer tarafdan vaktin tahammül ve müsa‘adesi derece­ sinde tezyid-i varidat çaresine de tevessül edilmek zaruridir. Vaz‘iyetimizin vehameti ma‘ruz olduğumuz müş­ kilat kesretli ve sizlerin ve bizim vezaifimizin sıkleti muh­ tac-ı ta‘rif değildir. Ancak azim ve basiretin ‘usrü yüsre tahvil edeceğine kana‘at-i tammemiz vardır. Adale­ tin la-yetegayyer kavaninine istinad ettikçe tevfikat-ı Evkaf-ı İslamiyye Matbaası Eşref Edib ESRAR-I KUR’AN Başmuharrir Abdülaziz Çaviş – İSLAM SOSYALİZMİNİN ESASI Yani ebna-yı Adem bir mevcudiyetin a‘zasıdır. Çünkü ‘ UK B-NAME ” Bir memleketin büyük dağında Bir gün koca bir ukab uçardı; Guya ki cihan cihan kaçardı Afak o şahın uğrağında. Yükseldi bütün cibali geçti Yükseldi sehaibin içinden Yükseldi güneş kadar… Uçarken Guya ki per-i hayali geçti! Artık durarak zemine baktı Bir nahvet-i kafirane duydu: Zannetti ona kader de uydu Kibr ü azamet yüzünden aktı! Kalben dedi kim: Nedir şu alem? Bir zerre huzur-ı şevketimde Gökler bile zir-i satvetimde Titrer şu cihan zemine insem. Bir nazrama asuman açılmış: Seyyarat u sevabitin ben Esrarına vakıfım ezelden; Toprak hele payıma saçılmış. Dünyada gezen hakır bir mur Meşhudum olur nigah edersem! Ya sayd u şikar için gidersem Pençemde kalır siba‘-ı makhur! Ummanlara saye-riz-i heybet Bir ucbe sehab-ı zi-hayatım; Saytımla dolar mükevvenatım Savtımdan uçar ruud-ı şiddet! Ben hasılı şah-ı bi-nazirim… Alem bana secde etse şayan Ulviyyet-i hilkatim nümayan: Eb‘ad-ı feza benim esirim!! Bir çok daha böyle yave-guya Olmakta iken ‘ikab-ı Yezdan; Seyr eyle nasıl olup huruşan Gurrende ukabı etti ifna. Yüksek dağa bir güzide sayyad Çıkmıştı; görünce saydı derhal; “Ya Hak!” dedi bir ok attı zi-bal Mağrur ‘ukabı etti berbad! Göğsünden alıp da cürha-i can Sür‘atle yuvarlanıp inerken Bilmem bize böyle hamle kimden Geldi? dedi lakin oldu taban. Göğsündeki tir-perbu layık Layık dedi bizlere bu halet: Göğsümde durur cenah-ı zillet Bizden bize geldi her fenalık! “Biz bir nice bir ‘ukab gördük Düşmüş yere cismi parelenmiş Bir ok yarasıyla yarelenmiş Piçide-i inkılab gördük!” “Farz eyle ki bir ‘ukab-ı satvet En zirvesine çıkıp bu arzın Her noktasına şu tul ü arzın Vermiş kanadıyla zıll-i dehşet;” “Maşrık o zılal ile kararmış... Bir pençesine bu mülkü almış Bir pençe zemin-i Hind’e salmış Mağrib o hayal ile kararmış;” “Bakı mi kalır aceb o heykel? Zahir mi değildir intifahı? Her müntefihin de infisahı? Kim vardı bu yerde ondan evvel?” Fir‘avn ne oldu nerde Nemrud Kisra nerede; bina-yı Şeddad Hak olmadı mı? Cihanı berbad Etmek dileyen kalır mı mevcud? “Şeytan gibi var mı başka mel‘un? Vardır: Biri de onun Hülagu! Maşrıkta misal o kanlı cadu Mağribde nümune engizisyon?” “Hepsinde birer ‘ukab vardır Bayraklarına olunsa dikkat; Zulm eyleyemez hukuka hizmet. Yerden göğe bir hitab vardır!” Evreng-i şehametinde mağrur Bin şah mezara munkalibdir Bin zelzele gönderir de Kahir Bir zulmü eder sukuta mecbur. Hep kanlı alev saçan şevahik Bir gün çöküyor zemine mutlak Bir gün ediyor tecelli-i Hak Zulm efserine gurubu lahık! “Yerlerde süründürür ukabı... Dünyalara sığmamışken evvel Her cüz’ü olur hevama me’kel Hakk’ın ne şediddir ‘ikabı.” “Bir gün yıkılıp düşünce na-gah Taştansa kırarlar etse yerler “Harb alihesi geberdi!” derler! Bizler ne deriz ya? “Allah Allah!!” Namık Kemal – Ali Kemal – FERAİZ-İ DINİYYEDE ESASAT-I ayet-i kerimesine telmihdir. [Enfal /] Müslümanların selamı bile esasat-ı ictima‘iyyeye mübtenidir. Birkaç müslüman bir yerde oturuyorken diğer bir müslüman gelirse cümlesine “Es-selamu aleyküm” der ve oturanların içinden biri cümlesinin namına “Ve aleykümü’s-selam” cevabını verir. Asrımızın bir çok sosyalistleri kardeşlerini müskiratın “kızıl derya”sına batmaktan kurtarmak için ellerinden gelen her teşebbüsde bulunuyorlar. Peygamberimiz Efendimiz bunu da yaptı. Dedi ki: “Hamrı içmeyiniz; çünkü o bütün habaisin anasıdır!” Kur’an-ı Kerim ise bu sadedde şu sözleri söylüyor: – ŞEFKAT-İ İSLAMİYYE Hazret-i Muhammed ictima‘i esaslar üzerine şefkati teşvik buyurdu. Gibbon der ki: “Müslümanların şefkati hayvanata kadar şamildir. Kur’an mükerreren kat‘i ve vacibü’l-ifa bir vazife olmak üzere ebna-yı sebil ile ashab-ı zarurete mu‘aveneti emr eyler. Hazret-i Muhammed ihtimal ki vazife-i şefkati kemal-i dikkatle ta‘rif eden yegane şari‘dir.” Kur’an-ı Kerim; “Riba ile çoğaltmak istediğiniz emvali Cenab-ı Hak çoğaltmaz. Fakat rıza-yı bari için vereceğiniz sadakaları Cenab-ı Hak taz‘if eder.” buyurmaktadır. Diğer bir ayet-i kerime; “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe hayra nail olamazsınız.” mealindedir. Bunun gibi daha bir çok ayet-i kerime vardır. Resulullah Efendimiz ise; “Bütün halk Allah’ın iyalidir. Allah’ın mahlukatına en ziyade iyilik eden nezd-i ilahide en ziyade makbul olandır.” buyuruyorlar. Resulullah; “Nezd-i ilahide en ziyade makbul olan kimdir?” sualine cevaben; “Nezd-i ilahide en ziyade makbul olan mahlukatına en ziyade iyilik edendir.” dediler. Yine hadis-i Nebevide; “İster muvaffak olsun ister olmasın kardeşinin çalışanların günahlarını Cenab-ı Hak afv buyurur.” “Şefkat her müslüman için bir vecibedir. Bu vecibeyi ifaya kudreti olmayanlar bir fi‘l-i hayırda bulunsunlar yahud bir günahdan ictinab etsinler.” diye buyurulmaktadır. Yine Resulullah Efendimiz; “Sadaka vermek her müslümana vacibdir.” buyurmuşlar. Ashab-ı kiram; “Fakat verecek bir şey yok ise?” deyince; “Verecek bir şey yok ise elleriyle çalışsın bir şey kazansın müstefid olsun ve artanını versin.” mealinde cevab vermişler. Bunun üzerine ashab; “Çalışmaya ve binaen-aleyh hem müstefid olmaya hem sadaka vermeye muktedir değilse ne yapar?” demişler. Resulullah Efendimiz; “O halde mazlum ve muhtac olanlara yardım eder.” cevabını vermişler. Bu sefer ashab; “Ya mazlumlara mu‘avenet edemezse?” fikrini der-miyan edince Resulullah Efendimiz; “O halde herkesi iyiliğe teşvik etsin edemezse herkese fenalık yapmaktan sakınsın. Çünkü bu da sadaka vermek ve şefkat ibraz etmek gibidir.” demişler. Diğer ehadis-i şerifede Peygamberimiz bir müslüman bir ağaç [ ] diker veya bir tarlayı eker de bunlardan bir insan bir kuş veya bir hayvan yerse bunların hepsi onun defter-i hasenatına kayd olunur.” “Bir kardeşinin yüzüne gülmek şefkattir.” “Nev‘-i beşeri me’sir-i faziletperveraneye teşvik etmek şefkattir. Muharrematı men‘ etmek şefkattir. İnsanlara yol göstermek şefkattir. A‘maya mu‘avenet etmek şefkattir.” buyururlar. Peygamberimiz’e; “Müslümanlık nedir?” diye sormuşlar. “Sözün temizliğiyle şefkattir.” buyurmuşlar. Kur’an fenalıkların iyilikle def‘ u izalesini tavsiye etmektedir. Müslümanlık’ta şefkatin üç gayeyi fakat ictima‘i bir zemin üzere istihdaf ettiği görünmektedir: Birincisi: Feda-yı nefs ve ruhunu ibda‘ ile insanları menafi‘-ı ferdiyyeden ziyade menafi‘-ı müşterekeye hadim kılmak. “Kendin aç kal fakat başkalarını aç bırakma!” düsturu bu gayenin esas olduğu anlaşılıyor. Üçüncüsü: Fakrı bir cinayet değil bir fazilet tanımak. Fahr-i Kainat Efendimiz; buyurdukları gibi; “Ya Rabbi; beni fakır olarak yaşat fakır olarak öleyim ve fukara ile haşr olayım!” diye dua etmişlerdir. Profesör Vambery Budapeşte’de bu satırların muharririne diyar-ı İslamiyyede senelerce beş parasız gezdiğini ve ahali-i İslamiyyenin ona her türlü ikram ve hürmette bulunduğunu başka bir yerde buna kat‘iyyen rast gelemeyeceğini beyan eylemiştir. Eski Arab hey’et-i Sosyalizm’e hazırlamak için son nokta pek lazım idi. Çünkü Arablar ahsab ve ensab ile ve tevarüs ettikleri her şeyle ziyadesiyle iftihar ederlerdi. Fakat bu nokta bugün bilhassa asri Avrupa’daki mağrur ve müteazzım lordlarla milyonerlerin tahakkümünü kırmak için eskisinden daha ziyade lazımdır! ŞARK TEHLİKESİ KARŞISINDA an gazetesi söylüyor: “İ’tilaf Devletleri Şark’ta harbi kazanmak için Türklere karşı Arablara istinad ettiler. Bunda hakları vardı. İ’tilaf hükumetleri milletlerin hürriyet ve serbestisi için harb ediyorlardı. Arab memleketlerinde Türk hakimiyeti kendi ta‘kıb ettikleri esaslara muhalif idi. Fakat bugün Türkten müşteki bulunmadığı gibi Türk de Arab istiklalini men‘ edemediği için İ’tilaf Devletleri’nin rekabetlerinden müttehid bulmaları tehlikesi mevcud değil midir? Bu tehlikenin bilhassa tehdid ettiği hükumet Fransa değildir. Emir Faysal ile müzakere eden ve daha da müzakere edecek olan Fransa Arab istiklaline kasd etmiyor. Bir Türk valisinin Adana’da teessüsüne müsaade eden Fransa Türk arazisinin tamamiyet-i mülkiyyesine de dokunmak istemiyor. Fakat Fransa üç i’tilaf devletine karşı Hindistan’dan Mağrib’e kadar tevessü‘ edecek bir müslüman iğtişaşı tanzimi için ihzar edilmekte olan tertibatı düşünmeye mecburdur. Fakat her ne olursa olsun el-yevm istikbali düşünmek lazımdır. İngiltere İtalya ve Fransa’nın Şark’ta birinci derecede bir takım menafi‘i mevcuddur. Her üçü de müslümanlar ile meskun vasi‘ bir takım memleketleri TÜRK MES’ELE-İ MU‘DILASI Londra’da münteşir Daily T elegraph gazetesinin baş makalesinden: “Türkiye mes’ele-i mu‘dılasının na-mütenahi te’ehhürata duçar edilmesinden tevellüd eden netayic-i elimenin na-kabil-i ihtiraz olduğu tahakkuk eylemiştir. Sulh Konferansı’nın haricindeki vekayi‘ ise Düvel-i bir sulh te’mini için ancak bir tarik-ı selim mevcud bulunduğunu isbat eyleyecek surette bir cereyan ta‘kıb etmekte bulunmuştur. Biz öteden beri Alem-i İslam’da Makam-ı Hilafet’e karşı nümayan olan hissiyat-ı muhadenet-karanenin şayan-ı istihfaf bir keyfiyet olmadığını kanaat-i tamme bir hıristiyan milletinin hukuku derecesinde haiz-i ehemmiyyet olarak telakkı edilmesi lüzumunda ısrar eylemiş idik. Bu yoldaki kanaatimiz ahiren Hindistan ahalisinin vali-i umumiye takdim ettiği muhtıra müfadı ile teeyyüd eylemiş bulunuyor. Bu muhtıra metni bize pek vazıh olarak gösteriyor ki; Hindistan ahali-i Harb-i Umumi’den evvelki hali üzere taht-ı te’mine alınmadıkça müsterih olamayacaktır. Düvel-i İ’tilafiyye hükumatının bu muhtırada nazar-ı dikkate almak mecburiyetinde bulundukları iki nokta vardır ki; bunlar yekdiğerine nisbetle münferid olmakla beraber pek sıkı bir surette merbutturlar: Biz de burada Makam-ı Hilafet’in hukuk-ı hükümranisi ve bu hukukun ahkam-ı şer‘iyye ile derece-i irtibatını tedkık edecek değiliz. Ancak son zamanlarda Makam-ı Hilafet’in zir-i hakimiyyetinde bulunan ülkenin hiçbir taraftan ahkam-ı şer‘iyye-i Muhammediyyeye muhalif olduğuna dair bess-i şekva edilmeksizin hayli derecede duçar-ı tenakuz olduğu da bedidardır. Harb-i Umumi neticesinde ilk def‘a olarak mevzu‘-ı bahs edilen İslamiyet’in makamat-ı mukaddesesi olan Haremeyn-i Şerifeyn Muhafızlığı vezaifine gelince Düvel-i şer‘iyyeyi tedkık etmek için ulema-yı İslamiyyeden lazım gelenler ile istişarede bulunacaktır. Ahkam-ı şer‘iyyeye tealluk eden bu keyfiyetten ma‘ada bir de “hissiyat-ı muhadenet-karane” mes’elesi vardır. Hindistan vali-i umumisine verilen muhtırada zikr edildiği vechile bu cihet daha mübrem bazı avamil-i siyasiyyeye tabi‘ tutulabilirse de imparatorluk tarafından Büyük Britanya tabiiyyetinde bulunan her a‘zanın ızhar eyleyeceği arzu ve hissiyata aynı derecede atf-ı ehemmiyyet edilmek vecaibdendir. Bu mes’eleye İstanbul’un mukadderatı mes’ele-i mu‘dılasının hin-i müzakere ve tesviyesinde son derece atf-ı ehemmiyyet lüzumunu biz öteden beri müdafaa eylemişizdir. Bahr-ı Siyah kapılarına fi‘li bir kontrol vaz‘ı mukarrer bir keyfiyettir. Bundan başka asırlardan beri bir Türk şehri olan ve hiçbir Türk şehri ile kabil-i kıyas olmayacak mertebede haiz-i rüchan bir an‘ane-i milliyyeye sahib olan bir mevki‘ Türk olmaktan başka bir şekil iktisab edemez. Aks-i takdirde hıristiyan milletlerinin hukukunu te’min ederken Düvel-i Muazzama rical-i siyasiyyesinin kendilerine rehber eyledikleri düsturlara millet-i İslamiyyeye karşı tecavüz-karane bir harekette bulunulmuş olur. Her halde netice-i halde ittihaz edilecek olan suret-i tesviyye her ne şekilde olursa olsun biz zimamdaranımızın bulunacaklarını ümid etmek isteriz.” HUDDAMÜ’L-KA ‘BE CEM‘İYETİ’NİN MÜHİM BİR MUHTIRASI Hindistan’ın hey’et-i umumiyyesini cami‘ olan Hind Hilafet-i Seniyye Konferansı tarafından “Huddamü’lKa‘be Cem‘iyeti Şevket Ali hazretlerinin riyaseti altında teşkil edilip eşraf ve ulema-yı İslamiyyeden Hindistan hanedan-ı saltanatlarından tüccar-ı mu‘tebereden ashab-ı emlak ve araziden müntesibin-i matbuattan ve sair tabaka-i ‘ulyaya mensub zevattan bir hayli ekabir ve rical-i mühimmeyi ihtiva eden bir hey’et-i aliyye Hindistan vali-i umumisi tarafından kabul edilerek mutavvel ve müdellel bir ariza takdim eylemiştir. Bu muhtırada ahval-i hazıra-i siyasiyye ve bu ahvalin vaz‘iyet-i umumiyye i‘tibarı ile Büyük Britanya için tevlid eylediği vehamet karşısında “Hindistan’ın hey’et-i umumiyyesini cami‘ olan Hind Hilafet Konferansı” tarafından henüz imkansızlık hasıl olmazdan evvel haşmetli Büyük Britanya hazretlerine ve Büyük Britanya hey’et-i hükumetine Diyanet-i İslamiyye’nin Hind İslamlarına amir bulunduğu vezaif-i mefruza ve bu ahalinin Makam-ı Hilafet-i Seniyye’ye karşı perverde eyledikleri asar-ı muhabbet ve meveddet ve nihayet hükumet-i Osmaniyyenin tamamiyet-i mülkiyyesinin te’min-i muhafazası ve sair mevadd-ı mühimme hakkında etraflı ve muvazzah ma‘ruzatta bulunmak vazifesi ile mükellef olarak bir hey’et-i murahhasa-i mahsusanın Londra’ya i‘zamına karar verildiği izah edilmiştir. “Zat-ı haşmetanelerine ve Büyük Britanya hükumetine karşı perverde ettiğimiz hürmet ve riayete halel getirmeksizin Büyük Britanya ve Hindistan’dan mürekkeb imparatorluk hükumet-i merkeziyyesinin Büyük Britanya’nın cihanın her tarafında münteşir müsta‘meratının en hücra köşesinde bile sadır olan sada-yı şikayete karşı müteyakkız bulunması taht-ı elzemiyyette olduğunu arz etmek ıztırarındayız. Bizim Büyük Britanya zimamdaran-ı idaresinden hadd-i asgari olarak beklediğimiz yetmiş milyona baliğ olan Hindistan ahali-i İslamiyyesinin en mühim vezaif-i diniyyelerini ve bu ahalinin en harr ve samimi olan hissiyatını ve aynı zamanda bunlar derecesinde haiz-i ehemmiyyet olduğuna şübhe edilemeyen iki yüz elli milyona baliğ dindaşlarının kemal-i meveddet ile perverde eyledikleri hissiyatı layık oldukları ehemmiyetle nazar-ı dikkate almalarıdır. “Her ne sebebden ise esna-yı harbde bu hissiyata layıkıyla ehemmiyet verilmemiş ve hatta –kemal-i esefle balada zikr ettiğimiz vezaife dair irad-ı kelam edilmemiş mensub İslamlar ile diğeri arasında müzakere edilmesi ve bu babda teati-i efkar olunması ve bu suretle muhaberata tevessül edilmek ehemm ü elzem idi. Burada bu gibi esbab ve avamilin ve Hind İslamlarının iltizam eyledikleri esasat-ı diniyyenin suver ü eşkalini izaha lüzum görmeyip şurasını da kayd edelim ki bundan bir sene evvel akd edilen Mütareke devresinin bidayetinden beri Hind İslamları mücehhez bulundukları diyanet ahkam-ı münifesine tevfikan uhdelerine mefruzan isabet eden vezaifi izahdan bir an hali kalmamışlardır.” Osmanlı Türklerinin dini haksızlıklara mücaseret eyledikleri ve siyaseten hiçbir malik bulunmadıkları yolunda bazı mahafilde ittiham-karane serd edilen müddeayata karşı muhtırada denilmiştir ki: “Bu babda vakt-i merhununda hükmünü verecek ve Türklerin asırlardan beri mukavemet eyledikleri müşkilatı kayd u tezkar eyleyerek Türklerin muttasıf bulundukları fıtri hissiyat-ı insaniyyet-karanelerini tevsik eyleyecektir. Bizim bu yolda kanaat-i kamilemiz vardır.” Muhtırada hatime-i makal olarak şu satırlar muharrerdir: “Gerçi hal-i harbe hitama ermiş nazarıyla bakılabilirse de sulh henüz uzak ve meşkuk bir vaz‘iyettedir. Biz ve Hindistan’ın sadakatinin kadr u kıymetini istisğar etmemelerini halisane rica eyleriz.” TAN GAZETESİ VE MÜSLÜMANLAR Tan gazetesinden: “Bir ay sonra riyaset-i cumhur mevki‘ine geçecek olan zata edilecek en büyük hürmet ve hizmet ona hakıkati söylemektir. Müşarun-ileyh haricen müşkil bir hal karşısında bulunacaktır. Harici buhranlar ise daima dahilde in‘ikaslar peyda eder. “Avrupa-yı Merkezi’nin öbür tarafında ne görüyoruz? Rus mes’elesiyle müslüman mes’elesi pek muhataralı bir surette birleşiyor. Asırlarca Asya’da “Moskova” ile “İslam” bir tekabül te’sis etmiş idi. Altınordu Rusya’nın inkişafını tevkıf etti. Rusya da Türklerin inkırazını tesri‘ eyledi. Rusya’nın tevessü‘u Turan ittihadını eziyor ve Asya’daki müslümanların ekseriyetini düvel-i Garbiyyenin kucağına atıyor idi. Bir taraftan İran’ın istiklali Rusların Umman Denizi’ne inmesine mani‘ oluyor idi. Türkiye’nin istiklali Şimdi bunların hepsi değişti. Bolşevizm müslümanlar ile müştereken hareket etmekle mübahi oluyor. İşte bir deste ki önümüzdeki yazdan evvel kırılmak lazım geliyor. Lenin deste daha iyi kırılır.” Tan’dan nakl ettiği baladaki fıkranın altına şu sözleri ilave ediyor: Filhakıka müddet-i medideden beri cereyan eden müzakerat-ı sulhiyye ile mesail-i mevcude halledilmiş görülmüyor. Son telgraflarda Macaristan rical-i hükumeti tarafından irad edilmiş olan mühim nutuklarda isti‘mal olunan suret-i ifade bir milletin kendi re’yi sorulmadan diğer bir millet taht-ı tabi‘iyyetine sokulması protesto edilerek bu sulhün atiyen devamı olamayacağı ve yeni felaketlerden kurtulan Macar Milleti’nin ibraz-ı metanetle müstakbelen bu felaketi ber-taraf edeceği açıktan açığa söyleniyor. Bu açık ve kat‘i lisandır. Bugün Avrupa-yı Merkezi ve Garbi’yi en ziyade işgal eden Madde Rusya bolşeviklerinin Asya’da icra ettikleri propagandadır. Bu politika yerine bil-ahare Rusya’yı muhafaza ve Devlet-i Osmaniyye’yi feda etmek politikası kaim oldu. Devlet-i Osmaniyye’nin başına takat getirilmeyecek müşkilat çıkarıldı. Devlet dahili ve harici müşkilat ile za‘fa düşürüldü. Nihayet T an gazetesinin tezkar ettiği Asya muvazeneti rahnedar oldu. Son zamanlarda bu politikanın mazarratı aşikar olmuş iken eski hatalarda ısrar edildi. BÜYÜK İSLAM İMPARATORLUĞUNUN LÜZUM-I TEŞKILİ Hind Müslümanları Hey’et-i İttihadiyyesi tarafından ahiren Sulh Konferansı’nda müslümanların nokta-i nazarını izah etmek üzere Ağa Han ve Emir Ali ile birlikte Paris’e i‘zam kılınmış olan Huddamu’l-Ka‘be Cem‘iyeti Katib-i Umumisi Şeyh Müşir Hüseyin Kıdvai Information gazetesi muharrirlerinden birine beyanatta bulunmuş ve Türkiye sulhü hakkında Müslümanlık Alemi’nin efkar ve hissiyatı ne merkezde olduğunu izah eylemiştir. Müşarunileyh Kıdvai yetmiş iki milyon Hind müslümanları namına Fransız matbuatı ve rical-i siyasiyyesi tarafından Türkiye hakkında ta‘kıb edilen siyasetten dolayı beyan-ı teşekkür ettikten sonra demiştir ki: “Biz öyle görüyoruz ki Asya ve Avrupa’da müstakil ve kuvvetli bir Türkiye’nin ibkası müslümanlar ve Asyalılar [] müteaddiddir. Evvel emirde müttefiklerin Harb-i Umumi’de te’min ettiği zafer yolunda pek çok kan dökmüş olan Müslümanlık Alemi’nin hissiyatı bunu siyasiyyesi bu tarz-ı halli iktiza eder. Eğer Türkler Trakya ve İstanbul’dan çıkarılacak olursa Fransa’nın Şark’ta ve Bahr-ı Sefid’deki mevki‘i duçar-ı za‘f olacaktır eğer Türkiye müstakil bırakılmayıp da taksim edilecek olursa bundan dolayı Şark ile Garb arasındaki aheng-i vifak da haleldar olacaktır. “Benim fikrimce Türkiye ile Fransa ve İngiltere arasında bir ittifak akd edilmiştir. Bir kere Alman-Rus i’tilafı vuku‘ bulduğunu farz ediniz. Böyle bir halde Lehistan’ı Almanya ve Rusya’nın eline düşmekten kurtaracak yegane çare kuvvetli ve teşkilatlı bir Türkiye olabilir. “Müsaade ederseniz nokta-i nazarımı izah edeyim: Hind ve Mısır müslümanları Türkler gibi mazisi parlak ve kahraman ve mütemeddin bir müslüman milletinin Bilirsiniz ki bazı ahvalde ölüm hayattan daha tatlı gelir. “Yeni teşkil edilecek Türkiye hakkındaki tasavvuratıma gelince: Şarkı ve Garbi Türkiye ile bütün Asya-yı Suğra –İzmir ve havalisi ve diğer mühim aksamı dahil olduğu halde– meşrutiyete müstenid saltanat ve bütün Alem-i makarrı İstanbul’da bulunmak şartıyla bir Osmanlı Amerika veyahud Almanya hükumetlerine veya İngiltere müstemlekatına tatbik edilen kavaid dairesinde diğer bir takım küçük hükumat-ı muhtare ilhak edilecektir. Bil-farz bu küçük hükumetler şunlar olabilir: “– Suriye Filistin dahil olduğu halde; – Irak; – Arabistan; – Ermenistan; – Mısır; – Trablusgarb; – Arnavudluk; – Karadeniz sahilinde Türkçe Lisanı’yla mütekellim iklimler. Bütün bu yerler İngiliz müstemlekatı gibi Cem‘iyet-i Akvam’ın a‘zası olmalı ve Türkiye’nin tasdikı ile Cem‘iyet-i Akvam vasıtasıyla inde’l-hace idari mütehassıs ve müşavirler taleb eylemelidir. Bu küçük hükumetlerin idaresi meşrutiyet esasına müstenid olmalı müstebid olmamalı ve ekseriyeti müslüman olmayan yerlerin valileri gayr-i müslim olmalıdır.” FRANSA’NIN TÜRKİYE’DEKİ SİYASETİ Matin gazetesinden: ’te bize ihanet eden ve yarın yine ihanet eyleyecek olan Osmanlı siyasiyyununa hiddet ediliyor. Bugün onları muahaze ve mu‘atebe etmek mümkün müdür? Almanya Komite’nin bala pervazlarına İran’ı Mısır’ı ve Şimali Afrika’yı va‘d ediyordu. Biz başlangıç olmak üzere onlardan Filistin’i Arabistan’ı Suriye’yi el-Cezire’yi bundan ma‘ada halis bir Türk memleketi olan Kilikya’yı alıyoruz. Sonra onlara diyoruz ki: “Biz sizin en iyi dostlarınızız.” HİNDİSTAN VALISİNİN MÜHİM BİR TEKZIBİ Reuter Ajansı Delhi’den Times gazetesine Kanunisani tarihli atideki telgrafnameyi keşide etmiştir: “Hindistan vali-i umumisi ahiren neşr ettiği bir tekzib-namede hükumet-i kraliyyenin Paris’de Türkleri Avrupa’dan ihrac için icra-yı tazyikat ettiğine dair işa‘a edilen havadisi suret-i kat‘iyyede tekzib etmektedir.” SALTANAT-I İSLAMİYYE HAKKINDA HİNDİSTAN’IN ENDIŞESİ Times muhabir-i mahsusu Delhi’den gönderdiği bir telgrafnamede Hindistan’daki ahvali ber-vech-i ati beyan ediyor: “Hindistan vaz‘iyet-i umumiyyesi Türkiye’nin ta‘yin-i mukadderatında gösterilen te’ehhürden dolayı gittikçe calib-i ehemmiyyet bir şekil iktisab etmektedir. Ahiren Hindistan vali-i umumisini ziyaret eden bir hey’et tarafından neşr edilen beyannamede Türkiye mes’elesi memnuniyet-bahş bir surette halledilmediği takdirde ahali-i İslamiyyenin hissiyat-ı sadakat-karanesi rencide olacağı izah edilmektedir. Siyasetle iştigal etmeyen halkın bu nokta-i nazara iştirak ettiklerine inanmak müşkil ise de ahali-i İslamiyyece Türkiye mes’elesinin halli kemal-i endişe ile beklenildiği şübhesizdir.” MES’ULİYETİ Daily T elegraph gazetesinden: “Londra’da unutulmaması lazım gelen bir nokta vardır ki İslam Alemi’nde hükümran olan mutala‘aya nazaran bu mes’elede her ne suretle ittihaz-ı mukarrerat edilirse edilsin İngiltere derecesinde hiçbir devletin icrayı nüfuz edemediğine hükm edilerek akıbetten İngiltere ve münhasıran İngiltere mes’ul tutulacaktır. Cihanın en büyük İslam imparatorluğu olmak haysiyetiyle bu cihet bu keyfiyetin Alem-i ve binaen-aleyh bu keyfiyetten İngiltere’nin mes’ul tutulduğuna bakılırsa vezan eden ruzgarın veche-i Büyük Britanya’nın İngiliz tabi‘iyyetinde bulunan bil-umum edyan ve mezahibin muhafazasına vazifedar bulunduğu i‘tibarıyla makasıd-ı bed-hahane ile guya etmek bu dinin mer‘iyetini tahdid etmek tasavvurunda bulunduğuna dair işaa edilen rivayetlere bir nihayet vermek lazimedendir.” [] BİZİ MÜDAFAA İÇİN LONDRA’YA GİDEN HİND HEY’ETİ Reuter Ajansı Delhi’den atideki telgrafnameyi keşide etmiştir: “İstanbul mes’elesinde Hind müslümanlarının nokta-i nazarını bildirmek üzere İngiltere’ye müteveccihen hareket eden hey’et-i murahhasanın ilk kafilesi zevat-ı atiyyeden müteşekkildir: Comrade gazetesinin sabık sermuharriri Muhammed Ali Independent gazetesi sermuharrir-i sabıkı Hüseyin meşahir-i ulema-yı Mevlana Süleyman Aligarh Darülfünunu’ndan “Hayat” ve Bombay tüccaranından Fazl Bahay Efendiler… BOLŞEVİZM VE İSLAMİYET Şeyhülislam Efendi Hazretleriyle Mülakat Geçen gün an gazetesinde: “Bolşeviklik’in umumiyyeyi muhıl olduğuna dair Şeyhülislam ve Kahire Müftüsü tarafından İstanbul ve Kahire’de müştereken bir beyanname neşr edildiği” yazılmıştı. Bu hususda mütalaa-i semuhilerine müracaat olunan Şeyhülislam Hayderizade İbrahim Efendi hazretleri beyanat-ı atiyyede bulunmuşlardır: – Öyle bir beyannameden haberim yoktur. Bu hususda yanlışlık olsa gerek. Kahire Müftüsü’yle birlikte Makam-ı Meşihat’in müşterek bir beyanname hazırlamasının mes’eleye dair geçenlerde vuku‘ bulan beyanatım vechile Bolşeviklik’in esasat-ı sahihası hakkında ma‘lumat-ı kat‘iyyemiz olmadığından Makam-ı Meşihat’çe bu babda henüz bir hüküm beyan edilmediği ve edilemeyeceği tabi‘idir.” TALEBE-İ ‘ULUMDA HAREKET-İ FİKRİYYE Bazı talebe-i ‘ulum tarafından vuku‘ bulan müracaat üzerine bu haftadan i‘tibaren talebe-i ‘uluma mahsus bir kısım açıyoruz. Bu kısma gerek medreselerin şekl-i idaresi gerek tedrisatın tarz-ı icrası hakkında talebe-i ‘ulum tarafından gönderilecek mektublar makaleler şikayetler derc edilecektir. Vaktiyle de biz böyle talebe-i ‘uluma bir kısım tahsis eylemiş bu suretle talebe-i ‘ulumun amal ve efkarını evliya-yı umurun nazar-ı dikkatlerine arza vesatet etmiştik. O zaman bundan bir çok faideler husule gelmişti. Bir taraftan talebe-i ‘ulum arasında ne fa‘al ne cevval zekalar olduğu görüldü; diğer taraftan da Ders Vekalet-i Aliyyesi talebenin bazı ma‘ruzat ve mutalebatını nazar-ı dikkate almak lutfunda bulundu. Bu suretle mümkün mertebe medrese hayatında bir salah ve intizam husule gelmeye başladı. Fakat bilahare Harb-i Umumi’nin zuhuruyla her müessese gibi medreseler de nizam ve intizamını gaib etmiş ma‘atteessüf bugün pek acınacak derecelere gelmiştir. Bunlara can vermek bu harekete getirmek için ümid ederiz ki bu kabil neşriyatın çok faidesi olur. Medreselerin yüksek sınıfları bu babda kendilerine teveccüh eden vazifeyi takdir ederek medreselerin ihtiyacatını noksanlarını teşrih hususunda talebe-i ‘ulumun tercüman-ı efkarı olacaklarını şübhesiz addederiz. Bu kısımda medreselere aid şuun-ı ilmiyye ve müteallik her nevi’ mesail ve mütalaat bu kısımda mevzu‘-ı bahs edilecektir. MEDRESE TAHSILİNDE G A YE Zamanımızda ilmin en karanlık cihetlerini tenvire medar olacak nazariyeler vaz‘ı daire-i imkana girmiştir. Herhangi bir saha-i ilimde ta‘kıb edilecek tarikı ta‘yin etmek pek güç değildir. Çünkü bu hususda pek vasi‘ ve şümullü tedkıkatta bulunmuş olan eslaf feyyaz irfanlarıyla en muktedir dimağlara bile rehberlik etmiş bu hususda kütübhane-i ma‘rifeti tezyin eden asar-ı muhalledeyi erbab-ı ilmin piş-i tetebbu‘una vaz‘ eylemiştir. Bu eserler kıymet-i eslafı takdir ettirirken dimağ-ı beşeri canlandırıyor. İşte bu suretle şeh-rah-ı temeddün ü te‘alide kat‘-ı merahil eden beşeriyet-i mütekamilenin ihtiyacat-ı ruhiyyelerini tatmin edecek himemat-ı arifane tedkıkat-ı hakimaneleriyle erbab-ı feyz u kemalatın kalblerinde ibkayı nam etmişlerdir. Yek nazarda görülür ki bütün şuabat-ı diniyyede perveriş-yab-ı kemal olmuşlardır. Bu nokta-i nazardan Din-i İslam’ın ilme verdiği paye ulemaya bahş ettiği meziyet bu hususda tesbit ettiği gaye zamanın bu gaye üzerindeki te’sirat-ı müdhişesi hal-i hazırda medrese tahsilinin gayesi mevzu‘umuzu teşkil edecektir. Din-i İslam; ilme kudsi bir mahiyet verdiği içindir ki diyanet ve medeniyet istikmal-i beşeriyyet nokta-i nazarından ilmi tevsi‘ ve tenvir eden bir çok keşfiyat-ı cedide ile neticelenmiş ve bu mesai-i ilmiyye neticesinde bir çok mevzu‘lar taayyün ederek bir çok ilimler kesb-i Bakınız Din-i İslam bir taraftan; ve ve ve … gibi terğıbat ve teşvikat-ı Nebeviyyeleriyle vicdan-ı İslam’ın nur-ı ilm ü irfan ile tenvirini emr ediyor müntesibinini tahsil-i ilme me’mur ediyor. Bir taraftan da; ve; ve; ve; ve; … gibi desatir-i ezeliyye ve kavanin-i nebeviyye diyanet nazarında ulemanın derece-i şeref ve menziletini kıymet ve ehemmiyetini mertebe ve meziyetini beyan ediyor. “Ma‘rifet iltifata tabi‘dir - Müşterisiz meta‘ zayi‘dir” Kelam-ı hikmet-nümunu muktezasınca diğer taraftan da; ve; ve; … gibi ehadis-i nebeviyye ile ehl-i ilme karşı ihtiramat-ı layıka ta‘zimat-ı faikanın lüzumu cihetini tenmiye ve takviye ediyor... tenvir ve i‘la gayesine ma‘tuf olan bu cereyan kulub-ı ümmette yer tutunca atalet ve rehavete veda‘ edip ilmin ağuş-ı nuşinine atılmıştır. Birinci Asr-ı Hicri’nin açmış olduğu vadi-i ilim mümtaz simalar müstesna dimağlar tarafından pek ziyade tevsi‘ edilmiştir. Ayat-ı İlahiyye ehadis-i Nebeviyye ulemayı her şeyi tedkık ve tetebbu‘a me’mur ediyor. … kelam-ı nübüvvet-penahileri karşısında ulema’-i İslam edyan-ı saire ve mezahib-i mevcudeye aid kitabları Arapça’ya tercüme ile Din-i İslam aleyhine yağdırılan tufan-ı i‘tiraz baran-ı ihtirasa karşı beşeriyeti ve takviyesine daha ziyade germi veriyordu… Görülüyor ki bu yoldaki mesai-i tahammül-suz “izale-i cehl ü zulmet hakıkate nailiyet tenvir-i beşeriyyet harim-i Hakk’a dehalet neylulet-i fevz ü saadet” gaye-i mübeccelesine ma‘tuf idi. Bu mefkure o derece emin ve metin muhkem ve rasin idi ki karşısında bütün mevani‘ eriyor ve eziliyordu… Tarih-i ilimde yükselen nadire-i fıtrat vücudlar müstesna simalar erişilmez mefkureler hakıkati ararken güzergahındaki aldatıcı menfaatler ihtiraslar… bütün mevani‘ ile mücadele ve mücahedesinde devam ediyor mesaib-i dehrin tevalisi onu bu azminden ayıramıyordu. neşide-i garrasını düstur-ı emel ittihaz ediyordu… Ta‘kıb olunan gaye gibi ilmin bekası dünya gibi malın fena-pezir olması emellerini mecra-yı tabi‘isinden tebdil edemiyordu. diye henüz erişilmeyen hazain-i ma‘neviyyeye doğru bi-nihayesi karşısında; zamanın mahkeme-i adlinde verilen muvafık-ı ma‘delet hükümlerine rağmen o yine payansız azmini nihayetsiz sebatını muhafaza ediyordu… Meclis-i ilm ü irfan ekabir-i zamanın mülazemetgah-ı fazail-nisarı olduğu anlara da; fehvasınca istikmal-i nefs ızhar-ı tevazu‘dan bir an bile hali kalmıyordu… Ba-husus muhafaza-i diyanet uğrunda zamana pey-rev olur. düstur-ı mübeccelinden bir dakıka ayrılmazdı. Ve bütün kalbler bu uğurda hep birden çarpardı. Alem-i medeniyyette Din-i Mübinimiz için derin ve hakıkı bir hürmet bir muhabbet tevlidine mazhar olmuşlardı. Ehl-i ilmin muhibb-i hakıkat olduğu kadar bütün efrad-ı millet hatta muhit bile ilme aşık idi. Alem-i İslam’ın hatta beşeriyetin iftihar eylediği rical-i ilmiyye fart-ı iştiğal ve gayret-i mütebahhiraneleriyle; mısdakınca neşr-i füyuzattan hiçbir dakıka geri kalmıyorlardı… selatin ve hükümdaranın himayeleri dindarların gayret ve mu‘avenetleri efradın iltifat-ı nüvaziş-karaneleri karşısında saha-i fazl u kemalatta kat‘-ı merahile muvaffak oluyordu. Şeh-rah-ı temeddün ve terakkıde bütün sunuf-ı beşeri i‘tilaya sevk ediyordu. Bu zamanda mazhar olabiliyordu… Görülüyor ki Din-i İslam’ın takdir ve tebcil eylediği gayat na-mütenahi istikbal kadar ebedidir. Bu gayeye vuslat için de bir ömür ancak kafidir. İşte böyle pek büyük bir zamanda tahammül-suz mücadeleler neticesinde elde edilebilecek bu gaye uğrunda ihtiyar edilen fedakarlıkların beslenilen arzu ve emellerin nasibedar oldukları derece-i Ma‘lumdur ki bütün evamir-i ilahiyye ve tekalif-i şer‘iyye aklın kemaline menuttur. Kemal-i akl ise umur-ı ma‘neviyyeden olduğundan bir alamet-i zahire vaz‘ına arz-ı iftikar eder. Buna binaendir ki Şer‘-i Şerif “büluğ”u kemal-i aklın alamet-i farikası olarak tanımış ve tanıtmıştır. felaket-i hazıra-i ilmimizle neticelenmiştir… Bir zamanlar muhalledat üzerinde ne hakimane esaslar ne metinane lisanlar ne zarifane mukaddimeler bast u temhid edilmiş koca bir ilim beş sahifelik bir sahaya sığacak derecede küçültülmüş aynı mevzu‘ cildleri dolduracak derecede büyültülmüş… “Her asır ricalinin kendine mahsus bir tavır ve hali neşve-i irfan ve kemali vardır.” Bir zaman geldi ki ibraz-ı fazl u kemal ihraz-ı tefevvuk adet hükmüne girdi… Son zamanlarda müteaddid teşkilata ma‘ruz kalan ve el-an tesbit edilemeyen medrese tahsilinin muhtelif teşkilattaki gayesine atf-ı nazar edelim: “Teşkilat-ı kadime”de yukarıdan beri zikr ettiğimiz gayeden eser görülüyordu. Bunun içindir ki Rusya Hindistan Avusturya Bulgaristan Mısır Afganistan Kırım Kazan’dan bir kitle-i beşer ilmin harim-i feyza feyzıne akıyordu. Şübhe yok ki bu cuş u huruş bu galeyan zamanın bu mesleğe indirdiği darbeyi idrak ediyordu. On onbeş senelik mesai-i mütemadiyye dersiamlık kürsi şeyhliği imamlık hatiblik müftilik ile neticelendiğini idame-i hayat te’min-i maişet nokta-i nazarından da –ta‘bir-i ma‘rufu vechile– ölmeyecek kadar bir menfaat-i dünyeviyye elde edildiğini çünkü medarisin füyuzatı en yüksek derecede “ikiyüz” guruş maaş ile karşılandığını görüyordu… Fıtri kabiliyet hulkı isti‘dad sunuf-ı beşeriyyenin kaffesinde müsavidir. Yalnız bunun layıkı vechile ihzar ve tenmiye ve terbiye edilmesi lazımdır. Bu nokta-i nazardan ufak bir zaman içinde mahdud bir tahsil neticesinde pek büyük menafi‘-i maddiyye refah ve saadet-i dünyeviyye elde etmek mümkün iken yalnız payitahtın “onbeş-yirmi bin” mevcudlu bir kafile-i ilmiyyeye malik olması hep bu gayenin hakıkat ve diyanet ümniyesinin müsahhir ve cazibedar te’siratı neticesidir. Evet; nev-residegan-ı ilmin de bu fedakarlıkları hep bu gayeye ma‘tuf idi. Medaris-i diniyye muhitinde dinin eşi‘a-bar olan nuru kadar kalblerde vicdanlarda arzular besleniyordu… Kütüb-i aliyye-i diniyyemiz bi-hakkın tedkık ediliyor; en müşkil en muzlim cihetleri bile hallolunuyordu. Bu müddeamızı isbata ilmiyyenin hal-i hazır-ı bakıyyetü’ssüyuf müderrisinini göstermek kifayet eder. Bunlar ahkam-ı şer‘iyye kavaid ve esasat-ı diniyyemizin yazamazlar hesab bilmezler… bilmezlerdi. Fakat ta‘kıb ettiği şu‘be-i ilimde bi-hakkın mütehassıs idiler. Esasen medeniyet ve terakkıyat-ı hazıra da intisab edilen şu‘be-i ve tebcil eylemektedir… Medreselilerin la-yetezelzel imanı sarsılmaz i‘tikadı kırılmak bilmez azmi te’sirat-ı hariciyyeden masun olduğu zamanlarda idi. Bu mefkure zamanın tahammül-fersa te’siratına karşı bakınız ne suretle takviye edilirdi: Maba‘dı gelecek nüshaya Medrese-i Süleymaniye talebesinden Cevad AHİDNAME ŞURA-YI MİLLI’NİN SULH ESASLARI Zirde vazı‘u’l-imza Osmanlı Meclis-i Meb‘usan a‘zaları mutazammın olan esasat-ı atiyyeye tamami-i ri‘ayetle mümkinü’t-te’min olduğunu ve esasat-ı mezkure haricinde payidar bir Osmanlı saltanat ve cem‘iyetinin devam-ı vücudu gayr-i mümkin bulunduğunu kabul ve tasdik eylemişlerdir: Birinci Madde– Devlet-i Osmaniyye’nin münhasıran Arab ekseriyetiyle meskun olup Teşrinievvel tarihli mütarekenin hin-i akdinde muhasım orduların serbestçe beyan edecekleri araya tevfikan ta‘yin edilmek lazım geleceğinden mezkur hatt-ı mütareke dahil ve haricde dinen ırken aslen müttehid ve yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedakarlık hissiyatıyla meşhun ve hukuk-ı ve şerait-ı muhitıyyelerine tamamıyla riayetkar Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun bulunan aksamın hey’et-i mecmu‘ası hakıkaten veya hükmen hiçbir sebeble tefrik kabul etmez bir külldür. ara-yı ‘ammeleriyle anavatana iltihak etmiş olan Elviye-i Selase için lede’l-icab tekrar serbestçe ara-yı ‘ammeye müracaat edilmesini kabul ederiz. Üçüncü Madde– Türkiye sulhüne ta‘lik edilen Garbi Türkiye vaz‘iyet-i hukukıyyesinin tesbiti de sekenesinin kemal-i hürriyyetle beyan edecekleri araya tebe‘an vaki‘ olmalıdır. Dördüncü Madde– Makarr-ı Hilafet-i İslamiyye ve payitaht-ı saltanat-ı seniyye ve merkez-i hükumet-i Osmaniyye olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi’nin emniyeti her türlü halelden masun olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz Boğazları’nın ticaret ve münakalat-ı aleme küşadı hakkında bizimle sair bil-umum alakadar devletlerin müttefikan verecekleri karar mu‘teberdir. Beşinci Madde– Düvel-i İ’tilafiyye ile muhasımları ve bazı müşarikleri arasında tekarrur eden esasat-ı ahdiyye dairesinde ekalliyetlerin hukuku –memalik-i mütecaviredeki müslüman ahalinin de aynı hukuktan te’min edilecektir. Altıncı Madde– Milli ve iktisadi inkişafatımız daire-i şeklinde tedvir-i umura muvaffak olabilmek için her devlet gibi bizim de te’min-i esbab-ı inkişafatımızda hayat ve bekamızdır. Bu sebeble siyasi adli mali ve sair Tahakkuk edecek düyunatımızın şerait-i tesviyyesi de bu esasata mugayir olmayacaktır. ESRAR-I KUR’AN Yukarıdan beri söylediğimiz sözlerden hile-i şer‘iyyenin cevazına kail olanlarca istinad edilmek istenilen delailin esası ne olduğu anlaşılmıştır. Bunların serd ettikleri bütün kavilleri re’yleri münakaşaya kalkışmak sadedden uzaklaşmamızı icab edecek. Onun için yalnız Kitab ile Sünnet’den ne gibi senedlere dayanmakta olduklarını zikr edeceğiz. Eyyub aleyhisselama dair olan ayet-i celileyi teşrih ederken üstadından naklen bir takım izahatta bulunmuştur ki dinleyenler için şübheye münakaşaya mahal kalmaz. Müşarun-ileyhin tevcihatı şunlardan ibarettir: – Fukaha-yı İslam’dan bazılarına göre karısına yahud kölesine yüz değnek vurmaya yemin etmiş olan kimse vardır ayrı ayrı vurmak da. Binaenaleyh ayet-i kerimenin hile-i şer‘iyye ile münasebeti yoktur. – Ayet-i kerime ile Eyyub aleyhisselamın şeri‘atini beyan ediyor bizim şeri‘atimizi bildirmiyor. Şayed “Bizden evvelkilerin şeri‘ati bizim şeri‘atimizdir.” kaidesi onu nakz edecek bir hüküm bulunmamakla meşruttur yoksa mutlak değildir.” – Kendisine vurulacak şahıs sağlam olduğu surette değneklerin ayrı ayrı vurulması vacib iken o şahsın ümidsiz derecede hasta olması bil-ictima‘ mutlak surette hasta olması da bazı akvale göre değneklerin bir araya getirilmesini caiz kılar. Çünkü ayrı ayrı vurulmasına tahammül edemeyecektir. Nitekim sünnet-i Resul de bunu müeyyiddir. Eyyub aleyhisselamın zevcesi de ayrı ayrı yüz değnek cezasına tahammül edemeyecek kadar zaif olduğu gibi ahlak-ı tahiresi dolayısıyla nezd-i ilahide mevki‘-i makbuliyyeti bulunduğundan Cenab-ı Hak kendisine merhamet buyurarak yemin ile vacib olan darbeleri bir demete kalb ve tevhid suretiyle o bi-çarenin cezasını tahfif buyurdu. Nitekim aynı hükme ma‘ruz bulunan hastaların cezasını da tahfif buyurdu. Binaenaleyh değnekleri demet halinde tevhid ile hile-i şer‘iyyenin münasebeti yoktur. Bu suret Cenab-ı Hakk’ın kullarına merhameten tebliğ buyurduğu bir hükm-i ilahisidir. Görmez misiniz ki bütün malını tasdik etmek nezrinde bulunan bir adamı o malın üçte birini vermekle mükellef tutmak kezalik bütün mal ve mülkünü vasiyet eden bir adamın metrukatından yalnız üçte birini vasiyet olunan zata vermek mukteza-yı sünnettir. Bundaki hikmet ise nezr eden adam ile varisin hukukunu sıyanetten başka bir şey değildir. Sünnet-i peygamberide buna mümasil bir çok mesail daha vardır ki İbnu’l-Kayyim bir çoğunu zikr etmiştir. Şu beyan ettiğimiz üç vechin bizce en sağlamı sonuncusudur. söylenilen sözler bunlardır ki o nebiyy-i mükerrem yüz değneği bir demette cem‘ etmek suretiyle kaseminin hükmünü yerine getirmiş oluyor. Yusuf aleyhisselamın kardeşleriyle olan kıssasına gelince bu babdaki re’yimizi beyan etmezden evvel vak‘ayı hulasaten nakl eylememiz icab ediyor: Melik-i Mısır tarafından Hazret-i Yusuf’a o diyarın bütün hazain-i maliyyesi tevdi‘ edildikten sonra günün birinde kardeşleri kendisinin huzuruna çıkıvermişlerdi. Hazret-i Başmuharrir Yusuf onları tanımıştı; lakin bunlar pederini kandırarak tenezzüh için kırlara çıkardıkları ve kendisine hiçbir tehlike yaman hileyi tertib eyledikleri Yusuf’u tanıyamamışlardı. kardeşlerinin zahire almak için huzuruna çıkmaları arasındaki kırk senelik bir müddet nebiyy-i müşarunileyhin simasında kardeşleri tarafından birden bire tanınmayacak kadar tebeddül husule getirmişti. Anlaşılıyor ki Hazret-i Yusuf Cenab-ı Hak tarafından mülk ve hükumete nail olduktan sonra pederinin ahvalini soruşturmaktan asla geri durmuyormuş. Binaenaleyh kendisinin sonradan bir erkek kardeşi dünyaya geldiğinden haberdar imiş. İşte birinci seferlerinde fevkalade i‘zaz ve kardeşlerine; “Bir daha sefere bana babanızdan olan kardeşinizi getiriniz.” diye kasd ettiği erkek kardeşi budur. Abdülaziz Çaviş ARSA-İ ARAFAT Müsavat-ı mutlaka ihramına bürünmüş binlerce ser ü pa-bürehnenin gah Safa ve Merve sahasında mest-i bade-i tevhid olarak cevelanları gah Beyt-i Muazzam’ın etrafında seyl-i huruşan gibi şetaretli temevvücleri ne kadar şevk-efza ise arsa-i Arafat’ta yüzbinlerce ervah-ı salimenin huzur-ı vahdaniyyete karşı huşu‘-ı meskenetleri de o kadar ibret-nüma o mertebe hayret-bahşadır. Bala-yı cebelde naka-süvar bir pir-i ruşen-zamirin hutbe-i keramet-beyanı ara sıra “Lebbeyk” demesini emr eder. Bu emri işaretle tebliğ için nüfus-ı mevcude adedince ber ü bal açmış daha ali bir makama ‘uruc edecek sahne-i Arafat dahi ona pey-rev olacak zannolunur. O muhit-ı muazzamdan intişar eden “Lebbeyk” sadalarının hey’et-i mecmu‘ası etrafa aks-endaz oldukça dağlar inliyor vadiler ah ediyor Allah diyor kıyas olunur. Derya-yı tazarru‘ içinde çırpınan yüzbinlerce ruh-ı müteheyyic şi‘ar-ı ubudiyyet dairesinde eşk-riz-i nedamet olan yine o kadar kalb-i hazin cismen münteşir ve müteferrik fikren müttehid ve müttefik olarak hep birden tecelli-i envar-ı rahmet intizarında bulunur. Bir iştiyak-ı valihane ile dünyanın her köşesinden gelip toplanan mütenevvi‘ meşrebler muhtelif mezhebler hep bir nokta-i vahdete teveccüh hep bir meşrık-ı inayetten Allah’ı dinliyor. Her kalb Allah’ı düşünüyor. Denebilir ki Vadi-i Arafat’ın her zerre-i haki bir kalb-i mütefekkir her rize-i haşaki bir lisan-ı zakir vazifesini kenarında akşama kadar durup da derya-yı füyuzatın cuş u huruşunu görmelidir. Gizli gizli ahlarla suz u güdaz-ı derununu Halık’a isal eden tevbekaranın muhrik ve müessir olan galeyan-ı sıdk u safvetlerini seyr etmelidir ki ulviyet-i En büyük medar-ı saadet huzur-ı pür-nur-ı risalette niyaz ve Ravza-i Mutahhara’da namazdan ibarettir. O niyazla tarik-ı salah bulunur. O namazla da ıslah-ı nefs olunur. Şefaatiyle halas-ı ümmeti der-uhde buyuran Nebiyy-i Muhterem’in lutf-ı amim-i hümayunlarına ilaveten Sıddik-ı Ekber’in Faruk-ı A‘zam’ın el-hasıl bütün bu silsile-i şefaatkarın huzur-ı alileriyle mübahi ve şeref-yab olmaktan büyük ne saadet tasavvur olunabilir. Hayme-nişin-i sahn-ı cennet olan ashab-ı kiramın ve bilhassa Cenab-ı Hamza’nın mukaddes aramgah-ı saadetlerinde şu‘le-feşan olan envar-ı rahmetten mütehassıl safa-bahşa hayat-efza teessürat-ı ruhiyye ile feyz-yab olmak ebedi bir ni‘met-i uzmadır. o ni‘metlerden mahrum bulunuyor: Yine netice-i Harb-i Umumi yine harbin yadigar-ı meş’umudur. Derd ü gam deryasına atmış bizi Allah’ımız Vasıl olmaz mı O’na bir kerre olsun ahımız Alemin olsun bütün zevk u safası cennetin Kurtuluşdur hal-i hazırdan bizim dil-hahımız Emin Feyzi BOCURGAD Unutmadım.. Ve unutmam! Büyük Çanakkal’a Menakıbından işittimdi bir küçük vak‘a: Bütün vesait-i harbiyyenin tutuştuğu bir Cehennemi günün en ateşin zamanında; Kıla‘a ön baş olan tabya öyle hale gelir Ki son kelamı kalan tek topun dehanında. Onun da güllesi az zahmı çok vazifesi zor; Müdebbirane ateşlerle za‘fı setr ediyor. Sonuncu daneye nevbet gelir biner vince; Fakat op-ortada zincir şırak kırılmaz mı! Ne dane.. Tam iki yüz on beş okka sıkletce; Yuvarlanır yere besbelli kalkmamak azmi. Mürettebat eli böğründe kükreyor çılgın Kumandanın gözü mermide muztarib dalgın: “Yazık yazık bize. En son vazife kaldı” diyor. Yazık mı? Hem bize ha! İşte Seyyidisminde Çumralı Vurunca sırtına mermiyi belki vinçden de Çabuk demir basamaklardan atlayıp çıkıyor; O div-i müdhişi korkunç kovuğna hop tıkıyor. O şimdi gölge değil bir sitare-i isyan; Feza-yı kevne atılmış ruşeym-i pür-zeveban. Derunu zelzele ateş ölüm bela tufan; Uçar ru‘ud ü sava‘ik yuvarlanır volkan. Cihan-ı hurde-i kahr u fena şihab-ı kaza; Çerağ-ı ruz-ı ceza zü-zevaibe-i şeyda. Koşar nişanlısının buseler veren sesine; Koşar koşar ki kavuşsun adem enisesine… Geçer muharebe bir gün denir ki Seyyid’e: “Hey; Gözüm!.. İnanmıyor insan be! Olmaz şey. Şu karşımızdakinin gümbedek gömüldüğü gün; Nasıl o gülleyi sen salla-sırt götürmüştün?!” – İnanmayon mu? Aha! Topun yanındaki mermilerin hemen birine Hücum ederse de mümkün değil kımıldatamaz. Çalımlıyor gibi okşar durur eliyle biraz; Olanca hınç ile bir saldırır daha… Ne gezer! Şaşar bütün bulunanlar; o saf yürekli nefer Bakar da gülleye der silkerek hafifçe omuz: “Seninle cenkte görüşsek gerek biz ey donguz!” Nabedid – İSLAM KARDEŞLİĞİ Din-i İslam filhakıka demokratik bir dindir. Bir çok kavanin-i ictima‘iyye vaz‘ etmiştir. Müslümanlık arzın hangi ikliminde sakin yahud hangi ırka mensub olursa olsun kaffe-i ehl-i İslam’ı kardeş yapmış; zengin fakır yüksek adi bütün insanlar arasında müsavat-ı kamile te’sis etmiştir. Uhuvvet-i İslamiyye cidden hayret-bahştır. Asırlardan beri devam eden kan da‘valarını an-ı vahidde dost yapmıştır ki dostluk rabıtası akrabalıktan daha metindir. Peygamberimiz’in irtihalini müteakıb bütün bilad-ı İslamiyyenin riyaseti Zat-ı risalet-penahilerine en yakın olan aziz akrabalarına değil arkadaşlarından birine verildi. Din-i İslam ırk ve renk farklarını izale etti. Hem o derece ki bazı Habeşistanlı siyahlar müslümanların en muhterem rehberleri oldukları gibi ümmet-i İslamiyyenin en büyük erkanından Hasan Bilal ve Süheyb gibi üç zatın birisi Basra’dan ikincisi Habeşistan’dan üçüncüsü Diyar-ı Rum’dan gelmiş her birinin rengi diğerinin renginden başka idi. Din-i İslam sınıf farklarını öyle kaldırdı ki köleler İslam ordularına kumandan ta‘yin olunur en asil ve en yüksek ailelere mensub olan zevatın ma-fevkında bulunurlardı. Kölelerle erbab-ı asalet arasında vuku‘ bulan izdivaclar kemal-i serbesti ile akd olunurdu. En asil zevatın evamirine nasıl itaat olunursa onlara da öyle itaat olunurdu. Ser-a-pa sunufa ayrılan Hindistan’ın Haydarabad hükumetinde bile hal ve keyfiyet böyledir. Bugüne kadar Arabistan’da alelade bir deveci ile en zengin bir zat yahud bir arazi sahibi arasında müsavat-ı kamile hükümfermadır. Hep birlikte yerler içerler ve yaşarlar. Aralarında musaheretler olur. Hindistan’ın Bhopal hükumet-i ederler. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz köleliği ilga etmediyse de –ki yirminci asırda bile ilga olunmamıştır– köleliğin bütün dikenlerini kırmış ve kölelerin seviyesi serbest insanların derecesine yükseltilmiştir. Zat-ı risaletpenahileri kölelere efendilerin yiyeceği yemekten vermelerini efendilerin giyecekleri elbiselerle iksa olunmalarını emir buyurmuşlardır. Serbest insanların kölelerle izdivac etmelerine müsaade olunmuş el-hasıl onlara her türlü hukuk-ı müsavat bahş edilmiştir. Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki: “Serbest bir mü’mine ile izdivac edecek kadar zengin olmayanlarınız elinize düşen mü’minelerden birini alsın. Cenab-ı Hak sizin imanınızı bilir. Siz birbirinizden meydana geldiniz. O halde onlarla efendilerinin müsaadesiyle evleniniz. Onlara iyi bir mehir veriniz. Fakat onlar afif olsunlar kabayihdan ve bir takım aşıkların tatmin-i hevesatına hadim olmaktan azade olsunlar.” Esasen köle olan bir ailenin Hindistan’da seksen altı sene icra-yı hakimiyyet ettiği bir hakıkat-i tarihiyyedir. Bu hanedanın müessisi Kutbüddin gibi gençliğinde köle olan sekiz padişah Hindistan’da en muazzam padişahların debdebe ve daratıyla hükümran oldular. Delhi’de icra-yı hükumet eden yegane kadın Razıye Begüm bu aileye mensubdur. Bu padişahların bir kısmı muktedir kumandanlardan diğer kısmı erbab-ı irfandan olmakla iştihar etmişlerdi. – İSLAM VE SOSYALİZM’İN ERKAN-I ESASİYYESİ Sosyalizm’in en esaslı erkanı: Hürriyet müsavat ve uhuvvettir. Bu üç esasdan her biri kaffe-i müessesat-ı Her müslüman en mükemmel hürriyetle temettu‘ ve tena‘‘um eyler. Ancak Allah’dan korkar. “Te’yid ve kuvvet ancak Cenab-ı Hakk’tandır.” Bir müslüman ancak huzur-ı İlahide eğilir. Allah’dan başka hiçbir kimseden mu‘avenet taleb etmez. “Ya Rabbi ancak Sana ibadet ve ancak Sen’den istimdad ederiz.” Ömründe kargir bir bina görmeyen ilk müslümanlar fakr içinde Roma ve İran’ın satvetli hükümdarlarına gönderildikleri zaman kisraların kayserlerin huzurunda bile inhina etmemiş bütün o hey’et ve azamet onların a‘sabını titretmemişti. Gerçek hayat-ı dünyanın hiçbir meta‘ı onları teshir edemedi. Vicdanlarından başka Allahlarından başka bir kimseye karşı bir mes’uliyet hissetmiyorlardı. Ruzgarlar gibi serbest kabil-i tasavvur olan hürriyetin en mükemmeliyle yaşıyorlardı. Kur’an-ı Kerim; “Allah’ın nev‘-i beşere rayegan buyuracağı bir rahmeti hiçbir kimse tutamaz. Ve tutacağını O’ndan başka bir kimse bahş edemez. Allah Aziz ve Hakim’dir.” buyurur. Diğer bir ayet-i kerimede; buyuruyor ki meal-i münifi: “Yüklü olan bir ruh başkasının yükünü taşımaz. Ağır yüklü bir ruh yükünü hafifletmek için başkasını çağırsa da yükünden bir şey taşınmaz. Hatta akrabasından birisine bile bir insan yükünden bir cüz’ünü veremez. Sen Allah’dan korkmakta ve namazlarını eda etmekte olanları tahzir et. Nefsini temizleyen kendi nefsi gidilecektir.” Bu iki ayet-i kerime Sure-i Fatır’dadır. Müsavata gelince: Eski müslümanlar kendilerini mütesavi addetmekle iktifa etmeyerek kendilerini hep bir addederlerdi. Müslümanlar arasında zerre kadar bir fark yoktu. Cem‘iyet-i İslamiyyede derecat-ı ictima‘iyye olmadığı gibi her neye mal olursa olsun müslümanlar ümmet-i İslamiyye içinde sınıf farkları icad etmeye kat‘iyyen çalışmadılar. Hazret-i Ömer bu mes’ele üzerinde o kadar izhar-ı şiddet ederdi ki mektublarının birinde sarıldığı esası izah eden bir hadiseyi bu suretle beyan etmektedir. Hazret-i Ömer Ebu-Ubeyde’ye diyor ki: “…Akrabasıyla kabilesinin rüesasıyla bize gelen ve tarafımızdan hüsn-i kabul gören Cebele bin Eyhem ile aramızda vuku‘ bulan muhavere bu şekilde cereyan etti. Cebele benim karşımda din-i hakkı kabul ettiğini mühtedilerle kesb-i kuvvet etmiş olduğundan memnun olmuştuk. Fariza-i haccı ifa için hep birlikte Mekke-i Mükerreme’ye gittik. Cebele yedi kere tavaf etti. Esnayı tavafda Fezare Kabilesi’ne mensub bir adam kazara eteğine basmış binaenaleyh arkasından ihramının düşmesine sebeb olmuştu. Cebele bunun üzerine o adama dönerek; “Veyl sana Allah’ın ma‘bedinde sırtımı açtın!” dedi. Zavallı adam bunu kat‘iyyen kasd etmediğine dair yemin etmiş. Fakat Cebele buna rağmen o adamı dövdü burnunu yaraladı ve dört dişini kırdı. Adamcağız bana koştu ve şikayetini arz ederek mu‘avenetimi taleb etti. Hemen Cebele’nin huzuruma getirilmesini emr ettim. Neden dolayı bu müslüman kardeşini bu hale koyduğunu neden dişini kırdığını ve burnunu yaraladığını sordum. Cevaben dedi ki: O adam eteğine basmış sırtını açmış. Daha sonra eğer mescid-i tarikıyla kendisini cezalandıracağımı kendisine söyledim. “Hayır ben bir emirim bu adam ise bir fakırdir.” dedi. Bunun ehemmiyeti olmadığını her ikisinin müslüman ve bu i‘tibar ile mütesavi olduklarını anlattım. Bunu Müştekiye bir gün bekleyip bekleyemeyeceğini sordum bekleyeceğini haber verdi. Cebele ile arkadaşları gece firar ettiler…” Gibbon der ki: “Din-i İslam’ın ilk naşirlerine iltihak eden milyonlarca Asyalı ile Afrikalı Müslümanlığı kabule icbar edilmemişler bilakis o dine incizab etmişlerdir. Kelime-i şehadetin lahzada muzaffer müslümanların daire-i uhuvvetine dahil oluyorlar her günahdan kurtuluyor her ribkadan azad oluyorlardı. Tabiatin icabıyla ruhbaniyetin butlanı ma‘bedlerde uyuyan ervahı ikaz etmiş ve bu yeni hey’et-i gayretinin seviye-i tabi‘iyyesine yükselmişti.” Her tarafgirlikten azade böyle bir müsavatın neticesi olarak bütün ümmet-i İslamiyye bir ruh ve bir mevcudiyetten ibaret oldu. Ekabir-i evliya-yı İslamiyyeden Şeyh Sırri bir kere böyle söylemişti: “Otuz seneden beri irad etmiş olduğum bir kelime-i şükranın afvını niyaz etmekteyim!” Bunun ne demek olduğunu soranlara şu cevabı vermiş: “Bir gün Bağdad çarşısında yangın olmuştu. Birisi geldi ve benim dükkanımın da yandığını haber verdi. “Allah’a çok şükür artık bundan sonra her meşguliyetten azade oldum.” dedim. İşte kendimi müslüman kardeşlerimin haricine çıkararak şahsıma mucib-i istirahat olan bir hadise için teşekkür ettiğimden dolayı otuz senedir ki kemal-i gayretle istirham-ı afv etmekteyim.” Müsavat-ı İslamiyyenin Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz tarafından beyan olunan mefkuresi budur: “Kaffe-i ehl-i İslam bir şahs-ı vahiddir. Bunlardan birisi bir elemle incinirse bütün mevcudiyet incinir.” “Müslümanların kaffesi birbirine kaynaşmış yekpare bir bina gibidir.” Müslümanlar gayr-i müslimlerin bile bir insanla diğer bir insanın arasını tefrik etmelerine müsaade etmezler. Hıristiyan kırallar tarafından diyar-ı gönderilen hey’etlerin esna-yı kabulünde adetleri müslümanların hem-nev’ileri idiler. Müslümanların yekdiğerine karşı kardeşliği ise cidden hayret-amizdir. Bunların arasındaki ihlas hakıkaten kardeşler arasında olan ihlasın aynıdır. Kur’an-ı Kerim Cenab-ı Hakk’ın bu muhabbeti kulub-ı İslamiyyeye ilka buyurduğunu beyan buyuruyor. Allahu Azimü’ş-şan peygamberine hitaben diyor ki: “Eğer sen dünyanın bütün hazainini infak etsen onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların kalbinde bu muhabbeti yarattı.” Yine Furkan-ı Hakimimiz buyurur ki: Yani; “Hepiniz hep birden habl-i İlahiye sarılınız birbirinizden ayrılmayınız. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah’ın lutfu sayesinde kardeş oldunuz.” Aleyhissalatü ve’s-selam Efendimiz’in bu mevzu‘a aid ehadis-i nebeviyyesi ber-vech-i atidir: “Müslümanlar kardeştirler. Birbirine zulm etmemeli birbirine mu‘avenetten feragat etmemeli birbirine hakaret etmemelidirler. Kalbinde asar-ı salah olan bir müslüman kardeşini tahkır etmez. Bir müslümana aid her şey kan mal ırz diğer bir müslümana haramdır.” “Zalim de mazlum da olsa müslüman kardeşine mu‘avenet et!” “Fakat zalime nasıl mu‘avenet edelim?” demişler. Peygamberimiz; “Onu zulümden men‘ etmekle!” buyurmuşlar. “Cenab-ı Hakk’ın mahlukatına ve kendi çocuklarına muhabbet perverde edeni Allah da sever.” “Nezd-i İlahide en iyi insan dostları arasında en iyi olandır. Allah’a en yakın olacak olanlar komşulukta en “Kendi nefsi için arzu ettiğini kardeşi için de arzu etmedikçe bir insanın imanı kamil olmaz!” “Mahlukat-ı İlahiyyeye karşı merhametli olana Cenab-ı Hak da rahimdir. O halde iyi fena yeryüzünde yaşayanlara merhamet ediniz. Fenalara merhamet onları fenalıktan vaz geçirmektir.” Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz uhuvvet fikrini o dereceye getirdi ki kendisine iman edenlerin Zat-ı risaletpenahilerine bir kardeş muamelesinde bulunmalarını Uhuvvet fikri müslümanlarda o kadar ilerlemiştir ki mutasavvıfe-i İslamiyyenin e‘azımından Feridüddin Attar bu temenni-i salihanede bulundu: “İsterim ki bütün insanların elemi benim kalbimde toplansın da bütün insanlar elemsiz yaşasın!” Mister Hamdastu bu satırları ne kadar güzel yazıyor: “İslam’ın esasatından biri uhuvvet ve müsavattır. zail olur. Edyan-ı sairenin soğuk ve hodgam tezahürat-ı hariciyyesinde binlerce imtiyazlar bulunduğu halde Din-i İslam hem nazari hem ameli bir surette en vazi‘ en fakıre herkese bahş ettiği hukuk-ı mütesaviyyeyi vermiştir. Dünyanın bütün uleması toplansa da akl-ı selime ‘ulum-ı tabi‘iyye ve hissiyat-ı ‘ulviyyeye muvafık bir din ibda‘ına çalışsalar ibda‘ edecekleri din ancak Din-i Muharrir-i aciz Türkiye ve sair diyar-ı İslamiyyeye vuku‘ bulan müteaddid ziyaretlerimden anlamışımdır ki uhuvvet ve müsavat-ı İslamiyye hala payidar olan kuvvetlerdir. İslam’ın cihan-şümul şerefini haiz olacağı muvaffakıyetlere bağlı olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin payitahtını ikinci ziyaretim ez-her-cihet birinci ziyaretimden daha ziyade bana memnuniyetbahş olmuştu. senesinde Türkiye’de demokratik bir çok tebeddüller vuku‘ bulmuş ve İslam ruhu Makam-ı Hilafet’in her köşesinde nümayan idi. Aziz bir müslüman kardeşimin delaleti sayesinde muharrir-i aciz devletin ekabir-i ricaliyle ez-cümle şeyhü’l-İslam’ıyla sadr-ı a‘zamıyla görüşmeye muvaffak olmuştum. Türkiye’de tesadüf ettiğim her müslüman bana nüvazişkar bir hürmet ve samimiyetle muamele etmekle kalmamış aynı zamanda kardeşçesine de i‘timad etmişti. Uhuvvet-i İslamiyyenin en yüksek derecesini huzur-ı şevket-mevfur-ı hazret-i padişahiye kabul buyurularak yarım saat kadar Halife-i İslam ile hususi bir mülakata nail olduğum zaman yaşadım. Muharrir-i aciz Emirü’l-mü’minin Efendimiz hazretlerine gerek kendisinin gerek hemşehrilerinin bu iltifat-ı padişahiye mazhariyetle müftehir olduklarını dermiyan eylediği zaman taraf-ı padişahiden verilen cevab müslüman olan bir hükümdarın ağzından çıkacak bir cevab idi. Zat-ı seniyyeleri İslami bir nezaketle şayan-ı mütesavi ve hep kardeş olduklarını ve uzak yerlerden gelmiş bir müslüman kardeşleriyle görüşmek vazifesiyle mükellef bulunduklarını beyan buyurmuşlardı. Ş. M. Hüseyin Kıdvai MEV‘İZA Ders-i sabıkta bu ayet-i kerimenin ma‘na-yı ‘alisini söylemiştik. Cenab-ı Hak yani bizi halk eden Halık kendi mevcudiyetini mü’min olanlara ayat-ı beyyinat eder. Bu uluhiyet fikri bazı hukemanın i‘tikadına göre nebi vasıl olmayan yerlerde tasdik-ı Barinin vücubu hususunda iltizam edilen fikir de bu nokta-i nazardan mahzur çıkaranlara ser-rişte-i ta‘riz verelim. Ne ise geç efendim geç! Efkar-ı gariziyye ne demektir? Mesela bazı fikirler vardır ki insanla beraber doğar. Allah bu fikirleri ruh gibi. Böyle fikirlere lisan-ı hikmette efkar-ı gariziyye yahud fıtriyye cibilliyye denir. Descartes onların mahiyetini izah etmiş. Çünkü bazı filozoflar Descartes’ın bu fikrine i‘tiraz ile; “Rahm-ı mader bir daru’t-ta‘lim mi idi ki insan bu fikirleri orada öğrendikten sonra doğsun?” demişler. Descartes bunlara cevab olmak üzere; “Ben böyle bir fikirde bulunmadım; benim efkar-ı gariziyyeden maksadım başkadır. Mesela bazı ailelerde hulk-ı seha yahud bazı emraza isti‘dad gibi şeyler bulunur. Bunlar o ailenin efradına bi-tarikı’lirs kabildendir.” demiş. Hulasa bir isti‘dad demek olacak. Böyle demiş olsa idi bu i‘tirazata hedef olmaz idi. Fakat şu kürsüde filozoflardan bahs etmek biraz tuhaf gibi oluyor. Belki bu cihet bazı kimseler için ‘ukde-i hatır olur. Evvela şu ‘ukdenin izalesini elzem addederiz. Bazı kimseler görülüyor garib fikirlerde bulunuyorlar: –Filozof dediğin kim?.. Akılsız meczub adamlar. Söylediği türrehat düşüncesi safsatayat. Bu fikri tashih etmek lazım. Zaman öyle iktiza ediyor. Evet; öyle diyorlar: Filozof dediğin o adamların ne sözlerine ehemmiyet vermeli ne de fikirlerine; onların vücudu ile ademi müsavi… Bu pek müfrit bir hüküm pek gafilane bir fikirdir. Zira o senin filozof dediğin adamlar ister bizim dinimizle mütedeyyin olsunlar ister olmasınlar yine insandır. Allahu zü’l-Celal Sure-i Celile-i İsra’da buyuruyor ki: çıkarmak istediğin felasife ne olursa olsun ayetinin tazammun ettiği ma‘nanın dahilindedir. Hepsi ademdir. Tekrim-i İlahiye mazhar olmuş. Allah onlar hakkında da; diyor. Yani hüsn-i suret ve intisab-ı kametle mümtaz kılmış iktisab-ı ma‘rifete kabiliyet vermiş hulasa bir çok evsaf ile mütehalli etmiş. Say sayabildiğin kadar. Onların da kafası onların da dimağı var. Sende olan şeylerin kaffesi onlarda da var. Demek alat-ı maddiyye ile mücehhez adamlar. Tabi‘i o aletleri ma-hulika lehinde isti‘mal edecek isti‘dadı bilkuvve haizdirler. Tekrim-i İlahinin zımnında onlar da dahil. Allah’ın daire-i tekrimi dahiline aldığı mahlukatı sen nasıl o daireden çıkarıyorsun? –“Ben onları akaid-i hakkadan mütebaid görüyorum” diyeceksin. O bahis başka. Fakat ilimlerini ale’l-‘amya redd ü tezyif doğru değildir. Onların silahıyla mücehhez olduktan maksadlarını anladıktan sonra usulü vechile reddetmeli. Kuru lafla olmaz. Redd ü tezyif-i ‘amiyane nişane-i cehl ü gaflet daha doğrusu hamakattir. Ma‘rifet hususunda senin bildiğin ameliyye-i tarhdan ibaret. Sen dünyanın servet ü samanını kise-i iflasındaki üç beş kuruştan ibaret zannediyorsun. Böyle münasebetsizlik olur mu? Sen servet-i alemi kesendeki sekiz buçuk kuruşa hasr edersen çok yanılırsın. Şu halde kendi aczini bil. Sermayenin mikdarını anla sonra iş görmeye kalkış. Bu adamlar o daireden çıkamaz. Çünkü insandır. Çıkamayınca söylediklerini işitmeli. Yazdıklarını okumalı. Fikirlerinin a‘makına infaz-ı nazar etmeli. Bu zamanın muktezası budur. Çünkü senin felasifeye buğzun esas Bu buğz evailde mütekellimin hakkında da varid olmuş idi. Mesela: “Huzur-ı İlahiye şirkin gayri herhangi bir günah ile gitmek ilm-i kelama intisab günahıyla gitmekten ehven kalır.” demişler. Bunun sebebini başka bir maksadda aramalı. “İsim müsemmanın aynı mıdır değil midir?” gibi mebahisle iştiğal edenlerin katlini ibahaya varmışlar. O zaman böyle lazım geliyor idi. Safvet-i kulub kuvvet-i iman bu gibi mebahisi istihcan etmekte haklı idi. Fakat gitgide işler değişti. Bugün ulemamız içinde mesela gibi aşağıdır. Alim olan kimseler usul bilmeli kelam bilmeli ki saha-i ma‘rifette bir mevki‘ sahibi olabilsin. Bugün ilm-i kelama müntesib olan kimseler hakıkaten bu dinin müdafi‘i bu akaidin muhafızıdır… Halbuki bir zamanlar hem kendileri hem ilimleri zemmediliyordu fiyevmina haza memduh oluyor. Tekallub-i zaman neler husule getirmiş. Siyah beyaz olmuş. böyledir. –Elhamdülillah benim kuvvetim var. Adalatım kavi. Kılıcımı elime alınca düşman sufufunu yarar geçerim… Dur bakalım. Vakı‘a müsteinen billahi teala ihraz-ı şehadet için böyle yaparsın. Fakat düşman mitralyözü hak ile yeksan eder. Sen o gibi amal-i vahiyye ile vakit geçirirken beyninde tayyare bombaları patlar. Evvela kuvveti iktisab etmeli. Sonra hıfz-ı İlahiye iltica ederek gazaya cihada gitmeli. Ve illa fela. Öyle kuvvet-i bazuya güvenerek zırhlılara drednotlara mitralyözlere karşı çektirmelerle üç ambarlılarla baştardalarla çakmaklı tabanca ile muharebeye çıkmak gülünç olur. Onların tarafındasın. Sen de bir takım kuvvetler tedarik alat ve vesait icad ederek onlara karşı koyacak olursan galibler sufufuna geçersin. Anlaşıldı mı? ‘Ulum ve fünun da böyledir. Aks-i fikri müeyyed sözler gayr-i mesmu‘dur. Bilhassa şu zamanda. –Hiçbirinin lüzumu yok. Öyle ise ceffe’l-kalem ‘ulumu inkar et işin içinden çık. Ne hal ise maksada rucu‘ edelim. İşte bazı kimseler yukarıda söylediğimiz gibi; “Uluhiyet fikri bir fikr-i cibillidir bir fikr-i garizi ve tabi‘idir.” diyorlar. –Acaib! Hiç fikir insanla beraber doğar mı? O senin bildiğin fikir değil. O fikir nev‘ama bir isti‘dad bir kabiliyet demektir. Hüsn fikri gibi. Mesela sekiz yaşında bir çocuk güzel bir çehreden müteessir olur. Bir güzele alaka eder. Halbuki kimse ona bunu öğretmemiştir. Haricde mülayimine mülakı olunca asarı nümayan olur. Mıknatısda kamin olan kuvve-i cazibe gibi. Mıknatısın kuvve-i cazibesi ne zaman mahiyetine mülayim bir cisme yani demire müsadif olursa o vakit eserini gösterir. Yukarıda söylediğimiz filozof; “Uluhiyet fikri de böyledir. Haricde bu mükevvenat ile onun eczası arasındaki insicamı görünce bir sani‘-i hakimin bir sani‘-i müdebbirin vücuduna istidlal etmemek gayr-i mümkindir.” demiş. Bazı kimseler de; “Bu uluhiyet fikri garizi hem-zad bir fikir değildir. İnsan haricdeki ‘illiyet fikrini mebde’-i nazar ittihaz ederek kendisindeki melekat ve kuvayı kemal-i mümkine isal eder. Sonra haricde o kemali haiz bir Allah tahayyül eyler. Mesela kendisinde bir akıl bir kudret görür. Bunun na-mütenahi olmak üzere tasavvur ve bir mevzu‘a isnad eder. Hikmet ve saire fikirleri de böyledir. Bu fikirleri münteha-yı meratib-i kemale isal ederek haricde bunlarla muttasıf bir ilahın vücuduna kail olmak ister. Zira bu fikr-i uluhiyyet vicdan-ı beşerde kamin bir fikr olaydı bila-istisna kaffe-i efrad-ı beşerde bulunmak lazım gelirdi. Halbuki bir çok akvam görülüyor ki uluhiyete dair kendilerinde şemme-i fikir ve kanaat yoktur.” diyorlar. Bu mes’elenin tafsili uzun gider. İmam-ı A‘zam hazretlerinden rivayet edildiğine göre Cenab-ı Hak peygamber göndermemiş bile olsa zat-ı uluhiyyeti akıl ayet-i kerimesini sened ittihaz ederek başka türlü düşünmüşler. Bunlar ayet-i kerimedeki nefy-i azabı füru‘-ı a‘male hasr ile ma‘rifet-i ilahiyyeden nefy-i vücub etmiyorlar. Hulasa bu bahisde birçok söz var. Velhasıl efkar ve muhakemat te‘aruz ediyor. Cenab-ı Hak biz ehl-i imanı Kur’an-ı Hakim’inde kendi mevcudiyet-i İlahiyyesinden haberdar ettiği gibi bize bezl eylediği ihsan ve in‘am-ı İlahisini de tekrar buyuruyor. Mesela: ne fıtratta bir delil aramaz. Doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın vücudunu vahdaniyetini tasdik edip fevz ü necata nail olur. Kur’an’daki delaili ikiye ayırıp bunlardan birine delil-i müteferri‘ in‘amat-ı İlahiyyeyi mutazammın ayetler delil-i . “Allah insanı nutfeden halk etti. İnsan da halikına karşı münazır mücadil oldu. Sizin için deve koyun inek yarattı. Sütünde yününde vesairesinde bir çok menfaatler vardır. Bunlardan yersiniz içersiniz giyinir kuşanırsınız. Bunların yününden güzel kumaşlar dokursunuz. Sütünden de türlü şeyler yaparsınız. Sizin için onlarda zinet ve cemal var. Akşam üstü onları yerli yerine yatırınca sabahleyin mer‘aya salınca zevk duyarsınız mesrur olursunuz. Onların üzerine eşyanızı yükletirsiniz. Üzerlerine binersiniz. Onlar olmasa kemal-i müşkilat ile gidebileceğiniz yerlere onların sayesinde rahat rahat gidersiniz. Allah’ın kullarına merhameti çoktur.” Bunlar hepsi delil-i inayet kabilinden. Kur’an’da ale’l-ekser ayat-ı kerime bu iki delili birden ihtiva eder. Bu ayet gibi. Cenab-ı Hak yine Kur’an-ı Hakimi’nde; “Halık’ınız sizin için bulutlardan su akıttırır. O sudan ra‘y edersiniz. Ekin zeytin hurma üzüm vesaire gibi meyveleri inbat eder. İşte aklı başında olanlar için bunların hepsi Benim vahdaniyetime delildir.” buyuruyor. Şimdi burada şeytan zihne türlü şeyler getirir: –Canım bu herkesin bildiği şey. Bunun neresinde bir fazlalık var? Haydi bakalım; zeytin hurma üzüm filan yaratmış! Bunu –haşa haşa haşa– biz değil bir muarız söylüyor. bundan ne çıkar? Ne faide terettüb eder? Kul uykudan uyanmalı haddini bilmeli. Bizde bedihiyatı görecek göz bile yok. Bu münasebetle size bir misal söyleyim: Değirmen azim bir velvele ile işler. Değirmenci bu gürültüye rağmen derin bir uykuya dalar. Nagehani bir arızadan dolayı değirmen duruverse değirmenci gözlerini açar. Halbuki gürültü uykuya mani‘ olmak lazım gelirken acaba değirmenci neye uyanıyor? Bilakis daha iyi uyumalı değil mi? Çünkü ses kesildi sükun geldi. Yok! O hareket o gürültü aks-i neticeyi husule getirdi. Yani değirmenciyi uyuttu. İşte biz de bu gerdune-i gerdunun hareketinden ta‘bir caiz ise velvele-i zi-sükunundan derin bir uykuya dalmışız. Tevali eden o hareketle o hareketin tazammun ettiği azamet ve kudret bizi ikaz etmek muharrik-i ezelinin pişgah-ı celalinde ser-be-zemin-i sücud eylemek lazım gelirken gayet derin bir gaflet uykusuna yatırıyor Halik’dan teba‘ud ettiriyor. Biz şimdi hepimiz değirmenci gibi uykudayız. Yakaza devri gelince bu gürültü kesilince hakıkatin ne olduğunu ke’ş-şems fi-vasati’n-nehar görürüz. sözünün ne demek olduğunu o zaman anlarız. Şimdi anlaşıldı mı? Cenab-ı Hak haşa sümme haşa çok kimselere gayet basit ve ehemmiyetten ari gibi görünen bir takım şeyleri bu gibi ayat-ı kerime ile bizim gaflet uykusuna dalmış olan gözlerimize sokuyor. Fakat ma‘atteessüf hala uyanmak ihtimali yok! Sa‘di’nin dediği gibi: Filhakıka öyledir. İnsan babasından nail-i saman olan mirasyediye benzer. O sade sarf eder. Paranın nereden geldiğini nasıl kazanıldığını bilmez bilmeye lüzum da görmez. Bu böyle olduğu gibi diğerleri de buna benzer. Mesela senin önüne bir lokma ekmek geliyor. Ama bir kere düşün. Bu kürre-i arz o kabiliyeti iktisab edinceye kadar bu feza-yı na-mütenahinin içinde ne kadar döndü dolaştı? Tasavvur et efendi! Herkes bunu düşünebilir mi? Tabi‘i düşünemez. Fakat düşünenlere hürmet etmeli. Sa‘di gibi kübera-yı ümmetin şu sözündeki mezayanın künhünü anlamaya çalışmalı. Şimdi söylediğim gibi insanların çoğu bu mirasyedilere benzer. Senin benim gibi alnının teriyle para kazanmamış ki paranın kıymetini bilsin! Hepsini hazır bulmuş. Tabi‘i hazır bulunan şeyin kıymeti olmaz. O ni‘metler hakkıyla takdir edilemez. Hak yolunda hakıkat yolunda yorulmamış yorulmaya lüzum görmemiş ki bu sözlerin kıymetini bilsin onlardan bir şey anlasın! ayeti ile sair ayetler gibi sine-i ademden çıkardığı mevcudatı söylüyor. İbnü Rüşd buna delil-i ihtira‘ diyor. Cenab-ı Hak bu ayetlerde kudret ve azametinden ni‘am-ı celilesinden bahs ediyor. Bu vechile vahdaniyet-i Şükuk u şübehat içinde yuvarlanan kalbler Kur’an’dan Kur’an’ın bu delillerinden bir şey anlamaz. Peki kuzum; acaba bu felasife dediğimiz cema‘atin de delilleri var mı? Evet var. Onlar da isbat-ı vacib için bir takım tarikler düşünmüşler. Bu deliller felasife ile mütekellimin arasında müşterektir. Bu deliller nedir? Evvel be-evvel fiziki yani tabi‘i. Ondan sonra da metafizik yani ma-ba‘de’t-tabi‘i: Vücudi ahlakı ve saire gibi deliller. Şöyle ki: Mükevvenata bir nazar fırlatınca üç şey görürüz: Mevcudiyet-i maddiyye. Şu kürsünün bu cami‘in şu kandillerin vücudu. Şu cami‘deki cema‘at-i müsliminde görülen hareket yani bir mahalden diğer mahalle intikal. Bütün ecza-yı mükevvenat arasındaki meşhud olan nisbet-i intizam ve insicam. Üçüncü delil de budur. Birinci delile lisan-ı mütekellimin ve felasifede “delil-i vücudu tarikı. “hareket delili” üçüncüsüne de “illet-i gaiyye delili” derler. İşte felasife-i kadime ve cedide isbat-ı vacibe delailini hadisata göre böylece sınıflara ayırmıştır. Delil-i imkan nedir? Alemde iki türlü vücud vardır: Vacib mümkin. Mümkin demek ademiyle vücudu müsavi olan dereke-i ademden derece-i vücuda irtika demektir. Vücud-ı vacibe gelince o da kendi zatıyla kaim olup vücudunda gayra muhtac bulunmayan mevcud demektir. Cenab-ı Hakk’ın vücudu gibi. Vakit kalmadı; TE‘ALI-İ İSLAM CEM‘İYETİ’NE Hücum Değil Hayr-hahane İhtaratta Bulunmalı! Te‘ali-i İslam Cem‘iyeti’nin neşr ettiği program hilafında olarak siyasiyatla iştiğale başlamasından dolayı bazı gazetelerle mahafil tarafından hücuma ma‘ruz kaldığı esefle görülmektedir. Te‘ali-i İslam Cem‘iyeti siyasi cereyanlardan yahud siyasi cereyanlara alet olmaktan ne kadar azade kalırsa o kadar mazhar-ı hürmet ve i‘tibar olur. Bir de a‘zalığı yalnız muhaliflere hasr etmemeli. Muhalif muvafık ayırmayarak kapısını küşade bulundurmalıdır. Ümid ederim ki Te‘ali-i lutfunda bulunur. Te‘ali-i İslam Cem‘iyeti muhiblerinden Mehmed Tahir AFRİKA VE ASYA’DAKİ HAREKAT Times gazetesi “S” [sin] imzasıyla gönderilen uzun bir mektubu neşr etmekte ve Alman propaganda me’murin-i hafiyyesinin fa‘aliyetini ve Asya-yı Vusta’da bolşevik tahrikatı ile İtalyan müfrit sosyalistlerinin teşrik-i mesaisini Fas ve Cezayir’de İspanya anarşistlerinin ika‘ eyledikleri olan münasebatını izah etmektedir. Bu mektubun bazı aksamını ber-vech-i zir iktibas eyliyoruz: Times gazetesi muharrirliğine Şark’ta sulh ve müsalemet-i cihanı tehdid eden vaz‘iyet hakkında nazar-ı dikkati celb etmek üzere mihman-nüvaz sütunlarınızdan istifade etmekliğime müsaadenizi temenni eylerim. Bundan evvel Moskova Umur-ı Hariciyye Komiserliği’nin Şark Dairesi tarafından “İstihlas-ı İslam” namıyla bir cem‘iyet teşkil edildiği gazetelerde intişar eylemiş idi. Bu cem‘iyet fa‘aliyetini vasi‘ bir sahaya teşmil etmek maksadı ile “Şark Merkez Komitesi” namıyla bir tali komite teşkil eyledi ve bunu Hindistan’da müteşekkil bil-umum teşkilatı murakabe altında bulundurmaya me’mur kıldı. Komite karargah-ı umumisini Mustafa Kemal Paşa kuvasının karargah-ı umumisinde te’sis eyledi. Aynı zamanda Garbi Avrupa Mısır Avrupa-yı Osmani ve saire ile meşgul olmak ve fa‘aliyetini buralara sarf etmek üzere merkezi Berlin’de olarak diğer bir Garb Komitesi de teşkil edildi. Berlin Komitesi İslam harekat-ı ihtilaliyyesinde pek mühim bir rol oynamaktadır. Moskova Merkez-i etmektedir. Pey-der-pey tavazzuh ve tahakkuk eden bir keyfiyettir ki Almanya İslam anasırı üzerine vasi‘ mikyasda bir eser-i mihman-nüvazi göstermekte bu anasırın na-hoşnud olanlarını Berlin’de himaye etmektedir. Bundan ma‘ada Berlin’de bu gibi mültecilerin bolşevik nüfuzu altında icra-yı fa‘aliyet eden muhtelif teşkilat ve konferanslara iştirak etmelerine müsaade edilmektedir. Geçen Kanunievvel zarfında Berlin Tali Komisyonu akd eylediği bir ictima‘da şu mesaili müzakere etmiş idi: – Harekat-ı milliyye ve bu harekatın ittihad-ı İslam ile revabıt ve alaikı; – Avrupa’da propagandaya devam lüzumu; – Şark’ta ihtilal-karane tertibata tevessül edilmesi; – Sovyet hükumeti ile hareket-i İslamiyye arasında bir münasebet te’sisi. “Müstakil bir Ermenistan cumhuriyetinin vücudu esas münasebatına hail olacaktır. Binaenaleyh bu cumhuriyetin farizadır. Cihanda bir ittihad-ı İslam te’sisi için şu an en münasib en eşref saattir. Yoksa bir adem-i muvaffakıyet takdirinde bu mefkureye veda‘ etmek icab edecektir.” Sahib-i mektub Afganistan Buhara Taşkend ve sair Şark havalisine nakl-i kelam ile Hindistan hududunda Afganlılar ile vuku‘ bulan muharebatın bolşevik propagandası eseri olduğunu ve bu muharebede Sovyet hükumeti ile İslam ihtilal-karanının oynadıkları rolleri ve Hindistan’da mecusilere dair Sovyetlerin ittihaz eyledikleri mukarreratı ve mecusi an‘anatına riayet bahsinde Moskova’dan sadır olan bir emirnamenin bir suret-i müstahracesini izah ve nakl eylemektedir. ŞARK MES’ELESİ’NİN HALLİNDEKİ MÜŞKİLAT Lordlar Kamarası’nda irad ettiği nutkun bize müteallik olan mühim aksamını iktibas ediyoruz: “Türkiye sulhünün lüzumundan fazla te’ehhüründen şübhe yok ki bizler ve bizim için tekmil alem bu te’ehhür kabahatimiz ile vuku‘a gelmediğini ve bunun sebebini Amerika’ca Şark’ın müstakbel nizam-ı umurunda ifa olunacağı zan ve ümid olunan rolü ifa etmek imkan ve fırsatını Amerika’ya bahş eylemek hususundaki arzumuzdan ileri geldiğini esef ile beyan ederim. Bazı devletlerin feth-i arazi ve tevsi‘-i nüfuz u satvet amalini el-yevm zir-i hakimiyyetlerinde yaşayan ahaliden fazla mikdarda halka ferman-ferma olmak ve ticaretleri için yeni mahrecler yeni pazargahlar elde etmek gibi ihtirasat beslemekle itham olunduklarını sık sık işitiyorum. Fakat öyle zannediyorum ki eğer Avrupa Düvel-i Muazzaması Amerika’nın iştirak-i mesaisini te’min etmeye ve onu kendi hissesine isabet eden hamule-i mesaiyi tahammül eylemeye ikna‘a muvaffak olurlar ise yukarıda zikr olunan mahiyetteki emellerini – bu gibi menfaat-perestane makasıdın peşinde hakıkaten dolaşıyorlar ise– feda etmeye razı olacaklardır. Amerika’yı bütün Türkiye’nin mandateri sıfatı ile selamlamak isterdik. Bağdad havalisine gelince; öyle zannediyorum ki fa‘aliyetimiz ancak Basra vilayetine hasr olunacağı zaman artık geçmiştir. Elde ettiğim ma‘lumata binaen şu kanaati hasıl ettim ki: Bağdad havalisinden çekilmek üzere bulunduğumuz ora ahalisine i‘lan edilse ahali büyük bir ye’s ü fütura düşer idi. Irak cihetindeki fa‘aliyetimizin ancak Basra vilayetine münhasır kalmasına imkan yoktur. İngiltere hükumeti bu fa‘aliyetin Basra vilayeti gibi mahdud bir sahaya hasr olunacağına dair mevaid ve te’minatta bulunamaz. Türkiye sulhünu takrir ve tanzim etmek kolay ve basit bir şey olduğunu zan ve hakkında bir i’tilafa varmadan evvel bir çok mesaili tedkık ve ta‘mik etmek lazımdır. ahvalini mümkün mertebe tedkık ve tetebbu‘ etmiş bir adam sıfatıyla söylüyorum ki Şark vaz‘iyet-i hazırası pek endişe-averdir. Halletmeye mecbur olduğumuz muhtelif ve müteaddid mesaili birer birer zikr ü ta‘dad etmek Şark’taki vaz‘iyet-i müşevveşeyi bi-hakkın tanzim ve ıslah edecek bir düsturu veya birkaç desatiri bulmak ne kadar müşkil ve hatta müstahil olduğunu isbata kafidir. Şurasını hatırınıza getirmek isterim ki; iki büyük umurunu taht-ı almaya çalışıyoruz. Bu imparatorluklar Rusya ve Türkiye’dir. Rusya’ya atf-ı nazar ettiğimiz zaman karşımızda mahuf ve ye’s-aver bir manzara görüyoruz. Rusya’nın şimdiki hal-i pür-melali tarihde na-mesbuktur. Hasılı hududumuzun haricinde her dakıka akıl şaşırtan müşkilat ve gavail ile karşı karşıya geliyoruz.” [] TÜRKİYE’NİN ASYA’DAKİ an gazetesi nden: “Her halde bir Türk Milleti’nin mevcudiyeti inkar edilemez. Bu milletin evsaf ve nakaisı hakkında ne fikir dermiyan olunursa olunsun şimdi ona verilecek istikamet mevzu‘-ı bahisdir. Türk Milleti hakkında iki tarz-ı hareket mutasavverdir; daha doğrusu mutasavver idi. Bunlardan biri Zat-ı Şahane ile hükumetini İstanbul’dan ihrac etmek suretiyle Türkleri Şark’a atmaktır. Bu suretle Anadolu’nun doğrudan doğruya nüfuz ve te’sirinden azade kalacak olan müstakil Türk hükumeti önüne duvar çekildiği cihetle ma‘kus bir istikamette büyümeye başlayan bir ağaç gibi bütün fa‘aliyetini Asya’ya inkişaf ettirecektir. Fakat o zaman Alman bahçıvanlarının ihtimamıyla bir TürkTatar bir Türk-Arab bir Türk-Bolşevik siyaseti tenemmüv edecektir. Yalnız Ermeniler Türkler ile bolşevikler Tatar ve Arablar arasındaki hutut-ı muvasalayı işgal ettiklerinden bu işe mani‘ olacaklardır. Halbuki o vakit de bu maniaların Sanders siyasetinin gayesi de bu değil miydi? Halbuki senesi Teşrinievveli’nde Bulgaristan teslim-i silah eder etmez müttefikler bugün beliren tehlikelere ma‘ruz kalmaksızın Türkleri Asya’ya teb‘id edebilirler idi. Yalnız Fransa d’Espèrey’e derhal İstanbul’a doğru yürümesi için serbesti-i hareket vermek ve mütareke-namenin tanzimi mes’uliyetler hakkında münakaşaya girişmek istemeyiz. Ancak neticeleri de görmemezlik edemeyiz. Şu halde başka bir sistem kalıyor. O da Türkleri Garb’ın karşısında ibka etmektir. O zaman Boğazlar’ı beynelmilel kontrol altında bulundurmak şartıyla Zat-ı Şahane ile hükumetini İstanbul’da bırakmak lazım gelir. Türkiye’nin vaz‘iyet-i maliyyesini te’min edebilen bilcümle beynelmilel müessesat ile Türkiye’nin ticaret-i hariciyyesini inkişaf ettirmek sükun-ı dahiliyyeyi muhafaza eylemek iktiza eder. Diğer tarafdan eğer Türkler İstanbul’u kendilerine bırakmak suretiyle tatmin edilirse Türkiye’nin şarkında bi-hakkın yaşayabilecek vaz‘iyette bir Ermenistan bir mahrec ve Bahr-ı Sefid’de dahi ticari bir menfez verilmelidir. Ermenilerin hakk-ı hayatını kendilerine iade etmek suretiyledir ki Şark’ta her türlü entrikaların önünü alabilecek bir kuvvet elde edilebilecektir. HİNDİSTAN HEY’ET-İ MURAHHASASININ HAREKETİ Umum Hindistan ahalisi namına Londra ve Paris’e azimeti mukarrer olan bir hey’et-i murahhasanın ilk kısmı Muhammed Ali Seyyid Hüseyin ve Seyyid Süleyman Efendiler hazeratından mürekkeben ve refakatlerinde bir katib-i umumileri oldukları halde Hindistan’dan mufarakat eylediklerini Bombay’dan aldığı bir telgrafa atfen Times gazetesi yazıyor. Mufarakatten evvel bir hazretleri mecusi müfritlerinden Mösyö Tilak’ın efkarına mes’elesine nakl-i kelam ile bu mes’elenin Cenab-ı Hakk’a karşı bir vazife teşkil eylediği cihetle bu babda bir guna tahkim-name akdi tecviz edilemeyeceğini söylemiştir. VEHHABILERİN EMIR HÜSEYİN’E KARŞI HAREKETLERİ Times gazetesinin Şark-ı Vusta’daki muhabir-i mahsusu Vehhabilerle Şerif Hüseyin arasında cereyan eden muhasamatı izah etmektedir. Muhabire göre vakayi’ ber-vech-i ati cereyan etmiştir: “Geçen senenin mebadisinde gazeteler Arabistan’da muharebe olduğunu ve Mekke-i Mükerreme’nin İbnu Suud tarafından tehdid edildiğini yazıyorlardı. Fakat bu hadisenin aslı ve tafsilatı mechul kalmışdı. Münaza‘a Mekke’nin cenub-ı şarkısinde vaki‘ Hurma şehrinden dolayı tahaddüs etmişti. Bu şehir Mekke Emareti’ne tabi‘ ve muharebeden mukaddem Osmanlı idaresinde mezhebine mensubdurlar. Osmanlı idaresi altında bu şehir fi‘len müstakil idi. Ahalisi Mekke’ye değil Necid’e Abdülvehhab’ın zürriyetinden olan İbni Suud’a tabi‘ Bu zat müslümanların Martin Luther’idir. Vehhabiler Asr-ı Saadet’teki Müslümanlık’a rucu‘ etmiş tütün kahve ve müskirattan nefret eder mekabire hürmet etmezler ve pek müdhiş muharibler yetiştirirler. Hurma ahalisi Kral Hüseyin’in nüfuzuna ittiba‘ etmediler bilakis gönderdiği vergi muhassıllarını derdest ile tarafdarlarını tard eylediler. Binaenaleyh senesinde bu şehrin üzerine sekiz yüz kişilik bir kuvvet sevk olunmuş ve mucib-i ar bir surette duçar-ı hezimet olmuştu. Hurma ahalisi bu muzafferiyet üzerine İbni Suud’a haber göndererek Emir Hüseyin’in aleyhinde muharebe-i diniyyeye iştirakini taleb eylediler. Fakat senesinde Fahri Paşa Medine-i Münevvere’yi teslim edince orasını muhasara eden kuvvetle Hurma üzerine ikinci bir hamlede bulunmak istediler. Şerif’in oğlu Abdullah askerle iki batarya top ve mitralyözle kuvveti tarumar etmiş silahlarını almıştı. Emir Abdullah da hafif bir surette cerihadar olduysa da firar edebildi. Hurma’dan Taif’e kadar imtidad eden yol açıktı. Ve Mekke-i Mükerreme’nin Vehhabiler tarafından işgaline mani‘ kalmamıştı. dolayısıyla müdahale etmek istemişse de Emir Abdullah Vehhabiler üzerinde harben ihraz-ı zafer arzusunda idi. Ma‘amafih İbni Suud bir kere i‘tidal gösterdi. Ve Riyad’a da‘vet etti. Mes’ele bu vaz‘iyettedir. Şerif Hüseyin Hurma’yı fethe muvaffak olmadığından şimdilik bundan vazgeçti. Her iki taraf İngiltere’ye hakem nazarıyla bakıyorlar. Fakat bu Hurma mes’elesi dikenli bir mes’eledir. Acaba bu babda kat‘i bir karar verilecek mi?” BOĞAZLAR’SIZ İSTANBUL MAKARR-I HİLAFET OLAMAZ! Tophane’den i‘tibaren Gümrük Harbiye Bab-ı Meşihat Bab-ı Ali civarındaki emakin-i resmiyyemiz Taşkışla Taksim Harbiye Mektebi Yıldız civarında Dolmabahçe velhasıl aile-i celile-i sultaniden bazılarının sarayları üzerine atf-ı nazar edilirse oralarda Düvel-i mağlub üzerine bila-merhamet savletini gösterir. İstanbul bu hali gördükten sonra eskisi gibi Boğazlar ona merbut olmazsa merkez-i hükumet ve ale’l-husus makarr-ı Hilafet olması dinen ve siyaseten asla caiz olamaz. Bila-kayd ü şart Boğazlar’ın umuma küşade olması veya Düvel-i hakimiyetleri altında bulunduğu halde İstanbul’un merkez-i Hilafet olarak edilen bir adamın yedinde bulunan bir kasa derununda mevzu‘ zi-kıymet bir cevher gibidir. Acaba bu surette muhafaza edilen cevher sahibi onun mahfuzıyetinden emin olabilir mi? İstediği zaman cevherinden istifade etmesi mümkün olur mu? Mezkur cevherin zıya‘ından korkmaz mı? Bittabi’ cevab “hayır”dır. Başı vücuddan ayırmak i‘damdır. “Vacibin itmamı mutlak vücuduna elzem olan şey vacib olur.” ma‘nasını ifade eden kaide-i usuliyye-i şer‘isine tatbiken Hilafet nokta-i nazarından dini bir mes’ele rengini alır. Binaenaleyh Hilafet’in İstanbul’da vücub-ı muhafazası mutlak Boğazlar’ın muhafazasına menuttur. Bin-netice İstanbul’un merkez-i Hilafet olarak muhafazası Boğazlar’ın kema-fi’s-sabık hakimiyet-i Osmaniyye altında kalması elzem ve zaruridir. Baş tarafı gibi alt tarafı da sansür tarafından kamilen tayyedilmiştir. Süleyman el-Baruni Evkaf-ı İslamiyye Matbaası ESRAR-I KUR’AN tertib etmiş olduğu hile tamam oluyordu. Çünkü kendileri hakkındaki cemilesi ve keremi bir daha zahire almak zımnında pederlerinden müsaade alabilmelerini te’min edecek beliğ bir huccet makamına geçecekti. Vaktaki babalarının nezdine avdet ettiler; dediler ki; “Ey sevgili babamız! Daha ne isteriz? İşte görüyorsun ki zahiremizin bedeli geri çevrilmiş ehl ü ıyalimizi infak ediyoruz. Müsaade buyurduğunuz takdirde kardeşimizi sıyanet ederiz. Ve onun için de fazla bir ölçü zahire daha alırız.” Bunlar zahire almak için tekrar Mısır’a geldikleri zaman beraberlerinde Hazret-i Yusuf’un istediği küçük kardeşleri de bulunuyordu. Hazret-i Yusuf kendi adamlarına melik-i Mısır’ın tasını o küçük kardeşinin zahiresi miyanına gizlice sıkıştırmalarını emr etmişti. Maksadı da onu kendi yanında alıkoymak için bir vesile kadar sarıkın cezası bu yolda değil idiyse de Cenab-ı Hak Bünyamin’in kardeşlerine hükm-i sirkati o suretle tertib ettirmişti. Evet; Yusuf’un münadisi ortaya çıkarak; “Ey cema‘at siz hırsızsınız!” deyince Yusuf’un kardeşleri onlara dönerek; “Gaibiniz nedir?” sualini irad etmişler deve yükü zahire vereceğiz.” cevabını vermişler idi. Bu ayet delalet ediyor ki o zamanlar Mısır’da cari olan kanun sirkatin cezası olarak sarıkın alıkonulması tarzında değildi. Lakin bizzat Hazret-i Yusuf’un kardeşleri; “Bunun cezası kimin yükünde bulunursa onun kendisidir.” demişler üzerlerine vacib olan bir ahid hükmünü almıştı. Nihayet Hazret-i Yusuf ma‘hud tası küçük kardeşinin zahiresi arasından çıkartınca öbür kardeşlerinin verdikleri ahid mucebince Bünyamin’i nezdinde alıkoydu. Diğerleri Ya‘kub’un gerek Hazret-i Yusuf’la kardeşlerinin bundan sonraki maceraları Kur’an-ı Kerim’de musarrahdır. Hazret-i Yusuf’un kıssasıyla fukaha arasında hiyel-i şer‘iyyeye temessük edenlerin bu kıssadan çıkardıkları ahkam bundan ibarettir. Müfessirlerin bir kısmı ile müellifinin bazısı bu hilelerin te’vili zımnında uzun uzadıya izahatta bulunmuşlardır. babda ne söylenmek lazımsa fevt etmemiş hepsini ityan eylemiştir. Bir çoklarının bu mevzu‘da alabildiğine ileri gitmelerine ve gun-a-gun esbab-ı te’vil aramak hususundaki hiçbir ihtiyac hissetmemekteyim. Cenab-ı Hakk’ın bana bu kadarı kafidir. Öyle anlıyorum ki; bu babda söylenen sözler Hazret-i Yusuf’un hile olarak tertib eylediği bütün harekatı kendisinin o sırada vahy-i ilahiye mazhar bir nebi olduğu farz edilerek söyleniyor. Benim fikrimce o esnada Hazret-i Yusuf’a şerayi‘-i semaviyyeden hiçbir şey vahy olunmadığı gibi henüz Cenab-ı Hak onu mertebe-i nübüvvetle bekam buyurmamıştı. Bazı ashab-ı kısas buna muhalifseler de ne Kitabullah’da ne de Sünnet-i sahihada Hazret-i Yusuf’un Başmuharrir o aralık nebi bulunduğunu istinbata medar olacak hiçbir şey yoktur. ayet-i kerimesine gelince; buradaki hüküm kendisinin diyar-ı Mısır’da emir nehiy saltanat sahibi olmasından ilim ise Cenab-ı Hakk’ın ‘ibadı arasından istediğine verdiği gibi Hazret-i Yusuf’a da ihsan eylemiş bulunmasından ibarettir. Bunların hiç birinde Hazret-i Yusuf’un o esnada nebi olduğuna delalet edecek bir şey’ yoktur. Zaten Hazret-i Yusuf’un ehl-i Mısır’ı nübüvvetini tasdika da‘vet etmiş olduğuna dair hiçbir haber de varid olmamıştır. Bu hakayık tamamıyla zahir olduktan sonra bilinmelidir ki Hazret-i Yusuf’un kardeşlerine karşı olan bütün harekatı te’vil kabul etmeyecek derecede sarih hileler cümlesinden olmakla beraber cevaz-ı hileyi inkar edenlere karşı huccet makamında serd edilebilecek ahkam-ı ilahiyyeden değildir. nazm-ı celili de bu sözümüzü cerh etmez. Zira ayet-i kerimede bunun bir vahy-i nebevi olduğuna delalet edecek cihet yoktur. Bu ancak nazm-ı kelamdaki fünun ve esalib nev‘indendir. Çünkü Hazret-i Yusuf’un kardeşlerini cezayı ma‘hud hakkında o suretle intak eden ancak Cenab-ı Hak idi. Şayed bir intak-ı ilahi bu tarzda olmasaydı Yusuf Bünyamin’i kardeşlerinin ellerinden kurtarmaya yol bulamayacaktı. İşte Hazret-i Yusuf’un maksadına vusulü kendi kesb ü tedbiri sayesinde olmayarak sırf kardeşlerini o yolda intak eden irade-i ilahiyye eseri bulunduğu cihetle belağat-i nazm u hareketin Yusuf’a Allah’ın bir keydi olması şeklinde sevk-ı kelamı icab ediyor. Hilecilerin Kitabullah’dan hakkında söyleyeceğimiz söz bunlardan ibarettir. Lakin; tarzındaki hadis-i nebeviye takdirinde hilenin cevazına delalet edecek bir ciheti olmadıktan başka hilecilerin aleyhine bir huccettir. Şayed hadis-i şerif hurmanın diğer bir nevi’ hurma satan adamın kendisine satılmasını amir olaydı o zaman hile tarafdaranını te’yid edebilirdi. Lakin hadisde hurmanın ne diğer nevi’ hurma satan adamın kendisine ne başkasına ne hulul ne te’cil ne de nakd-i raic ile ne de semen-i misl ile ne de başka suretle satılmasını ifade edecek hiçbir cihet yoktur. Bu kaydların kaffesi ibare-i hadisin mefhumundan haricdir. Hadisin delalet ettiği ma‘na şudur ki; Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz bir adama ilk meta‘ını bir semen mukabilinde satarak diğer bir nevi’ hurma almasını emir buyuruyorlar. Kat‘iyyen ma‘lumdur ki; bu ancak bir bey‘-ı sahih iktiza eder. Yine kat‘iyyen ma‘lumdur ki; para mukabilinde hurma satan bir adamın aynı müşteriden mal alması ekseriyet teşkil eden muamelattan olmadığı için lafz-ı hadisin bu suretle hamli bir kaide icabı değildir. Lakin şayed o adam yeni meta‘ını ilk meta‘ını satmış olduğu adamdan iştira edecek olursa o zaman ilk akdin her korkulur. Ve bu suretle mes’ele riba hileleri aksamına girer. Meğerki bu iki akdin ikisinin de maksudün bi’z-zat olduğuna yoksa birinci meta‘ı ikinci ile mübadeleye bir vesile olmadığına delalet edecek bir şey bulunsun. Artık yukarıdan beri serd olunan mutala‘attan tamamıyla tebeyyün eder ki; hilecilerin ne Kitabullah’dan ne de Sünnet-i sahihadan istinad edebilecek hiçbir huccetleri yoktur. Binaenaleyh bu kadarla iktifa ederek cevaz-ı hileyi mutazammın olan akval-i ulemayı ayrı ayrı cerh etmeye lüzum görmeyiz. Herkesin bir mesleği bir re’yi vardır ki hata da etse isabet de etse kendi mahsul-i fikir ve sa‘yidir. Hatadan masuniyet ancak Cenab-ı Hakk’a bir de Cenab-ı Hakk’ın sevdiği kulları arasından Abdülaziz Çaviş ŞURA-YI MEŞIHAT-İ İSLAMİYYE ‘zam-ı ulema-yı fazıl-ı şehir Bediuzzaman Said-i Kürdi Efendi hazretleri pek mühim bir teklifde bulunuyorlar. Esasen müşarun-ileyh ibtida-yı Meşrutiyet’ten beri bu fikrin tarafdarıdırlar. Daha o zamanlar böyle bir şuranın teşkili lüzumunu ileri sürmüşlerse de bazı kasiru’l-basar kimseler tarafından bu fikrin ehemmiyeti hadisat böyle bir şuranın ne kadar lüzumu olduğunu ra‘na gösterdi. Atiyen bu ihtiyacın daha ziyade tezayüd edeceğini ulü’l-elbab elbette takdir ederler. Ümid ederiz ki bu mühim teklif gerek hükumetçe gerek Meclis-i Milli’ce kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate alınacak bir an evvel teşekkülüne himmet buyurulacaktır. Tarih bize gösteriyor ki islam ne derece dine temessük etmiş ise terakkı etmiş ne vakit dinde za‘f göstermiş ise tedenni etmiştir. Başka dinde bilakis kuvveti zamanında vahşet za‘fı zamanında temeddün hasıl olmuştur. Cumhur-ı enbiyanın Şark’ta bi‘seti kader-i ezelinin bir remzidir ki Şark’ın hissiyatına hakim dindir. Bugün Alem-i İslam’daki tezahürat da gösteriyor ki Alem-i İslam’ı uyandıracak şu mezelletten kurtaracak yine o hisdir. Maba‘di . [.] sahifededir PEYGAMBER SEVGİSİ “Uhud Gazası’nı okuduktan sonra” Ya Muhammed ne büyüksün! Seni biz Türkün cevher yüreğiyle severiz Şu gazanı dinledi mi bir asker Gözlerinden şimşek şimşek yaş döker; Canı gelir dudağına açılır Din uğrunda yakut kanı saçılır. Sen ki bütün alem senin yüzünden Yaratılmış sen ki Allah sözünden Kalbi dolmuş Kur’an yapmış en ulu Peygambersin sen ki nurunla dolu Yer gök bütün alem bütün cennetler; Sen ki senin için Hak’tan rahmetler Yağar dünya bucağına nasıl sen Yaralandın şu gazada? Bu neden? Nasıl olur? Çünkü Allah emridir: En büyük en belalı gün geçirir! Ümmetin uğrunda sen ya Nebi En ziyade cefa çeken kul gibi Ezalara belalara katlandın Taş bağladın yüreğine dayandın. Sana gece gündüz mel‘un müşrikler Yalancıdır sihirbazdır dediler; Allah birdir dedin sana söğdüler Allah varken putlarını öğdüler; En nihayet kasd ettiler canına: Girmek için o mübarek kanına And içtiler! Bir yarile Mekke’den Gizli gizli çıktın yerin Arş iken Bir karanlık mağraoldu durağın; Üç gün kaldın orda; katı yatağın Toprak idi… Bin meşakkat çekerek Hele geldin Medine’ye. O yüksek O mübarek dinin için hemen sen Allah’dan hiç ümidini kesmeden Hak yolunda gazalara atıldın; Az askerle çok düşmana katıldın. “Bedir” günükılıcınla müşrikler Kırıldılar geberdiler gittiler! “Uhud” günüişlenilen hatayı Temizlemek lazım geldi; fedayı Göze aldın o mübarek nefsini: Fırkan bozgun verdi kaçtı; bu seni Bir an olsun ürkütmedi ne yaman Kahramansın ya Muhammed el-aman Yaralandın yine durdun… Nihayet Allah etti hak dinine şefaat Düşmanların çekildiler… Ey büyük Dinin Ulu Peygamber’i; pek küçük Bir ümmetin olan Türke cihanda Sen imdad et: En fena bir zamanda Gökten Uhud Gazası’nı görelim Yüzümüzü topraklara sürelim; Bu gazada akıtılan kanının Ahret günü geleceğiz yanına; Bugün düşman ulu dinin şanına Kara sürse ya biz nasıl geliriz Huzuruna? Ahirette nasıl biz Türküz deriz Müslümanlık taslarız? Böyle korkak hamiyetsiz imansız Dilenir mi senden? Hayır: Kanaat Ettik ki biz Türk Milleti her zaman Hele bugün seni candan tanıyan En kahraman ümmetindir hiç yılmaz Dağlar çökse üzerine dağılmaz! Hak dinini tutar Allah aşkıyla Onu hata işlemekten sen sakla. “Uhud” günü döktüğün her damla kan Müslümanlık Alemi’nde bir vicdan Bir büyük kalb olmuş çarpar Mevla’nın Dini için çarpar durur; dünyanın Her yanında büyük adın duyulur Senin aşkın yüreklere oyulur O aşk ile Türk askerin can feda Eder sana ya Muhammed Mustafa! Ali Ekrem Hem de sabit oldu ki bu devlet-i İslamiyyeyi bütün öldürücü müsademata rağmen yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususda Garb’a nisbetle ayrı bir hususiyete malikiz. Onlara kıyas edilemeyiz. Saltanat ve Hilafet gayr-ı münfek müttehidün bi’z-zattır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız hem sultandır hem Halife’dir ve Alem-i İslam’ın bayrağıdır. Saltanat i‘tibarıyla otuz milyona nezaret ettiği gibi Hilafet i‘tibarıyla üçyüz milyonun ma-beynindeki rabıta-i nuraniyyenin ma‘kesi istinadgah ve mededkarı olmak gerektir. Saltanatı sadaret Hilafet’i meşihat temsil eder. Sadaret üç mühim şuraya bizzat istinad ediyor yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde ictihadattaki müdhiş fevza efkar-ı ahlaktaki müdhiş tedenni ile beraber meşihat cenahı bir şahsın ictihadına terk edilmiş. Ferd te’sirat-ı hariciyyeye karşı daha az mukavimdir. Te’sirat-ı hariciyyeye kapılmakla çok ahkam-ı diniyye feda edildi. Hem nasıl oluyor ki umurun besateti ve taklid ve teslim cari olduğu zamanda velevki intizamsız olsun yine meşihat bir şuraya la-ekall kadıaskerler gibi mühim şahsiyetlere gevşemiş olduğu halde bir şahıs nasıl kifayet eder? Zaman gösterdi ki; Hilafet’i temsil eden şu Meşihat-i Umum İslam’a şamil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaz‘iyetle değil koca Alem-i İslam’ın belki yalnız öyle bir vaz‘iyete getirilmelidir ki Alem-i İslam ona alsın. Alem-i İslam’a karşı vazife-i diniyyesini hakkıyla ifa edebilsin. Eski zamanda değiliz. Eskiden hakim bir şahs-ı vahid idi. O hakimin müftisi de onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta‘dil ederdi. Şimdi çıkmış az mütehassis sağırca metin bir şahs-ı ma‘nevidir ki şuralar o ruhu temsil eder. Fakat böyle bir şuraya istinad eden bir şeyhu’l-islamın sözü en büyük bir dahiyi de ya ictihadından vazgeçirir ya o ictihadı ona münhasır bırakır. Her müstaid çendan ki bir nevi’ icma‘ veya cumhurun tasdikıne iktiran ede. Böyle bir şeyhu’l-islam ma‘nen bu sırra mazhar olur. Şeri‘at-i Garra’da daima icma‘ ve re’y-i cumhur medar-ı fetva olduğu gibi şimdi de fevza-yı ara için böyle bir faysala lüzum-ı kat‘i vardır. Sadaret meşihat iki cenahdır. Şu devlet-i İslamiyyenin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından zarure başka yerde teşekkül edecektir. Bu şuranın bazı mukaddematı olan cema‘at-i İslamiyye teşkilatı ve evkafın meşihate ilhakı gibi umurun daha evvel tahakkuku münasib ise de baştan başlansa sonra mukaddemat ihzar edilse yine maksad hasıl olur. Daire-i intihabiyyeleri hem mahdud hem muhtelit olan “a‘yan” ve “meb‘usan”ın vazife-i resmiyyeleri i‘tibarıyla bil-vasıta ve dolayısıyla bu işe te’siri olabilir. Halbuki vasıtasız doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı der-uhde edecek halis İslam bir şura lazımdır. Bir şey ma-vudı‘a-lehinde istihdam edilmezse atalete uğrar matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için te’sis edilen Darülhikmeti-İslamiyye’yi şimdiki adi bir komisyon derecesinden çıkarıp meşihatteki devairin rüesasıyla beraber şuranın a‘za-yı tabi‘isi addetmek ve haricdeki Alem-i İslam’dan şimdilik onbeşyirmi kadar islamın dinen ahlakan i‘timadını kazanmış müntehab ulemasını celb eylemek bu mes’ele-i uzmanın esasını teşkil eder. Vehham olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Dinin za‘fiyeti bahasına olan muzahraf medeniyete la‘net. Havf u za‘f te’sirat-ı hariciyyeyi teşci‘ eder. Muhakkak maslahat mevhum mazarrata feda edilmez. Ve minallahi’t-tevfik. Bediuzzaman Said Talebe-i ‘Ulumda Hareket-i Fikriyye: MEDRESE TAHSILİNDE G A YE senesinde halka-i tedris ve tefeyyuzuna müdavemet ve mülazemetle ahz-ı füyuzat telakkı-i kemalata ibtidar ettiğim üstad-ı kerim Gönenli Hafız Mehmed Efendi “Küçük Gönenli” nasayih ve irşadat-ı üstadaneleri arasında; “Evladlarım! Gayeniz; izale-i cehl ü zulmet iktisab-ı ilm ü edeb olmalıdır. Vicdanınız kalbiniz “Hakk” için çarpmalıdır. Menasıb ve meratib şeref ve şan harim-i fikrinizden uzaklaştırılmalıdır. Çünkü bunlar yoktur. Fakat rüteb ü menasıb ilmi tahdid eder. Ancak o makamın ilmi elde edilir. Halbuki dünyanın rütbeleri de dünya gibi fena-pezir olur. O makamattan ayrılanlar girive-i nedamet içinde puyan olur. Bulunduğunuz zaman ve mekanın mahal ve mevki‘in kıymetini bilin. Bu mukaddes medreseler pek büyük zevatın pek yüksek dühatın mahrec ve masdarı olmuştur. Pek çok efazıl ve e‘azım hep medaris-i diniyye mahsulüdür…” gibi ifade-i beliğalarıyla aynı gayeye tesbit aynı tasavvuru ilka aynı emelleri tenmiye ve takviyeye çalışırdı… Evet; “teşkilat-ı kadime”de medrese tahsilinin gayesi bu yolda olduğu halde muallim-i muhterem Akif Beyefendi’nin; “Hakıkat bizzat aleyhinizde bile olsa söylemekten çekinmeyiniz. İnsanın muhibb-i hakıkat olduğu ancak bu suretle nümayan olur.” düstur-ı hakguyaneleri yı hakıkat hubb-ı ma‘rifet azim ve sebat müntesibin-i bu kitle-i ilmiyye tevhid-i mesaiye muvaffak olamıyordu: Bir kısmı üçüncü dördüncü sal-i tahsilinde hayat-ı medarisde ekseriyeti teşkil edenler köylerimizin pek genç pek saf ibtidai tahsil gören evladı idi. Oradan alacağı dini fikirleri akıdeleri bir parça elde edince köyünde hatib Bir kısmı da altı-yedi sene okuyup esasat-ı Arabiyye kavaid-i diniyye ve edebiyyeyi tahsil edince mekatibe dahil olur oradan terakkı ederdi. Diğer bir kısmı da tekmil-i nüsah edinceye kadar sebat eder. Fakat; ruus imtihanında muvaffak olamayınca şehir ve kasabat müfti ve müderrisi olurdu. Nihayet bir kısmı da ruus imtihanında muvaffak olup tedris ve ta‘lime vakf-ı vücud eder. Üç dört def‘a icazet verenlere tesadüf olunurdu… Teşkilat-ı kadimenin son zamanlarında ise zihn-i beşerin geçirdiği istihaleler neticesinde ilmiyyenin mefkuresi tamamıyla değişmiş o da kendisinde kanun-ı tehavülün te’siratını hissetmiş idi… “Teşkilat-ı Cedide”deilmiyye gayesini tedkıkden geçirdiğimiz zaman burada başka hakıkatler başka cilveler nazar-ı teessürümüze çarpar. Acı da olsa ne için söylemeyelim. Çünkü hakıkattir: Meşrutiyet bizi dest-i bir istikbalde refah ve saadet va‘d ediyordu!.. Bu teşkilatta efrad-ı ilmiyye “mülkiye askeriye bulunuyordu ve bu anda tehavül fikirleri teceddüd cereyanları aşılanıyordu: Medarisin tarz-ı inşası kavaid-i hıfzı’s-sıhhaya mugayir olduğu ta‘kıb olunan usul-i tedrisin medeniyet-i hazıra hesab hendese-i hey’et kimyanın lüzum-ı ta‘lim ve taallümü müddet-i tahsilin mümkün mertebe tahdidi mütealliminin i‘aşe ilbas cihetlerinin te’mini medarise bir gaye bir füyuzat gösterilmesi lüzumu gibi fikirler ilka ve takviye ediliyordu… “Teşkilat-ı Hayriyye”dikkatle tedkık edilirse zamanın nezaketi neticenin vahameti karşısında pek büyük fedakarlıklar icab ettiği anlarda bulunduğunu teslim etmemek insafsızlık olur. Şöyle ki: İlmiyyeye eski şeklini vermek yahud olduğu halde muhafaza etmek imkan haricinde idi. Yeni bir şekle ifrağ etmek için de evvela bir gaye göstermek lazım geliyordu… Ma‘lum olduğu üzere senesinde Teşkilat-ı Hayriyye tatbik edilmeye başladı. - sene-i tahsiliyyesi nihayetinde imtihan-ı umumiler icra olundu. ‘Ali kısmının son sınıfından “on efendi” ruus imtihanında muvaffak oldu. On beş yirmi efendi de Mütehassısin Medresesi’ne kabul edildi. Ruus kazanan efendilere dörtyüz guruş mülazemet maaşı verildi. Ve bunlar muhtelif sınıf ve medreselerde yevmiye birer saat muhtelif dersleri müzakereye mecbur tutuldu. Bu da muma-ileyhim mülazim efendilerin tetebbu‘u diğer sunuf efendilerin tenviri gayesine ma‘tuf idi… “Teşkilat-ı Kazımiyye”demedarisin gayesi Teşrinievvel tarihli kanun nizam-name ile daha vazıh daha vasi‘ bir surette te’yid ve takviye edildi. Bu teşkilatta medarisin aksam-ı erba‘asının füyuzatı kanun tahtında efrada bahş ediliyordu. Şöyle ki: İbtida-yı haricden me’zun efendiler herhangi bir sebeble tahsili terk ettikleri surette kura imamet ve hitabetine ibtida-yı dahil me’zunları şehir ve kasabat Süleymaniye dühul imtihanında muvaffak olamadıkları takdirde taşra müderrisliklerine Süleymaniye me’zunları edilen fen hakkında bir risale tahrir ettikten sonra İstanbul Dersiamlığı’na ta‘yin edilecek ve ta‘yin edileceği zamana kadar da dört yüz kuruş mülazemet maaşı alacak idi… Fil-vaki‘ - senesinde Süleymaniye Medresesi’nden me’zun olan efendilere dörtyüz kuruş mülazemet maaşı verildi. Ve birkaçı münhal olan dersiamlık ve şu‘be müdürlüklerine ta‘yin edildi… Teşkilatl-ı hazıraya gelince: Bu da Teşkilat-ı Kazımiyye’nin aynıdır. Programlarda muallimlerde cüz’i ta‘dilat icra edilmiştir. Yalnız esaslı bir fark varsa o da bu medarisin füyuzatına taalluk eden gaye olarak gösterilen Süleymaniye me’zunlarına i‘tası kanun ile te’yid edilen “dörtyüz kuruş mülazemet maaşı”nın verilmemesidir! - senesi umumisinde ehliyyet ve liyakat edip risalelerini tahrir eden me’zun efendiler kanunun bahş ettiği bu haklarını elde etmeye onbeş senelik tahsillerinin semeresini iktitafa muvaffak olamamışlardır!.. Pek za‘if bir halde bulunan vücud-ı ilmiyyenin hatime-i hayatıyla neticelenecek olan bu cihete makam-ı ‘aidinin nazar-ı dikkati ne kadar celb edilse sezadır. Cevad YÜKSELEN BİR SES Bidayet-i teşkilattan beri müntesibin-i arasında cereyan eden güft-ü-gular ma‘atteessüf el-an nihayet bulamadı. Gerek lehde gerek aleyhde yapılan bu tenkıdat makamat-ı aidesinde bir netice-i haseneyi mucib olmadıktan ma‘ada belki de aksü’l-‘amel husule getirmiştir. Biz ne geçmişten bahis açarak icraatından dolayı sabık zevatı tahtıe ve tekrim etmek isteriz; ne de müstakbel-i teşkilat hakkında proje esasatını tanzim etmekte olan komisyon a‘za-yı muhteremesine akıl hocalığı etmek niyetindeyiz. Yalnız maksadımız şu hakıkati beyandır: Şimdiye kadar yapılan müteaddid teşkilat maalesef memnuniyet-bahş olmadı ve olamazdı da… Niçin ve neden? Zira bu matluba vasıl olduktan sonra artık görülecek bir iş hallolunacak bir mes’ele kalmayacağından muvaffakıyet yüzde yüz taht-ı te’mindedir. Halli maksud bu mesail-i mu‘dılaya külli merbutiyetimiz bulunduğundan bu hususda biz de birkaç söz söylemek Her sene-i tedris bidayetinde nizamen tedrisata mübaşeret vakt-i muayyenine birkaç gün evvel Ders Vekaleti’nde bir fa‘aliyettir başlar. Meclisler ictima‘ eder. A‘zası var kuvveti bazuya vererek çalışır çabalar. Kararlar verir çareler tedbirler düşünür; icra-yı icabına tevessül eder. Programlar tertib muallimler ta‘yin eder. Hep bunlar bir iki zatın elinden geçen müşkilattır. Doğrusu bu kadar müşkilatı da iktiham hem iki üç gün içerisinde az iş az muvaffakıyet değildir. İşte teşkilat budur. Vaktaki derslere mübaşeret olunur muallimler devama başlar talebe ile muallimler arasında keşmekeşler de yavaş yavaş belirir. Bu soğukluklar gitgide fena bir şekil alarak meşihate aks eder. Hakıkate gayr-ı muvafık ve baid ta‘mimler yağar. Ta‘zir ve tekdir derseniz temcid pilavı gibidir… Şu mesrudat ise iki üç gün içerisinde husule gelen teşkilatın neticesidir. Hasene mi seyyie mi? Bunu ta‘yin etmekten ise alakadaranın nazar-ı tedkıkıne bırakmak daha muvafık maslahattır. Evet; bu suretle can u gönülden görülmeyen işlerin neticesinin pek vahim olacağı pek tabi‘i ve bedihidir. Çünkü; böyle ceffe’l-kalem kurulan esaslar düşünülen tedbirler çareler teşkilatı değil teşvişatı intac eder. Bu kere işitiyoruz ki; Meşihat-i Ulya Daru’l-Hilafeti’lAliyye Medresesi muallimininden teşkilat hakkında ‘ulumu da bu hususda yabana atmamalıdır. Çünkü; tahsil-i ilm ü irfan ile bil-fi‘il uğraşan ta‘lim ve ta‘allümde asıl ma‘ruz-ı müşkilat oldukları için usul-i tedris ve tederrüse yegane vakıf bulunan muallimin ve talebedir. Binaenaleyh biz her iki tarafın efkar-ı mücerrebesinden suretle mübaşeret ederse –ki şayan-ı imtisaldir– saha-i muvaffakıyette en mühim bir hatveyi atmış olacaktır. Bir hücre-i resmide uzaktan uzağa tecrübe ve temas olmaksızın indi ve keyfi düşüncelerden hasıl olan neticeler pek çürük esasata ibtina ettirildiğinden kuvveden fi‘le çıkınca saha-i tatbikte atılan adımlara karşı koyan husulü tabi‘i ve zaruri bir takım mani‘alar karşısında ani olarak söyleyen ağızlar susar. Yazan kalemler kırılır. Düşünen dimağlar ızhar-ı acz eder. Çalışan kollar ta‘til-i eşgal eder. Şimdiye kadar ta‘kıb edilen usul-i sakımeden batıl kanaatlerden rucu‘ ederek yeni bir hatt-ı hareket ta‘yin edilmelidir. Çünkü Beyrut’taki “kolejler”de Lisan-ı Arabi tederrüs edildiği halde biz niçin on oniki senelik uzun bir zamanı bu derece fazla tahsile hasr edelim. Ve niçin milletin bu buhranlı zamanında tahsis etmiş olduğu binlerce liralar hiçe feda edilsin? Biz talebe-i ‘ulum boş boşuna vaktimizin zıya‘ına ve milletin parasının heder olmasına kat‘iyyen tarafdar değiliz. Muhterem meslekdaşlar! Medaris-i İslamiyyeyi dolayısıyla meslek-i ilmiyyeyi bulunduğu devr-i kurtarmak cenah-ı şefkatine müracaat edeceğimiz vasıta-i tahlis hakkımızda daha ziyade faide-aver ve netice-i haseneyi mucib olan garaz-ı şahs ve menfaat-i hususiyyeden teba‘ud ile der-meyan edilecek efkar ve tesbit edilecek esasattır. Binaenaleyh cümlemiz üzerine terettüb eden bu vazife-i mukaddeseyi bi-hakkın ifa edebilmek için şahsi düşüncelerden azade ve başta yalnız ilmiyyenin te‘alisi mefkuresi olarak lutfen biraz harekete gelmenizi selamet-i meslek namına zuhur ümidler kat‘iyyü’l-husul olsun. Sahn İkinci Sınıf talebesinden Mehmed Tevfik DÜĞÜN GÜNÜ Dahiliye Nezareti’nin Mühim Bir Ta‘mimi Pek tabi‘i olduğu üzere köyleri ma‘mur köyleri müreffeh ve mes‘ud olmayan memleketlerin şehir ve kasabalarında görülecek asar-ı huzur ve umran temelleri çürük bir binanın bazı aksamındaki müzeyyenat-ı zahire kabilindendir. Vatan evlad-ı vatan denince hatıra her şeyden evvel köyler köylüler gelmeli; köyler olmazsa aç çıplak kalacağımızı köylüler bulunmazsa vatanın en fedakar en necib müdafi‘lerinden mahrum kalacağını herkes ve ale’l-husus biz idare me’murları hiç unutmamalıdır! Ben şimdiye kadar Anadolu’da Rumeli’de Hicaz’da tarafında daima bu kanaatle ifa-yı me’muriyyet ve köylü hayatının bitmez tükenmez meraretlerini elimden geldiği kadar tahfife gayret ettim. vilayetinde ziyaret ettiğim köylerdeki müşahedatım beni pek ziyade mahzun etmiştir. Harb-i Medid-i Umumi’nin harb sahalarında ika‘ ettiği zayi‘at-ı azime cümlece ma‘lumdur ki kabil-i ihsa ve tasvir değildir. Fakat köyler görülmedikçe hatıra gelmeyen mesaib-i harbiyyeden biri de köylerde beş-altı yaşındaki çocuklara pek calib-i dikkat bir surette az tesadüf edilmesidir. Enva‘-ı ızdırabat külliyyede sektedar olması yüzünden mütehassıl bu nazarsuz boşluğun sür‘at-i mümkine ile doldurulması için teksir ve ta‘cil-i izdivacdan başka bir çare olmadığından bu babda müteaddid köylerde bizzat tedkıkatta bulundum. Aldığım ma‘lumata göre her karyede el-yevm sinn-i da bulunduğu halde düğünlerimize musallat olan adat-ı muzırranın köylere rüesa-i me’murin-i idare yani müdür kaimmakam mutasarrıf vali köylülerle baba-oğul gibi görüşmek ve kendilerine hükumet me’murlarının “yalnız vergi alır kendilerinden başka türlü fıtratta bir mahluk” değil bilakis vazifelerinin en mühimmi köylülerin esbab-ı huzur ve saadetini istikmale ta‘alluk ettiğini fi‘len göstermek köylülerin hoşnudi ve ehemmiyetini kazanmak her nevi‘ muvaffakıyat-ı idariyyenin üssü’lesası olduğuna kanaat etmelidirler. Bu ihtilat-ı pederane ve halisaneden ne yolda ve en ziyade ne gibi hususat-ı mühimmede istifade edilebileceğini inşaallah peyderpey tebliğ ve izah edeceğim. Günden güne tezayüd eden bahalılıktan dolayı düğün yapmamakta olduğunu kemal-i esefle anlayarak Hudavendigar vilayeti köylerince tatbik edilmek üzere mevadd-ı atiyyeyi köylülerle bil-müzakere kararlaştırmıştım: “– Önümüzdeki Mayıs’ın ilk Perşembe günü Hudavendigar vilayeti dahilindeki köylülerin kaffesi için “düğün günü” olacaktır. – Düğünlerde işret ve muğayir-i Şer‘-i Şerif diğer şeyler kat‘iyyen memnu‘dur. – Evlenecek erkek ve kızın evliya ve akrabasına hedaya i‘tası gibi tekellüfat memnu‘ ve hilafında hareket mucib-i cezadır. – Mayıs’ın ilk Perşembe günü akd-i nikah merasimine da‘vet edilenlere yalnız bir şerbet ikramıyla iktifa edilerek mu‘tad olduğu vech ile günlerce ziyafetler verilmek gibi – Aded-i nüfusa nazaran dahil-i vilayette hangi karyenin düğünü daha ziyade ise vali bizzat oraya giderek akd-i nikah cem‘iyetine iştirak edecek ve diğer günlerde de vilayet liva kaza nahiye erkanı me’murini ve adem-i kifayeti halinde eşraf ve ulema-i memleketten münasibleri valiye vekaleten hazır bulunacaktır. – Bu suretle izdivac eden zükur ve inasın isim ve şöhretleri vilayet gazetesiyle i‘lan olunacaktır. – Bu izdivacların mahsul-i müteyemmeni olmak üzere üzerinde nev-zadın ismi ve tarih-i veladeti mahkuk bir altın bilezik ihda kılınacak ve çocuğun isminin lutfen ve teberrüken taraf-ı eşref-i hazret-i Hilafet-penahiden Me’muriyet-i acizanemin tahavvülünden dolayı şu mukarreratın bizzat tatbikına imkan kalmamış ise de keyfiyet cümlemizin en müşfik ve akdesi olan veli-ni‘met-i bi-minnetimiz padişahımız Halife-i Resulullah Efendimiz hazretlerine bil-münasebe şifahen lede’l-arz tasavvur ve tasmim-i vaki‘ lutfen ve tenezzülen karin-i istihsan-ı hümayun olarak yalnız Hudavendigar vilayetinde değil bil-umum memalik-i şahanelerince tatbik olunmasını emr u ferman ve bu izdivaclardan vilayet dahilinde ilk doğacak erkek ise nam-ı nami-i hümayunlarının ve kız ise büyük kerime-i şevket-penahileri Fatıma Ulviye Sultan aliyyetü’ş-şan hazretlerinin ism-i muhteremlerinin ve her karyede ilk tevellüd edecek etfal-i zükura mahdum-ı mükerrem-i tacdari Mehmed Ertuğrul Efendi hazretlerinin ve ilk doğan kızlara da küçük kerime-i ismet-vesime-i hümayunları Rukiye Sabiha [] Sultan aliyyetü’ş-şan hazretleri namının i‘tasına müsaade-i seniyye-i Hilafetpenahi erzan buyurulmuş izahat-ı mebsuta dairesinde muameleye müsaade edilmesi Hudavendigar Vilayeti’ne tebliğ olunmuştur. Oraca da emr u ferman-ı hümayun-ı hazret-i padişahi mantuk-ı münifinin tamamıyla tatbikına müsara‘atle netayic-i hasıladan pey-der-pey ma‘lumat havalesiyle iktifa edilmeyerek bizzat taraf-ı alilerinden ta‘kıb olunması hassaten temenni olunur. Cemaziyelahir – Şubat BOLŞEVİKLİK VE İSLAMİYET –Bazı gazetelerde bir istizah gördüm. Fakat yine tekrar ederim Bolşeviklik’in esasat ve makasıd-ı hakıkıyyesi hakkında bizce ma‘lumat-ı kat‘iyye ve sahiha yoktur. Bu hususda beyan-ı fikir edebilmek için evvel-emirde onların kanun-ı esasilerini elde etmek icab eder. İhtimal ki Te‘ali-i İslam Cem‘iyeti’nin elinde bu kabil vesaik-ı kat‘iyye vardır. Fakat biz böyle bir şeye muttali‘ olamadık. Bu hususda mesmu‘ata bina-yı hükm etmek bir makam-ı resmi olan Darü’l-Hikme için münasib olamayacağı elbette takdir olunur. Ba-husus ki oradan muhaceret edenler muarız fırkadan bulundukları cihetle onların sözleriyle ne dereceye kadar ihticac olunabileceği de bir mes’eledir. Esasen İslamiyet’in kendi esasat-ı celilesine muhalif olan hiçbir şeyi muvafık görmeyeceği tabi‘idir. Eğer Bolşeviklik dinleri inkar ediyorsa teslis ve şirke muarız olan İslamiyet bit-tabi‘ onu da reddeder. Biz kendi Din-i Mübinimiz’den başka bir şey tanımayız. Sonra bolşeviklerin amil-i nifak ve iftirak tanıdıkları edyanın hangi dinler olduğunu da bilmiyoruz. Hasılı bu babda vesaik-ı sahiha ve kat‘iyyeyi elde etmedikçe mes’elenin Makam-ı Meşihat’çe gerek Daru’l-Hikme’ce bir hüküm beyan edilemeyeceği tabi‘idir. Esasen Bolşevizm mes’elesi İslam arasında tahaddüs etmiş bir şey değildir. Bu Müslümanlık haricinde bir mes’eledir. Hıristiyanlık alemi’nde zuhur eden bu mes’elenin merci‘-i halli Hıristiyanlık riyaset-i ruhaniyyesidir. Onun için İslam arasında böyle bir mes’ele tahaddüs etmedikçe istizahlara kalkışmak doğru değildir.” “Bunlardan ma‘ada bir de esrar-engiz harekete nazar-ı dikkatinizi celb ederim ki bu hareket esasat-ı diniyyeye ettiği zaman “Panturanizm” şeklinde tezahür ediyor. Bu hareket Şark’ın atisi üzerinde derin te’siratı haiz olacaktır.” Bu fıkra hakkında Tasvir-i Efkar refikımız diyor ki: Curzon’un nutkunun en mühim noktası budur ve bu sözlerle İngiliz Hariciye Nazırı Şark Mes’elesi’nin en esaslı ve ruhlu kısmına parmağını basmış oluyor. Pek çok def‘alar söyledik ki Şark Mes’elesi’nin kat‘i ve salim bir suret-i halle iktiran edememesinin başlıca sebebi Şark’ta ve nüfuzunun ehemmiyeti takdir edilmemesinden ve binaenaleyh Şark Medeniyeti yani İslam Medeniyeti ile Ma‘atteessüf Avrupa rical-i siyasiyyesi ve müdiran-ı umuru içinde son zamanlarda bu hakıkati layıkıyla ihata etmiş pek az kimse zuhur etmiştir. Lord Curzon ise bu rical içinde Şark’ta İslam kuvvetinin nasıl haiz-i te’sir olduğunu idrak ve bunu bila-tereddüd i‘tiraf eden hemen Şark’ta el-yevm büyük bir intibah-ı dini hasıl olmuştur. Bütün İslam akvam milel-i saire gibi kendi hakk-ı hayatları hakk-ı istiklal ve bekaları olduğunu idrak etmiş bulunuyor ve bu hakkı istihsal istirdad veya ibka hususunda yekdiğerlerine muin ve zahir olmaya hahişger bulunuyorlar. İşte Lord Curzon’un “esrar-engiz” diye tavsif ettiği hareketin mahiyet-i hakıkıyyesi bundan ne Garb alemi ne de alem-i medeniyyet için en ufak bir tehlike bile teşkil edemez. Daire-i intibaha girmiş olan değil kendi haklarını muhafaza ederek dünyanın en büyük medeniyeti medeniyet-i hakıkıyyesi olan İslam medeniyeti dairesinde inkişaf-ı millilerini te’minden kuvvet hiçbir vakit alem-i medeniyyet için muzır olmaz belki a‘zami derecede müfid olur. KÜRDLER VE İSLAMİYET Bogos Nubar ile ma‘hud Şerif “Paşa”nın birleşerek Kürdleri cami’a-i İslamiyyeden ayırmak teşebbüs-i hainanesinde bulundukları haber alınır alınmaz gerek burada gerek Kürdistan’daki bütün Kürdler kemal-i nefretle protestolarda bulundular. Salabet-i diniyye hususunda pek yüksek bir mertebede bulunan Kürd ihvan-ı dinimizden beklenen de bu idi. Her millet arasında zuhur ettiği gibi Kürdler arasında da türeyen birkaç hamiyetsiz iftirakçının politikacının hiçbir kıymeti olamayacağı şübhesizdir. Bilakis bu kabil kesanın ızhar-ı nifak etmeleri vahdet-i İslamiyyeyi daha ziyade te’yid ve teşyid eder. Nitekim o haber üzerine umum Kürdlerin galeyan ve tezahürat-ı vahdet-karanesi bunu pek güzel salahiyetini haiz bulunan ve Kürdlerin salabet-i diniyye necabet-i ırkıyye ve celadet-i İslamiyyesini bi-hakkın temsil eden ve Darülhikmeti-İslamiyye a‘zasından Kürd eşraf ve mütehayyizanından bulunan fazıl-ı şehir Bediuzzzaman Said el-Kürdi Efendi hazretleri buyuruyorlar ki: – Bogos Nubar ile Şerif “Paşa” arasında akd edilen mukaveleye en müskit ve beliğ cevab Vilayat-ı Şarkıyye’de Kürd aşairi rüesası tarafWından çekilen telgraflardır. Kürdler cami’a-i İslamiyyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve Kürdlük namına söz söylemeye salahıyetdar olmayan beş on kişiden ibarettir. Kürdler İslamiyet nam ve şerefini i‘la için bin kişi feda etmişler ve Makam-ı Hilafet’e olan sadakatlerini isar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir. Ma‘hud muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince: Ermeniler Vilayat-ı Şarkıyye’de ekall-i kalil derecesinde bulundukları için asla bir ekseriyet te’minine ve ne kemmiyeten ne de keyfiyeten Şarkı Anadolu’da iddia-yı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar maksadlarına Kürdler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif “Paşa”yı alet etmeyi müsaid ve muvafık buldular bu suretle Kürd ve Ermeni da‘vası ortada kalmayacak ve Şarkı Anadolu’daki iftirak amali mevki‘-i fi‘le çıkmış olacaktı. maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemmiyeten hal-i ekseriyyette bulunduklarını inkar edemeseler bile keyfiyeten yani Kürdleri bir millet-i tabia haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise aklı başında olan hiçbir Kürd tarafdar değildir. Zaten Kürdler bu beyan-nameye yalnız sözle değil bil-fi‘l muhalif olduklarını isbat ediyorlar. Kürdlük da‘vası pek ma‘nasız bir iddiadır çünkü her şeyden evvel müslümandırlar hem de salabet-i diniyyeyi taassub derecesine isal eden hakıkı müslümanlardan. Binaenaleyh Ermenilerle aynı bulunup bulunmadıkları mes’elesi onları bir dakıka bile işgal etmez. İslam uhuvvet-i Esasen bu tarihe aid bir şeydir Kürdlerin asıl ve nesebleri ne olursa olsun İslam’dan iftiraka vicdan-ı millileri asla müsaid değildir. Bununla beraber Kürdlerin Arab kavm-i necibi ile ırkan alakadar bulunduğu hakayık-ı tarihiyyedendir. aleyhine olarak menfi surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh Kürdleri Müslümanlık’tan ayırmak Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpte toplanan beş on kişiden ibaret. Hakıkı Kürdler kimseyi kendilerine vekil-i müdafi‘ olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak Meclis-i Meb‘usan-ı Osmani’deki meb‘uslar olabilir. Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahs ediliyor. Kürdler ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler. Eğer Kürdlerin serbesti-i Şerif “Paşa” değil Devlet-i Aliyye düşünür. Hulasa Kürdler bu hususda kimsenin tavassut ve müdahalesine muhtac değildirler. Seyyid Abdülkadir Efendi’nin beyanat-ı ma‘lumesine gelince: Bu hususda şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla beraber bu beyanatın tahrif edilip edilmediğini bilemiyorum. KÜRD ULEMA VE AŞAİRİNİN MAK A M-I MEŞIHAT’E MURACA ‘ATLARI Palu’dan idare-hanemize ve Makam-ı Meşihat-i Ulya’ya çekilen şu mühim telgrafı aynen derc ile iktifa eder Makam-ı Meşihat-i Ulya’nın bu hususa dair beyanat-ı celilelerine intizar ederiz: Müslüman olan Kürdleri Hilafet’ten ayırmak için millet ve milliyeti vesile ittihaz ederek Bogos Nubar ile hod-serane tevhid-i mesai eden bir şahıs ve cem‘iyet mensubini hakkındaki hükm-i şer‘inin iradesine ve hukuk-ı İslamiyyenin kat‘iyyen muhafazasına ahali sabırsızlıkla muntazırdır. Ferman. Aşiret Reisi ulemadan Reşad ulemadan Avni Aşiret Reisi Ali Aşiret Reisi Arslan Aşiret R i Aşiret Reisi Faris Aş i [] VATAN-I İSLAM’IN İFTİRAKINA ÇALIŞANLAR MEYANINDA ACABA SEYYİD ABDÜLK A DİR EFENDİ DE VAR MI? hadis-i şerifini Bu mes’ele ehemmiyet-i fevkaladesine mebni Meclis-i Meb‘usan’a kadar aks etti. Geçen gün Meclis-i Meb‘usan’da Kürdlerin Makam-ı Mualla-yı Hilafet’ten başka bir idare tahtında yaşayamayacaklarından ve cami’a-i saltanattan ayrılmayacaklarından bahisle Şerif Paşa’nın teşebbüsatını şedid protesto eylediklerine dair Siverek’ten ve Derik kazasından birçok ulema ve aşair rüesasının imzasıyla varid olan iki telgraf-name okunarak alkışlarla karşılandıktan sonra Erzurum Meb‘usu Celaleddin Arif Bey ve bütün Vilayat-ı Şarkıyye meb‘usları tarafından verilen bir takrir okundu. Takrirde deniliyor ki: A‘yan a‘zasından Abdülkadir Efendi Şerif’in Bogos Nubar’la olan fuzuli mukavele-namesi hakkındaki re’yini soran Journal d’Orient gazetesi muhbirine zirdeki beyanatta bulunmuştur: “Ma‘lum olduğu üzere Ermeniler altı vilayetin kendilerine verilmesini istediler. Bunun üzerine biz Kürdler de bu vilayetlerde ekseriyeti bizim teşkil ettiğimizi söyleyerek Meclis-i Ali’ye müracaat eyledik ve tahkık buna muvafakat etti. Bundan ma‘ada Kürdler aleyhinde propaganda yapmamaklığı va‘d etti. İşte matbuatın bahs ettiği Kürd–Ermeni i’tilafı bundan ibarettir. Şerif Paşa’ya gelince: Kendisi Kürd cem‘iyetinin murahhasıdır ve cem‘iyetin mahiyet-i milliyyesi vardır. Binaenaleyh Şerif Paşa Kürd murahhası olarak hareket edebilir. Biz Kürdlerle meskun altı vilayetin muhtariyetini istiyoruz.” Bu ifade vaki‘ ise Abdülkadir Efendi a‘yan a‘zası sıfatıyla Kanun-ı Esasi’nin ’ncı Maddesi’ne tevfikan Zat-ı hazret-i padişahiye ve vatana sadakat ve Kanun-ı Esasi ahkamına riayet edeceğine dair yemin ettiği halde bir kısım memleketin iftirakına sai olduğunu isbat suretiyle yemininde hanis olmuş ve Kanun-ı Esasi’nin ’inci Maddesi’ne tevfikan A‘yan a‘zalığına istihkakını Şerif’in vekalet-i fuzuliyyesini reddettiler ve cami’a-i Osmaniyyeden ayrılmak bildirdiler. Binaenaleyh muma-ileyh Abdülkadir Efendi hakkında Kanun-ı Esasi ahkamına tevfikan icra-yı muamele edilmesini taleb ederiz. Herkesi beht ü hayret içinde bırakan bu takririn batezkire a‘yana bildirilmesi karar-gir oldu. dostları memnun düşmanları dil-hun etmiş olurlar. Onun siyadetlerinden beklenen de budur. Vilayat-ı Şarkıyye’den Kürd aşair rüesası ve uleması tarafından Şerif’in Bogos Nubar ile akd eylemiş olduğu mukavele-nameyi protesto eden telgraflar Meclis-i A‘yan’da okunması üzerine Kürdlerin en asil ailelerinden bulunan üstad-ı muhterem Ahmed Naim Beyefendi hazretleri söz alarak ber-vech-i ati irad-ı kelam eylemişlerdir: “Şerif “Paşa” ile Nubar arasında bir i’tilaf akd edildiğini gazetelerde gördüm fevkalade hayret ettim. Şerif “Paşa” Kürdler namına söz seylemeye salahiyetdar değildir. Dünya yüzünde yaşayan ne kadar Kürd varsa –belki müstesnaları olur ser-der-heva bazı kimseler bulunur– bu zamanında cami’a-i İslamiyyeye girmiş ve o zamandan beri İslam’ın kılıncı ve kalkanı olmuştur. Kürdler cami’a-i Osmaniyyeye tav‘an girmişlerdir. Ve tav‘an çıkmazlar. Bin seneden beri Türklerle Kürdler kardeş olmuşlar ve bir batında yapışık olarak ikiz doğan kardeşlere müşabihdir. Binaenaleyh bunlar birbirinden ayrılırsa ikisi de mahv olur. Şerif Paşa’nın Kürdlük’le hiç alakası yoktur; anası babası Kürd ise de kendisi o kadar alakadar değildir; Kürd lisanından bir kelime bilmez. Ecnebi terbiyesi gören bu adamın Kürdlük namına hareketi kat‘iyyen doğru değildir. Zaten şöhret aldığı ünvan da “Beau Cherif”dir; babasının kendisine verdiği ünvan da budur. Buradaki Kürd kulübünün Şerif “Paşa”ya böyle bir salahiyet verdiği bundan kat‘iyyen haberdar değildir yalandır. Bendeniz teklif ederim ki hükumet bu Kürd kulübünü tedkık etsin ve mes’ele tenevvür etsin.” Naim Beyefendi’nin bu nutku bütün a‘zalar tarafından tasvib edilmiş ve Seyyid Bey; “Bu hususda söz söyleyecek en salahiyetdar zevattan birisi de sizsiniz; hissiyat-ı necibe ve aliyyenizden dolayı sizi şayan-ı tebcil ve takdir görürüm.” mukabelesinde bulunmuştur. [] KÜRDLERİN SADAKAT-İ Siverek Arga Kemah Karakilise Bayezid Dersim ve Palu eşraf ve mu‘teberanından ve rüesa-yı Ekraddan müteaddid imzalarla Makam-ı Sadaret’e keşide kılınan telgrafnamelerde Paris’de bulunan Şerif Paşa’nın Kürdlük namına Kürdleri cami’a-i Osmaniyyeden ve Hilafet-i İslamiyye’den ayırmak maksadıyla Ermeni Murahhası Nubar ile bil-iştirak Sulh Konferansı’nda vuku‘ bulan teşebbüsatı protesto edilmekte ve Şerif’in hareket-i bedhahanesinden dolayı kemal-i şiddetle tel‘in olunmaktadır. Londra T.H.R. Lloyd George İstanbul hakkında Sulh Konferansı tarafından ta‘kıb edilen siyasete dair Avam Kamarası’nda vuku‘ bulan mühim beyanatta geçen Kanunievvel’de irad edip Çanakkale hakkında; “Orada artık aynı bekçi değil diğer bir bekçi olacaktır.” tarzındaki beyanatını ihtiva eden nutkuna istinaden demiştir ki: “Bu harfiyyen ve bütün ma‘nasıyla icra edilecektir. Çanakkale beynelmilel ve bi-taraf bir hale ifrağ edilecektir.” Başvekil sözüne devam ile demiştir ki: Birkaç satır sansür tarafından tayyedilmiştir. “….....İmparatorluğun nısfından ziyadesini gaib etmiştir. Payitahtı Müttefikın bayrağı altında bulunuyor. Ordusundan bahriyesinden mahrum edilmiştir. Nüfuzu zayi‘ olmuştur.” Ba‘dehu Lloyd George başlıca sulh gayelerinden bahisle ber-vech-i ati beyanatta bulunmuştur: “Bu gayelerin birincisi Boğazlar’ın serbestisidir ikincisi Türk olmayan bil-cümle cema‘atlerin hükumet-i Osmaniyyeden kurtarılmasıdır. Türklere an-asıl Türk olan cema‘atler için istiklal-i idare i‘tası gayet mühim iki şartı Evvela mazide Türkler tarafından tazyik edilmiş olan ekalliyetlerin himayesi için elimizde ciddi te’minat bulunmalıdır. Saniyen Türk kendi hakimiyeti altında bulunan ve vaktiyle Bahr-ı Sefid’in zahire ambarı olan zengin arazinin inkişafı hususunda muhalefette bulunmak salahiyetinden mahrum edilmelidir. Türkiye kapıların muhafızlığından tamamen mahrum edilecektir. Bu istihkamat tahrib edilecektir. Bu suların civarında hiçbir mahalde ba‘de-ma kıtaat bulunmayacaktır. Bundan ma‘ada müttefikler bu kapılarda kendileri muhafızlık vazifesini ifa edeceklerdir. Mazide kendisine Çanakkale’de fenalık için o derece iktidar bahş eden Karadeniz’e müntehi yolu kendisinden tamamen nez‘ ettik nihayet mazide pek çok ıztırab çekmiş olan hıristiyan ekalliyetleri himaye etmek için atiyen hariciye nezaretinin muharreratına ve notalar teatisine istinada mahal kalmamak üzere bunların gözetilmesi maksadıyla ettik. Artık bunlar Britanya Fransa ve İtalya toplarının himayesi altında bulunduklarından emin olacaklardır.” Lloyd George Britanya hükumetinin taahhüdatını ifaya tamamen azm etmiş olduğunu ilaveten beyan etmiştir. Alt tarafı sansür tarafından tayyedilmiştir. TÜRKLER ALEYHİNDE HEYECAN Londra’dan gelen bir telgrafda beyan edildiğine göre matbuat ile parlamentoda Türkler aleyhinde büyük bir heyecan devam ediyor. Ma‘a-haza bir tarafdan da asar-ı i‘tidal görülmeye başlamıştır. Hindistan Valisi Montagu Evening Standard gazetesi muharrirlerinden biri ile icra ettiği mülakatta İslam nokta-i nazarını pek güzel izah etmiştir. Hind efkar-ı umumiyyesi diyor ki: Eğer İstanbul’u Türklerin elinden almak mukarrer idi ise Hindliler harbe sevk edilmemeli idi. Büyük Bir Hak ı kat: FRANSIZLIK TÜRK MÜNEVVERLERİNİN TA İLİKLERİNE KADAR İŞLEMİŞTİR Karşı gazetelerden biri Fransız lisanına karşı Türklerin düşman bulunduklarını yazması üzerine İkdam gazetesi her hususca şayan-ı dikkat olan bir başmakale ile cevab verdiler. Bu hakıkatin böyle açık bir lisanla ortaya konmasını biz pek mühim pek faideli addettiğimiz cihetle şimdilik yalnız aynen nakl ile iktifa ederiz: “Bugünkü günde Şark’ta yaşayan hiçbir millet Türkler derecesinde Fransız harsını temsil etmiş ve Fransız lisanını Türkler kadar öğrenmiş olmak iddiasında bulunamaz. İstanbul’da hangi Rum veya hangi Ermeni mektebi vardır ki orada ‘ulum ve fünun yalnız Fransızca olarak tedris edilsin? Acaba Şark’ta hangi müessese Galatasaray Sultanisi derecesinde ta iliğine kadar Fransızdır? Türkler hele münevver Türkler ve memleketin bütün yüksek tabakası Fransızca’yı ikinci bir ana lisanı olarak kabul etmiş olmak şöyle dursun bila-istisna hepsi Fransızca düşünürler ve fikri ilmi mebahisde bütün mücerred kelimeleri Fransızca söylerler. Son zamanlarda Türkler arasında bu Fransızca muhabbeti o kadar mübalağalı şekiller almıştır ki adeta yaşayışımızda bile yeni yeni acaib bir takım i‘tiyadlar tevlid etmiştir. Türk gençlerinin ekserisi evlenecekleri zaman her şeyden evvel alacakları kızın Fransızca bilip bilmediğini sorar; bu lisana vukuf adeta terbiyenin bir mi‘yarı gibi telakkı olunur. Bittabi‘ mezkur makalenin muharriri bu sözümüzü pek mubalağalı bulacaktır. Fakat ma‘atteessüf hakıkat-i hal bu misalle anlaşılamayacak kadar Fransızca’nın lehinedir. Ma‘atteessüf diyorum çünkü Türkiye’de yeni nesil bir çok hususda milli ve dini an‘anelerini unutacak kadar Fransızlaşmıştır. O kadar ki harb esnasında ve Alman tarafdarlığıyla o kadar müttehem olan bir kabine reisinin bile bazı ictima‘i mesaile dair te’lif ettiği bir kitabın metni Fransızca idi. Hiç hatırımızdan çıkmaz Çanakkale Harbi’nin en ateşin günlerinden biri idi. Bir akşam Türk Ocağı’nda –Evet evet Türk Ocağı’nda!– bir edebi müsamere vardı. O müsamerede birkaç konferansdan sonra Fransızca inşadı pek kuvvetli şairlerimizden biri umumun ısrarı üzerine bize Victor Hugo’nun meşhur Waterloo manzumesini okudu ve o kadar cuşişle alkışlandı idi ki birkaç def‘a tekrara mecbur oldu. Karşı gazetesinin dünyadan bi-haber sermuharriri nakısa atf edilebilir; fakat Türklerin Fransız lisanına ve Fransız harsına düşman olduğunu iddia etmek gülünç ve zavallı bir bühtandır. Şark’ta Fransızca’nın ve Fransız medeniyetinin yegane üste hiç yorulmaksızın ve bu bad-ı heva işten siyasi ve Az daha bu yolda kendi mevcudiyetini unutacaktı ve göreceği mükafat da akıbet belki yine bu olacaktı.” SIRBİSTAN MÜSLÜMANLARININ MUTALEBATI Dindaşlarımızın Üsküb’de akd edilen bir kongrede tesbit edilen mutalebatı atideki sekiz maddeden ibarettir: – Yugoslavya dahilinde bulunan müslümanların muhtariyet-i diniyyelerinin kabulü. Makam-ı Hilafet ile olan rabıta-i ma‘neviyyelerinin te’sisi. – Hukuk-ı aile ve izdivac da‘valarına bakmak üzere mehakim-i şer‘iyyenin ihyası. – Emlak-i vakfiyye ve emiriyyenin muhafazası. – Lisan-ı mader-zadın isti‘mali. – Müslüman çocuklarının devam ettikleri Sırb mekteblerindeki hıristiyan tedrisat-ı diniyyesinin müslüman çocukları hakkında ilgası. – Meclis-i Müessisan’da müslümanların nisbeti dairesinde meb‘us bulundurması ve yeni Kanun-ı Esasi’de müslümanların nisbet-i iştirakinin tasrihi. – Evkafın her türlü vergiden afvı. – Arazi mes’elesinde ’den evvelki statükonun esnasında bu talebleri is‘af edecek fırkaya i‘ta-yı re’y olunması tekarrur etmiştir. Evkaf-ı İslamiyye Matbaası ESRAR-I KUR’AN . Meal-i Kerimi Ahiren hanedan-ı saltanat arasında vuku‘ bulan akd-i müteyemmen münasebetiyle Şeyhülislam Hayderizade İbrahim Efendi hazretleri tarafından irad buyurulan dua-yı beliğdir: Başmuharrir Sen’sin kulub-i nase koyan havf u dehşeti Sen’sin veren tabi‘ate sabr u metaneti Galib eden de Sen bizi mağlub eden de Sen Sen’den bulup saadeti Sen’den felaketi. A‘malimizde gerçi hata-kar u mücrimiz Geçmez ne olsa vüs‘at-i afv u inayeti Rahm et bu din ü devlete lutfunla ref‘ kıl Te’dib ise murad-ı ilahi yeter; yetiş Bu ümmet-i Muhammed’e aç bab-ı rahmeti! ULU PEYGAMBERİMİZE ES-SALATÜ VE’S-SELAM “Mekke’nin fethinden sonra” Ya Muhammed Mustafa Sen ey Ulu Peygamber Mekke’ye girdiğin gün Allah ile beraber Kırdın attın putları dedin; “Allahu Ekber!” O mübarek sesini hala duymakta Türkler… Şu fethin kalbimize Sen’i ne yaman söyler Es-Salatü ve’s-selam okur Sana her asker. Bir elinde kılıcın öbüründe hak Kur’an Mekke’ye girdiğin gün cihanlar oldu hayran! Hala anar o günü üçyüz milyon müslüman… Şehidlerin kanıyla yoğrulan bu vatandan Hala o güne doğru canımız uçup gider Es-Salatü ve’s-selam okur Sana her asker. Putları kırdığın gün gözlerin Arş’a daldı O mübarek aline Allah nurunu saldı Saf saf olup melekler şanına bakıp kaldı; Bütün cihan ağzına “Muhammed” namı aldı Arab Acem Türkistan o namı etti ezber Es-Salatü ve’s-selam okur Sana her asker. Mekke’nin fethi günü sarsıldı bütün dünya Korkusundan çatladı İstanbul suru guya Yere düştü başından tacını atıp kisra Celaliyle göründü küfrün gözüne Mevla! Allah yolunda Sen’sin ey nebi en büyük er Es-Salatü ve’s-selam okur Sana her asker. Ali Ekrem Hazret-i Muhammed’in Bi‘setinden Mukaddem ARAB HEY’ET-İ İCTİMA‘İYYESİNİN AHVALİ Din-i sosyalizmi nasıl ve Peygamber-i İslam’ın ne gibi tebeddülat ihdas eylediğini görmek için devr-i Muhammediye irca‘-ı nazar lazımdır. Peygamberimiz’in bi‘setinden mukaddem birkaç yerde tecrübe olunmuş idiyse de ameli sosyalizm hiçbir yerde tatbik edilmemişti. Bizzat Arabistan’da hükumet en berbad şekilde bir hükumet-i müstebide idi. Her kabile gayr-ı mes’ul bir reis-i müstebidin idaresinde ve bu reisin sözü kanun hükmünde idi. Ferdiyet en müdhiş surette hakim ve mütehakkim bulunuyordu. Peygamberimiz Arabistan’ı demokrasi ve sosyalizm gayelerine taban tabana zıdd bir halde bulmuşlardı. Arablar kabilelerinden biri öldürülse tazminat kabul etmezler katilin ailesine mensub bir ferd-i ma‘sumdan yahud bizzat katilden intikam almakta ısrar ederler. Bunun üzerine ikinci taraf kendilerine mensub olan maktulün intikamını almaya başlar. Cinayetler tevali ettikçe insanlarda meyl-i cinayeti tenmiye etmekle iktifa etmeyerek mühlik ferdiyetçiliği de inkişaf ederdi. Müskirat zina kumar Arablar arasında şayi‘di. Bunlara karşı ahlakı dini veya ictima‘i kayıdları yoktu. Taaddüd-i ezvac hesabsızdı. Talak hiçbir kayd arasında zevcesine de varis olurdu. Bir adam yetim bir kızı serveti için alır ve servetini iğtisab edince o kızı terk eder yahud su’-i muameleye duçar eylerdi. Bir mutallaka tekrar kocaya varamazdı. Böyle bir hareketten zevc-i sabıkının lekedar olacağı zannolunurdu. İntikam hevasına mağlub kadınlar düşmanlarının yüreğini dişleriyle paralamadıktan veyahud kanlarıyla elbiselerini boyamadıktan sonra teşeffi etmezlerdi. Köleler hayvan gibi çalıştırılır ve pek fena bir muameleye duçar olurlardı. Fakat gördükleri muamele bugün ma‘den ocaklarında çalışan yahud Kongo gibi müstemlekelerde lastik asriyyeden biraz daha iyi idi. Arablar kızlarını diri diri gömerlerdi. Şübhesiz bu asri cem‘iyetlerde gençleri rezailin ağuşuna gömdüren fazayihdan daha bed-terdi. münteşirdi. Kanlı mücadeleler şuun-ı adiyyeden sayılırdı. Peygamberimiz’in Arab hey’et-i ictima‘iyyesini nasıl bulduğunu Gibbon bu suretle izah eyler: “Silahını beşer aleyhinde kullanan bu kavmin mizacı memleketini istila eden kaht ve efradı arasında şayi‘ olan katl ve intikam ile bir kat daha alevleniyordu. Hazret-i Muhammed’den mukaddem olan devr-i cahiliyyette bin yediyüz muharebenin vuku‘unu milli an‘aneler kayd etmektedir. Husumetler bir takım eş‘arı inşad ile infilak ve bu husumetleri kabailin ahfadı tevarüs ederdi. Hayat-ı hususiyyede her adam yahud aile kendi da‘vasının hakimi ve müntakımi idi. Barbarlar arasında bir maktul namına akrabası diyet kabulünde yahud kendi elleriyle ancak elli senede hallolunabilir. İşte bu kan dökücü afv ve merhamete bi-gane olan ruh senenin birkaç ayında kesb-i sükunet ederdi. Hazret-i Muhammed’den mukaddem Arablar senede birkaç ictima‘ akd ederlerdi ki iki yahud dört ay devam ederdi. O zaman kılıçlar kınına girer; dahili harici adavetler unutulurdu.” “Edyan-ı Muazzamanın Ak a idi” nam eserinde Mr. Gorham bu suretle beyan-ı mütalaa eyler: “Hazret-i Muhammed’in doğduğu zamanda Arabistan dini teşevvüşler ve siyasi buhranlarla muztaribdi. Hazret-i memleketin seyyar evladı putperest idi yıldızlara taşlara ve asnama ibadet ederlerdi. Kudüs’ün harabisinden beş yüz sene mukaddem birkaç Yahudi cema‘ati ile hıristiyan mezheblerinden birkaçı Arab kabaili arasında şüyu‘a başlamıştı. Böylece Nasturiler Ariler Saibiler ve sair mezahib çölün serbest ufuklarında yaşıyordu. Orada bir de Hanifler vardı ki bunlar bu cema‘atlerden birine karışmazlardı. Din-i Hanifi tevhid dinidir. Ve bu dinin i‘tikadiyatında ve hayatındaki taharettir ki Arab Ceziresi’nde kat‘i bir inhitat-ı diniye meydan bırakmamıştır. Fakat Hazret-i Muhammed’in bi‘setinden mukaddem teceddüd-i ahlakı ihtiyacı bir çokları tarafından hissolunmuştu. Hakıkaten Arab mesihinin zuhuru beklenilmekte idi. Zemin ictima‘i ve ahlakı bir peygamber zuhur etti.” Evet vakt-i merhun hulul etmişti çünkü cezirenin ahlakı ictima‘i dini ve siyasi ahvali inhitatın en sefil derekelerine düşmüştü. Asnam için insanlar kurban ediliyor çocuklar diri diri gömülüyor emval su’-i kerhen evlendiriliyor köleler su’-i muameleye ma‘ruz kalıyor sayısız zevceler alınıyor zina tevessü‘ ediyor vahşi istibdadlar intikam hislerini tatmin için dökülen kanlar ferdi hod-gamlıklar sınıf ve şeref namına yapılan münaza‘alar ve sair reziletler ortalığı istila ediyor ve bu ahvalin kaffesi Cenab-ı Hakk’ın bir peygamber göndermesini istilzam eyliyor idi. Öyle bir peygamber ki Arab hey’et-i ictima‘iyyesini tathir etsin ve bu gibi emraz-ı sariyye ile ma‘lul bütün beşeriyeti mühlik bir musibetten kurtarsın. Cenab-ı Hak insaniyetin necatı için resulünü gönderdi. Resulullah geldi ve hakıkı sosyalizmin esasatını hayat-ı beşeriyyenin her safhasına tatbik ile Arabistan’ı Allah’ı en yüksek ve vazifeyi en temiz bir telakkı ile idrak eden ve ser-a-pa hüsn-i insaniyyetle meşbu‘ olan cihanşümul bir iman ile dünyanın bütün zulümatını tenvir etti. Arabistan bütün ihtişamını sosyalizme medyun ise bütün dünya İslam’a medyundur. Sosyalizm ile İslam’ın her ikisini Resulullah ikmal etti. O Resulullah ki hey’et-i emrazını tedavi etti ve sade birkaç kişiye yeni ve zinde bir hayat bahş etmekle kalmayarak bütün bir milleti ihya etti. Peygamberimiz reybi asrımızın ancak efsanevi bir kıymet verdiği fevka’t-tabia mu‘cizatı gösterdikten ma‘ada maddi ve ebedi hayata mazhar mu‘cizat da gösterdi. Evet Peygamberimiz saltanat-ı dünyeviyyenin bir serab olduğunu gösteren çöllerin üzerinde icra-yı hakimiyyet ettiği gibi her dem tezayüd eden kulub-ı insaniyyeye de hakim olmuştur ve bu kalblerin hepsi onun yükselttiği terane-i lahutiyyeyi el-an tertil ediyor hepsi de bir ukdeye bağlanıyor ki o ukde-i mukaddese habl-i ilahidir ve en doğru en mükemmel sosyalizm işte odur. [] GARANIK MES’ELESİ HAKKINDA Darülhikmeti-İslamiyye A‘zasından Rasim Efendi’nin Hata-yı Azimi Garanik Kıssası’nın rivayeten ve dirayeten adem-i sıhhatini isbat ettikten sonra bu babda mucib-i şübhe ve tereddüd olan ayat-ı kerimenin ma‘ani-i celilesini eylediğimiz delail-i akliyye ve nakliyye kıssanın adem-i sübutu adem-i sıhhati hakkında hiçbir şübhe bırakmıyor. Selefden halefden buna kail olanlar bulunması kat‘iyyen kıssanın sıhhatini isbat edemez. Çünkü selef halef -hatta dinde ka‘bı ne kadar yüksek olursa olsun- hepsi hata ederler hiç birisi ma‘sum değildir. Zelel ve hatadan bilhassa tebliğ ani’llahda ma‘sum olan kendisine şeytan yaklaşamayan kendisine şeytanın fenalık ilka edemeyeceği delail-i kat‘iyye ile sabit olan bir zat vardır ki o da ancak Hatem-i Rusül Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleridir.Artık bilemeyiz ki: ayat-ı Kur’aniyyenin ehadis-i sahihanın şehadetleri ve ümmetin icma‘ı ile her türlü zelel ve hatadan ma‘sum olduğu sabit olan Mefhar-i Mevcudat’ın ilka’-i şeytaniye –haşa sümme-haşa– ma‘ruz kaldığını Allah kelamıyla şeytan kelamını fark ve temyiz edemeyecek kadar hataya düştüğünü her an hataya ma‘ruz bulunan bir takım gayr-ı ma‘sum kimselerin sözleriyle isbata kalkışmak ne kadar mantıkıdir; hakayık-ı riyaziyye derecesinde olan delail-i kat‘iyye-i akliyyeye karşı –aynı nisbette kuvveti haiz bulunmayan– rivayatın ne ehemmiyeti olur? Şübhe yok ki olduğunu bilmeyen yoktur! Böyle iken; “’tir; çünkü dünyanın en meşhur riyazıyyunundan filan zat böyle söylemiştir.” denilecek olursa buna zerre kadar ehemmiyet veren olur mu? Buna Bu nasıl böyle ise mevzu‘umuz olan mes’ele de böyledir. Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin ismeti akaid-i yakıniyyedendir. Delail-i kat‘iyye ve berahin-i akliyye ile sabittir. Ümmet de bunun üzerine müellif böyle söylüyor; filan müfessir bunu yazıyor.” demek kadar mantıksızlık bu derece hamakat tasavvur edilir mi? Delail-i kat‘iyye ve berahin-i akliyye ile sabit olan bir mes’eleye münakız olan nakiller hangi tarik ile olursa olsun hiçbir suretle şayan-ı kabul değildir. Bunun yalan olduğunu kestirip atmışlardır. Haber-i ahadın bab-ı Hem ne hacet! Hadis vaz‘ edenlerin ahvali tedkık edilince pek vazıh bir surette anlaşılıyor ki; bir hadisin şayan-ı kabul olabilmesi için yalnız senedinin kuvvet ve za‘fına bakmak kafi değildir. Bununla beraber şeri‘atın kavaid-i ‘ammesine dinin akaid-i sahihasına intıbakı ve saire gibi umur-ı uhraya müraat da vacibdir. Kur’an’a muntabık enbiyanın ismet ve nezahetine layık olmayan rivayetler hiçbir vakit kabul edilemez; kabul edilmemek vacibdir; o gibi rivayetlerin senedi ister mat‘un olsun ister olmasın. Sened-i muttasıl ile zikr edilen hadisler hakkında hal . böyle olunca artık bu gibi mes’elelerde hadis-i mürselin ne kadar kıymeti olacağını düşünmek bile lazım değildir. Binaenaleyh İbnu Hacer gibi bazı zevatın –adedleri binlere baliğ olsa bile– bu babdaki sözleri –beyhude yere kıssanın tashihine çalışmış olmaları– zerre kadar haiz-i ehemmiyyet olamaz. Bize düşen; “Kendilerinden sudur eden şu azim zelleden dolayı İbnu Hacer ve emsalini Cenab-ı Hak afv u mağfiret eylesin!” deyip geçmektir. Şimdi ayetlerin tefsirine nakl-i kelam ediyoruz. Evvela şunu söyleyelim ki: Garanik Kıssası’nın sübutuna kail olmak isteyenlerin çokları Sure-i Hac’daki ayet-i kerimesinden aldanıyorlar; nasıl ki Rasim Efendi de kıssanın adem-i sübutunu bu ayet-i kerimeler etmek mecburiyetinde kalmıştır!.. Ayetin siyak ve sibakını biraz tedkık etmek zahmetini ihtiyar etmeksizin ma‘na vermek ister iken öyle bir hata irtikab ediyorlar ki adeta ta‘miri gayr-ı kabildir. Guya bu ayetler –Hatem-i Rusül de dahil olduğu halde– bütün peygamberlerin tesvilat-ı şeytaniyyeye kapıldıklarını natık oluyormuş. Fakat elfazın mütehammil olduğu ibaratın sahih bir surette delalet eylediği vech üzre ayat-ı celile tefsir edilince hiç de böyle bir ma‘na anlaşılmaz Evet lugat-i Arabiyye’yi anlayan Kur’an’dan cüz’i bir şey okuyan herhangi bir kimse üzerine hafi değildir ki; nazm-ı celili bil-cümle enbiya ve mürselinin ümmetleri tarafından -lihikmetinma‘ruz kaldıkları herkesçe ma‘ruf bir takım halatı ve ümmetlerinin ne fıtratta olduklarını gösterir. Eğer Garanik Kıssası’nın sübutuna kail olanların dedikleri ma‘naya sahih nazarıyla bakacak olur isek ayat-ı celilenin ma‘nası şu demek olacak idi: “Bil-cümle enbiya ve mürselin üzerine şeytan musallat olarak kendilerine münzel olan “vahy”i karıştırdı. Kelam-ı ilahi olmayan şeyleri onlara “vahy-i münzel” gibi gösterdi. Lakin bundan sonra Cenab-ı Hak şeytanın vahy-i ilahiye karıştırdığı kelamı nesh edip kendi ayatını tahkim eyler!..” Hiç şübhe yok ki bu ma‘na Cenab-ı Hakk’ın ihtisas-ı çirkinliğin en büyüğüdür. Enbiya hakkında bundan daha kabih bir şey tasavvur olunamaz. Binaenaleyh biz bu hezeyanı bırakalım da sadede rucu‘ edelim: Ma‘lum bir hakıkattir ki Kur’an’ın bazı ayetleri yekdiğerini şerh ve izah etmektedir. Bu i‘tibar ile; ayet-i kerimelerinin ma‘nasını Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz kavmine evamir-i ilahiyyeyi tebliğ ettikçe onlar zat-ı nübüvvetpenahilerini tekzibe kıyam ediyorlar her türlü safsata ve mugalata ile mücadeleye çalışıyorlar; Resul-i Ekrem’in tebliğatını tahrif ederek maksudu hilafına bir takım işa‘atta bulunarak halkı kendisinden tenfi etmek için adeta müsabaka ediyorlardı. Hazret-i Peygamber bit-tabi‘ bu gibi ahvalden ziyadesiyle müteessir oluyorlardı. Halbuki yalnız Hazret-i Peygamber’e mahsus olmayıp bil-cümle enbiya-yı ‘izam hazeratı da aynı hale ma‘ruz kalmışlardı. mürselinin ma‘ruz kaldıkları hali nebisine hikaye ederek kalb-i risalet-penahilerini tesliye ediyor. Binaenaleyh ayetleri sıra ile gözden geçirelim: Görülüyor ki: Cenab-ı Hak enbiya-ı sabıkanın da ümmetleri tarafından -kavminin Resul-i Ekrem’e yaptıkları gibi- tekzib olunduklarını hikaye ettikten sonra kavmi tarafından ma‘ruz kaldığı eza ve cefadan safsata ve mugalatadan müteessir olmayarak şu yolda söylemesini emr ediyor: “Ey nas! Ben ancak bulunduğunuz halden dolayı ma‘ruz kalacağınız akıbetle sizi inzar mü’minleri de kendilerini istikbal edecek olan ni‘am-ı ilahiyye salih işleyen kimseler için mağfiret-i ilahiyye ve ni‘am-ı ebediyye vardır. O kimseler ki: Nası tarik-ı hidayete irşad etmek için uğraşırlar ehl-i cedelin adetlerinden olduğu vechile elfaz ile oynamak kailinin maksadından tahvil etmek suretiyle; ayatımızı bazan bu sihirdir bazan da şi‘ir veya esatir-i evvelindir diyerek ta‘n u teşni‘ ile fesad mü’minleri sözden iskat için müsabaka ederler işte bu dall ve mudıll herifler ancak ashab-ı cahimdir.” Bundan sonra Cenab-ı Hak Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin kavmi tarafından mübtela olduğu bu muaceze enbiya-yı sabıkanın da mübtela kılındığını ifade eden; ayet-i kerimeleriyle ta‘kıb ediyor. Herhangi bir ümmette nebi ba‘s olunmuş ise onun için te’vil ve tahrif ile eza eden emanisiyle tezad teşkil eden istediği şey ile kendisi beynine –yoluna ilka eyledikleri aserat ile hail olan muhasımlar olduğunu söylüyor. Binaenaleyh bil-cümle enbiyanın mülakı oldukları şu ahvale muvafık olan ma‘naya göre ayeti tefsir etmek lazımdır ki bu da iki suretle olacaktır: – “Temenna” kara’e “ümniye” kıra’et ma‘nasına olmaktır. Şübhe yok ki ayet-i kerimeye bu ma‘nayı vermek sahihdir; lafzın bu ma‘nada isti‘mali vardır. Temenna ve ümniyeye bu ma‘nayı vermek sahih olmakla beraber “elka” Garanikçilerin zikr ettikleri ma‘naya olmayıp belki; sözünden anlaşılan ma‘nayadır. Bu cümlenin ma‘nası ise: Mütekellim murad etmemiş olduğu halde muradı hilafına olarak lafzın az çok muhtemel bulunduğu şeyi hadisinde idhal ettim; yahud –netice i‘tibarıyla bu demektir diyerek– söylemediği bir şeyi ona nisbet ettim demektir. Bu ise nefislerini Hak bir şeydir. Onlar daima şübheye ittiba‘ ederler mucib-i şübhe olan şeyler peşinde koşarlar. Bu ma‘na ile “ilka” onların de’b ü adetleridir. Her şey ki ehl-i dalalden sudur eder onların şeytana nisbet olunması sahihdir. Çünkü ehl-i dalalin kalblerine onları ilka eden şeytandır. Abduh merhumun da izah ettikleri vechile enbiya ve mürselin ayat-ı ilahiyyeden bir şey kıraet ettikleri vakit onların kıraetinde şeytan evliyasına şübhe ve tahayyülat getirmiş oldukları şeyleri redde kıyam ettiriyordu. Mesela Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ayet-i kerimesini tilavet edince şeytanın ederler ve; “Muhammed kendi zebihasını helal kılıyor da Allah’ın zebihasını haram kılıyor.” derlerdi. Kezalik; ayet-i kerimesini tilavet buyurdukları zaman da; “Isa ve melaike de abddir. Allah değildir. O halde bunlar da hasab-ı cehennemdir.” gibi hezeyanda bulunurlardı. Binaenaleyh ilka şeytanın evliyasının vesvesesidir. Zaten Kur’an-ı Kerim şeytanın mü’minlerle mücadele etmeleri için evliyasına “vahy” eylediğini söylüyor: Böyle olunca; ayet-i kerimesinin ma‘nası şu suretle izah olunur: “Habibim senden evvel ne kadar resul ne kadar nebi göndermiş bir şey söyledikleri yahud kendilerini hidayete sevk eden vahy-i ilahiyi tilavet eyledikleri vakit onların karşısına bir takım fitneci kimseler çıkarak okudukları şeyi ma‘na-yı maksuddan tahvil ve onun söylemediklerini kendisine isnad ettiler; nası kendisinden tenfir ve teb‘id etmek onun da‘vet eylediği yere gitmekten çevirmek maksadıyla bu ekazibi beyne’n-nas neşr ettiler. Sonra Cenab-ı Allah hakkı ihkak ve izhar batılı ibtal ederdi. Enbiya ise bu ekazib ve eracife ümmetleri tarafından ma‘ruz kaldıkları bu ezaya karşı daima sabır ve sebat gösterdiler sebil-i hakta mücahede ederek mu’accizlerin ta‘cizine müstehzilerin istihzalarına kat‘iyyen ehemmiyet vermediler. Mücahede ile hakkı izhar mücadele ile batıla galebe ve Cenab-ı Hak o şübheleri nesh ve usulünden kal‘ ederek kendi ayatını tesbit ve takrir edinceye kadar enbiya bu yolda devam ettiler. vaz‘ındaki hikmet-i habis tayyibin yekdiğerinden temeyyüz etmesi içindir. Bu suretle habis tayyibden temeyyüz eder kalblerinde maraz-ı şekk ü şübhe olan zuafa’-i ukul zümre-i münafıkın o şübhe ve vesveseler ile dalale düşer ve onların peşinden giderler. Kulub-ı kasiyye ashabı olan ehl-i inad ehl-i şirk de bu şübhelerle iftitan ve onları sened ittihaz ederek mücadelelerinde o şübhe üzerine i‘timad ederler. Sonra kendilerine ilim verilmiş olanlar nazarında hak tecelli eder hakka karşı varid olan her şübheden sonra kendileri için hak bir kat daha tezahür eder; mucib-i şübhe olan o şeyin Rabbin tarafından gönderilmiş hak olduğunu bilir ve tasdik ederler; ona karşı kalblerinde sükut ve itmi’nan hasıl olur. Kendilerine ilim verilenler burhan-ı katı‘ ile mugalata ve safsata beynini temyiz kuvvetine sahib olanlardır. ki iman etmişler ve Cenab-ı Hak da kendilerini doğru yola hidayet etmiştir. Vehim ve mugalatanın bunlar üzerine sulta ve tahakkümü yoktur ki kendilerini nehc-i kavimden sırat-ı müstakımden inhiraf ettirebilsin! Kafirler ki akılları za‘if kalbleri mariz olanlar yahud ehl-i inad rüesa-yı batıl hakka karşı basireti kapanmış olanlardır; bunlar daimi surette hakka Kitab’a karşı şübhe ve tereddüd içindedirler. Akıllarında kat‘iyyen etmezler saat-i helakleri birden bire gelip de Rableri ‘indinde hesablarına mülakı oluncaya kadar onlar bu Bu ayetlerin menakıbı Sure-i Al-i İmran’da vaki‘ şu kavl-i İlahiye ne kadar yakındır: Bundan sonra Cenab-ı Hak diyor ki: Guya Kur’an’ın bazısı diğer bazısını şerh eyliyor. Bu ayetlerde kalblerinde “zeyğ” olanların ayat-ı Kur’aniyyenin muhakematını bırakıp da daima bir takım şübühatın arkasında dolaştıkları tasrih ediliyor. Kalblerinde “zeyğ” olanlar kalbleri marazlı ve kasvetli olan kimseler demektir. İlimde rusuh bulanlar ise kendilerine bunlar mürebbilerinden gelen her şeyin hak olduğunu bilir ve hepsinin taraf-ı İlahiden olduğuna iman ederler. Ona karşı kalblerinde sükun ve itmi’nan hasıl olur. Şübhe yok ki Cenab-ı Hak da bunları sırat-ı müstakıme hidayet eder. Fakat o kimseler ki te’vil ile iftitan kal u kıl ile iştiğal ederler muhkemat-ı Kur’aniyye ile ihticac etmekten yüz çevirirler emval ve evlada ittika ederler… an-karib ecelleri yetişir amelleri istikbal eder; er-geç cezayı sezalarını bulurlar… Bu hal Cenab-ı Hakk’ın insanı saadet ile şekavetin beynini mevcudiyetini muhafaza eden şeyler ile izale edenler arasını temyiz edecek bir mertebeye yükselttiği günden beri bil-cümle enbiya ile ümmetleri hakkında cari olan bir kanundur. Binaenaleyh Al-i İmran Suresi’ne mensub olan şu ayetler ile Garanik Kıssası arasında nasıl bir münasebet yoksa Sure-i Hac’da bulunan ayetler ile de bir münasebet yoktur. Bu ayetler adeta yekdiğerinin şerhi gibidir. Aksekili Ahmed Hamdi A. H. bu ümmü’l-habaisden memleketimizi tathir etmek üzere Şeyhülislam Hayderizade İbrahim Efendi hazretlerinin taht-ı riyaset-i aliyyelerinde teşekkül eden Hilal-i Ahdar Cem‘iyeti’nin ilk ictima‘ında irad olunan nutuklar: Muhterem efendilerim: Dini tıbbi ictima‘i ahlakı iktisadi bir fenalığı Cem‘iyeti’nin teşebbüsüne şerik ve hem-rah olmak üzere da‘vetimize icabet buyurduğunuz için hey’et-i müteşebbise namına arz-ı şükran eylerim. Cem‘iyetimizin riyaset-i fahriyyelerini kabul buyurdukları ve huzuruyla efendi hazretlerine minnetdarlığımızı ref‘ u takdim ederim. Hilal-i Ahdar’ın teşekkülünden gaye ne olduğunu ve bu maksada ne tarzda yürüyeceğimizi nezaketinizi su’-i müsaade buyurunuz. Hilal-i Ahdar’ın vazifesi Din-i Ahmedi’nin hakim olduğu vatana pek yabancı bir düşman olan içki ve mükeyyifat ile mücadeledir. Bu mücadelenin samimi ciddi ve ma‘kul olmasını te’min için bu badireyi memleketimizden def‘ etmek ve saliklerini ve hususiyle genç nesli bu beladan kurtarmak için cem‘iyet icra-yı fa‘aliyete başlıyor. Her cem‘iyet müteşebbislerinden ba‘zı kavaidine riayet ve hürmeti taleb eder. Hilal-i Ahdar da a‘zasından her şeyden evvel içkiye karşı samimi bir düşmanlık beşeriyete karşı hayır-hah bir dostluk bekler. Binaenaleyh cem‘iyetimiz a‘zasının içki imsakinde bizzat şahıslarıyla nümune-i imtisal olması ailesi efradını bu seciye-i husumetle terbiye etmesi gücü yettiği derecede telkınatla tedrisatla neşriyatla hatta nizamatla bunu men‘e çalışması lazımdır. Hilal-i Ahdar Osmanlı toprağında mesaisine bir engel bulmayacağından bilakis adetlerinin kanunlarının arzuyı umuminin kendisine yardım edeceğinden emindir. Din-i Mübin’in nass-ı katı‘ ile men‘ ettiği bu dahiyeyi cehlimiz edebiyatımız göreneğimiz başkalarını taklidimiz ve seciyesizliğimiz halkımıza musallat etti. Kavaid-i diniyyesini öğretemediğimiz köylümüze varıncaya kadar ümmü’lhabaisin çeşnisini bilmeyenler kalmadı. Memleketin bir sınıf mütefekkiri bundan ar hissetmeli ve neslimizi şerrinden kurtarmaya çalışmalıyız. İçkinin dinen haram sıhhaten fevkalade muzır nesle karşı tahribkar iktisaden felaket nihayet bir lazime-i medeniyye değil ictima‘en ve ahlaken çirkin ve ayıb olduğunu halka anlatmalıyız. Hilal-i Ahdar maksadına yürürken kendine pek çok yardımcı bulacaktır. Avrupa’da milyonlarla halk şarapçılık ve içki ticaretiyle yaşadığı ve devletlerinin bütçesinden alınan sarfiyatı şayan-ı ihmal olmayan bir yekun teşkil ettiği için mazarratının aşikar olmasına rağmen kat‘i men‘ine gidilemiyor fakat Amerika bütün bu faideleri istihkar ederek içki memnu‘iyetini kat‘iyyen kabul etti. Bizim Meclis-i Meb‘usanımız da içkiyi müdafaa edecek meb‘us bulunur mu? Halkımızın hayatı ve iktisadı bahasına içki yüzünden zengin olanlar kimlerdir? Düyun-ı Umumiyye’mizde üç küsur milyon lira içki varidatı varsa buna karşı pek çok çareler vardır bu vergiyi dinlerine ve sıhhatlerine hürmet etmeksizin müslümanlar te’diyeye mecbur tutulamaz. arz etmeden geçemeyeceğim. Acaba içkiye karşı tam mı olacağız? Bila-tereddüd imsak-i tam tarafdarlığı. Biz çok içenlerden ziyade mu‘tedil içenleri ictima‘en muateb addediyoruz. Kimse ağzı burnu bir yere kaymış düşe kalka yürüyen ileride bir cinnet-i müebbede tahavvül edecek bir sefalete imrenerek içkiye alışmaz. Enva‘-ı mezelerle süslü sofralarıyla ilk tenebbühün verdiği iğfalkar bezl-i kelam ile kendi zevkine semihane muhitini da‘vet etmeleriyle mu‘tedillerdir ki içkinin propagandacısıdır. “Çirkin veya muzır bir şey olsa bu zat içer mi?” diye etrafındakiler arkasına katılır. Bu iğfalzedelerin akıbeti mütenevvi‘dir. Kimi hal-i sekirde yaptığı bir cürümle seviye-i medeniyyesinden düşer kimi gözü kızarık behimane şehvetle saldırması neticesi kaptığı frengi ile kendisinin ve ailesinin hayatını zehirler kimi de sakat dimağla bir bimar-hanede çürür. Binaenaleyh görenek olmamak kimseyi içmeye teşvik etmemek için imsak-i tam esasdır. A‘za-yı kiramca hürmet edilmesi icab eden iki mühim keyfiyet daha var. Birisi içkinin az mikdarının mukavvi hassası olduğu zann-ı batıldır. İçki her mikdarıyla zehirdir. Hatta o kadar ki en azının değil şahsa dünyaya gelecek çocuğun sar‘alı pepe dilsiz ahlaksız olmasına te’siri vardır. Cem‘iyetimize çalışmalarını hastalarının karın ağrısı veya kuvvet ilacı diye konyak ve şarap almalarına müsaade etmemeleri şayan-ı temennidir. İkinci nokta da bir kadeh içkinin lazime-i ictima‘iyye ve reddinin ayıb addedilmesidir. Bu kat‘iyyen doğru olmayan bir telakkıdir. Kahve yerine bir şeref ve meziyettir. Avrupa’da içkinin örf olduğu memleketlerde bile nice mümsikler vardır ki; “Ben içki aleyhdarıyım bir katre bile içmem!” demekle iftihar eder. ettiğinden dolayı beyan-ı teşekkür ederim. Çünkü birçok asır binlerce ukalanın sarf-ı mesai ederek gah hakıkatten teba‘üd ve gah hakıkate tekarrub etmek suretiyle geçirdikleri bin safhalardan sonra nihayet Din-i Mübinimiz’in emir ve ahkamına muvafık bir karar Din-i Celilimiz’in bir mu‘cize-i kübrası bin üçyüz sene sonra umumiyetle tasdik ediliyor demektir. Bir de milletimizin mevcudiyet-i maddiyye ve ma‘neviyyesi üzerine bin muzır te’siratı bulunan ümmü’lhabaisin kaldırılması esbabı edilmiş oluyor ki Hilal-i Ahdar bu suretle dahi cidden şayan-ı şükrandır. Hakıkat zamanlardan beri ma‘lum ve mevcud olduğundan bahs edecek değilim. Ancak şurasını söyleyeyim ki İslam’ın hin-i zuhurunda mevcud olan içkiler bugünkü içkiler derecesinde şedid semdar değil idiler. Öyle olduğu halde Din-i İslam onların dahi velev az mikdarda olsun bu hükm-i İslamiyi musaddıktır. Şimdiki kuvvetli içkiler beşinci asr-ı hicri’de taktir usulü ihdas olunduktan pek çok zaman sonra içilmeye başlanmışlardır. Din-i İslam içkileri üç safhada yani evvela sarhoş günahlarının menfaatlerinden pek ziyade olduğu beyan edilerek salisen felahın içkiden kat‘i surette ictinab ile hasıl olacağı bildirilerek emr-i kat‘i ile men‘ buyurmuştur. Bu men‘-i kat‘iye karşı müslümanlar arasına içkinin dühulü başlıca iki sebeble olmuştur ki birisi mübalat-ı diniyyeleri za‘if kimselerin iş başına geçirilmesi diğeri de asar-ı Yunaniyyenin tercümesi zamanlarında tababet-i Yunaniyye kitablarında şarabın nef‘i hakkında birçok sözlerin bulunmasıdır. Evet en büyük makamat-ı hükumete geçmiş kimselerden bazılarının işret isti‘mal etmiş olduklarını tarihimizde ma‘atteessüf okumaktayız. Ümeranın yaptıklarını avamın taklid etmesi tabi‘i olduğundan bu hal ümmü’l-habaisin aramızda intişarına başlıca sebeb olanlardandır. Ve hala da aramızda içkilerin revac bulmasının devamında ümera ve me’murinimizden münevver sınıf dahilinde bulunanlarımızdan bir haylisinin amillerdendir. Bazı etibbanın; “İştihayı hazmı kuvveti tezyid eder.” diyerek teşvik etmeleri de içkinin intişarına sebeb olan amillerdendir. Anadolu’da bile aileler bilirim ki peder ve validenin sıhhatleri ve akılları yerinde olduğu halde çocukları cani veya sıska veremli illetli özürlü olmuşlardır. Bu ailelerin hal ve şanları isimleri bence ma‘lumdur. Bunların esbabını aradığım vakit gördüm ki bir takım Yunan hekimleri bi-çare adamcağızları sıhhate nafi‘ olduğundan bahisle bir iki kadehden başlatarak konyağa rakıya alıştırmışlar ve bu sebeble zavallıların a‘sabı bozulup bunun neticesi olarak tereddiye uğramışlardır. Hulasa içkinin müslümanlar arasına sokulmasında re’s-i kara gelenlerin dince mübalatsızlıkları bir de bazı etibbanın ve bilhassa Yunan etibbasının içkinin sıhhate nafi‘ olduğu hakkındaki telkınatının büyük müdahale-i müessifesi vardır. Şimdi bir de içkiye karşı nasıl mücadele edilmelidir? Ondan bahs edelim: Birincisi ta‘lim ve terbiye ve nasayiha müteallik olan kısım. meşru‘ vesait-ı iştiğal ve telezzüzlerin teksir ve teshili. Üçüncüsü: İçki i‘mal ve füruhtunun ve isti‘malinin bazı kuyud ve şeraita rabtı. Dördüncüsü: Resmi surette içkilerin ref‘ u men‘idir. Üçüncü tedbirden ma‘adası Şer‘-i Şerif’e muvafıktır. Zaten bu üçüncü tedbirin kifayetsizliği memalik-i mütemeddinenin kaffesinde bit-tecrübe anlaşılmış olduğundan hükm-i şer‘imizin isabet-i mu‘ciz-karanesi bu suretle de tebeyyün etmiştir. Diğer üç tedbirin kaffesinin büyük faidesi görülmüştür. Hatta Avrupalılardan bilirim ki bizim müslümanlardan münevver geçinen bir takımlarının alenen içmelerine rağmen rakı ve emsalini isti‘malden kat‘i surette haya ve bu gibi müskirat isti‘malini süfehaya mahsus mu‘ayyebattan addederek kadehini bile ele almaktan ihtiraz ederler. Ve harb esnasında şarap için para sarfından da haya ederek o yolda sarf edecekleri paraları fukaralarına verilmek üzere cem‘ ediyorlar idi. Gazetelerde okumakta olduğumuz vechile nihayet bu terbiyeler tedbirler kat‘i asarını göstermiş ve meclis-i meb‘usanlarında ekseriyet-i azime ile kabul olunmuş kanunlarla içkilerin her türlüsünün i‘mal ve idhalinin ve bey‘ ve isti‘malinin men‘ine muvaffak olmuşlardır. olmak için her türlü meşru‘ tariklerden çalışmak elzem olur. Ba-husus re’s-i karda bulunan kimselerimizin me’murlarımızın münevverlerimizin içki isti‘malinin günah ve muzır olduğu gibi şeref ve haysiyete namus ve insaniyete münafi olduğunu bilerek terk etmeleri ve şimdiye kadar olduğu gibi avama köylülere su’-i misal olmayıp hüsn-i misal olmaya azim ve himmet etmeleri en mühim tedbirlerdendir. İçki ahlak ve namusa muhalif olduğu erbab-ı ilim ve hikmet nazarında artık tahakkuk etmiştir. Alenen ve keyif için içmek şöyle dursun tabib tavsiyesiyle bir mikdar içmek lazım gelse bile kimsenin görmeyeceği yerde içmek muayyebattan bir şey irtikab ediyor olduğuna dair su’-i zan hasıl etmekten ihtiraz edilmek lazım geleceği kabul edilmiştir. Sonra etibbanın artık şimdiye kadar yaptıkları gibi; “İçkilerden filan cinsi kuvvettir.” veya; “Az mikdarında zarar yoktur.” gibi ilm-i tıbbın kabul etmediği sözlerde vasayada bulunmamaları da pek lazımdır. Hasılı içkilerin her nev‘i haramdır muzırdır ayıbdır şeref-i insaniye muhalifdir. Ayıb olmasının en mühim delili de aklı velev muvakkat veya azıcık dahi olsa hal-i tabi‘iden uzaklaştırmasıdır. İşte hukema insanın yegane medar-ı şeref ve temeyyüzü olan akla her ne suretle olursa olsun dokunacak bir hale razı olmanın şeref-i insaniyyete muzır bir hali irtikab demek olacağına binaen velev cüz’i mikdar da olsa içki isti‘malini namus ve haysiyet-i insaniyyeye muhalif görmektedirler. Bir de bazıları; “Ben içki içersem zararı banadır. Başkası ne karışır?” derler. Halbuki bu söz de doğru değildir. Zararı yalnız failine münhasır kalan hiçbir seyyie yoktur. Hele içkinin zararı tamamen umumidir. Mesela sebebiyle hastahaneler tımarhaneler hapishaneler bulundurmaktan mütevellid zahmetler masraflar hep milletin umumunun üzerine yüklenmiş olduğu gibi yine herkesin evladına verem sirayet etmesi mütevellid mazarratların yalnız isti‘mal edene münhasır kalamayacağını isbat eder. Binaenaleyh aleyhinde çalışmak herkesin vazifesidir. Hepimizin bu cem‘iyetin a‘zasını teksire maksad-ı te’sisinde muvaffak olmasını te’mine çalışmak borcumuzdur. Cenab-ı Hak muvaffakıyet ihsan ve böyle cem‘iyetlerin emsalini teksir buyursun duasıyla hatm-i ma‘ruzat eylerim. Şeyhülislam Efendinin Beyanatı Amerika’da içki aleydarlarının tarz-ı mesaisi ve içkinin men‘i ile tehassul etmiş olan menafi‘ine dair Ahmed Emin Bey’in izahatından sonra ictima‘a riyaset etmekte olan Şeyhülislam Hayderizade İbrahim Efendi hazretleri ber-vech-i ati beyanatta bulunmuşlardır: Hey’et-i idareye ber-vech-i ati zevat intihab olunmuştur: Riyaset-i fahriyyeye Şeyhülislam İbrahim Efendi hazretleri riyasete Doktor Emin Paşa riyaset-i saniyyeye Mazhar Osman ve Hüseyin Kazım Beyler veznedarlığa Tahsin ve katib-i umumiliğe ise Doktor Şükrü Hazım Beyler. Hey’et-i idare a‘zalığına Hakkı Şinasi ve Galib paşalarla Emin Velid Talha Eşref Edib Milaslı İsmail Hakkı İzmirli Hakkı Ferid Salih Hulusi Beyler intihab olunmuşlardır. Bab-ı Meşihat’te medarisin ıslah ve te‘alisi esbabını teşekkül etmiş ve mezkur komisyon tarafından medarisin bil-umum hey’et-i tedrisiyye ve ta‘limiyyesine bu hususda layıh olan fikirlerini bildirmelerini müş‘ir birer tezkire gönderilmiştir. Komisyonun irsal ettiği tezkirelere programının birer aynı rabt edildiğinden istihdaf edilen gayenin tamamıyla değilse de büyük bir kısmı gayb olmuştur. Çünkü müderrisinin ekserisi medarisde neler okunduğunu bilmiyor. Medaris hakkındaki efkar: Bugün esaslı iki cereyan mevcuddur: Hal-i hazırı felah ya iflas. Maalesef ikinci fikrin tarafdarları da var hem de az değil. Görülüyor ki şu günlerde medarisin hayat ve mematı mevzu‘-i bahs olmaktadır. Biz bu eski usulün sekameti hakkında icale-i kalem etmeyi zaid addederdik. Fakat müteşekkil komisyonun ekseriyeti bu fikirde olması ve hatta bunun karar-ı a‘dadiye iktiranı bizi kuşkulandırdı. Medarisin teşkilattan evvelki hali “Hüve’l-Bakı”si eksik mezar taşı idi. Şimdi o hale ifrağı bir “Hüve’l-Bakı” Müsteşriklerden birinin vaktiyle ceraid-i yevmiyyeden birinde intişar eden “Türklerin Arapça Okuması” ünvanlı makalesinde; “Türkler onbeş sene Arapça okurlar. İcazet aldıktan sonra eline İbnu Rüşd’ün kitabını verirsen; “Ben bunu okumadım.” derler. Arapça da konuşamazlar. Ben dört senede Arapça’yı öğrendim ve İbnu Rüşd’ü anlıyorum.” diyor. Bu müskit sözlerin karşısında hangimiz bir şey diyebiliriz? Maksad alim yetiştirmekse üç dört senede Arapça’yı öğrenenlerin nasıl öğrendiklerini anlayıp aynı usulü burada tatbik etmeli. Bunun için de teşkilatı bozmaya hacet yok. Çünkü eski teşkilat mahsullerinin Arapça’yı ne kadar bildiklerini yakından her gün görüyoruz. Usul-i atikacılar: Hal-i hazırdaki büyük ulemanın cami‘ usulü yadigarı olduklarından mezkur usulün doğruluğuna ibtida’-i haric ve dahil talebesinin hiç Arapça anlamadıklarından da teşkilatın eğriliğine kail oluyorlar. Eskiden yirmi beş otuz bin talebe mevcuddu. Bu mevcuddan bize yadigar olarak birinci sınıfdan kalan ulema’ ta‘dad edilecek olursa ancak on iki veya on beştir. Ale’l-hesab /. Bu ise eski usulün doğruluğuna değil sekametine delildir. Çünkü birinci sınıfdan la-ekall üç bin ulema’ çıkmalı idi. Halbuki meydanda kim var?!.. Haric ve dahil talebesinin Arapça’yı anlamamalarının sebebini ise teşkilatta değil ta‘kıb edilen usulde yani hükümran olmasında aramalıdır. Zikr edilen skolastik usulü tekrar açıktan açığa tatbik etmek de mümkün değildir. İhyası için uğraşmak ise tamamıyla soğumuş bir ölüye teneffüs-i sınai yapmak demektir. Çünkü hakıkati artık müdrik olan talebe arasında usul-i mezkurede ders okuyacak hemen kimse yok gibidir. Çıksa çıksa her sınıfdan nadir ve belki birkaç nevadir çıkar. Farz edelim ki –maaş veya yemek dolayısıyla– okuyacak talebe bulunsun; fakat ekseriyet-i uzması zahiren talebe olacak hakıkaten değil. Bu mahiyetteki talebeden ne beklenebilir? Fikr-i irtica‘ın galebesi takdirinde mühim bir mes’ele daha kalıyor ki o da bir iki müderris istisna edildikten sonra diğer dersiamların okutacak talebeyi ücretle tedarik etmek mecburiyetinde kalacaklarıdır. Çünkü bu gibilerin dersine Bunun ise ne kadar büyük mahzurları dai olacağı azade-i beyandır. İlmiye inhitatının muhtelif şe’niyetleri araştırılacak olursa en göze çarpan sebeb bu mesleğin ruhaniyet şeklinde teressüb ettirilmek istenmesidir. Halbuki Eski usulü selb ettikten sonra içinde bulunduğumuz teşkilatın ıslahı kalıyor. Bunun için de Avrupa’nın birinci sınıf filozoflarından Tolstoy’un; “Dühatın hatırına gelmeyen ahadın müfekkiresini işgal edebilir.” kavlince rüşeym halinde bulunan teşkilatın ana hatlarını çizmek Talebe ibtida’-i haricden çıkıncaya kadar Arapça’yı mükemmel bir surette tekellüm edebilmeli. Bunun için de ta‘kıb edilecek usul pratik olmalı. Müderrisler yeni usule vakıf ehl-i lisandan intihab edilmeli. Herhangi bir ders olursa olsun Ders Vekaleti tarafından ta‘yin ve tahdid edilmeli. ‘Ulum-ı riyazıyye arasında boğulup kalan ibtida’-i dahil talebesini mezkur ‘ulumu taklil ve felsefe gibi ağır dersleri sahn kısmına nakil suretiyle bulunduğu vaz‘iyetten kurtararak Arapça’da “meleke” hasıl olacak bir derecede yetiştirmeli. Her kısımda hey’et-i tedrisiyye erbab-ı ihtisasdan olmalı. İster dersiam olsun ister olmasın. Şu kadar ki Medarisin atisini te’min etmeli. Ehliyetli müfettişler vasıtasıyla sıkı bir teftişe tabi‘ tutulmalı. Bütün nazarlar ibtida’-i haric birinci sınıfına tevcih edilerek birinciden terfi‘-i sınıf eden talebenin ne gibi nekaisı varsa ertesi sene bertaraf etmeye çalışmalı. Teferruat hakkında “Talebe-i ‘Ulum” Cem‘iyeti’nin bil-umum talebenin arasına müracaatle husule getirdiği teşkilat nazar-ı dikkatten dur tutulmamalı. Şu zikr edilen esasat tatbik edildiği takdirde beşaltı sene zarfında mükemmel bir program elde edilmiş olur. Eğer hılaf-ı me’mul cami‘ usulünü ihyaya teşebbüs edilirse Fatih zamanından beri devam eden bu ilim aleminin dünyasını değiştirdiğinden dolayı deyip birer Fatiha okuruz. Sahn Talebesinden A. [elif] Şükrü Din-i İslam ki hayat-ı umumiyye-i beşeriyyenin umde-i medeniyyeti şehrah-ı feyz ve şems-i saadetidir. Ehl-i İslam bunun mücahid ve nigehban-ı umuru ‘ulum-i şer‘iyye de kavanin-i meşiyyetidir. Bu kavaninin cihet-i nazariyyesi müessesat-ı ilmiyyeye cihet-i ilmiyyesi de hey’et-i tarafın aheng-i hareket ve fa‘aliyyetini muhafaza ve istihdaf eyledikleri gaye-i müttehideye isal vazifesi hassaten hükumet-i celile-i İslamiyyeye mevdu‘ bir emanettir. Şu halde bu yoldaki azaimi iktiham ve vazife-i irşadı hüsn-i tedvir ve ifa mücahede-i maddiyye ve ma‘neviyyeyi tekeffül eyleyecek zümrelerin muallim-i umuru imam-ı hareketi müessesat-ı ilmiyyeden doğacak erbab-ı feyz u kemal ve mütehassıs-ı efkar-ı dur-endişan olması icab eder. Binaenaleyh meslek-i ilmiyyenin mekteb-i fazileti demek olan medaris-i İslamiyyeyi; hayat-ı ilmiyye-i İslamiyyenin nazım-ı ikbali ve ruh-ı ümmetin kehkeşan-ı istikbali olacak bir müessese-i fa‘ale haline ifrağa lüzum-ı şedid vardır. Evet medaris-i İslamiyyeden doğan mazideki o şümus-ı irfandır ki; saltanat-ı seniyye-i Osmaniyye’nin hilafetle tezyid-i şa‘şaasına tenfiz-i ma‘deletine tevsi‘-i satvetine hizmet ile adeta bu iki erike-i hak-nümunu yekdiğerinin şeh-bal-i i‘tilası silah-ı müdafaası olacak bir mevki‘-i rasine is‘ad eylemiş ve onun şanına bu gibi nice ebed-nümun hatırat ve ma‘aliyat ithaf eylemiştir. padişahlarına padişahlarını da ulemasına medyun-ı şükran bir mevki‘de gösterir. “Ma‘rifet iltifata tabi‘dir müşterisiz meta‘ zayi‘dir.” mısdakınca tedricen hayatından zıya’-i feyz o müessese-i mersusaların haiz oldukları ehemmiyet ve kıymet-i zatiyyeleri Devr-i Meşrutıyyet’te takdir edilmeye başlanılmış ve bin-netice medaris-i İslamiyyede bir takım esaslı ve feyz-nak teşkilat ve icraata germi verilmiş idi. Fakat bütün bu yapılan fedakarlıklara rağmen mütenakız ehliyyet ve liyakatleri yüzünden; tesbit edilen esasat ve tatbik edilen usul-i tedris ve tederrüs maalesef aksü’lemel ve’l-amel neticeler vermekten kurtulamayarak terk-i diyar ederek gelen binlerce şübban-ı ümmete na-kabil-i telafi zararlar tahmil ve sine-i mecruhlarına pek acıklı mukadderat tevdi‘ eylemiştir. bil-imtihan isbat eylemeleri. Diğer kısım veya sınıflara girecekler için de bir sınıf aşağı derslerden a‘la derecede tabi‘ tutulmaları ve mütehassısine dühul için şifahi bir imtihan icra ederek a‘la dereceyi ihraz edenlerin Ta‘yin edilecek muallim ve müderrislerin yalnız ehliyet ve liyakatleri nazar-ı dikkate alınarak talebeyi bir takım şahsi ve siyasi ihtirasların kurbanı etmemeli yani acı bir ta‘bir ile hoca için ders değil ders için muallim aranması fatiha-i ıslahat olmalıdır. Talebenin dini ‘ulum ve asri fünun ile mücehhez ve terbiye-i İslamiyyeyi mümessil olması ve ahlak-ı nebeviyyeyi muhitine lisan-ı hal ile takrir edebilmesi ve intizamata be-gayet i‘tina ve ihtimam ve mer‘iyyü’licra olması tekarrur eyleyecek olan nizam ve esasatın bi-tarafane bi-hakkın tatbikı nazar-ı dikkate alınmakla beraber ihtiyacat-ı ilmiyye-i hazırayı te’min ve tatmin edilmek suretiyle ‘ulum-ı Arabiyyeden muhtac-ı ta‘dil olanları bir hey’et-i ilmiyye-i mahsusa tarafından tedkık ve ıslah olunmalı ve sa‘at-ı dürusun leyte-lealle ile hiçbir zaman zıya‘ına sebebiyet verilmemelidir. Tedrisat daima nazari ve ameli bir surette tatbik edilmeli. Hele mükalemat-ı Arabiyye ve elsine-i ecnebiyye gayet pratik ta‘kıb edilmelidir. Mütehassısine kadar bil-umum sınıflarda ‘ulum-ı Arabiyyenin yevmi ikişer saatten dun olmamasına ve ibtida’-i dahilin son sınıfına kadar bütün sınıfların ‘ulum-ı Arabiyyelerinin mütehassıslar tarafından müzakeresine i‘tina edilmelidir. İhzariden bed’ ile ibtidayı dahilin son sınıfına kadar her üç ayda bir olmak üzere senede iki def‘a imtihan-ı hususi icrasıyla mükteseb numrolar imtihan-ı umumide esas ittihaz edilmelidir ve imtihan-ı umumilerin gayet ciddi ve bi-tarafane icra edilebilmesi ve haksızlığa meydan verilmemesi için hey’et-i mümeyyize beş zattan dun olmamalıdır. Talebeyi sa‘ye hüsn-i ahlak ve harekete terğıb ve teşvik için maddi ve ma‘nevi mükafat te’dib ve tahzir ma‘zeret üç ay derse devam etmeyen talebe sınıfında terfi‘ edemeyenlerin kayıdları terkın edilmelidir. ‘ulum ve fünunuyla sa‘at-ı dürusunu müş‘ir program melfufen takdim kılınmış ve mütehassısin dürus ve programlarında merci‘-i ‘aidince bazı ta‘dilatın icrasına tarafımızca muvafakat edilmiştir. Şu kadar var ki ruh-ı dini ve millimizin ser-tac-ı ibtihacı demek olan edebiyat-ı Arabiyye ve Türkiyyemiz de meslek-i ilmiyye içinde mütehassıslar yetişmesine ihtiyac-ı şedid mevcud olmakla bir edebiyat şu‘besi küşadıyla müessese-i mezkurenin dört şu‘beye iblağına lüzum görülmekte olduğunu arz ve ma‘ruzat-ı acizanemizin tasvib ve mevki‘-i icraya vaz‘ına delalet-i ‘aliyyelerini istirham ile takdim-i ihtiramat ve ta‘zimat eyleriz. Ol babda… TALEBE İCTİMA‘LARI VE KONFERANSLARI Bir müddetten beri talebe-i ‘ulum arasında büyük bir tesanüd husule gelerek hepsi müttehiden hareket etmekte her onbeş günde bir muntazaman umumi te’yid eylemektedirler. Talebe-i ‘Ulum Cem‘iyeti’nin bu hususdaki himmet ve delaleti cidden şayan-ı takdirdir. Bu ictima‘larda talebe efendiler tarafından medrese hayatına dair konferanslar verilir; dini ictima‘i bazı mesail hakkında müdavele-i efkar edilir; şi‘irler okunur; bu suretle hitabet hususunda kesb-i mümarese de edilmiş olur. Bu ictima‘ların ve hitabelerin büyük faidesi vardır. Bir tarafdan talebe arasında muahatı te’min eder lede’l-icab hukuklarının müdafaası için tevhid-i metalib hususunu teshil eyler. Diğer tarafdan talebeyi cema‘at huzurunda söz söylemeye alıştırır; ya bir mes’eleyi teşrih ya bir hakkı müdafaa yollarını gösterir. fikrilerine hadim olur. Sebilürreşad İdare ve Kütübhanesi Bab-ı Ali karşısındaki daire-i mahsusaya nakl olunmuştur. Evkaf-ı İslamiyye Matbaası ESRAR-I KUR’AN Kur’an-ı Kerim’in Beni İsrail tarihini hikaye ve bu kavmin işlediğine mukabil duçar olduğu hüsran ve azabı Efendimiz’e iman etmeyenleri levm ü ta‘nif etmek yahud bunların aba vü ecdadı tarafından gösterilen ve ahfadı tarafından ta‘kıb olunan türlü türlü inad ve fesad yollarını beyan eylemek değildir Kitab-ı Kerim’in daha birçok makasıd-ı aliyyesi vardır ki bunları ehl-i İslam’a tavzih ederek Kur’an’ı ihmal ve şehevat-ı nefsaniyyeye ittiba‘ yüzünden eski bir kavmin duçar olduğu avakıb-ı feciaya duçar olmamasını istihdaf eyler. İşte biz de bu ayat-ı kerimenin ihtiva eylediği ibretleri beyan ile müslümanların bu felaketlere ancak Beni İsrail’in yollarına saptıklarından ve o yolu hatve hatve ta‘kıb ettiklerinden dolayı duçar olduklarını anlatacağız. Ayat-ı kerime bize gösteriyor ki; Beni İsrail iki fırkaya ayrılmış. Birisi ilim ve kitab sahibi imiş. Bunlar kelamullahı dinlerler ve dinledikten anladıktan esrarına nüfuz ettikten sonra tahrif ederlermiş. Bunların ilim ve irfanı zerre kadar faide-bahş olmamış bilakis bir takım tevesvüsata inkıyad ederek halkı en vahim akıbetlere doğru sürüklemiş. Şayed bunlardan biri tarik-ı insafa süluk ile peygamber-i İslam’ın nübüvvetine dair Tevrat’ta bulunan ayatı ehl-i İslam’a Tevrat’taki ayatı ifşa ettiklerinden ve ehl-i İslam’ın eline Beni İsrail’i mücadele meydanında mağlub edecek bir kuvvet vermiş olduklarından rüesa-yı Yehud bu ayatı Maksadları bu suretle Allah’ı aldatmak müslümanları Emin’in ahkamıyla mütekayyid olmamaktı. İşte Beni fırka ümmilerden okumak yazmaktan bi-haber Tevrat’tan ancak hoşlarına giden şehevat-ı nefsiyyelerini tatmin eden ayetleri bilenlerdendi. Bunlar Tevrat’ın ayat-ı sarihasından birini işitseler onunla anladıkları vechile amel etmekten çekinerek rüesa-yı diniyyelerinin ağızlarından mantukuna muvafık olmayan ilm-i yakın ile menkuz olan bir takım te’vilat-ı baideye i‘timad ederlerdi. Bunlar cehaletlerine rağmen Tevrat’ın ma‘nasıyla anladıkları derecede amil olsalardı kurtulurlardı. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın teklif buyurduğu bundan ibarettir. Fakat bunlar Kitabullah’dan ru-gerdan olarak rüesa-yı diniyyenin hidayete rağmen zunun ve şehevata ittiba‘ eylediler. Bu ayet-i kerimeden ‘ammenin hatta ümmilerin Kitabullah’dan ne anlarlarsa onunla amel etmekle mükellef oldukları anlaşılmaktadır. Bir takım papazlarla rüesa-yı diniyyenin fetvaları onları bu yoldan alıkoymamalıdır. Çünkü avam-ı nas başkaları gibi edeb ve terbiyeye ahlaka aid birçok ayetleri anladıkları gibi ahkama aid birçok ayetleri de idrak ederler. Anlamadıkları tarafları ise aramakla mükellef değildirler. Aramaya tetebbu‘ etmeye istita‘ati olmazsa o zaman ulemanın mutlakı ancak şeraitini haiz olanlar ifa edebilirler. Bu şeraiti haiz olmayanlar bahis ve nazara tedkık ve tahkıka Başmuharrir vakf-ı hayat edemeyenler için üç mevzı‘dan ma‘adada taklid haram değildir: Bu üç mevzı‘dan birisi; aba vü ecdad ile ulemayı taklid ile iktifa ederek taraf-ı Hakk’tan nazil olan ahkama mümkün olduğu halde riayet etmemek. re’yine ve kavline olunup olunmayacağı mechul olan birini taklid etmek. Üçüncüsü; taklid olunan zatın kavli delil ile cerh olunduktan sonra yine taklid olunması. Beni İsrail içinde bir takım “ulema’-i su’”un bir takım “evliya’-i şeytan”ın bulunması nasıl ki Cenab-ı Hakk’ın gazab-ı ebedisine duçar olmalarına sebeb olduysa ‘ammenin onları taklid ile iktifa ederek ahkam-ı bir sebebi oldu. ‘amme-i nas öyle bir takım taifeleri taklid ettiler ki bunların içinde ma‘sumlardan ma‘ada herkesin düşeceği hatalardan salim olmayanları var kelam-ı ilahiyi tahrif edenler var; dünya için veyahud bir takım fitnelerin vardı. Hiç şübhesiz bu gibilere ittiba‘ etmek belanın meharimin istibahasına müeddi olur. Abdülaziz Çaviş KUR’AN-I AZIMÜ’Ş-ŞAN’IN HAKİMİYET-İ MUTLAKASI Ümmet-i İslamiyyenin ahkam-ı diniyyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur: Erkan ve ahkam-ı zaruriyye –ki yüzde doksandır– bizzat Kur’an’ın ve Kur’an’ın tefsiri mahiyetinde olan Sünnet’in malıdır. nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiyye ile erkan ve ahkam-ı zaruriyye arasında azim tefavüt vardır. Mes’ele-i doksan elmas sütununu on altın himayesine vermek mezc edip tabi‘ kılmak caiz midir? Cumhuru burhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet gibi Kur’an’ı göstermeli; yoksa vekil gölge olmamalı. Mantıkça mukarrerdir ki zihin melzumdan tebe‘i olarak lazıma intikal etmez. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasd olan şeri‘at kitabları melzum gibidir. Delili olan Kur’an ise lazımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet lazımın lazımıdır. Cumhurun nazarı kitablara temerküz ettiğinden yalnız hayal meyal lazımı tahattur eder. Lazımın lazımını nadiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan la-kaydlığa alışır cümudet peyda eder. Eğer zaruriyat-ı diniyyede doğrudan doğruya Kur’an gösterilseydi zihin tabi‘i olarak müşevvik-ı imtisal ve mukız-ı vicdan ve lazım-ı zati olan “kudsiyet”e intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyyet gelerek Demek şeri‘at kitabları birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lazım gelirken mürur-ı zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp hicab olmuşlardır. Evet bu kitablar Kur’an’a tefsir olmak lazım iken başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir. Hacat-ı diniyyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya cazibe-i i‘caz ile revnakdar ve kudsiyetle haledar olan ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelinin timsali bulunan Kur’an’a çevirmek üç tarikledir: Ya müellifinin bi-hakkın layık oldukları derin bir hürmeti tenkıd ile kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikedir insafsızlıktır zulümdür. Yahud tedrici bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-i şeri‘ati şeffaf birer tefsir suretine çevirip içinde Kur’an’ı göstermektir. Selef-i müctehidinin kitabları gibi: Muvatta’ Fıkh-ı Ekber gibi. Mesela bir adam İbnu Hacer’e nazar ettiği vakit Kur’an’ı anlamak ve Kur’an’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbnu Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtacdır. Yahud cumhurun nazarını ehl-i tarikatin yaptığı gibi o hicabın fevkine çıkararak üstünden Kur’an’ı gösterip Kur’an’ın halis malını yalnız ondan istemek ve bil-vasıta olan ahkamı vasıtadan aramaktır. Bir alim-i şeri‘atin va‘zına nisbeten bir tarikat şeyhinin va‘zındaki olan halavet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder. Umur-ı mukarreredendir ki efkar-ı ‘ammenin bir şeye verdiği mükafat gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir; belki ona derece-i ücret alması bunu te’yid eder. Eğer cema‘at-i İslamiyyenin hacat-ı zaruriyye-i diniyyesi bizzat Kur’an’a müteveccih olsaydı o Kitab-ı Mübin milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete ihtiyac neticesi olan bir teveccühe mazhar olur ve bu suretle nüfus üzerinde bütün ma‘nasıyla hakim ve nafiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı. Bununla beraber zaruriyat-ı diniyyeyi mesail-i cüz’iyye-i fer‘iyye-i hilafiyye ile mezc edip ona tabi‘ gibi kılmakta büyük bir hatar vardır. Zira “Musavvibe”nin muhalifi olan “Tahtıe”cilerden biri der ki: “Mezhebim haktır; hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır; savaba etmiş olan zaruriyatı nazariyat-i ictihadiyyeden vazıhan temyiz ettiğinden sehven veya vehmen tahtıeyi fil-cümle teşmil edebilir. Bu ise hatar-ı azimdir. Bence tahtıeci hubb-ı nefisden neş’et eden “inhisar-ı zihniyyet” illetiyle ma‘luldür. Ve Kur’an’ın cami‘iyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-i hitabından gafletle mes’uldür. Hem tahtıecilik fikri su’-i zan ve tarafgirlik hüsnün menba‘ı olduğundan İslam’da lazım olan tesanüd-i ervah tevhid-i kulub tehabüb ve te‘avüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-i zanla muhabbet ve vahdetle me’muruz. Bu mes’eleyi yazdıktan biraz zaman sonra bir gece rü’yada Cenab-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’i gördüm. Bir medresede huzur-ı saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur’an’dan ders vereceklerdi. Kur’an’ı getirdikleri sırada Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Kur’an’a ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi. Bilahare bu rü’yayı suleha-yı ümmetten bir zata hikaye ettim. Şu suretle ta‘bir etti: –Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki Kur’an layık olduğu mevki‘-i muallayı bütün cihanda ihraz edecektir. Said Bundan sonra ittihaz edeceğimiz tarz-ı hareketin mahiyetini ta‘yin bahsi kalır ki bunu da her an ve zamanda efkar ve arzu-yı umumide aramak lazım gelir. Ümmet-i İslamiyyenin te‘ali ve terakkıye doğru hatveendaz olması ve bu maksadın husulü ise müşterek ve muntazam bir mesainin vücuda getirilmesi yolundaki arzu-yı umuminin bir an evvel tatmin ve bu suretle hey’et-i umumiyyenin bir noktada birleşmesiyle kabil olduğunu yine bu sahifelerde mükerreren izah etmiş idik. Kim ne der ise desin şimdiye kadar hiçbir vakit nazar-ı ehemmiyyete alınmayan ve en ziyade lazimü’l-ittiba‘ olan bu arzu-yı umumi mes’elesinde birkaç saniye tevakkufa tenezzül edilmemiştir. Husus-ı mezkur ne zaman ve herhangi tarafdan der-miyan edilir ise edilsin derhal bir dudak bükülmesiyle beraber ekser-i halkın cehlinden bahisle şayan-ı ehemmiyyet olmadığı ima edilmişir. Hiç düşünülmüyor mu ki bugün devletin kuvvet ve kudretini te’min eden bu ekseriyetin maksadı husul bulmadıkça refah ve saadet-i ‘ammenin husulü mümkün ve müyesser olamaz. Eşhasın menafi‘-i hasisesi ve tedvire kalkışmak menfaat yerine mazarratı intac eder. Ümmet-i İslamiyyenin tarihi her ne zaman nazar-ı asar-ı mübeccelesi görülür. Fakat şunu da nazar-ı dikkate almalıdır ki bu kahramanlıklar dindar ve azimkar ricalin kiyaset ve ihlasla bir gayeye vusul için her umurda tevhid-i mesai ve harekat etmeleriyle zuhura gelmiştir. Uzağa gitmeye ne hacet; dünkü harbin yakın bir noktada gösterdiği dini tahrikattan doğan birkaç günlük gazanferane savletin istikbalde şahidi yine tarih olacaktır. Bu milletin sinesi belki harbden bi-tabdır. Fakat ruhu hiçbir vakit öldürülmemiş ve öldürülemeyecektir. Kalbi üzerine çöken ufak ye’s ve ıztırab ise emniyet ve i‘timad-ı umumiyi kazanmış zevat-ı fazılanın nukat-ı anifeye arz-ı Şimdiye kadar her teşebbüsatımıza arız olan atalet ve bataet ve bunun netice-i tabi‘iyyesi olan mahrumiyyetimize sebeb-i yegane addedilen an‘anat-ı diniyye ve milliyyeye karşı savrulan bühtanların bugünkü sönüklüğü pek aşikar bir surette mer’idir. Hakıkati ise iki asrı mütecaviz bir zamandan beri ümmete rehberlik edenlerin kalbinden din ve millete karşı muhabbetin zevalinde ve ahkam-ı diniyyenin tatbikı hususunda gösterilen ihmalde aramalıdır. Bidayet-i Meşrutıyyet’ten beri bu halin daha ziyade terakkı ve teammüm ettiğine bugünkü kuvvet ve kudretsizliğimizden başka delile hacet görülemez. Dinden tevfikını refik etmez. Her hal ve hareketini Hakk’a medyun ve mu‘tekid olmayan insandan ise menfaat-i umumiyye namına hayır beklenemez. Şahsi ictihad ve hareketlerin semeresi mahdud olur menfaati olsa da şahsa aid kalır umum namına kat‘iyyen nafi‘ ve müessir olamaz. Umumun menfaatini te’min edecek kuvvet bir gaye altında tevhidi arzu ve ber-name-i hareket eden milletten doğar. Kavmiyeti men‘ eden bir dine salik olan bu halkın ise hareket edeceği nam ancak hakıkı ve tam ma‘nasıyla “İslamiyet” olabilir. Bugünkü tefrikayı doğuran amilin “kavmiyet” düsturu olduğuna ne şübhe?.. Münhasıran kavmiyet namına hareket eden milletlerin akıbet-i fecialarının vücud-ı İslam’da açtığı cerihaların tedavisini te’min edecek amil ve müessir yapılan hatiattan ızhar-ı nedametle ahkam-ı celili ihmal olunan bu din-i aliye avdetle mümkün olabilir. Küçük ve büyük her bir hatasını müdrik ve Hakk’a karşı mu‘terif olan bir kavme mesaib arız olması baidü’lihtimaldir. Bu hususda bizim asırlardan beri teraküm eden günahlarımız pek çoktur. Müslümanlık da‘vasında bulunduğumuz halde gün geçtikçe Müslümanlık’tan uzaklaştık. Kur’an’ın ahkamı yalnız mushaflarda yazılı kaldı. O ahkam-ı celileyi –hiç birini istisna etmeksizin– harfiyyen tatbik etmek ümmet-i İslamiyye için farz-ı kat‘i değil midir? Kur’an-ı Celil yalnız namazın orucun farz olduğunu göstermiyor. Onun gibi daha nice ahkam-ı siyasiyye ve ictima‘iyye vardır ki her biri aynı derecede vücub ifade ediyor. Biz ise o evamir-i Kur’aniyyenin hiç birini nazar-ı dikkate almadık onları bir vaizin sözü derecesinde tutmaktan hiç sıkılmadık. Eğer yalan söylersem işte Kur’an meydandadır. Hiçbir harfi tahrife uğramamıştır. Onun karşısında bizim ef‘alimiz de meydandadır. Mukayese ediniz o vakit bizim Müslümanlığımızın mahiyeti meydana çıkar. Kur’an’ın nehy ettiği ne kadar münkerat varsa hemen bila-istisna hepsini irtikab ve icra ediyoruz. Kur’an’ın emr ettiği hayat-ı Göz boyayıcılıkla ancak kendi kendimizi aldatabiliriz. Kur’an’ın düsturları kat‘idir. Sünnet-i İlahiyye için tebeddül yoktur. Bizim duçar olduğumuz felaketler hep kendi ellerimizle hazırladığımız mesaibdir. Hiç kimseye levm etmek doğru değildir. Fenalığın asıl menşe’ini herkes nefsinde aramalıdır. Felahın mebde’i budur. Yekdiğerimize karşı tahmil-i ceraim etmek tarik-ı gaflet ve dalaletten henüz ayrılmadığımızı gösterir. Dünyada en mezmum bir şey varsa o da yalancılıktır riyadır nifaktır. Bu Din-i Celil sıdk u istikamet üzerine kurulmuştur. Hazret-i Peygamber’in en büyük sermayesi sıdktır. Düşmanları bile bu hususda ki İslamiyet az zamanda güneş gibi cihanı kapladı. Biz de Müslümanlık da‘vasında bulunuyor isek aynı tarik-ı sıdk u olmalıyız yahud bu da‘vadan vaz geçmeliyiz. Bu ikisinin arası nifaktır ki Cenab-ı Hak bizi bundan şiddetle men‘ etmiştir. Kur’an’ın baş tarafında küfürden iki ayette bahs olunuyor. Fakat nifaktan bahs eden ayetler sahifeler dolusudur. Bunun elbette bir hikmet-i celilesi vardır. Bundan te‘ami etmek insafsızlıktır. Onun için ben diyorum ki bizim asırlardan beri teraküm eden günahlarımız pek çoktur. Her şeyden evvel bizim için lazım olan seyyiatımıza tövbe etmektir. Şimdiye kadar güttüğümüz da‘vada sadık olmadığımızı demektir. Kendisinden pek ziyade uzaklaştığımız Kur’an-ı Celil’e Sünnet-i Resul’e dört el ile yapışmak zamanı hulul etmiştir. Bizi kurtaracak ancak budur: Hakıkı Müslümanlık. Bizim düstur-ı esasimiz Kur’an’dır. Ona muhalif hiçbir şey mu‘teber değildir. Ona muvafık her şey mu‘teberdir. Onun her emri icra olunmak için nehyi de men‘ edilmek için nazil olmuştur. Hakıkı müslümanlar onlardır ki Kur’an’ın bila-istisna her emrini icra her nehyini men‘ ederler. sadık olduğumuzu isbat etmedikçe nusret-i ilahiyye bizden munkatı‘dır. Müslümanlık müntesiblerinden iman-ı tam ister sıdk u hulus ister. Cenab-ı Hakk’ın mü’minlere –Allah’ın kasd ettiği ma‘na ile mü’min olanlara– mev‘ud olan mükafata nailiyet için bundan başka çare yoktur. Asırlardan beridir zillet ve mesaib içinde ezildik daha binlerce asır başımızı taştan taşa vursak Kur’an’a rucu‘ etmedikçe hiçbir faidesi yoktur. Milyonlar değil milyarlarca beşer bu düstur-ı ezeli-i Amasra: Darülhikmeti-İslamiyye A ‘zasından Rasim Efendi’nin Hata-yı Azimi – – Bundan evvelki makalemizde “temenna” ve “ümniye” kelimeleri “kara’e” ve “kıra’et” ma‘nası ile tefsir edildiğine göre ayetlerin ma‘nalarını tevcihlerini tafsilen izah ederek bu ayetlerin kıssa-i ma‘hude ile hiçbir suretle münasebeti olmadığı gösterilmişti. Şimdi bir de “temenna” ve “ümniye” kelimelerini ma‘na-yı ma‘rufları üzere haml ederek ma‘na-yı ayeti bu suretle tevcih edelim. Sahih-i Buhari’de mezkur olduğu üzere İbnu Abbas’dan “temenna” ve “ümniye” “hadis” ile rivayet olunmuştur. Hadisden maksad ise “hadis-i nefs”dir fikrimizin ibare-i nefsiyyesi hükmünde olan kelam-ı batınidir. Ebu’l-Abbas Ahmed ibni Yahya ile İbnu’lEsir’den de “temenna” hadis-i nefs ile emr-i mergubun husulünü teşehhi ile rivayet edilmektedir. Kamus’un beyanına göre de “temenna” bir şeyi dilemek ummak mütehayyilede takdir ve tasvir etmektir. “Ümniye” de umulan ve temenni olunan arzu ve maksaddır. Şu halde ayet-i kerime her nebi ve resulün arzu ve temennisi olduğunu ve buna karşı da şeytanın daima ilkaatta bulunduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın ilkaat-ı şeytaniyyeyi nesh ederek kendi ayatını nebi ve resullerinin da‘valarını tahkim eylediğini bildiriyor. Acaba her nebi ve resulün bir ümniyesi bir arzusu var mı idi ve bu ümniye neden ibaret idi? Şimdi bu ciheti hidayete sevk için ne kadar resul ne kadar nebi irsal buyurmuş ise onların hepsinde kavimleri hakkında bir ümniye bir arzu var idi. Her an kavimlerinin kendilerine zulümat-ı şirkten çıkarak nur-ı tevhid ile daire-i hidayete girmelerini kütüb-i ilahiyye ve ahkam-ı diniyye ile şifayab olmalarını sözlerine icabetle hevesatlarından vaz geçmelerini hulasa Cenab-ı Hakk’tan getirmiş oldukları şeylerin hepsine iman etmelerini temenni ediyorlardı. ve arzuları bu idi. Kavminin imanına kendi risalet ve nübüvvetini tasdik ile her hususda kendisiyle beraber olmalarına haris olmayan hiçbir resul hiçbir nebi gelmemiştir. Şübhe etmeyiz ki; ekmel-i mevcudat olan Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri de bu hususda en yüksek bir mertebede bulunuyorlardı. Yani kavminin imanına pek ziyade haris buyurulan zatın bila-istisna bütün insanların hidayetini arzu etmesi kadar tabi‘i bir şey olamaz. Umumun hidayetini arzu eylediğinden dolayı peygamberin rızayı lazım gelsin? Zaten peygamberde olan bu hırs ve arzuyu Kur’an vazıh bir surette bildirmiyor mu?.. Kavminin zulümat-ı küfürden çıkarak daire-i hidayeti bulmaları hususunda Resul-i Ekrem Efendimiz’deki emani ve şiddet-i arzu üzerine delalet eden ayat-ı kerime o kadar çoktur ki onları zikr etmek mucib-i tatvildir. Binaenaleyh peygamberimizin bu yoldaki ümniyesi bedihi bir şeydir. Şurası da inkarı gayr-ı kabil bir hakıkattir ki: Bil-cümle enbiya-yı ızam rusül-i kiram hazaratı ber-tafsil izah olunan şu ümniye-i samiyyede bulundukça şeytan onun sebilinde aserat ilka eylemiş kendileri ile maksadları beyninde bir takım akabat ve mevani‘ ikame etmiştir nasın kalblerinde ilka-yı vesvese ve şübhe ederek mevhubat-ı ilahiyye olan kuvve-i akıl ve ahsas ile intifa‘ı nasdan selb etmiş onlar da bu vesavis ve şübühata ittiba‘ ederek resul ve nebiye karşı kıyam ve resulü maksadından çevirmeye çalışmışlar; onunla mu‘anede ve mücadele etmişlerdir ve Kur’an-ı Kerim bunu da pek açık bir surette tasvir etmektedir: Da‘vet henüz bidayette iken yani resulün etba‘ı az yardımcıları zaif olduğu zamanlarda iğvaat-ı şeytaniyye edebildiklerini görünce artık hak kendi taraflarında olduğu zehab-ı batılına kapılıyorlar nebi ile maksadı beynine ilka edilen avaik kendileri için bir fitne oluyordu. “Hak bizimle beraber olmasaydı elbette galib olmazdık elbette Allah’ı ona da yardım ederdi” diyerek dalaletlerini bir kat daha muhafaza etmeye çalışırlardı. Zaten enbiya hakkında cari sünnet-i İlahiyye peygamberlerin mensub oldukları kavmin vasat tabakasından yahud içlerinde zaif addolunan kimselerden hakkı kabul ve iz‘an hususunda yalnız delil ve burhan kuvvetinin amil olması nasın da‘vet olundukları şeyleri kuvve-i cebriyye ile dainin icra-yı nüfuz etmesiyle değil ancak kendi ihtiyar ve iradeleriyle kabul etmeleri bununla beraber naşirleri i‘tibarıyla bile hakkın batıla benzememesidir. Evet her zaman görülmüş şeylerdendir ki batılın yardımcısı ehl-i enfe ehl-i kuvvet ve cahdır. Emval evlad aşiret a‘van ile izzet taleb edenler ancak muzahrafat ile mağrur olan kendini beğenmiş ehl-i kuvvet ve cahdır. Bu hasletler ise ancak rüesada kudret ve kuvvet sahiblerinde ictima‘ ederek onları nefislerinden zühul ettirir ne olduklarını unutarak rüşd ü hidayete isal eden tarikı göremez olurlar. İşte hak ile batıl yekdiğerinden bu suretle de temeyyüz ediyor. Binaenaleyh her ne zaman bir nebi çıkıp da hakka da‘vet edince kalbleri temiz olan hakkı kabule müstaid bulunan nüfus-ı safiyye ‘ukul-i selime erbabı bu alametlerden bu fitnelerin kokusundan onun rableri tarafından olduğunu anlayarak ona iltica ederler; kalbleri bu gibi fiten ve şevağılden halis olduğu cihetle onun etrafında toplanarak ona müzaheret etmeye başlarlardı. Nebi hakka da‘vet edip de muhit-ı safından artık kıyameti koparırlar: “Sen de bizim gibi insandan başka bir şey değilsin! Sana ittiba‘ edenler ancak bizim içimizde olan erazildir; tabaka-i süflada bulunan kimselerdir; sende bizden fazla bir meziyet bir fazilet göremiyoruz; öyle zannediyoruz ki sen yalancısın!” gibi bir takım hezeyan ile şamataya kalkışırlardı ki Kur’an-ı Kerim bunların halini de pek güzel anlatıyor. kavl-i İlahisi de enbiyanın ümniyesine karşı vuku‘ Şübhe yok ki: Enbiya-yı sabıkanın ma‘ruz kaldıkları bu hallere Resul-i Ekrem Efendimiz daha ziyade ma‘ruz kalmışlardı. Zat-ı Nübüvvet-Penahileri kavminin imanını şiddetle arzu ve bu arzusunun saha-i hakıkate çıkması yı şeyatin onun arkasından dolaşır ve “Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem sizi aba’ vü ecdadınızın dininden döndürmek ister. Sakın aldanmayınız ve onun sözüne inanmayınız.” diyerek nası mütemadiyen iğva eder ve onları peygamberin aleyhine kıyam ettirir idi. Hazret-i Peygamber umumun mazhar-ı hidayeti için dine da‘vet ettikçe müşrikin de o hazrete karşı dilleriyle elleriyle her türlü eza ve cefayı yapmazlar mı idi? Yalnız peygambere değil ona iman edenlere de türlü eza ederek onları mı idi? Hatta kölelerden en evvel müslüman olan Bilal-i Habeşi hazretlerinin boynuna ip takıp çocukların ellerine vererek Mekke sokaklarında dolaştırmadılar mı idi?.. Kendilerini din-i hakka da‘vet maksadıyla Taif’e gittiği zaman Cenab-ı Peygamber nasıl takat-fersa hakaretlere ma‘ruz kalmış idi? Gittikçe bir kat daha şiddetini artıran bu eziyetlere bu hakaretlere karşı tahammülü kalmayan müslümanlar izn-i resul ile diyar-ı Habeş’e ve sair yerlere muhacerete başlamışlardı. Tabi‘idir ki bu hallerden kalb-i risalet-penahileri mahzun olduğu gibi kendisi sabırsızlıkla temenni ediyordu. Maamafih bu haller yalnız Hazret-i Peygamber ile etba‘ına münhasır olmayıp bil-cümle enbiya-yı salife ile ümmetleri hakkında da cari olan bir kanun-ı ilahi idi. İşte nazm-ı celili ayat-ı İlahiyyeyi da‘vet-i enbiyayı hükümsüz bırakmak hususunda şeytanın ilkası evliya-yı şeyatinin muacezeleri evvelden beri devam edegelmiş bir sa‘y-i merdud olduğunu bildirmekle nebi sallallahu aleyhi ve sellemin kalb-i saadetlerini tesliye hakkındaki sünnet-i ilahiyyesini hikaye etmekle sevgili habibinin kavminden gördüğü muamelenin misline enbiya-yı salifenin de ma‘ruz kaldıklarını binaealeyh enbiya ve mürselin hakkındaki kanun-ı lazım geldiğini bildirmiş oluyor. Bu tesliye ile beraber kendisine mahsus olan dini ikmal kendisiyle beraber mü’minler üzerine ni‘metlerini itmam edeceğini de va‘d buyuruyor. Maamafih kendilerinden evvel geçenlerin ! - - siretlerine irca‘-ı nazar etmeleri lüzumunu da bildirmiş oluyor: Ayet-i kerimenin ma‘nasındaki te’vil-i sani işte budur. Geçen ayetler bu te’vil ve tevcih üzerine delalet eylediği gibi kavl-i sübhanisinde geçen kıssaların siyakı da buna irşad etmektedir. Görülüyor ki Garanik Kıssası şu ma‘na-yı sahih ile de birleşemiyor. Bu tevcihe göre de kıssanın bu ayetlerle hiç münasebeti olmadığı pek vazıhdır. Binaenaleyh Garanik Kıssası’nın vuku‘u kabul edilmedikçe ayetlerin tevcih edilemediğini iddia etmek her halde pek amiyane bir edebileceğine biz hiç de ihtimal veremiyoruz. Bilhassa hakayık-ı dine vakıf ma‘ani-i Kur’aniyyeyi müdrik olan hiçbir kimseden böyle bir sözün sudur etmesini müsteb‘ad görürüz. Çünkü bir din aliminin vazifesi zahiren esasat-ı diniyyeye mugayir gibi görülen veyahud calib-i i‘tiraz olan noktaları nazm-ı celilin müsaadesi nisbetinde tevcih ve tavzih ederek –şayed varsa– görülen mugayereti varid olan i‘tirazatı def‘ u redd etmektir. Üçüncü bir te’vil ve tevcih olmak üzere sahib-i İbriz’in beyanat-ı atiyyesi de mühimdir. Sahib-i İbriz enbiyanın ümmetleri hakkındaki emanilerini ümmetlerinin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin bu hususda en yüksek bir mertebe ihraz eylediğini zikr ettikten sonra diyor ki: “Sonra Cenab-ı Hakk’ın buyurduğu gibi ümmet ihtilaf ediyor. Kafir olanlara muhakkak ki şeytan nübüvvet ve risaleti ta‘nı mutazammın ve kendisinin küfrünü mucib bir takım vesvese ilka ediyor. Kezalik mü’min de vesavis-i şeytaniyyeden hali değildir. Yani şeytan onları da bir takım şübühat ile tağlit ediyor. Çünkü bu vesavis ale’lekser bulunduğu yerde ekseriya şübhe de varid olur. Her ne kadar bu vesavis kıllet ve kesret ve muktezayı müte‘allikat ile insanlarda muhtelif ise de yine azçok hepsinde vardır. Binaenaleyh “temenni” demek “ümmetleri için iman temenni ediyor; onlar için hayır rüşd salah ve necah arzu ediyor” demektir. Bu ise her resul ve nebinin yegane ümniyesidir. Bunda şeytanın mucib vesavis ilka etmesi suretiyle olur. Cenab-ı Hak mü’minine rahmet ederek kalblerinden ilka-yı şeytaniyi nesh vahdaniyet ve risalet üzerine dall olan ayatı onların kalblerinde ihkam eder. Münafık ve kafirlerin kalblerinde bu vesveseler bakı kalarak onlar bununla fitneye düşerler. Bundan istinsah olunur ki: Şeytanın vesavisi evvela olunuyor. Fakat o vesavis mü’minlerin kalblerinde uzun müddet devam etmediği halde kafirlerin kalblerinde temadi edip gider…” Ayetlerin ma‘nasını tevcih hususunda birkaç kavil daha varsa da ayetteki umum ta‘lil risalete hakkını vermek gibi umur-ı selase nazar-ı dikkate alınınca tefsir-i sahihin ancak bunlar olduğu tezahür eder. Hangi tevcih tercih edilirse edilsin ma‘nanın sıhhatinde şübhe yoktur. Bu tevcihlerde ne kavaid-i lisan ne de esasat-ı i‘tikadiyyeye münafi bir cihet yoktur. Artık Garanik Kıssası’na aid mutala‘atımıza nihayet vermek istiyoruz. Ancak şunu da söylemekten kendimizi alamıyoruz: Bu kadar kat‘i hakıkatler meydanda iken mecahilden birinin kavline istinaden Ekmel-i Mevcudat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerini ilkaat-ı şeytaniyyeye –haşa sümme haşa sümme haşa– kapılmış göstermek pek cür’et-karane bir harekettir. Bilhassa bu yalnız şeytanın insanlar üzerindeki te’sirini isbat için olursa. Muharrir efendi şeytanın bu te’sirini isbat için Fahr-i Alem Efendimiz’e kadar gitmeyerek bizzat kendi nefislerine rucu‘ etselerdi her halde daha muvafık bir harekette bulunmuş olurlardı. Hem anlamıyoruz: Gerek Kadı Iyaz merhumun ve gerek Alusi gibi e‘azımın dedikleri gibi; “Garanik hadisi bazı elsine-i ruvat üzerine şeytanın ilka etmiş olduğu şeylerdendir.” demek “Bu hadisi lisan-ı resul üzerine şeytan ilka etmiş de sonra Cenab-ı Hak nesh eylemiştir.” demekten ehven değil midir?.. Ale’l-husus bu öyle bir hadis öyle bir kıssadır ki; ne bir emr-i dini ne de bir ayetin ma‘nasının sıhhati bunun sıhhatine mütevakkıf değildir. Buna tevakkuf eden bir şey varsa o da; “Zu‘afa-i müsliminden birçoklarının kalblerinde –pek güçlükle mündefi‘ olabilecek olan– bir takım şübhelerin husule gelmesi şerayi‘-ı enbiyadan emanın mürtefi‘ hükm-i Bu mes’elede zelle ve hatanın kimlerde olduğu pek vazıh iken bunu sahib-i hakıkılerine vermeyip de her türlü zelle ve hatadan ma‘sum ve münezzeh olduğu delail-i kat‘iyye ile sabit olan Sahib-i Şeri‘at sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerine isnad etmek kadar Hacer’e veyahud herhangi bir muhaddis ve müfessire hata isnad etmekten esasat-ı diniyyeye bir nakısa gelmez. Fakat Sahib-i Şeri‘at’e böyle bir zelle ve hatanın isnadı erkan-ı Şeri‘at’in hedmi demektir. Binaenaleyh buraya kadar verilen izahata pek kat‘i olan delaile rağmen hala zelle ve hatayı diğer taraftan alarak Hatemü’l-enbiya’ya vermek isteyenler bulunursa onlara karşı; emr-i ilahisine ittiba‘dan ve lisan-ı nübüvvetle; demekten başka söylenecek bir şey kalmaz. Ahmed Hamdi OSMANLI-İNGİLİZ CEM‘İYETİ’NİN BİR MİTİNGİ Morning Post gazetesinin verdiği ma‘lumata göre Osmanlı ve İngiliz Cem‘iyeti erkanı ile muhibleri Londra’da Sir Graham Beauier’ın taht-ı riyasetinde bir miting akd ile Türkiye’nin müdafaa-i hukukunu mutazammın bazı mukarrerat ittihaz eylemişlerdir. En evvel Reis Sir Graham söz almış ve Türkiye’nin Harb-i Umumi’den beri geçirdiği safahat-ı tarihiyyeyi teşrih eyledikten sonra Türkiye’nin her halde yaşamaya hakkı olduğunu der-miyan etmiştir. Hatib nutkunda Türk da‘vasına dost nazarı ile bakmadığını ve onu müdafa‘aya teşebbüs etmediğini söylemiş fakat Türklerin her halde mert bir düşman olmak üzere telakkı ve esna-yı harbde gösterdikleri merdane hareketleri takdir eylediğini ilave eylemiştir. Sir Graham Beauier hatime-i makal olarak demiştir ki: “Din-i İslamiyet’in vekil-i müdafi‘i değilim ve binaenaleyh Harb-i Umumi’de bir buçuk milyon Hind askeri hürriyet uğruna İngilizler ile yan yana çarpıştılar.” Ba‘dehu Hind Hey’et-i Murahhasası namına Seyyid Muhammed Ali bir nutuk irad etmiş ve her halde İ’tilaf hükumetleri tarafından Türkiye hakkında icra-yı adalet edileceğinden ümidvar bulunduğunu ve bu hususun gerek Hindistan ahali-i İslamiyyesi ve gerek İngiliz Hind askerleri üzerine pek büyük bir hüsn-i te’sir icra edeceğini ehemmiyet-i uzmayı haiz bulunduğunu ityan eylemiştir. Kumandan Kenoverti de bu babda Seyyid Muhammed Ali ile hem-efkar bulunmuş ve ilaveten demiştir ki: “İzmir’in Yunanlılara terki büyük bir haksızlık olacak ve gasıbane bir hareket teşkil eyleyecektir.” HİND MÜSLÜMANLARI HEY’ET-İ MURAHHASASI Londra’da bulunmakta olup on dokuz Mart’ta Mösyö Lloyd George tarafından kabul edilen ve Fransız rical-i hükumeti ile mülakatta bulunmak üzere Paris’e gelen Hind Müslümanları Hey’et-i Murahhasası’nın vazifesi hakkında T an gazetesi atideki ma‘lumatı veriyor: “Hind Hey’et-i Murahhasası senesi Kanunievveli’nde Amritsar’da ictima‘ eden bir kongre tarafından intihab edilmiştir. Hey’ette hem Hindliler ve hem de müslümanlar vardır. Hey’et Avrupa’da Türkiye’nin mukaseme ihtimaline ve bilhassa İstanbul mes’elesinin Makam-ı Hilafet’in nüfuz ve kuvvetini duçar-ı za‘f edecek bir surette tesviyesine karşı i‘tiraz etmeye me’mur edilmiştir. Hind Hey’et-i Murahhasası makamat-ı mukaddese-i İslamiyyede ne doğrudan doğruya ve ne de bil-vasıta hiçbir Avrupa nüfuzunun da hükümran olmamasını taleb etmektedir. Hey’et-i murahhasa Hindistan’da bila-tefrik-ı cins ve mezheb bütün efkar-ı umumiyyenin müzaheretini haiz olduğunu edildiği Ondokuz Mart’ta hissiyat-ı umumiyyenin izharı zımnında Hindistan’da yirmi dört saat müddetle bütün Sebilürreşad ve Kütübhanesi Bab-ı Ali karşısındaki daire-i mahsusaya nakl olunmuştur. Evkaf-ı İslamiyye Matbaası NASRULLAH KÜRSÜSÜNDE Ey iman etmiş olanlar ey müslümanlar içinizden olmayanlardan size yabancı milletlerden dost ittihaz etmeyiniz. Ayet-i celiledeki edilen samimi dost yar-ı can arkadaş mahrem-i esrar ma‘nalarınadır. Öyle “bitane” ki sizlere karşı mazarrat bir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiç birini sizden esirgemezler. Sizin sıkıntılara musibetlere felaketlere uğramanızı isterler. Görmüyor musunuz hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından taşıp dökülüyor. Bununla beraber yüreklerinde sinelerinde gizlemekte oldukları kinler garazlar husumetler; o bir türlü zabt edemeyip de ağızlarından kaçırmakta oldukları buğz ve adavetten çok büyüktür. Çok şiddetlidir. Bizler size her biri ayn-ı hikmet mahz-i ibret olan ayetlerimizi böyle sarih bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan iyiyi kötüden seçer hayrını şerrini düşünür aklı başında adamlarsanız bu hikmetlerin bu ibretlerin muktezasınca hareket ederek hem dünyada hem ukbada felahı bulursunuz. Ey müslümanlar sizin için bu ayet-i celileye ittiba’dan başka selamet yolu yoktur. Takip edilecek hatt-ı hareket düstur-i siyaset tamamiyle bu ayet-i celilede mündemicdir. Binaenaleyh meal-i ulvisini bir kere de toplayıp ifade edelim. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Ey mü’minler size ellerinden gelen fenalığı yapmaktan çekinmeyen bu hususda hiç bir fırsatı kaçırmayan dininize yabancı milletleri kendinize mahrem-i esrar dost arkadaş size güler yüz göstermelerine hayrınızı ister gibi tavırlar takınmalarına asla kapılmayınız. Onların gece gündüz esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza size karşı kalblerinde besledikleri düşmanlık o kadar dehşetli ki bir türlü zaptedemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. “Halbuki yüreklerinde kök salmış olan husumet ağızlarından taşan ile kabil-i kıyas değildir. Ondan çok fazladır çok şiddetlidir. “İşte bütün hakayıkı ayat-ı celilemizle sizlere açıktan açığa tebliğ ediyoruz bildiriyoruz. Eğer aklı başında hareket ederek felahı bulursunuz.” buyuruluyor. Meal-i celili: Başmuharrir “Ey müslümanlar Cenab-ı Hak içinizden hak yolunda mücahedede bulunanları Allah ile O’nun Resul-i Muhtereminden bir de mü’minlerden başkasını kendisine dost ittihaz etmeyenleri görmedikçe sizler öyle başıboş bırakılacak mısınız zannediyorsunuz?” Bu iki ayet-i celileden ma’ada: gibi diğer ayat-ı kerime daha vardır ki hep aynı ruhdadır. Ey cema‘at-ı müslimin insan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı hakıkati söylemek lazımdır: Ben de bir zamanlar Kitabullah’ı tilavet ederken bu gibi ayat-ı celileye geldikçe: “Acaba sair milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Müslüman olmayan akvam hakkında daha merhametkar olmak icab etmez miydi?” gibi düşüncelere dalardım. Vakı‘a bu hatıraların sırf şeytani vesveselerden başka bir şey olmadığını bilirdim. Lakin velev şeytani olsun o düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar hayli mücahedelere mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin menşei ne idi? Burasını araştıracak olursak işi biraz tabi‘i görürüz. Öyle ya gözümüzü açtık Avrupa medeniyeti Avrupa nakaratından başka bir şey işitmedik. terakkıyatı kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk; edebiyatları hele edebiyatlarının ahlakı insani ictimai mevzuları pek hoşumuza gitti. Müelliflerin kıymet-i ahlakıyye ve insaniyyelerini eserleriyle ölçmeye kalkıştık. hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında asla münasebet müşabehet olamayacağını bir türlü düşünemedik. bu hata bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi tecrübem arttı. Hususiyle Avrupa’yı Asya’yı Afrika’yı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü gadri hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytani vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenab-ı Hakk’a tövbeler ettim. Dünyada Avrupalıları bi-hakkın anlayan ve anladığını da iki cümle ile hülasa edebilen bir müslüman varsa o da e‘azım-ı ümmetten fazıl-ı mağfur Hersekli Hoca Kadri Efendi merhumdur. Alem-i İslam’ın en fedakar en faziletli erkanından Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa bir gün musahabe esnasında demişti ki: “– Hoca Kadri Efendi’yi zaten Mısır’dan tanırım. Fransa’ya uğramıştım. Paris’de ilk işim bu muhterem müslümanı ziyaret etmek oldu. Kendisiyle biraz hoşbeşten sonra dedim ki: “– Hocam! Senelerden beri burada oturuyorsun. Şarkın garbın ‘ulumuna fünununa cidden vakıf bir nadire-i fıtratsın. Yakinen gördüğün şeyler tabi‘idir ki tecrübeni görgünü artırmıştır. Öğrenmek isterim. Avrupalıları nasıl buldun?” “– Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi evet hepsi yalnız kitaplarındadır.” Hakıkat Hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların Ancak karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkıleriyle ölçmek kat’iyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini fenlerini almalı fakat kendilerine asla inanmamalı asla kapılmamalıdır. Bunların bütün insanlara bilhassa müslümanlara karşı öyle kinleri öyle husumetleri vardır ki hiç bir suretle teskin edilmek imkanı yoktur. Sureta dinsiz geçinirler. “Hürriyet-i vicdan” diye kainatı aldatıp dururlar. Hele biz müslümanları biz şarklıları “taassubla” itham ederler dururlar! Heyhat dünyada bir mutaassıb millet varsa Avrupalılardır. Gerçek Avrupalılardan daha mutaassıb bir cema‘at vardır ki o da Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz. Ey cema‘at-i müslimin! Bilirim ki bu sözlerim sizin senelerden beri avutulmuş uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir iki misal getirmek icab ediyor: Bilirsiniz ki bizim Harb-i Umumi’ye girmemizden en çok müstefid olan bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu ihtar edeyim ki ben bu kürsüde Harb-i Umumi’ye girmek mi lazımdı girmemek mi evla idi. Girmeden durabilir miydik biraz daha geç mi girmemiz muvafık idi?.. gibi mes’elelerin hiç birini mevzu’-i bahs edecek değilim. O benim sadedimin salahiyetimin haricindedir. Ortada bir vak’a var ki biz Almanlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüz binlerce şehid verdik. Yüz binlerce hanüman söndü. Milyonlarca saman kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lazım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın bütün dünyadaki milletlerin kendilerine i’lan-ı harp ettikleri bir zamanda böyle yegane müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar; bütün gazeteleriyle bütün kitaplarıyle bütün edibleriyle bütün muharrirleriyle bizi alkış teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat! Bu umumi harbin ilk senesinde ben mühim bir vazife dedi ki: “– Bizim meclis-i meb’usanımızdaki bilhassa Katolik meb’uslar kıyamet koparıyorlar: “Almanlar gibi mütemeddin mütefennin bir millet nasıl oluyor da müslümanlar gibi Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu bizim için zül değil midir?” diyorlar. Aman makaleler yazınız eserler yazınız biz onları Almancaya tercüme ettirelim. Ta ki Müslümanlığın da bir din müslümanların da insan olduğu bunların nazarında ta‘ayyün etsin.” Almanya hükumeti haklıydı! Çünkü Alman milleti nazarında Müslümanlık vahşetten müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri romancıları; hele müsteşrik denilip de şark lisanlarına şark ‘ulum ve fünununa şark ahlak ve adatına vakıf geçinen adamları mensub oldukları milletin efkarını asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müdhiş bir surette zehirlemişlerdi ki arada bir anlaşma barışma husulüne imkan yoktu. Biz o sırada kendimizi onlara tanıtmak için tabi‘i elden geldiği kadar çalıştık. Lakin tamamiyle muvaffak olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş bir takım kanaatler hakkı görmelerine mani’ oluyor. Harp esnasında bilirsiniz ki Almanya İmparatoru nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkta o kadar ileri gittik ki Darü’l-Hilafe’nin yani İstanbul’un minarelerini kandil gecesi imiş gibi kandillerle donattık. Alman Dostluk Yurdu binası kurulacak denildi bol keseden bir kaç camimizi heriflere peşkeş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakarlığımıza karşı gördüğümüz mukabeleye... Kudüs-i Şerif’i bizim elimizden gasbettikleri zaman bu felaket harb-i umumi üzerine büyük bir te’sir ika etmişti. Yani Filistin Cephesi’nin bozulması muharebe terazisini düşmanlarımızın tarafına epeyce ağdırmıştı. Binaenaleyh müttefikimiz olan Almanlarla yine Alman’dan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu Ey cema‘at-i müslimin! İşe bakın ki Kudüs velev ki düşman eline geçmesi bu cephenin bozulması yüzünden muharebe bizim hesabımıza kaybolsun “tek müslümanların elinde Türklerin elinde kalmasın da hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin” diyerek Viyanalılar şehrayin yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı men’ edip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükumetinin göbeği çatladı. Artık ta‘assubun hangi tarafta hürriyetin müsamahakarlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur. Avrupalıları Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakıkat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyed olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün Cuma olduğu halde Kastamonu’nun en şerefli bir camiinde görüyorsunuz ya kaç saflık cema‘at bulunuyor! Dünyanın en ma’mur en müterakkı en yeni memleketi olan Berlin’de Pazar günü büyük kiliseler hıncahınc doludur. Hem kiliseleri dolduran cema‘ati avamdan münevver dediğimiz tabakasına mensub adamlar. Temiz temiz giyinmiş halk bu cema‘ati teşkil eder. ekmeğinizi tedarik etmezseniz Pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa dini bir gün olan Pazar günlerinde hiç bir dükkanı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar duasız sofradan kalkmazlar. Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım ki zira‘at tahsili için yetişmiş bir oğlunu Amerika’ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim diyordu ki: “– Memleketin acemisiyim lisanlarını layıkıyle bilmiyorum. Newyork’da bir otelde bulunuyordum. Gece canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık şunu tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. “Aradan iki üç dakika henüz geçmemişti ki odanın kapısına yumruklar inmeye başladı. Ne oluyoruz? diye kapıyı açtım. Bir baktım ki otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş bana alabildiğine sövüyordu. “Karı benim ne barbarlığımı ne saygısızlığımı ne ahlaksızlığımı hülasa hiç tutar bir yerimi bırakmadı. “Meğer o gece hıristiyanların e‘izzesinden yani velilerinden birisinin gecesi imiş. O geceyi o veliye hürmeten ibadetle geçirmek icab edermiş. Piyano çalmak ma‘azallah küfür derecesinde günahmış! “Artık karıya memleketin acemisi olduğumu bu hatanın benden kasdım olmaksızın sadır olduğunu anlatıncaya kadar akla karayı seçtim.” Ey cema‘at-i müslimin! Bizim diyarda Cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları sarhoş na’raları duyulduğu nadir vak’alardan değildir zannederim. Görüyorsunuz herifler dinlerine nasıl sarılmışlar asabiyet-i diniyye mes’elesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte biraz büyüyünce eşikte dini milli telkınat ile kulakları dolar. Müslümanlara karşı husumet adavet hisleri her fırsattan bi’l-istifade kendilerine verilir. Kendi cinslerinden kendi dinlerinden kendi renklerinden olmayan mahlukat-ı beşeriyyenin insan sayılamayacağı bunların kafalarına iyice yerleştirilir. O sebepten bir Avrupalının bir Amerikalının bir şarklıyı hele bir müslümanı sevmesine imkan yoktur. Ressamları meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle şairleri şiirlerle hikayecileri gayet maharetle yazılmış romanlarla siyasileri gazetelerle hep onların bu hislerini canlandırır dururlar. Anlıyorsunuz ya biz nasıl yetişiyoruz onlar nasıl yetiştiriliyor? Lakin bu heriflere karşı olan buğzumuzu hiç bir vakit onların ilimlerine fenlerine san’atlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişemezsek yaşamamıza bize emanetullah olan din-i İslam’ı yaşatmamıza imkan yoktur. Biz müslümanlar bin tarihinden i‘tibaren çalışmayı bıraktık. Atalete sefahete ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar alabildiğine terakkı ettiler. Görüyorsunuz ki denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar. Madem ki dinin müdafa‘ası farz-ı ayındır; madem ki eda-yı farzın mütevakkıf olduğu esbabı elde etmek farzdır; o halde düşmanlarımızın kuvvet namına neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak efrad-ı müsliminin her birine farz-ı ayındır. Ne hacet! “Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye hazırlamaya muktedirseniz derhal hazırlayınız.” emr-i İlahisi sarihtir. Şüpheye tereddüde düşünmeye taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız? Aramıza sokulan fitneleri fesadları fırkacılıkları kavmiyetçilikleri daha bin türlü ayrılık gayrılık sebeplerini ebediyyen çiğneyerek el ele baş başa vereceğiz. Hep birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsın. Toplar tüfenkler zırhlılar şimendiferler limanlar yollar tayyareler vapurlar elhasıl düşmanları bize üstün çıkaran yarım milyar müslümanın bir kaç milyon Firenk’e esir olmasını te’min eden esbab ve vesait ancak cem’iyetler şirketler tarafından meydana getirilebilir. Demek müslümanlar Allah’ın Kitabullah’ın Resulullah’ın emrettiği tavsiye ettiği vahdete birliğe cema‘ate sarılmadıkça ahiretlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar. Her şeyden evvel vahdet cema‘at te‘avün. Bir kere bunu elde edelim. Alt tarafı Allah’ın inayetiyle kolaylaşır. Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz; ancak bu birleşmek bize hiç bir vakit onların ezeli ve ebedi düşmanımız olduğunu her fırsattan bi’listifade bizi mahvetmek en başlı emelleri bulunduğunu unutturmamalıdır. Yani vatanımızın dinimizin menfaati ticaretimizin servetimizin refahımızın terakkısi namına icab ederse mümkün olursa mütekabil müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek ittifak ederiz. Ancak bu pazarlıklarda son derece açıkgözlü bulunmamız lazım gelir. Biz müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki gerek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbirimize dindaşlarımıza kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenab-ı Hak: “Müminler birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir” buyuruyorken yazıklar olsun ki biz o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda alemde bir kere camie geliyoruz. Huzur-ı koltuklayarak dışarıya fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım yahut hiç olmazsa bi-gane kesiliyoruz. Ayat-ı kerime var namütenahi ehadis-i şerife var ki: “Efrad-ı müsliminden biri diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe onların meserretiyle mesrur musibetiyle matemiyle mahzun olmadıkça tam müslüman olamaz.” kaimdir. “Müslümanların derdini kendine derd etmeyen müslüman değildir” buyuran Resul-i Hakim sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri diğer bir hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki: “Dünyanın öbür ucundaki bir müslimin ayağına bir diken batacak olsa ben onun acısını kendimde duyarım.” Bütün müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler. İnsanın bir uzvuna bir hastalık bir acı isabet etse diğer uzuvların kaffesi o hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi bir müslüman da diğer dindaşlarının acısına musibetine matemine kabil değil bi-gane kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki müslüman değil. “Mü’minin diğer mü’mine karşı vaz’iyeti yekpare bir duvarı vücuda getiren perçinlenmiş kayaların birbirine karşı aldığı vaz’iyet gibidir. Öyle olacaktır. Öyle olmalıdır” hadis-i şerifini elbette işitmişsinizdir. Sahabe-i Kiram rıdvanullahi aleyhim ecma‘in hazeratı arasındaki vahdet muhabbet te‘avün cümlenizin ma’lumudur. Bu din uluları bu Allah’ın en sevgili kulları huzur-ı İlahiye cema‘atle durdukları zaman saflar adeta Birbirleriyle o kadar ittisal hasıl ederlerdi ki üzerlerindeki libaslar daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar müselsel yekpare bir dağ gibi kıyam eder öyle rüku‘a varır öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki İslam Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz’in risalet-i celilelerinden Hadis kitaplarını siyer kitaplarını tarih-i İslam sahifelerini gözden geçirince Ashab-ı Kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor. vasf-ı ilahisiyle tasvir buyurulan o kahraman fıtratlar hakıkat birbirleri hakkında ne kadar merhametkar ne derecelerde rikkatli idiler. Düşmanlarına karşı ise nasıl şedid idiler! “Mü’minlere karşı mütezellil mütevazı halim selim şefik rahim; kafirlere karşı ise vakur metin mekin şedid” olmak İslam’ın hasaisindendir. Yazıklar olsun biz bu hasisalardan bu meziyetlerden bu büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden olmayanlara karşı yapmadığımız müdahene göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Birbirimizi kabadayılığımız asıcılığımız kesiciliğimiz hep kendi aramızda... “Kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Zahir hallerine baksan toplu bir cema‘at zannedersin. Halbuki hepsinin yüreği başka başka hislerle çarpıyor.” mealindeki ayet-i celile ki münafıklar vasfındadır; bugün tamamiyle bizim halimizi gösterir oldu. Bundan ne kadar sıkılmamız icab eder artık onu siz takdir ediniz.” Ey cema‘at-i müslimin! Kur’an-ı Kerim tilavet ederken birçok yerlerinde sünnet lafz-ı celiline tesadüf edersiniz evet mesela gibi daha birçok ayat-ı kerimede hep bu sünnet kelimesini okursunuz. Kitabullah’daki sünnet Resulullah’ın sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin ma’lumu. Kur’an’ın sünneti ise “Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi olan kanunu” demektir. Evet Allahu Zü’lcelal’in bu alem-i hilkatte cari birçok kanunları var. Cemadatta nebatatta hayvanatta yıldızlarda aylarda güneşlerde dağlarda denizlerde yerlerde göklerde elhasıl bizim bildiğimiz bilmediğimiz ne kadar mahlukat varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunları caridir. Bu kanunlar vaz’-ı ilahi olduğu için insanların tertib ettikleri kanunlar gibi ömürsüz değildir. Ta ezelde meşiet-i ahkamın bu kavaninin hiç bir maddesi hatta hiç bir kelimesi hiç bir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitabullah da bize sarahaten bildiriyor. Şimdi diğer mahlukatta diğer alemlerde hakim olan sünen-i ilahiyeyi yani Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri beşer yığınları demek olan milletler ümmetler üzerinde hükmünü süren kanun-ı ilahiyi tedkık edelim. Evet milletlerde cari olan bu kanunun mahiyetini biz müslümanlar doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’dan yani O’nun bize gönderdiği Kitab-ı Hakiminden öğreniyoruz: Ümmet-i İslamiyye’nin dünyada ukbada felahını necatını saadetini refahını samanını te’min eden evamir-i ilahiyye yok mu işte onların her biri Allah’ın bir sünneti yani bir kanunudur. “T efrikadan ayrılık gayrılık hislerinden uzak olunuz.” ... “Ey müslümanlar birbirinize girmeyiniz; sonra kalblerinize meskenet cebanet acz fütur çöker de devletiniz saltanatınız şevketiniz kudretiniz kuvvetiniz hepsi elinizden gider.” “Sebattan azimden kat’iyyen ayrılmayınız.” ki milleti yaşatmak dini yaşatmak istersek bunların muktezasına tevfik-i hareket etmekliğimiz zaruridir. Demek milletlerin hayatı bekası istiklali mahkumiyetten selameti için aralarında vahdet hüküm-ferma olması luzümu bir kanun-ı ilahi imiş! Ey cema‘at-ı müslimin! Milletler topla tüfekle zırhlı ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine kendi hevasına kendi menfaatini te’min etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın “Kale içinden alınır” sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet dünyada bu kadar sağlam bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. cenupta şarkta şimalde garpta yetişen ne kadar müslüman hükumetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden aralarında hadis olan fitneler fesadlar nifaklar şikaklar yüzünden istiklallerine veda ettiklerini başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler Abbasiler Fatımiler Endülüslüler Gazneviler Moğollar Selçukiler Mağribiler İraniler Faslılar Tunuslular Cezayirliler... hep bu ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Osmanlı müslümanları dünyanın üç büyük kıt’asına hakimdik. Koca Akdeniz koca Karadeniz hükmümüz altında bulunan cesim cesim memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştı. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind Denizlerinde yüzerdi. Müslümanlık rabıtası ırkı iklimi lisanı adatı ahlakı büsbütün başka olan birçok kavmiyetleri yekdiğerine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak Arnavut Latinliğini Pomak Bulgarlığını... elhasıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak Halife-i Müslimin’in etrafında toplanmış Kelimetullah’ı i’la için canını kanını bütün varını güle güle koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller türlü türlü isimler altında ekilen fitne tefrika fesad tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye dallanmaya budaklanmaya başladı. O demin söylediğim rabıta gevşedi. Artık eski kuvveti eski te’siri kalmadı. Kalemizin sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek yani biz müslümanların me’mur olduğumuz vahdeti onlar vücuda getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alı alıverdiler. Bugün bizi Asya’nın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler. Size bir vak’a anlatayım: Mısır-ı ulyada dolaşıyordum. Orada aklı başında bir müslümanla görüştüm. Bahsimiz – Şaşıyorum. On beş milyonluk koca Mısır’da oluyor da bu kadarcık kuvvetle koca bir iklim muhafaza edilebiliyor? Bu sualim üzerine o zat dedi ki: – İngiliz ricalinden biriyle samimi görüşürdük. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de herife demiştim ki: “– Günün yahud senenin birinde Osmanlı hükumeti kırk elli bin kişilik bir ordu tertib ederek Mısır’a sevk edecek olursa siz İngilizler ne yaparsınız?” “– Hiç bir şey yapmayız. Müdafa‘a imkanı olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını kırk bin kişi değil kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını paçalarını toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez mes’eleler çıkarırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki bir kere olsun Mısır’a dönüp bakmaya vakit bulabilsinler.” Ey cema‘at-i müslimin! Gözünüzü açınız ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı iliğimizi kurutan dahili mes’eleler yok mu Havran mes’elesi Yemen mes’elesi Şam mes’elesi Kürdistan mes’elesi Arnavutluk mes’elesi.. Bunların hepsi düşman parmağıyle çıkarılmış mes’elelerdir. Onlar böyle olduğu gibi bugünkü Adapazarı Düzce Yozgat Bozkır Biga Gönen Konya isyanları da hep o mel’un düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Neuzübillah biz öyle bir akıbete mahkum olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız. Zaten düşmanlarımızın tertib ettikleri sulh şeraiti bizim için dünya yüzünde hakk-ı hayat imkan-ı hayat bırakmıyor. Bu sefer Anadolu’nun bir hayli kısmını yeniden dolaştım halkın fikrini yokladım. Baktım ki zavallıların bir şeyden haberi yok. Vakı‘a nisbetle havas geçinen takım bu şeraitin pek ağır olduğunu biliyor. Lakin ilimleri son derecede icmali. Avam ise hiç bir şeyden haberdar değil. Zannediyorlar ki memleketin kenarları yani Hicaz gibi Bağdat gibi bir iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli çiftiyle çubuğuyla; esnaf san’atıyla dükkanıyla; ulema medresesiyle mektebiyle; tüccar alışıyla verişiyle meşgul olacak. Heyhat! Düşmanlarımız bizi ne hale getirmek için geceli gündüzlü çalışıyorlar. Biz ise hala ne gibi hülyalarla kendimizi avutuyoruz! Allah rızası olsun şu muahedenamenin bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. Okumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz. Ma‘azallah onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumeli’nde hiç bir alakamız kalmıyor. Çatalca istihkamatı da dahil olduğu halde denizin öbür yakasındaki memleketler kamilen gidiyor. Halife’miz İstanbul’dan çıkarılmıyor. Lakin kendisine yalnız -tıpkı Roma’daki Papa gibi- yedi yüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Vakı‘a müslümanlar müslümanlarının galeyanından çekiniyor. Bununla beraber Yunanlılar Çatalca istihkamatına sahip olacakları için tabiidir ki Çekmece civarına karışıklık zuhur ettiği gibi İstanbul’u alıverirler. O zaman Şimdi bir sual varid olacak: kendisine almasın da Yunanlılara versin? gelmiyor. Binaenaleyh payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli’yi hem Aydın vilayetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli bir donanmaya muhtaçtır. Bunu ise çaresiz İngilizlerden tedarik edecek. Anlaşıldı ya İstanbul’un Yunan elinde bulunması demek daima donanmasına muhtaç olduğu İngilizin elinde bulunmak demektir. Rumeli’nin İstanbul’un Aydın vilayetinin Yunanlılar elinde bulunması ne demektir biliyor musunuz? Oralarda tek bir müslüman kalmaması demektir. Vaktiyle eski Yunanistan’la Mora’daki halkın yarısı Rum ise yarısı da müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu musalaha mucebince verilecek memleketlerde de bir müddet sonra aynı hal zuhura gelecektir. Evet müslüman ahali katliam ile korkutularak hicrete mecbur edilecektir. Bu mu‘ahedenin ta’kib ettiği maksad şudur: öldürtmek kendisinden son derecede az insan harc etmek istiyor. O sebepten bir taraftan Rum Ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para silah dağıtarak Türkler arasında katliam yaptıracak; diğer taraftan da müslümanlar Türkler arasından para ile yahut iğfal ile adamlar bularak bizi birbirimize doğratacaktır ki bu zaten olup duruyor. kuvvetimizi azaltmağa mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular. Neuzübillah muahedeyi kabule mecbur olduk mu Anadolu’da asker besleyemeyeceğiz. Yalnız bir miktar jandarma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli mikdarda Rum Ermeni Yahudi bulunacak. Zabitlerin yüzde on beşi ki tabi‘i hep yüksek rütbeliler olacaktır ecnebiden gelecektir. Anadolu mıntıka mıntıka ayrılıp her mıntıka bir ecnebi zabitin eline verilecektir. Mesela Karadeniz sevahili mıntıkasındaki İngiliz zabiti bütün inzibat kuvvetlerine kumanda edecek o zaman müslümanların üzerine saldıracaktır. Nitekim bu usulü İngilizler Kars’da Ardahan’da; Fransızlar Adana’da Maraş’da pek güzel tatbik ettiler. Bilirsiniz ki Anadolu’nun iki mühim iskelesi vardır: biri bu iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın ellerde yani bizim dahil olmadığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu komisyonda tabi‘i İngiliz hakim olduğundan bizim Gümrük tarifesini şimendifer tarifesini liman tarifesini ona göre tertib ederek Anadolu’daki müslüman tüccarı tamamıyla iflas ettirecek. Zaten Mütareke’den beri İstanbul’daki müslümanların ticaretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bundan maksat ise müslümanları fakır sefil bırakarak bütün aleme bilhassa Hind’deki dindaşlarımıza: “– İşte görüyorsunuz a sizin gayretini gütmekte olduğunuz Türkler ne kadar kabiliyetsiz insanlardır!” demektir. Bu mu‘ahede mucebince devletimizin bütçesi İngiliz Fransız İtalyan murahhaslarından mürekkeb bir komisyon tarafından tertib olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da re’y sahibi olamayacaktır. Yani O halde verdiğimiz vergiler hep Rumların Ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır. hiçbir mektep açtırmamıştır. Hindistan’da da ayniyle davranmıştır. Biz de Mısırlılar gibi olacağız. Yalnız bizim Mısırlılardan bir farkımız var ki onlar gibi kamilen müslüman değiliz. İçimizde Rumlar Ermeniler var. Onların çocukları bizim paramızla mektepler açıp okuyacaklar adam olacaklar. San’atı ticareti ziraati kamilen ellerine alacaklar. Bizden yalnız ırgat yetişebilecek. Gelelim ‘uhud mes’elesine: Ey cema‘at-i müslimin! Frenkçe bir kelime var: Kapitülasyon! Ma’nası: Bizim bilerek bilmeyerek keyfi yahut ızdırari ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlardır. Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Mesela içimizde yaşayan ecnebi tebe’asından biri ne yaparsa yapsın hükumetimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensub olduğu sefaretin adamı hazır olmalı. Tevkıf olunduktan sonra da sefaretine teslim edilmeli. Binaenaleyh ecnebiler bu muharebeden evvel bizim içimizde alikıran kesilmişti. Adam döverler adam vururlar adam öldürürler ötekinin berikinin emlak ve arazisini gasb ederler. Bütün yaptıkları yanlarına kalırdı. Biz bu imtiyazatı harbin bidayetinde kaldırmıştık. Şimdi sulh şeraitini kabul ettiğimiz gibi bunlar yine avdet edecek. Hem nasıl avdet edecek biliyor musunuz? Avrupa devletleri tebe‘asına münhasır olan o imtiyazlar şimdi Rumlara Ermenilere Yahudilere de verilecek. Artık bunun ne demek olduğunu ma’tuhlar bile anlar. Gelelim bu imtiyazların iktisadi kısmına: Ecnebi tebe‘ası temettü’ belediye vesaire gibi vergilerden müstesnadırlar. Şimdi Rumlar Yahudiler Ermeniler de müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı müslümanlar verecekler bütün parsayı ecnebilerle içimizdeki gayrimüslimler toplayacak! Ya gümrükler mes’elesi... O da bir afet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleketimize sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkımızın fakır düşmesine en birinci sebep budur. Bunu biraz izah edelim. Evvela zira‘atimizi ele alalım. Rusya gibi Romanya gibi Amerika gibi toprağı zengin memleketlerde ekin pek ucuza maloluyor. Heriflerin vapurları şimendiferleri de çok olduğundan dünyanın her tarafına kolaylıkla arpa buğday gönderiyorlar. Binaenaleyh bu memleketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden yani Anadolu’dan daha ucuza maledebilirler. Bizim çiftçimiz ise malını İzmir satamayacağından hem ekemez hem fakır düşer. Buna karşı ne çare olabilir? Evet çare haricden gelecek ekin vesair yiyecek şeylere öyle bir gümrük koymaktır ki bu gümrüğü verecek ecnebi tüccar piyasada malını Anadolu’dan gidecek maldan daha pahalıya satmak mecburiyetinde kalsın. olmayan hükumetler kendi köylülerini hep bu usul sayesinde kurtarabilmiştir. Bizde ise bu çareye müracaat kabil olamayacağından muahedeyi kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir. Gelelim sanayie: Bilirsiniz ki memleketimizde bir çok ham eşya yetişir: keten kenevir pamuk yün tiftik deri sonra türlü türlü madenler. Biz bunlardan istifade edemiyoruz. Mesela bir dokuma fabrikası yahut demir fabrikası açmaya kalkışsak Avrupa’nın Amerika’nın fabrikalarıyle başa çıkamayız. O halde ne yapmalıyız? Bizim sanayi‘imiz de onların sanayi‘i derecesini buluncaya kadar haricden gelecek ma’mulat üzerine münasip bir gümrük koyabilmeliyiz. Koyamadığımız gibi hiç bir müessesemiz hiç bir fabrikamız bir sene bile yaşayamaz. Bilirsiniz ki kendimize mahsus tezgahlarımız bezlerimiz vardı. Bunlar memleketimizin her tarafında satılıyordu. Ahalimize de birçok menfaatler te’min ediyordu. Halbuki ecnebi fabrikalarıyla rekabet edemediğinden dolayı ezildi gitti. Şu halde halkımız zira‘atini sanayi‘ini ileri götüremez ticaretini de gayrimüslimlerin vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa tabi‘idir ki sefil olur perişan olur. Haydutluktan başka yapacak bir iş bulamaz. Şimdi bir mühim mes’ele var. Onu tedkık edelim: Neden İngilizler bizim mahvımızı te’min için bu kadar uğraşıyorlar? Evet bunlar Harb-i Umumi’nin bidayetinde “Biz bütün milletlerin istiklali için harbediyoruz!” tekerlemesini muttasıl tekrar edip durdukları için mahkumiyetleri altında bulunan yüz milyon müslümana da istiklal sevdası geldi. Mısır’da Hind’de birbiri ardınca isyanlar başladı. Vakı‘a İngiliz bu isyanları kendisine mahsus olan müdhiş bir vahşetle bastırdı. Lakin bunların bir daha baş kaldıramamaları için dünyada hiç bir müslüman memleketin müstakil kalmaması lazımdı. Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki müslüman hükumet kalmıştı ki biri biz idik. Diğeri de İran idi. Biliyorsunuz ki İran hükumet-i İslamiyyesinin icabına baktılar. İngiliz himayesini la’net halkası gibi Acemlerin boynuna geçirdiler. O halde yalnız biz kaldık. Ey cema‘at-i müslimin! İngilizin asıl düşmanlığı bizedir. Çünkü biz asırlardan beri Hilafet’i elimizde tutuyoruz. Asırlardan beri alem-i İslam’ın başında olarak Ehl-i Salib’le çarpışıyoruz. Dünyanın bütün müslümanları selametlerini necatlarını yıllardan beri müştak oldukları istiklallerini bizden bekliyorlar. Yüzlerce milyon müslümana nisbetle bizim bir avuç mesabesinde olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır? demeyiniz; iyi biliniz ki bu bir avuç halkın bütün alem-i Bütün müslümanlar bilirler ki ma‘azallah Saltanat-ı Osmaniyye’nin Hilafet-i İslamiyye’nin devrilmesi bütün cihan-ı imanı sarsacaktır. Bütün müslüman yurtlarını en müdhiş zelzelelere tutulmuş gibi hasara uğratacaktır. Mütarekeyi müte‘akib Mısır’da Hind’de hatta dün elimizde iken bugün işgal altında bulunan Irak’da Suriye’de zuhur eden ihtilaller isyanlar kıyamlar gösteriyor ki biz Osmanlı müslümanları öyle alem-i ve dolayısıyle düşmanlarımızın lakayd kalabileceği bir küme değiliz. O sebebden İngilizler bizi büsbütün mahvetmeğe ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar haklıdırlar. Ama diyeceksiniz ki: Bugün bütün dünyaya hakim olan İngiltere satveti karşısında bizim ne ehemmiyetimiz olur ki herifler senin dediğin gibi bizim günün birinde büyüyeceğimizden korksunlar da bu kadar ihtiyatlara lüzum görsünler? Yanılıyorsunuz iş öyle değil. Avrupalılar yalnız bugünü bugünkü hadisatı seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını gelecek seneyi hatta gelecek asrı hatta bir kaç asır sonunu tahmin etmek hesab etmek isterler. Heriflerin siyaseti müdhiştir. İşte o müdhiş siyaset sayesinde kendileri ne oldular bizi ne hale getirdiler görüyorsunuz. Binaenaleyh velev bir kaç vilayetten ibaret bir Anadolu hükumetinin kalmasına bile kendi ihtiyarlarıyle yani muztar kalmadıkça kabil değil razı olamazlar. “– Pek a’la! Ne yapabiliriz? Uzun zamanlardan beri devam eden dahili harici muharebeler bilhassa Balkan muharebesiyle şu Harb-i Umumi bizde can bırakmadı kan bırakmadı para bırakmadı hiç bir şey bırakmadı. “Düşman ise bu kadar kuvvetli. Şerait-i sulhiyyeyi çarnaçar kabul edeceğiz. “Bu tıpkı silahsız bir adamın dağ başında müsellah haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek...” Pek doğru! Yalnız iki nokta var. Bir kere o müsellah haydutlar ortalarına aldıkları biçareden parasını isteseler üzerindeki elbisesini isteseler ayağındaki pabucunu başındaki külahını isteseler biz de vermesini tasvib ederdik. Lakin bununla kanaat etmiyorlar ki. Biçare herifin kollarını bacaklarını kestikten sonra: “– Boynunu uzat! Kafanı da ver!” diyorlar. Madem ki teklif bu kadar ağırdır artık bunu hiç kimse kabul edemez. İster istemez dişiyle tırnağıyle uğraşır çabalar. Nefsini imkanın son derecesine kadar müdafa‘aya bakar. Ey cema‘at-ı müslimin! İşte bugün bizden istedikleri ne filan vilayet ne falan sancaktır. Doğrudan doğruya başımızdır boynumuzdur hayatımızdır saltanatımızdır devletimizdir Hilafet’imizdir dinimizdir imanımızdır. Bir de o müsellah olduğunu kabul ettiğimiz haydutların başları pek boş değil. Korktukları tehlikeler var. Biz zaruri olan müdafa‘a-i hayat vazifesinde biraz daha sebat edecek olursak emin olunuz ki cehennem olup gidecekler. Galiba maksad anlaşılmadı. Biraz izah edelim: Kuvvetlerinin kudretlerinin pek büyük olduğunu bildiğimiz düşmanlarımızın önünde [] bugün iki müdhiş tehlike var: Biri onların kendi ta’biri vechile “İslam tehlikesi” diğeri bolşevik tehlikesi! da ona göre ellerinden gelen tedbiri tatbikten geri durmamışlardı. Lakin altı yedi seneden beri devam eden bu harp bir çok hesapları altüst etti. Bir çok tahminler yanlış çıktı. Bugün İngilizler artık müstemlekelerindeki insanlardan eskisi gibi emin olamıyorlar. Beşeriyetin gözü açıldı. Mahkum milletler kendilerinin hakim milletler elinde ne büyük bir kuvvet olduğunu bu sefer gözleriyle gördüler. Kanlarını canlarını kimlerin hesabına döktüklerini anladılar. Harbin her türlü safahatında bulundular.. Hücum nedir müdafa‘a nasıl olur? En son icad olunmuş silahlar bombalar nasıl kullanılır? Hepsini bilfi‘il öğrendiler. Hele tahakkümleri esaretleri altında yaşadıkları Avrupalıların kendilerini harbe sürüklerken verdikleri vaadlerin hiç birinin aslı faslı olmadığına bu gidişle kıyamete kadar kendileri için hürriyet refah rahat yüzü görmek nasib olamayacağına iyice yakın hasıl ettiler. Bugün cihan eski cihan değil. Hele Asya hiç o bildiğimiz halde bulunmuyor. Bilumum şarkta bilhassa müslümanlarda büyük bir intibah bir uyanıklık mevcud. Asya’nın şimal kısmında yaşayan dindaşlarımız kamilen denecek derecede müsellah mütebakısi de bir taraftan silahlanıyor. Fikirler gittikçe değişiyor. İstiklal sevdaları her yerde uyanıyor. İşte bütün bu hareketler “İslam tehlikesi” namı altında toplanarak düşmanlarımızı tir tir titretiyor. Avrupa’nın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silahdır. Senelerden beri sosyalistlik namı altında için bu hareket bugün Rusya’da yanar dağlar gibi alevler saçmaya başladı. Bu yangının kıvılcımları Paris Londra Roma ufuklarına dağılır oralarda yer yer yangınlar çıkarır oldu. Çünkü hükumetleri ne kadar uğraşsa ne kadar çabalasa zaten böyle bir yangın için Avrupa’nın her tarafında Sermaye sahipleriyle amele arasındaki gerginlik son senelerde bilhassa bu muharebe esnasında son dereceyi bulmuştu. Ruslar ön ayak olarak çarı çarlığı asilzadelerin bitmez tükenmez imtiyazlarını servetlerini samanlarını hak ile yeksan edince Avrupa’daki sosyalistler de ayaklanmaya azmetti. Bu adamlar diyor ki: “– Bu harp bu yedi seneden beri devam eden afet kırk elli milyon beşerin doğrudan doğruya harp meydanlarında helakine sebep oldu. Bir o kadar insanı da bu sönen hayatların arkasından bikes perişan bir halde bıraktı ma’nevi bir ölüme mahkum etti. “Netice ne oldu? Bir kaç zalim hükumetin istibdadını artırdı. Milyarlarca servet bir kaç muhtekirin hazinelerini kasalarını doldurdu. Fukara tabakasının işçi tabakasının sefaletini artık tahammül edilmeyecek derecelere getirdi. Ahlak namına haya namına ırz namına haysiyet namına “Kimsenin kimseye emniyeti i‘timadı kalmadı. Alem-i beşeriyyet her türlü insani duygulardan sıyrılarak yırtıcı hayvanlar derekesine indi. “O halde biz kimin için çarpışmış hangi gayeye hizmet etmiş olduk. Bununla beraber sulh şeraiti diye ortaya atılan hezeyan-nameler bundan böyle milletlere asla rahat huzur te’min etmeyecektir. Bilakis bunların aralarındaki büsbütün körükleyecektir. “Artık beşeriyet buna tahammül edemez. Artık sefil mahiyetleri bütün çıplaklığıyle meydana çıkan bütün bu teşkilatı bütün bu müessesatı yıkmalı yerine yenilerini koymalıdır...” Zaten garbın ukalası hükeması çoktan beri böyle bir akıbetin zuhurunu bekliyorlardı. Dışı gözlere pek parlak görünen medeniyet-i hazıranın küldür yıkılacağını söyleyip duruyorlardı. Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm varsa o da garb medeniyeti dediğimiz o rezil alemin bir an evvel hak Ey cema‘at-i müslimin! Sakın bu sözlerimden benim zahib olmayınız. Benim bütün insanlar hesabına bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa o da her manasıyle pak yüksek namuslu vakarlı bir medeniyettir yani bir medeniyet-i fazıladır. Garb medeniyeti maddiyattaki terakkısini maneviyat sahasında kat’iyyen gösteremedi. Bilakis o ciheti büsbütün Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim ki bu sefer artık gözleriyle görerek hatalarını tashih etmişlerdir. Avrupa hükumetlerini titreten bolşevik tehlikesi bizler gözlerimizi açmak şartıyle alem-i İslam hakkında tehlike değil bilakis istifade olunacak bir fırsattır. Çünkü evvela bizde Bolşevikliğin zuhurunu yahut hariçten sirayetini hazırlayacak sebepler yok. Ne sermaye sahiplerimiz ne bankalarımız ne amele mes’elemiz ne arazi mes’elemiz mevcud değil. Saniyen bütün harekatımızı muamelatımızı tanzim eden şeriatimiz sosyalistlerin bolşeviklerin bundan asırlarca sonra belki bulabilecekleri düsturların esasların en insani en ulvi en fıtri en şefik en rahim eşkalini ihtiva etmektedir. Binaenaleyh bolşeviklerin garb medeniyetini yıktıkları gün bizim esaslı hiç bir şeyimiz sarsılacak değildir. Sarsılsa sarsılsa Avrupalıları körü körüne ve hiç lüzumsuz yere taklid ederek aldığımız bir takım şeyler sarsılacaktır ki zaten bugünkü felaketimizin en birinci sebebi o mefasidin harim-i mevcudiyyetimize sokularak hayat-ı içtima‘iyye ve siyasiyyemizi zehirlemesidir. O halde bizim bolşeviklerden korkmamıza mahal olmadığı gibi bolşevik olmaya da ihtiyacımız yoktur. Biz elimizdeki şeri‘atin ahkamına esasat-ı fazılasına tamamiyle sarıldığımız gün yakamızı kurtarmış oluruz. Evet düşmanın düşmanı dost olmak i‘tibarıyle müşterek mütekabil menafi’ dairesinde bolşeviklerle biz müslümanları ezmek için kuvvet almakta oldukları o mel’un zulüm müesseselerini yıkmak hususunda bolşeviklere yardım da ederiz. Artık bu ittifakın zamanını zeminini dairesini bu mu‘avenetin derecesini ta’yin etmek tabi‘idir ki selahiyet sahiplerine aittir. O cihetleri onlar düşünsünler onlar halletsinler. Böyle bir ittifaktan biz ne kadar istifade edersek Ruslar da o derecede müstefid olacaklardır. Çünkü ihmal edilemeyecek bir kuvvet olduğunu demincek söylediğimiz bitaraf kalmakla bile bolşeviklere pek kıymetli mu‘avenette bulunmuş olur. Buna mukabil şimdiye kadar şimalden cenubdan şarktan garptan mahsuriyet içinde kalan müslüman milletlere de böyle bir ittifakın vereceği faideler inkar olunamaz. Henüz silah tedarik edememiş olanları silahlanacaklar arkalarından emin olarak önlerindeki düşmanı denize dökmeye asırlardan beri kaybettikleri istiklali ele geçirmeye muvaffak olacaklardır. Ah siz o düşmanın elinden zavallı Asya’nın neler çektiğini biliyor musunuz? Hindistan’ı ele alalım. Hangi şehrine gitseniz iki mahalle görürsünüz ki biri İngilizlere diğeri Hindlilere aittir. Hiç bir Hindli için İngilizlerin cem’iyetine girebilmek kabil değildir. Bir Hindli temiz giyinmek istese vergi vermeye mecbur tutulur. Şimendiferlere binseniz görürsünüz ki Hindliler için ayrı vagonlar vardır. Hastahanelere gidiniz ayrı koğuşlar vardır. Biçareler o vagonlara binmeye o koğuşlarda yatmaya mecburdur. İngilizlere: “– Niçin bu biçarelere insan muamelesi etmiyorsunuz?” diye soranlara: “– Maymunlar adam olur Hindliler adam olmaz!!” cevabını verirler. Bir İngiliz Hindliyi istediği gibi döver; ceza lazım gelmez. Şayed öldürürse pek hafif bir ceza-yı nakdi ile kurtulur. Hindlinin kazancının yüzde tamam altmışı hükumet tarafından alınarak İngiltere’nin ihtiyacatına sarf olunur. Hindistan’daki bir kaç yüz milyon nüfusun üçte birinden fazlası karnını doyurmaktan acizdir. Bu sefalet gittikçe artıyor. Bundan bir asır evvel hesap etmişlerdi: seksen sene zarfında onsekiz milyon Hindli açlıktan ölmüştü. Bu son asrın ilk onaltı senesi zarfında ise aynı sebepten helak olanların mikdarı yirmi milyonu bulmuştur. Yetmiş sene evvel bir Hindli günde bizim para ile kırk para kazanırken bugün bu kazanç onbeş paraya inmiştir. Bununla beraber zavallı Hindli İngiliz’den üç kat fazla vergi verir. Peki bu vergiler ne olur bilir misiniz? İngiliz hazinelerine toplanıp müstemlekat ahalisi arasında nifak çıkarmaya fesad çıkarmaya sarf edilir. Evet son yüz sene zarfında Hindistan varidatından tamam yüz milyon İngiliz lirası müstemlekatta sefer yapmak için harc olunmuştur. etmek için ustaların baş parmaklarını kesmekten bile çekinmemişlerdir. Bunlar yerli sanayi‘ini mahvetmek için hiç bir mel’anetten geri durmazlar. Seksen milyon müslüman Hindli için tek bir sultaniye mektebi vardır. İngilizler bu mektebe son derecede düşmandırlar. Hindistan’daki İngiliz sultanilerine girmek Hindlilere memnu’dur. Bir Hindli en ufak silahı bile taşıyamaz. Büyücek çakı taşıyanlar şiddetli cezaya çarpılır. Mütarekeden beri kasapların bıçakları berberlerin usturaları akşamları polis karakollarına teslim ediliyor. Hindistan’da dört nevi’ insan var: İngilizlerin memurları İngilizlerin Hindistan’da uzun müddet oturup kalanları melezler Hindliler. Melezler beşeriyetin hakır bir sınıfı sayılırlar. Hindlilere gelince o biçareler adil! medeni! Gelin biraz da Afrika’ya geçelim. Cezayir’de Tunus’da Fas’da müslümanlara Fransızlar tarafından hayvan muamelesi edilir. Oradaki hıristiyanlar Yahudiler a’şar gibi ağnam gibi vergilerin hiç birini vermezler. müslümanlara gelince bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka Fransızların vaz’ ettikleri kapı pencere vergilerini de verirler. Bunun biçare müslümanlar topraklarını akarlarını hayvanlarını muvaza‘a suretiyle çok zaman hıristiyanların yahut Yahudilerin üzerine çevirmeye mecbur olurlar. Bu mecburiyet yüzünden külliyetli para verdikleri gibi ekseriya mallarını da kaybederler. Sırf müslümanların vergisiyle yaşayan belediyelerde hiç bir müslüman a’za bulunamaz. Şayed bulunursa rey sahibi olamaz. Gerek Cezayir’de gerek Tunus’da kabilelerin müşterek mer’aları vardır. Lakin bu mer’alar muttasıl Fransızlar tarafından bedava gasbedildiği için biçare müslümanlar hayvanlarını geçindiremiyorlar. Zaruri olarak cenuba yani çöle doğru çekiliyorlar. Fransızlar Afrika’daki müstemlekelerine kendi milletleri bedava alırlar. Bununla kalmayarak o yeni köye lazım olan suyu civardaki müslüman köylerinden getirip müslümanları susuz bırakırlar. Bu suretle vücuda getirilen her hıristiyan köyüne varidat bulmak için yine müslüman köylerine çullanırlar. Onlardan alacakları belediye rüsumuyle o hıristiyan köyünü refah içinde yaşatırlar. Bir Fransız müslüman aleyhinde ikame-i da’va etmez. Çünkü lüzum görmez. Onu isterse döver isterse öldürür. Ey cema‘at-i müslimin! Zaman zemin müsaid olsa size İngiliz adaletinden! Fransız medeniyetinden! bir çok parlak nümuneler daha gösterirdim. Ma‘amafih ibret alacaklar için bu kadarı da yetişir zannederim. dindaşlarımızın imdadına yetişmek yahut hiç olmazsa onların düştükleri felakete düşmemek için artık gözümüzü açmalıyız. Düşmanımızın bizi de onların haline getirmek için bugün elinde iki vasıtası var. Ziyade yok. Çünkü hadd-i zatında gerek keyfiyet gerek kemmiyet i‘tibariyle mühim olan kuvvetlerini dağıtmıştır. Ordusunun bir kısmı Hindistan’da bir kısmı Irak’da bir kısmı İran’da bir kısmı bir kısmı Sudan’da bir kısmı Filistin’de meşgul. Müstemlekat askerine i‘timadı kalmamış. Bilhassa Hind müslümanları “Artık biz dindaşlarımıza karşı silah kullanmayız” diyorlar. Binaenaleyh şimdi söylediğim gibi bizi ezmek için ancak iki kuvvete malik bulunuyor. Birincisi Yunan ordusu ikincisi memleketimizde çıkaracağı daha doğrusu çıkarmakta olduğu nifak! Zaten bu ikinci kuvvet olmasa birincisinin hiç ehemmiyeti yoktur. Biz aklımızı başımıza alarak el ele verdiğimiz gün inayet-i Hak’la memleketimizi istiklalimizi kurtarmaklığımız muhakkaktır. duruyor. Bunlar düşman istilası ne demek olduğunu gözleriyle gördükleri için bu sefer İngiliz iğfalatına kapılmadılar. Aralarında tefrika çıkmasına nifak çıkmasına meydan bırakmadılar. Can cana baş başa verdiler; yurtlarını çiğnemek kendilerini esaret altına almak için hudut boyunda fırsat gözetip duran düşmanı tarümar ettiler. Kars gibi en müstahkem bir kal’aya bayrağımızı dikerek ileriye doğru yürüdüler gittiler. Cenab-ı Hak o kahraman mücahidlerimize tevfikler ihsan buyursun; Anadolumuzun garbındaki bu sefil düşmanı da Ermenilerin bi-hakkın uğradıkları akıbete uğratsın.. “– Amin!..” Bizi mahv için tertib edilen mu‘ahede-i sulhiyye paçavrasını mücahidlerimiz şark tarafından yırtmaya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza düşen vazife Anadolumuzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça İslam için bu diyarda beka Ey cema‘at-i müslimin! Hepiniz bilirsiniz ki buhranlar Kahraman ecdadımız bu sübhani vedi‘ayı siyanet uğrunda canlarını feda etmişler. Kanlarını seller gibi akıtmışlar. Muharebe meydanlarında şehid düşmüşler; rayet-i Mübarek na’şlarını çiğnetmişler; Şeri‘at’in harim-i pakine yabancı ayak bastırmamışlar. Babadan evlada asırdan asıra intikal ede ede bize kadar gelen bu emanet-i kübraya hıyanet kadar zillet tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam ecdadın ahfadı değil miyiz? Ağyar eline geçen müslüman yurtlarının hali bizim için en müessir bir levha-i ibrettir. Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. O cihanın en ma’mur en medeni en mütefennin barındırırken bugün baştan başa dolaşsanız tek bir dindaşımıza rast gelemezsiniz. Allah’ın vahdaniyetini garbın afakına ikrar ettiren o binlerce minarenin yerlerindeki çan kulelerinden bugün etrafa Teslis velveleleri aksediyor. Şevketin medeniyetin irfanın ümranın müntehasına varmışken birbirlerine düşerek vatanlarını üç buçuk dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da İslam’ın son mültecası olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım. Ye’si meskeneti ihtirası tefrikayı büsbütün atarak azme mücahedeye vahdete sarılalım. Cenab-ı Kibriya hak yolunda mücahede için meydana atılan azim ve Ya İlahi bize tevfikını gönder! – Amin! Doğru yol hangisidir millete göster! – Amin! Ruh-i İslam’ı şedaid sıkıyor öldürecek. Zulmü te’dib ise maksud-i mehibin gerçek Nara yansın mı beraber bu kadar mazlumin? Bi-günahız çoğumuz yakma ilahi! – Amin! Boğuyor alem-i İslam’ı bir azgın fitne Kıt’alar kaynayarak gitti o girdab içine. Mahvolan aileler bir sürü ma’sumundur; Kalan avarelerin hali de ma’lumundur. Nasıl olmaz ki? Tezelzül veriyor Arş’a enin! Dinsin artık bu hazin velvele ya Rab! – Amin! Müslüman yurdunu her yerde felaket vurdu; Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu. Bu da çiğnendi mi çiğnendi demek Şer’-i Mübin. Haksar eyleme ya Rab onu olsun! – Amin! Ve’l-hamdu li’llahi Rabbi’l-alemin. — Deşme oğlum yaradır hem de yürekler yarası!. — Neydi Ya Rabbi otuz kırk sene evvel burası? Dağlar orman tepeler bağ ovalar hep tarla; Koca mer’a dolu baştan başa sağmallarla. Atlı girsen gömülür buğdayın altında kafan! Köylünün kırları tutmuş yayılırken davarı Sökemezsin sarar afakını yün dalgaları! Dolaşır sal gibi göllerde hesapsız manda Fil sanırsın hani bir çıksa da görsen karada! Geniş alnıyle yarar otları binlerce öküz; Besiden her birinin sırtı bakarsın dümdüz. Ne de ıslak patı burnundaki mosmor meneviş! Hadi gelsin bakalım damların altında geviş. Diz çöker buldu mu yaslanmaya kafi meydan; Sürünür toprağın üstünde o kat kat gerdan. Çifte gözler süzülür tek çene durmaz çiğner; Bunların ağdalanır maç maç öterken sakızı Öteden bir sürü gürbüz demevi köylü kızı Tarayıp hepsini evlad gibi bir bir kınalar. Tepeden kuyruğu dikmiş inedursun danalar; Dalar etrafa köyün damgalı yüzlerce tayı; Gündüzün kimse görünmez; kadın erkek çalışır; Varsa meydanda gezen tostopaç oğlanlardır. Akşam olmaz mı fakat toplar ahaliyi ezan; Son cema’at yeri hatta adam almaz ba’zan. Güneş afaka henüz arz-ı veda etmişken Yükselir Ka’be’ye doğrulmuş alınlar yerden; Önce bir dalgalanır sonra eder hepsi karar; Örülür enli omuzlarla on on beş duvar. Bu yaman safların ahengi hakıkat müdhiş; Sanki yalçın kayalar yanyana perçinlenmiş Öyle bir cebhe kesilmiş ki: Müselsel iman; Burc ü barularının hepsi birer itminan! Ah o yekparelik eyyamı hayal oldu bugün... Milletin halini gör sonra da maziyi düşün! Kim bu yalçın kayalar sarsılacaktır derdi? Öyle sarsıldı ki edvara tezelzül verdi! Köylünün bir şeyi yok sıhhati ahlakı bitik; Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik! Bir kemik bir deridir ölmedi kaldıysa diri; Nerde evvelki refahın acaba onda biri? Dam çökük arsa rehin bahçeyi “icra” ister; Bir kalem borca bedel faizi defter defter! Hiç bakım görmediğinden mi nedendir toprak Verilen tohmu da inkar edecek öyle çorak! Bire dört aldığı yıl köylü emin ol kudurur: Har vurur bitmeyecekmiş gibi harman savurur! Uğramaz gün kavuşur çiftine yahud evine; Sabah iskambil atar kahvede akşam domine. Muhtasar gayr-ı müfid ilmi kadardır dini: Ne evamir ne nevahi seçemez hiçbirini! Namazın semtine bayramları uğrar sade; Hiç su görmez yüzünün düşmanıdır seccade. Hani üç beş kişiden fazla musalli arama; Mescid anbarlık eder başka ne yapsın imama! Okumak bahsini geç... Çünkü o defter kapalı Bir redif zabiti mektepleri debboy yapalı. Sıtma fuhş içki kumar türlü fecayi’ salgın; Sonra söylenmeyecek şekli de var hastalığın! Bir taraftan bulanır levse hesapsız namus; Bir taraftan serilir toprağa milyonla nüfus. Hadi aldırmayalım yükseledursun vefeyat Nerde noksanı telafi edecek taze hayat? Mehmed Akif “ŞARK İLLERİ KURULTAYI” MURAHHASLARIYLA MÜLAK A T Şark’tan esen şiddetli ruzgarın cereyanına kapılan yelkenli bir motor mütehevvir dalgalar arasında yuvarlana yuvarlana dün Sinop Limanı’na geldi. Karaya çıkan misafirlerin Bakü’de toplanan Üçüncü Beynelmilel Konferans’a iştirak eden Trabzon Murahhasları Abdülhalim ve Ali Kemal efendilerle bir takım üseramızdan ibaret olduğu anlaşılınca Şark milletlerinin bu muazzam mehalike göğüs gererek dalgaları aşıp gelen bu fedakar kardeşlerimizle hayli görüşüp konuştuk. Sahil halkına mahsus fıtri bir zekaya malik olan bu fa‘al ve cevval adamlar tehlikeyi atlattıklarının deyn-i şükranını Seyyid Bilal Hazretleri Cami‘-i Şerifi’nde öğle namazını kılmak ve orada dua etmek suretiyle eda ettiler. Novorosisk’te torpil hattını geçerek enginlere açıldıktan sonra uzaklarda bir yılan gibi sath-ı deryada sürünerek geçip giden; gittiği gideceği yere şerr ü mefsedet götüren bir İngiliz zırhlısının tasallutundan azade kaldıkları için Allah’a şükür ve sena ettiler. Muhatablarını anladıktan sonra bütün müşahedat ve ihtisasatlarını serbestçe söylemekten çekinmediler. Bolşeviklerin makasıd-ı siyasiyye ve ictima‘iyyeleri hakkında şayan-ı dikkat bazı muhakemat ve mutala‘atta da bulundular. Abdülhalim Efendi verdiği ma‘lumat ve serd ettiği mutala‘atın birçoklarını mahrem ve hususi kaydıyla takyid etmeyerek söyleseydi ben de dinlediğimi eksiksiz olarak nakl eder pek ziyade nazar-ı dikkati celb edecek daha bir takım hakayıktan kari’leri haberdar eylerdim. Fakat madem ki Abdülhalim Efendi şimdi bazı şeylerin gazete sütunlarına geçmesini muvafık-ı maslahat ve siyaset görmüyor ki ben de bu hususda kısmen fikirlerine Abdülhalim ve Kemal Efendiler hayatlarında ilk def‘a olmak üzere gördükleri bu muazzam ictima‘ı beşeriyetin bir panaroması diye tavsif ediyorlar. Bütün Şark ve Arab akvamının nümayendelerinden murahhaslarından mürekkeb olan ve türlü türlü kıyafet nümunelerinin meşheri bulunan bu konferans ruhları üzerinde öyle azim bir te’sir icra etmiş ki Şark’ın ve bütün İslam Alemi’nin reha ve halasını bir emr-i muhakkak telakkı ediyorlar. Ve bu istihlas ve istiklal cereyanlarının önüne duracak hiçbir kuvvetin mevcud olmadığı iman ve kanaatinde bulunuyorlar. Ciddi ve samimi bir alaka ile büyük bir neş’e ve ümid ile anlatıyorlar: –O ne azametli ne şayan-ı hayret bir ictima‘ oldu. Türlü türlü şekil ve kıyafette insanlar bi-nihaye milletler. Hey’et-i umumiyyesi üç bin beş yüz kişiden ibaretti. Fakat bunun üç bin iki yüzünü İslam akvamının murahhasları teşkil ediyordu. Türkler Arablar Hindliler Afganlılar Çeçen Kalmuk Çerkes Kırgız Başkırd Kaşgar Çin Sibirya bütün Kafkas milletleri bütün Tatar kavimleri ve sair bil-umum müslüman milel ve akvamı kezalik Macar Rus İngiliz Fransız İtalyan Alman Bulgar hasılı Şark’ın Garb’ın bütün milletleri ve murahhasları orada hazır idi. Bu beşeriyet kitlesinden yalnız Rumlar hariç idi. Rumlardan velev bir kişi olsun orada bulunmuyordu. Konferansı Azerbaycan Şurası Reisi Neriman Nerimanof açtı ve Azerbaycan Türkçesi şivesiyle irad ettiği kısa bir nutuktan sonra Üçüncü Beynelmilel Konferans Reisi Zinovyevsöze başladı. Ve dört saat kadar devam eden uzun ve mühim bir nutuk irad etti. Bu uzun nutkun kayd ettiğim esas noktaları hulasaten şunlardı. Pek zeki ve ateşin bir hatib olan bu müdhiş ihtilal reisi dedi ki: – Yoldaşlar! Bu kongre Şark milletlerinin muraca‘atı üzerine burada in‘ikad ediyor. Bugün burada Şark halkını kurtarmak hususundaki nokta-i nazarımızı izah edeceğiz. Bu maksadla bütün Şark nümayendelerini buraya topladık. Tarihde birinci def‘a olarak bütün Şark milletleri böyle bir araya toplanıyor ve mukadderatlarını müzakere ediyor. Öteden beri Şark milletlerinin badi-i felaketi olan şu iki seyyiedir: Birbirine adavet Yekdiğerini tanımamak. Artık bütün Şark milletleri yekdiğeriyle tanışarak anlaşarak dertleşerek bu husumetlere nihayet verilmek zamanı gelmiştir. İşte yoldaşlar bugün bu mes’eleleri halledeceksiniz. Biz bu kurultayı Şark tarihinde ve belki cihan tarihinde azim bir vak‘a diye telakkı ediyoruz. Bu harekette Şark’ın kıyam ve intibahını görüyoruz. Şark milletleri küre-i arzda yaşayan ahalinin ekseriyetini teşkil ediyor. Bu cihetle zahmet ile sermaye arasındaki mübarezeyi halletmek hepsi komünist olmadığını takdir ederim. Görüyorum ki murahhasların çoğu muhtelif fırkalara mensubdur. Bir haylisi de bi-taraf bulunuyor. Fakat ne be’is var? Biz bugün kimseye sormuyoruz: “Sen komünist misin değil misin? Beynelmilel Komünist’e girdin mi girmedin mi?” Hangi fırkaya mensub olursa olsun biz bunu aramıyoruz. Bizim yegane aradığımız şey şudur: Zahmet-keşler alnının teriyle geçinenler. Bu sınıfa mensub olduktan sonra artık hiçbir şey bunlardan bizi ayıramaz ve biz bu zahmet-keş sınıf halka hitab ederiz: Yoldaşlar aranızdaki bütün münaza‘aları terk ediniz. Birleşiniz. Sizi ezenlere karşı mübareze kapılarını açınız. Mücahede teşkilatları vücuda getiriniz. Ancak bu sayededir ki zalimlerin esaretinden kurtulur refah ve saadete muvaffak olursunuz. Yoldaşlar sizden hiçbir fırka pasaportu soran yoktur. Biz şimdi bütün dünya karşısında bulunan mes’eleleri halledeceğiz. Bu fırka mes’elesi değildir. Zahmet ile sermaye arasında mübarezedir. Öyle bir mübareze ki her zahmet-keş bununla alakadardır. Biz de sizin gibi idik. Bütün köylülerimiz işçilerimiz sermayenin esiri olmuştu. Bütün mukadderatını burjuvanın eline terk etmiş sefil ve miskin yaşıyordu. Köylülerimiz siyasi hayata ancak şimdi atılıyorlar. Ve bütün Rusya’da bu kongrenin ictima‘ını işitmeyen bilmeyen hiçbir köylü yoktur. Biz öyle istiyoruz ki bütün Şark milletleri de bu kurultayın Şark ahalisini azad etmek ve intibah bugün Şark’ta hasıl olmuştur. Yoldaşlar bu idrak ve intibahdır ki zahmet-keşleri sermayenin zalim ve insafsız pençesinden kurtarmak mes’elesini ortaya koymuştur. Hayat bütün zahmet-keşleri alnının teriyle geçinen bütün erbab-ı mesaiyi bu mes’eleyi halletmeye da‘vet ediyor. Misal mi istersiniz? İşte yanı başınızda Gürcistan! Orada zahmet-keşlerin duçar olduğu esaret ve felaket cidden feci‘dir. Kanunlarında hürriyet-i şahsiyye vardır hürriyet-i sa‘y vardır hürriyet-i fikriyye vardır hürriyet-i matbuat vardır. Fakat bütün bu hürriyetler yalnız burjuvaziye mahsusdur. Avamın köylünün işçinin bu hürriyetlerden hiçbir nasibi yoktur. Milletin hakıkı hürriyet rehberleri hep mevkufdur. Gürcistan hükumetinin başında bulunanlar sahra köpekleri gibi Gürcistan’ın ağalığını muhafızlığını yaparlar. Gürcistan’ı o adamlar muhafaza ederler ki Gürcistan’ı o adamlar idare ederler ki Fransa İtalya dostluktan bahs ederler. Fakat bizi biraz za‘if görünce derhal Denikin’e dehalet ederler. Gürcüler istiklaliyet adı bildirmişlerdir. Fakat “Gaga Çekori” ve onun yoldaşları bülbül gibi istiklalden dem vurmakla millete ne menfaat hasıl oldu?..” Hatib müdhiş bir volkan gibi etrafa ateşler saçıyordu. Daha bazı misaller getirdikten sonra bütün Şark milletlerini zalim emperyalist ve kapitalist zincirlerini kırarak hakıkı hürriyeti te’sis için herkesi kemal-i serbesti ile fikrini izah etmeye da‘vet etti. Bunun üzerine sıra ile muhtelif akvam murahhasları tarafından mühim mühim nutuklar irad olundu. Herkes kendi lisanında söylüyor bilahare Türkçe Farisice ve Rusça’ya tercüme olunuyordu. Bu üç lisan lisan-ı resmi olarak kabul edilmişti. Şu nokta kemal-i ehemmiyyetle herkesin nazar-ı dikkatini celb etti ki bütün milletlerinin murahhasları Türkiye’nin başına gelen felaketleri yad ederek söze başlıyordu. Anlaşılıyor ki herkesin her İslam kavminin en derin yarası kendilerinden ziyade bizim duçar olduğumuz mağlubiyettir. Bize karşı kalblerde öyle bir muhabbet ve merbutiyet var ki insan ta‘rif edemiyor. Bütün ümidlerini bütün emellerini bizim mukadderatımıza rabt etmişler. Bizi hakıkaten bir dimağ telakkı ediyorlar. Bizim küçük bir galibiyet ve meserretimiz dalgalana dalgalana ta Himalaya Dağları’nı aşıyor bütün ruhlara bir neş’e ve ümid bahş ediyor. Bir musibete duçar olsak bizden ziyade kederleniyorlar. Nazarlarında Anadolu’da çarpışan mücahidler mukaddes insanlardır kıyam-ı milli Şark aleminde bizim kıymetimizi pek ziyade yükseltmiş ve ihtilal ve hareket tohumunu bütün köklere ekmiş. Dertlerimiz müşterek. Bizi mahv etmek olmuş. Onun yıkılmasını beşeriyetin felah ve halası diye telakkı ediyorlar onun için bu zalim kuvvetle çarpışan milletlere tabi‘i bir surette bir muhabbet ve merbutiyet besliyorlar. Bolşeviklere karşı olan merbutiyetlerinin sırrı da budur. Bolşevikler İngilizlerle anlaştığı dakıkada İslam milletlerinin bu teveccüh ve muhabbetini gaib edeceğine hiç şübhe yoktur. Bütün Asya hareketinin müşterek hedefi İngiliz zulmüdür. Ve bu hedefi muhafaza etmek bütün ihtilal rüesasının yegane umdesidir. İslam hareket ve kıyamı bu timsal-i zulüm yüzünden neşv ü nema buluyor. Hatta bu vaz‘iyet ile Anadolu’nun İngilizlerle anlaştığını farz ediniz o anda umum Şark’ta müdhiş bir birkaç vilayet kavgası zannedenler çok aldanırlar. Biz Asya ümmetleriyle temas neticesinde bu hakıkate agah olduk. Bizim Anadolu Hareketimiz bütün Şark ihtilal ve kıyamının pişdar-ı hareketidir. Herkes bütün beşeriyet-i mazlume bunu böyle telakkı ediyor. Ve Asya kıyamı bütün gıdasını buradan alıyor. Doğrusu bizim hareketimizi evvelce biz bu kadar mühim ve azametli göremiyorduk. Şimdi hakkıyla anladık ki mücahedemizin kıymeti alemşümuldür. Ve hududlarda çarpışan kahramanlarımız büyük ve müttehid Asya ordusunun pişdarlarıdır. Arkada yüzlerce milyon insan kitleleri vardır ki hepsi bizimle beraberdir. Bizim gibi düşünürler bizim gibi ümid beslerler bizim gayemize müteveccih olmuşlar. Cihad sahalarına atılmışlar hepsi feryad ediyor hepsi İngiliz zulmünden el-aman diyor. Bu zalim kuvvet bir kabus gibi Şark üzerine çökmüş. Bağıran sesler hep bu noktada birleşiyor. Bolşevikler Şark’ın bu halet-i ruhiyyesini keşf etmişler bu saik ile onları bir araya topladılar. Onlar da bu cihetten bolşeviklere minnetdarlık beyan ediyorlar. Fakat bize karşı olan muhabbet ve merbutiyetleri öyle derin ve esaslı ki her hususda daima bize bakıyorlar bize beraber çalışmayı muvafık buluyorlar. Bolşevikler bunu gördükleri ve anladıkları için bize herkesden ziyade hürmet ve iltifatta bulunuyorlar. İngilizleri vurmak için mutlaka Şark ile İslam Alemi ile anlaşmak ve birleşmek zaruridir. Almanya imparatoru bu hakıkati anlamıştı. Fakat bundan hakkıyla istifadeye felek müsaade etmedi. Şimdi bu azim kuvveti bolşevikler ele almak istiyor. Onu tevhid ve tensik etmek hareket ve fa‘aliyete getirmek üzerindeki te’siratını da görüyorlar. Şark’ı ayaklandırmak ediyorlar. Onun için bize karşı muameleleri pek farklıdır. Diyebilirim ki; bugün Rusya’da Türk kadar hiçbir millet mazhar-ı hürmet ve i‘tibar değildir. Bolşeviklerin bugün bizden bekledikleri nedir? Para mı yoksa silah ve mühimmat mı? Tabi‘i bunların hiç birisi değil. Onların bizden bekledikleri şey İngiltere’ye ve müttefiklerine karşı olan bu mübarezede Şark alemine pişdar olmak Şark’ı ayaklandırmaktır. Bolşevikler Garb kapılarında müşkilata uğradıkça bize daha ziyade tekarrub eder ve samimiyet gösterirler. Zira biliyorlar ki bu büyük da‘va asıl Şark’ta hallolunacaktır. Bolşevikler azim bir mes’ele ortaya attılar. Öyle bir mes’ele ki bütün cihana şümulü vardır. Zafer-yab olmak için mutlaka Şark’ı kazanmak lazım. Şark’ın hareketi ise her halde Türkiye’nin vaz‘iyetine tabi‘dir. Bugün bolşeviklerin dostluğu bize ne kadar lazımsa bizim dostluğumuz da onlar birleştiriyor. Garib tecelliyat! Lisanları yaşayışları adat ve tabayi‘i hatta din ve mezhebleri muhtelif bu kadar akvam bir araya geliyor. Tevhid-i mesai ediyor. Bu çok Sonra nazar-ı hayretimizi celb eden bir mes’ele daha var: Enver Paşa’nın müslümanlar üzerindeki nüfuz-ı azimi! O ne cazibe o ne keramettir! Meclis açılmıştı. Nutuklar devam ediyordu. Bir de locaların birinde Enver göründü. Müslümanlar Enver’i görür görmez kıyametler koptu. Herkes meclisi bırakarak etrafını ihata etti. Kimi elini öpüyor kimi arkasını okşuyor kimi elbisesine temas ediyor kimi hayran hayran yüzüne bakıp duruyor. Onu adeta fevka’lbeşer bir mahluk telakkı etmek istiyorlar. Etrafını tavaf edip durdular. Görüp de hayretlere düşmemek mümkün olmuyor. Yetişip elini sıkamayanlar onunla musafaha edenleri yakalıyorlar; “Enver’le musafaha eden o mübarek elinizi veriniz öpeyim!” diye görseniz ne muhabbet ne rabıta gösteriyorlar. İslam Alemi’ni tahrik için öyle müessir bir şahsiyet ki!.. O kadar şöhret kazanmış ki İslam Alemi arasında adeta bir timsal-i ittihad ve necat olmuş. Onu bilmeyen işitmeyen zannetmem ki hiçbir müslüman olsun. Müslümanlar onun hakkında hiçbir kelime-i tenkıd dinlemek istemiyorlar. Kusurlarını söylemek isteyenlere düşman oluyorlar ve bazı yerlerde kat‘iyyen söyletmezler söylemek cür’etinde bulunanlar olursa öldürmeye kalkışırlar. Çok garib bir mazhariyet! Enver Paşa kongrede resmen Fas Tunus Cezair Trablusgarb Mısır Arabistan Hindistan İhtilal Cem‘iyetleri Vekili olarak bulundu. Ve bu nam ile mühim bir nutuk irad etti ve pek çok alkışlandı. Azerbaycan ordularını teşkil ve tensik edecekti. Fakat bolşevikler bırakmadılar. Beraber alıp Moskova’ya gittiler. Geçtiği yerlerde ihtilal ateşi saçarak geçiyor. Kendisine karşı Ermenilerin vaz‘iyetini görseydiniz. Öyle hain hain bakıyorlardı ki o hiçbir şeyden aldırmayarak yalnız geziyordu. Fakat müslümanlar onun haberi olmaksızın onun ta‘kıb ve muhafazasını ihmal etmediler. İşittiği zaman sıkıldı; “Ne hacet var?” dedi. Başında siyah kalpak sırtında sivil haki ceket-pantolon ayağında çizme pek sade bir halde. Bir gün evvel birkaç arkadaş oturuyoruz; geldi selam verdi. “Aranızda bulunmakla müftehirim.” diye bizimle beraber konuşmaya başladı. İçimizden biri dedi ki: –Paşa senin hayatın pek tuhaf oldu. Bir aralık Meşrutiyet’i i‘lan ettiniz. Sizi alkışladık. Sonra Trablus çöllerinde ordular vücuda getirdiniz. Sizi tebcil ettik. Bir aralık başkumandan oldunuz. Bizi harbe sürüklediniz. Harbi gaib ettik. O vakit de sizi tel‘in ettik fakat bu sefer de sizin için üçüncü bir perde açılıyor. İslam Alemi’nin size olan teveccüh ve i‘timadını gözlerimizle gördük. Yeniden ümidlenmeye başlıyoruz… Hafif tebessüm ederek cevab verdi: Enver Paşa ile çok görüştük bize daha çok şeyler söyledi. Kalblerimize büyük kuvvet ve itmi’nan geldi. Hakıkaten bu Üçüncü Beynelmilel Konferans Şark aleminde büyük bir vak‘adır. Bu kadar milletlerin görüşüp tanışması dertleşmesi müttehiden hareket milletleri de vardı. Fakat onlar pek ekalliyette idiler. Kongre Azerbaycan gazetelerinin dediği gibi tamamıyla “Şark İllerinin Kurultayı” oldu. Ve zaten mevzu‘-ı bahs olan Şark Mes’elesi Şark kıyam ve intibahı idi. Şark’ın hakıkaten çok mütefekkir siyasi adamlar varmış. müslümanların bu fa‘aliyet ve cevvaliyetlerini gördükçe bize çok ümid geldi. Hepsi feryad ediyor. Feryad etmenin yolunu biliyor. Hele Hindistanlı kardeşlerimiz çok yüksek adamlar. Gece gündüz çalışıyorlar. Hind ihtilal komiteleri münasebette bulunuyorlar. Moskova’nın mu‘avenetiyle Hindistan’ı karıştırıp duruyorlar İngiltere’nin vaz‘iyeti pek müşkilleşmiştir. Şimdi bizimTürk zabitleri Afganistan ordusunu tanzim ve tensik ile iştigal ediyorlar. Bir gün oralarda kıyametin koptuğu işitilecektir. Hindliler bizim Anadolu hareketiyle pek çok alakadar oluyorlar. Ve buna fevkalade ehemmiyet veriyorlar. Biz onlara; –Siz Hindularla birleşmediğiniz için İngiliz zulmünden kurtulamadınız. Biz sizin Hindularla ittihadınızı münasib görüyoruz. dediğimiz zaman diyorlar ki: –Siz onun için merak etmeyiniz. O ittihad bugün hasıl olmuştur. Siz Anadolu hareketini tanzim ve idameye gayret ediniz. Hepimizi bütün Şark’ı kurtaracak bu harekettir. Siz bizim başımızsınız. Sizin Anadolu’daki mukavemetinizin bütün Şark alemine te’siri vardır. –İyi ama İngilizler Hind askerleriyle bizi mağlub ettiler ve hala Hind efradıyla bizi tehdid ediyorlar. –Ah o yarayı deşme o gaddar İngiliz halkımızı o kadar cahil bıraktı ki hayvan gibi onu kendi menafi‘i uğrunda kullandı. O efrad sanki yaptığını yapacağını bilir mi?.. Hindli elini alnına koydu derin derin tefekkürlere daldı. Baktım gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Biz de çok müteessir olduk. –Ağlama birader ağlama dedik. Biz sizi afv ettik. Yalnız bunun intikamını almak şartıyla. İngilizi mutlaka Hindistan’dan kovmalı. Hindli bir arslan gibi kükremişti. Dişlerini gıcırdatarak gözlerinden yaşlar dökülerek bağırıyordu: –İngiliz İngiliz!.. Seni parça parça etmedikçe bana hayat haram olsun. Senin zulm ü kahrın altında kalacaksa bütün Hindistan mahv olsun. Hindlinin bütün tüyleri dimdik olmuştu. Hayrette kaldık. Biz böyle adamlar görmedik. Ne müdhiş koparacaklarına hiç şübhe olmasın. Oraya gelen murahhasların çoğu böyle. Her kiminle görüştüysek her şeyden evvel Anadolu hareketinden Mustafa Kemal Paşa’dan bahs ederler. Bu mukavemeti o kadar tebcil ediyorlar ki insan şaşıp kalıyor. Onlar öyle telakkı ediyor: Bugün Anadolu’da hiçbir ferd yoktur ki silahını alıp da cihad meydanlarına koşmuş olmasın. Onun için nazarlarında dünyanın en kahraman milleti Anadolu Türkleridir. Ve kendilerini kurtaracak münci de bizden başkası değildir. Fakat ma‘atteessüf gördük ki bu azim alemi biz asırlarca ihmal etmişiz. Zevk u safaya dalmış bunlara arka çevirmiş yabancı diyarlardan meded beklemişiz. Kafamızı taştan taşa vurmuşuz. Ne olmuş? Zarardan başka hiçbir faide hasıl olmamış. Bari şimdiki vaz‘iyetten istifade etsek de Şark milletleriyle oradaki kardeşlerimizle ciddi surette uğraşarak Anadolu’da da böyle bütün Şark milletlerinden mürekkeb bir kurultay teşkil etsek Şark’ın muhtelif mahallerinde propaganda merkezleri te’sis eylesek. KARDEŞLERİMİZİN CİHADI Ahiren Necef’de teşekkül eden Irak hükumet-i muvakkatesi namına meb‘us bir hey’et-i mahsusa Diyarbekir’e vasıl olmuştur. Bu hey’et Cami‘a-i İslam namıyla Bedruddin hazretleri tarafından Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben yazılmış bir mektub tevdi‘ edilmiştir. Bu mektub geçen hafta Ankara’yı ziyaret buyuran Seyyid Senusi hazretlerinin Meclis’i teşrifleri zamanında okunarak ve Meclis’de İslam uhuvvet ve ittihadı hakkında pek büyük tezahürata vesile olmuş; müteaddid nutuklar Şeyh Sünusi hazretleri gayr-ı resmi olarak kürsüye çıkmış bulunmuştur. Bu kadar büyük tezahürat-ı İslamiyyeye vesile olan bu mühim mektub-ı siyasiyi kemal-i fahr u ibtihacla ber-vech-i ati aynen nakl ediyoruz: Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Makam-ı refiu’ş-şanınıza arz-ı ta‘zimattan sonra zat-ı devletlerine İngiliz devletinin akvam-ı zaife ve bilhassa biz Iraklılar hakkında icra ettiği şiddet ve mezalimi arza ibtidar ediyoruz: Devlet-i müşarun-ileyha; Düvel-i Muazzama tarafından istiklal-i akvam için bidayeten verilen mukarreratın hilafı olarak hükumet-i Arabiyye-i ahd ederek imhamıza çalışmaktadır. Devlet-i mezkure böyle nakz-ı ahdle hukuk-ı meşruamıza tecavüz ettiği cihetle sene-i haliyye Ramazanı’nın ibtidasından beri kendisiyle hal-i harbde bulunuyoruz. Bütün muharebe ve musademelerde lehü’l-hamd galibiyet bizdedir. Baştan nihayete kadar Fırat elimizdedir. Dicle’nin de bazı mevaki‘ini düşmandan tathir ettik. Dicle Nehri’ndeki düşman bakıyyesiyle çarpışılmaktadır. Azim ve metanet-i diniyye ve milliyyemizle hukuk-ı meşruamızı istirdad etmek ümidini besliyoruz. Ve bu hususda Türkiye Büyük Millet Meclisi hükumetine istinad ediyoruz. Ma‘ruzatımızı hak-i pay-ı devletlerine iblağa me’mur hey’et murahhasamız vakayi‘ ve ahvali tafsilen arz edecektir. Düşman; kabail ve aşairin kıyamı üzerine zaif bir halde bulunuyor. Din düşmanlarını memleketimizden tamamıyla tard u teb‘id etmek için siyaseten ve diyaneten size merbutiyet-i tammeleri olan bilad-ı mukaddesemiz hakkında vazife-i vekalet-i milliyye ve diniyyenizi ifa etmenizi istirham ederiz. Hadimü’ş-Şer‘i’l-Mübin es-Seyyid Muhammed Bedruddin imzası tahtındaki hamişin tercümesidir: Mücahid-i Vatan Büyük İslam Hamisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: Bütün rüesa-yı Irakıyyenin amali bugün düşmanı tard u teb‘id etmek ve din kardeşleri bulunan Türkiye hükumetiyle hem-dest-i vifak olmaktadır. Irak aguş-ı şefkatinize arz-ı iftikar ediyor. Meslek-i hürriyyet-perverane ve dindaraneniz iktizası bu akvam-ı mazlumenin düşman boyunduruğundan diriğ-ı mu‘avenet etmeyeceğinize ümidvarız. Cenab-ı Rabb-i Kadir va‘d-i celili mucebince biz zaif İslamlara nusret edeceği şübhesizdir. Kaffe-i ahvalde mazhar-ı emn ü eman olacağız. El-Kazımiye Hadimü’ş-Şer‘i’l-Mübin EVLİYA-YI UMURDAN MÜHİM BİR RİCA Sebilürreşad’ın Anadolu’da intişar eden bu ilk nüshasından Anadolu’nun bütün vilayatıyla sancak ve kazalarındaki vali mutasarrıf kaimmakam ve müftülere şairi üstad-ı muhteremimiz Mehmed Akif Beyefendi’nin Kastamonu’da Nasrullah Cami‘-i Şerifi’nde buyurdukları işbu nüshada münderic pek mühim mev‘izanın her taraftaki müslümanlarca işitilmesi için zevat-ı müşarun-ileyhim tarafından Anadolu’nun bütün cami‘lerinde bütün ictima‘-gahlarında İslam cema‘atleri huzurunda yüksek sesli zevata okutturulması Anadolu’da vecibe-i diniyye olduğu enzar-ı hamiyyete arz olunur. ANADOLU’DA SEBULÜRREŞAD Kastamonu Matbaası’nda tab‘ olunmuştur O Zalim Sulh Muahedesi Allah’ın İnayetiyle Şark Tarafından Yırtıldı manlar tarafından; – Ve aleyküm selam paşa hazretleri… sadaları zaten müteheyyic olan kalbleri bir o kadar daha heyecana getirdi. Bunun üzerine iftihar ve neş’esinden pek heyecanlı bulunan Muhyiddin Paşa hazretleri askere hitaben şu mühim nutku irad buyurdular: Başmuharrir – Asker arkadaşlar! Geçen gün buraya geldiğim zaman Kars’ın zabtını size haber vermiştim ve; “Yakında düşmanın tamamen mağlub edilerek sulhün imzalanacağını size bildireceğim.” demiştim. Allah kalbime göre verdi ve şimdi geldim Ermenistan sulhünün imzalandığını size tebşir ediyorum. Bu mübarek Cuma günü Cuma namazından biraz evvel Ankara’dan Müdafaa-i Milliyye Vekalet-i Celilesi’nden bir telgraf aldım. Bu telgrafda Ermenistan sulhünün imza edildiği; Ermenilere yalnız tüfenk yirmi mitralyöz sekiz top bırakıldığı; Kars’ın Iğdır’ın Ardahan’ın ve bütün o havalinin kamilen bizde kaldığı bildiriliyor. Şark hududumuzdaki din kardeşlerimizin bu muzafferiyet-i azimesini Cuma namazından sonra Nasrullah Cami‘-i Şerifi’nde cema‘at-i müslimine tebşir ettim. Şimdi buraya geldim size de müjdeliyorum. Her zaman söylediğim vechile bizler bilhassa biz askerler vazifemizi namusumuzla hamiyetimizle cesaretimizle ifa edersek her vakit değil Ermenistan’a avn-ı Hakk’la onun hamilerine de galebe edeceğiz sulhü sulhü biz kabul etmemiştik. İşte o zalim sulh paçavrasının bir parçasını baş sahifesini Şark’ta yırttık. İnşaallah son sahifesini de Garb’da yırtarız. Görüyoruz ki müslümanlar Türkler kendilerine teveccüh eden vazifenin ne kadar büyük olduğunu anlayarak ona göre çalışırlarsa zaferden başka bir şey yoktur. Fakat ne vakit vazifemizi ihmal eder de atalet cebanet gösterirsek düşman gelip namusumuzu pay-mal ediyor evlerimizi yıkıyor hanumanlarımızı söndürüyor. O vakit dünyanın en zelil en hakır bir milleti olarak düşman ayağı altında çiğneniriz. Şimdi bir tarafda vazifemizi ifa edip de memlekete dine hizmet var; öte tarafda vazifemizi ve hakaret var. Bugün kahraman ordumuzun Şark’ta Kars ve havalisini zabt ederek düşman çizmeleri altında inleyen yüreklerini ferahla doldurdu. İnşaallah yakın zamanda Garb’daki ordumuz da İzmir İstanbul Edirne’de büyük zaferler kazanarak yüzümüzü ağartacaktır. Bidayette bu işin başlangıcında elimizde hiç silahımız yok diye çoğumuz ümidsiz iken Anadolu başına geçen en namuslu en kıymetli en değerli evladıyla ayağa kalktı. Kuva-yı Milliyye diye kıyam eden bu kahramanların muvaffakıyeti hakkında çokları ümidsizlik izhar etti: –Bu kadar devletlere başlarında İngiliz olduğu halde nasıl karşı geleceğiz?.. dediler. Adeta ihanet etmek istediler. Nasıl ki hala bugün İstanbul’da ihanet edenler var. Bazı zaif kalbli kimseler de bu işi başa çıkaramayacağımızı zannettiler. Fakat iş başındaki o mübarek zevat korkmadılar yılmadılar sebat-karane devam ettiler. İşte bugün o azim ve sebatın ilk semeresini topluyoruz. Birçok zehirli felaketler gördükten sonra meyve-i zaferi tanıyoruz. Yanlış düşünmeye mahal yok. Biz bir memleketin evladıyız. Bir dinin salikiyiz. Biz dedik; “Madem ki her millet kendi mukadderatına kendisi sahib olacak memleketimizde kendi kendimize oturacağız işimizle gücümüzle meşgul olacağız. Fakat heriflerin maksadı o değil onlar bizi yeryüzünden kaldırmaya azm etmişler. Bizi kendi topraklarımızda da rahat bırakmadılar. Bir tarafdan Ermenistan’ı hazırladılar ona Erzurum’u Trabzon’u göstererek bizi oralarda imha etmek istediler. Diğer tarafdan Yunan’ı saldırdılar. Ona da Ankara’yı gösterdiler. “Bu memleketin en değerli en iş bilir adamları dünyayı karıştıran en müdhiş ihtilalcileri oradadır. Orası alınırsa Anadolu artık mahv olmuş sayılır. Bu diyarda İslam bir daha belini doğrultamaz.” dediler. Yani bizi mahv için Şark’tan Ermenileri Garb’dan da Yunanlıları musallat ettiler. Zalim devletlerin bu pişdar sürüleri her nerede müslüman gördülerse mahv etmeye başladılar. Yunan orduları Anadolu’nun garbını üzere bulunuyorlardı. İngilizler Kafkasya’nın kapısında büyük bir Ermenistan vücuda getirerek bizi Asya’daki müslüman kardeşlerimizden ayırmaya kalkıştı. Fakat bütün hesapların yanlış olduğu meydana çıktı. Allah’ın cebhemizdeki kahraman müslüman askerlerinin büyük himmetleriyle Asya yolları açıldı. Bizi yeryüzünden kaldırmak istediler fakat kendileri perişan oldular. Vakı‘a bugün orada yine küçük bir Ermenistan görünüyor. Fakat ne ehemmiyeti var? Avn-i Hakk’la onun bin topunu almaya muvaffak olan ordumuz bin beş yüz tüfekli bir Ermenistan’a bakmaz bile. Bundan sonra bizim bakacağımız enzar-ı himmet ve besaletimizi atf edeceğimiz yer ilerisidir. Cenab-ı Hakk’a niyaz ederim yakında bundan daha büyük olacak olan zaferi de size tebşir etmeye beni muvaffak etsin. Bugün benim en çok teessüf ettiğim bir şey varsa o da bu zaferleri uzaktan işitecek bir vaz‘iyette bulunmamızdır. Onun için mükedder oluyorum. İnşaallah bir gün gelecek hükumet-i merkeziyyemiz bana emir verecek ben de sizi alıp götüreceğim hamiyet cesaret hususunda hiç şübhe etmem ki hepiniz onlardan aşağı değildir. Bütün müslümanlar şehid kanlarına bulanarak huzur-ı Hakk’a gitmeye amadedirler. Ben yalnız bundan mahzunum. Ve zannederim ki bu hususda memleketin sizler gibi bütün pak evladları böyle düşünür. Böyle bütün dünyanın alt-üst olduğu bir zamanda; müslümanları Türkleri yeryüzünden kaldıralım dedikleri bir zamanda Cenab-ı Hakk’a bin şükürler olsun bizi böyle zaferlerle dil-şad ediyor. Biz bugünkü zaferin bayramını aramızda yaparken Türkistan’ın Hindistan’ın Afganistan’ın el-hasıl bütün İslam Alemi’nin her tarafında hatta Rumeli’nin en hücra köylerinde kalan dindaşlarımız bile bayram yapıyorlar. Bugün yeryüzünde nerede zalimlerin kahır ve esareti altında inleyen bir müslüman yapıyor. Ve yapacaktır. Bilhassa mütarekeden beri ilk def‘a olarak o gaddar zalimleri ser-nigun eden bu zaferi tes‘id etmek bütün müslümanların hakkıdır. Bunun arkası devam edecektir. Kademe kademe bu zafer ilerleyecektir. Cenab-ı Hak onları aşağı bırakarak bize yüksekten baktıracaktır. Bütün askerler tarafından: “İnşaallah paşa hazretleri!” böyle mes‘ud günleri ferahlı bayramları neş’e ile şetaretle oyunla geçirmek lazımdır. Bugün yarın ve öbürüsü gün kamilen size izin veriyorum. Bu günden i‘tibaren üç gün güleceksiniz eğleneceksiniz oynayacaksınız. Bütün vazifelerden sizi afv ettim. Şimdi bu zaferlerin keyfini sürurunu gösteriniz. Sizi seyr edeceğiz…” Bunun üzerine mızıkalar davullar milli havalar çalmaya başladı. Askerler milli oyunlarla kışlayı neş’elere gark ettiler. Cenab-ı Hak İslam’a hep böyle zaferli günler nasib etsin; amin! MÜSLÜMANLARIN TERAKK I LERİ Ey Tanrı’nın birliğine Kitab’ına Peygamber’ine sair inanılması zaruri olan şeylerin hepsine inanan hepsini samim-i kalb ile tasdik eden müslümanlar! Yürüyünüz koşunuz. Kime doğru nereye doğru? Allah’a doğru Peygamber’e doğru koşunuz. Ne zaman? Sizi ihya edecek; dünyada ukbada hayatınızı necatınızı saadetinizi te’min eyleyecek; her türlü manasıyle hayat verecek ruh verecek evamirini ahkamını vesayasını kabule sizleri da’vet ettikleri zaman. Cenab-ı Hak insanın kendisiyle kalbi arasına girer yani onun yalnız harekatını değil kalbinden geçen menviyatını da görür; ne düşündüğünü ne yapmak istediğini bilir. Kezalik şunu da hatırınızdan hiç bir zaman çıkarmayın ki ne olursanız olunuz ne türlü yaşarsanız yaşayınız sonunda Allahu Zü’lcelal’in huzuruna çıkarak bu alemdeki bütün işlerinizin bütün düşüncelerinizin elhasıl bütün hayatınızın hesabını vereceksiniz. Ey cema‘at-i müslimin! Hatim sürdükçe okuyup geçmekte olduğumuz manasını belki hiç tedebbür etmediğimiz düşünmediğimiz bu ayet-i celile Enfal Suresindedir. Evet bizler şimdiye kadar Kitabullah’ı tedebbür ede ede yani her sayfasındaki her ayetindeki hükümleri anlamak isteye isteye okusaydık alem-i İslam hiç bir vakit böyle perişan olmazdı. Bakınız dilim döndüğü aklım erdiği kadar size tercüme etmeye çalıştığım şu ayet-i celile açıktan açığa bildiriyor ki Allah’ın bütün evamiri Resul-i Muhterem’in bütün vesayası bizim için mahz-ı hayat yüzü ölüm yüzü görmeyecek imişiz. Pek a’la! Madem ki bizler müslümanız madem ki şeri‘atimizin bütün ahkamı bizim için mahz-ı hayattır nasıl oluyor da bugün dünyadaki üçyüzelli dörtyüz milyon muvahhidin mü’minin hali böyle dostları kederinden öldürecek düşmanları sevincinden çıldırtacak derecelerde sefil oluyor? Öyle ya hiç birimiz inkar edemeyiz ki bugün dünyada ümmet-i İslamiyye kadar sefil bedbaht perişan aciz kudretsiz kuvvetsiz ilimsiz irfansız bir cema‘at yoktur. Size başımdan geçen acıklı bir vak’a anlatayım: Vaktiyle gayet ma’lumatlı gayet zeki bir Avrupalı hayli de seyahatlerde bulunmuş. Bir aralık Arabistan Fakat bu seyahate çıkmazdan evvel gideceği yerlerde sıkıntı çekmemek için biraz Arapça Acemce öğrenmek lüzumunu hissederek bana müracaatta bulundu. Bu kadar zeki bu kadar malumatlı adamın arzu etse alem-i İslam’da bizim hesabımıza pek büyük hizmetler edebileceğini düşündüm de yarı şaka yarı gerçek kendisine dedim ki: “– Ben sana bu iki lisanı da öğretirim. Yalnız bir şartla: Müslüman olmak şartıyle.” Avrupalı anlaşılan böyle bir teklife ma’ruz kalacağını hiç tahmin etmemiş olmalı; yüzüme hayran hayran baktıktan sonra dedi ki: “– Müslümanlığın Hıristiyanlık’tan daha iyi bir şey olmadığını bilmeseydim belki seninle böyle bir pazarlığa girişebilirdim. Lakin...” “– Fakat bunu nereden öğrendiniz? Sizin müsteşriklerinizden değil mi? Dünyada o müsteşrik diyerek bizim hakkımızda verdikleri ma’lumata körü körüne “– Haydi bunu kabul edeyim. Lakin görünen köy kılavuz ister mi? Dünyanın her tarafına serpilmiş olan Muhammedileri görmüyor muyum? Rusların Fransızların İngilizlerin Felemenklilerin tabi‘iyetinde yarım milyara yakın dindaşınız bulunuyor. Rica ederim beni de onlar gibi mi yapmak istiyorsun? “Asırlardan beri bütün hıristiyan milletler çalışır çabalar günden güne terakkı eder refah içinde huzur müslümanlar tamamıyle bunlara ma’kus bir hayat içinde sürüklenmiyorlar mı? “Dindaşlarınızın bugünkü sefaletini iklimin te’sirine Çünkü bakıyorum aynı iklimde aynı muhitte yaşayan hatta lisanları ırkları bir olan bir hıristiyan yahut bir mecusi yahut bir budi ile bir müslüman arasında dünyalar kadar fark var: “Ötekiler zengin bu fakır. Ötekiler terakkı etmiş bu günden güne geriliyor. Ötekiler efendi bu ırgad. Ötekiler geceli gündüzlü çalışıyor bu atıl batıl. Ötekiler okuyor yazıyor bu alabildiğine cahil. Ötekilerin şehirleri köyleri tertemiz bu pislik içinde sari hastalıklar içinde kıvranıp duruyor. “Ötekiler el ele baş başa vermişler cem’iyetler cema‘atler şirketler vücuda getirmişler. Mes’ud bir halde terakkı ediyorlar te‘ali ediyorlar; bu cem’iyetsiz cema‘atsiz nizamsız intizamsız yaşıyor. “Dindaşım dediği adamlarla arasında hiç bir rabıta yok. Onların saadetinden memnun olmak felaketinden acı duymak şöyle dursun haberdar bile değil. “Ufak tefek hükumetler vücuda getirebilmiş ise onların da hiç biri kendisine adalet rahat te’min edememiş. Gördüğü zulme karşı isyan etmek hiç olmazsa tazallumda bulunmak gasbedilen hakkını ihkak için bir hareket göstermek hatırına bile gelmiyor. “Kendi dindaşına i‘timad etmiyor. Yabancılara daha ziyade muhabbet daha ziyade temayül gösteriyor...” Herifi bırakmış olaydım alem-i İslam’ın canlı bir coğrafyası canlı bir haritası gibi bana saatlerce izahat vermekten binlerce acıklı levhalar göstermekten geri durmayacaktı. Sözünü kestim. Dedim ki: – Bir dinin lehinde olsun aleyhinde olsun mütala‘ada bulunmak için yalnız o din ile mütedeyyin olan insanların yahut cema‘atlerin tavrına kıyafetine bakmak doğru değildir. Sizinki tıpkı birkaç hasta hekim görmekle tababetin hekimliğin aleyhinde bulunmak gibi oluyor. Evet bir tabib bir hekim tababet denilen fennin ta’yin ettiği kaideler kanunlar hilafına hareket edebilir. Ve tabi‘idir ki bunun cezasını görür. Ancak bundan dolayı tababete bir günah bir mes’uliyet terettüb eder mi? Eğer bugünkü müslümanlar filhakıka deminden beri tasvir ettiğiniz halde iseler İslam’ın ne kabahati var? Siz bizim şeri‘atimiz hakkında söz söyleyeceğiniz zaman evvela o şeri‘atin havi olduğu düsturları esasları tedkık etmiş olacaktınız. Şayed Müslümanlığın mahiyetini mutlaka müslümanların halinden istidlal tarikını ihtiyar etmek evvel yani dinin safvet-i hakıkıyyesini muhafaza ettiği devirlerde gelen müslümanların halini nazar-ı i’tibara almalısınız. mazbuttur. ’dır. “oku” demektir. Artık bir din ki onun Allah tarafından nazil olan altıyüz sahifelik Kitab-ı Mübin’i “Oku!” diye başlıyor; dünyada okumayı yazmayı ilmi irfanı böyle bir din kadar iltizam eden emreden himaye eden diğer bir din tasavvur olunabilir mi? Sonra “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” “Allah’ın kulları “Bizim ayat-ı celilemizdeki hikmetleri ibretleri ancak alim olanlar idrak edebilir; başkaları edemez” gibi daha bir çok ayetler ilmin erbab-ı Pek a’la! Bugünkü müslümanlar senin dediğin gibi derekesine düşmüşlerse ben ne yapayım yahut din ne yapsın? “Müslüman şehirlerini müslüman köylerini dolaşmışsınız. Nezafetten taharetten eser görmemişsiniz.” Bir kere bizim bedeni ibadetlerimiz temizlik üzerine müessesdir. Biz tamamiyle temiz olmadıkça ne abdest alabiliriz ne Allah’ın huzuruna çıkabiliriz. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz “İmanın yarısı temizliktir pakliktir” buyuruyor. Üstü başı eli yüzü içindeki dışındaki çamaşırı elhasıl tepeden tırnağına her yeri nezafetin taharetin son mertebesine varamayan; gezdiği durduğu yürüdüğü yattığı kalktığı yerler kamilen nazif olmayan tahir olmayan bir müslüman altından kalkamayacak vebale girer. Çünkü her gün muayyen zamanlarda edası üzerine farz-ı ayn olan ve ölümden başka hiç bir özür götürmeyen namazı kabil değil kılamaz. Daha sonra bilirsiniz ki müslümanlar haftada birkaç kere bütün vücutlarını yıkamaya temizlemeye dinen mecburdurlar. Hülasa abdestler namazlar gusüller Kur’an’daki Sünnet’deki yani Ehadis-i Nebeviyye’deki bitmez tükenmez emirler tavsiyeler bugün tababetin hayatın esasını teşkil eden nezafeti telkın eder dururken şayed ümmet-i İslamiyye dediğiniz gibi buna rağmen pislik raci olmak lazım gelir? “Dünyanın dört köşesindeki müslümanlar cem’iyetsiz cema‘atsiz bir halde yaşıyor” diyorsunuz. Acaba şeri‘at-i uhuvveti samimiyeti telkın eden bir din gösterilebilir mi? Peygamberimiz buyuruyor. Dinin beş muazzam direği vardır ki beşi de doğrudan doğruya birliği vahdeti istilzam eder. Kendisi en büyük bir farz cema‘atle edası ise müekked sünnet bulunan beş vakit namaz kadar bu vahdeti te’min edecek idame edecek ebediyyen tezahür ettirecek ilahi bir vasıta bir rabıta hangi şeri‘atte hangi harekette bulunabilir? Zengin olmayan müslümanların zengin olanlarda ma’lum muayyen sarih bir hakkı olan zekat nedir? Bu fariza bir tabakadaki dindaşları merhamet şefkat diğer tabakadakilerini hürmet minnetdarlık hisleriyle birbirlerine bağlamıyor mu? Ya o arzın şarkından şimalinden garbından cenubundan koşup gelen yüz binlerce müslümanı senenin muayyen bir gününde Hicaz’ın muayyen bir sahasına toplayan Hac kadar muazzam metin bütün Muhammedilere şamil bir vahdet rabıtası nerede görülmüştür? Nerede görülebilir? Namazları niyazları Hac’ları Ka’beleri ezanları Kur’an’ları minberleri Arş’ları Kürsi’leri Huda’ları bir olan; sonra bütün ibadetleri bir lisan ile yani lisan-ı Kur’an’la Arap lisanıyle eda edilen müslümanlar arasında ayrılık gayrılık hisleri hüküm sürüyorsa bunlar yekpare bir ümmet vücuda getirmekten uzakta bulunuyorsa şeri‘ati Hayra ma’tuf olan bütün işlerde bütün hareketlerde din kardeşine elinden geldiği yardımı fedakarlığı esirgememek her mü’mine farizadır. Bu farizayı ihmal eden dindaşının elemine iştirak etmeyen bir ferdin cema‘at-ı İslamiyye erkanından efradından sayılamayacağı Aleyhissalatü vesselam Efendimiz tarafından sarahaten bildirilmiştir. Birr ü takva mertebeleri ki: Mü’min-i kamil insan-ı kamil için mutlaka o mertebelere yükselmek lazımdır; dindaşlarının yardımına koşmadan bu hususda malının varının en kıymetli en sevimli kısmını feda etmeden ele geçirilemez. ayet-i kerimesinden başka infakı te‘avünü amir ayat-ı celileye Kitabullah’ın her sahifesinde tesadüf olunur. “Cema‘atten uzaklaşmak Allah’dan uzaklaşmaktır.” “Allah’ın eli cema‘atin üzerindedir.” “Cema‘at rahmettir ayrılık azabdır.” “Müslümanların birbirlerine karşı vaz‘iyeti yekpare bir binayı meydana getiren perçinlenmiş kayaların birbirine karşı vaz‘iyeti gibidir.” “Imanın tam olması için müslümanlardan her birinin diğerini kendi nefsi kadar aziz muhterem mültezem tutması elzemdir” mealinde bir çok ehadis-i şerife varid olmuştur ki hepsi ümmet-i İslamiyye arasında vahdet te‘avün ittifak tenasur husulünü amirdir. Artık Kitab’dan Sünnet’den irad ettiğim bu kadar esaslar meydanda iken “İslam ümmet arasında vahdet vücuda getiremiyor” demek doğru mudur? Gerçekten bugün siz o vahdetin müslümanlar arasında tezahürünü görmüyorsanız kabahat kime atfedilmek icab eder? okuyun da bakın. Dünya dünya olalı o kadar müdhiş bir vahdet görülmüş müdür? Ashab-ı Kiram’ın Ensar denilen kısmından yani Medinelilerden Muhacirin denilen kısmına yani Mekkelilere karşı gösterilen fedakarlığı kardeşliği hiç bir cema‘at diğer bir cema‘at hakkında izhar edebilmiş midir? “Cema‘at-i Müsliminden bir karış ayrılan kimse Müslümanlık ribkasını boynundan çıkarıp atmış olur.” “Ümmet-i İslamiyye arasında tefrika çıkaran fesad çıkaran bizden değildir.” gibi bir çok ehadis-i şerife daha vardır ki her biri ümmet-i Galiba Yermük muharebesi idi. Bir aralık harb sükun bulmuştu. Ashab-ı Kiram’dan biri yarım matara kadar su bularak meydan-ı muharebede mecruh düşenlerin ki “Aman bir yudum su” diyordu. Hemen matarasını bu biçarenin dudaklarına yanaştıracağı sırada üç beş adım ötede yorgun bitkin bir ses: “Aman bir yudum su!” dedi. Sahabi-i müşarun-ileyh diyor ki: Ben ne yapacağımı henüz kestirememiştim. Amca-zadem matarayı eliyle iterek öteki yaralının imdadına koşmamı işaret etti. Hemen onun yanına vardım. Lakin bu ikinci mecruh da suyu ağzına götürmeden üçüncü bir ses daha zuhur ederek “Bir yudum su yok mu?” dedi. Bu feryadı duyan yaralı tıpkı amca-zadem gibi suyu içmekden imtina‘ ederek gözleriyle beni arkadaşına gönderdi. Va esefa ki ben üçüncü sesin çıktığı yere vardığımda arka üstü yatan o gaziyi şehid buldum. Hemen ikinci mecruha döndüm. Lakin o da Mevla’sına kavuşmuştu. “Fesübhanallah!” diyerek amca-zademin yanına geldim. Onun da son nefesini vererek Allah’a gittiğini gördüm. Tarih-i İslam’da böyle vak’alar sayılamayacak kadar çoktur. Ama dediğiniz gibi “bugün müslümanlar dinin bu ezeli ve ebedi düsturunu bir tarafa bırakmışlar da şirazesi kopmuş bir kitap gibi dağınık yapraklar perişan sahifeler haline gelmişlerse” ben ne diyeyim? “Müslümanlarda adalet yok zulüm var” diyorsunuz. Acaba şeri‘at-i İslamiyye kadar insanların hukukunu gözeten adaleti esas tanıyan velev düşmanlara karşı olsun muayyen ma’lum müdevven bir takım esasat-ı adile dairesinde muameleyi emreden bir din bir şeri‘at bir kanun mevcud mudur!.. “Bilmiş olunuz ki Allah sizlere bütün vazifeleri erbabına vermekle ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletten ayrılmamakla emrediyor.” Bütün İslam diyarında her Cuma günleri minberden “Bilmiş olunuz ki Cenab-ı Hak sizlere adaletle muamele etmeyi hiç bir zaman Değil müslümanlara başka dinden olanlara karşı bile İslam’ın gösterdiği adaleti merhameti hangi millet gösterebilmiştir? Kudretiyle kuvvetiyle dünyaları titreten Hazret-i Ömer’in Kudüs-i Şerife nasıl girdiğini elbette bilirsiniz. Müslümanlar kendilerinin en şevketli başka milletlerin en zayıf bulundukları devirlerde bile kudretlerine kuvvetlerine mağrur olarak bugün siz garblıların biz şarklılara karşı takındığınız tavrı takınmamışlardı; esaretiniz altında inleyen mahkum milletlere reva gördüğünüz zulümlerin şena‘atlerin hiç birini irtikaba tenezzül etmemişlerdi. “Müslümanlarda mücahede yok sa’y yok servet yok; atalet var meskenet var zaruret var” diyorsunuz. Eğer İslam sa’y dini mücahede dini olmasa idi dünyanın Hicaz gibi en sapa en çorak en metruk bir köşesinden fışkıran o nur nasıl olur da pek az bir zaman zarfında bütün kainatı kuşatabilirdi? Tarih-i alem İslam mücahidlerinin eşini gösterebilmiş midir? Vakı‘a ihtikar gibi faizcilik murabahacılık gibi gayr-ı meşru yollardan servet yığmak müslümanlar için suret-i kat’iyede haramdır. Lakin Allah yolunda para dökmeyi muhtaçların imdadına koşmayı emreden bir din nasıl olur da helal yollardan kazanmaya mani’ olur?.. Ne hacet! Dinin beş direği var ki ikisi “altın”dandır. Öyle ya para olmadıkça haccetmek zekat vermek Ey Cema‘at-i müslimin! O söylediğim Avrupalı ile aramızdaki münakaşanın vuku’undan beri bir hayli seneler geçti. Ben herifi yola getirmek için daha ne gibi sözler söylediğimi unuttum. Yalnız hatırımda kalan netice şu idi: Herif beni uzun uzadıya dinledikten sonra dedi ki: “– Eğer evvelce müslüman memleketlerini gezmiş müslümanların halini yakından görmüş olmasa idim senin şu vermiş olduğun izahatı belki kabul ederdim. Lakin kemal-i teessüfle söylüyorum ki gözüyle gördüğü şeyin aksine inanmak insan için pek kolay bir şey değildir!” Ey cema‘at-ı müslimin! Fransızların Gustave Le Bon adamın bir kaç eseri yarım yanlış olmak şartıyle Türkçe’ye de tercüme edildi. Mısır prenslerinden birisi kendisiyle teklifsiz konuşurmuş. Günün birinde aralarındaki bahis bize bizim halimize intikal etmiş. Fransız müellifi demiş ki: “– Canım efendim beni meraktan kurtarınız. Bu nasıl oluyor? Ben Arap medeniyetini İslam medeniyetini senelerce tedkık ettim. Şarkı hayli dolaştım. Şeri‘atinizi epeyce biliyorum. Bakıyorum ki Allah peygamberlerin en akılini size göndermiş. Kitapların en iyisini sizin elinize vermiş. İklimlerin en latifi toprakların en zengini Mümkün olsa da size beş altı sene şeyhülislamlık etsem memleketinizi cennete çevirirdim!” Hakıkat bizler hazinelerin üzerine oturmuşken gelip geçene avuç açan dilencilere ekin anbarlarına yaslanmış olduğu halde açlıktan ölen sersemlere döndük! Bu halimize ne kadar teessüf olunsa Huda bilir yine azdır. Allah rızası için olsun artık aklımızı başımıza toplayalım. Artık gördüğümüz felaketlerden uğradığımız musibetlerden ibret alalım. Bu cehaletimiz bu gafletimiz bu nifakımız bu şikakımız yüzünden neler kaybettiğimizi düşünmüyor musunuz! Ecdadımızın bize kanları canları bahasına alarak emanet ettikleri yadigar bıraktıkları o koca koca iklimleri o dünyanın en zengin en mahsüldar topraklarını vere vere bugün avuç içi kadar yere tıkıldık kaldık. Haydi diyelim ki evvelce düşman önünden perişan bir halde kaçarken arkada sığınabilecek barınabilecek bir ocak yahut bir bucak bulabiliyorduk. Fakat gözünüzü açınız iyice bilmiş olunuz ki artık dinimizi imanımızı namusumuzu çoluğumuzu çocuğumuzu barındırabilmek için arkamızda hiç bir yer kalmamıştır. Şayed düşmanların hilelerine tezvirlerine yalanlarına kapılarak birbirimize girmekte birbirimizin kanını içmekte bir müddet daha devam edecek olursak ma‘azallah bu son müslüman hükumeti de kafirlerin ayakları altında çiğnenip gidecektir. Evet buyuran Allahu Zü’lcelal Kur’an’ını kıyamete kadar sıyanet edecektir. Bunda şüphemiz yoktur. Lakin İslam güneşinin bu diyardan mutlaka batıp gitmeyeceğine dair elimize hiç bir senet verilmiş de değildir. O güneş dünyadan eksik olmaz lakin bu iklimler onun ziyasından mahrum olabilir ki o zaman hepimiz zulmetler O zaman ne yaparız? Nereye başvururuz? Kimden meded umarız? Yediyüz senedir elimizde duran koca bir saltanatın yerlere serildiğini şu mübarek camilerin kiliseye çevrildiğini şu minarelerden yükselen ezan seslerinin ebediyyen kesildiğini görmek kadar acıklı bir manzara olur mu? Böyle bir akıbeti görmekten ise insanın gözlerinin yumulması daha hayırlı değil midir? Yerin üzerinde sürünmekten yerin dibine geçmek elbette çok ehvendir. Öyle ise deminden beri serd ettiğimiz ilahi düsturlara rücu edelim. Onların gösterdiği yola dönelim. O yoldan o vahdet yolundan kıl kadar ayrılmayalım. Bize kendimizden başka kimsenin dost olamayacağını yakinen bilelim. Aramıza sokulan ayrılık gayrılık hislerini büsbütün unutalım. Muharebe meydanında ruhunu teslim ederken bile kendi din kardeşini kayırmak için uğraşan o kahraman ecdadımıza benzemeyi yaşarsak onlar gibi yaşamayı ölürsek onlar gibi ölmeyi isteyelim. Günahlarımızı lekelerimizi bu suretle temizleyelim. Huzur-ı İlahiye alnımız açık olarak çıkalım. Kendimize acımıyorsak evladımıza olsun merhamet edelim de bütün varını sefahet uğrunda tüketerek arkaya sefaletten başka bir şey bırakmayan rezil mirasyedilere dönmeyelim. ASIM Evlenip aile teşkili bugün zor geliyor; Görüyorsun ya nikahlar ne kadar seyreliyor. Eskiden zurnalar öttükçe feza inlerdi; O ne dehşetli düğünler o ne derneklerdi! Kurulur meydana harman gibi kırk elli sini Tablalar yığmaya başlar koyunun beslisini. Ense kat kat taşıp etrafa dökülmüş yakadan; Göğsün eb’adı kabardıkça gerilmiş camadan; Başta abani sarık tende hilali gömlek; Belde Lahor şalı üstünde o som sırma yelek; Dizde kaytan çevirilmiş çuhadan sıkma potur; Amcalar lök gibi bağdaş kurarak halka olur. Sofranın halesi şeklinde duran kutru geniş Boyu çepçevre kılabdanla zarif işlenmiş Eni az peşkiri herkes götürür dizlerine. Çorbadan sonra etin türlüsü kalkıp yerine Hamurun türlüsü devlet gibi kondukça konar. Sekiz on yerde güğümler mütemadi kaynar. Taze şerbet sunulur taze kesilmiş karla! Buzlu ayransa döner ortada bakraçlarla! Öğlen olmaz mı cema’atle kılarlar namazı... Güleşin gümler o esnada mehib incesazı: Oturur besli davullar yere şişman şişman Perde göstermeye başlar kabalardan o zaman Öyle inler ki zemin: Kalb-i feza küt! küt! atar; Zurnanın tizleri dersen yedi iklimi tutar! Şimdi hayvanlı yayan kız kadın oğlan erkek; Kuşatır ip çekilen meydanı yüzlerce öbek. Bir taraftan da iner na-mütenahi araba; Şu beyaz tenteler altında birer hacle mi var? Çekilir derken ödüller: Sekiz on seçme davar Hele mendil gibi uçkur gibi peşkeşleri artık sorma. Yağ kazanlarla durur... Tartısı yok ölçüsü hiç; Hani ister sürün ister dökün istersen iç! Bunların hepsi biter bir heyecandır belirir; Ne temaşadır o titrer durur insan tir tir! Birbirinden daha mevzun iki üç çift endam Atılıp sahneye şahin gibi etmez mi hıram Ses soluk çıkmaz olur herkesi ürperme alır; O geniş yer de nefeslerle beraber daralır. Çünkü meydanda değil seyre bakanlarda bile Asım’ın dengi heyakil seçilir yüzlerle. Şimdi sağ kolda gümüş kaplı birer bazu-bend Boynu mıskayla donanmış o yarım deste levend Önce peşrev yaparak sonra tutuşmazlar mı Güleş artık kızışır hasmını tartar hasmı Uzanır şimdi göğüsler kavuşur; şimdi yine Dalga çarpar gibi çarpar gerilip birbirine! Kimi tek çapraza girmiş mütemadi sürüyor; Kimi şirazeyi tartıp alıvermiş yürüyor. Kimi sarmayla çevirsem diye sardıkça sarar; Kimi kılçık düşünür atmak için fırsat arar. Adali gövdeler altında o biçare çayır Döşenir toprağa... Hem bir daha kalkar mı? Hayır! Bu elenseyle düşürmüş de hemen çullanıyor. O da kurtulmak için türlü oyun kullanıyor. Kimi almış paça kasnak o açar hasmı döner; Kimi kündeyle giderken topuk eller de yener! Kimi cür’etli olur çifte dalar hem de kapar; Kimi baskın çıkarak kazkanadından çarpar. Seyreden halkı da bir gör... O ne candan hizmet; O ne rikkatli adamlar o ne ma’sum ümmet! Yarılan başları çevreyle boğanlar mı dedin? Göz silenler mi dedin? İncik oğanlar mı dedin? Yağ süren başka saran başka çözenler başka; Su veren başka güğümlerle gezenler başka. Şan şeref duygusu millette nasıl yüksekse Merhamet hissi de öyleydi... Değil miydi Köse? Ne o? Bir şey demedin... — Geçmişe mazi derler! — Doğru lakin... — Bırak oğlum gelecekten ne haber? — Onu Allah bilir ancak. — Azıcık kul da bilir. — Bilemez çünkü görünmez. — İyi amma sezilir: Mehmed Akif “ŞARK İLLERİ KURULTAYI” MURAHHASLARIYLA MÜLAK A T – – Arkadaşlardan biri sordu: –Siz bu Bolşeviklik’ten yahud Komünistlik’ten ne anladınız? Bunlar bizim işimize gelir şeyler mi?.. Abdülhalim Efendi hemen cevab verdi: –Ha o mes’ele başka. İşimize gelen cihetleri de var işimize hiç gelmeyen cihetleri de var. Bu mes’ele hakıkaten bizim zihnimizi çok işgal etti. Bu hususda söz söyleyecek adamlar mutlaka bir def‘a Rusya’ya gidip onların hayatlarını yakından görmeli ondan sonra beyan-ı mütala‘ada bulunmalıdır. Her hastaya aynı ilac verilmez. Hatta aynı nevi’den olan hastalara verilen aynı hususiyyesi mutlaka nazar-ı dikkate alınır. Onlar için çok hükm olunamaz. Bazı hususlarda dertlerimiz birleşiyor. Fakat birçok hususatta da ayrılıyor. Onların hayatları teşkilatları adat ve tabayi‘i bizden büsbütün başka. Bir kere oradaki fabrikalar oradaki amele hayatı amele teşkilatı bizde mevcud değil. Orada zenginler milyonerler bizde nerede? Onların şehirleri binaları müesseseleri yanında bizim şehirlerimiz birer köy gibi kalır; oradaki gördüğümüz bin doksan iki odalı ve yedi katlı bir bina bizim bir şehrimize mu‘adildir. Bizde servet orada olduğu gibi eşhas-ı mahdudenin elinde tecemmu‘ etmiş değildir. Bizde herkesin iyi-kötü başını sokacak bir kulübesi vardır. Fakat orada o azim binalara sahib olmak herkesin karı mıdır? Emlak hep sermayedarların elindedir. Sonra orada arazi mes’elesi de var ki bizdekinin aynı değildir. Orada bir adam milyonlarca dönüm araziyi zabt etmiş. Orada çalışan binlerce insan o adamın kölesi. Köylü araziye sahib değil. Bizde ise köylülerin az çok birer mikdar tarlası vardır. Ama çalışır çabalar da yine mes‘ud olamaz o başka. Bizim derdlerimiz de yok değil. Fakat onlarınkinden başka olduğunu arz etmek istiyorum. Yani bizim derdimiz mesela araziyi taksim etmekle halledilmiş olmaz. Ma‘lum ya bizde esasen arazinin rakabesi beytülmale aiddir. Toprakta çalışanlar ecir hükmündedir. Bir adam üç sene sıraya bir yeri ekmezse tasarruf hakkı sakıt olur. Bizdeki kaideler güzeldir. Bolşeviklerin yapmak evvel te’sis etmiştir. Ama biz o yolda gitmiyoruz o başka. Haydi bolşeviklerin kaidelerini aynen kabul edelim. Hakkıyla tatbik etmedikten sonra ne faide var? Sonra onlar diyanet mes’elesinde de bizden ayrılıyorlar. Onların elinde batıl bir din vardı ki kendilerini butlana dalalete da‘vet ederdi. Tabi‘i onun kuyud-ı batılasından sıyrılmak lazımdır. Müterakkı mütefekkir bir adam Allah’ı hem bir hem üç nasıl kabul eder? Hiç şübhe yok ki bir gün gelecek bunun butlanını anlayacak hakıkati taharri edecektiler. Zaten Hıristiyanlık denilen şey bugün dinlikten çıkmış papazların bir dalavere aleti olmuş. Bu kadar müterakkı insanların hala papazların batıl akıdelerine mıhlanıp kalmaları nasıl olur? Biz çoklarıyla görüştük. Allah’ı bizim ne suretle telakkı ettiğimizi söyledik. Derhal kabul ettiler. Yani bu adamlar bugün hakıkat aşığı olmuşlar. O müdhiş zulüm ve dalaletten sıyrılmışlar hürriyet-i mutlakaya çıkmışlar. Düne aid her ne varsa hatta din de dahil olduğu halde hiçbiriyle kendilerini mukayyed addetmiyorlar. Tabi‘i hakları vardır. Ve şimdiye kadar nasıl o kuyud-ı batılaya tahammül ettiklerine şaşmamak mümkün değildir. Şimdi onlar zulmetten sıyrılmışlar kafesden kurtulan bir kuş safvet ve heyecanıyla sağ sol demeyerek gelişigüzel uçuyorlar. Henüz bir tarafa konmak zamanı gelmemiştir. Mutlak bir boşluk içinde muttasıl uçuyorlar. Ta ki kanatları yoruluncaya kadar bu hal devam edecektir. Bu halde artık onlar maziye aid hiçbir şeyi hatırlarına bile getirmek ma‘nen zulmetten ibaret o hayat-ı maziyyenin istenecek bir ciheti de yok ya! Hükumet denince karşılarına çarlığın zulüm heykeli dikiliyor nefret ediyorlar. Kanun denince papazların kendilerini içine çektiği zulmet ve kasvet çukurları hatırlarına geliyor alabildiğine kaçıyorlar. Medeniyet denince binlerce vahşet ve şena‘at levhaları gözleri önüne dikiliyor ondan da kaçıyorlar. Hürriyetlerini takyid edecek önlerine ne gelmişse yakmışlar yıkmışlar. Başıboş bir hayat. Ve kendileri gibi olmayanları da aynıyla evvelce bulundukları zulüm ve zulmet zindanlarında kalmış telakkı ediyorlar onları da kurtarmak için feryad edip duruyorlar. Niyetleri güzeldir arzuları samimidir. Bütün beşeriyetin saadetini kendileri gibi harekette telakkı ediyorlar. Bütün dünya onların kafilesine karışsın hep beraber uçulsun istiyorlar. Hakıkat ve saadetin arkasında koştuklarına nura kavuşmak istediklerine hiç şübhe yoktur. Fakat oraya vasıl olmuşlardır denilirse hükümde isti‘cal edilmiş hataya düşülmüş olur. Çünkü inkılab henüz devam ediyor. Nerede karar kılacağı belli değildir. Vakı‘a eskisini yıktılar; tarumar ettiler. Yeni hayata aid bir takım esaslar da vaz‘ ettiler. Fakat bugün orada her şey hal-i hayli zaman ister. Bizim anladığımıza göre oraları daha çok çalkanacak kanlı mücadelelere sahne olacaktır. Bizim ’teki i‘lan-ı hürriyyet devrini hatırınıza getiriniz oradaki heyecan-ı ser-mestinin küçük bir nümunesini görmüş olursunuz. Onlarınkisi yalnız siyasi bir inkılabdan adamların değişmesinden ibaret değil. Asırlardan beri teessüs eden hayat-ı ictima‘iyyeyi değiştiriyorlar. Azim bir da‘va ile ortaya atılmışlar. Bu hareketin saikı endişe-i şahsi olduğuna delalet edecek hiçbir şey yoktur. Fakat Kolçak Denikin Budanic hareketleri tamamıyla şahsi endişelerden mütevellid idi. Onun için onların ömrü kısa oldu. Wrangel de ötekileri gibi akıbet bir gün parçalanacak dağılacaktır. Çünkü bir aşk ile değil şahsi menfaatler saikasıyla hareket ediyor. Ve kendilerinden ziyade ecnebilerin aleti oluyor. Bolşevikler böyle mi ya? Heriflerde öyle bir aşk ve neş’e var ki insan cidden hayret ediyor. Aç kalıyor siyah kuru ekmek yiyor yalın ayak geziyor yine ıztırab duymuyor. Bilakis bu halden mütelezziz oluyor. Herkesin tüfeği duvarında asılıdır. “Düşman geliyor!” denildi mi herkes tüfengini kaparak seve seve koşuyor. Bakıyorsunuz bütün şehir halkı toplanmış taburlar teşkil etmiş. Öldürüyorlar ölüyorlar. Düşmanı mutlaka tard ediyorlar. Bu kadar fedakarlık her halde bir aşk ve kanaat mes’elesidir. – Vakı‘a biz bugün sıkıntı çekiyoruz diyorlar. Fakat yarın rahat edeceğiz. Biz ölsek de evladlarımız saadete kavuşacaktır. Biz bütün beşeriyeti kurtaracağız. Yeryüzünde sulh ve saadet te’sis edeceğiz. Onun haline baksanız acırsınız: –Hele sen şu eski hayata gel de öp başına koy!.. diyeceğiniz geliyor. Fakat emin olunuz ki aldanırsınız. Hayalinde doğan istikbal güneşi onun gözlerini öyle kamaştırmıştır ki onun için artık hiçbir şeyin kıymeti kalmamıştır. Bugün onun yegane zevki didişmek uğraşmak ıztırab çekmektir. Ve ıztırab çekmezse o zevkten mahrum kalacak diye üzülüyor rahat da istemiyor. Tabi‘i siz buna güler belki de inanmazsınız. Hakkınız var. Biz de şaşıp kalıyorduk. Fakat ne çare ki hakıkat bu merkezdedir. Ne olmuş nasıl olmuş da bu adamlar bu cezbeye tutulmuşlar? Huzur ve rahatlarını bırakarak beşerin hürriyeti için yalın ayak koşuyorlar uğraşıyorlar? Kendileri yemiyorlar mesela Amerika’daki fukara-yı kasibenin hürriyetini te’min için yüzbinlerce liralar gönderiyorlar hayatlarını tehlikeye koyarak propagandacılığa gidiyorlar. Her halde bu kadar fedakarlıklar şahsi endişe kadar ıztıraba katlanmazlar onların iddialarına bakılırsa mutlaka cihanın tavrı değişecek bütün milletler esaretten kurtulacak çalışan halk mesaisinin semeresini başkalarına kaptırmayacak bütün insanlar saadete kavuşacaktır. Çok iyi çok ulvi emeller! Ama onu te’min edebilecekler mi? Tabi‘i o bir mes’eledir. Ve onun için zaman ister. Bir şeyi istemek temenni etmek başkadır onu yapmak saha-i fi‘le getirmek de başkadır. Onlar iyi olmasını Fakat bakalım tuttukları yollar nereye varacaktır? Nerede karar kılacaktır? Onlar tecrübe devirleri geçiriyorlar. Tabi‘i bu tecrübeler ucuza mal olmuyor. Bu uğurda feda edilen nüfus milyonları aştı. Heba edilen servet milyarları geçti. Bütün memleket baştan başa sarsıldı. Herşey alt-üst oldu. Fabrikalar durdu. Tarlalar sürülmedi. Meşakkat ve ıztırab her tarafı kapladı. Ama yarın daha iyi olacak? İhtimal. Fakat ya beklenilen gaye istihsal edilemezse? Bakalım bu tecrübeye her memleketin hal ve vaz‘iyeti müsaid midir? Mesela bizim bugünkü halimiz böyle bir zelzele-i inkılaba kat‘iyyen mütehammil değildir. O anda yıkılır gider. Çünkü biz çok sarsıntılar geçirdik. Sonra düşmanlar dört tarafımızı sarmıştır. Böyle iken bir de dahili gaile ihdas etmek kar-ı akıl olur mu? Hem onların bazı şeyleri var ki bizim hayatımıza uymuyor. Eğer bizim ictima‘iyatımız ahlakıyatımız… her hususda onların mazisine benzeseydi bugün o hareket-i tabi‘i olurdu. Nitekim o hayatta az-çok müşterek olan Avrupa milletleri arasında er-geç o kıyamet kopacaktır. orada da vardır. Rusları bu harekete sevk eden şerait-ı mutlaka bir gün kazanı patlatacaktır. Ama bizdeki hastalık onların marazı gibi değildir. Bazı hususlarda müşabehet vardır. Fakat çok hususatta da ayrılır. Onun için aynı tarz tedaviyi tatbike kalkışmak bence kat‘iyyen doğru olamaz. Adi bir taklidcilik olur ki bizim çektiğimiz hep bu yüzdendir. Nasıl Garb’ı körkörüne taklid etmemiz faide vermediyse bu def‘a da müdebbirane hareket etmezsek yine zararlı çıkarız. Ama maksadım yanlış anlaşılmasın. Bu azim inkılaba karşı bi-gane kalmak fikrinde değilim. Bununla ne kadar mümkün ise o kadar büyük bir ehemmiyet ve ciddiyet safahatını ta‘kıb etmeliyiz. Bundan ne suretle istifade mümkünse kat‘iyyen ihmal etmemeliyiz. Zaten bizim en büyük kusurumuz odur. Hadisat-ı cihan ile inkılab-ı efkar ile hiç alakadar olmuyoruz. Dünyalar alt-üst oluyor beşeriyet tavırdan tavıra giriyor alemde büyük büyük gane bir halde Sedd-i Çin arkasında yumularak eski bildiklerimizle yaşamak eski düşüncelerimizle kavrulmak istiyoruz. Fakat bir de bakıyoruz ki cihan başka cihan olmuş; ilimde fende san‘atte fikirde azim terakkıler husule gelmiş; insanlar göklere çıkmış kuşlar gibi uçuyorlar. Denizlerin dibine inmiş balıklar gibi su altından gidiyorlar… Bütün kuva-yı tabi‘iyyeyi yed-i teshirlerine almışlar bir anda bütün cihanla konuşuyorlar. Milletler ellerini kollarını bağlayan esaret zincirlerini kırmışlar ferdler etrafını ihata eden zulüm şebekelerini parçalamışlar Allah’ın insanlara büyük bir ni‘meti olan hürriyetlerine kavuşmuşlar insan gibi yaşıyorlar Allah’ın müstefid oluyorlar. Kendi memleketlerini i‘mar ettikten kendi hey’et-i ictima‘iyyelerini tanzim eyledikten sonra bir seyl-i huruşan gibi etrafa taşıyorlar yayılıyorlar. O zaman ayaklarımız suya erer hayretten elimiz böğrümüzde kalır. Dağları taşları devirip gelen o coşkun seli çamurla durdurmak isteriz. Acı tecrübelerle aczimizi anlarız. Ve kuvvetin zebunu olarak ric‘atten başka elimizden bir şey gelmiyor. Onlar sema-yı terakkıde yükseldikçe biz zemin-i inhitatta alçalırız. Onların asırlarca süren mesai neticesinde vasıl oldukları dereceye biz bir hamlede fırlamak isteriz. Bi’t-tabi‘ nasibimiz hüsrandan başka bir şey olmaz. Cambazın ip üstündeki hünerlerini yerde taklid eden soytarı gibi biz de onların şekillerini almakla kendimizi o dereceye vasıl olmuş addederiz. Böylece kendimizi aldatmakla zilletten zillete felaketten felakete yuvarlanıp gidiyoruz. Beşeriyet için hayatta bir an bile tevakkuf yoktur. Alem-i insaniyyet mütemadiyen tavırdan tavıra intikal ediyor. Bu tahavvülata bi-gane kalan milletler için nasıl hakk-ı hayat olur? Bugün karşıki sahillerde azim bir fikr-i inkılabi vuku‘a gelmiş biraz dikkat edilse tutuşan yangının alevleri görülebilecektir. Zanneder misiniz ki bu inkılab bütün cihana sirayet etmeyecektir? Bu bir tufandır ki bunun önüne duracak hiçbir kuvvet yoktur. Çok geçmeyecek bütün dünyayı kaplayacaktır. Bugün aklı başında olan her millet Rusya’da infilak eden bu devlet tahtları bugün gıcırdıyor. Her millet bu sarsıntıyı nasıl geçireceğim diye endişe edip durmaktadır. Vakı‘a biz onlar gibi değiliz. Bizim bünye-i ictima‘iyyemiz onlardan farklıdır. Bu sarsıntıdan onlar gibi bizim biz müslüman aleminin pervamız yoktur. Fakat böyle olmakla beraber o hareketi karşılamalıyız. O coşkun selin memleketimizde tahribat ika‘ına meydan bulmaması için şimdiden bünye-i ictima‘imizin icabatı vechile lazım gelen mecraları hazırlamalıyız. O vakit Şark’taki bu inkılabdan beklediğimiz faideyi istihsal etmiş oluruz. Yoksa her zamanki gibi bu inkılaba da ibtidasında yabancı kalırsak sonra en ziyade ezilen yine biz oluruz. Bugün biz her milletten ziyade bu inkılab ile alakadar olmalıyız. Muhtelif mesleklere mensub müteaddid hey’etleri Rusya’ya göndermeliyiz. Bu hareket-i Yalnız rical-i siyasiyyeden mürekkeb hey’etler göndermekle iktifa etmemeliyiz. Hukuk-şinaslardan mürekkeb bir hey’et göndermeliyiz. Arkasından ulemadan mürekkeb bir hey’et göndermeliyiz. Askerlerden mürekkeb bir hey’et göndermeliyiz. İlh… Bu ayrı ayrı hey’etlerin gözüyle tedkık ettirmek lazımdır. Onların verecekleri raporları mezc ü tevhid ile esaslı bir fikir hasıl ettikten sonra ihtiyar olunacak hatt-ı hareket bit-tabi‘ milletimiz için faideli olur. Biz bugün iddia edebilir miyiz ki bu şekl-i siyasi ile mütefessih Garb’ın küflenmiş nazariyat ve kanunlarıyla halkın refah ve saadetini te’min ederiz? Zannetmem ki bunu iddia edebilecek aklı başında bir adam bulunabilsin. “Tanzimat”tan beri bu kadar zaman geçti bu sahte taklidcilikten zarardan başka ne faide hasıl oldu? Şekilden şekile girdik. Yine adaleti te’min edemedik. Halka refah ve saadet yüzü gösteremedik. Nice zamanlardan beridir hep muslih sıfatıyla milleti oradan oraya sürükleyip durduk. Ma‘atteessüf sahil-i selamet ve saadete çıkarmaya muvaffak olamadık. Demek ki tuttuğumuz usullerden faide yoktur. Artık daha ziyade tecrübeye lüzum kalmamıştır zannederim. Biz başkalarını taklidcilikten vaz geçmeliyiz; doğrudan doğruya halkın ihtiyacatını nazar-ı dikkate almalı halkın dertlerini dinlemeli ona göre sade ve i‘vicacsız bir şekl-i idare kararlaştırmalıyız. Şimdiye kadar halkı kendimize doğru çekip durduk. Hiçbir faide hasıl olmadı. Şimdi biraz da halka doğru gidelim; bakalım ne netice hasıl olur? Ama yine her zamanki gibi modaya tabi‘ olarak taklidcilik hevesine kapılırsak tabi‘i bu fırsattan istifademiz olmaz. Mes’eleyi ciddi ve ilmi bir surette tedkık edelim. Rusya’ya göndereceğimiz adamlar hoppa züppe kimseler olmamalı. Aklı başında ağır ve mütefekkir milletlerin ruhuna ictima‘iyatına vakıf zevat olmalı. Onlar halkın refah ve saadeti için tutulan usulleri tedkık etmeliler. Sonra burada milletin ahval-i ictima‘iyye ve ruhiyyesi nasıl hareket etmek icab ediyorsa o tarikten ayrılmayarak yürümeliler. Yoksa alayişe kapılarak orada her görülen şey burada aynen tatbike kalkışılacak olursa zannetmem ki zarardan başka bir netice hasıl olsun. Biz orada Türklerden bazı gençler gördük. Fikirlerini hareketlerini hiç beğenmedik. Eğer onların kafasıyla hareket edecek olsak üç günde Anadolu’nun altı üstüne gelir. Bırakınız ki onların kafalarına uyacak Anadolu’da kimse bulunmaz. Bi-çareler kendi içimizden oldukları halde memleketimizin ahvaline o kadar yabancı görünüyorlar ki insan hayret ediyor. Hasılı bu mes’ele çok naziktir. Öyle kolay kolay hüküm verilemez; bu hususda fikir beyan edebilmeye bizim bidaamız kafi değildir. Biz kendi fikrimize göre bazı şeylerini çok beğendik. Fakat bazı cihetlerini de havsalamız almadı. Zaten onlar da esasatını henüz tamamıyla takrir etmediler. Onlar da kısım kısım. Bazıları çok müfrit. Bunlar halis komünistler. Bunlar din min hiçbir şey tanımıyorlar. Bir kısmı da biraz daha mu‘tedil ki bunlar da bolşevikler. Bunlar; “Herkes istediği bir dine mensub olur ve bulunduğu dinde serbest olur.” diyorlar. Tabi‘i bunların arasında da münakaşalar mübarezeler vardır. Onlar şimdi tecrübe devri geçiriyorlar. Ve gün geçtikçe daha ziyade i‘tidale meyil ediyorlar. Eskiden hiç münakaşa yokmuş; Komünistlik Bolşeviklik hakkında hiç kimsenin bir söz söylemeye salahiyeti yokmuş. Derhal en şedid cezaları tatbik ederlermiş. Fakat şimdi artık bu şiddetten vazgeçmişler. Aleyhlerinde söylenen sözleri dinliyorlar. Hatta bir gün Zinovyev kongrede kalkıp dedi ki: –Her kim bolşeviklerden bir zulüm bir işkence gördüyse açık açık söylesin. Hiç kimseden pervası olmasın. Biz kusurlarımızı ıslah edeceğiz. İhtimal ki bazan hata ederiz. Fakat hatalarımızı tashih etmek vazifemizdir. Bazı şeyleri siz bizden daha iyi görebilirsiniz. Onun için herkesin ihtarat-ı hayr-hahanede bulunmasını temenni ederiz. Bunun üzerine bir Azerbaycanlı kalktı. Bolşeviklerden uzun uzadıya şikayatta bulundu: –Filan yerde şöyle zulüm ettiniz filan mahalde şöyle haksız hareket ettiniz filan hususatta şöyle yanlış harekette bulundunuz. diye birer birer saydı. Hep bunlar zabıt ceridesine geçti. Eskisine nisbetle şimdi hayli i‘tidal vardır zannederim ve gittikçe daha ziyade i‘tidal dairesine geleceklerdir. Onun için diyorum ki: Oradaki inkılab henüz karar kılmamıştır. Bizim fikrimize göre orada efkar bir müddet daha çalkalandıktan sonra nihayet mu‘tedil bir sosyalist hükumet teessüs edecek ve bu şekil bütün cihanda te‘ammüm eyleyecektir. Onun için mes’ele çok naziktir. Alayişe kapılmamak çok Mes’elenin bir de siyasi safhası vardır ki bunu hüsn-i vazifedir. Şark’ı ve bütün İslam Alemi’ni emperyalist ve kapitalist Garb’ın tahakküm ve esaretinden kurtarmak istersek mutlaka bolşeviklerle beraber hareket etmek mecburiyetinde olduğumuzu anlamalıyız. Madem ki bugün bolşevikler İngilizlerle ve müttefikleriyle hal-i muhasamadadırlar bizim için büyük bir fırsattır. Biz onlara muhtac olduğumuz gibi onların da bize ihtiyacları vardır. Kongre’de bütün Şark akvamının bize karşı olan teveccüh ve rabıtalarını gördüler. Tabi‘i Zinovyev gibi akıllı bir adam bunu nazar-ı dikkate almıştır. Şark kendileriyle beraber hareket ettirmek için mutlaka Şark’ın başında bizim olmamız zaruridir. İslam akvamının hissiyatı ihmal edilemez. Bugün bolşeviklerin en büyük hasmı İngiltere’dir. Ve Asya’da İngiliz tahakkümünü kırmak Bolşeviklik için bir hayat memat mes’elesidir. İngilizin ser-nigun olması ise mutlaka Şark akvamının hareket ve kıyamına vabestedir. Enternasyonal’in Bakü’de toplanmasında büyük bir hikmet-i siyasiyye vardır. Lehistan’da kazanamayan bolşevikler bunun intikamını Şark’ta Hindistan’da alacaklar. Onun için hem-hudud olan Afganistan’a çok ehemmiyet veriyorlar. Afgan ordusunu tanzim ve tensik de Azerbaycan’da seferberlik i‘lan ettiler. İran’da bulunan uzak bulundurmak lazımdır. Diğer tarafdan Wrangel ile Aksa-yı Şark’taki Simyanof ordularının da hesabı kesilmek zaruridir. Yani bolşevikler için hallolunacak daha hayli mesail vardır. Ve bütün bu mesailde müslümanların beraber hareketi lazımdır. Müslüman kavimlerin bazıları dekayıkına vakıfdırlar. Bolşeviklerle anlaşarak istiklallerini te’min etmek ve kuvvetlenmek istiyorlar. Zaten bugün Şark akvamı için yani mahkum milletler için bundan başka bir politika ta‘kıbi kat‘iyyen muvafık değildir. Bolşeviklere karşı hareket İngilizlerin ekmeğine yağ sürmektir. Bu Azerbaycan’daki Müsavat Fırkası her nasılsa böyle bir hata irtikab ettiler. Bolşeviklere muarız bir vaz‘iyet aldılar vaz‘iyeti layıkıyla ihata edemediler. Halbuki bolşevikler için gaz mes’elesi hayat memat mes’elesidir. Bakü’den bolşevikler istifade etmezse yaşayamazlar. Ne şimendüferleri işleyebilir ne Bahr-ı Hazar’daki vapurları. Azerbaycan hükumeti Rusya’nın bu ihtiyacını mutlaka nazar-ı dikkate almak mecburiyetinde idi. Bu hususda ne kadar fedakarlık yapmak mümkünse yapacaktı. Halbuki ma‘atteessüf böyle olmadı. İngiliz hile ve tesvilatı orada kan döktürmeye sebeb oldu. Gence hadisesinde binlerce müslümanlar telef oldu. Ermeniler bu mes’elede büyük bir rol çevirdiler. Her halde bolşeviklerin Azerbaycan’a bu suretle girişi iyi olmadı. Azerbaycan’ın ordusu dağıldı. Ermeniler bir müddet için bundan çok istifade ettiler. Vakı‘a şimdi mes’ele başka bir safhaya giriyor. Fakat neye yaradı? Azerbaycan diplomatları sanki siyaset mi gösterdiler? Her ne ise şimdi bu mes’elenin münakaşası zamanı değildir. Maksadım bugün Şark akvamının bolşeviklerle anlaşması menafi‘-i hayatiyyeleri gördük. “Şura” usul-i idaresi Şark milletleri arasında günden güne teammüm ediyor. Kongrenin dağılacağı sırada idi Buhara’da şura hükumeti i‘lan olundu. Bütün İslam akvamının aynı şekl-i idareyi kabul etmeleri beyne’l-İslam vahdeti te’min nokta-i nazarından hakıkaten şayan-ı ehemmiyyettir. Eğer bu mes’eleyi başka türlü olur hatta bazı mutaassıb hıristiyanlar İslam akvamının intibahı bir ittihad-ı İslam mes’elesi ortaya çıkaracağını ileri sürerek bolşevikleri müslümanlarla beraber hareketten men‘ etmek istiyorlar. Bunlara karşı böyle bir ittihada mümana‘at olunacağına dair Lenin te’minat veriyor. Biz böyle bir te’minat verilmesini tabi‘i addederiz. Çünkü müslümanların bolşeviklere yardım etmesi de Slav ittihadını husule getirmek için değildir. Lenin İslam akvamının intibah ve kıyamını zaruri addediyor. Ve bugün din mes’elesinin mevzu‘-ı bahs olmadığını ileri sürüyor. Fil-hakika bugünkü mes’ele emperyalist ve kapitalist mes’elesidir. Yani zalimler ile mazlumlar mübarezesidir. Ruslar gibi müslümanların da bunu idrak etmeleri lazımdır. İleride ne olacak? O müslümanların dirayet ve kiyasetine tabi‘ bir mes’eledir. Bugün karşımızdaki müşterek düşmanı tepelemek mes’elesi vardır. Bugün mahkumiyetten kurtularak Şark milletlerinin istiklallerini te’min etmek mes’elesi vardır. Bunun neticesi ne olur? Gözümüzü açarsak her halde bizim için zararlı olmaz zannederim. Ruslar bile bugün bunun neticesinden korkmayarak Asya’yı teslih ediyorlar. O halde bolşeviklere karşı muarız bir vaz‘iyet almak İslam’ın menafi‘-i aliyyesi için kat‘iyyen muvafık değildir. Çünkü bugünkü mes’ele insaniyet mes’elesi zalim mazlum mes’elesidir. Mahkum milletleri esaretten halas etmek Şark’ı Garb’ın tahakkümünden kurtarmak hepimizin düşmanı olan İngiliz ve müttefikleri ser-nigun etmekten başka şeyleri düşünmek doğru değildir. Hele bir kere düşmanın başı ezilsin de artık Ruslarla dostluğumuzun devamına mani‘ bir şey kalmaz. Onun için bolşeviklerle münasebat-ı hasene te’sis etmek ve bunu esaslandırmak menafi‘-i aliyye-i İslamiyye icabatındandır. Bu mes’ele çok ehemmiyetlidir. Bunun ehemmiyetini herkesden ziyade İslam ulemasının takdir etmesi lazımdır. Fakat ne çare ki bizim ulemamız İslam akvamının hayat-ı siyasiyyelerine aid bu gibi mes’elelerle hiç iştigal etmiyorlar. İslam’a hizmetin yollarını bilmiyorlar. Bazıları da ma‘atteessüf adi fırkacılık cereyanlarına kendilerini kaptırmışlar yüksek nazarla İslam’ın menafi‘-i aliyyesini takdir edemiyorlar. Bugün Anadolu kıyam ve hareketinin Anadolu Kuva-yı Milliyyesi’nin Asya’daki ehemmiyet ve azametini görseler o vakit belki hakıkati anlarlardı. Mazlumlara –ki bunların ekseriyetini teşkil eden müslümanlardır– hizmet zamanıdır. Böyle bir fırsatın bir daha zuhur edeceği ne bellidir? Bundan istifade etmemek günahdır. Vakı‘a bu mes’eleler naziktir. İki taraflı kılıç gibidir. Ama hüsn-i idare edilirse hiç şübhesiz menfaatten başka bir şey hasıl olmaz. Onun için istiyorum ki Rusya’ya Asya’ya çok hey’etler gönderilsin. Bilhassa ulema bu mevcudiyetleriyle çalışsınlar mahkum milletlerin istiklali mübarezesinde ön saflara geçsinler; halkı irşad ederek vahdeti te’min etsinler. İstikbal biz mazlum milletlerindir. tekarrub etmiştir. Kongreye iştirak eden üç bin beş yüz murahhas hep bu kanaatle memleketlerine avdet ettiler. Allah cümlemizi mücahedemizde muvaffak etsin. Adana’da Fransız Mezalimi: Adana’da Fransızlar ahali-i karşı mezalim ve tazyikata devam ediyorlar. Yenice karye müslümanlarından beş kişi i‘dam edilmiştir. Adana-Tarsus Hattı civarındaki köyler ahalisi kadınlar da dahil olduğu halde Fransızlar tarafından mezkur hattın ta‘miratında esir gibi çalıştırılmaktadır. Sevr Muahedesi’nin reddi: Sevr Muahedesi’nin keen-lem-yekün addedilmesi hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisi hükumeti hey’et-i murahhasası tarafından Ermeni murahhaslarına vaki‘ olan tahriri teklife Ermeniler sureti atide münderic cevabı vermişlerdir: Ermeni Muahede-i Sulhiyyesi’nin İmzası: Ermeni Muahede-i Sulhiyyesi imza edildi. Gümrü’de bulunan Ermeni Sulh Hey’et-i Murahhasası tarafımızdan teklif edilen şerait-ı sulhiyyeyi tamamen kabul eylemiş ve muahede-name ve // gecesi saat on ikide Türkiye ve Ermenistan Sulh Hey’et-i Murahhasaları tarafından Ermenistan Kabinesinin İsti‘fası: Dün öğleden sonra Erivan’da ve Azaryan’ın riyaseti altındaki Ermeni kabinesi isti‘fa ederek Harbiye Nazırı Katlan’ın taht-ı riyasetindeki bir kabine re’s-i kara geçmiştir. Ermeni Felaketinin Müsebbibi: Morning Post gazetesi bir makalesinde Ermenistan’ın felaketine Wilson’un sebebiyet verdiğini beyan ettikten sonra diyor ki: Wilson’un ta‘kıb ettiği siyaset yüzünden Ermenistan Mes’elesi’nin emr-i tesviyyesi sürüncemede kaldı. El-yevm Anadolu’ya hükm eden Ankara hükumetidir. Ermenistan Türklerden başka ayrıca bolşeviklerin tehdidi altında bulunuyor. Garb Cebhesi’nde Vaz‘iyet-i Harbiyye: Kanunievvel Garb Cebhesi: Bursa mıntıkasında sükunet vardır. Düşmanın İslam köylerini yakmak üzere yerli Rumlardan teşkilat yapmakta olduğu haber alınmıştır. Uşak şimalinde tahkimat yapmak isteyen düşman ta‘ciz edilerek tahkimata mümanaat olunmuştur. Sındırgı civarında ileri müfrezelerimizle düşman arasında mevzii muharebeler olmuştur. Adana Cebhesi’nde Vaz‘iyet-i Harbiyye: Adana Cebhesi: Adana mıntıkasında tarafeynde topçu fa‘aliyeti olmuştur. Mersin’de görülen yangın asarından gazhanenin yandığı tahmin olunmuştur. Cebhenin diğer mıntıkalarında mühim bir hadise olmadı. Antep mıntıkasında takviye kıtaatı alarak taarruz ettiği bildirilen düşman Antep şimalinde bir mikdar arazi kazanmış ise de mağlub olmak tehlikesini anlayarak tekrar Antep Yeni Ermenistan Hududu: Karahan Şarkı Büyük Şarki Kızıltaş Büyük Akbaba Dağı Haydar. Bundan başka garben Aras kadar mümted olmak üzere Nahcıvan Şahtahtı Şirvan mıntıkasında şimdilik Türkiye himayesinde bir idare-i milliyye te’sis olunacaktır. Bu mıntıkada bilahare ara-yı umumiyyenin ta‘yin edeceği şekl-i idareye ve bu idarenin ihtiva edeceği araziye Ermenistan müdahale etmeyecektir. Lloyd George’un Suk u tu: Milan’dan şimdi varid olan bir telgrafnamede İngiltere Başvekili Lloyd George’un sukut ettiği hakkında İtalyan mehafilinde kuvvetli bir rivayet zuhur etmiştir. Paris’de münteşir Le Journal gazetesi İtalya hükumetinin Türk sulhünün yeniden tedkıkini taleb ettiğini yazıyor. Türkiye ve bolşevik mesailini tedkık etmek üzere İngiliz Fransız ve İtalyan başvekilleri Londra’da ictima‘ edecekler. Bu ictima‘da Sevr Muahedesi yeniden mevzu‘-ı bahs olacak ve İngiltere’nin Rusya ile münasebat-ı ticariyyeye girişmesi keyfiyeti tedkık edileceği gibi Alman ta‘mirat mes’elesi ile Yunanistan’ın vaz‘iyet-i hazırası ve Kral Kostantin’in avdeti halinde ittihaz edilecek tedabir dahi müzakere edilecektir. İtalyan Başvekili Giolitti amele işleriyle fazla meşgul olduğundan dolayı Londra’daki başvekiller ictima‘ına iştirak edemeyecektir. Mezkur Ankara’da Şenlik: Sebilürreşad’a abone kayd olunmak arzu eden zevat Açık Söz İdarehanesi’nde Sebilürreşad müdirine müraca‘at buyurmalıdırlar. BUGÜN İCMA‘-I ÜMMET ANADOLU’DADIR Geçen nüshamızda bildirildiği vechile İslam Alemi kaldıran kahraman mücahidlerimizden şehid düşenlerin ervah-ı tayyibelerine geçen Pazar günü Nasrullah Cami’-i Şerifi’nde kumandan Muhyiddin Paşa hazretleri tarafından mevlid-i nebevi kıraet ettirildi. Zafer haberleriyle meserretlere gark olan müslüman kalbleri menkıbe-i veladet-i Muhammediyye ile o kadar mütehassis ve müteheyyic oldu ki tasviri kabil değildir. Mevlid-i nebeviye müte‘akıb müşarun-ileyh paşa hazretleri ayağa kalkarak şu veciz hutbeyi irad buyurdular: –Ey cema‘at-i müslimin! Eyalat-ı Şarkıyyemizi istila etmek üzere fırsat gözeten Ermenilerin tecavüzünden kahramanlarımızın ruh-ı pür-fütuhlarına ihda edilen bu mevlid-i nebeviyi dinlemek için vuku‘ bulan da‘vetimize O büyük Peygamber-i güzinin menkıbe-i seniyyelerini samimi bir aşk ile okuyanları dinleyenleri Cenab-ı Hak dareynde mes‘ud buyursun. Hicaz’a İngiliz himayesini sokan o mübarek toprakları küffarın murdar ayakları altında çiğneten “kral” lakabını kabul ile İslamiyet’e büyük bir şeyn getiren o bed-baht Hüseyin’in harekatından mükedder olan ruh-ı peygamberi bugün Şark’taki İslam’ın zaferiyle eminim ki şad olmuştur. Eminim ki bugün bizim kalblerimizde duyduğumuz asar-ı şadumaniyi bütün İslam alemi hissetmektedir. Emin olalım ki müslümanlar Müslümanlık’a hakkıyla sarıldıkça zaferden zafere varacağız bütün İslam Alemi’ni inleten esaret zincirlerini kıracağız. Gerek Ravza-i Mutahhara’yı gerek diğer mekabir-i aliyyeyi küffarın taht-ı istilasından kurtaracağız. Göğsünde zerre kadar imanı olan hiçbir ferd yoktur ki İslam’ın uğradığı o nikbetten müteessir olmasın bugünkü ihraz ettiği zaferden de memnun bulunmasın. Hatta dindaşlarımızdan bazılarının peşiman olmadıklarına bile kalbim bir türlü kail olmuyor. Bugün bütün müslüman alemi yüzlerini gözlerini buraya çevirmiştir. Müslüman olduğu günden beri İslam’ın alemdarı pişdarı olan Türkler bundan sonra da o vazife-i mukaddeseyi ifada devam edecekler Allah uğrunda din uğrunda vatan uğrunda cihad meydanlarında seve seve kanlarını isar edeceklerdir. Anadolu’nun bu fedakarlığı ile hem kendisi kurtulacak hem de bütün İslam alemi ayağa kalkacaktır. Bugün icma‘-ı ümmet Anadolu’dadır. Bütün akvam-ı İslamiyyenin ileri gelenleri buraya koşup geliyor. Bütün İslam aleminin kalbi bizimledir. İcma‘-ı ümmetle hareket eden İslam bi-inayetihi teala her vakit muzafferdir. Yakın vakitlerde inşaallah İslam’ın diğer zaferlerini de size tebşir edeceğim. Allah cümlemizi hayırlı –Amin!... Başmuharrir TAM MÜSLÜMAN OLMADIKÇA FELAH YOKTUR Aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyuruyorlar ki: “Benim ümmetim de diğer ümmetlerin uğradıkları hastalığa uğrayacaktır ki bu hastalık nankörlük şımarıklık haseb neseble öğünmek dünya için birbiriyle boğuşmak yekdiğere buğz etmek birbirini kıskanmak belasıdır. Ümmetim bu belalara tutularak nihayet haddi aşacak ve bu taşkınlığın arkasından sebebi mahiyeti mechul bir kıtal zuhura gelecektir.” Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri diğer bir hadis-i şeriflerinde: “Hiç şüphe yoktur ki sizler de sizlerden evvelki ümmetlerin tutmuş olduğu yolu tutacaksınız. Onların izini karış karış arşın arşın ta’kib edeceksiniz. Bu uysallıkta o kadar ifrata varacaksınız ki onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar siz de arkalarından gireceksiniz.” buyuruyorlar. Şu naklettiğimiz iki hadis-i şerif bir noktada birleşiyor ki bizler gerek ihtiyarımızla yani bilerek gerek gafletimiz yüzünden yani bilmeyerek başka milletlerin uğradıkları felakete uğrayacakmışız; onların bizi sürüklemek Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz bu ikinci hadisi buyurdukları zaman Ashab-ı Kiram rıdvanullahi aleyhim ecmain efendilerimiz: “– Ya Resulallah! Günün birinde böyle arkalarına düşeceğimiz ümmetler Yahudilerle hıristiyanlar mıdır?” diye sormuşlar. Resul-i Ekrem Efendimiz de cevaben: “– Ya kimler olacak?...” buyurmuşlar. Ümmet-i İslamiyye’nin son zamanlarda takındığı tavrı tuttuğu mesleği uğradığı akıbeti düşünürsek bizi izmihlal uçurumunun kenarına kadar getiren sebepleri gözümüz önünden geçirirsek görürüz ki Nebiyy-i Muazzam sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından bin üç yüz şu kadar sene evvel başımıza geleceği haber verilen ahval tamamıyle zuhura gelmiştir. Fahr-i Alem Efendimiz’in namütenahi mu’cizat-ı seniyyelerinden biri de ehadis-i sahiha kitaplarında senedleriyle ravileriyle birlikte musarrah olan rivayet edilen şu iki haber-i sadıktır. Evet bu ümmet-i merhume Allah’ın Kitab’ına Resulullah’ın Sünnet’ine sarılmaktan vaz geçeli ni’met-i basiretten mahrum kaldı. Hayrını şerrini fark edemez hale geldi. Diyanet kavmiyet iklim lisan muhit ahlak adat an’anat i‘tibariyle kendisine hiç benzemeyen bilakis büsbütün yabancı olan milletleri körükörüne taklide başladı. Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz’in buyurdukları gibi arkasına düştüğü milletler kertenkele deliğine yılan sıra: “– Yahu! Nereye gidiyorsunuz? Bu tuttuğunuz yolun sizi hangi akıbete doğru sürükleyeceğini biliyor musunuz? bilmez. Siz ancak bu yolu tutunuz; sağa sola sapan diğer yollara uymayınız. Sonra Cenab-ı Hakk’ın yolundan ayrılmış olursunuz” tarzındaki ihtar-ı İlahiyi unuttunuz mu?” diyenler olduysa da hiç kulak asan olmadı. Arap şairinin dediği gibi “Kimsede can kalmamış kan kalmamış idrak kalmamış ki söylenen sözü işitsin düşünsün de hak ise kabul tarafına yanaşsın.” Ma‘arri bu beytinde diyor ki: “Eğer karşıdaki diri bir mahluk olaydı feryadını duyurabilirdin. Va esefa ki haykırdığın adamda hayat denilen devletliden eser yok!” Öyle ya millet-i İslamiyye hisden hareketten mahrum olmasaydı asırlardan beri almakta olduğu felaket derslerinden mütenebbih olmaz mıydı? Aklını başına toplayarak kendisini her taraftan kuşatan esaret sefalet zincirlerini kırıp atmaz mıydı? Atalarımızın ne kıymetli sözleri vardı: “Kırk nasihatten bir musibet yeğdir” derler. Biz bir musibet değil binlerce musibet gördük. Meğerse gerek ferdler için gerek milletler için dünyada en büyük bir musibet varsa o da uğradığı musibetlerden Ey cema‘at-i müslimin! Hale bakınız maziyi şöyle bir gözünüz önünden geçiriniz. Şayed dünyanın diğer taraflarında Afrika’larda Asya’nın içerilerinde Filipin Adaları’nda daha bilmem nerelerde yaşamakta olan müslümanların ne zelil ne sefil ne hakır bir ömür geçirmekte olduklarını; bunların garplılar tarafından ne gibi mezalime ma’ruz bulunduklarını bilmiyorsanız bari Anadolu’daki Rumeli’deki din kardeşlerimizin başından mütemadiyen geçip durmakta olan felaketleri düşününüz. Evet sizden uzak yaşayan müslümanlara aid ma’lumatınız yoktur. Çünkü onlarla meşgul değilsiniz. Çünkü ilminiz yok. Çünkü sizler Müslümanlığı bir iki farzı o da yarım yamalak olmak suretiyle eda etmekten ibaret zannediyorsunuz. Zaten bütün dünya yüzündeki müslümanların felaketine en başlı bir sebep varsa o da Şeri‘at-i Garrayı Muhammediyye’nin bir küll olduğunu yani bir çok evamir ve ahkamdan müteşekkil bulunduğunu binaenaleyh müslüman namı altında yaşayan adamın “Ben müslümanım” diyebilmesi için İslam’ın ne kadar şartları farzları varsa hepsini birden eda etmesi lazım geleceğini hiç hatırlarına getirmemeleridir. Evet bir yere gidersiniz. Oradaki müslümanlarda yalnız namaz görürsünüz. Mükellefiyet çağına varan efrad-ı ümmetin hepsini musalli bulursunuz. İçlerinde binamaz pek mahduddur. Lakin bakarsınız ki namaz kadar ehemmiyeti bulunan fariza-i zekatı hiç kimse eda etmiyor. Yine o memlekette camilerdeki cema‘at kadar meyhanelerde şenlik görürsünüz. Diğer bir müslüman yurduna uğrarsınız orada bilfarz yalnız namazla oruca ehemmiyet verildiğini halbuki cema‘at-i Müslimin arasında hüküm sürmesi icab eden vahdetten te‘avünden şefkat merhamet hislerinden eser olmadığını anlarsınız. Diyar-ı İslam’ın başka bir köşesine gidersiniz ahalinin hemen kaffesini hac meraklısı bulursunuz. Aralarında tekrar Hicaz’a gitmemiş olanlara nadir tesadüf edersiniz. Bununla beraber hacılar memleketinde Müslümanlık’la hiç bir vakit birleşemeyecek yığın yığın bid’atler alay alay şena‘atler sürü sürü rezil adetler görerek hayretler içinde dehşetler içinde kalırsınız. Ey cema‘at-i müslimin! Belki işitmişsinizdir. Hazret-i Ayişe Radıyallahu anha validemize Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in ahlak-ı seniyyelerini hülasaten beyan buyurmalarını rica etmişler. Ümmü’l-mü’minin Efendimiz de: “– Kur’an okuduğunuz yok mu? İşte o Nebiyy-i Muazzam’ın ahlakı baştan başa Kur’an idi” buyurmuşlar. Yani Peygamberimizin bütün harekatı sekenatı tamamıyle Kitabullah’a uygundu. Ona zerre kadar aykırı düşecek hiç bir tavrı hiç bir hali görülmemişti yoktu. Ümmet için Peygamberini mukteda tanımak; onun siretini onun mesleğini kendisine örnek edinmek lazım değil midir? Elbette lazımdır. O halde bizler “Yoksa sizler Kitabullah’ın bir kısmına ediyorsunuz da diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz?” tarzındaki ‘itab-ı ilahiye hedef olmamak için aklımızı başımıza almalıyız. Demin dediğimiz gibi dinin bir küll olduğunu ve bu küllü dağıtıp iki üç cüz’üne sarılmakla tam müslüman olamayacağımızı kafalarımıza iyice yerleştirmeliyiz. Namazlar zekatlar oruçlar haclar te‘avünler vatan-ı şakavetten çekinmeler vahdetler uhuvvetler; birbirine karşı merhametler şefkatler fisebilillah infaklar... Hepsi ayrı ayrı farzdır. Ayrı ayrı borçtur. Namaz kılmakla zekat sakıt olmaz. Hacc’a gitmekle cihad borcu ödenmez. Müslümanlar arasında tefrikalar şikaklar çıkaran bir adam için verdiği zekat hiç bir vakit Allah’ın azabına karşı fidye-i necat olamaz. Elhasıl biz vüs’umuz yettiği kadar çalışacağız. Ma’mafih bu söz de fazladır. Çünkü İslam’ın hiç bir teklifi yoktur ki malayutak olsun yani takat getirilemeyecek derecelerde ağır bulunsun. Evet İslam yüsr dinidir kolaylık dinidir. Aleyhissalatu vesselam Efendimiz: “Hiç şüphe yoktur ki bu din sırf kolaylıktır” buyuruyorlar. Ümmet-i merhumenin mükellef olduğu gerek mali gerek bedeni bütün ibadetler tedkık edilse görülür ki hep onun menfaatine kendi hayrınadır. Yoksa Cenab-ı Hak Ganiyyün ani’l alemin’dir; senin benim şunun bunun o ibadetlere o ta‘atlere muhtacız. Her gün tekrar tekrar Sure-i İhlas’ı okuruz. deriz. “samed” ne demektir biliyor musunuz? Kendisi bütün kainattan müstağni hiçbir hususda kimseye muhtaç değil; bütün kainat her hususda O’na muhtaç O’na müftekır. zekatlar te‘avünler sa’yler mücahedeler sana ağır geliyor sana güç geliyor da “Keşke din sırf vicdani bir akıdeden ibaret olsaydı hiç böyle bir takım teklifler bulunmasaydı!” diyorsun. Acaba bu emirlerin zımnındaki menfaatleri düşünüyor musun? Acaba kendi sıhhatini kendi hayatını kendi safvet-i vicdanını kendi rahatını kendi huzurunu hülasa kendi selametini te’min için bu ilahi teklifleri yerine getirmekten müstağni kalabilecek misin? ölüp gitmen için hakıkı müslüman olmandan başka çare yoktu. diyen şair büyük bir hikmet söylemiştir. Henüz berhayat olan pek kıymetli bir üstadımız bu kıt’ayı şu suretle tercüme etmişti: Yadında mı doğduğun zamanlar Sen ağlar idin gülerdi alem? Bir öyle ömür geçir ki: Olsun Mevtin sana hande halka matem. Hakıkat öyledir. Bir çocuk dünyaya geldiği zaman feryada başlar. Evet anası babası kardeşleri amcaları dayısı konusu komşusu ise sevinirler gülerler. Şimdi büyüyüp aklı başına gelince o çocuk için nasıl yaşamak nasıl ömür geçirmek lazım imiş? Öldüğü zaman kendisi Allah’ına güle güle sevine sevine gidecek arkada kalanları da “Pek namuslu pek hayırlı bir vücud kaybettik!” diye ağlatacak bir surette yaşamak icab ediyormuş. Yoksa: Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur; Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubur. dedirtmek değil. Ey cema‘at-i müslimin! İşte şairin şu dört satırla şeri‘atimiz! Kim bu şeri‘at-i mutahharanın gösterdiği yoldan giderse ölümlerin en mes’uduyla ölerek kıyamete kadar rahmetle anılır. Yoksa dünyada ukbada rezil olur ki bunun adına neuzübillah “hüsran-ı mübin” derler. Allah cümlemizi böyle yaman bir akıbetten masun buyursun. “– Amin!..” Ey cema‘at-i müslimin! Böyle yalnız dua ile iş bitmez. Öyle olsaydı Aleyhissalatü vesselam Efendimiz ashab-ı kiramını toplar İslam’ın selameti saadeti namına ne yapılmak lazımsa hepsini Cenab-ı Hak’dan niyaz ederek onlara da “Amin!” dedirtirdi. Halbuki böyle yapmadı. Allah’ın en sevgili kulu en son ve en muhterem Peygamberi olan o Nebiyy-i Muazzam dini kelimetullahı i’la için hiç bir an mücahededen fedakarlıktan geri durmadı. Ömr-i saadetleri ‘ibadat faaliyetler içinde geçti. Medine-i Münevvere’yi düşman hücumundan kurtarmak için kazılan hendeğe ilk kazmayı vuran kendileri olmuştu. Ashab-ı Güzin Efendilerimiz içinde yalnız başına o zamanki orduları donatabilecek kadar zenginler varken ve bu zenginlerin her biri Peygamberimizin uğrunda malının son habbesine kadar feda etmeyi cana minnet bilirken o Resul-i Muhterem kimseden bir şey istemedi. Elindekini avucundakini muhtaçlara vererek kendisinin ezvac-ı tahirat ile beraber aç yattıkları çok zamanlar vaki’ olmuştu. Geceleri sabahlara kadar huzur-ı ilahiden ayrılmayan teheccüdden fariğ olmayan Peygamber gündüzleri bütün ümmetin mesalihiyle muamelatıyle uğraştıktan başka Medine’nin en hücra yerindeki fakır bir hastanın ayağına gider hatırını sorar bir ihtiyacı varsa def’ etmeye çalışırdı. Hulefa-yı Raşidin’in siretleri meslekleri az çok cümlenizin ma’lumudur. Yazıklar olsun bizlere ki dinin ruhunu Aleyhissalatü vesselam Efendimiz’in ahlak-ı hümayununu sahabe-i kiramın mesleğini siyasetini külliyen unutmuşuz. Hiç bir kere olsun hatırımıza getirmiyoruz. Fahr-i Alem Efendimiz ümmetiyle bu kadar meşgul derecelerde şefik bu derecelerde rahim iken bizler bugün bunun büsbütün aksine olarak yekdiğerimizden külliyen ayrı külliyen bi-haber birbirimize karşı büsbütün yabancı bulunuyoruz. Avrupalılar olmasa dünyanın nerelerinde ne kadar müslüman olduğunu da bilemeyeceğiz. Dünyanın başka taraflarını bırakalım. Konyalı Ankaralıdan Ankaralı Kastamonuludan Kastamonulu Sivaslıdan Sivaslı Erzurumludan Erzurumlu Diyarbekirliden acaba hiç haberdar mı? Yahud haberdar olmak lüzumunu bir kere olsun duymuş mu? bu kayıdsızlık neticesidir ki İngiliz silahıyla İngiliz parasıyla donatılan Yunan çeteleri koca Aydın vilayetini koca Bursa vilayetini yakarak yıkarak Anadolu’nun göbeğine doğru sokuluyor da beri taraftaki müslümanlardan “Halife ordusu!” geliyormuş diye istikbale hazırlanmak Doğrusu dünya dünya olalı gafletin cehaletin körlüğün sağırlığın bu mertebesi ne görülmüş ne de küffarın esareti altında bulunduğunu biçare İstanbul halkının sefaletin zulmün tahakkümün dayanılamayacak eşkali altında inim inim inlediğini bütün dünya biliyor da bizler bilmiyoruz. Doğrusu cehlin bu derecesi de mutlaka tahsil ile elde edilmek lazım gelecek! ancak bilmiyor gibi görünüyor. Çünkü bildiğini söylese kendisinden bir vazife bir fedakarlık isteneceğini düşünüyor. Böyle bir düşüncede bulunanlara sorarım: Ma‘azallah düşmanın istilası devam etse ilerlese elimizde kalan üç beş vilayet de çiğnense hülasa olmakla mahkum olmakla kalacak mıyız zannediyorlar? Eğer böyle bir zanda bulunuyorlarsa pek yanılıyorlar. Saltanatlarını hakimiyetlerini kaybetmiş olan diğer müslüman memleketlerini görmüyor musunuz? O biçareler başlarındaki zalim hükumetlerden hiç bir müstesna tutuluyorlar? Asker mi vermiyorlar? Türlü türlü namlarla altından kalkılamayacak kadar vergiler mi ödemiyorlar? Hem onların verdikleri asker kimin hesabına fedayı can ediyor? Ödedikleri vergiler ne gibi maksadlar uğrunda akıp gidiyor düşünüyor musunuz? Altı yedi seneden beri devam ederek dünyayı birbirine katan bu müdhiş muharebeyi sonunda düşmanlarımız kazandı. Lakin nasıl kazandı? milletleri bilhassa Afrika ve Asya müslümanlarını sürü sürü milyon milyon toplayıp cephelere hem de en öndeki saflara sürmekle kazandı. Benimle beraber Almanya’da bulunsaydınız da diyarından; Rus Çarı’nın da Sibirya ovalarından Volga sahillerinden Kafkasya dağlarından kırbaçlarla süngülerle toplayıp sevk ettikleri din kardeşlerimizin halini görseydiniz! Ben bu zavallıları Almanya’da gördüm. Kendileriyle konuştum görüştüm; doğrusu ya ömrümde o kadar acıklı manzaraya tesadüf etmemiştim. Ömrümde o kadar yanık hasbihaller dinlememiştim. Almanların eline düşen bu biçareler yurtlarından ayrılan mevcudlarının yüzde ancak beşi imiş. Mütebakısi kamilen helak olmuş gitmiş. Diyorlardı ki: “– Evvela bizi iğfal ettiler: “Sizin Halife’nizle müttefikiz onun düşmanı olan Almanlarla harbediyoruz. O halde sizin de Halife’nize yardım etmeniz dinen borcunuzdur” dediler. Sonra hakıkat meydana çıkınca cebire şiddete müracaat ettiler. “Askere gitmemek isteyenlerin anasını babasını hapisler işkenceler altında inlettiler. Evini barkını yaktılar. Bundan başka şayed muharebede kanımızın son damlasını dökmeyecek olursak ailelerimizi perişan edeceklerini tekrar tekrar söylediler. “Bizim memleketimizdeki analarımız babalarımız çocuklarımız bugün o kafirlerin elinde rehindir. Artık ne halde olduklarını Allah’dan başka kimse bilmez. “Bizi daima en öndeki saflara veriyorlar. Önümüzde Almanların cehennemler yağdıran topları arkada niçin girdiğimizi düşündükçe beynimiz tutuşuyordu. “Evet insan canını feda eder. Lakin bundan dünya sırf düşmanımızın üzerimizdeki zulmünü tahakkümünü devam ettirmek için ölüyorduk. Bizi bu cehenneme sürükleyenler ise ölmemizi de öldürmemizi de kendileri “Ey Osmanlı müslümanları! Allah aşkına bizim düştüğümüz mahkumiyete sakın sizler de düşmeyiniz. Saltanatınızın istiklalinizin kıymetini biliniz. Çünkü dünyada onsuz yaşamak meğerse yaşamak değilmiş. Biz bunu pek acı pek uzun tecrübelerden sonra anladık. Biçare Tunuslunun ağlaya ağlaya söylediği bu sözler aradan beş altı sene geçmişken hala yüreğimin en hassas en rakik damarlarını inletip durmaktadır. Hem o zavallı bütün vatandaşlarıyle beraber uğradığı felaketin yalnız fani kısmını bu üç günlük dünyaya aid olan tarafını düşünüyordu. Ah musibetin en yaman bir ciheti var ki onu düşünmüyordu: Küffar askeriyle beraber olarak küffar saflarında harbetmek; dolayısıyle bir taraftan küfrü zulmü fıskı fücuru yeryüzünde idameye diğer taraftan yarım milyara yakın ehl-i imanın müebbeden mahkum mazlum kalmasını te’mine çalışmak bu uğurda kanını dökmek canını vermek ma‘azallah hüsran-ı ebedidir hüsran-ı mübindir. Ne milletin şerefiyçün ne kendi şanın için; Feda-yı can edeceksin aduvv-i canın için! Geber ki sen baba yurdun harim-i namusun Yabancı ökçeler altında çiğnenip dursun! On sene kadar oluyor Hindistan’daki din kardeşlerimizden pek fazıl pek hamiyetli son derecede fikri münevver bir muharrirle mülakı olmuştuk. Kendisinden bize alem-i İslam hakkında ma’lumat vermesini rica ettik. Bu ricamızı kemal-i minnetle kabul buyurdu. Saatlerce süren bir çok acı hakıkatler söyledi. Birçok acıklı manzaralar tasvir etti. Sonunda dedi ki: “– Ey Osmanlı kardeşlerimiz! Bilmiş olunuz ki müslüman diyarını kasıp kavuran İngilizlerin nazarında alem-i İslam’ın düşünür kafası Mısır’dır. Hisseden kalbi Hindistan’dır. Çalışan çabalayan eli kolu da Osmanlı saltanatıdır. Adalet perdesi adalet nağmesi altında irtikab etmediği zulüm kalmayan bu millet ne diyor biliyor musunuz? “Biz müslümanların göğsüne -yani Hindistan’açullandık. Kafasını -yani Mısır’ı- demir pençemiz içine aldık. Şimdi sıra bu vücudun henüz çabalamakta olan elini kolunu -yani Osmanlı hükumetini- kıskıvrak bağlamaya geldi. Zira bu el bu kol hareket kabiliyetini muhafaza ettikçe biz istikbalden pek o kadar emin olamayız.” “Ey Osmanlı kardeşlerim! Sakın İngilizlere kapılmayın. Sakın bunlardan insaniyet adalet merhamet ulüvv-i cenab merdlik gibi şeyler beklemeyin. Vakı‘a bütün bir milleti bütün mezaya-yı insaniyyeden mahrum telakkı etmek doğru değildir. Vakı‘a milyonlarca İngiliz içinde bir hayli insaflı adamlar da vardır. “Lakin İngiltere hükumetinin insaf ile insanlıkla haya Ben Hintliyim. Yirmi otuz seneden beri bu heriflerin siyasetlerini hilelerini mefsedetlerini günü gününe yeri yerine ta’kib ile uğraşıyorum. Size şimdi asıl ihtar etmek “Alem-i İslam’ın elini kolunu bağlamak yani sizin şiddete harbe müracaat etmeyecektir. Bir taraftan memleketinizde bitmez tükenmez nifaklar fesadlar hükumetleri sizin aleyhinize kaldırarak kanınızı iliğinizi kurutmak isteyecektir. “Dört beş aydan beridir içinizde dolaşıyorum. Halinizi kemal-i dikkatle tedkık ediyorum. Türlü isimler türlü şekiller altında meydan almaya başlayan bir çok tefrika esbabı görüyorum ki bunların hepsinde İngiliz parmağını hissediyorum. “Dünyada istiklaline sahip bir hükumet-i İslamiyye var ki o da sizsiniz. Aman aranızdaki vahdeti sarsacak en ufak bir harekete bile meydan vermeyiniz. Sonra bütün müslümanların akıbeti pek vahim olur. “Hindistan’a gelseniz de bir kaç yüz milyon halkın halini görseniz o zaman İngiliz siyasetinin mahiyetini anlar beni tasdik edersiniz. müslümanları mecusilere mecusileri müslümanlara Şiileri Sünnilere Sünnileri Şiilere ahaliyi hakimlere hakimleri ahaliye düşürmekten bir dakika boş kalmayan İngiliz fesadı kadar korkunç bir şey olamaz. “Milyonlarca Hindu her sene açlıktan sefaletten sari hastalıklardan helak olur dururken vefeyatın bu müdhiş mikdarı her yıl bir o kadar daha artar giderken Hindistan’dan topladığı hazinelerden yüz milyon lirasının sırf müstemlekatta sefer yapmaya sarf olunduğunu düşününce insan için çıldırmak işten bile değildir. “Ah biz alık müslümanlar Kurban bayramlarında koyun yerine öküz kesmek yüzünden mecusileri kendimize hasm-ı can ederiz de İngilizlerin ekmeğine yağ süreriz. Mecusilerce öküz mukaddes bir hayvandır kesilmez. İngilizler müslümanları iğfal ederler Kurban’da öküz kestirirler. Mecusileri kışkırtırlar cami kapılarına domuz kafaları astırırlar. “Bunların arasında bir muhasame derken bir mukateledir başlar her iki taraf yorgun düşünceye kadar sürer. Sonunda mes’ele İngiliz müdahelesiyle biter. Lakin bu müdahele bizim için de mecusiler için de pek pahalıya mal olur. “Biz Hindliler hiç bir mektep açamayız. Gazete çıkaracak olsak serbest bir satır yazamayız. Yalnız müslümanlar aleyhinde Müslümanlık aleyhinde makaleler neşrine müsaade olunur. Bir de Nevvablar yani Hinddeki müslüman hakimler aleyhine her gazete tenkıd yollu tek kelime yazmanın imkanı yoktur. “Ma’mafih bu kadar tazyike rağmen müslüman gençleri arasında istiklal hürriyet fikirleri uyanmaya başladı. Son zamanlarda mecusilerin aklı başında olanlarıyle anlaşmak hususunda hayli muvaffakiyetler elde ettik. Cenab-ı Hakk’ın günün birinde gerek bizi gerek bütün alem-i İslam’ı esaretten kurtaracağına yakinimiz vardır. “Ancak o saadetli günlerin pek uzak bir atiye kalmaması için sizlerin istiklalinize kuvvetinize sahip olmanız elzemdir. Ma‘azallah aranıza saçıldığını gördüğüm bu ayrılık gayrılık tohumları ortadan kaldırılmaz da filizlenmeye dal budak salıvermeye başlarsa o vakit dünya yüzündeki müslümanların kurtulması için bir çok zaman daha beklemek lazım gelir...” Ey cema‘at-i müslimin! Bu Hindli kardeşimizin sözleri bizler için düstur olacak kadar kıymetlidir. Aradan on sene geçti bir çok hadiseler zuhura geldi. Adamcağızın vuku’ bulacağını haber verdiği şeylerin çoğunu gözümüzle gördük. Lakin geçmişe teessüfün hiç bir faydası yoktur maziden yalnız alınır. Hamdolsun bugün Müslümanlık aleminde büyük bir intibah başladı. Artık dünyanın her tarafındaki din kardeşlerimizle birçok yerlerde birleşiyoruz derdleşiyoruz. El birliğiyle kıyam ederek asırlardan beri Müslümanlığı kuşatmış olan esaret zincirlerini kırmak çarelerini düşünebiliriz. Bu ufak bir mazhariyet değildir. Kafkasya’daki kahraman mücahidlerimizin gösterdikleri fedakarlığı bu cephelerde göstermeye muvaffak olduğumuz gün İslam için en hayırlı bir gün olacaktır. İnşaallah o hayırlı gün pek yakındır. [] ALEMDE SAHA-İ TERAKK I YE DOĞRU ATILAN HER HATVE İSLAM’A TEKARRUBDUR Büyük bir muharebenin azamet ve dehşetini ve hadisatın la-yenkatı‘ cereyanları içinde çalkanıp gitmekte olan insan şöyle bir kenara çekilip de nazarlarını beşerin sergüzeşt-i hayatının en derin safhalarına en uzak devirlerine kadar isal etse sonra da cihanın bugünkü seyrini temaşa eylese geçirdiği eyyam-ı inkılabın azamet ve ehemmiyeti kendisini hayretlere dehşetlere ilka eder. Saha-i alem büyük sarsıntılarla muvazenesini gaib etmiş bütün nizamat-ı ictima‘iyye inhidam tehlikesine ma‘ruz bulunuyor. Avare beşer asuman-ı fikrinde tulu‘ eden hakıkat güneşlerine kavuşmak için afakını saran zulmetleri tırnaklarıyla yırtmaya parçalamaya çabalıyor. Bir tarafdan fıtratın sevk ettiği azade-serane ma‘işet hiçbir kayd ile mukayyed olmamak muhtariyet-i ef‘alinde hiçbir mevcudun ribka-i tahakkümünde kalmamak arzuları; diğer taraftan aklın irşadıyla yalnız başına tedarike muktedir olmadığı ihtiyacat-ı hayatiyyesini tehvin etmek müddet-i bakasını daha ziyade temdid eylemek için bu meyl-i fıtrisini ta‘dil hürriyetinin bir kısmını feda acz-i zatisini bir hey’et-i ictima‘iyyeye iltihak suretiyle telafi zaruretleri arasında merkez-i i‘tidali bulmak için bocalayıp duruyor. Tarih-i beşerin nakş ettiği bütün elvah-ı şur u fiten kütüb-i siyerin dide-i ibtisara arz eylediği bütün hadisat ve vakayi‘ hep bu iki haslet-i beşeriyyenin; biri zati ve tabi‘i diğeri arızi ve zaruri olan bu iki halet-i insaniyyenin tedafü‘undan her birinin nisab-ı layıkı suret-i ma‘kulede tahdid edilememesinden neş’et ediyor. Efrad-ı nev‘-i beşer beyninde görülen ve görülecek olan te‘aruz hep bu müsteniddir. Tarih-i alemdeki hadisatın kaffesi ma‘işet-i serbazanenin kavaidini makam-ı insaniye layık olacak vechile tahdid ile halet-i ictima‘iyyenin intac eylediği tefritatı bir daire-i ma‘kuleye irca‘ için vuku‘a gelmiştir. elimine düşmüş bulunuyor. Hakıkaten beşeriyet bugünkü kadar azim bugünkü kadar alem-şümul bir buhran geçirmemiştir dense revadır. Aksü’l-ameller buhranlar hudud-ı tabi‘iyyeden hurucun derece-i bu‘diyyet ve vüs‘atiyle mütenasibdir. Yirminci Asr’ın fesad-ı ictima‘isi azim bir fevzayı intac edeceğini ve bu teşettütün medeniyet-i hazırayı zir-ü-zeber edeceğini Garb’ın dur-bin hukeması bundan daha çok evvel bağırıp söylüyorlardı. Mala hırs ve tama‘ sefahete meyl ü incizab ecanibe karşı kin ve husumet milel-i nasarayı öyle bir vahşet ve kasvet-i ruhiyyeye mübtela etti ki kalblerinden bütün şefkat ve merhamet hisleri silindi. Hod-gamlık kendilerinden başka hiç kimseyi düşünmemek ve nazar-ı i‘tibara almamak gerek ferdler gerek milletler için yegane düstur-ı hayat ve medeniyyet oldu. En şeni‘ zulümler medeniyet maskesiyle aktar-ı aleme teşmil edildi. Birini diğerine takrib edecek menfaatten başka hiçbir hiss-i insani hiçbir rabıta-i samimiyye kalmadı. Ferdleri aileleri milletleri yekdiğerine bağlayan rabıtalar çözüldü. Hak yerine kuvvet fazilet yerine menfaat te‘avün yerine tenazü‘ uhuvvet yerine kavmiyet ve unsuriyet kaim oldu. Bu suretle hey’et-i ictima‘iyyenin şiraze-i intizamı bozuldu. Gözleri kamaştıran şa‘şaa-i maddiyyeye rağmen ruhlar en safil derekeye düştü. İhtiyacat-ı hayatiyyesini tehvin ellere mahdud zümrelere inhisar etti. Geride kalan halkın nasib-i hayatı mahrumiyet ve hüsrandan başka bir şey olmadı. Beride arzın a‘mak-ı muzlimesinde binlerce nur-ı hayat sönerken ötede zıya tufanları tarab-gah-ı ayş u nuş olan müzeyyen salonları nurlara gark etti. Bir kısım efradı zevk u sefahetin nuşin emvacı içinde yüzerken sokak köşelerinde geceleyen binlerce hem-cinsine köpek kadar olsun ehemmiyet vermeyen bir medeniyet elbet bir gün azim bir zelzele ile yerinden oynayacak zulüm ve şena‘atinin avakıb-ı hüsran ve felaketine ma‘ruz kalacaktır. medeniyet-i zalimenin aksü’l-amelleridir ki “Bolşeviklik” namı altında tecelli etmiş bütün Avrupa hayat-ı Şimdi medeniyet-i Garbiyye umumi bir buhran geçiriyor Avrupa’da bugün her şey mail-i inhidamdır: Nazar-ı akıl ve hikmet önünde butlanı sabit olan teslis akıdeleri yıkılıyor; insaniyeti haziz-ı behimiyyet ve vahşete milletleri milyonlarca ferdleri mahdud bir zümre-i gasıbanın hesabına çalıştıran zalim iktisad müesseseleri yıkılıyor; memleketlerin bütün hayat damarlarını yed-i tahakkümünü te’min ile bütün cihanda zulüm ve şekavet şebekesi ören o maskeli müessesat-ı siyasiyyeleri yıkılıyor; milletlerin başına ölümler yağdıran ateşler saçan müdhiş orduları kahhar donanmaları yıkılıyor; hasılı dini ictima‘i siyasi askeri bütün müesseseleri bugün tamamıyla inhilal etmek üzere bulunuyor. Tarih-i cihanın mislini kayd etmediği azim bir sarsar-ı inkılab bütün o diyar-ı zulmü kasıp kavurmaya başlamıştır. Bunun önüne duracak hiçbir kuvvet yoktur. Bütün tedbirler iflas etmiş bütün desiseler meydana çıkmış pek yakında kıyamet-i kübra kopmak üzere bulunuyor. Hem öyle bir kıyamet-i kübra ki beşeriyetin tavrını büsbütün değiştirecek cihan-ı insaniyyeti büsbütün başka bir aleme intikal ettirecektir. Beşeriyet böyle inkılablarla yoğrula yoğrula yukarıda arz ettiğimiz nokta-i i‘tidalin ser-menzil-i saadet-averine yaklaşacak en nihayet bir gün oraya vasıl olacaktır. İşte oraya vasıl olabildiği gün; sırrı tecelli etmiş bulunacak ve İslam’ın saadet-i beşeriyye için vaz‘ ettiği esasların ne giran-baha bir kıymeti olduğu bütün nazarlarda tahakkuk etmiş olacaktır. hürriyyet ile kemal-i istiklal ile söyleriz ki: İslam insanların mahza oraya varmak için yaratıldığı fıtrat-ı beşer hasisa-i taharriye mahza o noktayı bulmak için mazhar olduğu derece-i ulya-yı kemaldir. Daha doğrusu İslam yı emanı tekemmülü için minha-yı meratib olmak üzere hep onu aramakla hep onu araştırmakla meşguldür. İşte uğraşır durur bir kere de onu bulsa artık bütün arzularına veda‘ ederek samimi bir huzur-ı kalb içinde ebediyyen yaşayacak. Evet; İslam hukemanın varamadan helak oldukları ulemanın mahiyetini idrak edemeden paymal-i fena olup gittikleri o gaye-i kemaldir. İslam o kanun-ı akvem o nizam-ı a‘zamdır ki hayat-ı faniyye ve sermediyyedeki saadetlerini te’min etmesi her iki alemdeki hallerinin medar-ı salahı olması için şu avare beşere Cenab-ı Hak tarafından ihsan buyurulmuştur. cihanda daha bir çok keşmekeşler inkılablar vuku‘a gelecek bir çok ıztırablar çekilecektir. Şuna kat‘iyyen emin olmalıdır ki alemde saha-i terakkıye doğru atılan her hatve İslam’a alenen tekarrubdur. Çünkü İslamiyet alemşümul bir mefkure-i insaniyyedir. Saadet ve uhuvvet-i beşeriyyeyi ne kavmiyet ne de devlet hududlarıyla tahdid etmez. Hakaik-ı fenniyye gibi hakaik-ı İslamiyyenin de kavmiyeti vatanı yoktur. İslam beşerin salah ve saadeti edenler herhangi milletten herhangi devlet efradından olursa olsunlar kardeş olurlar aynı cami’a-i beşeriyyeye dahil olurlar. Artık onların arasında hiçbir ayrılık gayrılık kalmaz. Onun için müslümanların vatanı Şeri‘at’in hakim olduğu yerdir diye ta‘rif olunur. İslam nazarında hiçbir ferdin diğer bir ferde rüchanı ve temayüzü olmadığı gibi hiçbir kavmin de diğer bir kavim üzerine rüchan ve tahakkümü yoktur. İslam beşeriyeti kavmiyetin yahud devletin dar hududları içine habs ü tazyik etmez. teşkil ederler. Ve bunların ayrı ayrı kavmiyetlere ayrı ayrı teşkilat-ı siyasiyyelere malik olması o cami’ayı haleldar etmez. Elverir ki hepsi aynı prensiplere riayet etmiş olsun. Bu suretle İslam’ın vaz‘ ettiği iman ve kanaat cami‘ası beyne’l-beşer bir vahdet-i fikriyye husule getiriyor. görülüyor. Bolşeviklik’i ale’l-ıtlak bir yağmacılık ve çapulculuk zannedenler cihanın ahval-i ictima‘iyye ve siyasiyyesinden efkar ve ‘ulumun seyir ve inkişafından tamamıyla bi-haber kimselerdir. Her mefkure her meslek gibi onun da iyi ve fena cihetleri olabilir. Hissiyata kapılarak herhangi bir şey hakkında bila-tedkık bir hüküm vermek doğru değildir. Biz mes’eleyi ilmi ve İslami nokta-i nazardan tedkık ediyoruz ve bütün harekat-ı fikriyye ve ilmiyye huzurunda İslam’ın nasıl bir mevki‘-i ali işgal etmekte olduğunu arz etmek istiyoruz. Biz öyle bir dinin sahibiyiz ki beşerin felah ve saadeti namına vuku‘ bulan hiçbir hareketten hiçbir inkılabdan pervamız yoktur. Bilakis bu hareket ve inkılabları bize doğru bir tekarrub telakkı ederiz. Biz Hıristiyanlık hesabına değil Müslümanlık menfaatine düşünmekle mükellefiz. Hıristiyanlık’tan uzaklaşmak İslam’a tekarrub demektir. Ve işte bu harekette de görülüyor ki bolşevikler medeniyet-i hıristiyaniyyenin gamlıklarını terk edince İslam prensiplerinin ağuşuna düşüyorlar. Fil-hakıka bugün Bolşeviklik milliyet asrı denilen “yirminci asr-ı hıristiyani”nin kavmiyet esaslarını ve bu esasa müstenid devlet hududlarını yıkıyor. İslam’ın vaz‘ ettiği gibi fikir ve prensip cami’aları vücuda getiriyor. Bu hakıkati Büyük Millet Meclisi reisi de pek güzel seziyor ve Şark işlerine dair meclisde irad ettiği mühim bir nutukta şu suretle izah ediyor: “Biz İslam olduğumuz için İslamiyet nokta-i nazarından bizim bir ümmetçiliğimiz vardır ki milliyet-perverliğin çizmiş olduğu daire-i mahdudeyi na-mütenahi bir sahaya nakl eder ve bu i‘tibarla da bu nokta-i nazardan bizim Bizim nokta-i nazarımız da bundan ibarettir. Yalnız başka bir fark yoktur. Bu düstur-ı aliyi İslam vaz‘ ettiği Bolşevikler tıbkı İslamiyet’te olduğu gibi kendi prensiplerini kabul eden her ferdi kendilerinden addediyorlar. Ve bu suretle prensip cami’ası vücuda getirerek beyne’l-beşer bir vahdet-i fikriyye te’sis etmek Bunun içindir ki mesela Fransa’da aynı prensipleri kabul eden Fransızlar Fransız kavmiyetinin hududlarını yıkarak başka kavimden olan fikir yoldaşlarıyla birleşmek olunuyor. Fakat yarın beşerin uhuvvet ve saadetini te’min kavmiyet hududları içinde habs ü tazyik etmek isteyenler en büyük cani addedilecektir. Çünkü beşeri bugünkü azim felaket-i umumiyyeye düşüren milli hod-gamlık olmuştur. Beş altı seneden beri içinde bulunduğumuz bu korkunç sahne-i temaşa bize pek nadir bulunur bir talakatle anlatıyor ki; milli hod-gamlık mebde’ine istinad etmekle mübahi bulunan medeniyet-i hazıra-i Garbiyye en müdhiş bir vahşetin en yeni muzır şeklinden başka bir şey değildir. O talakat bize bildiriyor ki; bu medeniyet fevkalade tekemmül etmiş bir san‘atin mahsul-i binaziridir. Bu san‘at insanlara şimdiye kadar bilinmeyen bir mükemmeliyetin bütün vesaitini ihzar etmiştir ki o sayede en ibtidai hislerini teskine en muzır temayüllerini tatmine muvaffak olduktan başka bu hissiyat ve temayülatını mafevka’t-tasavvur bir dereceye vardırmıştır. Yirminci asr-ı hıristiyaninin en medeni memleketlerinde şu cehennemi harb seneleri içinde geçen vakayi‘ bize şübheye mahal kalmayacak surette gösteriyor ki; kendisini temsil eden milletlere medeniyet-i hazıranın te’min ettiği saadet fünun ve sanayi‘ce ma-dunlarında bulunan akvamın felaketinden başka bir şeye istinad etmemektedir. Binaenaleyh bu saadet ancak şeklini şemailini [] değiştirmiş bir felakettir ki kendi muğfil mes‘udiyetlerine kendilerini inandırmak için insanlara ne gibi şeyler ihzar etmişse hepsini yakmak yıkmak harab etmek suretiyle yüzündeki nikabı atarak olduğu gibi görünmüştür. Biz şekilciliği riyakarlığı bırakarak doğrudan doğruya hakaik-ı İslamiyyeye sarılacak olursak bolşevikler atiyyen de bizim tabi‘i müttefikimiz olurlar. Çünkü bizi boğmak Hepimizin bütün beşeriyet-i mazlumenin düşmanı olan o gayr-ı insani medeniyet-i habiseyi yıkmak için bir çok esaslarda bolşeviklerle müttehid bulunuyoruz. Bolşevik mütefekkirleri İslam’ın hakıkatini tedkık ve tetebbu‘a fırsat bulabilirlerse tahayyül ve tasavvur ettikleri hürriyet ve müsavatın en mükemmelini ancak orada bulabileceklerdir. Bizim aradığımız ve bütün felasife-i akvamın taharri ettiği serbestlik insanın kaffe-i hasaisını bila-mani‘ vela-müzahim birine sairlerinden gelecek mazarratı men‘ edecek bir şeri‘at-i adileye tabi‘ bulunmasından ibarettir. Güruh-ı ukalanın ru-yı zemini mesken ittihaz ettikleri günden beri ta‘kıb ettikleri hal-i asli-i mu‘tedil ve makbulüne irca‘a çalıştıkları hürriyet işte budur. Daima istenilen bir şeriat-i adilenin ağraz ve amal-i beşeriyyenin fevkinde olarak umuma icra-yı ahkam eylemesidir. Bolşevik-İslam gerek siyasiyat gerek Bu mes’eleyi hüsn-i suretle tedvir etmek ve bundan a‘zami fevaid te’min etmek ümmet-i İslamiyyenin ulema-yı mütefekirinine müterettib bir vecibedir. Bugün Avrupa’daki rehabin-i nasara dehşetli telaş ve endişe diye. Ve her tarafda konferanslar vererek risaleler kitablar neşr ederek Hıristiyanlık ile Sosyalizm ve Bolşevizm arasında münasebet bulmaya savaşıyorlar. Fakat beyhude mesai! Baştan başa tahrife uğramış uydurma bir takım akıdeler ahkam-ı ictima‘iyye ve siyasiyyeden mahrum bir sürü masallardan ibaret olan Hıristiyanlık artık inkıraz ve zevale mahkumdur… Bütün eden Sosyalizm ile te’lif olunabilecek İslam’dan başka hiçbir din yoktur. Sosyalizmin en esaslı erkanı ki hürriyet müsavat uhuvvettir; bu üç esasdan her biri kaffe-i müessesat-ı İslamiyyede ve Hazret-i Peygamber’in teşkil eylediği hey’et-i ictima‘iyyede mebzulen münteşirdir. Yalnız bunları zamanın ihtiyacatıyla mütenasib bir tarzda ortaya koymak bu muazzam ve alem-şümul inkılablar devrinde İslam’a bir istikamet-i aliyye vermek için bütün akvam-ı İslamiyyenin en mütefekkir en fazıl en muktedir ve münevver e‘azım-ı ulemasından mürekkeb bir “Şurayı Aliyye-i İslam”ın teşkili en kat‘i ve zaruri bir ihtiyacdır. Ümmet-i İslamiyye azim mes’eleler muvacehesinde bulunuyor. Bilir bilmez anlar anlamaz birçok adamların din namına bir takım beyanatta bulunduğu görülüyor. Artık bugün din namına münferid şahısların ictihadatı umumca muta‘ olamaz. Zaman cema‘at zamanıdır. Ferdler hata edebilir ağraz-ı şahsiyyelerine kapılabilir. Halbuki ferdlerin din namına böyle garaza müstenid fetvaları İslam’ı büyük zararlara ilka edebilir. Nitekim tarafından müteakıb şeyhülislam-ı zaman –bütün ihtar ve ikazlarımıza rağmen– din namına böyle azim bir hata irtikab etti. Ve bu yüzden müslümanları teşettüte düşürerek birçok İslam kanının akmasına ve düşmanın memalik-i İslamiyyeyi daha ziyade istilasına sebebiyet verdi. Halbuki bir “Şura-yı Aliyye-i İslam” teşekkül etmiş olsaydı kat‘iyyen öyle bir fetva sadır olamaz bu kadar İslam kanı heder olmazdı. İngilizler vasıta-i ma‘lumeleriyle Şeyhülislam-ı esbak Hayderizade’den böyle bir fetva istediler. Fakat müşarun-ileyh böyle bir mes’ele-i azime hakkında ferdi meşveret-i ulema ile bu mes’eleye karar verilebileceğini arz edince isti‘fa teklifine ma‘ruz kaldı. Lakin din namına beyne’l-İslam bir fitne-i azime ihdasına alet olacak bir Dürri-zade zuhur etti ve bu adam tek başına din ile oynamak cür’etinde bulunabildi. Bu suretle İngilizler Müslümanlık tarihinde bu ebedi bir leke kalacaktır. Bundan mütenebbih olmak lazımdır. Cihanın her tarafından celb edilecek e‘azım-ı ulemadan mürekkeb böyle bir “Şura-yı Aliyye-i İslam” teşekkül etmekle Büyük Millet Meclisi azim bir ehemmiyet-i siyasiyye kesb edecektir ve bunun te’sirat-ı diniyye ve siyasiyyesi pek büyük olacaktır. Kavmiyetin dar hududları içinde düşünmek zamanı artık geçmiştir. Yüksek ve umumi düşünceler lazımdır. Moskova’nın bu kadar alem-şümul bir ehemmiyet kesb etmesinin sırrını nazar-ı dikkate almalıdır. Beyne’l-milel kongreler cihan inkılab programları bütün dünyaya [] şamil teşkilatlar hep orada hazırlanıyor. Onun gibi biz de büyük bir alemin merkeziyiz. Zalim emperyalist devletlerin tahakkümünden kurtulmak için harekete gelen İslam Alemi’nin veche-i istikametini ta‘yin ve tanzim etmek büyük müttefikimiz gibi beyne’l-milel mesail etmek menafi‘i İslamiyye muktezasıdır. “Şura-yı Aliyye-i Millet Meclisi a‘za-yı muhteremesiyle şer‘iye vekilinin kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkatlerini celb eder ve hemen esbabına teşebbüs etmelerini temenni eylerim. Allah cümlemizi muvaffak bi’l-hayr buyursun! Amin! Eşref Edib ASIM Oruç sıcaklara gelmiş Kır Ağası bakmış ki: Sabahlar akşam olur şey değil bu tiryaki; Bütün gün esnemeden hiddet etmeden bıkmış; Al atla bağdaşarak “Ya sefer!” demiş çıkmış. Takım rahat pala uygun gaza mübarek ola: Tavuklu hindili köylerde haftalarca mola! Refiki arpayı bulmuş keser ferih ü fahur; Bu dört öğün yiyip ister sonunda bir de sahur. Bedava sofraya düştün mü hoş geçer Ramazan; Misafirim diye insan mukım olur ba’zan. Nasılsa bir gece bir düş görür bizim yolcu. Sabahı bekleyemez -yok ya hainin orucuUyandırır ne kadar köylü varsa der: “Çabucak Gidin bulun bana bir şöyle zorlu düş yoracak.” Çarıkçı Emmi’yi sağlık verir cema’at de — Fakat sahurda yatar kalkamaz bu sa’atte... Biraz sabırlı olun... — Şimdi isterim gelecek! Çarıkçı Emmi gelen halkı uğratır kapıdan. — Ocağna düştük aman! Herif laf anlamıyor gel de sonra yat haydi! — Sabah sabah bu ne düştür be? Görmez olsaydı! Henüz yatağma uzandım... Bakındı aksiliğe! Gebermediydi ya!.. — Sen git de söz geçir deliye! Ne söylesen kızıyor... Hak şaşırtmasın kulunu. Adamcağız çıkar evden tutar köyün yolunu Ki uyku sersemi tak der zavallının canına. Düşer gelince nihayet Kır Ağası’nın yanına. — Aman be emmi! — Ne var? — Düş yorar mısın? — Be adam! Biraz nefesleneyim dur ki yorgunum... — Duramam! — Neden? — Fenama gider beklemek de... — Vah! Vah! Vah! — Bilir misin ki ne gördüm? — Hayırdır inşallah? — Yemek yiyip yatıverdim tamam yarıydı gece; Bir öyle hayvana bindim ki seçmedim iyice. — Peki o bindiğin at mıydı anlasak neydi? — Bilir miyim? Yalınız dört ayaklı bir şeydi. Katır mı desem Eşek mi desem Öküz mü desem Kır at mı desem Koyun mu desem Çepiç mi desem... — Güzel! — Biraz yürüdük... — Geçtiğin nasıl yerdi? — Nasıl mı yerdi?.. Unuttum görür müsün derdi! Yokuş mu desem Uzun mu desem Geniş mi desem Çorak mı desem Çayır mı desem Sulak mı desem Hayır mı desem — Tamam! İlerde ne gördün? — İlerde... Bir kocaman Karaltı vardı... — Peki ismi yok mu? — Bilmem aman! Ağaç mı desem Kütük mü desem Duvar mı desem Höyük mü desem Ağıl mı desem Hamam mı desem Yıkık mı desem Tamam mı desem... — Ya sonra? — Karşıma baktım dikildi... — Kim?.. — Bir adam! — Tanıştınız mı? — O bilmem tanır mı ben tanımam... Babam mı desem Kızım mı desem Hısım mı desem Hasım mı desem Çıfıt mı desem Gavur mu desem Şudur mu desem Budur mu desem... — Uzatma sen buluyorsun belanı Allah’tan... Bu elde bir yalınız pek seçilmiyor ne zaman? Uzak mı desem Yakın mı desem Bugün mü desem Yarın mı desem Bahar mı desem Yazın mı desem Kışın mı desem Güzün mü desem!.. Mehmed Akif [] HİND HİLAFET CEM‘İYETİ MURAHHASIYLA MÜLAK A T Dün akşam ne mes‘ud bir gece idi; uhuvvet-i geçirdiği bu leyl-i saadete iki dağ arasında sıkışıp kalan Kastamonu’daki bütün müslüman kardeşlerimizin de olmalarını pek arzu ederdik. Vaz‘iyetin ilcasıyla son zamanlarda Kastamonu merkez-i siyasetin ilk merhalesi oldu. Bu cihetle birçok mühim şahsiyetler muhterem misafirlerle teşerrüf ediyor. Bu büyük bir mazhariyettir ki bundan bu lutufkar fırsattan istifade etmek Kastamonu sakinleri için mübeccel bir vazife-i kadir-şinasanedir. Asır-dide kaleler tarihi burclar altında tepelerdeki mezar taşlarını seyr ede ede bunalan nazarlar için biraz bu zirveleri aşarak ötede kaynaşan akvamın hareketlerini seyr etmek; çocukluk zamanlarından beri şarıltılarıyla kulakları uyuşturan bu cereyanların döküldüğü denizlerdeki mütelatım dalgaların mehib sadalarını zadeler için mütehattim bir vecibe-i besalettir. Yüzlerce sene cihanın muhtelif kıt‘alarında rayet-i İslam’ı şan ve şerefle dolaştıran Anadolu müslümanları hasbe’lkader bugün ana yurtlarına çekilmiş hayat ve memat mücadelelerine girişmiş bulunuyor. En müdhiş en vahim dakıkalarda bile İslam’ın izzetini bütün bir cihan-ı küfre karşı muhafaza eden bu mukaddes İslam yurdunu bu fedakar İslam mücahidlerini yakından ziyaret etmek üzere müslüman kardeşlerimiz Asya Afrika içlerinden Hindistan yaylalarından koşup geliyorlar. Bu iman kardeşlerimizden biri olan dünkü misafirimiz ise seksen milyon Hindistan müslümanlarını temsil eden bir zat-ı muhteremdir. Kendisini evvelce tanımakla mübahi olduğumuz Peşaver eşraf ve mütehayyizanından Mustafa Sağır Han hazretleridir. Pay-i mal edilmek istenen Hilafet-i tarafından intihab olunup Avrupa’ya gönderilen Hilafet Cem‘iyeti Hey’et-i Murahhasası a‘zasından olan bu büyük ve muhterem misafir kardeşimiz Darülhilafe’de İslam’ın ve Hilafet-i seniyyenin ma‘ruz kaldığı feci‘ vaz‘iyete tahammül edemeyerek bu mücahidler yurduna geçiyor alemdaran-ı İslam ile birlikte çalışmaya Hindistan’ca me’mur ediliyor. Daha evvel gelmek üzere yola çıktıkları halde bir kazaya uğruyor Anadolu sahiline geçmek için Varna’dan bindiği motora Karadeniz’de tesadüf eden bir Yunan zırhlısı Osmanlı zabiti zannıyla kendisini esir ediyor Atina’ya gönderiyor bir müddet orada üsera garnizonunda tevkıf ediyor ondan sonra İstanbul’a getirip İngilizlere teslim eyliyor. İki hafta kadar Arapyan Hanı’nda mevkuf kaldıktan ve Hindistan’da enva‘ını görmüş olduğu İngiliz hakaretlerine uğradıktan sonra bir bahane ile kendisini tahliye ettirmeye muvaffak oluyor ve hemen fedakar erkan-ı harblerimizden Kaymakam Kemal Binbaşı Zati Bey ve kendisine yaver olarak verilen Mekteb-i Bahriyye’nin yetiştirdiği genç ve cesur zabitlerimizden Mehmed Bey ve diğer bazı zabitan ile beraber Anadolu sahiline geçiyorlar. Her geçtiği yerde birçok günler kalmak istediği halde seri‘an Ankara’ya gitmek mecburiyeti olduğu için kendisiyle uzun boylu teşerrüfe vakit olamadı. Bu büyük misafirin kıymetini takdir buyuran Kolordu Kumandanı Muhyiddin Paşa hazretleri müşarun-ileyh han hazretlerinin şereflerine hususi bir ziyafet vermiş bu münasebetle kumandanlık dairesinde gerek kendileriyle gerek refakatlerinde bulunan zabitan beylerle hususi bir musahabede bulunularak İstanbul ile Hindistan ahvali hakkında bazı ma‘lumat istihsal olunmuş ve İslam’ın müşterek dertleri hakkında serbest bir surette teati-i efkar edilmiştir. Müşarun-ileyhin en ziyade nazar-ı dikkatlerini celb eden cihet Anadolu’da gördükleri hürriyet-i İslamiyyedir. Zavallı dindaşımız bütün hayatını İngiliz tazyiki İngiliz zulüm ve esareti altında geçirdiği Darülhilafe’de de o zalimane esaretten başka bir hayat göremediği için mahkumiyeti esareti müslümanlarca tabi‘i bir hal addediyordu. İlk görüşür görüşmez bana İstanbul’da geçirdiğimiz zamanları hatırlattı: –Biliyor musunuz dedi; o sıcak havalarda sesimiz diye perdeleri indirir de öyle konuşurduk. Siz bana Kuva-yı Milliyye’den Anadolu’daki müslümanların her türlü ecnebi tazyikinden azade olarak geçirdikleri hayat-ı hürriyet-perveraneden bahs ettikçe ben hayretle sizi dinler; o aleme karşı tahassürler iştiyaklar duyardım. Elhamdülillah bugün hür müstakil İslam topraklarına yüzümü gözümü sürdüm. Ah azizim bilseniz ruhumda ne kadar serbestlik duyuyorum. Maddi ma‘nevi bütün kuva-yı hayatiyyemi taht-ı tazyikinde ezen zincirleri Anadolu’ya adım attığım gün ayaklarımın altında parça parça edilmiş gördüm. Bana soruyorlar: –Memleketlerimizi nasıl buldunuz; kasabalarımızı şehirlerimizi beğendiniz mi? Taaccüb ediyorum ki bana böyle bir sual irad ediliyor. Benim gibi esaret altında doğmuş zulüm ve hakaret altında büyümüş hayatında velev bir gün olsun istiklal zevki tatmamış hürriyet neşvesi görmemiş bir adam binaların şekline sokakların haline dikkat eder mi? Gökler viran olduktan sonra ma‘murelerin ne zevki olur? İnsanların meskeni kulübeler olsun; fakat hürriyetleri iradeleri ellerinde bulunsun. Memleketlerinde büyük caddeler bulvarlar bulunmasın; fakat istiklallerine sahib olsunlar. Hürriyetsiz istiklalsiz hayat hayat mıdır? Böyle bir yaşayış ne bed-baht yaşayıştır. Hürriyetsiz istiklalsiz insanlar demir kafesler içinde yaşayan mahlukat gibidir. Oh! Ne güzel ne geniş ne serbest memleketler!.. İstediğinizi söyler istediğinizi yaparsınız; ef‘alinizde harekatınızda serbestsiniz. Ne İngiliz korkusu var ne istibdad endişesi! Tazyiksiz konuşmak işlemek teneffüs etmek zevkine ruhlar ne kadar muhtacdır! Bugün Allah’ın insanlara bahş ettiği bu büyük ni‘mete mazhar olmakla ruhumda o kadar ulviyet kalbimde o kadar zevk duyuyorum ki bu hürriyet ve istiklal uğrunda refah servet darat… her şey feda olsun! –İstanbul’a avdet edecek misiniz? –İstanbul’a avdet mi?.. Artık o kayd-ı esarete tahammül geçirdim artık yetmez mi? İngiliz esareti altında dünyaya geldim. İngiliz esareti altında büyüdüm. Hindistan’ın biz mazlum evladları için yegane bir medar-ı teselli varsa o da sizsiniz. Hindistan’ın figanlı dereleri başında gözyaşı döken her Hindli müslüman için Halife’nin diyarı bir arz-ı mev‘uddur yeryüzünde bir cennettir; onun hayaliyle demgüzar olur. Benim kafam da düşünmeye başladığı zaman o fecayi‘ karşısında ruhum ezildikçe ezildi. Vatanımın ecnebi ayakları altında zillete mahkum olması her gün kalbimi sızlatıyordu. Ah o ne acı ne elemli bir hayattır! Günler değil seneler değil; ömürler bu ıztırablar içinde söner gider. Fakat bir zaman geldi ki kendi derdimizi unuttuk. İslam’ın Merkezi’ni müdhiş bir felaket kapladı. Avrupa İslam’ı boğmak son medar-ı tesellimizi de yıkmak istiyordu. Ma‘azallah o yıkılırsa artık reha ve saadeti tahayyüle de imkan kalmayacaktı. Merkez-i Hilafet’in uğramakta olduğu bu musibet-i uzma bütün Hindistan’ı sarstı. Her tarafta büyük büyük ictima‘lar heyecanlı kongreler akd edildi. Hind Hilafet Cem‘iyeti namıyla esaslı ve bütün Hindistan’a şamil bir teşkilat vücuda getirildi. Avrupa’nın o zalim kararına karar-ı i‘damına mani‘ olmak üzere derhal Avrupa’ya bir hey’et-i mahsusa i‘zam olundu. Hindistan’ın en fedakar ve en yüreği yanık evladlarından Muhammed Ali hazretlerinin riyaseti altında olan bu hey’et Londra’ya gitti Paris’e gitti bütün Avrupa’yı dolaştı. Hilafet-i İslamiyyeyi kurtarmak için her türlü siyasi teşebbüslerde bulundular. Hatta bazan pek acı da söylediler tehdidkar bir vaz‘iyet de aldılar. Ben de İstanbul’a murahhas olarak geldim. Keşke gelmeyeydim de İslam’ın o en büyük felaketini görmüş olmayaydım. Fakat o acıyı da tatmak mukaddermiş! Dünyayı gezdim karşıma hep İngiliz zulmü çıktı. İslam’ın merkezine gelip de Halife’yi Halife’nin vükelasını vüzerasını İslam’ın büün müessesatını İngiliz tahakkümü altında görünce İslam’ın düştüğü bu zillet ve sefalet beni hüngür hüngür ağlattı. Biliyorsunuz o feci‘ hali görmemek dirilmek ne tahammül-suz felakettir. Ben ömrümde acının bu kadar şiddetlisini zilletin bu kadar feci‘ini görmemiştim. ya bir taşkınlık göstererek ebediyyen İngiliz zindanlarına atılırdım. Cenab-ı Hakk’a binlerce şükür olsun beni o cehennem hayatından kurtardı İslam’ın hür ve müstakil yurdunu görmeyi bana nasib eyledi. Ben zannediyordum ki İslam bütün dünyada esir her yerde zelildir. Fakat öyle değilmiş. İslam’ın izzet ve şerefini muhafaza eden İslam’ın hürriyet ve istiklalini yaşatan kahraman mücahidler diyarı da varmış. Artık ben de bil-fi‘l bu hayat-ı mücahedeye beraber çalışacağız. Bütün İslam Alemi’ni kurtaracağız. cehenneme girmek demektir. – Doğrudur. İnşaallah muzafferen İstanbul’a gireceğiz. olacaktır. – Ah o zalim ne dessas ne fitnekardır. Bütün dünyayı ateşe verir de karşısına geçer zerre kadar elem hissetmez. Akvamı birbirine tutuşturur bir memleket efradını birbirine düşürür aynı dinden olanlar arasına bile fitneler Hayvan gibi onları iradesine ram eder. Sülük gibi kanlarını emer. Biz onun Hindistan’daki bu zalimane bu fitnekarane siyasetini pek iyi biliyoruz. Onun için merhamet vardır. Bunu te’min için her mel‘aneti icra etmekten çekinmez. Milyonlarca insan mahv eder memleketleri hak ile yeksan eyler türlü türlü yalanlar irtikab etmekten sıkılmaz. Afganistan’a kucak kucak beyan-nameler atarak Anadolu’da Rumların ekseriyet teşkil ettiğini Anadolu’da Müslümanlık’ın ehemmiyeti kalmadığını propaganda edip duruyor. Bu suretle Afganistan müslümanlarının efkarını zehirlemek oradaki hareket ve fa‘aliyeti sarsmak istiyor. Çünkü şimdi Afganistan’da büyük hazırlıklar vardır. Yüzbinlerce Hindli Afganistan’a geçiyor oraya hicret ediyor. Hele Hindistan ekabirinden Zafer Ali Han namındaki pek fedakar bir zat vardır ki bugün Kabil’de Afganistan’ı müdhiş surette tahrik edip duruyor. Hilafet’in küffar esareti altına düştüğüne Anadolu’daki müslümanların imha edilmekte olduğuna bütün müslümanlar için İngilizlere ve müttefiklerine karşı cihada başlamak farz bulunduğuna dair beyan-nameler neşr ediyor nutuklar veriyor. Diğer tarafdan Osmanlı zabitleri de Afganistan’ı ta‘lim ve teslih ediyor. Afganistan o dereceye gelmişti ki bir aralık müsellah fırkalar bile Anadolu’ya gönderiyordu; Herat’a kadar gelen bu mücahidinin neden dolayı azimetleri te’ehhür ettiğini anlayamadım. Emin olunuz ki bugün Afganistan Halife’yi esaretten kurtarmak için Anadolu’ya asker göndermeye azm etmiştir. Bu bir galeyandır ki İngilizleri tedhiş ediyor. Bunun önüne geçmek için bilseniz İngilizler ne tezvirler kahraman adamlardır. Asya’daki akvam-ı İslamiyye arasındaki Afganlılar kadar cesuru yoktur desem caizdir. Ve bunlar bir kere azm ettiler mi önlerine hiçbir şey duramaz. Benim memleketim olan Peşaver Afganistan hududundadır bu münasebetle onları iyi tanıyorum. Bugün Afganlılar öyle diyor: – Biz Hindliler gibi para veremeyiz fakıriz. Biz süngülerimizle Anadolu’ya yardım eder Hilafet-i Afganlıların bu celadeti Muhyiddin Paşa hazretlerinin pek hoşuna gitti: – Aferin Afganlılara! dedi. Tam müslüman imişler. Hakıkati pek güzel anlamışlar. – Evet paşa hazretleri! Bugün bütün Alem-i cihad meydanlarında ölmedikçe esaretten zilletten kurtulamayacağını idrak etmiştir. Onun içindir ki bugün her tarafta müslümanlar harekete başlamış fa‘aliyete geçmiştir. Hindistan’da bile efkar değişmiştir. Artık sözün siyasi teşebbüsatın yalvarmanın yakarmanın zamanı geçmiş olduğu anlaşılmıştır. Avrupa’da kapı kapı dolaştık. Seksen milyon müslümanı temsil eden Hind Hilafet Cem‘iyeti Hey’et-i Murahhasası o kadar bağırdığı feryad ettiği halde kulak asan olmadı. Altı yedi asırlık koca bir saltanatı baltaladılar. Ne Hilafet tanıdılar ne İslam efkarı dinlediler. Eğer o cem‘iyetin arkasında çok değil iki yüz bin süngü olaydı o vakit hiç bağırmaya da lüzum yoktu derhal mutalebatı is‘af edilirdi. Her ne ise hep bunlar birer derstir. müslümanlar başlarını taştan taşa vura vura nihayet bugün hakıkati anlıyorlar. Bundan daha bir buçuk sene evvel biz Hindistan müslümanları protestolarda siyasi teşebbüslerde bulunurken Hindu ihtilalci rüesasından Mister Gandi demişti ki: –Nafile uğraşıyorsunuz. İngilizler böyle protestodan muhtıradan hiçbir şey anlamazlar. Onlar kuvvetten başka bir şey tanımazlar. Böyle şeylerle uğraşmaktan ise bil-fi‘l Buna rağmen Hind müslümanları teşebbüsat-ı siyasiyyeden rica ve niyazdan vaz geçmediler. Fakat bütün teşebbüsler hüsran ile neticelenince şimdi Mister Gandi’nin sözüne geldiler. Artık bundan sonra biz Hindistan müslümanları politikamızı değiştiriyoruz. başlıyoruz. Sonra Anadolu’ya mu‘avenet-i nakdiyye mes’elesi de bugün başka bir şekle giriyor. Mukaddema cem‘iyet-i i‘ane suretiyle para toplanıyordu. Toplana toplana bir buçuk milyon İngiliz lirası toplandı. Bunun ne ehemmiyeti olur? Şimdi Hind müslümanları verdikleri verginin sülüsünü Anadolu’daki cihada tahsis ediyorlar. Böyle olursa azim bir yekun teşkil eder. –İngiltere buna mümanaat etmez mi? –Elinden gelse mümanaat değil i‘dam bile eder. Fakat bugün Hindistan’da artık İngilize vergi vermemek mes’elesi alabildiğine efkara yayılmıştır. Ve bu Hindliler asıl kıyamet buradan kopacaktır. – Pek a‘la! Fakat biz Hindistan ile nasıl muvasalayı te’min edeceğiz? İngilizler denizlere hakim oldukça bu müşkil olmaz mı? – Tabi‘i müşkildir. Fakat biz himmetlerimizle o güçlükleri açılmıştır. – İslam Alemi arasında esaslı bir vahdet ve irtibat te’mini için ne gibi teşebbüsatta bulunmayı münasib görüyorsunuz? – Bu hususda bir takım projelerimiz vardır ki Ankara’da makam-ı aidine arz edeceğim. Her şeyden evvel şu Anadolu hareketini muvaffakıyetle idame etmek elzemdir. Bütün sırr-ı muvaffakıyyet buradadır. Yalnız Hindistan müslümanları değil bütün İslam Alemi sizin bu kıyam ve cihadınızı tebcil etmektedir. Ve sizin muvaffakıyetiniz bütün İslam’ın muvaffakıyetidir. Sizin vahdetiniz bütün İslam’ın vahdetidir. – Kemal Beyefendi! Siz de bize biraz İstanbul havadisi vermeyecek misiniz? – İstanbul’da zillet ve hakaretten ihtirasattan entrikadan başka ne var ki söyleyeyim. Bunları biz kendimiz ne rezaletler yaptık. Sabık kabine işi bütün bütün rezalete döktü. Şahsi menfaatler ihtiraslar israflar herkes miras kapmak derdine düştü hükumet İngilizlerin elinde baziçe adeta onların bir vasıta-i icraiyyesi idi buna mukabil diğer devletlerle geçimsizlik. Hasılı gerek dahile karşı gerek harice karşı hiçbir haysiyet ve mevki‘i kalmadı. Nihayet günün birinde yıkılıp gitti. – İngilizler nasıl bu sukuta muvafakat ettiler? – Ferid Paşa Kabinesi’nin Anadolu’ya karşı kuvvetle bir şey yapamayacağını İngilizler pek a‘la anladılar. Onun üzerine başka bir entrika çevirmek istediler. Anadolu efkarını teşettüte düşürmek. Zaten artık kabineyi tutmak tarafdan Rusya’da ve Yunanistan’da ahval-i siyasiyyenin aldığı şekil Anadolu’ya daha fazla kuvvet veriyor İngilizin siyaseti ne kadar oynaktır. Menfaatine hadim ve alet olan akvam ve eşhas o hizmeti ifa edemeyecek bir hale gelince bir tekme ile arka çevirmek dün en büyük düşman diye yeryüzünden kaldırmak istediği millette biraz eser-i hayat ve kuvvet görünce hiç sıkılmadan elini uzatmak İngilizlerin şi‘ar-ı mahsusudur. Sonra kaleyi daima içinden feth etmek arasında vahdet gördüğü milletleri tefrika ve nifak siyaset-i zalimesinin umdesidir. Binaenaleyh Anadolu’da ta‘azzuv eden mevcudiyet-i siyasiyyenin günden güne tekemmül etmesi ve kuvvetinin artması İngilizleri ciddi surette endişeye düşürdü. Ferid Paşa Kabinesi İstanbul’da re’s-i karda kaldıkça Anadolu vahdeti daha ziyade artıyor Artık tamamıyla anlaşılmıştı ki İstanbul’la Anadolu’nun anlaşması ne iyilikle ne zorlukla kabil değildi. –Halbuki bizim bildiğimize ve anladığımıza göre matlub olan Anadolu anlaşmaması ve aradaki uçurumun daha ziyade derinleşmesidir. Ferid Paşa Kabinesi gelmezden evvel Salih Paşa Kabinesi zamanında İngilizler bu siyaseti ta‘kıb ediyorlardı. Bundan maksadları da hükumet-i Osmaniyyeyi ikiye bölmek ve bu ikiliği tabiatiyle bir emr-i vaki‘ haline getirmekti. Zaten muahedede görüldüğü vechile İstanbul ve civarı için ayrı bir şekl-i idare ta‘yin edilmesi İngilizlerin bu maksadını pek vazıh surette gösteriyor. Daha açıkçası saltanatla Hilafet’i ayırmak Hilafet’i kuvve-i maddiyyeden mahrum Papalık gibi bir şekle sokmak istiyordu. Hatta bir zamanlar Avrupa matbuatı bu mes’eleyi dillerine doladılar: Osmanlı hükumetini Anadolu’ya nakl etmek İstanbul’u da bütün müslümanlara aid olmak üzere yalnız Makam-ı Hilafet olarak bırakmak lazım geleceği hakkında hayli neşriyatta bulundular. Yani Hilafet’i yalnız ismen ibka etmek fi‘len tamamıyla ortadan kaldırmak. Yüz milyon tebe‘a-i ne derece büyük ehemmiyeti olduğu ma‘lumdur. Bu müessese-i İslamiyyeyi ehemmiyetten iskat etmek kendi taht-ı nüfuzuna almak tahrib etmek İngilizlerce en büyük gayedir. Bunun için bir zamanlar İngiliz matbuatı açıktan açığa Hilafet’le saltanatın tefriki lüzumu hakkında neşriyatta bulundular. Fakat Hindli e‘azım-ı muharririn saltanatsız yani kuvve-i icraiyyesiz hükumetsiz Hilafet’in bir ma‘na-yı şer‘isi olmadığı Hilafet’in emr-i din ve dünyada riyaset-i ‘ammeden ibaret bulunduğu hakkında uzun uzadıya neşriyatta bulundular. Biz de Sebilürreşad’da bu hususa dair hayli müdafaatta bulunduk. Bunun üzerine fi‘len bir emr-i vaki‘ husule getirmek esbabına teşebbüs ettiler. Her şeyden evvel İstanbul ile Anadolu arasında bir uçurum husule getirmek lazımdı Salih Paşa Kabinesi O sıralarda; Anadolu’da teessüs etmek üzere olan Kuvayı Milliyye dahi bazı mesailde ictihadatında fedakarlıklar göstermek suretiyle iftiraka meydan vermemek istiyordu. Halbuki o zaman Meclis-i Meb‘usan Anadolu’da bir yerde teşekkül etmiş olsaydı her halde İngilizler planlarını tatbik hususunda pek büyük müşkilata uğrarlar ihtimal ki muvaffak da olamazlardı. Lakin o zaman bütün rical-i hükumet buna muhalifdi ve Kuva-yı Milliyye de Salih Paşa Kabinesi’yle bu yüzden bozuşmak istemiyordu. Meclis-i Meb‘usan İngiliz daire-i nüfuzunda teşekkül edince adamakıllı bir mevcudiyet gösteremedi. yanıldıklarını anlayınca Ferid Paşa’yı re’s-i kara getirmek bu suretle Anadolu’da İstanbul’a karşı bir nefret husule getirerek kalkar gibi olan ihtilafı körüklemek esbabına teşebbüs ettiler. Kabineyi düşürmek Meclis’i dağıtmak Ferid Paşa’ya mühr-i hümayun verdirildi. Şeyhulislama Kuva-yı Milliyye’nin kuva-yı bağıyye olduğu hakkında fetvalar imza ettirildi. Hükumet saltanat Hilafet din… Artık herşey İngilizlerin baziçesi oldu. İngilizlerin bütün bu tertibat-ı siyasiyyelerinden maksad Anadolu ile İstanbul arasında dolmayacak surette bir hufre-i iftirak vücuda getirmekti. İngilizlerin hesabına göre Kuva-yı Milliyye muhacematını yalnız Ferid Paşa’ya karşı değil makam-ı saltanat ve Hilafet’e de tevcih edecekti. O zaman İngiltere Hindistan’a karşı; –İşte görüyorsunuz ya sizin Hilafet Hilafet diye kıyametleri kopardığınız makama karşı bizzat Türkler muhalif ve muarızdırlar Hilafet’i ben değil Türkler kaldırmak istiyor. diyecek; İslam Alemi’ni de aleyhimize tevcih ettikten sonra Hilafet’in hamisi süsünü takınarak ortaya çıkacaktı. Her taraf herc ü merc içinde kalacak İngiltere çubuğunu yakarak keyif çatacak oyunu ikmal etmiş olacaktı. Fakat Kuva-yı Milliyye Cenab-ı Hakk’ın ilham ve etti. Ve bu hareket-i milliyyenin Halife’yi ve müessesat-ı Hilafet’i esaretten kurtarmaya ma‘tuf olduğunu bütün cihana bildirdi. Bunun üzerine İngilizler hiç beklemedikleri bir hadise karşısında kaldılar bir müddet şaşaladılar. Fakat me’yus olmayarak fa‘aliyetlerini artırdılar. Ferid Paşa’yı mevki‘-i iktidara getirmek fetva çıkartmak Meclis’i dağıtmak gibi mühim muvaffakıyetler elde ettikten sonra vaktiyle tertib ettiği Urabi Hadisesi gibi bir vaz‘iyet husule getirmek az muvaffakıyet değildi. Onun üzerine Kuva-yı Muhammediyye’ler tertib ettirdi müslümanlar arasına fitne sokmak için elden gelen her vasıtaya teşebbüs etmekten geri durmadı. Diğer tarafdan Yunan’ı takviye ve tahrik etti. Nihayet öyle bir vaz‘iyet husule getirdi ki tabiatiyle Halife Papa gibi bütün kuva-yı maddiyyeden mahrum iradesiz nüfuzsuz bir halde kaldı. Muahede-i sulhiyyede İstanbul ve civarını da adeta beyne’l-milel bir şekle koydu. Bunu imza ettirecek sersemler de buldu. “Anadolu da öte tarafda kendi kendisine ne yaparsa yapsın.” dedi. Onun için bize göre Anadolu ile İstanbul’un anlaşması – Evet orası öyledir. İngilizlerin her ne suretle olursa olsun tefrikanın idamesi tarafdarı olduklarında şübhe yoktur. Fakat bugün vaz‘iyet değişmiştir. Vaz‘iyet değişince politikayı da tebdil etmek iktiza eder. Günden güne kesb-i kuvvet eden Anadolu’nun inhilali için yeni yeni tedbirler düşünen İngilizler artık Ferid Paşa Kabinesi’ni tutmakla Anadolu’ya karşı bir şey yapamayacaklarını anladılar. Bir kere asker toplayarak sevk etmek kabil değil. Tecrübe ettiler mümkün olamayacağına kat‘i kanaat getirdiler. Kuva-yı İnzibatıyye teşkili zamanları geçti. Sonra muslihane hululün de imkanı olmadığını gördüler. Ferid Paşa re’s-i karda kaldıkça Anadolu daha ziyade birleşiyor ve kuvvetleniyor. Bir def‘a da Ferid Paşa’yı çekerek Anadolu’ca mu‘teber adamları iş başına getirmek bu suretle Anadolu efkarını tereddüde düşürerek yeni yeni dolaplar çevirmek politikasını tecrübe etmek istediler. Wrangel kuvvetleri mahv oluyor Yunanistan sallanıyor Romanya Karadeniz’deki Anadolu sevahiline asker sevk etmek teklifini önce kabul eder gibi bir vaz‘iyet takındığı halde ahval-i siyasiyyenin aldığı şekil üzerine o da vaz geçiyor. Başka tarafdan ise kuvvet tedarikine imkan yok. Yunanistan bütün bütün inhilal edip de Anadolu’da kat‘i Anadolu ile bir müzakere kapısı açarak kendisi de bu vesile ile burnunu sokmak üzere Ferid Paşa’nın sukutu gelmesine İngilizler ve müttefikleri muvafakat ettiler. Böyle bir kabine mevki‘-i iktidara gelince Anadolu ne diyecek Kuva-yı Milliyye’ce de muhterem tanılan bu zevattan hiç birisine hıyanet isnad edilemeyecek bu suretle Anadolu şaşırtılacak İstanbul’da Halife’nin guya serbest bulunduğu zehabı fikirlere ilka edilecek!... Efkarda böyle bir tereddüd husule getirdikten sonra Anadolu ile başlayacağı tabi‘i olan müzakerata kendisi de bir suretle müdahale edecek o vesile ile Türk dostlarından! belki birkaç İngiliz’i de Anadolu’ya gönderecek. Ma‘lum ya; Türk tarafdarı diye birkaç düzine İngiliz dostları vardır. Bunlar bir fesad tertib olunduğu zamanda ortaya çıkarlar. Türklerin hayr-hahı! diye içimize sokularak tezviratta bulunurlar. İşte bu kabilden bazı Türk dostları! Anadolu’ya gelecek buradaki rical-i hükumetin efkarını anlayacak hangi noktalardan tefrika çıkarmak kabil olduğunu görecek ona göre İngilizler yeni tedbirlere müracaat edecekler. – Birader şu dessas İngilizleri ne güzel anlamışsınız. – Öyle ya Kuva-yı Milliyye tarafdarı bir kabinenin iş başına gelmesine bizim hayrımız vahdetimiz için tarafdar olacak değiller ya! – Anadolu’nun artık İngiliz desiselerine İngiliz hilelerine aldanacak bir halde bulunmadığına emin olabilirsiniz. – Yalnız şimdi İngilizlerin başka bir şeyi var. Yine din perdesi altında bir fitne çıkarmak istiyorlar. Siyasetçi bir takım sarıklılardan mürekkeb dini bir fırka teşkil ettirmek karda kalamayacaktır. İngilizler tertib ettikleri fesad dolabını yoluna koyuncaya kadar onu idare edecekler sonra yeni oyunlarına başlayacaklar. O dini fırkayı re’s-i kara getirecekler. – Demek hala İstanbul’da dini fırkacılığa İngiliz menfaatine alet edecek kimseler var! Yazıklar olsun. Zavallı din! Ötekinin berikinin elinde baziçe-i siyaset ve menfaat olmuş! Allah’dan korkmaz Peygamber’den sıkılmaz adamlar!.. O dinin hangi noktası zilleti esareti kabul eder? O dinin hangi ayeti İngiliz iradesine boyun eğmeyi İngiliz menfaatine hadim olmayı telkın eyler? O İngilizler ki bugün Hilafet’in şerait-ı esasiyyesini yıktılar. Kur’an’ın ahkamını muattal bıraktılar. Acaba dini fırka yapmakla meşgul olan o zevat-ı kiram bilmiyorlar mı ki beka-yı İslam’ın şerait-i zaruriyyesi olan sedd-i süğur techiz-i cüyuş tenfiz-i ahkam ü kazanın bugün hiçbirisi kalmamış binaenaleyh ma‘nayı Hilafet mühmel olmuştur? İslam hududunu düşmana karşı kapayabilmek istediği kadar asker toplayıp techiz etmek ecnebi müdahalesinden tamamıyla azade olarak ahkam-ı şer‘iyyeyi icra etmek hususunda Halife’nin ve hükumetin hürriyet ve istiklal-i tammı olmadıkça Hilafet’in ma‘nası var mıdır? Muahede-i sulhiyye beka-yı İslam’ın bu şerait-i zaruriyyesini tamamıyla kaldırmamış mıdır? Bugün Halife küffarın tecavüzüne karşı hududlarını kapamak asker toplamak ahkam-ı İslamiyyeyi tenfiz etmek salahiyetlerinden hangisini haizdir? Doğrusu Hilafet’in dinin İngiliz elinde böyle esir ve oyuncak olduğu bir zamanda İngilizlerle tevhid-i mesai ederek dini fırka teşkil etmek bu suretle islamı İngilizlere daha ziyade ezdirmek kadar müdhiş cinayet tasavvur olunamaz. – Evet böyle bir fırka teşkil ettikten sonra re’s-i kara gelecekler Anadolu’yu ezecekler. Söz buraya gelince deminden beri bahsi kemal-i dikkatle dinlemekte olan Muhyiddin Paşa hazretleri derhal şu cevabı verdiler: – Tamam. Çok iyi. Fakat geç kalmışlar avn-i Hakk’la biz Kuva-yı Milliyye’mizi bugün asakir-i muntazama haline getirdik ordularımızı techiz ve tahşid ettik. Bundan sonra bizim üzerimize kimse gelemez avn-i Hakk’la biz ileriye gideceğiz. Düşman istilası altında kalan İslam memleketlerini küffar esareti altında bulunan müstakıllesini te’sis edeceğiz. – İstikbali nasıl görüyorsunuz? – İstikbal pek açık surette görülüyor. İngiltere Şark’tan çekiliyor. Karadeniz’deki bütün istinad noktalarını elden kaçırdı. Kafkasya’da bir alakası kalmadı. Cenubi Rusya’daki mahmisi de inhizam-ı kat‘iye uğradı. Yunanistan elden gitti. Ermenistan bitti. Dört tarafdan Şark’ta mağlub oldu. Şimdi müdafaa vaz‘iyetine geçiyor. Boş kalan bolşevik orduları Romanya’yı Balkanlar’ı tehdide başlayacaktır. Onun içindir ki İngilizler karargahlarını Edirne’ye nakl ettiler. Boğazlar’ı müdafaa için orada müdafaa etmek şübhe yoktur. Bolşevik müttefiklerimizin Çanakkale’ye – Onlar yukarıdan İngilizleri tazyik ederken inşaallah aşağıdan Çanakkale sahillerine vasıl oluruz. – İngilizleri Karadeniz’den ve Marmara’dan tamamıyla atmaya Cenab-ı Hak bizi muvaffak edecektir. – Yalnız buralardan değil inşaallah umum müslüman diyarından bütün o zalim emperyalistleri atmak nasib olur. BİR HEY’ET-İ MUAZZAMANIN ANADOLUMUZ’A KUDUMU Beyefendi’nin Fatin Efendi üstadımızın Münir ve Cevad beyefendilerin Ankara’ya muvasalatlarını istibşar ettik. Ordumuzun en kıymetli en faziletli ümerasından bulundukları ümmetin icma‘ıyla sabit bulunan İzzet ve Salih Paşalar hakkında söz söylemeyi zaid addediyoruz. Hüseyin Kazım Beyefendi ise memleketimizin en değerli en cevval en fa‘al evladındandır. Şeyh Muhsin-i Fani ünvan-ı müstearıyla ilmi edebi siyasi ictima‘i dini pek çok cevherli yazılar yazan; hele yirmibeş otuz sene uğraşarak lisanımızın şimdiye kadar kimse tarafından tertib edilmemiş olan muazzam ve her ma‘nasıyla mükemmel bir lugatini meydana getiren fazıl-ı müşarunileyhi muhterem kari’lerimiz elbette gıyaben olsun tanıyacaklardır. Fatin Efendi hocamıza gelince; müslümanların en mütefennin en mütekamil rical-i ilim ve irfanından bulunan bu allame-i hamiyyet-perveri aramızda görerek kendisinin gerek ‘ulum-ı Şarkıyye ve Garbiyye sahasındaki olmayı temenni etmeyecek binaenaleyh bu azim fırsatı ganimet bilmeyecek hiçbir müslüman tasavvur edemeyiz. Münir Beyefendi vatanımızın rical-i hukuk ve siyasetinden bulunmak ve Garb lisanlarında ihata-i kamile ashabından olmak haysiyetiyle irfan ve hamiyetlerinden a‘zami istifadelerde bulunacağımız tabi‘idir. Cevad Beyefendi’nin kim olduklarını ta‘yin edemedikse de böyle bir hey’et-i mübeccele erkanı arasında bulunan mir-i müşarun-ileyhin de vücudu memleket için hayr-ı mahz telakkı edilecek erbab-ı meziyyet ve faziletten olduklarında asla tereddüd etmedik. Binaenaleyh zevat-ı müşarun-ileyhimin her birine arz-ı hoş-amedi ederek vatan-ı İslam’ın saadetine ma‘tuf olması tabi‘i bulunan bütün amal-i mukaddeselerinde mazhar-ı tevfik olmalarını Cenab-ı Hakk’tan temenni eyleriz. Büyük Millet Meclisi’nde Okunan ERMENİSTAN MUAHEDESİ’NİN BAZI MEVADD-I MÜHİMMESİ Osmanlı ve Rus ve bütün cihan ve müstekar olan ictima‘i vaz‘iyetin gösterdiği vechile Osmanlı hududu dahilinde Ermeni ekseriyetini havi hiçbir kıt‘a-i arazinin mevcud bulunmadığı bu vesile ile de te’yid ve tasdik olunur şiddetli alkışlar. Türkiye ile Ermenistan arasındaki hududu Aşağı Karasu munsabından i‘tibaren Aras Nehri – Keşah? şimaline Arpaçayı ba‘dehu Kızılça[k]çak ve Hacıpiri’den geçen dere –Ziyaret Dağı zirvesi ve Çıldır Gölü hattı teşkil eder. Emperyalist devletlerin tahrikat ve teşvikatı eseri olarak asayişi muhill ahval ve harekata fima-ba‘d imkan-ı husul bırakılmaması emel-i halisanesine binaen Erivan Cumhuriyeti asayiş-i dahiliyi muhafazaya kafi ve esliha-i hafife ile mücehhez jandarma kuvvetiyle hudud-ı memleketi müdafaaya mahsus ve sekiz cebel veya sahra topu ve yirmi makinalı tüfenk bir kıt‘a-i askeriyyeden ma‘ada teşkilat-ı askeriyyeye müsaade etmemeyi taahhüd eder. Ermenitan’da hizmet-i mükellefe-i askeriyye cari olmayacaktır. Madde – Ba‘de’l-musalaha Erivan’da ikamet edecek Türkiye mümessil-i siyasisi veya sefirinin bu hususat hakkında tedkıkat ve tahkıkat icra etmesine Erivan hükumeti müsaade etmeyi işbu ahid-name ile kabul eylemiştir. Buna mukabil Ermenistan Cumhuriyeti tarafından taleb vuku‘unda dahili ve harici mehalike karşı Türkiye Büyük Millet Meclisi Ermenistan’a mu‘avenet-i müsellahada bulunmayı taahhüd eder. Tarafeyn-i akıdeyn Harb-i Umumi esnasında düşman ordusuna iltihak ederek devlet-i metbuasına karşı silah isti‘mal etmiş veya arazi-i meşgule dahilinde yapılan kıtallere iştirak etmiş olanlardan ma‘ada muhacirlerin eski yurtlarına avdetlerine müsaade ederler ve bu suretle memleketlerine avdet edenlerin en medeni memleketlerdeki ekalliyetlerin müstefid oldukları hukuktan tamamıyla te’min-i istifadelerini mütekabilen taahhüd eylerler. Madde – Altıncı Madde’nin İkinci Fıkrası’nda zikr edilen muhacirinden işbu muahede-namenin tasdik ve teatisi tarihinden i‘tibaren altı ay olmak üzere ta‘yin edilen müddet zarfında yurtlarına avdet etmeyenler Madde-i mezburenin bahş ettiği müsaadattan istifade edemeyecekleri gibi böylelerin hukuk-ı tasarrufiyyeye aid Madde – Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti masarıf-ı azimesine rağmen Ermenistan’a karşı bizzarure bulunduğu tazminattan kabul ve i‘lan edilen insani ve hukukı esasata fart-ı riayeti hasebiyle sarf-ı nazar eyler. Madde – Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti Erivan Cumhuriyeti’nin Dördüncü Madde’de muayyen hududu dahilinde tamamen inkişaf ve te’min-i hakimiyyeti taahhüd eder. Madde – Erivan Hükumeti Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti tarafından suret-i kat‘iyyede reddedilmiş olan “Sevr” Ahid-namesi’ni keen-lem-yekün add ü i‘lan eder şiddetli alkışlar ve bazı emperyalist hükumat ve mahafil-i siyasiyye elinde alet-i tahrik olan Avrupa ve Amerika’daki hey’et-i murahhasasını geriye celb etmeyi bundan sonra her iki memleket arasında her türlü su’-i tefehhümü izale niyet-i halisasıyla bil-mukabele taahhüd eylediğini beyan eyler. Ermenistan Cumhuriyeti sulh ve sükun içinde te’min-i etmek emrindeki niyet-i halisanesine delil olmak üzere emperyalist emelleri arkasında koşarak iki milletin sulh ve sükunu ile oynayan cidal-cu erbab-ı ihtirası idare-i hükumetten uzak bulundurmayı taahhüd eder. Madde – Ermenistan Cumhuriyeti’ne aid arazi dahilinde yaşayan ahali-i İslamiyyenin masuniyet ve mahfuzıyet-i hukukunu te’min ve hususıyet-i din ve harsiyyatı dahilinde inkişaf ve refahını teshil için cema‘at teşkilatı icrasını ve müftilerin doğrudan doğruya cema‘at-i İslamiyye tarafından intihabını ve mahalli müftilerin intihab edecekleri başmüftinin Türkiye Büyük Millet Meclisi Umur-ı Şer‘iyye Vekaleti tarafından tasdik-ı me’muriyyetini kabul ve taahhüd eder. Madde – Devleteyn-i akıdeynden her biri taraf-ı digere mensub eşhas ve eşyanın kendi hutut-ı hadidiyyesi ve suret-i umumiyyede bütün turuk-ı muvasalası üzerinde serbestçe müruruna ve taraf-ı aharla deniz veya hangi bir memleket arasında transit icrasına hiçbir vechile mümanaat eylememeyi mütekabilen taahhüd eyler. Türkiye Devleti mevcudiyet ve hayatına emperyalistler tarafından vuku‘u muhakkak olan su’-i kasd tahrikatına mümanaat mecburiyetinde bulunduğundan sulh-i umuminin in‘ikadına kadar serbesti-i münakalatı ihlal etmemek şartıyla Altıncı Madde’de zikr edilen mikdardan fazla esliha idhalini men‘ için Erivan Cumhuriyeti dahilindeki hutut-ı hadidiyye ve turuk-ı muvasalayı taht-ı teftiş ve murakabede bulunduracak ve emperyalist devletlere mensub resmi ve gayr-ı resmi me’mur ve hey’etlerin cumhuriyet dahiline dühul ve hulullerine tarafeyn mümanaat edecektir. Madde – Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti Türkiye Devleti’nin istiklal ve tamamiyet-i mülkiyyesini tehdid edebilecek tecavüzata karşı işbu muahedenamenin Erivan Cumhuriyeti’ne te’min eylediği hukuka halel gelmemek şartıyla Ermenistan dahilinde muvakkaten tedabir-i mania-i askeriyye ikame edebilir. Madde – Erivan Cumhuriyeti tarafından herhangi bir devletle akd edilmiş olan bil-cümle muahedatın Türkiye’ye taalluk eden veya Türkiye menafi‘ine muzırr olan ahkamını keen-lem-yekün addetmeyi cumhuriyet-i müşarun-ileyha kabul ve taahhüd eyler. SEBILÜRREŞAD ANKARA’YA GİDİYOR Kastamonu’da üç nüsha neşrine muvaffak olduğumuz Sebilürreşad ba‘de-ma inşaallah Ankara’da intişar edecektir. Gelecek hafta üstad-ı muhteremimizle beraber Ankara’ya gideceğiz. Bir iki hafta kadar zaruri bir teahhürden sonra inşaallah daha vasi‘ surette Ankara’da neşriyata devam olunacaktır. Kastamonu’da bulunup abone kayd olunmak arzu eden zevatın bu hafta zarfında Açık Söz İdarehanesi’nde Sebilürreşad Müdüriyeti’ne taşradaki zevatın da doğrudan doğruya Ankara’da Sebilürreşad İdarehanesi’ne müracaat etmeleri iktiza eder. Sebilürreşad’ın Kastamonu’da neşrine delalet ve himmet ile risalemiz hakkında ibraz-ı teveccüh buyuran zevata intizam-ı tertib ve tab‘ına ihtimam eden Kastamonu Matbaası’nın müdir-i gayuruyla çalışkan emekdarlarına teşekkürler ederiz. Ey cema‘at-ı müslimin! Bu okuduğum ayat-ı celilenin birincisi Sure-i Yusuf’da ikincisi Sure-i Hicr’de üçüncüsü Sure-i Zümer’de dördüncüsü de Sure-i Secde’dedir. Dördü de ye’si Allah’ın rahmetinden inayetinden nusretinden ümidi kesmeyi suret-i kat’iyyede nehy ediyor. Bunun neuzübillah küfür olduğunu dalal olduğunu açıktan açığa ümmete bildiriyor. Evet ayat-ı kerime sarihtir. Hiç te’vil götürür yeri yoktur. Birinci ayet-i kerime Hazret-i Yakub Aleyhissalamın lisanındandır. Meal-i celili: “Oğullarım gidiniz Yusuf’la kardeşini araştırınız. Bir de sakın Allah’ın inayetinden rahmetinden tevfikinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira iyi bilmiş olunuz ki kafirlerden başkası için Cenab-ı Hakk’ın inayetinden rahmetinden tevfikinden ümidini kesmek ye’se düşmek kabil değildir.” “Hazret-i İbrahim dedi ki: Dalale düşmüş olanlardan başka kim Tanrı’sının rahmetinden ümidini kesebilir. Üçüncü ayetin meal-i celili: “Ya Muhammed de ki: Ey nefislerine zulm etmiş Allah’ın kulları! Cenab-ı Hakk’ın merhametinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları mağfiret eder. Hiç şüphe yoktur ki o gafurdur rahimdir.” Dördüncü ayetin meal-i münifi: “Allah’ı tanımayan insan menfaat talebinden bıkmaz usanmaz. Kendisine bir zarar dokundu mu hemen ye’se düşer ümidini keser.” Lakin neden ye’is bu kadar şiddetle nehiy buyuruluyor? Neden ye’is dalal ile küfür ile bir tutuluyor? Bakalım bu noktayı biraz tedkık edelim. Evet uzun uzadıya düşünmeye hacet yok. Bir müslüman ye’se düştüğü gibi Cenab-ı Hakk’ın fisebilillah çalışanlara va’ad buyurmuş olduğu necatı selameti muvaffakıyeti nusreti inkar etmiş oluyor. Hiç bir surette hulf etmesine; haşa yalan çıkmasına acaba Müslümanlık’la te’lif edilebilir mi? Öyle ya! Her gün namazlarda niyazlarda “Allahu Zü’lcelal asla va’dinde hulf etmez” “Yarabbi sen hiç bir zaman va’dinde hulf etmezsin” diyen dini bütün bir müslüman nasıl olur da başı sıkılmakla işi biraz fena gidivermekle ye’se düşer? Yani Allah’ın va’dine olan Başmuharrir Ey cema‘at-i müslimin! Bu alemde hiç bir kuvvete; hiç bir kudrete hiç bir saltanata hiç bir servete hiç bir cema‘ate güvenilmez. Dünyayı yerinden oynatan kuvvetler bakarsınız ki bir inkılab ile devrilmiş gitmiş milyonlarca halkı esir eden kudretler bir varmış bir yokmuş diye dillerde destan olmuş en korkunç saltanatlar ayaklar altında sürünüyor. Bitmez tükenmez zannolunan servetler bir an hükumetler cema‘atler bugün bütün kainatın ayakları altında çiğneniyor. Bu dünyada güvenilecek dayanılacak; hiç bir hadise olmayacak bir şey varsa o da Cenab-ı Hakk’ın inayeti merhametidir. Demek Tanrı’nın kapısından yüzünü çevirenler diğer kapılar gibi onun da yüzlerine kapanacağını zannedenler hiç farkına varmadıkları halde Allah’ın ezeli olan azametini inkar etmiş oluyorlar. Pek a’la! Dünyada bu kadar korkunç bir dalal olabilir mi? Görüyorum ki evladlarımızın kardeşlerimizin bir kısmı muhtelif cephelerde muhtelif düşmanlara karşı canlarını veriyor kanlarını döküyor. Halbuki o cephelerin arkasında bulunanlardan bir kısmı da ellerini kollarını bağlamış her türlü muvaffakiyetten ümidini kesmiş hissiz hareketsiz; en yaman en acıklı akıbetleri bekleyip duruyor. Zaten ye’is bundan başka bir netice vermez ki! Dikkat olunursa me’yus olmak demek atalete meskenete meşru bir şekil vermek demektir. Ruha ye’is denilen o mel’un hastalık çöktü mü artık vücudda hareket imkanı sa’y imkanı mücahede imkanı kalmaz. sarsmasına meydan vermemektedir. Evvela azim ile sonra tevekkül ile me’mur olan müslümanlar için ye’is dediğimiz o mühlik afete kapılmak ma‘azallah hem dinin hem dünyanın elden gitmesine badi olur ki böyle bir akıbete hüsran-ı mübin derler. Felaketin bu derecesinden Cenab-ı Hak bu ümmet-i merhumeyi siyanet buyursun–Amin! Ey cema‘at-i müslimin! Şimdi size müslümanların azim ile tevekkül ile me’mur olduğundan bahs ettim. Evet Cenab-ı Hak Resul-i Muhteremine buyuruyor ki: “Onların yani Ashab-ı Kiram’ın kusurlarını hoş gör. Kendileri için mağfiret talebinde bulun dünya işlerinde onlarla müşavere et. Bir kere de azm ettin mi artık Allah’a dayan.” Bu hitap her ne kadar doğrudan doğruya Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e ise de bizlerin de aynı evamir ile mükellef olduğumuzda şüphe yoktur. “Azim” ne demektir; azim bir işi başa çıkarabilmek “Tevekkül” ise o işin husulü için mümkün olan esbabın hepsini tedarik ettikten sonra Cenab-ı Hakk’a bel bağlamak; O’nun tevfikini esirgemeyeceğine yürekten Tevekkülü biz müslümanlar pek yanlış anlıyoruz. Bu hatamızı doğrultmak için geliniz yine Kitabullah’a müracaat edelim. Allahu Zü’lcelal: “O mü’minler için indallah ecr-i azim vardır ki bir takımları gelip de bunlara: ‘Düşmanlarınız sizi mahv için bütün kuvvetlerini toplamışlardır onlardan korkunuz’ dedikleri zaman bu söz onları korkutmak şöyle dursun Allah’a Allah’ın nusretine olan imanlarını artırır da ‘Allah bize kafidir. Biz O’na dayanırız O’na bel bağlarız; O ne güzel bel bağlanacak bir Kadir-i Kayyumdur’ derler.” sohbetine nail olan adab ve ahlak-ı İslamiyeyi doğrudan doğruya o mürşid-i ekmelden teallüm eden ashab-ı kiram efendilerimizin şu ayet-i celile ile tasvir buyurulan hali tevekkülün en beliğ bir misalidir. Tedbir biter tevekkül başlar. Kul esbaba teşebbüs ederek tevfiki Allah’dan bekler. Allah’ın da bu tevfiki kendisinden diriğ etmeyeceğine mutmain olarak ona göre azminde mesaisinde mücahedatında kemal-i metanetle devam eder gider. Ye’se kapılmayarak çalışan bir müslüman için aşılamayacak mani’ varılamayacak gaye mevcud değildir. Azme tevekküle sarılmak suretiyle her maksad elde edilir insanın çalışmakla yükselemeyeceği ancak iki mertebe vardır: Bu iki mertebeden başka hiç bir mertebe yoktur ki çalışan bir müslüman için ona varmak kabil olmasın. O halde ye’sin manası var mıdır? Çalışanlara Allah yolunda mücahede edenlere mev’ud olan nusreti istihfaf mı edeceğiz? Buna liyakat kazanmak için hiç bir hareket hiç bir faaliyet göstermeyecek miyiz? Bir zamanlar dünyaya hakim iken bundan sonra ebediyyen mahkumiyet altında mı yaşayacağız? Zillet içinde sefalet içinde yumruk altında hakaret altında sürünmek de yaşamak mıdır? Ey cema‘at-ı müslimin! İnayet-i İlahiyye kapıları kapanmamıştır. Henüz açıktır; bizim için o kapılara doğrulmaktan başka bir şey lazım değil. Nusret rüzgarları başlarımızın üzerinde esip duruyor. Allah’ın bu ezeli ve ebedi nefhasını teneffüs etmekten başka bir harekete Ne duruyorsunuz! Sizler böyle ye’se dalarsanız “Artık İslam için halas çaresi kalmamıştır. Artık dinin son yurdu olan bu topraklar da mutlaka bizim elimizden çıkacaktır” diye kötürümler gibi elleri kolları bağlı durursanız halimiz ne olur? Hiç düşünmüyor musunuz? Size bu kürsüden ecdadınızın kahramanlıklarını hikaye edecek değilim. Çünkü ibreti maziden göstermektense halden misaller getirmek daha kestirme olacak: dindaşımız bir senedir Fransızların toplarına göğüs geriyorlar. Etraftan ciddi bir imdad alamadıkları ehemmiyetli bir yardım göremedikleri halde düşmanın en müdhiş silahlarla müsellah bulunan ordularına karşı duruyorlar. Yağmur gibi yağan kurşunlar yıldırım gibi inen gülleler bunların azmini sarsmıyor. İslam’ı sonuna kadar müdafa‘a için vermiş oldukları ahde can kaygusu ölüm korkusu gibi şeylerin zerre kadar te’siri olmuyor. göğüs geren bundan başka İngiliz Fransız silahlarıyla teslih edilen Ermenilerin de türlü türlü mel’anetlerine hıyanetlerine ma’ruz kalan şu bir avuç müslüman ye’se kapılmadı. Azme sarıldı. Bulabildiği kuvvetle silahla mücahede meydanına atıldı. buyuran Allahu Zü’lcelal’in va’d-i ezelisine an samimi’l-kalb inandı. Yani tevekkülün bütün manasıyle Cenab-ı Hakk’a mütevekkil oldu. Bu sayededir ki mev’ud olan nusreti kazandı. Allahu Zülcelal: buyuruyor. Meal-i celili: “Bizim Peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza şu yolda bir va’dimiz sebk etmiştir: Hiç şüphe yoktur ki nusretimize mazhar olacak olanlar ancak kendileridir. Ve muhakkaktır ki galebe edecek olanlar ancak bizim ordularımızdır.” Madem ki fisebilillah mücahede meydanına atılan mü’minlere Allah’ın nusreti mev’uddur; madem ki Tanrı’nın inayetinden merhametinden ümidi keserek ye’se düşmek küfürden başka bir şey değildir; o halde bu meskenetin bu ye’sin bu ataletin hiç bir suretle te’vili kabil olur mu? Zaten yeryüzündeki yarım milyara yakın müslümanın asırlardan beri esaret altında inlemesine bundan başka bir sebep aransa bulunabilir mi? Dünyanın hangi tarafına gitseniz akvam-ı o mel’un ye’is hastalığıyle ma’lul olduğunu görürsünüz. Ümmet-i merhumeye bu za’f-ı iman nasıl olmuş da müstevli olmuş? Nasıl olmuş da bu kadar azim bir kitlenin umumu birden kötürümler gibi hisden hareketten mahrum kalmış? Biz şimdi bu kürsüden onu tedkık edecek değiliz. Biz yalnız müslümanlara çöken ye’sin her iki alemde hüsranı celb edecek bir afet olduğunu bilmeyenlere anlatarak cema‘at-i müslimini böyle bir akıbetten tahzir edeceğiz. Ey cema‘at-i müslimin! Ta alem-i ervahda ikrar verdiğimiz bu din-i mübin izzet dinidir azamet dinidir saadet dinidir. Zillet dini değildir meskenet dini değildir sefalet dini değildir. Kelimetullah’ı i’la için dünyanın şarkına garbına şimaline cenubuna koşan önüne dikilmek isteyen türlü türlü mani’leri mezahimleri yıkıp geçen ecdadımızdan olsun sıkılmaz mısınız? O kahraman müslümanlar size dünyalar kadar vasi’ bir memleket dünyaları titreten bir saltanatla tarihler dolusu mefahir bıraktılar. Ya sizler evladınıza ahfadınıza miras olarak acaba ne bırakıp gideceksiniz? Her karış toprağında binlerce şehidin hisse-i şayiası bulunan namütenahi müslüman yurtlarını elimizden çıkara çıkara bugün öyle bir hale geldik ki artık ma‘azallah yeni bir ric’ate imkan yok! İmkan olduğunu farz etsek meydan yok! Önümüzdeki düşmanı sürüp çıkarmasak arkamızda dini imanı ırzı namusu evladı iyali barındıracak bir karış yer kalmamıştır. Bunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayınız. Anadolu’nun göbeğine kadar sokulmak yapacaksınız nereye gideceksiniz? Kaçacak yer olmadığı için “Kazaya rıza” diyerek olduğunuz yerde kalacaksınız öyle mi? Henüz hakimiyetimize istiklalimize hatime çekilmemişken!.. O mel’un o vahşi düşmanların eline geçen yurtlarımızdaki dindaşlarımızın ne gibi muamele gördüklerini hiç mi işitmediniz? Ben buna imkan vermiyorum. Çünkü hatıra hayale gelmez canavarlıklarla türlü türlü işkenceler altında öldürülen biçarelerin feryadı göklere kadar çıktı. Seller gibi akan ma’sum kanlarının aksiyle ufuklar kıpkızıl kesildi. En katı yürekleri merhamete getiren o muhrik figanları o acıklı eninleri sağırlar duydu. Siz duymadınız mı? Hülagu’nun Bağdad’da İspanyolların Endülüs’de vücuda getirdiği feci’ menazırı andıran o vahşet nümunelerini o şena‘at levhalarını körler gördü. Siz görmediniz mi? Yanıbaşınızdaki din kardeşlerinizin matemine felaketine karşı bu derecelerde lakayd kalmak Allah derdini kendine derd etmeyen müslüman değildir” diyen Peygamber’in huzuruna acaba hangi yüzle çıkacaksınız? Geliniz Allah’ın inayetinden ye’se düşmek suretiyle bilerek bilmeyerek daldığımız dalalet girdabından silkinip çıkalım. Cenab-ı Hakk’ın kudretine azametine va’d-i edelim. Bargah-ı merhametine sığınalım. Yüzlerce seneden beri kahrından celalinden başka bir tecellisini görmediği için hüsran bucaklarında kalan haybet ve hirman [] karanlıklarında bunalan şu dört yüz milyon felaketzedeye artık nur-i cemaliyle tecelli etmesini Hak’dan niyaz edelim. O nuru gönder İlahi asırlar oldu yeter! Bunaldı milletin afakı bir sabah ister. Bu secde-gaha kapanmış yanan yürekler için; Bütün solukları feryad olan şu mahşer için; Harim-i Ka’be’n için en büyük Kitab’ın için; Avalimindeki ayat-ı bi-hisabın için; Nasib-i daimi hüsran kesilmiş ümmet için; O bikes ümmete va’d ettiğin saadet için; Yegane bezmine mahrem sirac-ı sermed için: Resul-i Muhteremin sevgilin Muhammed için; Biraz ufukları gülsün cihan-ı İslam’ın! Hududu yok mu bu bitmez tükenmez alamın? O bir zamanlar İlahi zemine hakim iken Nedense gitgide mahrum olunca azminden Esaretin ne kadar şekli varsa katlandı... Vatanlarında garib oldu kendi evladı! O azmi sen vereceksin ki eylesin sereyan Soluk benizlere kan inleyen göğüslere can. O ruhu ver ki İlahi kıyam edip dinin Zemine feyzini yaysın hayat-ı mazinin... Geçen gün yanımıza iki hoca efendi geldi; selam verilip alındıktan sonra birkaç günden beri Sebilürreşad’ı aramakta olduklarını söylediler. –Buyurun hoca efendiler. Safa geldiniz. Biz de Ankara’ya yeni geldik. Henüz yerleşemedik. Ma‘atteessüf size zahmet vermiş olduk. –Estağfirullah zahmet ne demek? Biz sizi burada bulduğumuzdan dolayı o kadar memnunuz ki… Sebilürreşad’ın Kastamonu’da intişarını yolda haber aldık. Ve Anadolu’da çıkan ilk nüshasını Pozantı’da okuduk bilhassa Üstad’ın mev‘izası bizi pek müteessir etti elden ele gezen bu mev‘iza cami‘lerde okunmaktadır. –Nereden teşrif ediyorsunuz efendim? –Maraş’dan. –Maşaallah siz Maraş mücahidlerindensiniz demek. mücahidleriyle teşerrüfümüzden dolayı pek memnun olduk. Dillerde destan olan Maraş vakayi‘ini bizzat o vakayi‘in içinde bulunanlardan dinlemeyi pek arzu ederdik. Maraş müslümanlarının gösterdikleri harika-i celadeti mümkün mertebe tafsilatıyla bütün müslüman kalblerine nakş etmek Sebilürreşad için en mütehattim bir vazifedir. –Biz bir şey yapmadık din ve vatan uğrunda hepimiz ölmeye azm ederek cihada başladık Allah tevfikini ihsan etti düşman perişan oldu. –Hoca efendiler sizin gazanız öyle bir harikadır ki Müslümanlık’ın ilk teessüsü zamanlarında mücahidin-i vakayi‘ nasıl başladı nasıl cereyan etti? Bu hususda bize biraz ma‘lumat lutuf buyurulmasını istirham ederiz. –Efendi mes’elenin birinci safhası İngiliz işgalidir. Mütarekeden bir müddet sonra İngilizler geldiler “umur-ı hükumete müdahalede bulunmayıp Düvel-i Muazzama kararıyla yalnız sulh zamanına kadar işgal-i askeride bulunacaklarını” söylediler. Kışla civarına birkaç tabur asker ikame ettiler. Yavaş yavaş Ermeniler avdete başladı. Kafile kafile Ermeniler geldikçe büyük bir ihtimam ve şefkat ile onları yerleştirdiler yedirdiler giydirdiler. müslümanların bulunduğu birçok evler tahliye edildi. Ermeni eşyasıdır diye müslümanların eşyaları alınıp Ermenilere verildi. O sıralarda hükumet şaşırmış aciz ve meskenet içinde kalmıştı. İngilizlerin her emrine “eyvallah” demeyi maslahat-ı siyaset! addediyordu. burunlarını sokmaya başladılar. Vakı‘a zahirde doğrudan doğruya umur-ı hükumete müdahale etmiyorlardı. Bizim mutasarrıfımız makamında oturuyor bir takım kağıtlar havale edip duruyordu. Fakat bir korkuluktan başka bir şey değildi. Ermeni iki yalancı şahid bularak; “Şu eşya benimdir!” dedi mi artık onun hilafına söz söylenemiyordu. Derhal müslümanın elinden eşyası alınır Ermeniye teslim edilirdi. Bir müddet sonra İngiliz devriyeleri sokaklarda gezmeye başladı. Mızraklı süvariler şehirde dolaşıyor müslümanların ellerinde rast geldikleri silahları alıyorlardı. Artık emir ve ferman İngilizin idi. Fakat yine umur-ı hükumete müdahale etmiş olmuyordu. Her ne vakit müdahale mes’elesi mevzu‘-ı bahs olsa; –Biz kat‘iyyen umur-ı hükumete müdahale etmeyiz. Mütareke mucebince biz yalnız [] tehcir edilen Ermenileri yerleştirmek bir de asker tecemmu‘una meydan vermemekle mükellefiz. Sokaklardaki devriyeler de kendi askerlerimiz içindir. Sulh akd edilir edilmez hemen çekileceğiz… derler. Diğer tarafdan alabildiğine memlekette hakim olmak prensibini ta‘kıb ediyorlardı. İngiliz askerini Maraş’da gören Ermeniler şımarıp taşkınlık gösterdikçe –Taşkınlığa hacet yok. Böyle yapmakla müslümanları galeyana getirip bozmak doğru değildir. Görüyorsunuz ya işte her istediğimizi yaptırıyoruz. Arzunuz varsa yerine getirmek elimizdedir… Fakat Ermeniler dinler mi? Onlar istiyordu ki Maraş’da hiçbir müslüman kalmasın bütün ırzlar pay-i mal edilsin bütün cami‘ler yıkılsın bütün müslümanlar mezara sokulsun. En ehemmiyetsiz bir şeyi i‘zam ederek mes’ele çıkartmak isterler. Müslümanları galeyana getirip de İngilizlerle tutuşturmak için ellerinden gelen her mel‘aneti irtikab etmekten geri durmazlardı. Hatta bir def‘a; “İhtilal olacak!” diye İngilizleri de iğfal ettiler. Bunun üzerine İngilizler müslümanların silahlarını toplamak teşebbüsünde bulundular. Biz dedik ki: –Bizim toplanacak silahımız yoktur. Vukuat çıkarsa mes’uliyet bize aiddir. Ermenilerin tezviratına kapılıp da bizi öldürmek mi istiyorsunuz?.. Müslümanların infialini sezen İngilizler pek ileri gitmediler. Böyle bir te’minatla iktifa ederek cebri silah toplamaya cür’et etmediler. –İngiliz askerleri meyanında Hindliler de var mıydı? –Tabi‘i değil mi? Boyundurukları altında tuttukları Hindliler ve sair milletler her zaman ve her yerde İngiliz menfaatine hizmet etmekle mükelleftir. İngilizlerin saltanat ve kuvveti hep böyle mahkum milletlerin omuzları başları üzerine kurulmuştur. Asya’dan Afrika’dan ve daha diğer kıt‘alardan hayvan gibi insanlar topluyor onları öyle bir teşkilat ile bağlıyor ruhlarını öyle bir efsun ile meshur ediyor ki artık onlar her yerde hissiz bir hayvan idraksiz bir makine gibi İngiliz hesabına işliyor. Ne gittikleri yolun müntehasını görebiliyorlar ne yaptıkları şeyin ma‘nasını gidiyorlar. Hatta arkadaşı hatta dindaşı olsa yine fark edemeyecek hale geliyorlar. Desiseler mucidi İngilizler o hususda da bu bi-çareleri bir suretle iğfal ederek kendi din kardeşlerine karşı saldırıp duruyor. Zavallılar başlarını ezen mevcudiyetlerini kemiren düşmanlarının menfaati uğrunda ölüp gidiyorlar. Ne feci‘ ne acıklı ölüm! Ne kendi milleti için ölüyor ne kendi vatanı için ne de kendi şanı için. Bilakis milletini esir eden vatanını istila eden şeref ve şanını bitiren düşmanı için ölüyor. Bunlara acınmaz mı? Her ne zaman yaptığı işin ma‘nasını biraz düşünmek istese derhal kafasına İngiliz darbesi iner: onunla onun serkeşliğini izale eder. Artık öyle bir vaz‘iyet ki kurtulmanın imkanı yok. –Siz bu adamlarla temas edip de onları irşada çalışmadınız mı? –Çalışmamak olur mu? Bizim bu hususda sarf ettiğimiz mesaiyi bilseniz… Neler yapmadık? Evlerimize da‘vet ettik. Her rast geldikçe kendilerine selam veriyorduk. Dillerinden anlamadığımız halde lisan-ı hal ile kendilerine hakıkati anlatmaya çalıştık. Bilahare kendileriyle konuşabilecek vasıtalar da bulduk. Bir gün yine bir evde bir tercüman vasıtasıyla birkaç Hindli müslümanla konuşuyorduk. –Ey müslüman kardeşler! dedik. Biliyor musunuz bu yaptığınız iş dine karşı ne büyük bir cinayettir İslamiyet’e karşı ne büyük bir hıyanettir? Siz memleketinizi çoluk çocuğunuzu terk ederek İslamiyet üzerine küfrün hakimiyetini te’min için kanlarınızı döküyorsunuz. Biz sizin düşmanınız mıyız ki bize silah attınız; İngilizin galibiyetine vasıta oldunuz? Bakınız işte bizim de sizin gibi cami‘lerimiz var. Sizin minarelerinizde okunan ezan-ı Muhammedi bizim minarelerimizde de aynen okunuyor. Sizin teveccüh ettiğiniz kıbleye biz de müteveccih bulunuyoruz. Sizin dest-i ihtiramda tuttuğunuz Kur’an’ı biz de başımız üstünde taşıyoruz. Yüzlerce senedir biz bütün bir cihan-ı küfre karşı İslamiyet’i müdafaa ile uğraşıyoruz. Bu uğurda feda ettiğimiz nüfusun servetin haddi hesabı yoktur. Bu yüzden memleketlerimizin ne kadar acınacak hale geldiğini işte gözlerinizle görüyorsunuz. Nasıl oluyor da siz silahlarınızı biz müslüman kardeşlerinize çevirip küffarın galibiyetine zahir oldunuz?.. Biz bunları söylerken Hindliler hüngür hüngür ağlıyorlardı. Keffaretü’z-zünub olarak döktükleri yaşlar bellerindeki İngiliz palaskaları üzerine düşüyordu. yaşları silerek dedi ki: –Rica ederim bizi insan yerine koyup da bize ‘itab etmeyiniz. Bizim hayvandan hiç farkımız yoktur. Bizim halimiz sizden de yamandır. O gaddar İngiliz başımıza birer yular takmış istediği yere bizi sürüklüyor. Bize dedi ki: “Almanlar Halife’nizin düşmanıdır. Halife’niz bizimle beraberdir. Halife’yi kurtarmak için Almanlarla harb edeceksiniz.” Biz de Almanlarla harb ettik biliyoruz. Şimdi hakıkati görüyor ve anlıyoruz. Fakat ne faide? Bir defa bu büyük günahı işledik. Şimdi diğer bir fırsat bekliyoruz. İslamiyet’e karşı irtikab ettiğimiz bu hıyaneti elbette bir gün gelir biz yine kanımızla temizleriz… Hindli müslümanların bizimle böyle bir münasebatta bulunmaları İngilizlerin pek canını sıkmıştı. Fakat açıktan açığa men‘ etmek istemiyordu. Bunların bizimle temas etmemeleri için bin türlü mevani‘ ihdas ediyordu. Biz Hindli müslümanlarla münasebatı o kadar ileri götürmüştük ki bayramda hepsine tepsilerle baklavalar yedirdik. Hani İngilizler zamanında Ermenilerle aramızda bir mes’ele tahaddüs etmiş olaydı mutlaka Hindli müslümanlar bizim saflarımıza geçecekti. İngilizler bunu sezdiği için idi ki silah toplamak teşebbüsüne karşı biz biraz dayanınca ileri gitmediler derhal vaz geçtiler. tedabir-i siyaset-karanede bulunurken bir gün; “İngilizler gidiyor yerine Fransızlar geliyor!” diye bir haber memlekete yayıldı. Buraları Fransız mıntıka-i nüfuzu olmuş. Muvakkat zannettiğimiz işgal daimi oluyormuş. Bu haber herkesin efkarını alt-üst etti. Derhal ahaliyi cami‘e topladık. Onlara hakıkat-i hali anlattık: –Ey müslümanlar! dedik. Bu memleketler Fransızlara verilmiş. Buralarını daimi surette işgal için yola çıkmışlar geliyorlar. Ecnebi işgali ne demek olduğunu gözlerinizle gördünüz. Ecnebilerin esaretleri altına aldıkları milletlerin hal-i zilletini de Allah size gösterdi. Şimdi artık hareket zamanı geldi. Felaketli günler tekarrub ediyor. Fransızlar bir def‘a yerleşirse onları buradan çıkarmak bir daha kabil olmaz. Onun için ne yapacaksak şimdiden karar verip harekete başlayalım. Hükumet şaşırmış acz ü fütur içinde kalmıştı. Bize nasihat vermeye kalkıştı: –Ne yapalım kader böyle imiş. Fransızların buraya gelmesi mukarrerse siz nasıl mani‘ olabilirsiniz? Dur bakalım ne olacak!... dedi. Bu nasihat bizim hoşumuza gitmedi: –Hele sen bize müsaade et dedik. Biz bu esaret boyunduruğuna girmeyeceğiz. Elimizden geldiği mertebe uğraşacağız muvaffak olursak ne a‘la olamazsak Fransızlar bizim mezarlarımız üzerine saltanatlarını kursunlar. Gayet acı bir lisanla bir protesto yazdık. Düvel-i Muazzama’ya tebliğ edilmek üzere Nezareti’ne de yolladık. Zannetik ki feryadlarımızın bir te’siri olacak memleketimizi Fransızların çiğnemesine düvel-i mütemeddinenin vicdanları! kail olmayacak! Heyhat! Sözle olsun cevab veren bile olmadı. Müslümanın yeryüzünde hakk-ı hayatı tanılıyor mu ki bizim feryadlarımızı işiten bulunsun! Avrupalılardan yahud onların mahmiyetleri olan hıristiyanlardan birisinin burnu kanasa kıyametler kopar bütün alem-i küfür harekete gelir. Beride koca koca müslüman kıt‘aları milyonlarca müslüman hey’et-i ictima‘iyyeleri zulüm ve gadr ile çiğnenir de insanlık namına olsun bir sada-yı Birkaç gün geçti; Teşrinievvel bir de baktık ki Fransızlar akın akın gelmeye başladı. Ermeniler Fransızları görünce kıyametler kopardılar. Çoluk çocuk sokaklara döküldüler. Kızlarını süslediler kendileri giyindiler mızıkalar düzdüler ta şehir haricine kadar karşıcı çıktılar. “Yaşasın Fransızlar kahr olsun Türkler!” diye bağıra bağıra Fransız askerlerini kışlaya getirdiler. taburu geliyor bir İngiliz taburu gidiyor. Halbuki Fransızlar gelmeden evvel İngilizler bize demişti ki: –Fransızlar buraya gelecek daimi surette burada yerleşecekler. Onları buraya sokmamaya bütün kuvvetinizle çalışınız. Bir tarafdan böyle söylüyor diğer tarafdan devir ve teslim ediyordu. Biz protestolarla feryad ve istirhamlarla meşgul olurken bir emr-i vaki‘den diğer emr-i vaki‘e düştük. İngiliz gitti Fransız geldi. Şimdi ne yapacaktık? Hiçbir tarafdan ta‘limat alamıyorduk. O sırada Sivas’da kongre toplanıyor Müdafaa-i Hukuk Ta‘limatı kaleme alınıyordu. Fakat bize hiçbir şey gelmemişti. Biz bu vaz‘iyet-i elime karşısında ittihaz edeceğimiz hatt-ı hareketi kendimiz kararlaştırmak mecburiyetinde oturmak kabil olamazdı. Çünkü Ermeniler ellerinden gelen her türlü fenalığı ika‘ edeceklerdi. Gözümüzün önünde silahlanıyorlar intikam alayları teşkil ediyorlardı. Erzurumlu Vanlı Maraşlı bir çok komiteci Ermeniler muttasıl Ermeniler arasında teşkilat yapıyor Maraş’daki bütün müslümanları mahv etmek üzere hazırlanıyordu. Hem bunu gizlemeye de lüzum görmüyorlardı. Açıktan açığa bağırıyorlardı: –İngilizler istediğimiz derecede yapmadılar. Fakat Fransızlar sizden intikamımızı alacaklar. Artık sizin için hakk-ı hayat yoktur. Hepinizi tavuk gibi keseceğiz. Müslümanların vaz‘iyeti hakıkaten pek nazikleşmişti. Derhal tedabir-i ciddiyye ittihaz etmek zaruri idi. Biz artık işi gücü bırakarak mütemadiyen evlerde gizli gizli toplanıyorduk ne yapabileceğimizi düşünüyor müdafaa tertibatı için hazırlanıyorduk. Silahımızı mühimmatımızı nazar-ı dikkate alarak ne kadar muharib çıkarabileceğimizi hesab ediyorduk. Takımlar bölükler teşkil ederek bir vak‘a hudusunda ictima‘ noktalarını kararlaştırıyorduk. vazifeler tahsis ettik. Artık her şeyi göze almıştık. Ölüm korkusu hiç birimizin azmine karşı gelemiyordu. Çünkü Fransız zulmü Ermeni kahrı altında yaşamanın imkanı olmadığını pek a‘la takdir ediyorduk. Gidecek yerimiz de yoktu. Asırlardan beri üzerinde yaşadığımız bu müslüman topraklarını küffara bırakıp gitmek bizce zilletlerin en feci‘i hepimiz ölmeden çanlar astırmak biz müslümanlara yakışır mıydı? İhtimal ki küffara galebe çalamayacaktık. duramayacaktık. Fakat her birimiz hiç olmazsa on düşman yirmi düşman öldürmeden ölmeyecektik. Taş taş üstüne bırakmayacaktık. Bütün memleketi kendi ellerimizle ateşe verecektik. Ne kendimizden ne onlardan tek bir can bırakmayacaktık. Belki Maraş Fransızların eline geçecekti fakat bir kül yığınından başka bir şey bulamayacaklardı. Artık Fransızlar başka yerlerden getirecekleri Ermenilerle beraber bizim mezarlarımız üzerinde baykuşlar gibi ötsünler yirminci asrın tarih-i medeniyetini yazsınlar… dedik. Bu suretle kararımızı verdik. Ve bu kararı kadınlarımıza da tebliğ ettik. Hiç telaş göstermediler: –Maraş erkekleri kadar Maraş’ın kadınları da ölmekten korkmaz dediler. Hayatta da beraber mematta da beraber; saadette de beraber felakette de beraber… Hasılı biz erkek kadın çoluk çocuk son nefese kadar müdafaa edecektik. Fransızları Maraş’da gören Ermeniler sevinçlerinden çıldıracak derecelere gelmişlerdi. O kadar şımarmışlardı ki ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Muttasıl müslümanlara çatarlar bir vak‘a çıkartmak için müslümanların hissiyatını alabildiğine rencide ederlerdi. Fakat biz mümkün mertebe yine i‘tidalimizi muhafaza eder olur olmaz sözlere ehemmiyet vermezdik. Sözle bir şey çıkaramayacaklarını anlayan Ermeniler fi‘len mes’ele dördüncü günü idi Erzurumlu bir Ermeni hamamdan avdet eden bir müslüman kadınının peçesini çekip yırttı. Ve müslümanların tam can damarına dokundu: –Artık buraları Fransız ve Ermeni memleketi oldu. Tesettür kalkacak bütün kadınlar yüzlerini açacak! Kim peçesini açmazsa parça parça edip işte böyle yapacağız!.. diye bağırdı. O sırada oradan geçen Hacı İmam namında dini bütün bir müslüman derhal eve koşarak silahını aldı yetişerek Ermeninin göğsüne boşalttı: –Al bakalım namusa taarruzun cezasını!.. dedi. Ermeni topraklara yuvarlanıp gitti. Bu kahraman müslüman da silahı omuzlayarak şehir haricine çekildi. Bu hadise üzerine Ermeniler şaşırdılar. Fransızlar da ne yapacaklarını kestiremediler. Çünkü henüz tertibatlarını ikmal etmemişlerdi. Fransızlar böyle birden bire müsademeye tutuşmak istemiyorlar idi. Hulul-i muslihane ile Maraş’a temellük etmek tecrübeleri henüz yapılmamıştı. Dost görünerek memleketi pençesi altına almak çarelerine tevessül etmeden şiddet göstermek Fransızlar gibi birçok müslüman milletleri boyundurukları altına alan müstemlekeci bir devlet için elbette siyasetsizlikti. Onun için bu hadiseyi i‘zam etmeyerek kapattılar. Beş on gün geçti. Adana’dan ta‘yin olunan bir Fransız guvernörü yani mutasarrıfı Maraş’a geldi. Bir hafta sonra da Yüzbaşı Sıdkı Bey’in kumandasında üçyüz kadar jandarma geldi. Bu jandarmalar fazla fazla ücretlerle Fransız hizmetine alınmış ve kendilerine Fransız elbiseleri giydirilmişti. Fransızlara satılan bu yüzbaşının yanında Vahan namında bir de tercüman vardı. Fransızlar Sıdkı Bey’e Osmaniye eşraf ve ulemasından birkaç kişiyi de terfik etmişlerdi. Bunlar bize nasihat edecekler Fransız medeniyetinden Fransız adaletinden bahs edeceklerdi. Fransız boyunduruğunun zevkini bize anlatacaklardı. Bu hey’et şehre girerken bize tesadüf etti. Yüzbaşı bir şeyler söyledi. Duymamazlığa geldik. Bir Ermeni tercümanı seslendi: – Hoca efendi! Size söylüyor. – Ne istersiniz? – Bir şey istediğimiz yok. Nereden geliyorsunuz? – Medreseden geliyoruz. – Hırlak’ın evine geliniz de görüşelim. Bu Hırlak Maraş’ın en zengin Ermenisiydi. Meb‘us olmuştu. Maraş’ın bütün piyasası bu Hırlak Agop’un elinde idi. Memleketin iktisadiyatına yegane hakim olan Hırlak’tı. Onun evine bizi çağırıyordu. Gittik guvernör köşede Sıdkı Bey karşısında oturuyordu. Osmaniye eşrafı da başlarını önlerine eğmiş tefekküre dalmışlardı. Guvernör: –Hoca efendiler! Bakınız bu zabit sizdendir Türktür. Fransızların ne kadar adaletle muamele ettiğini sorunuz da size söylesin. Biz himayemiz altına giren milletlere tecavüz etmeyiz. Sıdkı Bey’in kolunda Fransız nişanı görüyorsunuz. O bir şey değildir. Almanlığını gidermek üzere yalnız nişanı değiştirilmiştir. Bir şikayetiniz bir arzunuz varsa söyleyiniz. Adana’da Başadministratör Bremond’a arz edeyim derhal is‘af olunur. Herif bizi bu suretle iğfal etmek kendi arzumuzla boyunduruk altına sokmak istiyordu: –Bizim sizinle hiçbir münasebetimiz yoktur dedik. Bizim hükumetimiz var. Biz başka şey bilmiyoruz. Çocuk aldatır gibi daha bir takım masallar okudular. Biz cevab bile vermeye lüzum görmedik. Yanlarından ayrıldık. Sıdkı Bey’in haline de teeessüf ettik. Bu satılan adam şimdi Osmaniye’de Fransız hizmetinde bulunuyor. Fransızlar onu binbaşı yaptılar. Osmaniye’de jandarma kumandanlığı ediyor. Tamamıyla Fransızların bir bendesidir. Fransızlar beş on gün kadar da böyle muslihane bir suretle hulul etmek ahaliyi iğfal eylemek siyasetini ta‘kıb ettiler. Müslümanlardan kendilerine hiç tarafdar bulamayınca hayret ettiler. Canları sıkıldı. Politikalarını değiştirdiler. Teşrinisani’nin ’inci günü idi Cuma günleri kaleye çekilmekte olan Osmanlı bayrağı yerine kendi bayraklarını çektiler. Müslüman ahali bunu görünce birden bire müdhiş galeyana geldi. Zaten halk mütehassis müteheyyic bir halde bulunuyordu. Bayrağımız da indirilince demek ki artık bu diyarda Osmanlı hakimiyetine müslüman hakimiyetine hitam veriliyordu. Derhal bütün müslümanlar Cami‘-i Kebir’e toplandılar: –Madem ki hakimiyet-i İslamiyyenin alameti olan sancağımız küffar tarafından indirilmiştir artık Cuma namazı kılınmasına mahal kalmamıştır dediler. Bunun üzerine hatib minberden namaz kılınmadı. Üç dört bin kadar müslüman Cami‘-i Kebir’deki sancağı alarak tekbir ve tehliller ile kaleye hücum ettiler müslüman bayrağını diktiler. Onu müteakıb ezan okundu. Kalede öğle namazı kılındı. Oradan hükumete gittiler. İşe müdahale etmek bu galeyanından Fransızlar ürktüler. Ne olursa olsun biz herşeyi göze aldırmıştık. Fakat Fransızlar hiçbir şiddet göstermediler. Ermeniler de korktular. Bu hadise üzerine birkaç gün sükunetle geçti. Fakat etrafda köylerde ufak tefek hadiseler başlamıştı. Fransızlarla Ermeniler ictima‘lar akd ediyor bir şeyler hazırlıyorlardı. Kenarda köşede bazı müslümanlar şehid edilmeye başlandı. Artık müdhiş zamanlar tekarrub ediyordu. Bütün hadisat bunu gösteriyordu. Biz de tertibattan bir an hali kalmıyorduk. Teşkilata germi verdik. O sırada Müdafaa-i Hukuk Ta‘limatı elimize geçti. Bir telgraf makinesi bulduk. Şehre üç saat mesafede Maksudlu karyesinde o makineyi kurup Sivas’da Mustafa Kemal Paşa ile muhaberata başladık. Paşanın bize çektiği celadet-karane telgraflar bizim kuvve-i ma‘neviyyemizi pek ziyade yükseltti. Ehl-i Salib’e karşı Müslümanlık’ı müdafaa için Anadolu’da ikinci bir Salahaddin-i Eyyubi zuhur ediyor dedik. Derhal etrafa adamlar çıkardık. Aramızda cereyan eden muhaberattan müslümanları haberdar ettik. Bizden daha evvel teşkilata başlayan Antep ile te’sis-i münasebat ettik. Fransızların elinde bulunan Islahiye’ye bir adam gönderdik. Fransızların sevkiyatını anlamak üzere köyden köye postalar te’sis ettik. Düşmanın harekat-ı askeriyyesinden beş altı saat zarfında haberdar olarak ona göre yollarda pusular tertib ediyorduk. Maraş’a gelmek üzere yola çıkan Fransız müfrezelerine birçok telefat verdirip sevkıyatlarını müşkilata uğratıyorduk. Maraş’daki vaz‘iyeti Sivas’a bildirerek; “Derhal top ve asker gönderiniz!” dedik. Birkaç gün sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından gönderilen Kılınç Ali Bey bir müfreze kuvvetle ve iki mitralyözle Pazarcık’a geldi. Pazarcık ki Maraş’a sekiz saattir Kılınç Ali Bey Pazarcık’tan Fransızlara ültimatom gönderiyor. Fransızlar telaşa düşüyor. İstikşaf için seksen kadar süvariden mürekkeb bir Fransız kuvveti gönderiyorlar. Yolda müsademe oluyor Fransızlar otuz kadar telefat vererek ric‘at ediyorlar. Diğer taraflarda da müsademeler başlıyor. Artık Maraş’da bir harb olacağı tahakkuk ediyor. Çünkü Fransızlar muttasıl kuvvetlerini tezyid ediyorlar. Diğer tarafdan Ermenileri de teslih ediyorlar. On binden fazla Fransız var on bin kadar da Ermeni. Mühim bir yekun. Memleketin kiliselerini müstahkem mevki‘lerini tuttular [] toplar mitralyözler yerleştirdiler. Biz de artık teşkilatımızı ikmal etmek üzere bulunuyorduk. Jandarmanın silahlarını –ki beşyüz kadar vardı– hükumetten gizlice aldık. Diğer silahı olanları da kayd ettik. Bin beş yüz kadar müslümanı teslih ettik. yed etmeye kalkıştılar. Biz mümanaat ettik: Kat‘iyyen olamaz dedik. Buna cür’et edecek olursanız derhal ihtilal başlayacaktır. Ahali galeyandadır. Böyle tehlikeli teşebbüslerde bulunmanın mes’uliyeti tamamıyla size aiddir. Hükumete vaz‘-ı yed etmeyeceğinize dair neşr ettiğiniz beyannamenin henüz mürekkebi kurumadı. Bu ne haldir? – Ben Düvel-i İ’tilafiyye’nin emriyle kontrole me’murum. Bizim emrimiz kat‘idir. – Bizim hareketimiz de ciddidir. Biz sizi hükumete müdahale ettirmeyeceğiz. Vaz‘iyet pek ziyade gerginleşti. Biz şehirde siperler başlarını tuttuk. Bu gibi şehir dahilindeki muharebelerde sokakları ilk tutan kazandığını bildiğimiz için evlere kapanıp da oradan müdafaa edecek bir vaz‘iyette bulunmak istemedik. Vaz‘iyet bu merkezde iken Fransız Kumandanı General Quérette memleket hakkında müzakere etmek üzere bir hey’et istedi. Mutasarrıf vekili mühendis jandarma kumandanı belediye reisi ve tüccardan iki kişiden mürekkeb bir hey’et gitti. Onları tehdid etmiş: –Topla sizi yakarım. Ne sandınız? Karşınızdaki Fransız Devleti’dir! –Mösyö! Yaksan da yıksan da biz hükumetimize müdahale ettirmeyeceğiz. Biz hepimiz ölmeye azm ettik. Burası Fransız toprağı değildir. Burası müslüman toprağıdır. Burada ancak müslüman hakimiyeti cari olur. Hey’et böyle sert cevab verince General gazaba gelmiş hey’eti tevkıf etmiş. Hey’etin tevkıf olunduğunu belediye çavuşu gelip söyleyince ahali arasında müdhiş galeyan baş gösterdi. Derhal işi idare edenler arasında kısa bir müzakere cereyan etti. Saat dokuz idi. Kanunisani Çarşamba İki el silah atıldı. Bu hareket için evvelce kararlaştırılmış bir işaret idi. Müsta‘inen bi-tevfikıhi teala artık müsademe başlıyordu. Bu işaret üzerine herkes mevzi‘lerine girdi. O sırada mutasarrıf vekili de bize nasihat etmek üzere General tarafından gönderilmişti. Kumandanlar bölüklerinin başlarına geçti. Mukarrer plan dairesinde bütün sokak başlarını tuttuk. Silah atılınca kışladaki Fransızlardan otuz-kırk kadar müsellah bir müfreze kasabaya doğru gelmeye başladı. Restebaiye Mahallesi’nde bizim mücahidlerimiz tarafından nöbet ateşiyle karşılanınca hemen ric‘at ettiler. Ermenilerle Fransızlar kiliselerde evlerde tahassun ettiler. Artık harb başlamıştı. Fransızlar toplarla mitralyözlerle bombalarla şehri dövmeye başladılar. Biz de kasabanın bazı yerlerine ateş verdik. Düşman görsün ki bizim nazarımızda dünyanın kıymeti kalmamıştır. Düşmana harabeden mezardan başka bir şey bırakmamaya azm etmiştik. Sokaklara biz hakimdik. Düşman mermilerine hiç kimse ehemmiyet vermiyordu. Çoluk çocukları evlerin alt katlarına doldurduk. Kadınlar yemek hazırlıyor tevzi‘atta bulunuyor. On üç on beş yaşındaki çocuklar evleri müdafaa ediyor. Muhariblere ta siperlere kadar sıcak yemekler yetiştiriliyor. Herkes mevcudiyetini ortaya koyuyor. Erzakı olmayanların yiyecekleri te’min olunuyor. Beş altı yaşındaki çocuklar “Allah Allah…” diye tesbih çekiyorlar. Kur’an okuyorlar. Kimsenin kimseyi görmeye vakti yok; kadın erkek herkes vazifesiyle meşgul. Bütün gençler bütün eli silah tutanlar harb ediyor. Yakılacak evlerdeki kadınlar başka yerlere nakl olunuyor. Eşyalarıyla beraber bazan on beş yirmi hane birden yanıyor. Bu meyanda düşmanın tahassun ettiği mebani-i müstahkeme de kuvvetlerimiz hakim olduğu için kimsenin şuradan şuraya adım atmasına ihtimal kalmıyor. Şehidlerimiz kendi evlerinin kapıları yanına defn olunuyor. Artık herkes hayattan kat‘-ı ümid etmişti. İhtimal müslümanlardan kimse kalmayacaktı. Fakat düşmanlardan da hiçbir ferd kalmayacaktı. Maraş bize de onlara da mezar olacaktı. Muharebe bütün şiddetiyle devam ediyordu. Fakat düşmanların malına ırzına kimse taarruz etmiyordu. Maktul düşman Ermenilerin altınları eşyaları sokaklar ortasına dökülmüş kimse elini bile uzatmıyor. Herkes kemal-i intizam ile vazifesinin başında. Dünyayı görmüyoruz. Soğuk dehşet. Kar fırtına devam ediyor. Muharebenin üçüncü günü idi Kılınç Ali Bey yetişti. Kumandayı ele aldı. Düşmanlar bulundukları yerden silahlar bombalar atıyorlar. Düşman hiç ümid etmediği bir müdafaa karşısında kalınca şaşırdı. İmdad istedi. [] Müslümanlar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş kahramanlıkla fedakarlıkla harb ediyordu. Çocukların “Allah Allah…” sesleri sokaklardan işitiliyor. Kadınların okudukları Kur’an avazeleri evleri çınlatıyor. Bunları gören müslüman muharibler arslanlar gibi mermilere bombalara karşı koyuyorlardı. On on beş misli düşmana toplara mitralyözlere karşı bu kadar kahramanlık din kuvvetinden başka hiçbir şey değildi. Herkes Allah’a rabt-ı kalb etmiş Allah’dan meded inayet bekliyordu. Düşmanlar müslümanların bu kahramanlığını görünce telaşa düştüler. İmdad taleb ettiler. Muharebenin ’nci günü idi. Kaymakam Norman’ın maiyyetinde seyyar bir kuvvet geldi: Dört yüz efrad bir buçuk batarya seri‘ ateşli top yüzlerce araba mekkare… Maraş’ın bir saat cenubunda Erkenez Nehri yanında karargah kurdu. Oradan Maraş’ı dövmeye başladı. ’nci günü şehrin garbında bulunan Mercimek Tepe’ye iki top çıkardı. Oradan şehre gülle yağdırmaya başladı. Bu suretle şehrin garbında ve cenubunda Kaymakam Norman kuvvetleri şimalinde kışlada General Quérette kuvvetleri dahilde kiliselerde mebani-i müstahkemede. Biz de sokak başlarında caddelerde siperlerde. Bu muharebelerde şehir kenarında Kılınç Ali Bey dahilde Maraş Hey’et-i Merkeziyye Reisi Arslan Beyler pek çok kahramanlıklar gösterdiler. Ve harbi idare hususunda büyük maharetler top seslendikçe müslüman mücahidlerinin kuvve-i ma‘neviyyesi bir kat daha yükseliyordu. Düşmanlar da bu toptan hayli ürküyorlardı. Bu halde harb bütün dehşetiyle devam ediyordu. Vaz‘iyete biz hakim idik. Düşman artık bir şey yapamayacağını anlamıştı. ’inci günü idi her tarafdan müdhiş top atışları başladı. Sabahdan yatsı vaktine kadar yağmur gibi mütemadiyen Maraş’a gülleler yağdı. Hiç şübhesiz o gün sekiz on bin gülle atmışlardı. Biz umumi bir taarruz yapacaklar zannediyorduk. Bu hal ile geceye dahil olduk. Gece yarısı saat yedi buçuk sularında Baktık: Kışla tutuşturulmuş yanıyordu. Artık ses sada kesilmişti. Demek düşman ric‘at ediyordu. Amerikan Koleji’ndeki kuvvetleri almış kasabadaki müfrezeleri feda etmişti. Sabaha doğru bir kısım kuvvetlerimiz ta‘kıbe koyuldu. Kasabadakilerin sağ kalanları esir alındı. Düşman hayvanlarının ayaklarına nal sesleri işitilmesin diye yorgan parçaları bezler bağlamış. Soğuk kar pek dehşetli idi. Ondan sonra artık kasabadakiler mukavemet edemeyerek teslim oldular. Fakat silahlarını kırdılar. Öyle gün zarfında bizim zayiatımız dört beş yüz kadar şehid ve mecruhdan ibaretti. Düşmanın telefatı ise sekiz bini geçmişti. Kiliselere mebani-i müstahkemeye tahassun eden kuvvetlerin çoğu yine Fransızların mermileriyle ika‘ edilen yangınlarda mahv olup gitmişti. Düşman ric‘ate başladıktan sonra arkasından beşyüz kadar da bir Ermeni kuvveti ric‘at eder. Fransızlar bunları müslüman zannıyla müsademeye başlarlar. Ermenilerin pek azı kurtulur. Düşman ta Islahiye’ye kadar ric‘at etti. Soğuğun dehşetinden yollarda binlercesi telef olmuş kalmış. Düşmanın arkasına düştük. Haruniye Islahiye Bahçe’yi aldık. Düşmanı ta Osmaniye’ye kadar sürdük. Diğer tarafdan Antep’e kadar geldik. Ve onlara dedik ki: –İşte biz vazifemizi yaptık. Düşmanı buralara kadar sürdük. Buradan öteye siz sürünüz. Fakat onlar her nedense o sıralarda bizim hareketimize imtisal etmediler. Bazıları; –Biz memleketimizi yakıp yıkmak istemeyiz dediler. Düşmana karşı hareket hususunda ittihad edemediler. O vakit düşmanı ta‘kıb etselerdi Adana’da düşman kuvvetleri kat‘iyyen barınamazdı. Her ne ise bu dayak üzerine düşman bir müddetler sükut ile vaktini geçirdi. Vakta ki Nisan geldi düşman Antep’te ve Osmaniye’de yine harekete başladı. Ma‘hud Norman’ın seyyar kuvveti kasabayı muhasara etmişti. Kılınç Ali Bey o sırada Burç nahiyesinde idi. Maraş’dan tertib olunan mücahidler ile Kılınç Ali Bey’in müfrezesi Norman’a hücum ederek Norman’ı kaçırttı Antep’le muvasalayı te’min etti. O sıralarda idi. Fransızlarla mütareke i‘lan edildi. Artık Kuva-yı Milliyye alayları teşekkül etmişti. Alay kumandanı olmak üzere Binbaşı Hamdi Bey namında bir zat geldi. Kılınç Ali Bey ile teşrik-i mesai ettiler. Mütareke fesh edilince harb tekrar başladı. Bu kuvvetler Antep’in cenub cihetini de zabt etti. toplanıyordu. Kılınç Ali Bey meb‘us oldu Ankara’ya gitti. Hamdi Bey de hastalanarak me’zunen Sivas’a gitti. Bizim kuvvetler müteferrik ufak zabitler kumandasında kaldı. Herkes kendi başına hareket etti. Düşman takviye kıtaatı alarak tekrar hücumlara başladı. Haleb’den bizden almış olduğu /’lilk bir top getirdi Antep’i dövmeye başladı. Bu yüzden Antep’teki evlerin [] fevkani katları tamamen yıkıldı. Bir müddet de böyle ahali kuvvetleri kendi başına Fransızlarla çarpıştı. En nihayet şimdi muntazam kolordu teşekkül etti. Bugün harb Antep’in garbında ve cenubunda devam ediyor. Harbin merkez-i sıkleti orasıdır. Antepliler şimdi müdhiş kahramanlıkla harb ediyor. Maraş’da ibraz olunan besalet ve celadeti tanzir ediyorlar. Hatta daha ziyade harikalar gösteriyorlar. Kadın erkek çoluk çocuk canlarıyla başlarıyla düşmanla çarpışıyorlar. Düşmanla harb tarafdarı olmayan korkakların hepsi daha o vakit savuşmuşlardı. Şimdi kasabada bulunanların umumu ölümü göze alarak düşmanla mütemadiyen çarpışıyorlar. Bütün memleket halkı mağaralarda yer altlarında yaşıyor. Bi-payan meşakkatlere katlanarak mukavemet ediyorlar. Hatta geçenlerde düşman kendilerini iğfal etmek istemiş; –Etrafda Kuva-yı Milliyye kalmadığı halde siz neye güveniyor da harb ediyorsunuz? Artık teslim olunuz diye bir haber göndermiş. Bunun üzerine ahali şu cevabı vermiş: –Siz bütün Anadolu’yu istila etseniz yine Antepliler size teslim olmayacaktır. Siz ancak Antep’in harabelerine mezarlarına malik olabilirsiniz. Yoksa burada bir ferd kaldıkça sizinle çarpışacak size bu müslüman topraklarını kendi rızasıyla çiğnetmeyecektir. Hakıkaten bugün Antep’te gösterilen fedakarlıklar şayan-ı hayrettir. Bu mübarek bu kahraman müslümanların mücahedelerini bütün müslüman kardeşlerimizin her dakıka tahattur etmeleri kendilerinin her suretle imdadlarına koşmaları elden gelen mu‘avenette bulunmaları bedenen ve malen mu‘avenete kudreti olmayanların hiç olmazsa sözle olsun kendilerini her dakıka düşünmekte olduklarını telgraflarla kendilerine bildirmeleri vecaib-i diniyyenin en mühimmidir. Uhuvvet-i İslamiyyenin iman kardeşliğinin asarını böyle günlerde göstermek iktiza eder. Bit-tabi‘ Antep mücahidleri bütün Anadolu’daki müslümanların kendileriyle beraber olduğunu bir an kendilerini hatırdan çıkarmadığını görürlerse elbette kuvve-i ma‘neviyyeleri üzerine büyük bir te’siri olur. –Bu muharebelerden Fransızların gayesi nedir? Nerelere kadar zabt etmek istiyor? –Ma‘lum ya Sevr Muahedesi mucebince İskenderun şimalinden i‘tibaren Antep Urfa Mardin’e kadar Suriye’ye dahil olduğu cihetle Fransızlar oralara hakimiyet Antep bugünkü harekatın miftahıdır. Gerek Fransızlar olurlarsa Urfa Maraş taht-ı tehdidde kalır. Antep’den ric‘at ederlerse artık barınacak yerleri yoktur. Bu bozgunluk Adana’ya bile te’sir eder. Antep’de bozulursa Bağdad Hattı’nı elden çıkarır. Ma‘lum ya Antep ile hat arası beşaltı saattir. Bir kere hattı elden çıkardı mı artık Fransızlar demektir. Ma‘lum ya Anadolu Hattı Müslimiye’de ikiye ayrılır: Biri Irak’a gider biri de Suriye’ye. Bu Müslimiye denilen mahal açık bir yerdir. Orada düşman tutunamaz. Antep’den çekilince oradaki kuvvetlerimiz serbest kalır düşmanı ta‘kıbde kusur etmez. Bir tarafdan Osmaniye’yi diğer tarafdan Haleb’i tehdide başlar. Biz-zarur ta Beyrut’a kadar düşman çekilmek mecburiyetinde kalır. Onun ehemmiyeti vardır. Bundan dolayı bugün harbin merkez-i sıkleti Antep’dir. Haleb civarında Arab kuvayı milliyyesi de vardır. Antep’de serbest kalan kuvvetler onlarla birleşirse Suriye yolu açılmış olacaktır. Ve er-geç ziyade güçleşmiştir. Müslümanlar vahdetini muhafaza ettikçe fi-sebilillah cihadda devam eyledikçe Allah’ın fevz ü nusret ihsan edeceğine şübhe yoktur. Biz Maraş’da düşmana nisbetle ne kadar az idik. Fakat kalblerimizi Allah’a rabt ettik. Din yolunda vatan uğrunda şehid olmayı göze aldık. Cenab-ı Hak bizi muvaffak etti. Hem kendimizden on misli fazla düşmana karşı muvaffak etti. Biz galibiyetimizi Allah’dan biliriz. Biz azm ettik Allah tevfik ihsan buyurdu. İş azlıkta çoklukta değildir kazanır. Biz ki müslümanız biz ki nusreti Allah’dan bekleriz doğru yoldan gittikçe hiç şübhesiz Cenab-ı Hak bizi muvaffak edecektir. Her ne vakit biz mağlub olmuşsak mutlaka bu imanımızın za‘fından kavanin-i İlahiyyeden inhirafımızdan ileri gelmiştir. Yoksa biz bütün mevcudiyetimizle dinimize sarılarak hareket etsek her türlü fesad ve tefrikalardan ictinab ederek yek-pare bir kale gibi düşmana karşı dursak önümüzde hangi kuvvet durabilir? Elhamdülillah bugün o tarafdaki müslümanlar müttehiden çalışıyorlar Allah yolunda mücahede ediyorlar. Böyle olunca Cenab-ı Hak elbette zaferi ihsan edecektir. Bize bu kadar izahat vermek lutfunda bulunan Maraşlı bu hoca efendilerden birisi Antep Müdafaa-i Hukuk Reisi Kuşçu-zade Hamdi Efendi diğeri de Maraş Medresesi Müderrisi Ceridi-zade Mehmed Emin Efendi’dir. Millete rehberlik eden ulemayı biz hep böyle görmek istiyoruz. Eğer bu fedakarlık bu celadet ve kahramanlık her tarafda gösterilseydi ne millet arasında tefrika zuhuruna ihtimal kalır ne de düşmanlar Anadolu’nun ta ortalarına kadar sokulabilirdi. Bizim halkımız dindardır ve temizdir. Hakıkı rehber diye tanıdığı ulemayı önde görünce koşa koşa ona ittiba‘ eder. Ve ulemanın en ziyade harekete geleceği bir zaman varsa o da ancak bugündür. Çünkü Anadolu’nun bugünkü hareketi Müslümanlık için hayat memat cidalidir. Bu mücadelede zafer-i kat‘iyi ihraz ettiğimiz gün yalnız biz değil bütün Müslümanlık Alemi halas bulmuş olacaktır. Ma‘azallah mağlub olursak İslam için artık en feci‘ esaret ve izmihlal devirleri başlamış olur. Bu cidali birkaç vilayet kavgası zannetmek ahval-i cihana bilhassa yarım milyara yakın demektir. Bu mücadele öyle bir cihad-ı muazzamdır ki te’siri bütün Asya ve Afrika’ya şamildir. Bütün Alem-i mes’elemize bu kadar ehemmiyet vermesi hep bundan dolayıdır. Diğer nüshalarda bu hususları inşaallah uzun uzadıya izah edeceğiz. Bugün cebhelerde düşman karşısında küffar karşısında kanlarını döken o mübarek müslüman mücahidlerinin o kahraman müslüman ordusunun hareketi tıbkı Müslümanlık’ın ilk teessüsü zamanlardaki ordu-yı İslam’ın hareketi kadar mübecceldir muazzamdır şayan-ı ehemmiyyettir. Çünkü bu muhterem mücahidler yüzlerce milyon müslüman aleminin pişdar ordusudur. Anadolu bugün Ehl-i Salib’e karşı göğüslerini geren Salahaddin-i Eyyubi hareketini tanzir ediyor. İşte bu kadar muazzam ehemmiyeti haiz olan bu mukaddes cihad zamanında bütün ulemanın öne düşmesi müslümanlara hak ve hakıkati anlatarak onlarla beraber cebhelere koşması feraiz-i diniyyenin en mühimmidir. Maraş’ın kahraman müslümanları el-hak vazife-i diniyyelerini peygamber-pesendane bir surette ifa etmişler ve tevfik-i kurtarmaya muvaffak olmuşlardır. Gece gündüz tevhid-i Allah kendilerinden razı olsun. Biz Anadolu’daki bütün müslüman ahaliyi bütün İslam ulemasını bu meziyette bu fazilette görmekle iftihar ederiz. Ve temenni ederiz ki Müslümanlık’ın bu muazzam cihadı zamanında her ferd vazife-i diniyyesinin ehemmiyet ve azametini layıkıyla idrak ederek ona göre bezl-i mevcudiyyet etsin. “Bizim uğrumuzda mücahedede bulunanlara hiç şübhe yoktur ki Biz kendi yollarımızı bulduracağız. İyice bilmelidir ki Cenab-ı Hak iyilikten ayrılmayanlarla beraberdir.” ŞÜKÜR RİCA VE İHTARAT Sebilürreşad’ın Anadolu’da başlaması memleketin her tarafında büyük bir te’sir husule getirdiği bütün ihvan-ı dinimizce azim meserretlerle telakkı edildiği her tarafdan gelen yüzlerce telgraflar ve mektublardan anlaşılmıştır. Müslüman kardeşlerimizin ibzal buyurdukları te‘alisinden ve millet-i İslamiyyenin halas ve saadetinden başka hiçbir gaye tanımayan ve intişarı gününden beri zerre kadar bu istikamet-i aliyyeden ayrılmayan Sebilürreşad için bu i‘timad ve teveccüh-i umumi mukaddes maksadının husul bulacağına en büyük bir zımandır. Ve minallahi’t-tevfik. Sebilürreşad’ın Ankara’da intişarı bazı mevani‘-i zaruriyye hasebiyle biraz te’ehhür ettiği cihetle muhterem kari’lerimizin ma‘zur görmeleri rica olunur. İnşaallah bundan sonra muntazaman intişar edecektir. ’üncü nüsha ikinci def‘a olarak Ankara’da basıldığı cihetle evvelce kendilerine gönderilemeyen zevata tamamıyla gönderilmiştir. ve nüshaların matbu‘u kalmamıştır. Müsaid bir zamanda bu nüshalar da tekrar tab‘ olunarak irsal olunacaktır. Abone müddetine mebde’ ve münteha numaraları mu‘teber olduğu senelik abonelere altı aylıklara da nüsha gönderileceği cihetle te’ehhür-i vaki‘den kari‘lerimizin hukuku zayi‘ olmayacağı tabi‘idir. Sebilürreşad’ı eskiden beri okuyanlar bunu bilirse de yeni abone olanlar için bu cihetin tasrihine lüzum görülmüştür. Ankara matbaalarında hurufat az makineler küçük olmak hasebiyle Sebilürreşad nüshalarını ayrı ayrı dörder sahifelik üç forma olarak basmak mecburiyeti hasıl olmuştur. Düşüp zayi‘ olmamak için iç içe konulan üç formanın sahife numaralarına dikkat olunarak yan yana getirilmesi lüzumu arz olunur. Aboneler tarafından herhangi hususa dair irsal buyurulacak mektublarda kuşaklarda yazılı bulunan abone sıra numarasının imza yanına her halde işaret buyurulması ve esaminin okunaklı surette yazılması bilhassa rica olunur. Sebilürreşad kari’leri arasında öteden beri müteamil olduğu vechile Sebilürreşad’a abone kayd olunan her zatın ihvan-ı dinden la-ekall iki kişiyi abone kayd ettirmek hususuna lutfen yeni abone olan zevatın da ibzal-i himmette bulunmaları rica olunur. — Kahraman Ordumuza — Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır parlayacak; O benimdir o benim milletimindir ancak. Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal! Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet bu celal? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal; Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal. Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner aşarım; Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım. Garb’ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar; Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş! Yurduma alçakları basdırma sakın; Siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın. Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın... Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın. Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun incitme yazıktır atanı: Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda! Canı cananı bütün varımı alsın da Huda Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda. Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli: Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli; Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeliEbedi yurdumun üstünde benim inlemeli. O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım; Her cerihamdan İlahi boşanıp kanlı yaşım Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım! O zaman yükselerek Arş’a değer belki başım. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal. Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal: Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyyet; Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal. Mehmed Akif Başmuharrir ESRAR-I KUR’AN çevirir de hiçbir zaman ve mekanın hali bulunmadığı yığın yığın erbab-ı dalalin tezviratını dinlemekle iktifa ederlerse artık efrad arasında fitnelerin fesadların meydan alması her türlü hukukun zıya‘a uğraması hudud-ı şer‘iyyenin muattal kalması gibi vahim akıbetlere istihkak kesb etmiş olurlar. Zaten mukallidlerin öteden beri adetleridir ki daima mezahibin ruhsat cihetlerini araştırmak ve guna-gun hilelere sarılmak suretiyle kendi şahsi emellerini nefsani ihtiraslarını elde etmek isterler. Bunların kütüb-i semaviyye hakkındaki ilimleri sağlam bir ilim değildir. Bunlar sırf kendi hususi arzularını din tarikından tatmin gayesini ta‘kıb ederler. İşte bunun içindir ki Allahu zü’lCelal bunların Kitab-ı Mukaddes’e aid olan ilimlerini “emani” lafzıyla tavsif buyurmuştur. Yani bir takım şahsi emeller ki ayat-ı mukaddesenin sarahatine muhalif olsa bile zünuna evhama müstenid bir sürü te’villerle tevcihlerle o emelleri istihsal çarelerini araştırıp dururlar. Bunlar gizli açık her türlü namussuzluğu ma’sıyeti bi-gayrı hakkın tecavüzü Cenab-ı Hakk’ın tahrim buyurduğunu bilmekle beraber hıyel ve mefasid erbabından olan eimme-i dalale müracaatten hiçbir zaman geri durmazlar; yol bulsunlar da o sayede kebairi göğüslerini gere gere Garibdir ki; bu adamlar kendilerinin Allah’ı Resulullah’ı aldatmaya çalışmakta olduklarını din-i İlahiye karşı harb açtıklarını yakınen bildikleri halde icad ettikleri bu şeytani vesaile “hıyel-i şer‘iyye” namı veriyorlar. Halbuki hakıkatte “hıyel-i şeytaniyye”den başka bir şey değildir. Ehl-i ilim arasındaki sapıklar bu suretle celb-i menfaat iktisab-ı servet maksadını ta‘kıb ediyorlar. Avama gelince garibdir ki; bunlar da asıl ulemanın bu kısmını araştırıyorlar da erbab-ı ilim arasında salabetle takva ile ma‘ruf olan dini bütün insanları terk ediyorlar. Binaenaleyh bu hareketleriyle kendilerinin mukteza-yı adl ü şer‘i aramadıklarını bilakis hilelerle tuzaklarla işin Her ne kadar taklid etmekte oldukları o mudıll heriflerden vizr ü vebal i‘tibarıyla daha geride kalıyorlarsa da her halde onların ma’sıyetine iştirak etmiş bulunuyorlar. Bundan dolayıdır ki; Cenab-ı Hak bu zümreye dahil olan ulemayı veyl ve helak ile tehdid buyuruyor: Kitabullah’a muhalif olarak elleriyle yazmış olduklarından dolayı vay onların başlarına gelecek azaba! Vay onların bu suretle kazanmış oldukları hasis menafi‘den dolayı giriftar olacakları akıbete! Zemahşeri’nin Keşşaf T efsiri’ ndeki şu sözleri ne güzeldir: “ Kur’an-ı Kerim evvela ilim ve yakınlerine rağmen Kitabullah’ı tahrif hususunda ısrar eden ulemayı sonra da bunları taklid eden avamı zikr ederek dalal cihetinden her ikisinin bir olduğunu tasrih buyuruyor. Çünkü alim için ilmiyle amel etmek avam için de kendisinde bir şemme-i ilim bulundukça zan ve taklide razi olmamak icab eder. Bununla beraber bu mudıll ulema elbette ıdlal ettikleri halktan vebal i‘tibarıyla pek ileridedirler. “Yazıklar olsun o insanlara ki Kitab’ı istedikleri gibi kendi elleriyle yazarlar da sonra birkaç para elde etmek için; “Bunlar Cenab-ı Hakk’ın sözleridir.” derler. Kitabullah’a muhalif olarak elleriyle yazmış oldukları şeylerden dolayı vay onların başlarına gelecek azaba! Vay onların bu suretle kazanmış oldukları hasis menafi‘den dolayı giriftar olacakları akıbete.” Allahu zü’l-Celal ayat-ı İlahiyyesini kendi re’y-i sakımine göre te’vile kalkışan ve avamın parasını çekmek Cenab-ı Hakk’a vermiş oldukları ahd ü misakı bu alem-i faninin değersiz meta‘ı uğrunda feda ediveren bu mudıll ulemaya en müdhiş hüsranın en şedid azabın mutlaka suretinde te’kid buyuruyor. Bunların elleriyle yazdıkları şeyler telfik olunmuş fetava yığınlarıyla batıl te’villeridir. Şübhe yoktur ki Cenab-ı Hak tehdid-i vaki‘ini ika‘ hususundaki sıdkını göstermiştir: Evet Beni İsrail ulemasının irtikab ettikleri bu fazihayı hiçbir ümmet nasıye-i hızlanına zillet ve meskenet damgasını vurmuş olmasın. Zaten Fatır-ı Hakim’in Beni İsrail rüesasını Beni sırf kendi karihalarının mahsulü olan bir takım ahkamı Cenab-ı Hakk’a isnad şena‘atini irtikab eden cema‘atin giriftar olduğu akıbeti başka milletlere göstererek onları Eğer ulema-yı İslam Cenab-ı Kibriya’nın serd etmiş olduğu bu gibi nümuneleri nazar-ı dikkat önünde bulundurmuş olaydılar tebeddül şaibesinden masun bulunan kanun-ı helake mahkum ettiği ümmetlerin giriftar oldukları ictima‘i hastalıklar bu zavallı millet arasında hiçbir zaman intişar etmezdi; kezalik içlerinde ahbar-ı Yehud’a rahmet okutacak kadar bid‘atler hileler icad eden ulema’-i su’ yetişmezdi. Kitabullah’ı hiçbir vechile kabul edilmeyecek surette te’vil bid‘ati alabildiğine teammüm etti. Tefsire tasaddi edenlerden birçoğu kendi hevesatına ittiba‘ hususunda o kadar ileri gittiler ki Kur’an’ın ihtiva ettiği ahkamı asla gözetmediler; yalnız elde edecekleri servetin ikbalin mansıbın derecesini düşünerek ona göre hükümler tasni‘ ettiler. Hiç şübhe yoktur ki bu güruha dahil olanlar hareket-i vakı‘alarıyla dinin erkanını yıkıyorlar hudud-ı mal ediyorlar acizleri mütegallibe elinde zebun bırakıyorlar fukaraya karşı zenginlere müzaharette bulunuyorlar. Bu suretle mensub oldukları ümmetlerde ahlakı hastalıklar müstevli halini alıyor. Efrad arasında husumetler adavetler yiyip bitiriyor. Nihayet za‘f ve inhilale mahkum olarak hal Cenab-ı Hakk’ın onlara dünyadaki veylidir dünyadaki azab-ı acilidir. Ahiretteki nasibleri ise cahim-i hüsrandır ki hevl ü dehşetini ihata kabil değildir. Abdülaziz Çaviş Diyorduk: Zulm ü vahşet kalktı bir başka cihan geldi Onu tedvir eden Wilson gibi kutb-ı zaman geldi! Diyorduk: En zaif akvama hatta saltanat mev‘ud! Kristof ülkesinden böyle bir sahir-beyan geldi! Diyorduk: Fikr-i istila tahakküm ihtiras öldü Koyun kurt hep barıştı aleme sulh u eman geldi! Diyorduk: Galib ü mağlub yok meydanda bir hak var; O hakkı haykıran bir sayha bir can-kurtaran geldi! Diyorduk: En tabi‘i hakkıdır Türk’ün de istiklal Mezardanböyle bir ses yükselip dünyaya can geldi! Fakat heyhat… Bunlar hep birer hülya-yı muğfilmiş Adalet beklenen yerlerden ateş geldi kan geldi! Cihan bir lutf-ı şamille nasib-i kamını aldı; Bahar-ı ömr-i İslam’a fakat yalnız hazan geldi! Şaşırdık: Ruh-ı Kanuni’yearz-ı macera ettik; Onun kabr-i hazininden de nadim bir figan geldi! Bunaldı Mustafa’nın yurduna zehrin duman geldi! Tapındık Garb’a battık. Hep bela-yı asuman geldi! Uyan ey ümmet-i merhume silkin artık Allah de Bakarken Garb’a gördün hep yılan geldi Yunan geldi. Mayıs H. Basri ] ÜMMET-İ İSLAMİYYENİN TA ‘K I B EDECEĞİ TARIK-I İCTİMA‘I ANCAK KENDİ MEDENİYET-İ Beyne’l-akvam büyük mücadeleleri büyük inkılablar ta‘kıb eder. Beşerin tarih-i hayatında vuku‘a gelen bütün inkılabat-ı fikriyye ve ictima‘iyye hep böyle azim mücadelelerin mahsulüdür. Milletleri harekete getirdikten büyük büyük kitleleri yerinden oynattıktan sonra eski nizamat-ı ictima‘iyyenin sarsılmaması kabil değildir. Muhtelif adat ve tabayi‘da bulunan milletlerin yekdiğeriyle temas ve tesadümü hayat-ı beşerde pek büyük te’sirler husule getiriyor. Akvamın kaynaşması ne kadar vasi‘ olursa ictima‘i tahavvüller de o nisbette kesb-i ehemmiyyet ediyor. Beşeriyet böyle mütemadi inkılablarla yoğrula yoğrula tavırdan tavıra intikal ediyor. Bu istihalelerle beyne’l-beşer yeni cami‘alar husule gelir insanlar arasındaki iftirak hufreleri biraz daha dolar beşeriyet bu suretle vahdete doğru seyr-i tabi‘isini ta‘kıb edip gider. Sükkan-ı arzın bugünkü ahval-i umumiyyesine şöyle yüksekten bir nazar atf olunacak olursa pek muazzam Bu fikir tufanının ne vakit sükun bulacağı ve nerede karar kılacağı henüz belli değildir. Bu tahavvülat-ı ictima‘iyyenin azameti milletlerin ruhiyatıyla iştigal eden ecille-i ulemayı bile hayretler içinde bırakmıştır. Bugün artık kuva-yı ictima‘iyye kuva-yı siyasiyyeden ziyade kesb-i ehemmiyyet ediyor ve bugünkü mücadele-i beyne’lmilelde hakim oluyor. Bugün milletler kavmi menfaatlerini hareket etmekte olduklarını göstermek mecburiyetini hissediyorlar. Harb-i Umumi Avrupa’nın mukadderat-ı akvam üzerindeki hakimiyetini sarstı; devlet ve kavmiyet esasları üzerine müesses muvazeneleri yıktı. Beşeri müdhiş bir çenber-i zulüm ve tazyik altına alan bu şebeke-i siyasiyyenin inkısamı efkar-ı akvam üzerinde büyük te’sir husule getirdi. Ve milletler arasında ictima‘i mücadele sahnelerini açtı. Asıl mücadele-i kübra şimdi başlıyor. Bu muazzam ve cihan-şümul inkılab ve tahavvülat devirlerinde arada kaynayıp ezilmemek isteyen büyük milletler bu cereyanlara karşı ciddi bir vaz‘iyet almak veche-i azimetini gayet esaslı surette ta‘yin ederek o vareste kalamazlar. Yoksa muhtelif cereyanlar arasında bocalayarak girdaba sürüklenmekten yakayı kurtarmak kabil olmaz. Milletlerin mukadderatıyla iştiğal eden rical-i mütefekkirin için böyle zamanlarda düşünülecek nokta yalnız maddi hududlar değildir. Bununla beraber milletlerin ve ictima‘i vicdanların ma‘nevi hududlarını da mutlaka nazar-ı ihtimama almak zaruridir. Çünkü bu hudud-ı ma‘neviyye fazail-i beşeriyye kavafilinin geşt ü güzarına birer mecra-yı selamet olduğu gibi milletlerin mukaddesatını yağmaya gelecek olan cünud-ı bağıyye-i dalalet de birer medhal-i şekavet teşkil ederler. Fazaile karşı kapıları seddetmek ne kadar mezmum bir taassub salabettir. Milletlerin yaşamaya ve yükselmeye olan hudud-ı ma‘neviyyesini muhafaza edebilecek salabeti haiz olamayan milletler hudud-ı maddiyyelerini de muhafaza edemezler. Muvakkat bir zaman için muhafazaya kudretyab olsalar bile istikbalden kat‘i surette emin olamazlar; ergeç fena ve temessüle mahkum kalırlar. Binaenaleyh her şe’n-i yevmisi asri birer ders vermekte olan böyle müdhiş bir zamanda ümmet-i İslamiyyenin mukadderat-ı siyasiyye ve ictima‘iyyesine bir cereyan-ı salim vermek ve darabat-ı vakayi‘ ile ezilmekte bulunan etmek; gerek maddi gerek ma‘nevi sahada veche-i mütehattim ve en mütekaddim bir vazife-i hayatiyyedir. Bugün mukadderat-ı cihana hakim olan milletlerin ahval-i ictima‘iyye ve fikriyyesine umumi bir nazar atf edecek olursak iki büyük cereyanın çarpışmakta olduğunu görürüz. Bunlardan biri bütün akvam-ı beşeriyyeyi taht-ı tahakkümünde tutmak ve insanları mahdud bir zümrenin menfaatine çalıştırmak isteyen emperyalizm ve kapitalizm alemi diğeri ise bu alemin istinad ettiği bütün esasatı yıkarak kudret ve nüfuz-ı hükumeti bila-kayd ü şart avamın eline tevdi‘ etmek ve insanlar arasında her hususda müşterek ve müsavi bir hayat te’sis eylemek isteyen bolşevizm alemidir. Bu iki cereyan bugün müsademe halinde bulunuyorlar. Binaenaleyh bu vaz‘iyet-i cedide karşısında ümmet-i bugünün en mühim mes’elesi mukadderat-ı İslam ile hissiyata kapılmayarak ilmi ve ictihadi bir surette mes’eleyi halle çalışmak hak ve hakıkate vusul için en salim bir yoldur. Bizce pek ziyade haiz-i ehemmiyyet görülen bu mes’elenin halli elzemdir. Onun için temenni ederiz ki hukuk-ı esasiyye ile iştiğal eden zevat ile cihanın bu hususdaki nokta-i nazar ve mütalaalarını neşr etmek lutfunda bulunsunlar. Hatta bu hususda [] bütün akvam-ı İslamiyye mütefekkirlerinden mürekkeb bir şurayı aliyye-i İslam’ın in‘ikadıyla İslam Alemi’nin veche-i almıştır. Bir asırdan beri milletimizin te‘alisi için mutlaka garblılaşmaktan başka bir çare-i halas olmadığı kanaati milletin mukadderatına hakim olan ricalin efkarını tamamıyla istila etmişti. Medeniyet-i Garbiyyenin te’siratı altında şahsiyetini gaib ederek müfrit bir Garbperestliğe mübtela olan bu zümre-i münevvere selamet-i milliyyeyi ancak kendisinin duçar olduğu bu ibtila-yı maraziyi memlekete sirayet ettirmekte görüyordu. Bu gaflet terakkı ve te‘ali namına vicdan ve efkarda enva‘-ı buhranlar tevlid ederek memleketi felaketten felakete sürükleyip götürdü. Garb irfan ve medeniyeti ile perverişyab olan bu zümre-i münevvereden beklenen yegane şey Garb’ın ‘ulum-ı müsbete ve sahihasını fünun-ı aliyye ve sınaiyyesini memlekete nakil ve tatbik etmek idi. Çünkü mevzu‘ idi. Görülen acz ve fürtur-ı umumi ‘ulum-ı müsbetedeki cehaletin bir neticesi idi. Hastalığımız ‘ulum-ı müsbetedeki cehalet dermansızlığımız fünun-ı aliyye ve sınaiyyedeki yoksuzluğumuz bulunuyordu. Halbuki münevveranımız kendilerinden beklenilen bu vazifeyi yapmadılar. Cem‘iyetimizi Garb ictima‘iyat ve ahlakıyatı dairesindeki bir şekle koymaya uğraştılar. Bu sebeble hey’et-i ictima‘iyyemiz arasına tefrika temellerini vaz‘ ettiler. Bunlar Garb mevzuat-ı medeniyyesinin Şark’a veya her yere tevafuk edeceği zannına düştüler. Kavanin ve müessesat-ı Garbiyyenin kabul ve idhaliyle mazhar-ı teceddüd ve terakkı olmak kanaat-i sahifesini perverde eden bu Garb-perest zümrenin teşebbüsat-ı taklid-karanesi pek tabi‘i olarak hezimet-i tamme ile neticelendi. Bugün de yine ikinci bir hataya düşmek gafletinde bulunan bir zümrenin peyda olduğunu görüyoruz. Bazı fikirlere göre: “Bizi boğmak isteyen bu medeniyet-i Garbiyyeyi yıkmak üzere teessüs eden komünizm cereyanına bila-kayd ü şart tabi‘ olmak onun vaz‘ ettiği prensipleri olduğu gibi derhal kabul etmek selamet-i milliyye için elzemdir…” Her türlü ivaz ve garazdan salim olarak samimi surette bu fikrin tarafdarları bulunduğunu nazar-ı dikkate alıp muhakematımızı ona göre yürütmek Bizi böyle daldan dala sevk eden nedir? Niçin biz selamet ve saadeti kendimizde kendi iman ve kanaatlerimizde aramıyoruz da böyle daima ecnebi cereyanları arkasından sürüklenmek istiyoruz? Nefislerine milletlerine karşı bu i‘timadsızlık kendilerine nereden geliyor? Bizim ne kadar garib halet-i ruhiyyemiz vardır? Her mechul veya nev-zuhur olan şeylere o kadar müfrit bir meclubiyet gösteriyoruz ki hakıkaten hayret etmemek mümkün değildir. Hiç şübhe yok ki bu meclubiyet bunların muhassenat ve mahazirini bilemediğimizden neş’et ediyor. Ve bu adem-i vukuf onların haiz-i kemal olduklarına i‘tikad için kafi geliyor. Fena olduğunu bildiğimiz şeyleri almıyoruz da iyiliğini bilemediğimiz şeyleri almaya kalkışıyoruz ki asıl bizi hataya düşüren nokta budur. Mechulatı nazarlarımızda amalimizi te’min arzularımızı tatmin edebilecek bir şey halinde tahalli ettiriyoruz. Halbuki bu nev-zuhur ve mechul olan şeyler ekseriya hiç beklenilmeyen birçok netayic-i seyyie tevlid ediyor. Bilhassa an‘anat ve i‘tiyadat-ı mevzuayı yıkıyor kıymetdar bazı hissiyat ve i‘tikadatı rencide ediyor. Bu suretle hey’et-i ictima‘iyyenin mevcudiyet-i maddiyye ve ma‘neviyyesini sarstığı için en müterakkı en mes‘ud milletlerde bile adem-i i‘timad hatta endişe uyandırıyor. Biz ise yeni ve mechule karşı böyle garib bir incizab göstermeyi bir muhabbet-i terakkı-perverane telakkı ediyoruz. Hatta bununla müftehir de oluyoruz. Hataalud müdrikat ve muhamat üzerine müesses bir alem-i kazib içinde yaşamak bizde böyle bir halet-i ruhiyye ve fikriyye tevlid ediyor. Bu suretle alem-i hakıkı nazar-ı hidayeti dalalet vaki‘i gayr-ı vaki‘ mümkünü muhal ile karıştırarak en baidü’l-ihtimal tertibat ve tasavvurattan saadet temenni ediyoruz. Garb ictima‘iyatının arkasından bu kadar zaman koştuk. Felaketten başka ne netice hasıl oldu? Onların şa‘şaa-i maddiyyesi evvela gözlerimizi kamaştırdı sonra da ruhlarımızı yaktı. Bu medeniyeti temsile çalıştıkça kendi ahlak ve ictima‘iyatımızın bağları çözüldü. Iman-ı dinimiz duçar-ı za‘f oldu. Siyasi ictima‘i hatta beşeri varlıklarımıza aid azimlerimiz birer birer kırıldı. Şurasını söyleyelim ki Garb medeniyetinden ‘ulum ve fünun müessesat-ı ilmiyye ve insaniyet-karaneyi yani yalnız fikir ve fazilet üzerine istinad eden medeniyeti kasd etmiyoruz. Medeniyetin bu kısmına hürmet ederiz. Ve felaketlerimizin başlıcası da uzviyet-i irfandan ibaret bulunan bu kısm-ı medeniyyetten mahrumiyetimiz olduğunu da i‘tiraf ederiz. Biz bu medeniyetten yalnız Garb ictima‘iyatını ve resmi Garb’ı kasd ediyoruz. enkaz-ı izmihlalini paylaşan ve barbarların pek yakın halefleri bulunan rüesa-yı cismaniyyenin tahribkar serbesti-i cereyan vererek alemi zulmetlere boğdu. Cihan mürebbisi tavrını takınan bu medeniyet pençe-i tecavüzünü bütün aktar-ı aleme teşmil etti. Her tarafda huzur ve rahatı selb eyledi. Garb’ın tecavüzatından kurbiyeti hasebiyle en ziyade Şark-ı Karib müteessir ve felakete duçar oldu. Parlak bir medeniyetin bitmez tükenmez hazinelerine malik olmak ve Şeri‘at-i Muhammediyye’nin esasat-ı fazılasına salik bulunmak adavetlerini diğer tarafdan da şövalyelerin tama‘ ve hasedlerini celb etmeye mahkum kaldı. Bilahare efkarın başka mecralar alması üzerine bu başladı. Maskeler değişti. Artık Şark alemi Salib namına değil medeniyet ve beşeriyet namına tecavüzata ma‘ruz kaldı. Garb’ın Şark’a husumeti neden bu kadar şediddir? Çünkü Şark’ta bu kadar tecavüzata karşı bir türlü ölmeyen bir ruh vardır: O ruh şahsiyet-i İslamiyyenin söndürülemeyen o ezeli nuru Avrupa’yı çıldırtıyor. Salibiyyunun bunca muhacematına karşı koyan Hıristiyanlık’ın intişarına sed çeken Avrupa’nın Şark’ta temdin namı altındaki istila siyasetine daima engel olan bu şahsiyet-i İslamiyyeyi imhaya kadir olamamak… İşte Avrupa’nın bizim hakkımızda beslediği gayz-ı deruninin sırr u hikmeti budur. Avrupa son asırda başlıca iktisadiyatında adem-i tevazünden dolayı müdhiş bir fesad-ı ictima‘iye uğradı. Mala hırs ve tama‘ sefahete meyl ü incizab kalblerdeki bütün şefkat ve merhamet hislerini sildi. Ruhları muzlim bir kasvet ve vahşete mübtela etti. Hodgamlık yegane şiarı oldu. En şeni‘ zulümleri icradan çekinmez oldu. “Menfaat”ten başka hiçbir şeyin kıymeti kalmadı. Aile rabıtaları çözüldü. “Kuvvet”ten başka hiçbir şey tanımaz oldular. “Hakk”ın bir ma‘nası kalmadı. Fazilet yerine menfaat te‘avün yerine tenazü‘ uhuvvet yerine kavmiyet ve unsuriyet kaim oldu. Bu suretle hey’et-i ictima‘iyyenin şirazesi bozuldu. Gözleri kamaştıran şa‘şaa-i maddiyyeye rağmen ruhları en safil derekeye düştü. Ferdler en müdhiş ellere inhisar etti. medeniyet arkasından sürüklemek bilmeyiz ki felaket ve izmihlalden başka bir netice tevlid eder mi? Şahsiyet-i hizmetkar etmek isteyen bu medeniyetin peşine takılmak suretiyle ümmet-i İslamiyyenin felah ve saadetine “Tanzimat” namı altında bilerek bilmeyerek harim-i bünye-i ictima‘isini zir-ü-zeber eyledi. İctimaiyatımızın sarsılması ahlakımız üzerinde de büyük te’sirler gösterdi. Hatta bu te’sir i‘tikadatımıza kadar nüfuz etti. Bu zalim medeniyet bizi bu hale getirdikten sonra yine ihtirasatını teskin edemiyor. İslam’ın şahsiyet-i ma‘neviyyesini büsbütün imha etmek için bütün mevcudiyetiyle uğraşıyor. Önce “tenvir ve temdin” namı altında sokuluyor; batıl nazariyeleriyle muhiti tefessühe uğrattıktan sonra; – Burada benim harsim benim irfanım benim lisanım münteşirdir; binaenaleyh burası bana aiddir… der istila eder. Mürur-ı zamanla orasını istimnal ve istimlake mahkum eder. Bugün bütün diyar-ı İslam’ın çektiği mezahim ve bu medeniyet bu suretle inkişaf ederek cihana zulüm ve mefsedet neşr etmeseydi elbette bugün şahsiyet-i hep bu Garb medeniyeti denilen şahsiyet-i zalime boğdu öldürdü. Hem öyle feci‘ bir surette ki bütün felaketlerimizi bize kendi ellerimizle ihzar ettirdi. Memleketimize türlü türlü cereyanlar soktu. Bilerek bilmeyerek o cereyanlar arkasından milleti sürükleyenler zuhur etti. Kavmiyet Yirminci Asr’ın şiarıdır dediler; vahdet-i milliyyeyi tarumar ettiler. Şeair-i İslamiyye Kurun-ı Vusta mahsulüdür dediler; milletin en müdhiş zelzelelerle yıkılmayan ahlakını berbad ettiler. Levazim-i medeniyyedir dediler; en şeni‘ münkeratı mübahat sırasına koydular. Felsefe-i asriyye dediler; en metin i‘tikadları sarstılar. Arkasından da Garb ihzar ettiği bütün o cehennemi vasıtalarıyla toplar zırhlılar tahte’l-bahirler tayyarelerle üzerimize saldırdılar. Güzel memleketlerimizi kanlar ateşler içinde bıraktılar. Her biri birkaç devlet teşkil edecek kadar vasi‘ arazisi olan birçok müslüman diyarını daha pençe-i tahakkümüne geçirdiler. Bununla da ihtiraslarını teskin edemiyorlar da el-an bin türlü tezviratla amansız hücumlarla muttasıl yakıyor yıkıyor çiğniyorlar. Pek a‘la görülüyor ki bu medeniyet-i Garbiyye naşirlerinin asıl garazı şahsiyet-i İslamiyyeyi parçalamaktır. ve kini bütün nazarlarda tahakkuk eden bu medeniyet-i zalimenin mefsedet zulüm üzerine kurulan esasatı arkasından ümmeti sürüklemek kadar büyük bir gaflet ve cinayet tasavvur olunamaz. Biraz düşünür kafası biraz merhamet ve insafı olan hiçbir ferdin bugün buna tarafdar olduğuna biz kail olamayız. Binaenaleyh selamet ve saadetimiz için bu cihetten bir hayır olmadığı tahakkuk ettikten sonra ona muhalif olarak tebellür eden ve o medeniyetin bütün esasatını kökünden yıkmayı şiar edinen bolşevizm cereyanını tedkık edebiliriz. Her şeyden evvel şu hakıkat-i ilmiyyeyi nazar-ı dikkate almalıdır ki herhangi bir hadisenin tabiat ve mahiyeti ne olursa olsun en mühim en esaslı amili zemin-i husulü olan muhittir. Her türlü tedkıkat ve muhakematta evvela muhiti nazar-ı i‘tibara alınmak zaruridir. Binaenaleyh mukaddema Avrupa hey’et-i düveliyyesi arasında bulunan Rusya’da zuhur eden hadise-i esbab ve avamilini muhitin ilcaatını uzun uzadı nazar-ı tedkık ve tetebbu‘a almalıdır. Acaba bu hareket ne gibi efkar ve ihtiyacattan doğmuştur? Orada yaşayan halkın tarz-ı tefekkür ve ihtisasatı ahval-i ruhiyye ve hususiyyesi secaya-yı mevrusesi adat ve i‘tikadatı ne yoldadır?.. Bütün bunlar tedkık olunmadıkça o hadise hakkında esaslı bir fikir edinmek nasıl kabil olabilir? Sonra büsbütün başka bir muhitte büsbütün başka avamil ve ihtiyacat sevkiyle vücud bulan bir hadiseyi herhangi millete aynen tatbike kalkışmak nasıl caiz olur? Böyle bir mukallidin ilm-i ictima‘ın hangi düsturuyla kabil-i tevfiktır? Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir şekl-i siyasi yoktur ki o milletin mazisine ve ahval-i ictima‘iyyesine uygun bulunmuş olmasın. Herhangi bir millet kavanin-i onun için felaket ve izmihlalden başka bir akıbet yoktur. Biz ise ma‘atteessüf bütün harekatımızda daima böyle muhalif-i tabiat yollar tutmakla zevk alıyoruz. Kaldı ki bu hadise-i inkılabiyye henüz esasatını layıkıyla tesbit ve takrire muvaffak olamamıştır. İnkılab henüz devam ediyor. Nerede karar kılacağı belli değildir. Hatta kendileri bile bu hususda kat‘i bir şey söyleyemezler. Çünkü onlar da daha aynı esasat üzerinde bir ictima‘ hasıl edememişlerdir. İnkılabın muhtelif muhakemat muhtelif tefsirat muhtelif telakkıyata uğradığı biraz o alemin ahvaline vukufu olanlarca ma‘lumdur. Mesela bazıları komünizmi millileştirmek tarafdarıdır bazıları ise buna külliyyen muhalifdir. Bu kadar muhalif ictihadlarla beraber bugün müttehiden çalışıyorlar. Tabi‘i bunu zaruridir. Onlar bugün tecrübe devirleri geçiriyorlar. Herhalde dünkü komünizm ile bugünkü komünizm tatbikat i‘tibarıyla bir değildir. Bahusus bunlar müfrit hareketlerdir. Tehlikeleri büyüktür. Tatbiki bi-payan müşkilatı daidir. Bakalım bunların tecrübeleri nereye müncer olacaktır? Ahval-i siyasiyye ve ictima‘iyyede bir milletin diğer akvamın tecaribinden istifade etmesi ne kadar güç ne kadar hatar-nak bir mes’eledir. Böyle hazıra konmaya kalkışan milletlerin uğradıkları nekbet ve felaketler ne yamandır! Her millet ancak kendi derece-i uygun bir şekl-i siyasiyi hazm edebilir. Bu hususda iyilik ve kötülük mevzu‘-ı bahs olmaz. Bir millete kabiliyeti haricinde kabul ettirilecek herhangi bir şekil –nefsü’lemirde mes’eleler milletlerin ictima‘iyatına taalluk eder. En nazik en hassas mes’elelerdir. Kumaş alıp satmaya benzemez. Onun için biz bu hususda esas i‘tibarıyla herhangi bir milletin usul-i ictima‘iyye ve siyasiyyesinin diğer bir millette aynen tatbikine imkan bulunduğuna kail olanlardan değiliz. Binaenaleyh bu mes’eleyi ictima‘i ve biz bu neticeye vasıl oluyoruz. Yani maksadımız biz alem-i insaniyyet için mefsedet ve mazarrattan başka hiçbir hayrı olmayan emperyalizm ve kapitalizm aleminin prensipleri arkasından milleti sürüklemeyi ne kadar muhalif-i tabiat bulursak buna mukabil olarak zuhur eden ve mazi ile büsbütün alakasını kat‘ ve maddi ma‘nevi her şeyi kökünden kal‘ ederek fıtri ve kisbi bütün tefavütleri tesviye bütün emval-i hususiyyeyi umuma mal ederek müştereken istifade eylemek bütün nüfuz ve kudret-i hükumeti bila-kayd ü şart avamın eline tevdi‘ etmek düsturunu ta‘kıb eden komünizm cereyanının arkasından sürüklenmek de bizce kavanin-i ictima‘iyyeye o kadar aykırı bir harekettir. Maamafih onları bu hareketlerinde ma‘zur telakkı ederiz. Ve kendi mazilerinden büsbütün kat‘-ı alaka etmelerini kendilerine aid maddi ma‘nevi herşeyi kökünden kal‘ etmelerini pek münasib görürüz. Çünkü onların mazisi –ki aba-i nasaranın efkar-ı muzlimesinden ve bu efkara değildir. Onun yıkılması elbette beşerin halas ve saadeti namına temenni olunacak bir şeydir. Hele bütün cihanın başına bela-yı azim olan istiklal ve hürriyet-i beşeri boğan o emperyalist ve kapitalist medeniyet-i Garbiyyeyi yıkmak hususundaki hareketlerini tebcil ederiz. Ve bu hususda kendilerine bütün alem-i insaniyyetin bütün Alem-i Hatta bu hususda kendilerine elimizden gelen her türlü mu‘aveneti de diriğ etmemeyi bir vecibe telakkı ederiz. Bu noktalarda tamamıyla kendilerine iştirak ederiz. Yalnız bu hedm ü tahribatlarını bizim esasatımıza da teşmile kalkıştıkları zaman kendilerinin ne azim hataya düştüklerini kendilerine anlatırız. Ulemamız ilimleriyle rical-i siyasiyyemiz maharetleriyle hasılı ümmetin her sınıfı kendine mahsus san‘atiyle kendilerini tarik-ı hakka Bendeniz öyle zannediyorum ki beşerin saadetinden başka bir gaye bilmeyen İslam’ın esasat-ı aliyyesini kendilerine layıkıyla anlatacak ulema olsa her halde bu adamlar hak ve hakıkati teslimden imtina‘ edemezler. Çünkü fıtratın la-yetegayyer kanunlarına müstenid ve muntabık olan Müslümanlık beşerin hayat-ı faniyye ve sermediyyedeki saadetlerini te’min eden her iki alemdeki hallerinin medar-ı salahı olan bir gaye-i kemaldir. Mütemadiyen tavırdan tavıra giren devirden devire intikal eden alem-i insaniyyetin en nihayet karar kılacağı nokta hiç şübhe yoktur ki bu kanun-ı akvem bu nizam-ı a‘zamdır. Çünkü Müslümanlık her türlü ifrat ve tefrit cereyanlarından azade olarak merkez-i i‘tidal noktasıdır. Beşeri zulüm ve tazyik altına almak ne kadar insaniyete münafi ise hiçbir kayd ile mukayyed olmayarak azadeserane-i maişet de o kadar kavanin-i fıtrata mugayirdir. “İnsan kendini zanneder mi ki başı boş bırakılmıştır?” Yalnız başına ihtiyacat-ı hayatiyyesini tedarike muktedir olamayan acz-i zatisini bir hey’et-i ictima‘iyyeye iltihak suretiyle telafi zaruretinde bulunan insanlar bu cihetle hürriyetinin bir kısmını mutlaka feda etmek mecburiyetindedirler. Mütefekkirin-i cihanın taharri ettiği serbestlik insanın kaffe-i hasasisini bila-mani‘ ve müzahim isti‘mal edebilmesinden ve cem‘iyet-i beşeriyye a‘zasından birine sairlerinden gelecek mazarratı men‘ edecek el-hasıl ağraz ve amal-i beşeriyyenin fevkinde olarak umuma icra-yı ahkam edecek bir şeri‘at-i adileye tabi‘ bulunmasından ibarettir. Bu bütün mütefekkirin-i akvamın ta‘kıb ettikleri hal-i asli ve mu‘tediline irca‘a çalıştıkları hürriyet-i hakıkıyyedir ki Müslümanlık işte bundan başka bir şey değildir. Tabi‘i bolşevikler daima böyle hal-i ifratta kalacak değillerdir. Tabiat-i beşeriyye elbette onları fıtratın layetegayyer kanunlarına sevk edecektir. Bugün onlar ede her halde daire-i i‘tidale rücu‘ edeceklerdir. Yoksa sürüklemekten hiçbir zaman geri durmaz. Şimdi böyle tezebzüb-i ictima‘i ve fetret-i siyasiyyeye uğrayan bir milletin vaz‘ etmek istediği düsturları mal bulmuş Mağribi gibi anlamadan tedkık etmeden alıp da halet-i ictima‘iyyesi daha on üç asır evvel sarsılmayacak bir surette tekarrur etmiş olan bir millete getirip tatbik etmeye kalkışmak bilmem ki ne ile tavsif olunacak bir harekettir. Bizim elimizde öyle bir esas-ı ali vardır ki o bizi herhangi bir milletin herhangi bir cereyanın arkasından koşmaktan ebedi surette müstağni kılmıştır. Biz ne medeniyet-i Garbiyye cereyanının peşine takılabiliriz; ne de komünizm cereyanına tabi‘ olabiliriz. Yani ümmet-i İslamiyyenin saadetini bunlardan hiç birisi te’min edemez. Birinci cereyanın tecrübesini yaptık milleti ne felaketlere sürüklediğini gördük. İkincisini bir anda bütün hey’et-i ictima‘iyyemizi tarumar eder. Bizim hey’et-i ictima‘iyyemizi tutan rabıta-i diniyyedir. Bu esasların sarsıldığı gün cem‘iyet yoktur; çünkü bizim dinimiz maddi ma‘nevi bütün hayatımıza bütün ef‘al ve harekatımıza hakimdir. İhtiva ettiği desatir-i ahlakıyye olmak hasebiyle ile’l-ebed nev‘-i beşerin nazım-ı mukadderatıdır. Din-i İslam diğer dinler gibi değildir. Zira edyan-ı sairenin sulta-i ma‘neviyyesi yalnız ervah üzerine olup maddiyat ile hiçbir alakaları yoktur. Binaenaleyh bu edyanın te‘alimi nüfusu tasfiye ve ahlakı tehzib edecek meva‘iz ve nasayıha münhasır kalır. Yalnız bunun ise o dinlerle mütedeyyin olan efrad beynindeki alayıkı tevsik ve münasebatı takviyeye adem-i kifayeti ma‘lumdur. Fakat Din-i İslam böyle değildir. Bu dinin Şari‘-i Hakim’i –ki mahlukatının fıtratlarını tabayi‘ ve ahlaklarını herkesden ziyade bilen O’dur– efrad ve akvamın hem şuun-ı maddiyye hem şuun-ı ruhiyyede müşterek olmadıkça yekdiğere ittisal ve irtibat peyda eyleyemeyeceğini bildiği nasayıh-ı ruhiyyeyi havi bir kitab halinde bırakmayıp hem ruhi hem ictima‘i hem de siyasi bir kitab-ı celil olmak üzere inzal buyurmuştur ki bu sayede akvam-ı İslamiyye arasında ‘ibadat muamelat ve ahlakça müşabehet-i azime ve bu müşabehet eseri olarak efrad ve cema‘at-i ukde-i muahat hususunda kalblerde şu‘ur hasıl olmuştur. ve siyasiyyeyi de vaz‘ etmiş olduğu için artık ümmet-i yoktur. Bugün Avrupa’nın duçar olduğu ne kadar mezahim-i ictima‘iyye varsa İslam hepsini fıtrat-ı beşere en muvafık bir surette halletmiş sabit ve müstekar bir halet-i ictima‘iyye te’sis etmiştir. İnsanlar arasında sınıf ve millet farklarını kaldırmış rekabet ve muhalefetlere mesağ vermemiş tabi‘ ile metbu‘ arasındaki münasebatı ta‘yin etmiş hiçbir şekl-i hükumetle takyid eylemediği ve riayet şartıyla ihtiyaclarına göre harekette hür ve serbest bırakmış bu suretle insanlar arasında muvazene-i Bünye-i İslam’da görülen bu vahdet ve kemal ile mevzua-i beşeriyye nasıl boy ölçüşebilir? Hiç şübhe yoktur ki akvamın geçirdiği ve geçirmekte olduğu muhtelif safahat-ı tekamül bi-payan eşkaliyle İslam’ın esasat-ı ahlakıyye bazı tahavvülat ve i‘vicacat-ı muvakkatesinden başka bir şey değildir. Esasat-ı İslamiyyenin mahiyet-i aliyyesi hakkında bu derecelerde kuvvetli bir iman ve kanaatimiz bulunduğu hiçbir cereyanın peşine takılmasına tarafdar olamayız. Büyük Millet Meclisi’ni ve hükumetini de bu gayede gördüğümüzden dolayı bunu İslamiyet’in hali için büyük bir beşaret; istikbali için de büyük bir necm-i ümid telakkı ederiz. Büyük Millet Meclisi’nin şer‘iye vekili bilmünasebe neşr ettiği bir beyan-namede diyor ki: “ Esasat-ı İslamiyye dairesinde icra-yı hakimiyyet etmeyi en büyük en mübeccel bir gaye telakkı eden ve bütün siyasetini bu istikamet-i aliyyeye doğru götürmek azminde bulunan Büyük Millet Meclisi hükumeti o esasat-ı aliyyeye karşı tecavüzata nazar-ı müsamaha ile bakamaz.” Millet Meclisi’nin en mühim vazife-i ictima‘iyyesini ifade buyurmuştur. Filhakıka ümmet-i İslamiyyenin bütün felah ve saadeti ancak bu siyaset-i aliyyededir. Bizim için kendi esasatımıza sarılmaktan başka çare-i necat yoktur. Bize kendimizden başka hiç kimseden hiçbir yabancı milletin esasatından faide yoktur. Öyle ümid olunur ki; medeniyet-i İslamiyye bütün şa‘şaa-i sabıkasıyla bir daha yeryüzünde parlayacaktır. Ve bu mübeccel büyük harekete piş-va olacak da burada teşekkül eden bu Meclis-i Ali’dir. Öyle i‘timad ediyoruz ki; mukadderat-ı ilahiyye artık bu suretle tecelli edecektir. Bütün cihan-ı İslam’ın enzarı buraya müteveccihdir. Buradan yükselecek bir sada-yı Bugün teferruat ile vakit geçirecek zamanda değiliz. Düşmanlarımızın hak ile yeksan etmek istedikleri bina-yı Bugün alem-i İslam’ın efkarı hal-i teşettüttedir. Türlü türlü cereyanlarla sarsılmış nereye gideceğini şaşırmış oradan oraya baş vurmaktadır. Bütün bu perişan fikirleri bir kelime etrafında doplamak lazımdır. Meclis-i Ali’nin Anadolu’ya aid vazife-i hususiyyesinden başka böyle umumi bir vazifesi de vardır. İslam Alemi’nin vicdan-ı umumisini tagdiye edecek beyne’l-milel esasat-ı aliyyeyi de takrir ve tesbit ederek efkar-ı umumiyye-i İslamiyyeyi teferruk ve perişanlıktan kurtarmalıdır. Bolşeviklerle hey’et-i ictima‘iyye-i İslamiyye arasındaki münasebatın bir de siyasi safhası vardır ki bu hususda da biz nokta-i nazarımızı vaktiyle beyan eylemiştik. Daha Bolşeviklik ilk zuhur etmeye başladığı zaman Rusya’nın esbab-ı sukutuna Bolşevikliğin zuhuruna ve Rusya müslümanlarının istikbaline tahsis ettiğimiz uzun bir makalede şu mütalaada bulunmuştuk: “Rusya baygın bir haldedir. Tehlikesi tamamen zail olmamıştır. Buna güvenerek arka üstü yatacak zaman değildir. Vazifemizi ihmal edecek olursak ma‘azallah eskisinden daha feci‘ bir surette mevcudiyetimiz tehlikelere düşmüş olur. “ Bugün bolşeviklerle tevhid-i mesai edecek olursak bunların re’s-i karda kalmalarını te’min etmiş olduğumuz gibi İ’tilafçıların da bütün harekat ve mesaisini ehemmiyetten düşürmüş oluruz. Rusya’nın ictima‘i tehlikesinden o nisbette uzaklaşmış ve kurtulmuş oluruz. “Sonra bolşeviklerin vaz‘iyet-i iktisadiyyelerini ıslah etmekle bütün Rusya müslümanlarının istiklallerini de kazanmış oluruz. “Binaenaleyh biz böyle bir siyaset ta‘kıb etmekle hem din kardeşlerimizin istiklallerini te’min ederiz hem kendi mevcudiyetimizi her türlü tehlikelerden muhafaza etmiş oluruz.” O zaman Almanya ile bolşeviklerin arası açıktı. Almanlar Şark siyasetinde pek yanlış yola sapmışlardı. Bizim o zamanki rical-i hükumetimiz de artık böyle mesail-i mühimme ile iştiğal edecek bir halde değildi. Rical-i hükumet arasındaki şahsi münaferetler had bir devreye gelmişti. Bir iş görmek kabil olamıyordu. Maamafih biz vazifemizi yaptık. Düşündüklerimizi söylemekten hiçbir zaman geri durmadık. olacağını ve İ’tilafçılara muarız olan bu kuvvetle İslam Alemi’nin münasebat-ı hasene te’sisi hatta bir ittifak akd etmesi luzumunu ileri sürmüştük. İki buçuk sene geçti. O zamandan beri birçok hadisat-ı mühimme vuku‘a geldi. Mütareke oldu. Tekrar harb başladı. Sonra Rusya’daki müslümanların bolşeviklerle münasebatı türlü türlü şekiller aldı. Gerek müslümanlar gerek bolşevikler ayrı ayrı hatalar Bu hususdaki nokta-i nazarımız bugün de değişmemiştir. Yine öyle düşünüyoruz. Bir kere Bolşeviklik Hıristiyanlık Alemi arasında tahaddüs etmiş bir inkılabdır. Ve her şeyden evvel hedef-i hücumu Avrupa medeniyetidir. Her halde bu medeniyetin yıkılmasından her milletten ziyade memnun olacak ümme-i İslamiyyedir. Çünkü bu medeniyet-i zalimenin en müdhiş mezalimine ma‘ruz kalan Müslümanlık Alemi’dir. Bu tahakküm ve esaretten halas mes’elesi öteden beri İslam mütefekkirlerini ne kadar meşgul ediyordu ve el-an ne kadar düşündürüyor. Avrupa medeniyetinin ihzar ettiği vesait-ı harbiyye karşısına her halde sopa ile çıkılamazdı. Vesait-ı harbiyyenin bu kadar cehennemi bir şekil aldığı zamanda madun ve mahkum bulunan akvam için nasıl halas imkanı olabilirdi! müslümanlar çalışacak fen ve san‘at sahibi olacak fabrikalar yapacak onların yaptığı alat-ı harbiyyeyi hazırlayacak sonra bunlara karşı koyacaktı. Onların esaret ve istibdadı altında bulundukça buna imkan var mıydı? Avrupalıların müstemlekattaki mezalim ve politikalarını bilenler bunu pek güzel takdir ederler. Binaenaleyh harice karşı müttehid hareket eden bu müdhiş Avrupa kuva-yı müsellahasının tahakkümünden kurtulmak için yalnız bir çare vardı ki o da bizzat Avrupa’da bir tefrika zuhur ederek bu kuvvetin içinden yıkılması idi. Filhakıka Harb-i Umumi zuhur etti. Ve bu müdhiş kuvvet sarsıldı. Fakat Alem-i İslam bundan layıkıyla istifade edemedi. Umumi irfansızlık bizim vakitsiz harbe girmemiz sonra harbi idare hususundaki hatalarımız müttefiklerimizin hataları mes’eleyi halledemedi. Naire-i harbin muvazene-i umumiyye-i beşeriyyeye dahil bütün milletlere sirayet eylemesi ve fecayi‘-i elimesiyle senelerce temadisi milyonlarca beşerin mahsul-i mesaisinin insanların zararına yıkmış ve bit-tabi‘ muvazene-i ictima‘iyyeyi iyiden iyiye sarsmış idi. Bu vaz‘iyetten bil-istifade Rusya da eski muvazenelere i‘lan-ı isyan eden Bolşeviklik teessüs etti. Az zamanda tehdidini ika‘a muktedir bir şekl-i tehdid aldı. Moskova muvazenesizlik içinde kıvranan Garb halkının ümid ettiği nesim-i saadetin merkezi oldu. Ve bu suretle Avrupa bugün en müdhiş buhranlara düştü. En nik-bin ve vahdetin teessüs edemeyeceğini bilakis mütemadi buhranlar ve ihtilallerle Garb’ın kendi kendini yiyip bitireceğini acı acı lisanlarla i‘tiraf ve tasdik etmektedirler. Binaenaleyh Avrupa bünyan-ı medeniyyetinin temellerine bu kadar müdhiş kundaklar sokan ve onu yıkmayı kendine şiar-ı mahsus edinen Bolşeviklik Alemi’ne karşı İslam Alemi’nin ittihaz edeceği siyaset muayyendir: Bu hususda bolşeviklere müzaheret! Düşmanın düşmanı dost olmak en mühim bir düstur-ı siyasettir. Alem-i İslam’ın menafi‘-i hayatiyyesi bunu iktiza eder. Ama bolşeviklerin prensipleri bir takım noktalarda esasat-ı İslamiyyeye muarız bulunuyor. Olabilir; o başka mes’eledir. Biz zaten ictima‘iyat i‘tibarıyla onların arkasından gitmeye tarafdar olamayız. Çünkü onlar için mes’elenin iki safhası vardır: Biri ictima‘i biri siyasi. Fakat bizim için bir safha vardır: Siyasi. Bizim ictima‘i bir inkılaba ihtiyacımız yoktur. Müslümanlık daha binüçyüz sene evvel bu ictima‘i inkılabı yapmış ve İslam Alemi’nin halet-i ictima‘iyyesini takrir ve tesbit etmiştir: Esasat-ı İslamiyyeyi kabul edenler arasında bütün sınıf farklarını kaldırmış insanlar arasında bir iman ve kanaat cami’ası husule getirmiş; bu suretle bir vahdet-i fikriyye te’sis etmiştir. Binaenaleyh “inkılab-ı ictima‘i” denince biz bundan bir şey anlamayız. Biz İslam Alemi’nin ihtiyacımız bu değildir. Bizim gayemiz medeniyet-i Garbiyyenin tahakküm ve nüfuzu altına düşen İslam Alemi’nin halasıdır. Yani bolşevikler mahkum milletlerin esaret-i ta‘alluk ediyor. Garb cihan-girliğinin kırılması bizim için bir umde-i hayattır. Bu noktada onlarla beraber hareket etmek mecburiyetindeyiz. Yoksa bu siyasi noktada menfaatlerimiz müttehid hedefimiz müşterek olmakla anlamıyoruz. Ve mes’eleyi bu noktada tağlit edip de müslüman halkın efkarını karıştıranlar büyük hataya düşüyorlar. Bilerek yapıyorlarsa her halde bu su’-i kasddan başka bir şey değildir. –Ama bolşeviklerin arzusu bu merkezdedir! denecek. –Bizim de arzumuz onların bizim esasatımızı kabul merkezindedir deriz. Elbette biz bütün cihanın İslam esasatını kabul etmesini arzu ettiğimiz gibi onlar da bütün cihanın bolşevik düsturlarını kabul etmesini arzu ederler. Fakat bize karşı böyle bir teklifde bulunacaklarını zannetmiyoruz. Bu kadar siyasetsizlik göstereceklerine akıl ermiyor. Çünkü mahkumiyetten halas için bizim onlarla birlikte harekete ne kadar ihtiyacımız varsa onların da bu hususda müslüman alemine o derece tutunamaz Çarlık avdet etmiş olurdu. Denikin’lere Kolçak’lara Budanic’lere… karşı zaferi te’min eden hep müslümanlardır. Bugün de bu ihtiyac zail olmuş değildir. Vakı‘a bolşevikler bazı taraflarda İslam Alemi’ne karşı vefasızlık gösterdiler. Fakat bu hatanın acısını her halde hissettiler ve ederler. Almanlar Kafkasya’da bir Yahudi siyaseti ta‘kıb ettiler de sonra onun müdhiş cezasına duçar oldular. Bolşevikler de mesela Afganı İngilizlerle harbe tutuşturduktan sonra silah hususundaki va‘dlerini ifa etmediler. Fakat Afganlılar da büyük bir maharet-i siyasiyye göstererek muzafferane sulh akd edince bolşevikler şaşırdılar. Şimdi bu vaz‘iyeti ta‘mir için uğraşıyorlar. Yani bunlar siyaset mes’eleleridir. Menafi‘ karşılıklıdır. Bu hususda dirayet ve kiyaset lazımdır. Her kim kendi vaz‘iyetini takdir etmezse aldanır. Bolşeviklerin Kafkasya’da Buhara’da ve sair bazı mahallerdeki vaz‘iyetini siyasetsizliklerini bilmez değiliz. Fakat oradaki müslümanların vaz‘iyetlerini siyasetsizliklerini de biliriz. Bolşevikler Azerbaycan’da Buhara’da yaptıklarını niçin mesela Fergana’da yapmadılar? Çünkü oradaki müslümanlar; – Biz sizin dostunuzuz. Bizi bu suretle kabul ederseniz sizinle tevhid-i mesai ederiz. dediler. Tabi‘i bunu ellerinde şemsiyeler olarak yahud aralarında tefrika bulunarak söylemediler. Arz etmek istediğim bugün bolşevik Rusya ile menafi‘-i siyasiyyemiz müşterek bulunuyor. İslam alemi mahkumiyetten kurtulmak için –tabi‘i çalışmak ve hamakat göstermemek şartıyla– bolşeviklerin müzaheretine ihtiyacları olduğu kadar bolşeviklerin de o derece müslümanlara ihtiyacı vardır. Her iki taraf bunu böylece bilip ona göre münasebat-ı haseneyi idameye çalışmalı. Ve bu münasebatı ihlal edecek ahvalden tevakkı etmelidir. Bazı taraflarca mes’ele layıkıyla anlaşılmadığı için burada biraz uzunca tavziha lüzum görüldü. Düşmen-i müştereke karşı bolşeviklerle tevhid-i mesai ettik diye bizim de mutlaka bolşevik olmamız iktiza etmez. Çünkü komünizmi tevlid eden esbab ve avamilin hiç birisi bizde yoktur. Binaenaleyh bizim için o prensiplere tabi‘ olmak lüzum ve ihtiyacı yoktur. Milletlerin ictima‘iyatı o kadar nazik mes’elelerdir ki bu hususda hiç oynamaya gelmez. Bir millet için iyi olan şey diğer millet için felaket olabilir. Muhitin azim te’sirleri vardır. Eşref Edib ŞER’İYE VEKALETİ’NİN BEYAN-NAMESİ Matbuat-ı yevmiyyenin bazısında ahkam-ı İslamiyyeye dair hiçbir tedkık ve tetebbu‘a müstenid olmaksızın gelişi güzel yazılmış gayr-ı vakıfane bazı mutala‘ata ma‘atteessüf tesadüf olunmaktadır. İslamiyet’te şu vardır yahud şu yoktur demek için bu hususda biraz olsun tetebbu‘da bulunmak en basit kavaiddendir. Kur’an-ı Kerim’de sahifeler dolusu irsden bahs olunduğu ve bunun için feraiz namıyla müdevven ayrıca bir ilim bulunduğu halde; “İslam’da hakk-ı veraset yoktur.” diyecek kadar gaflet gösterenlerin artık İslamiyet hakkında söz söylemeye hiçbir salahiyetleri olamaz. Kezalik emr-i bi’l-ma‘ruf ve nehy-i ani’l-münker İslam’da en büyük esas iken ahkam-ı şer‘iyyeyi tutup da icra ve tenfiz gibi bir kuvve-i te’yidiyyeden tecrid etmek bir de nusus-ı İslamiyye ile sabit olan hakk-ı temellük hakk-ı tasarruf hakk-ı icar ve isticar gibi hukuk-ı şer‘iyyeyi inkar etmek yahud bu hususda tahrifatta bulunmak İslam’a karşı irtikab olunan hataların en büyüklerindendir. Bu açıktan açığa müslümanları ıdlalden esasat-ı İslamiyyeyi tahrifden başka bir şey değildir. Bit-tabi‘ esasat-ı en mübeccel bir gaye telakkı eden ve bütün siyasetini bu Millet Meclisi Hükumeti o esasat-ı aliyyeye karşı bu kabil tecavüzata nazar-ı müsamaha ile bakamaz. Binaenaleyh bu gibi muzır neşriyattan tevakkı edilmesi ehemmiyetle tavsiye olunur. Elcezire Cebhesi’nin muhterem kumandanı Nihad Paşa hazretleri tarafından başmuharririmiz Akif Beyefendi’ye çekilen telgrafnamedir: Nasrullah Cami‘-i Şerifi’nde irad buyurduğunuz mev‘izayı havi mecmu‘anızın ancak bir nüshası elde edilebilmiştir. Diyarbekir Cami‘-i Kebiri’nde Cuma namazından sonra kıraet edilerek mü’minin-i hazıra envar-ı ma‘neviyyesinden hisse-yab-ı tenevvür ve tefviz olmuşlardır. Fakat bu istifade pek mahdud kalacağından cebhe mıntıkasını teşkil eden Elaziz Diyarbekir Bitlis Van Vilayetleri’yle civar müstakil mutasarrıflıklar halkı da nasibedar edilmiş ve şerefiyle hukuku doğrudan doğruya zat-ı alinize aid olmak üzere Diyarbekir Vilayet Matbaası’nda tab‘ ve teksir ettirilerek bütün cebheye tevzi‘ olunmuştur. Cenab-ı Hak mesai-i din ve vatanperveranenizi meşkur eylemesi temennisiyle ihtiramatımı takdim eylerim. Elcezire K.: Nihad Üstad-ı muhteremimiz tarafından da mukabeleten şu telgraf-name çekilmiştir: Diyarbekir’de Elcezire Kumandanı Nihad Paşa Hazretlerine: Hakk-ı acizanemdeki teveccühat-ı devletlerine an-samimi’l-kalb teşekkürler ederim. Nasrullah kürsüsündeki mev‘izanın o havalide ve o cebhedeki bütün dindaşlarımıza tebliğine himmet ve delalet cidden sezavar-ı minnettir. Cenab-ı Hak pek kıymetdar bir rüknü bulunduğunuz kahraman ordumuzu zaferden zafere isal ve ümmet-i İslamiyyede belirmeye başlayan intibahı müzdad buyursun amin! Mehmed Akif Sebilürreşad’ın ’nci nüshalarının da matbu‘u kalmamıştır. Nasrullah kürsüsündeki mev‘izayı havi olan ’üncü nüsha ikinci def‘a olarak basılmışsa da kısm-ı küllisi Garb Ordusu’na gönderildiği cihetle o da bitmiştir. Binaenaleyh Anadolu’da çıkan bütün nüshalarımızı arzu eden zevatın biraz beklemeleri rica olunur. İnşaallah müsaid bir zamanda ’üncünün üçüncü tab‘ıyla diğer nüshaların tab‘-ı sanileri ikmal edilerek kendilerine takdim olunacaktır. |/\|