|\/| _____ SEBILÜRREŞAD Cild 25 - Unknown 158644 38915 10351 _____ Mesela birisi gözünü yumar arzdan kamere kurulmuş bir demir köprü tasavvur eder. Halbuki gözünü açtığı zaman ortada öyle bir hakikat olmadığını görür. Demek ki zihinde haricdekinden fazla bir şeyler var. Diğer tarafdan feza-yı ecsamda henüz zihinlerimizin yetişmediği ne kadar hakikatler vardır. Bugün “İlmül-arz ile küre-i arzın içi dışına çevrildiğini” iddia eden bir ağıza Himalaya dağlarının altıda bir kilometre umkunda hangi madenler bulunduğunu sorsanız haber veremez. Kezalik teleskopların semavati taradığını ve tathir ettiğini münkire mücerredlerin arkasında ne var? diye soracak olsak bir omuz silkmekden başka bir şey yapamayacaktır. Demek oluyor ki feza-yı ecsamda henüz zihnimizde bulunmayan ve şuurumuz lahık olmayan birçok şeyler bulunmak mümkündür vardır. Binaenaleyh zihin ile alem-i haricin tamamen ittihadına kail olmak caiz olamaz. Fakat bunların birbirlerinden ez-her cihet başka ve aralarında hiçbir mebde-i ittisal bulunmayan büsbütün ayrı ve yabancı şeyler olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Çünkü böyle olsaydı insan bulunmazdı ve bizim alem-i haric ile hiçbir alışımız verişimiz olamazdı. Acıkınca ekmeğe susayınca suya koşamazdık ilimler fenler hep yalan olurdu tasavvuratımızı saha-i tatbike koyan sanatlar vücuda gelmezdi tabiat denilen şeyde tasarruf etmek şöyle dursun elimizi ayağımızı bile oynatamazdık. Halbuki öyle olmuyor zihnimizdeki tasavvuratın bir mevkiahz edebildiğini görüyoruz bil-akis karşımızdaki ecsamın şuurlarımızla zihnimizde yerleştiğini müşahede ve tecrübelerle yeni yeni ilimler edinebildiğimizi de inkar edemiyoruz. Demek ki kuva-yı ruhiye ile kuva-yı cismaniyye aynı şey olmadıkları halde diğer bir mebdein taht-ı tesirinde birleşebiliyorlar. Şimdi insan acaba feza-i ecsam içinde bir zerre gibi olan şu arzın üzerinde yalnız sıklet-ı kanun-ı mihanikisiyle yere çakılmış bir tüy bir iğne ucu gibi kıymetsiz bir cism-i meri midir? Yoksa iddia edildiği vechile semavatı teleskoplarla tarayan ve o arzın içini dışına çevirerek o füshat-i bi-intihaya kadar uzanabilen meşur fakat nameri bir şey midir? Yoksa o meri ile bu na-merinin bir nokta-i telakisi midir? naat edilirse onun ilim ve fenden asar-ı sunu olan teMahiyet-i hayatı tabiiyyet-i mekanikiyyeden tefrik ve temyiz ettiren mebde-i uzviyyet tabir-i aharla aliyet kemalidir. Bu mebdee felasife nefs tesmiye ederler. Hayat-ı hayvaniyi hayat-ı nebatiden tefrik ve temyiz ettiren mebde-i fasl da şuur vazifesidir denilebilir. Filvaki ilm-i hayvanat ulemasının en son tedkikleriyle hayvanatın nebatatdan farkı hususunda gösterilen “Vezaif-i nisbiyye” vazife-i şuur demektir. Şuur hayvanatda tekamül nisbetinde bir tenevvüarz eder ve havass-ı hams derecesine kadar çıkar. İnsanlığa gelince büsbütün başka bir kemal iktisab eder. Şuur-ı gibi iradede başka bir vuzuh ve temayüz hasıl olur. His denilen ilk şuur evvela bir infial saniyen bir şuhud halinde tecelli eder. Hayvanat-ı aliyyede dahi bu şu-hudu inkar etmek kolay değildir. Fakat bu ilk şuur tabir-i aharla his yalnız fil-hal ve bil-fil hazır olan alem-i şehadete münhasırdır. Şu anda içinde bulunduğu hadise-i cüziyyeye taalluk eyler. Lakin şuur-ı insani mazi ve istikbale de uzanabiliyor ve bu suretle alem-i gayb ile dahi alakadar oluyor. Yalnız içinde ve huzurunda bulunduğu hadisat ile kalmayıp kendi hayatından mukaddem ve mematından muehhar vakıat ile dahi münasebetde bulunuyor. Fil-hal olan ve cüziyyat-ı eşyaya müteallik bulunan şuurlar tevali ederek hafızayı zenginleştirirken insan bu şuurlar arasındaki münasebat ve alakata dahi dikkat edebilmek hassasına malik olduğu için nefs-i beşer cüziyyata müteallik olan bu şuurları münteşir ve mensur yani dağınık olarak tutmakla kalmıyor da her birini bir diziye koyarak ve bu suretle onlardan küller yaparak dizileriyle hıfz ediyor üzerlerinde yine bir şuur ile tahliller terkibler tecridler hareketler seyirler yapıyor ve bu sebeble kendisinde tasavvurat ve tasdikat-ı külliyye denilen bir alem-i meani hasıl oluyor ki biz bu aleme zihin tesmiye ederiz. Alem-i ecsamın fezası alem-i şuurun zihni.. İşte kainat bu iki muhit-i mütekabile müntehi olmaktadır. Feza-yı ecsamdaki faaliyet kuva-yı mekanikiyye reyan etmektedir. Bu iki alemden birine alem-i Ceberut diğerine alem-i melekut denildiği gibi birine alem-i emr diğerine alem-i halk dahi denilir. Bu iki alemin tamamen müttehid olmadığı aşikardır. Çünkü birinde bulduğunuzu diğerinde bulamazsınız. Mesela bir şairin hulyaları alem-i zihindedir fakat haricde onun bir tahakkuku leştiremezdi. Binaenaleyh benim halikım hem kuva-yı ruhaniyyemde ve hem kuva-yı cismaniyyemde müessir ve her ikisine mebde-i fail olabilecek ruh ile cismimi telaki ettirerek bir ben bir insan yapabilecek bir halıkdır. Ve ben ancak böyle bir halika perestiş eder ve ancak onu mabud tanırım. Ben de hayat ilim ve irade varsa onda bütün bunların mebdei olan sıfat-ı aliyye vardır bende mekaniki kuvvet ve şiddet varsa onda bütün bunların mebdei olan yed-i kudret vardır. Ben talebeme çocuklarıma lisan öğretiyor ilim talim edebiliyor emirler verebiliyorsam onda bütün bunların menbaı mebdei olan bir sıfat-ı kelam vardır. Eğer olmasa idi bendekiler olamazdı. Çünkü nakıs kamile illet olamaz. Çünkü yokdan hiçbir şey çıkamaz. Yok iken var olanlar varlıklarını yoklukdan değil yine bir varlıkdan almışlardır. Tekamül kanunu dediğimiz kanunun fenni manası tekamülü mebde-i mutlak yapmak değildir. Tekamül mahlukatda izafi bir kanun-ı rububiyyetdir. Mahlukat nakısdan zaide doğru tekamül ederken bu tekamülünü mebde-i mutlakın kemaline medyun olduğundan ehl-i ilm hiçbir vakit zuhul etmez. Bundan dolayıdır ki Spencer tekamülü izafet sahasında tesbit ederken mutlakın vücudunu biz-zarure tasdik etmiştir. Filhakika Halik-ı Tealanın kemal-i mutlakı olmasa idi silsile-i tekamüldeki izafi kemalat-ı mütezayide yokdan gelmiş olacaklardı. Çünkü mebde-i tekamül ittihaz edilen vakıada bu kemalat yok idi. Halbuki ilmin en mühim mebadisinden birisi mukaddimede söylediğimiz vechile rien ne vient de rien “Hiçden hiçbir şey çıkmaz tabir-i aharla adem vücuda illet olmaz” kaidesidir ki illiyet kanununun suret-i ifadelerinden biridir. İşte “Nakıs kamile de onun bir netice-i zaruriyyesidir. Ve bunun içindir ki ben “ Benim halikım yalnız ruh ve yalnız cisim olamaz.” Hükmünü vermeye tamamen ve biz-zarure haklıyım. Böyle demezsem tenakuza düşmüş ve ilim ve fennin kevkebi olan bir kanunu ilim namına inkar etmiş olurum. Eğer ben kendimi biliyor ve ilim ve fennin ne olduğunu anlıyorsam ruhsuz ve kör bir tabiatden ruhlu ve güzel bir insan çıkacağına asla inanamam. Nitekim Fransada her şey ihtilale düştüğü devirlerde felsefenin edvar-ı ibtidaiyyesine avdet eden ve insanı yalnız cismani leskoplarla semavatı seyrinden neye istifade etmeye çalışmalı; Ve sonra dönüp de onu hissiz ve merhametsiz muhit-i tabiate zorla galebe edeceksin diye niçin kamçılamalı? Ve niçin zehirli süngülerle ciğerini delmeli? O büyük insan şu cism-i mihanikiden ibaret değilse onun kafatası içindeki kitle-i dimağ hiç değildir. Bir alim-i müşahidin mesela bir tabib-i müşrihin şuurunda zihninde kendi dimağı gibi binlerle dimağın mevcudiyeti vardır. Sade binlerle dimağ değil belki milyonlarla ecramın mevcudiyeti vardır. Hem bize mevcudiyet-i ruhaniyyemiz mevcudiyet-i cismaniyyemizden çok yakındır. Ben karşımdaki arkadaşın yüzünü gözünü ve aksam-ı bedeni bizzat müşahede edebilirim. Fakat kendi yüzümü gözümü görmek için ya diğerin ahbar ve ederim. Başımda bir dimağ sinemde bir ciğer bulunduğundan haberim yokken semada bir güneş bulunduğunu his ediyorum. Şimdi karşımda şeker yiyen iki yaşında bir çocuk var şeker nereye gidiyor? diye soruyorum ağzıma diyor. Ya oradan? diyorum boğazıma diyor ve parmakla gösteriyor. Sonra ya oradan? diyorum midesini veya karnını gösteremiyor da boğazımdan bululum alıyor cevabını veriyor. Meğerse bululum deve demekmiş yavrucağız koca deveyi görmüş tanımış da hala midesinden haberdar değil. Çünkü şuuruna benliğine aksam-ı bedeni deveden daha uzak bir yolla erişiyor. Fil-vakiteşrih başka bedenler üzerinde okunmasa idi kendi bedenimizin teşkilat-ı dahiliyyesine malumatımız olmazdı. Demek ki biz kendi bedenimizin dimağ da dahil olduğu halde en mühim kısımlarına müşahede ile değil kıyas ile agah olabiliyoruz. Başım ağrırsa derhal duyarım. Çünkü başımla alakadar bir hadise-i şuur vardır. Fakat dimağımın tearic ve telafifinden ve benim gıyabımda onlarda cereyan eden harekattan haberim yok. Onlardan haberim yokken semada şems ve kamerin tuluve gurubunu görüyorum Ayın ne zaman hilal ne zaman bedir halinde görünebileceğini hesab ve tahmin ediyorum. Husuf ve küsufları bile vukubulmadan biliyorum öyle ise hiç unutmadığım ben ve benim şuurlarım nedir ve nerededir? Ben bakarken gözüm çalışıyorsa önündeki gözlük de çalışıyor. Fakat gören ne gözlükdür ne de gözdür ne dimağdır. Gören ancak benim ve ben ancak bendeyim. Ve ben ne yalnız ruhum ve ne yalnız cismim bir mahlukum çünkü bundan bir zaman evvel yok idim. Demek ki bir halikım bulunduğunda şüphe yoktur. Benim halikım bir cisim değildir. Çünkü bir cisim olsa idi ruhu kudreti olamaz benim ruhumu veremezdi. Benim halikım bir ruh da değildir. Zira ruh olsaydı cismimi ve havass-ı cismaniyyemi veremezdi ruhumla cismimi birSEBILÜRREŞAD - - akidelerden birini söylemek isterler. Fakat ervah ve ecsamın halikı ve alem-i zihin ile alem-i haricin mebde-i vücud ve intibakı olan Hak Tealaya istinad etmediğinden dolayı hak ve hakikati inkara matuf bulunan bu batıladan ve iman-ı Tağutdan ibaretdirler. Biz bunlara şu tavsiyede bulunuruz. Makine insanlar biraz da akıl ve şuurun hürriyet ve ihtiyarın kıymetini düşünsünler. Tiranlık mefkurecileri cebr ve tagallüb hakim olunca kendilerine de aynı kanunu tatbik edecek amiller zuhur edebileceğini unutmasınlar. Şüpheciler de iradelerini takviye ederek ilme ve hakikate biraz itimad etsinler. şısında göremiyor. O halde diyen halikını da teleskoplarla aramaya kalkmamalıdır. “Belki semavatın yollarını bulup da Musanın Allahına muttaliolurum diye Hamana rasadhaneler yaptırtan” Firavunun yoluna gitmemelidir. Gerçi sun-ı ilahiyi görmek ve anlamak için semavatı müşahedeye dalmak çok güzel bir şeydir. Fakat bunun müfid olabilmesi kalbine malik olmak ve şuuruna dikkat edebilmekle meşrutdur. ... Hak Tealaya bu alemde ancak akıl ve kalb ile varılır. Cemal-i ilahi dünyada sezilir inanılır ahiretde erilir görülür ve hiçbir zaman ihata olunamaz. Zat ve sıfat-ı ilahiyyeyi marifet babında alem-i ervah ve ecsamı mütalea etmek şekl-i dahil olduğu halde bütün mükevvenatın halikını düşünmek ve ancak ona ibadet etmektir. Mabudlarına heykel dikmek isteyenlerdir ki onu heveslerine göre tahayyül ederler. Nitekim hürriyet kelimesiyle ortaya atılıp da cebr ve icabından başka bir şey tasavvur etmeyen şuursuz ve merhametsizler kendi halık ve mabudlarını hissiz ve merhametsiz bir kör tabiat telakki ederler. O halde hürriyet sözü nedir? Ne içindir? Siz hal ediniz. Halikı merhametsiz olan mahluk merhameti nereden alır? Halikı mecbur olan mahluk hürriyeti nereden bulur? bir makine halinde düşünmek isteyen kötü beyinler zuhur etmiş ve devre-i cahiliyyeden kalan bu fikri yenilik suretinde göstererek terviç edenler olmuştu. Ve o zamanki bir mühlidin ünvanlı eseri de hayli şöhret almıştı. Ve Monteskiyo bunlara karşı topdan şu cümle ile güzel bir cevab vermişti: “Şu zevil-ukulü bir kudret-i amya yaratmış olsun… Ne kadar uzak!” Evet kendilerine Makina İnsan diyenlerin henüz akıldan haberleri yoktu. Onlar henüz Yunanlıların Sofistailerden evvelki ibtidai tabiuyyunu gibi düşünüyorlardı. Zihin ile harici şuur ile meşuru temyiz edemiyorlardı. Atinanın zorba Tiranlarında ise nefsaniyet galebe etmişti. Onlar nefislerinden başka bir şey görmüyorlar ondan başka her hakikati inkar ediyorlardı. İbtidaen ahlakı ve ulum-ı tabiiyyeyi inkara ve kendilerini mabud tanıtmaya matuf olan bu telakki içinde bir şey zuhur ediyordu ki o da nefis ve zihn-i insaninin bütün şu tabiate karşı bir kıymeti haiz olması idi. Bundan sonra ilim ve fen ciddi bir çığıra girdi. Zihin ile haricin münasebat-ı hakikiyyesini tesbite koyuldu. Bir tarafdan ulum-ı nefise diğer tarafdan ulum-ı tabiiyye tedvin ve tensik olunurken mantık kanunları da teessüs etti ilim ve fennin halik-ı kainatı da yeniden cahiliyet-i ula devirlerine avdet edenler Hak Tealayı inkar ile Sofistailik Tiranlık devirlerini yeniden tesis etmek isteyenler zuhur etti. Bir tarafdan müellifi diğer tarafdan Buhner cahiliyet-i ulayı yeni bir şekilde tazeliyorlardı. Bunları idrak etmiş olan Monteskiyo ise ekabir-i ehl-i fen ile beraber zevil-ukulü kör bir kuvvetin halk edemeyeceğini bi-hakkın bağırmıştı. Memleketimizde türemiş olan mülhidleri de tedkik ettiğimiz zaman şu üç sınıfda hulasa edildiklerini anlarız: Nefislerinden başka mabud tanımak istemeyen Tiranlık mefkurecileri. Enfüsi afaki bir hakikate inanamayan “Septikler” yani şüpheciler güruhu. Makine insanların akidesi mide akidesidir. Tiranlık mefkurecilerinin akidesi cebr ü tagallüb ve vurup yıkmak akidesidir. Şüphecilerkinki de tezvir ve iğfal akidesidir. Binaenaleyh bunlardan her hangi biri hatta şüpheciler bile bir itikad ve iman iddia ettikleri zaman bu Kaf Suresi Ğafir Suresi Araf Suresi teşkil eder. Mürur-ı zaman ile ağniya ile fukara arasındaki uçurum genişledi. Maamafih Beni Işaın sözlerinde bir nefha-i teselli buluyoruz. Onu müteakib Hazret-i Isa geldi. Isanın tealimi fukaraya ümid bahş edecek bir mahiyetde idi. Fakat kilisenin tereddisiyle zenginler ile fakirler arasındaki uçurum korkunç bir vüsat peyda etti. Kilise ameleye oldukları gibi yaşamalarının irade-i ilahiyye fukarayı nimet-i irfandan mahrum yaşattı. Karanlık dünyanın şurasında burasında birkaç kıvılcım belirerek yayılarak iştial edince kilise bunu kan selleriyle söndürmek salib bir elde kılınç bulunduğu halde orduların en feci mezalimi irtikab etmeleri için teşvikatda bulundular. Teceddüd devrine kadar Roma kilisesi kuvvete istinaden yaşadı. Fikri hareketlerden duyduğu korku Hıristiyanlığı soldurdu ve Hıristiyanlık bir meslek bir ticaret oldu. Ruhban sınıfının tarafgirane hatt-ı hareketi neticesinde hareket vücuda getiremedi. Ancak on sekizinci asırdadır ki halkın adem-i hoşnudisi Fransa hükumetinin su-i sab ettiğinden haile-engiz bir suretle kendini ifade etti. Beklenilen saat hulul etmişti. Jan Jak Ruso yeni bir mücahedenin alemdarı olarak zuhur etti. Bu mücahedenin düsturu: “Hukuk-ı beşer”di. Ruso fakr u zaruretin bir eser-i tabiat olmadığını ilan etti bunların beşerin hodgamlığından ve zülmünden geldiğini söyledi. Ruso emlak-i şahsiyye nizamına muarızdı. İrade-i ferdiyyenin polinin istibdadıyla neticelenen müdahale-i ecnebiyye vukubulmasa belki Ruso ihraz-ı zafer ederdi. Devlet Sosyalistliği bu suretle adem-i muvaffakiyyete duçar olunca sınai Sosyalistlik için cidalin vukuu lazımdı. Fransada San Simon İngilterede Robert Oven gibi adamlar çalışmaya başladılar. Oven bir patron olmak miş olsa tarih sahifelerinden say ve sermaye meselesi tayyedilirdi. Şimdi tarihin diğer sahifesini çevirerek beynelmilel maddiyatçı Karl Marksa gelelim. Muma-ileyhin en büyük eseri olan Sermayede gayr-i şahsi kuvvete itikadını likden neşet ettiğini amelenin kendilerine sahib olmadıklarına mebni ya fabrikaya merbutiyet yahut açlıkdan ölmeyi kabul etmek mecburiyetinde olduklarını beyan etti. Sermaye hakim amele ona mahkumdur. Binaenaleyh Marks servetin sebebi say olduğundan sayin istismarını tavsiye etmektedir. Muma-ileyhe göre sınai tekamül zengini daha zengin fakiri daha fakir yapmaktadır. Marksın nazarında say ve servet izafi birer şeydir. Vokinğ cami-i şerifinde Müslümanlık ve Sosyalistlik hakkında cami-i mezkur imamı Hoca Ahmed Nezir tarafından irad olunan bu konferans bir risale halinde tabve neşredilmiş olduğundan bu konferansı tercüme ediyoruz. İki makalede neşredeceğimiz bu konferansın birinci kısmı ber-vech-i atidir: Pek vasibir meseleyi kısa bir zaman içinde mevzu-i bahs etmek mecburiyetindeyim. Binaenaleyh bir neticeden bir neticeye atlayacağımdan silsile-i muhakememi dikkatle takib etmenizi rica edeceğim. Garbda telakki edildiği şekilde Sosyalistlikden ve bunun mazarratından bahs ettikden sonra Müslümanlığın ilk devrine rücu ederek aleyhissalatü vesselam Efendimizin getirdiği Sosyalistliğin garb mütefekkirleri tarafından ihtiraolunan Sosyalistliğe faikiyetini isbat edeceğim. Fakr ve zaruret her asırda insanlığa musallat olmuş bir afetdir. Eski zamanlarda şairler sulh ve müsalemetle feyz ve bereketle mala mal bir devr-i muşaşaı terennüm ederlerdi. Bu altın devrini felaket ve musibet devri takib etmiş heyet-i ictimaiyye mal ve menal sahibi ve mal ve menalden mahrum sınıflara inkısam eylemişdir. Eflatun ve Aristo gibi feylesoflar birtakım nazariyat-ı siyasiyye vücuda getirmekle bu meseleyi halle çalıştılar. Fakat nazariyat nistan demokrasi devrinde olduğu gibi krallık ve Aristokrasi devrinde de servetin siyanen tevzii esasları üzere müsalemet-i ictimaiyyeyi temin edemedi. Romanın hakimiyeti esnasında aynı mesele kendini gösterdi. Mal ve mülk sahibleriyle bunlardan mahrum olanlar arasında vukubulan cidal tarih-i beşerin en müellim fasıllarını fıtratlarıdır. Fakat buna karşı yegane çare dindir. Din ile Sosyalistlik bizim fikrimizce gayr-i kabil-i tefrikdir. Din; efradı mürakabe etmez efradın harekat ve amaline rehberlik etmezse Sosyalistlik sunuf muharebelerini tevlid eder felaketi mucib olur. Madde-perestlik hod-gamlığı ve hod-perestliği talim ediyor. Bu cihanın maverasında bir şeye itikad etmeyenler için fedakarlığın bir manası yoktur. Sosyalistlik ber ferdin kendi nefsi için değil başkaları için yaşadığını talim ettiği zaman kemal bulur. Büyük bir saik olmazsa hiçbir mevcud-ı beşeri fedakarlık Asri Sosyalistliğin irtikab ettiği diğer bir hata Sosyalistlerin teşebbüslerine aşağıdan değil yukarıdan başlamalarıdır. Bunlar ferdi büsbütün ihmal ederek devleti Sosyalist yapmaya çalışıyorlar. Fakat yalnız sermaye ve arazinin devlete intikali devletin idaresini Sosyalistleştirmeye kafi değildir. Mesela bütün Hindistanın arazisi devletin değil midir? Bütün telefonlar postalar kanallar ve birçok demir yolları devletin değil mi? Fakat ne devletin arazi sahibi olması ne de milletin bütün sanayii elde etmesi bir Sosyalist devletin vücud bulmasına kifayet etmiyor. Hakiki Sosyalistliğin muhtac olduğu şey arazi ve sermayenin millileştirilmesi değil bundan başka bizzat devletin Sosyalist olmasıdır. Liyakat-ı lazimeyi ihraz etmemiş bir devlete Sosyalistliği tatbik etmek harabiyi müeddi olur. Çünkü insanları daha ziyade bir serbestiye nail edeceğine daha şedid tazyikata maruz eder. Onların hüner ve dehasını inhitat-aver tesirata duçar eyler. Sosyalist bir idarede halk terbiye ahlak ve irfan itibariyle en yüksek seviyede bulunmalıdır. Şahsi mülkün ilgasına gelince onun ilgasıyla eşhasın cevvaliyeti de zail olur. Bin-netice memleketin ticareti hükumetin bütün hareketi tevekkuf eder. Şimdi on üç asır evvelki zamana rücuile Asr-ı Saadetteki ahvale atf-ı nazar edelim. Evvela risalet-penah Efendimizin yalnız esasat-ı iştirakiyyeyi telakkiye değil onları tatbike müsaid bir seviyeye yükseltmek için halkın fikrini tehzib ile meşgul olduğunu görürüz. Bu iştirakliğin güzelliği şahsi faaliyete ferdi istihsalata müdahale etmemekle beraber bir ferdin diğer bir ferde tasallut etmesini yahut başka bir ferdin hesabına zengin olmasını sınıf muharebesi açmamıştır. Bütün dikkat ve ihtimamı ferdin seciyyesini ilaya bu suretle cemiyeti günahlarından tathire masrufdu. İslam iştirakliğinin esası dindir. Müslümanların milliyeti dinleriydi. Beşerin uydurduğu renk ırk mezheb hududu yoktu. Bunların hayat ve memat hedefi birdi. Hepsi de vahid-i kadirin mürakabesine tabidiler. Hepsi de birer vasi gibi çalışıyordu. Halbuki iktisadiyat nokta-i nazarından say başlı başına bir şey değildir. Arz ve taleb meselesi çok mühimdir. Marks bu noktayı ehemmiyetden düşürmek için say ile vücud bulan şeyin müfid olmadıkça bir kıymeti haiz olmayacağını Bir şeyin müfid olup olmaması meselesi yine arz ve taleb meselesini meydana çıkarır. Zaman-ı hazıra gelecek ve Rusyanın vaziyet-i ictimaiyyesine atf-ı nazar edecek olursak hayata en çok layık olanın yaşayacağı fikrinin ileri sürüldüğünü görürüz. Amele yahut bunlara ister asker ister çiftçi deyiniz fikir amelesinin duçar olduğu zararlara ehemmiyet vermeksizin servet-i milliyyeden en büyük hisseyi temine azimdir. Binaenaleyh zaman sonra fikir amelesi azim bir mikyasda tenakuz edecek yahut büsbütün ortadan kalkacaktır. Bizi en çok alakadar eden mesele Sosyalistliğin dine karşı vaziyetidir. Bu hususda Sosyalistler arasında ittifak-ı ara yoktur. Bunların bir çoğu sınıf-ı ruhbana muarızdırlar. Marks dinin ilgasını tavsiye ediyor. Mumaileyhin fikrini bir ekseriyet kabul etmektedir. Şu var ki garb Sosyalistleri bu meseleyi mevzubahs ediyorken yalnız Hıristiyanlığı derpiş ediyorlar. Şüphesiz Hıristiyanlığın ford Bakes Şafel Brutton ve daha birçokları Hıristiyanlıkdan müteneffirdirler. Bunlar Hıristiyanlığın Sosyalistliğe muhasım olduğunu söylemişlerdir. Garb Sosyalizminin metalibini hulasa edecek olursak onun hürriyyet müsavat uhuvvet istediğini; ferdiyyetin devlet murakabesine geçmesini; her ferdin idare-i memleketde doğrudan doğruya bir rey sahibi olmasını tabir-i diğerle Bürokrasinin ilgasını; bir kimsenin diğer bir kimse hesabına geçinmesini; sınıf renk ve akide mülklerin ilgasını taleb ettiğini görürüz. Müslümanlık son esasdan maada esasat-ı sairenin kaffesini kabul eder. Yani şahsi mülkün ilgasını kabul etmez. Garb Sosyalizminin nekaisine dair birkaç söz söylemek yalistliğin Demokrasinin bir inkişafı olduğunu biliyoruz. Fakat şiddetli ferdiyetçilik hod-perestliğe gider. Mesele başlangıcında böyle ise hod-perestlik heyet-i ictimaiyye mokrasi yahut Sosyalistlik tam kemaline ereceği zamanda tahribkar ifratlara varır. Ve bin-netice bugün Rusyada müşahede ettiğimiz intizamsızlık ve anarşi hasıl olur. İnsanların nefislerine perestiş etmeleri mukteza-yı dermiyan ettiği mütaleatın nefsül-emre muvafık olup olmaması meselesini tedkik etmekliğimize ve bunları tashihe çalışmamıza badi oldu. Binaenaleyh makalenin Hıristiyanlık ve Müslümanlığı mevzubahs eden parçaları Mister Haldenin değil muharrir-i acizindir. “Yeni din-i mübinimizin tealimine o kadar muvafıkdır ki bu hakikat yek nazarda tecelli ediyor. Esasen her şek ve şüpheden ari bir hakikat-i müselleme ulum ve fünunun diniyyemizi tavzih edecektir. Üstad Halden diyor ki: Bir nesil mukaddem bilhassa tekamül meselesi üzerinde kopmuştu. Birtakım adamlar Allahın her mahluku olduğu gibi yarattığını iddia fakat tekamül nazariyesi envaın şerait-i muhitiyye ve mücadele-i hayat neticesi olarak inkişaf ettiğini beyan ediyordu. Bu münakaşanın devamı esnasında birtakım mutaassıblar “Tekamül doğru ise din esassızdır” demişlerdi. Tekamül nazariyesi kabul-i ammeye mazhar oldu. Şu var ki bu hükmü veren abdallar kendi mantıklarının neticesini kabul etmediler. Filhakika tekamül her ne kadar Cenab-ı Hakkın hilkati nasıl vücuda getirdiğine dair olan telakkilerimizi değiştirdiyse de Cenab-ı Hakka itikadımız üzerinde bir tesir Hal-i hazırda ise din ile ilmünnefs bilhassa din ile yeni ilmünnefs arasında bir nesil evvelki mücadeleden daha şedid bir mücadele vukubulmaktadır. Yeni ilmünnefs harekat-ı beşeriyyenin sevaik-i hafiyyesini itikadat-ı yor. Binaenaleyh ortaya din ve ahlaka itikadımızın menabiine aid mesail ileri sürülmektedir. Bu vadide sorulan sualler dua ve ibadetin bir telkinden Cenab-ı Hakka mütehavvel bir şekline itikaddan; dinin hayata karşı çocukça bir temayülden bir sinir hastalığından; hayat-i badel-mevte itikadın hayat-ı dünyeviyye mesuliyetlerini tahammülden aciz olanların teşvik ettikleri bir itikaddan takım mesaili ileri sürmektedir. Tabii burada bütün bu mesaili mufassal bir suretde mevzubahs edecek değiliz. Çünkü bu mesail pek büyük mesaildir. Fakat bu mesaile ve bu tenkidata cevab teşkil edecek umumi hatları tavzihe çalışacağız. Bin-netice görülecektir ki bir nesil mukaddem ilm-i hayat ile din arasında vukubulan mücadele neye müncer olduysa bu defaki mücadele de aynı neticeye müncer olacak yani yeni ilmünnefs din hakkındaki birtakım telakkilerimizi değiştirecek fakat Allaha itikadımızı Allaha ihtiyacımızı müteessir etmeHazret-i Muhammedin her ferdi aynı yüksek mefhumlarla si en ameli şekilde yalnız iştirakiliğin değil en müfrit ceğini göstermiştir. Bu usul ikinci halife Hazret-i Ömer Efendimizin devrinde en yüksek inkişafa mazhar olmuştur. Müşarun-ileyh Peygamberimizin kurduğu esaslar üzerinde muazzam bir devlet-i iştirakiyye yükseltmişti. Bu devirde bütün halk hukuken müsavi idi. Her ferd daha fakir ve daha zaif vatandaşını himaye ve ona muavenet mesuliyetini tahammül ediyordu. Ücretsiz tahsil kabul edilmişti. Hükumet medreselerinde talebe her müzaherete nail oluyordu. İhtiyarlar ve aceze elhasıl rızkını kazanmak için çalışamayanların hepsine bakılıyordu. Çocuklara muavenet ediliyor asker ailelerine tahsisat bağlanıyordu. Vezaif-i askeriyyesini ifa edenler di mesarıfını bizzat tediye ediyorlardı. Devlet hazinesi tarafından bir kimseye yüksek maaş verilmiyordu. Ancak bütün vakitlerini hizmet-i devlete hasr eden rüesaya maaş ita olunuyordu. Devletin bütün şuunu müşavere-i amme ile takarrür ettiriliyordu. Devletin rüesası icma-ı milliyi ihlal edecek bir kudreti haiz değillerdi. Salahiyet-i teşriiyye bir kabine bir parlementonun yedinde değildi. Hakk-ı teşribütün mahlukatına müsavat dairesinde muamele eden Cenab-ı Hakdı. Kavanin-i İlahiyyenin tefsiri efrada değil bütün ümmete bırakılmıştı. Kavanin-i bir ihtiyar kadın tarafından hüsn tefsir ediliyordu. Oksfordda akd olunan asri rical-i din konferansından evvelce bahs etmiş daha sonra orada Asri ilim heyetinin bir sani-i hakimi ve bu sani-i hakimin vahdaniyyetini miştim. Bugün aynı kongrede İlmünnefs ve Din hakkında üstad J. A. Hadfildin irad ettiği hitabe-i ilmiyyeyi tercüme ediyorum. Üstad Hadfild yeni ilmünnefsin meydan-ı münakaşaya çıkardığı mesail-i mühimmeyi hattını izah etmekde ve ilmünnefsin bilhassa din-i hakkı din-i batıldan ayırmaya muvaffak olacağını beyan ile din-i hakkın ilmünnefs nokta-i nazarından esaslarını tadad eylemektedir. Yalnız üstad-ı muma-ileyh bu esaslara göre bazı edyanı tedkik ediyorken mukayesi-i edyan alemi olmadığından mevzubahs ettiği edyan hakkında şayiolan fikirlere bina-yı mütalea ettiğini itiraf ve bu fikirlerin muma-ileyhin bu ifadesi Müslümanlık hakkında bu esasa müracaat ederler. Yani eski çiçekleri keserler. Fakat bütün nebat derhal imdada yetişir ve daha mükemmel bir nebat vücuda getirir. Sonra mesela elimizi yaraladığımız zaman ne olur? Bütün uzviyet-i bedeniyye faaliyete başlar. Devre-i demeviyyenin sürati artar mikrobları öldürmek için uğraşır elhasıl bütün uzviyet yara Kertenkele gibi bir hayvanın mesela bacağını kırınız. Onun bacağı doğruluncaya kadar uğraştığını görürsünüz. Bu temamiyet sevki bütün uzviyetlerin en kudretli ve en muazzam mümeyyizlerinden biridir. Bu asabi hastalıkları tedavi edenler kuva-yı tazyikiyyeyi kaldırıp maruz-ı tazyik olan teheyyücatı serbest bırakıyor ve bunlara mefkurevi bir mahreç buluyorlar. Öyle bir mahreç ki onun içinde bu teheyyücat yekdiğeriyle ahengdar bir suretde kendilerini ifade ve tatmin ederler. Mefkurenin vazifesi işte budur. Garizelerimize tatbik ettiğimiz her şeyi bir kül olarak şahsiyetimize de tatbik edebiliriz. Her garize nasıl kendini temamiyet ve itminan için mücadele etmektedir. Bütün şahsiyetin temamiyet ve hoşnudiye iştiyakı dinin ilmünnefs nazarında esasıdır. Ferd nakıs oldukça bütün şahyecektir. Tabir-i diğerle bu mesail ile karşılaşınca yeni edecek; hak dini batıl dinden tefrik edecektir. Bunu tavzih etmek için duanın bir telkin-i nefsi olup olmadığı meselesini ele alalım. Duanın bir insan tarafından kendi nefsine yapılan telkinat olarak kabul edilmesi şu demekdir ki kuvvet için dua ettiğimiz zaman kuvvet kendi içimizden gelir. Fakat mesele bununla kati bir suretde halledilmez. Bil-akis böyle bir cevab diğer bir mesele vücuda getirir. O da bu kuvvetin nereden geldiğidir. Onun bizim içimizden geldiğini söylemek her zaman olduğu gibi hafi ve esrar-engiz olan o hayat ve kuvvetin menba-ı nihaisini bize göstermez. Tabir-i diğerle tekamül meselesinde nasıl olduysa aynı neticeye muvasalat ediyoruz. İbadetin bir eser-i telkin olduğunu söylemek bir şeyin mekanikiyyetine işaretden ibaretdir. Fakat kuvvetin nihayetün-nihaye nereden geldiğine dair sorulan suale cevab teşkil etmez. Tekamülde Cenab-ı Hakkın tabiatin haricinden değil içinden icra-yı tesir ettiğini söylediler şimdi de dua bahsinde Cenab-ı Hakkın ruh-ı beşer dahilinde yahut tahteş-şuur olan fikir dahilinde icra-yı tesir ettiğini söyleyeceğiz. Mesail-i saireye geçmeden mukaddem dinin ilmünnefs nokta-i nazarından esasatına dair bir iki söz söylemek nudi ihtiyac eksiklik hisleridir. Na-hoşnud olduğumuzu his ettiğimizdendir ki dinde hoşnudi ve temamiyeti ararız. Demek ki enfüsi bir nokta-i nazardan dinin esası eksiklik hissidir. Afaki bir nokta-i nazardan din ruh-ı beşerin hoşnudi ve temamiyet-i iştiyakını tatmin için gelen şeydir. Bu esas bu eksiklik hissi ve temamiyet ihtiyacı bütün canlı eşyanın bir vasf-ı mümeyyizidir. Filhakika canlı şeyleri cansız şeylerden en ziyade ayıran vasıf budur. Cansız eşyanın vasf-ı mümeyyizi onların parçalanmak tarümar olmak istidadını haiz olmalarıdır. Halbuki canlı eşya daha yüksek bir vahdete daha muazzam tamamiyete doğru kendini götürmekle temeyyüz eder. Cihanda her uzviyet ister nebati ister hayvani veya büyük bir temamiyet ve vahdet içinde tecelli etmeye çalışır. O kadar ki tam olmadıkça istirahat etmez. İster nebat ister hayvan olsun her ferd için bir düstur-ı temamiyyet vardır. Her nebat veya her hayvanın içinde kendini bir “kül” yapmak için bir sevk vardır. Bu sevk o kadar kuvvetlidir ki nebat veya hayvanın temamiyetine bir halel tari olsa bu sevkin onu temamiyet iktisabı için tekrar uğraştırdığını görürsünüz. Bunun basit bir izahını ağaçda görmek kabildir. Bir ağacın kabuğunu kırarsanız ona ne olur? Bu yara iltiyama başlar ve iltiyam bulur. Filhakika bahçıvanların en güzel çiçekleri çoğaltmak için bariz delilidir. Hıristiyanlığın ruhbaniyeti garaiz-i beşeriyyeyi tazyik ve tatil etmektedir. Fakat din-i mübin-i İslam seciyye-i beşeriyyenin her esasına mebni bir uhuvvet ve bu uhuvvete müstenid teavün esası ile insanlar arasında muhabbeti tahkim ettiği gibi fıtratımızın en rakik noktalarına varıncaya kadar bütün tehassüsatını tatmin etmektedir. Bununla beraber Müslümanlık seciyemizin diğer tarafını kudret ruhuyla meşbudur. Müslüman bir münker bir felaket karşısında yalnız müteessir olmaz münkeri tağyir eder felaketi tahfife şitab eyler. Müslümanlık tabii hiçbir arzuyu tazyik etmez. Hepsini meşrubir idareye tabikılar. Müslümanlığın tanıdığı fazilet itidaldir. Bu sayede bütün temayülat-ı gariziyye itidal dairesinde ve meşru bir şekilde kendini ifade eder bütün şahsiyet-i beşeriyye kendini itmam eder. Müslümanlık o canlı mefkuredir ki hayata kemali ve en büyük saadeti bahş eyler. Hilal-i Ahdar Cemiyeti müessislerinden veznedar Muhami Erzurumlu Celaleddin Feyyaz Beyin Teşrinievvel sene Cuma günü Hilal-i Ahdar Cemiyetinin nasebetiyle irad eylediği nutukdur: Muhterem Efendiler! Hilal-i Ahdar Cemiyetinin bugün senelik kongresi olmak ve acizleri de cemiyetin muhasib-i mesulü bulunmak dolayısıyla cemiyetin vaziyet-i maliyyesine müteallik malumatı heyet-i umumiyye-i muhteremelerine arz eylemek uhde-i acizaneme terettüb eylediğinden müsaadenizle maruzatıma başlıyorum: Heyet-i aliyyelerince de malumdur ki Hilal-i Ahdar Cemiyetine mensub zevat aidat-ı mecburiyye ile mükellef değildirler. Gerçi bidayet-i teşekkülünde aza-yı mukayyede senede bir defaya mahsus olan birer lira aidat kongrede cemiyetin muhafaza-i nezaheti için bu külfet ve mecburiyet teberrua tahvil edilmiştir. Teberrua ise kimsenin icbar edilemeyeceği derkardır. Binaenaleyh cemiyet-i muhteremenin menba-ı varidatı erbab-ı hamiyyet ve ashab-ı teberruun kise-i semahatleridir. Teşrinievvel sene tarihinden Teşrinievvel sene tarihine kadar cemiyetin sene-i sabıkadan müdevver mevcuduyle beraber bir senelik varidatın mecmuu kuruştan ve masarıfatı da kuruştan ibasiyetini onu arar. Fikrin bu mefkurevi şeraiti terakki perverane bir şekilde tahakkuk ettirmesi mesudiyeti tevlid eder. Yukarıda dediğimiz gibi din afaki bir nokta-i nazardan Pek geniş bir nokta-i nazara göre temamiyet ve mesudiyeti temin eden her mefkureye “dini bir mefkure” denilebilir. Bazı insanlar tanıyoruz ki top oynamak onların dinidir. Bunlar kendilerini top oyununa vakf etmişlerdir. Onların mesudiyetlerini tatmin eden yegane şey odur. Bazı insanlar da meşgul oldukları işi kendilerine din edinmişlerdir. Başkalarının dini de posta pulları toplamaktır. Bunların her biri şunu veya bunu ruhunun mergubu olan yegane şey addediyor ve bütün vaktini ve faaliyetini ona hasr ediyor. Başkaları da vardır ki hayatda doğruluğu din telakki ederler. Fakat bu da ötekiler gibi nakıs bir dindir. Çünkü bütün şahsiyetimizi tatmin etmez. Çünkü insan hayatda yalnız doğruluğu ararsa şahsını hayatın diğer bedii taraflarından hayatın bütün ezvak-ı meşruasından mahrum eder. Doğru ve yegane mefkure olarak tanınan mücerred ahlaki mefkureler bizi haraba duçar eder çünkü şahsi değillerdir. Halbuki şahsiyetlerimiz temamiyete nail olacaksa ona ancak şahıs nail olur. Binaenaleyh en yüksek din hayat-ı diniyyemizin esasındaki ihtiyac ve adem-i hoşnudiyi tatmin için bize bir şahısda temerküz eden bir mefkure takdim eder. Filhakika hangi din temayülat-ı gariziyyemizi ve bütün faaliyetlerdimizi bütün şahsiyetimizin vezaifini tatmin ve hepsine bir mahreç temin ederse ilmünnefs nazarında din-i hak odur. Hakiki bir dinin evsaf-ı mümeyyizesi olan bütün temayülat-ı gariziyyemize bir mahrec ve bir ifade temin etmesi bütün şahsiyetimize temamiyet bahş etmesi saniyen bütün bu temayülat-ı gariziyyeyi bir hedef ve bir maksada tevcih ederek hepsini ahenkleştirmesidir. Bu nokta-i nazara göre hakiki dini arayıp bulabiliriz. Mesela Buda dinine bir nazar atf edelim: Buda dini seciyye-i beşeriyyenin yalnız bir tarafını yani insanlığın alamına karşı tehassüsü tatmin eder. Fakat seciyemizin diğer tarafını yani hukukumuzu temin ve kudretimizi tahkim tarafını hoşnud etmez. Budizm müteellim beşeriyetle hemhal olur Onun elemiyle giryan olur fakat ona imdad edemez onu kaldırmak için el uzatamaz. Hıristiyanlığa gelince bu din de seciyye-i beşeriyyenin muhabbet tarafını tatmin etmek ister fakat kudret tarafını tatmin etmez. “Sağ yanağına bir tokat yersen sol yanağını çevir” mealindeki nass-ı Mesihi bunun en altı yüz bin lira olduğuna nazaran bir senede ancak bir milyon sekiz yüz bin lira olabileceği memleketimizin en muteber yevmi gazetelerinden gazetesinin bu günkü nüshasında sütun-ı mahsusunda muharrer resmi malumata müsteniddir. Müsekkiratın serbestisinden dolayı cibayet-i rüsum tahkikakata nazaran bir buçuk milyon liradır. Şu halde serbesti-i müskiratdan ancak yüz bin lira kadar bir para alınabilecektir. İşte bu yüz bin liraya karşı bir de memleketin serbesti-i müskirat yüzünden vukubulmuş olan zararlarının azim mikdarlarını nazar-ı ibretden geçirelim. Muhterem efendiler! Pekala bilirsiniz ki bir devletin servet-i umumiyyesi menkul ve gayr-i menkul emval-i umumiyyesiyle beraber o memleketde bulunan nüfus-ı umumiyedir. Hatta bu babda ecnebi nüfusu bile Velev muvakkat olsun servet-i umumiyye-i memleketden maduddur. mamalı ve belki de tercihen muhassıl ve müstahsıl olan nüfusda aranmalıdır. Muhassıl ve müstahsılın cebine girebilecek paradan evvel bakalım ki şu serbesti-i müskirat yüzünden başlıca uzv-ı nafi-i memleket olan ve servet-i umumiyye-i devletin rükn-i rekinini teşkil eden nüfusdan neler gaib etmişiz? Bir devletin taht-ı tabiiyyetinde bulunan her ferdin bir kıymet-i maddiyye ve kanuniyyesi vardır. Bunun Amerikada İngilterede Fransada ve Almanyada pek yüksek mikyasda kıymetleri vardır. Bendeniz bizde bir ferdin kıymet-i kanuniyyesini heyet-i muhteremelerine hulasaten arz eylemek isterim. İnşaallah bu babdaki hukuki ve kanuni tedkikat ve tahkikatımın netayicini erkan-ı devlet-i cumhuriyyemize ve vükelayı milletimize hitaben neşredeceğim açık mektublarla esbab-ı mucibe-i mufassalasıyla arz edeceğim. Bizde bir ferdin -kıymet-i maneviyyesinden kat-ı nazar- diyet-i kanuniyyesi üç yüz aded halis madeni Mecidiye altınıdır. Bir altının hal-i hazırda sekiz lira kıymet-i iştiraiyyesi bulunmasına nazaran bir ferdin hal-i hazırdaki kıymeti mevsukaya nazaran ahiren müskiratın serbest bırakıldığı günden bu güne kadar İstanbulda bin altı yüz kişi ve taşra vilayetlerinde beş bin dört yüz kişi müskirat yüzünden katl edilmiş intihar etmiş yaralanarak amelden sakıt olmuş tecennün etmişdir ki bunların mecmuu yedi bin kişi ediyor. Emraz-ı sariyyeye tutulanlar bu hesabda dahil değildir. İşte bu yedi bin kişinin iki bin dört yüz liradan kıymetlerinin tutarı tamam liradır. serveti umumiyesinden gaib eylediği maddi ve mahsus zararlar budur. Bunun zımnında sukut-ı ahlak infisah-ı secaya intişar-ı emraz-ı sariyye gibi büyük ve pek büyük ret olup varidat ve masarifatı ve mevcud vezne-yi natık olarak esbab ve vesaik-ı mahsusaya müstenid tanzim edilmiş bulunan senelik bilanço ve vesaik-ı müteferriası bu defa intihab olunacak muhasib-i mesulüne tevdiedilmek üzere divan riyasetine takdim kılınmıştır.Cemiyet-i muhteremenin menba-ı varidatı teberrüat-ı mebrureye müstenid bulunduğundan ve bu babda ibzal-i hamiyyet ve ibraz-ı semahat etmiş bulunanlar meyanında birinciliği cemiyetin reis-i sanisi Ali Mahir Beyefendinin senevi yüz lira teberruatta bulunageldiklerini lisan-ı şükran daimeyi teşkil eden aza-yı muhteremenin de her biri bir suretle bir seneden beri görmüş oldukları hıdemat uğruna da kendi bedenlerinden teberruan ihtiyar etmiş oldukları masarıfın bittabikaydedilebilmek imkanı yoktur. Fakat birçok nakdi fedakarlıkların da müşahidi bulunduğumdan bunu da bir zeban-ı takdirkari ile tahdisen kaydeylerim. Muhterem efendiler! Heyet-i aliyyelerince de malumdur ki Hilal-i Ahdar Cemiyeti beynel-milel insani bir cemiyetdir. Zira hedef-i hareketi beşeriyeti mahz-ı felaketden tahlis ve gayesi insanları refah ve sıhhat ve saadete mazhar eylemektir. Amerika İsviçre İskandinavya ve Finlandiya gibi münevver ve içki yüzünden beşeriyetin maruz kaldığı felaketleri müdrik bulunan memleketler müsekkiratın mazarratını pek iyi takdir eylemiş oldukları için içkiyi katiyyen menetmiş ve bu memnuiyyetin idamesine de çalışmakda bulunmuşlardır. Gerçi bizim memleketimizde dahi hükumet-i milliyyemiz bu memnuiyyeti kati bir suretde tatbik etmek için men-i müskirat kanununu vazeylemiş ve milleti cidden felaket ve ınkırazdan ve sirayet-i emrazdan kurtaracak bir hal-i saadete koymuştu. Çünkü her tarafda ceraim azalmış mücrim kalmamış hapishaneler boş ceza mahkemeleri azade kalmış efrad-ı ahali işe dalmış ve ahlaksızlık da günden güne memleketden uzaklaşmaya başlamıştı. Fakat maatteessüf geçen sene Büyük Millet Meclisinde bir bütçe meselesi ihdasıyla bu memnuiyet yeniden refve eskisinden daha ziyade serbesti ita olundu. Buna karşı Hilal-i Ahdar Cemiyeti suver-i muhtelife ile çalışdı ise de o hızlı vaziyete karşı muvaffak olamamış ve yeniden müskirata müsaade etmekle ihtiyar edilen hatiatı ve memlekete millete karşı ikaedilen mazarratı ilmi fenni bir suretde isbat eylemeyi daha muvafık bularak tedkikat-ı lazime ve amikaya devam eylemeye karar vermişti. Geçen sene müskirata yeniden serbesti vermek müskiratdan alınacak rusum ile kapatacaklarını ileri sürerek Meclisden ekseriyet-i zaife ile bir karar almışlardı. Beş milyon lira tahmin olunan varidatın dört ayda mehamm-aşina erbab-ı kalem ve ilim ü fenden temenni ederek maruzatıma hatime veriyorum efendim. gazetesi muharrirlerinden Ahmed Şükrü Bey Avrupa seyahatlerinden bahs eden makalelerinin birinde diyor ki: “Garibdir İtalyan Fransız ve ekser İsviçre otellerinde sabun bulunmuyor. Şarklılar hakkında Garblılar istediklerini söyleyebilirler. Fakat nezafet hususunda biz garblıları geride bırakmışızdır. Sabun hala İtalyada ihtiyac hükmünde değildir.” Garbcıların nazar-ı dikkatini celb ederiz. hazretleri ahiren Hindistana avdet ederek İngilterede Müslümanlık hakkında Bombayda bir konferans irad etmiştir. Bombayda intişar etmekde olan refikimiz bu konferansdan bahs ederek diyor ki: “Hoca Kemaleddin İngiltereye” ayak bastığı gün orada Müslümanlık hakkında umumi bir cehaletin hükümran olduğunu Müslümanlığın su-i tevile ve su-i fehme uğradığını görmüş fakat aynı zamanda İngiltereyi bir hürriyet-i kelam ve bir hürriyet-i tefekkür memleketi bulmuştu. Hocanın maksadı neşr-i İslamdan ziyade Müslümanlık hakkındaki cehaleti izale etmek Müslümanlık namına ileri sürülen birtakım asılsız esassız şayiat ile mücadele etmek idi. İngilterede Müslümanlık hakkındaki telakki serapa hurafatdan ibaretdi. Vaktaki İngilizler Müslümanlığın hakikatine dair söylenen sözleri dinlediler o zaman işi değişti. Hoca Kemaleddin bilhassa müslümanlığı Hoca Kemaleddin dinden bahs ediyorken dinin ahlaki ruhani tekamül-i beşeriyi temin için gönderilen bir kanun olduğunu söylemiştir. Tabiatinde nasıl her şeyi gayr-i kabil-i ihlal bir kanun-ı mukadderin hükmüne münkad ise din de beşerin terakki ve tekamülünü temin eden bir kanundur. Müslümanlık evamir ve nevahiyi muhtevi bir din-i fıtridir. Yeryüzündeki edyanın kaffesi kıbel-i Hakdan gönderilmiştir. Fakat bunlar safvet-i asliyyesini zayiedince tedenniye duçar olmuştur. Binaenaleyh şari-i azam kanun-ı ezeliyi tecdid ve bir peygamber vasıtasıyla tekrar tebliğ buyurmuş bu suretle Müslümanlık yeni bir telakki ile gönderilmiştir. zararların derecesini takdir buyurmalarını heyet-i muhteremelerine ve takdir-i ammeye terk ediyorum. Bir de siyaset-i iktisadiyye incelikleri arasında gayet mühim zararlar vakiolmuşdur ki bu da servet-i umumiyye-i devleti azim mikyasda rahne-dar etmiş ve kıymet-i nükud muş ve el-an olmakda bulunmuşdur. Şu dakik ve mühim zararın suret-i vukuve tekevvününe gelince: heyet-i muhteremelerince de malumdur ki servet-i umumiyye-i devletin izdiyadı ve kavaim-i nakdiyyemizin kudret-i iştiraiyyesinin kıymet-i vaziyyesine doğru yükselmesi ancak ve ancak ihracatımızın tezayüdüne vabestedir. Serbesti-i müskirat ise memleketimizin cak mahsulat ihrac olunmayıp müskirat imal olunarak dahilde milleti tesmim eylemekde olduğunu kimse inkar edemez. Halbuki eğer müskirat memnuolsa idi dahilde sarf olunan mahsulat ihrac olunacak ve buna mukabil memleketimize para gelecek ve ihracatın tezayüdü hasebiyle bittabikavaim-i nakdiyyenin kıymeti artacak ve bu da refah-ı umumiyyeyi müstelzim olacak idi. İşte görülüyor ki serbesti-i müskirat bizi bu refahiyetden ve bu karşı serbesti-i müskiratı terviç eylemek elbette ve elbette ki pek elim bir azab-ı vicdan teşkil edecektir. Bu azim zararlara ve bu elim ve hevilnak vaziyete karşı vicdan-ı ammenin nasıl sızlayacağı tasavvur buyurulsun. Müddeanın bedihiyyat-ı riyaziyyeye müstenid ve katiyyen bulunmasına rağmen serbesti-i müskirata taraftar olmanın vatana memlekete ve efrad-ı millete ne kadar muzırr olduğunu ve tarihe karşı büyük bir ziyaile gitmekde olduğumuzu dirayet ve hüsn niyyetle menafi-i umumiyye-i milliyyeyi istihdaf eden hükumet-i Cumhuriyyemizin de şu felaket-i uzmayı nazar-ı dikkate alarak Meclisin bu devre-i ictimaiyyesinde memnuiyet-i katiyyeyi natık kanunun yeniden tatbiki lüzumunu teklif etmekle bütün halkın hoşnudisini celb edileceği kaviyyen ümid edilebilir. Zaten efkar-ı umumiyyenin tercümanı olan matbuatın da şu bedihiyat-ı riyaziyyeye müstenid suver-i subutiyyeyi takdir edeceğine şüphe etmem. Hilal-i Ahdar Cemiyeti öteden beri memnuiyet-i katiyyeyi hedef-i hareket ittihaz ederek şimdiye kadar çalışmış olduğu gibi bundan sonra da aynı hedefe müteveccihen hareket edecektir. Menafi-i umumiyye-i millet için gerek matbuatın ve gerek pak nezih ve mealiyat-ı ahlakiyyeye meyyal bulunan ruh-i milletin cemiyete zahir bulunduğunu kemal-i menn ü şükran ile arz ederim. Bu hizmet-i mebrurenin devamını gerek matbuatdan ve gerek rafından tevkıl eylediği bir mühtedinin arkasında namaz kıldığım nadiratdan değildir. Hiçbir davet veya cebre müstenid olmadan muntazaman camiye devam ve dinimiz ahkamıyla amil olan bu insanlara İngilizler hayret ederler.” Bu hafta bazı İstanbul hanımları Beyoğlunda Pera Palas salonlarında birLale Balosuverdiler. Bu suretle şeair-i İslamiyye aleyhinde müretteb fili harekete “Kadın Birliği” de resmen iştirak etmiş oldu. On beş seneden beri İstanbulun hürriyet isteyen kadını bu hafta asıl gayesine varmış oldu: Beğendiği erkeği koluna takarak göğsünü göğsüne yapıştırarak şampanyalar içerek Pera Palas salonlarında dans etti. Artık hürriyet davası neticelendi. gazetesinin bir baş makalesinde dediği gibi “artık memleketimizde kadın meselesi hal olundu.” Asri bir genç İstanbul hanımlarının bu Lale Balosu hakkında gazetesinde şu izahatı vermiştir: “Saat yarımda salonlar hemen kamilen dolmuş ve bir müddet -birbirlerine çarpmadan- dans etmek bile müşkilleşmişti. Bununla beraber cazbandın bila-ihtiyar hoplatan esrar engiz nağmesi pek az kimse müstesna herkesi döndürüyordu. Baloda yerli ecnebi yüksek zümreye mensub bir hayli kadın ve erkek vardı. Muhtelit mübadele komisyonunda murahhasımız Hamdi Bey oldukça mehib karnıyla bir koltuğa gömülmüş gözlüğünün altından dans edenleri adeta tedkik ediyordu. Hamdi Beyin bu merakla seyrini gören tanıdığım bir Rum genci yanıma sokuldu ve bana dedi ki: – Acaba Hamdi Bey burada da mı mübadilleri tefrik Dansdan yorulanlar büfelerin önünde soluğu alıyorlardı. Dün gece şampanya revacda idi. Büfeler biraz harareti dinlendiriyor ve çiftler kendilerini tekrar cazbandın cazibesine bırakıyorlardı. tirilmişti. Burada aşağı yukarı epeyce bir mikdarda para döndü. Baloya sevk-i merakla mı muannid davet ve ısrar üzerine mi gelip de dans etmeyen ve dansın aleyhinde bulunan bir Türk hanımı birbirine sarılmış dönen çiftleri gösterdi ve dedi ki: – Liberal olmak bu mudur? Kızlarımızı genç erkeklerin kolları arasında bırakmak doğru mudur? Görmüyor musunuz ki şu genç kız belki ismini bile bilmediği gencin göğsüne başını koymuş! Dünyada aslı mahfuz ve kitab-ı ilahi olduğu söylenebilecek bir kitab-ı münzel bulunmadığından Kuran-ı Kerim gönderilmiştir. Konferansın nihayetinde Hoca Kemaleddin “İslamın hedefi beşeriyyeti şevahık-ı kemale yükseltmektir. Tealim-i şevahike yükselir ve insan-ı kamil olur” demiştir. Modadan gazetesine gönderilen bir mektubda Londradaki müslümanların hayat-ı diniyyeleri hakkında şu suretle malumat veriliyor: “Evimin karşısında bir kilise var. Günde -galiba pek emin değilim- üç dört defa kapısı açılıyor. Cemaat girer çıkar ben penceremden bakar hased ederim. Son seneler İngilterede pek alışmıştık. Cuma ve Pazar camie gider Kuran dersi alır vaz dinler namaz kılardık. Dünyanın her tarafından gelen müslümanlar muhtelif lisanlarını bilmesi adimül-imkan olan imamımız İngilizce vaz eder Arabca okuduğu ayat-ı kerimeyi İngilizceye tercüme ve tefsir ederdi. Camie müdavim hıristiyanlar pek çokdur ve bunlardan büyük bir ekseriyet evvela kapının önünden geçerken merakla içeriye girmiş işittiği şeyleri calib-i dikkat bularak tekrar gelmiş ve nihayet saika-i itiyadla devam eylemiş kimselerdi ki bazan sessiz dinler not alır bazan uzun münakaşalara girerler. Şurasını da zikr edelim ki her vazın nihayetinde hoca en gür sesiyle “istifsar veya itiraz var mı?” diye sorar ve bekler. Herhangi merakını hall etmek isteyen sualini sorar mufassal cevabını alır. Ve hoca muhatabını katiyyen iknaetmeden bahsi kapamaz. Cemaatin tenvirine bunun da çok yardımı olur. Bazan birisi kalkar: “Size iltihak etmek istiyorum. Beni kabul ediniz” der. Hoca kendisine acele etmemesini tavsiye eder. Dini kitabların İngilizce tercümelerini verir. İyice teemmül ve karar vermesini tenbih eder. Bir zaman sonra o adam yine ısrar ederse bir gün salat-ı Cumadan sonra kendisine şayed Hıristiyan idiyse yalnız kelime-i şehadet putperest ise mabud ve Mühtedilerin ekserisi söyleyeceği şeyi evvelce ezberlemiştir. Fakat hemen hepsinin bu kudsi anda sesi titrer. Hazırun mutlaka müteessir olur çoğu ağlar. Aile namı Garibdir ki bu muhtediler bizden pek fazla mütedeyyin olurlar. Cuma namazını kaçırmak veya oruç yemek hatırlarına bile gelmez. İmamın mazereti takdirinde taSEBILÜRREŞAD - - devam edecek milletin esasat-ı karşı irtikab olunan bu hareketler ihtimal ki daha ziyade artacaktır. Lakin herhalde milletin arzu ve irade-i ictimaiyyesi mutaolacak zaman gelecektir. Şimdi ne söylense boştur. Yalnız bu hususda sahibi ve başmuharriri Cevdet Beyin nazar-ı dikkatini bir noktaya celb etmek isteriz. Bu Lale Balosu hakkında refikimiz yapmamalıdır. Çünkü Cevdet Bey öteden beri böyle şeylere muarızdır. Cevdet Bey Avrupada bulunduğu zaman bile daima ahlakı müdafaa edecek neşriyatda bulunmuştur. Danslar aleyhinde içki aleyhinde kumar aleyhinde Cevdet Beyin yazdığı makaleler nihayetsizdir. Hiç şüphe yoktur ki Cevdet Bey müslüman kadınlarının Frenklerle Pera Palas salonlarında dans etmesini şarab şampanya içmesini kumar oynamasını tasvib etmez. Cevdet Beyin bunların şiddetle aleyhinde olduğuna şüphe yoktur. Bütün neşriyatı buna şahiddir. Böyle iken ın bu münkeratı tervic manasını mutazammın olan tebrikatı pek aykırı bir şey olmuş Cevdet Beyi ve dolayısıylaı sevenleri müteessir etmiştir. Vakıa o tebriki yapan heyet-i tahririyye miyanında bulunan herhangi bir zatdır Cevdet Beyin bundan haberi bile olmamıştır ferdası günü gazete intişar ettikden sonra görmüşdür. Bunun böyle olduğuna şüphe yoktur. Fakat bunu herkes bilmez bilemez sahibinin ve baş muharririnin efkarına tamamıyla zıt olan şeylerin aynı gazeteye derc edilmiş olması pek tuhaf olur. sahibi elbette maiyyetindeki muharrirlere sözünü geçirtemeyecek bir vaziyete düşmüş değildir. Onun için Cevdet Beyden rica ederiz milletin esasat-ı ictimaiyye ve ahlakıyyesini zir ü zeber eden bu kabil münkeratıın şahsiyet-i maneviyyesi namına mübareklemek ve alkışlamak isteyen muharrirlere gazetesinde yer vermesin. Çünkü ı okuyanlar ve sevenler daha ziyade Cevdet Beyin esasat-ı ictimaiyye ve ahlakıyyeyi müdafaa eden Cevdet Beyin yazıları için okurlar ve severler. Milletin böyle teveccühüne mazhar olan öteden beri ciddi ve vakur tanınan bir gazetenin bu hususda daha ziyade Diğer bazı gazeteler de bu Lale Balosunu alkışladılar. Fakat onların bu alkışlarını tabii görmek lazımdır. refikimiz ise yalnız hadiseyi kayıdla hidamına bais olan bu münkerat aleyhinde şiddetli neşriyatda bulunmakdı. O da galiba hangi biriyle uğraşacağını şaşırdı. Maddi manevi avamil tahrib o kadar çoğaldı ki her biriyle mücadele zorlaştı. Maamafih bunlar öyle fecihadiselerdir ki bunları takbih etmek ve mühSaat üçde Supe edildi. Ondan sonra tekrar cazband ve dans başladı. Sabah şafak sökerken canband sustu. Kadınlar Birliği Reisesi Nezihe Muhyiddin Hanım baloya pek yüksek sınıfın iştirak etmesinden pek memnundu.” Solanları lalelerle süsleyen de bir Rus madamı imiş. gazetesi diyor ki: “Saat dördü geçince pek çokları da kendilerinden geçtiler. Şarab viski ve şampanyanın buharı beyinleri kavururken pek çok balo aşıkları köşede bucakda şekerleme yapıyorlardı.” hürriyet isteyen ve kendilerine “yüksek kadın zümresi” namı veren bir kısım İstanbul kadını hürriyeti niçin istediğini meydana koydu: Müslüman Hıristiyan Frenk Yahudi beğendiği herhangi bir erkekle birlikde umumi salonlarda dans etmek istediği meyhanelere birahanelere giderek şarab rakı şampanya içmek arzu ettiği kumarhanelere giderek kumar oynamak! Asri genç bir kısım İstanbul hanımlarının Lale Balosu hakkında izahat verirken bu üç münkerin de ala melein-nas –Türkler ve ecnebiler huzurunda- alenen irtikab edildiğini itiraf ediyor: Dans şarab kumar işte hürriyet isteyen yüksek zümreye mensub kadının metalib-i esasiyyesi! Görülüyor ki bu kısım kadınlar ve erkekler milletin esasat-ı ictimaiyyesini red ve inkar ederek sefahete ve hürriyet-i mutlakaya müstenid yabancı birtakım esasat-ı neşir ve tamime başlamışlardır. Hiç şüphesiz bu bir irtidad-ı yatına ahlak ve adab-ı umumiyyesine muhalif hareketlere cevaz vermez. Fakat mahkemelerimiz her nedense kanunlarımızın bu maddelerini tatbik hususunda terahi gösteriyorlar. Büyük Millet Meclisi harekat-ı milliyye zamanında milletin esasat-ı ictimaiyyesine karşı hürmetsizlik gösterenleri arzu ve irade-i milliyyeye riayete davet ve icbarı ihmal etmediği halde bugün her nedense bu hususda lakayd bulunuyor. Ve bu irtidad-ı ictimai daha ziyade bu la-kaydinin neticesi olsa gerekdir. Vazı-ı kanun olan Meclis azasından bazı ricalin de bu balolara iştiraki mahkemeleri mütereddid ve mütehaşi bir vaziyete ilka etmektedir. Eğer milletin esasat-ı ictimaiyyesine ahlak ve adab-ı umumiyyeye kimse riayetle mükellef olmayacaksa kanunlardan bu maddeleri çıkarmak lazımdır. O vakit millet esasat-ı ictimaiyyesinin kanuni kuvve-i teyidiyyeden mahrum kaldığını görerek ona göre kimsede kusur bulmaya kalkışmaz. Bittabibir gün Meclis bu meseleleri hal etmek bu yacaktır. Anlaşılan şimdilik Meclis fırka buhranlarıyla fazla meşgul olduğu için bir müddet daha bu dalalet-i faaliyeyt ediyor da İslam müessesat-ı ilmiyyesinin kapılarına kilitler asılıyor. Müslüman namını taşıyan birtakım kimseler İslam müessesat-ı diniyyesine en şenitahkirleri reva gördükleri halde Hıristiyan müesessat-ı diniyyesine karşı nevaziş-kar neşriyatda bulunuyorlar yıkılan medreseler yerine Genç Hıristiyanlar Cemiyetini ikame etmek istiyorlar. Bu vaziyet karşısında Genç Hıristiyan Cemiyetleri alenen neşr-i Nasraniyyet faaliyetlerine germi verirlerse pek tabii görülmek iktiza etmez mi?.. gazetesinin Ankara muhabiri “medreseyi şeriyyeyi yıkanlara” karşı itiraz edenlere hücum ediyorken medreselere “o menhus kapılar” diyor. Ulum-ı diniyye tahsil edilen müesessat-ı ilmiyyeyi böyle en çirkin bir şekilde tezyif ve tahkir etmek kadar kaba ilim ve tasavvur olunamaz. Ne kadar ayıb sözler!.. Muharrirlerimiz ne kadar şayan-ı teessüf ve acınacak bir seviyeye düşmüşler!. Geçenlerde gazetesi şöyle garib bir haber vermişti: “Haber aldığımıza göre mebuslardan bazıları vicdaniyyat tedrisatının ıslahına ve terbiye-i diniyye usullerinin asrileştirilmesine ehemmiyet vermektedirler. Bu maksadla Avrupadaki mekteblerinin ve bunlara aid diğer müessesatın tedkiki tedris ve terbiye usullerinin tesbiti terbiye-i diniyyenin asrileştirilmesi için bu mebuslar tarafından bu sene Avrupaya ahlak ve seciyyeleri ve milliyet hisleri metin ilahiyat müntesibleri izamı teklif edilecektir.” Böyle bir teklifin vukubulduğuna dair henüz bir haber gelmedi. Ankarada olsaydık Maarif vekilinin bu hususdaki nokta-i nazarını sorardık. Geçenlerde Amerikaya seyahat eden İngiliz veliahdi orada danslar arkasında koştuğu için istiskal edilmişti. Bundan dolayı İngiliz gazeteleri “İngiltere veliahdinin adi bir süpürücü yahut Çeki Kogan meşhur sinemacı gibi bir şahıs telakki” edilmesinden müteessir olmuşlar. Bunun üzerine gazetesi diyor ki: lik akıbetlerini göstermek en mütehattim bir vazife-i milliyyedir. refik-i muhteremimiz ne kadar mesail-i muaddale ile meşgul olursa olsun bu hususda da ihmal göstermemelidir. Hakkı tebliğ hakikati beyan etmek bize oradan ötesi de evliya-yı umura aittir. Biz mücahede ile memuruz; tevfik Allahdandır. Şurada burada verilen bolalar konferanslar müsamereler Matbuat Cemiyetini de heveslendirmiş olmalı ki o da bu hafta bir musıki müsameresi verdi. Gazetelerin neşriyatına göre müsamereye birçok hanımlar ve beylerle beraber birtakım ecnebi erkekleri ve kadınları da davet olunmuş bir müslüman hanımı da tağanni etmiş bazı gazeteler orada hazır bulunan ve tağanni eden hanımların resimlerini de derc eyledi. Anlaşılıyor ki milletin esasat-ı ictimaiyyesine karşı başlayan harekete matbuat yalnız kavlen rehberlik etmekle iktifa etmeyerek filen de pişevlik etmek istemiştir! Milletin esasat-ı Rumca gazeteler yazıyor: “Genç Hıristiyanlar Cemiyeti her sene yapılmakda olan hafta ayinlerine iştirak etmek üzere Rum Patrikhanesine de davetname göndermiştir. Sen Sinodun kararıyla Papas Atnasyadi genç Hıristiyanlar Cemiyetindeki ayinlerde hazır bulunacaktır.” Genç Hıristiyanlar Cemiyeti her nedense son zamanlarda faaliyetini artırdı ve öteden beri gizli yapmakda olduğu Nasraniyet propagandasını açığa vurdu. Genç Hıristiyanlar Cemiyetine daveti mutazammın hazırlanan küçük bir risaleden binlerce nüshası her tarafa neşrolundu. Şimdi hafta ayinlerine Fenerden Papas da davet ediyorlar. Ana-dolunun her köşesine kadar şubelerini açmasını tavsiye ve iltizam eylediği cemiyet bu cemiyetdir. Selanikli Sabiha Zekeriya Hanım da Türk Ocaklarının bu Genç Hıristiyanlar Cemiyetinin vezaifini deruhde etmesini gazetesinde yazıyordu. Anlaşılan Genç Hıristiyanlar Cemiyeti bu kabil neşriyatdan kuvvet alarak faaliyetini tezyid etmiş ve gayesini açığa vurmuştur. Ahiren memleketimizdeki Papas mekteblerinin küşadına müsaade olunması da onların cüretlerini artırmıştır. Ne garib cilve-i şuundur ki müslüman memleketinde Hıristiyan müessesat-ı diniyyesi serbestçe icra-yı sonra diğer şeyler de hep mevhumatdan kalır. Rus Bolşevik inkılabının sene-i devriyesi münasebetiyle merasimde Türk ve Ruslardan mürekkeb davetliler huzurunda Putmekin yoldaş Bolşevik inkılabına dair bir saat süren bir nutuk irad etmiş “Leninin bütün dünyayı sarsan tarihi rolünü kayd ve zikr ettikden sonra hazırunun Moskovada Kızıl Meydandaki türbeye teveccüh ederek büyük ölüyü hürmetle yad etmelerini teklif etmiş hazırun da bu teklif üzerine derhal ayağa kalkmış ve İhsan Bey idaresindeki Bahriye Müzikası tarafından hazin bir suretde çalınan cenaze marşı dinlenmiş.” gazetesi bunu aynen böyle yazıyor. Kim serlevhalı fıkraya baksın. tercümeleriyle tefsirler hakkında gazetesinden bir sual soruyor. da şöyle cevab veriyor: “Cevab: Gerek yeni mevki-i intişara vazedilen Kuran tercümesi gerek bir seneden beri Konya Mebus-ı sabıkı Mehmed Vehbi Efendi tarafından neşrolunan mütalea-güzarımız olmadığından bu iki eser hakkında indi söz söylemeyiz. Ancak Vehbi Efendi evvelce Şeriyye Vekaletinde bulunmuş bir hoca Cemil Bey ise esasen askerlikden yetişmiş ve meslek-i diplomaside bulunmuş elsine-i şarkiyye ve garbiyyeye aşina bir zatdır. Bunlardan birincisi mazi-perest ikincisi vakıf-ı ahvaldir. Siz kendi meşrebinizi yoklayın hangisi işinize geliyorsa onu alın.” Sahib-i sual Hahamhaneden fetva isteseydi bundan farklı bir cevab almazdı. Türkçe Kuran diye muharref bir eser neşreden Cemil Said Bey elsine-i şarkiyye ve garbiyyeye aşina vakıf-ı ahval bir zat diye takdim olunuyor da Şeriyye Vekil-i esbakı Vehbi Efendi mazi-perest bir hoca diye tezyif ediliyor. Sonra da yine reyini beyan etmiş olmuyor. Bile bile kalb akçeyi sürmek ne ise mana-yı Kuranı tahrif eden bir kimseyi “elsine-i şarkiyye ve garbiyyeye aşina vakıf-ı ahval bir zat” diye göstermek de ondan farksızdır. gazetesinin Londra muhabir-i mahsusu olan bir İngiliz e göndermekde olduğu mektubların so“İngiliz gazetelerinin bu sözleri doğrudur. Fakat bunda Amerikalıların hiçbir kabahati yoktur. Amerikalılar bil-akis bu hareketleri ile Amerikan efkar-ı umumiyyesinin ne olduğunu göstermişlerdir. Zira Amerikada reisicumhurlar dansör değildir. Bundan dolayıdır ki Amerikalılar şaşırmışlardır. Amerika gibi demokrat bir memleket halkı bir dansörü muazzam bir devletin mümessili olarak kabul edemez ve etmemiştir. İngiliz veliahdi dünyanın en büyük devleti olan İngiliz imparatorluğunun haysiyet ve şerefiyle mütenasib hareketde bulunmalı idi. Halbuki bu bekar genç danslar ve modalar arkasında koşmakdan başka bir şey yapmıyor… Bir prens prensliğini daima muhafaza etmelidir. Aksi takdirde yalnız kendisinin değil mensub olduğu milletin dahi haysiyet ve şerefini mahv eder.” Biz zannediyorduk ki yahut bize öyle tanıttırmak istiyorlardı ki böyle hafif-meşreblikler yalnız bizim memleketimizde muayyebatdandır. Halbuki Amerikada da rical-i siyasiyyenin böyle hafif meşreblikleri devletin haysiyet ve şerefini ihlal ediyormuş sakın onları da mürteci add etmeye kalkışmayalım. Acaba İngiliz veliahdinin yaptığını bir maarif nazırı yapsaydı Amerika gazeteleri kim bilir ne kıyametler koparırlardı!.. Amerikalı bir muharririn Danimarka Maarif Nezaretine getirilen Sosyalist bir kadın ile mülakatını gördük. Sosyalist kadını “Danimarka mekteblerinden mecburi dini tedrisat kaldırıldığını tedrisat-ı diniyyeyi takibe kimsenin mecbur edilemeyeceğini din dersleri ancak hususi verileceğini” muharrire söylemiş. Demek Bolşevik Rusyadan sonra Sosyalistler Danimarkada da mekteplerden tedrisat-ı diniyyeyi kaldırmışlardır. Yine bu kızıl kadın ahiren neşrettiği bir emirname muhalif hareket edenler azl edilecekleri gibi el-yevm müteehhil bulunan muallimlerin de vazifelerine nihayet verilecektir. Maarif Nezaretinin bu kararı ittihaz etmesine sebeb müteehhil muallimlerin ev işlerini düşünerek vazifelerine hakkıyla ehemmiyet vermemeleri ve tetebbua vakit bulamamaları imiş. gazetesinin Amsterdamda münteşir gazetesinden nakl eylediği malumata nazaran bu emrin intişarı üzerine muallimlerden pek azı istifa etmiş kısm-ı azamı zevclerinden boşanmışlar. Maamafih bu kabil muallimler boşandıktan sonra da eski zevcleri ile bir arada yaşamaya devam etmişler. Mekteblerden tedrisat-ı diniyyeyi kaldırmaya teşebbüs eden çılgın bir maarif nazırının göreceği vazifeyi ifa ediyorlar. Mekteb haricinde muallimleri cehalet bir şey değildir. Taassub kelimesinden maarif vekilinin ne kasd ettiği hiç anlaşılmamaktadır. Taassubdan maksadın asrileşmek namı altındaki birtakım dalaletlere dalalet olduğu tebeyyün ettiği halde saplanıp kalmak mı? Yoksa taassubdan maksad halkın salabet-i diniyyesi mi? Muallimlere taassub namı altında ne ile mücadele edecekleri sarih olmadıkdan sonra her birinin kendi telakkisine göre bir mücadele yolu tutacağı bunun da bir anarşiye müeddi olacağı aşikardır. Maarif vekili “köhne nazariye”lerle mücadeleden bahsediyor. Bu da mübhem. Köhne nazariyeler nedir? Maarif vekili bunları izah etmek cesaret-i medeniyyesini göstermeli ki maksadı anlaşılsın ve gösterdiği hedef-i mücadele tavazzuh etsin. Sonra nazariyelerin köhneliği veya tazeliği ne ile anlaşılıyorsa maarif vekili onu da izah etmelidir. Kim bilir maarif vekilinin köhne telakki ettiği nazariyeler belki erbab ve irfan nazarında tazedir. Bunları tayin etmeli ki maarif vekilinin ne demek istediği meydana çıksın. Daha sonra maarif vekili yeni fikir ve yeni hayat düşmanlarıyla yıkıcı amillerin istinadgahı olan zümre ve müesseselerle şuuri bir cihada girişmeyi muallimlere tavsiye ediyor. Acaba bu düşmanlar bu yıkıcılar bu zümreler ve bu müesseseler nedir kimlerdir? Maarif vekili bu vatan evladlarını içinde bulunan birtakım zümre ve müesseselerle mücadeleye davet ediyorken bu zümrelerin kim ve bu müesseselerin hangi müesseseler olduğunu tasrih etmeliydi! Düşman ve yıkıcı telakki olunan bu muzırr zümreler ve tehlikeli müesesseler madem ki mevcud imiş; bunların hüviyyeti tayin edilmeli. Bunların kim ve neler olduğu anlaşılmalı. Yoksa her muallim muzırr veya tehlikeli addettiği her şeye veya her zümreye ilan-ı harb edecek olursa bunun da neticesi anarşidir. Maarif vekilinin böyle bir anarşiyi tavsiye edecek tamimleri nasıl neşrettiğine akıl erdirmek kabil değildir. Maarif vekili evlad-ı memleketi yekdiğeri aleyhine tahrik ediyor birbirleriyle mücadeleye sevk ediyor elhasıl kanunen memnuolan bir hareketde bulunuyor. Bu hareketi meskut geçmek imkan dahilinde değildir. Geçenlerde yüksek bir mevkiişgal eden bir memurumuz bir manevra tecrübesine kalkmıştı da az kalsın ortalığı alt üst ediyordu. Maarif vekilinin bu ilan-ı cihad beyannamesi de herhalde devlet işine benzer bir şey değildir. Acaba Büyük Millet Meclisi maarif vekilinin bu tamiminden maksad-ı hakikisi ne olduğunu soramaz mı? nuncusunda İngiliz heyet-i hakimesinin muazzam bir teceddüd-perverlerimizi hayli şaşırtmış olsa gerek! Biz ahkam-ı diniyyemize karşı bir vaz-ı ıstihfaf alırken İngiliz heyet-i hakimesi mabedlere gidiyor dini ihtifallerde bulunuyor! Hiss-i dininin teceddüd ve terakkiye mani olduğu iddia-yı batılını ortaya sürenler acaba buna ne derler? Maarif Vekili ahiren neşrettiği bir tamimi ile muallimleri cehl ve taassubla köhne nazariyelerle mukaddesatı ve dini bir alet-i menfaat gibi kullanarak hasis ve şahsi menfaatleri uğurunda yeni fikirlere medeni hayata teceddüde hücum etmek isteyen düşmanlarla bu yıkıcı amillerin istinadgahı olan zümreler ve müesseselerle şuuri bir cihada davet etmektedir. Maarif Vekilinin bu tamiminden muallimlerin vazife ve faaliyetlerinin sahnesi olan mektebler haricinde birtakım vezaifi ifaya davet olundukları anlaşılıyor. Çünkü cehl ve taassubun köhne nazariyelerin yeni fikir ve medeni hayat düşmanlarının yıkıcı amillerin ve onların bulundukları gayr-i kabil-i tasavvurdur. Mekteblerde muallimlerinin telkin edecekleri terbiye ve irfanı telakkiye amade evlad-ı vatan vardır. Muallimler bu nesli aldıkları talimata muvafık bir şekilde yetiştirmeye çalışacaklardır. Binaenaleyh maarif vekilinin tamiminde muallimler tarafından ifa olunmak üzere tadad olunan vezaif muallimlerin mekteb vezaifiyle alakadar değildir. Bu vezaif mekteb haricinde ifa olunacaktır. Acaba muallimlerin mekteb haricinde bu vezaifle meşgul olmalarına imkan var mıdır? Yok mudur? Bize kalırsa sunuf ve zümreler ile mücadele etmeye siyasi ictimai mücahedelerde bulunmaya vakit bulamazlar. Vazifesini filen ve resmen ifadan sonra muallimin bulacağı vakit diğer dersleri için hazırlanmaya tetebbuat-ı ilmiyyesini icraya malumat-ı müktesebesini tevsie ancak kifayet eder. Bunun haricinde muallimler birtakım vezaif-i siyasiyye ve ictimaiyye deruhde etmelerine imkan yoktur. Fakat maarif vekili bu ciheti nazar-ı itibare almayarak muallimlere vazifeleri haricinde ancak siyasi bir fırka teşkilatının ifasıyla mükellef olduğu birtakım vezaif tahmil ediyor. Fakat maarif vekilinin muallimlere tahmil ettiği bu vezaifin hiç biri sarih ve muayyen değildir. Hepsi mübhem hatta hayalidir. Maarif vekili cehl ve taassubla mücadeleden bahs ediyor. Maksadı nedir? Cehlden maksad eğer herkesin bildiği cehalet ise muallimler mekteb dahilinde bu esasat-ı İslamiyyeye muğayir telkinata inkıyaddır. Akvam-ı esasat-ı İslamiyyeden uzaklaşmaları ve sebeb-i hayatı esasat-ı İslamiyyeye an samim irtibatları olacaktır. Biz hürriyet-i vicdaniyyeden vicdanın kavim esaslara sahih akidelere bağlanmasını anlarız. Kavim esasların sahih akidelerin miyar-ı sıhhati onların hayata temin ettikleri maddi ve manevi huzur ve refahdır. Esasat ve akaid-i İslamiyyenin her biri hayat için bir nimet her biri teali-i beşer için bir düstur her biri insanlığın kemali danların hürriyeti namına ebedi bir kanun-ı esasidir. Hürriyet-i vicdan bu kanun-ı esasi-i ilahiyyeye riayet ve onun ahkam-ı münifesine tebeiyet nisbetinde ihraz edilir. Yoksa hürriyet-i vicdan vicdanın serserileşmesi vicdanın her istinad ve müttekadan mahrum edilmesi vicdanın nefs-i emmare esaretine duçar olması değildir. Bugünkü müslümanlar esasat ve akaid-i İslamiyyeden tebaüd ettikleri ve birtakım mağşuş telkinata saplandıkları yoruz. Ve bu esaretin zincirlerini kırarak müslümanları esasat-ı İslamiyyeye esasat-ı hakikiyye-i İslamiyyeyi müslümanlara malettirmek istiyoruz. Fakat Müslümanlık “mollaların zehr-alud telkinat”ından ibaret zannedilir ve mollalara bir imha harbi ilanıyla her zaferin ihraz edileceği tevehhüm olunursa o vakit iş değişir. Belki Afgan mollalarının telkinatı içinde hayat için gayr-i nafi olanları vardır. Fakat bu onların kabahati değil onları yetiştiren müesseselerin inhitatından ileri gelmektetir. Mollaların esasat-ı hakikıyye-i İslamiyye mübeşşiri olarak yetişmeleri ve bu suretle Afgan vicdan-ı millisini en doğru en sağlam ve en kavim esasata bağlayarak bu esaslar üzere Agan hayat-ı terakkisinin ikamesini temine çalışmak lazımdır. Yoksa Afganistanın hayat-ı sına cabalamakdan farksızdır. Bir İslam memleketinin hayat-ı İslamiyyesini yıkarak onun her türlü tehacüme bila-mukavemet maruz kalması bilhassa garbın sivil sebebiyet verir. Afganistan bu güne kadar idame-i hayat ediyor ve bugün hayatını yükseltmek ihtiyacını duyuyorsa onun devam-ı hayatı ve intibahı feyz-i İslamın bir eserinden başka bir şey değildir. Afganlıların yapacağı müessesat-ı İslamiyyenin ihyasına hasr-ı faaliyetdir. Bu da sereyan eder ve hepsini ila eder. Afgan kadınlığına verilecek terbiye esas itibariyle Afgan gençliğine verilecek terbiyenin aynı olmalıdır. Bu terbiyenin esası dindar ahlak-ı İslamiyye ile mütehallık Afganistan: Afganistan gibi garb medeniyetinin rezail ve mesavisinden çok uzak bir İslam memleketinin ulum-ı sahihaya ve terakkiyat-ı hakikiyyeye ehemmiyet vererek yükselmesini ve medeniyet-i İslamiyyeyi tecdid ve ihya eden yeni bir kudretle meydan-ı hayata çıkmasını ümid ettiğimizi daima söylüyoruz. Afganistan Emiri Emanullah Han hazretlerinin mesai-i terakkiperveranesini daima takdir ve tebcil ile yad ettiğimiz karilerimizin malumudur. Afganistanın irfanını yükseltmek be izam etmesi fakat aynı zamanda talebenin akaid-i diniyyesini muhafaza talebenin adat ve ananat-ı milliyyeye riayetini temin elhasıl Afgan milletine mensub gençlerin birer Frenk mukallidi değil birer müslüman ve sahib-i irfan birer Afganlı olarak memleketlerine avdet edip müktesebat-i ilmiyyelerini vatanlarının terakki ve teceddüdüne istihdam etmeleri için tedabir-i lazimeyi ittihaz buyurmasını büyük bir samimiyetle ve azim bir memnuniyetle kayd etmiştik Afganistanın bu yolda garbın ilmini irfanını sanayiini İslamın terakki ve teceddüdü uğurunda istihdam etmek tarikinde katedeceği her merhaleyi en büyük alakadarlıkla takib ve bu yolda bu kardeş milletin muvaffakiyetine nail olmasını temenni etmeyecek bir müslüman yoktur. Biz Afganistanın bu yolda terakki ve teceddüd etmesini bekliyoruz ve bu yoldan ayrılmayacağını zannediyoruz. Şu var ki matbuat-ı yevmiyyemiz tarafından ahiren verilen bir haber üzerinde biraz tevakkuf etmek mecburiyetindeyiz. Matbuat-ı yevmiyyemizin haber verdiğine göre geçenlerde Afgan Sefiri Sultanahmed Han tarafından ciddi ve mizahi bütün Türk gazetelerinin erkan-ı tahririyyesine Pera Palasda verilen bir çay ziyafetinde Afganistanın Mısır Türkiye İran gibi İslam milletlerinden istiftaya karar verdiğini söylemiştir. Matbuat-ı yevmiyyemiz içinde bu istiftaya cevab verenlerin birincisidir. ilk evvel Afganistanın esaret-i vicdaniyyeden halası lazım geldiğini bin-netice erkek ve kadın arasında hakiki bir müsavatın teessüs edeceğini hiçbir anane veya telkinin bu musavatı ihlal etmeyeceğini ifade etmiştir. in ifade etmek istediği esaret-i vicdaniyye ile bizim anladığımız esaret-i vicdaniyye arasında büyük bir tebayün bulunmakla beraber bizde İslam milletlerinin bir esaret-i maneviyyeye duçar olduğuna kaniiz in esaret-i vicdaniyyeden anladığı mana mollaların telkinanatına müslümanları irşad ettiğimiz takdirde müslümanlar her muvaffakiyeti her kemali tealim-i İslamiyye dairesinde lümanlığın kadına temin ettiği mevki-i hukukiyyeyi hiçbir kanun temin etmemiş ve etmeyecektir. Biz eminiz ki Afganistan salah ve teceddüd yolunu bu tarik-i İslamiye uyduracaktır. Afganistanın akvam-ı düştükleri birtakım hatalara düşmek değil bu akvamın tecrübelerinden istifade etmek bu hataları tekrar etmemektir. Binaenaleyh Afgan milletine bizim hatalarımızı tavsiye etmek ve bu hataların kadınlık hayatına verilmesi lazım gelen istikameti ifade ettiğini işrab etmek manasız bir hareketdir. Hürriyet-i nisvan namı altında Türk ve müslüman kadınlarının eline vesika vermek onları dans salonlarına sokmak yar u ağyarın koynuna düşürmek iyş ü mahcub edecek harekatı ihtiyar etmenin mahz-ı hata olduğunu her vicdanlı Türk itiraf etmekde ve bu yolun tedenni tereddi ve izmihlal yolu olduğu muhakkakdır. Hakikat bu merkezde bizim Afganlı dindaşlarımıza tavsiye edeceğimiz şey tahir ve afif münevver ve dindar her hakkı ve her vazifeyi esasat ve adab-ı İslamiyyeden telakki eden bir kadını gaye ittihaz etmelerini tavsiyeden başka bir şey değildir. Afganistanın reha ve itilasına ancak böyle bir kadınlık hadim olur. fezail-i İslamiyyeyi haiz faziletkar insanlar yetiştirmek ve faziletkar insanları Afgan gaye-i milliyyesine hadim kılmakdır. İslam nazarında taleb-i ilm hususunda erkek kadın ayrılığı yoktur. İslam nazarında hukuk ve vezaif mahkum bir erkek sınıfı ile bir kadın sınıfı yoktur. Müslim mukaddesi gibi kadının Hazret-i Ademin sol eğesinden yaratıldığını söylemez. Kuran-ı Kerim Allahın insanları “Nefs-i vahide”den ve zevcini de ondan yarattığını beyan eyler Müslümanlık kadının Ademı iğva ve idlal ettiğini beyan etmez Kuran-ı Kerim ikisini de şeytanın kitab-ı mukaddes telakki ettikleri kitab gibi kadını günahın menbaı telakki etmez. Bil-akis Kitab-ı Kerimimiz Yine aynı kitab-ı mukaddes kadını kocasının hizmetkarı kocasının öküzü merkebi ve sair eşyası gibi bir metaı addeder. Fakat Kuran-ı Kerimimiz kadınları bir memluk değil bir malik ve erkek gibi bütün hukuk-ı tasarrufiyyeyi haiz addeder. Yine o kitab-ı mukaddes tesmiye olunan kitab kadınları erkeklerin mahkumu addeder. Fakat Kuran-ı Kerimimiz kadınların erkeklerle müsavi derecede hukuka nail olduklarını izah buyurur. Garb alemi kitab-ı mukaddes tanıdığı kitabdan kendisine intikal eden bu ve bunların emsali telkinat karşısında kalarak bunlarla mücadeleye bunların tesiratından kurtulmaya çalışmıştır. Fakat bizim Kuranı Kerimden istifade ve istifaza etmemiz onun gösterdiği tarik-i felah ve rehaya girmemiz nunla mücadele ederek hakaik ve meali-i İslamiyyeye Aboneleri hitam bıulan kariin-i kiramın abone bedellerini ikmal etmek lütfunda bulunmaları veya aboneden sarf-ı nazar eylediklerini işar buyurmaları bilhassa rica olunur. Yakini idrakatimizi üç kısım olarak tasnif edebiliriz: Hakkan yakin aynen yakin ilmen yakin. Ben varım dediğim zaman hakkel-yakin bir şey ifade ederim. Burada alim ile malum hakikat-i vahidedir. Bilen ve bilinen bir şeydir. Fakat benim bedenim var ayağımın altında arz başımın üstünde sema var dediğim zamanda aynel-yakin bildiğim şeyleri ifade etmiş olurum. Burada malum alimin kendisi değil yanında ve huzurundadır. Ve bütün şühud-ı haricimiz bu kabildendir. Nihayet “Arz bir küredir ve benim gibi mukaddema yok iken sonradan yapılmıştır; bunu ve bunun gibi sair ecramı yapan bir halık vardır” dediğim zaman da “ilmel-yakin” bir şey ifade etmiş olurum. Bununla ben kendisi gıyabımda ve fakat asar ve delaili huzurumda bulunan şeyleri bilirim işte bizim bütün ilim ve fen dediğimiz şey bu üçüncü kısımdan ibaretdir ki bizi aynelyakin bildiğimiz huzurumuzdaki şeylerden ilmel-yakin bildiğimiz gıyabımızdaki şeylere götürür ve hiç şüphe yoktur ki ikisinin de mebnası hakkel-yakin olan bilgimizdir ki benliğimizin kendisidir tabir-i marufla kalb ve vicdanımızdır. Kalbimiz hakkan yakin kuvvetiyle aynen yakini ve aynen yakin kuvvetiyle ilmen yakini bulur. Ve bu suretle en yakından en uzağa gider sonra mütekabil bir say ve cehd ile ilmen yakini aynen yakine ve aynen yakini hakken yakine kalb etmeye çalışır. İşte tekamül ve terakki dediğimiz gaye nefsimizin bu suretle ilim ve nihayet visal-i külliye erişmiştir. Başmuharrir Sahib ve Müdir Şimdi evvela düşünelim: Bizi aynen yakinden ilmen yakine isal eden vasıta-i nazariyye nedir? Bilahare ilmen yakinden aynen yakine isal edecek vasıta-i ilmiyyemiz nedir? Bizi huzurunda bulunduğumuz mevcudata müteallik aynel-yakinden gıyabımızda bulunan mevcudata müteallik ilmen yakine isal eden vasıta-i nazariyye ancak illiyet kanunudur. Biz ancak bu kanun sayesindedir ki illet ile malulü temyiz eder ve birinden diğerine geçe geçe ezel ve ebedlere sari olan en uzak malumata vuslat-yab oluruz ve bunun için bütün ilim ve fünunun yegane rehberi bu kanundur ve bütün ulum ve fünunun tafsilatı bu kanunun tatbikatıdır. Bu kanunun bir ucu hakkel-yakin kendimizde diğer ucu da ilmelyakin vasıl olabileceğimiz mevcudatdadır. Kainat arasında tasavvur edebildiğimiz bütün münasebatın esası işte bu illiyet alakasında mündericdir. Bir illet ve malul alakası demek olan illiyet kanunu müteaddid suretlerle ifade olunmuşdur ki biz bunlardan burada mühim olan ikisini nazar-ı dikkate alacağız: Her mevcudun bir illeti vardır yani her mevcud vücudunu illeti olan bir mevcud-i mütekaddime medyundur; Her mevcud-i hadis veya mümkinin bir illeti vardır. Evvelki suretde vacib olsun mümkün olsun kadim olsun hadis olsun her mevcudun bir illete ihtiyacı nilen Icabiye mezhebi telakki-i eslafdan çıkarak buna mütemayil görünmektedir. Buna göre malul olmayan yese edildiği zaman bize ikincisi daha ziyade bir kuvvetle kendisini telkin eder. Çünkü biz malulden illete geçerken riz. Fakat illetden malule geçerken bu tereddüdümüz yoktur. Mesela müvellidül-hamuza ile müevellidül-manın bir mikdar-ı mütenasibde terkibleri su dediğimiz cismin tekevvününe bir illet olduğunu bildikden sonra her ne zaman o terkib hadisesini görürsek suya bi-hakkın intizar ederiz. Lakin bir adamın vefat ettiğini gördüğümüz zaman sebeb-i mevti katl ve intihar tesmim ve tesemmüm ya herhangi bir maraz olduğunda tereddüd edebiliriz. Maamafih alel-ıtlak bir sebeb ve illetin mevcudiyetinde de iştibah etmeyiz. Binaenaleyh illet-i ula veya illet-i mutlakayı isbatda iki tarikin kuvveti mütenasibdir. Biz bir tarafdan alel-umum alem-i zihnin diğer tarafdan alel-umum alem-i haricin illet-i ittisal ve münasebetleri olan Hak Tealayı her iki alemin illet-i ulası olarak aliyye isbat etmek mecburiyetinde bulunuruz. Ve kendi harekatımızı da ona göre tanzim etmeye çalışırız. cek mühim bir noktamız daha kaldığını unutmayalım ediyoruz? Bu nokta da bütün mesalik-i felsefiyye gözden geçirilince hepsinin iki nazariyeye müncer olduğunu görürüz. Biri suduri diğeri halk nazariyesidir. İlel ve malulata zahiri ve sathi bir nazarla bakanlar sudur nazariyesine kail olmuşlardır: Güya illet ile malulü evvelce yek vücud ve şey-i vahid iken illet malulünü güneşin ziyayı arza püskürdüğü gibi kendisinden ayırıp harice fırlattığına hüküm etmişler. Bu telakkiye göre ben ayağımın altındaki bir karpuzu tepip yuvarladığım zaman benden bir kuvvetin çıkıp karpuza girdiğini ve onu harekete geçirdiğini düşüneceğiz. Kezalik cazibe-i şemsin küre-i arzı tahrikini dahi böyle tasavvur edeceğiz ve nihayet mebde-i evvelin kainatı ibdaını da böyle tahayyül eyleyeceğiz. Hıristiyanlıkdaki eb ibn akidesi de böyle bir tevlid nazariyesiyle alakadardır. Lakin bu nazariyede bir malulün bidayeten illetiyle yek vücud olduğu halde ondan nasıl olup da infikak edebildiği noktasıdır ki meselenin künhünü teşkil eder. Ve bu muamma asla izah edilemiz. Bunu izah edebilmek ancak bir şart ile mümkündür; o da illetin malulünü evvel emirde kendisinde yok iken halk ettiğini edebildiğini kabul eylemektir. Bu kabul eylediği suretde ise ikinci nazariyeye rücuedilmiş olur. O halde madem ki halk ve icad nazariyesi zaruri oluyor bunu sudurdan büsbütün mütemayiz olarak kabul etmek daha makul ve daha muvafıkdır. Çünkü bu suretde mak lazım gelecektir. Halbuki illiyet kanunu kendisi bu telakkiye bir madde-i nakzdır. Eğer öyle olsa idi illiyet kanununun mevcudiyetine de bir illet aramak lazım gelecekdi ve o zaman bu kanun hem ilimde mebde-i azimetimiz olamayacak hem kendi kendini yıkmış olacaktı diğer tarafdan kadim ve ezeli ve vacib olan bir mevcud için kendine bizzat mütekaddim bir illet tasavvuru tenakuzdur. Bunun için illiyet kanununun bu sureti zaruri olmadığı gibi mütenakız da olduğundan biz-zarure muhaldir. Binaenaleyh illiyet kanununun zaruri olan ifade-i sahihası ikinci suretdir; Yani “mukaddema yok iken vücuda gelen her mevcud bir illet ile mesbukdur.” Filhakika böyle olmasaydı o şey kendi vücudunu kendisi iktiza etmiş olurdu. Ve o halde mukaddema yok olmamak ve bilahare de yok olamamak lazım gelirdi. İşte bütün ulum ve fünunumuzun mebdei olan illiyet kanununun ifade-i sahiha ve zaruriyyesi böyle olunca alemde taharri-i hadis ünvanıyla iki kısma tefrik etmeye mecburuz. Eğer hadisatın tesbit edebildiğimiz illetleri de hadis iseler ve mesela hadis olan arzın hareketine illet olarak yine hadis bildiğimiz şemsin cazibe veya dafiasını kayd ediyor ye ve nihayet vacibül-vücud bir illet-i kadime itikadında karar kılmaya zaruret his ederiz ki bu itikadımız aynelyakin değil ise herhalde ilmel-yakindir. Ve hatta beka-yı kuvvet kanunu denilen kunun-ı azim bu itikadımızla alakadardır. bütün ulumumuzda seyrimiz bu iki tarik-i mütekabilden birisiyledir. Aynel-yakin olan malumatımız evvel emirde muhit hadisatı teşkil ettiğinden ilimde ilk seyrimiz malulden illete doğru bir hareketdir. Mesela biz arzın kürevi olduğunu kureviyyetin asar ve alaimi olan birtakım hadisatdan anlarız. Arz kürevidir dediğimiz zaman aynen yakin değil bir ilmen yakin ifade edebiliriz. Biz arzı karşımızda duran bir küre olarak müşahede etmiyoruz fakat müşahede ettiğimiz birçok asar ile arzın küreviyyetini görmüş gibi biliyoruz artık bu asarın illeti olan küreviyyeti ve şekl-i arzı tayin eyledikden sonra onun birçok netayic ve münasebatanı kıyas ve istintac tarikiyle hesab edebiliriz. Deryada bir geminin hareketindeki halat gibi asardan ve yakinidir bunun zımnında ondan daha evvel bir ve hatta zaruridir. Eğer o itikadımız bizde hakkel-yakin mevcud olmasa idi o harekat arasındaki münasebata hükmedemez ve küreviyeti bulamaz idik. Fakat malulat-ı meşhudeden illete intikal eden ilim müşkil mesele hal edilerek işin içinden çıkılmış olur mu? Her ilmi meselenin mensub olduğu ilim dairesinde ve o ilmin usul ve kavaidine tevfikan halli lazım gelirken mesela bir mesele-i riyaziyyenin kavaid-i riyaziyyeyi nazar-i itibare almaksızın halline kalkışmak kadar merdud ve müzeyyef bir hal tasavvur edilemez. Böyle amiyane bir teşebbüsle ilmi istihfaf ilmin tayin eylediği yollardan sıyla cahil denir söylediği sözlere zerre kadar ehemmiyet verilmez. Kendisiyle istihza edilmese bile zavallının haline acınır. Kabil-i irşad ise kendisine nasihat edilir. Cehlden tahlis-i nefs edecek yollar gösterilir. Eğer akıl ve insafdan nasibi varsa söylenen sözlerdeki isabeti takdir ederek düşmüş olduğu varta-i hüsrandan çıkmaya kabul eylemiş olduğu yanlış fikirlerden kurtulmaya çalışır. Akıl ve insafdan nasibi yoksa inad ve ısrarında sebat ederek cehliyle haşr olur. Tebliğat-ı semaviyyeden kat-ı nazar edilecek olursa her mesele gibi vücud-ı Bari meselesi de insanların en yüksek bilgilerinden olan insaniyetlerine şeref ve revnak veren felsefe-i ulaya aid bir mesele-i muazzamadır. larıyla temyiz etmiş olan birçok büyük adamlar hayat ve memata ve üssül-esas-ı kainata taalluku izahdan müstağni olan bu meseleyi tedkik hususunda ilmin gösterdiği vetireleri rehber-i harekat ittihaz etmişler; müfekkirelerinin bütün kuvvet ve kabiliyetini istimalden geri durmamışlar eserler vücuda getirmişler fikirlerini makul ve makbul birçok delillerle teyid eylemişler. Bunların hiç biri kuru söze kıymet verip halkı kavl-i mücerredlerinin kabulüne davet etmemişlerdir. Vasıl oldukları netice ister müsbet olsun ister menfi her iki suretde de mahsul-i eylemişlerdir. Bu vadiye sülük ve her mesele gibi bu mühim meselede de usulü dairesinde hareket eden adamlar her ne fikirde bulunurlarsa bulunsunlar orası kendilerine aittir. Fakat ilim mevkiflerine uğramadan o mevkiflerde durmadan “Allah yoktur” kavl-i mücerrediyle bu kadar azim bir mesele hal edilmiş olmaz. Bu batıl dava altında toplamaya kalkışmak masum kalbleri mühlik bir zehir ile tesmimden bunun tehlikesini mazarratını tamimden başka hiçbir netice vermez. Elim olduğu kadar vahim olan bu hal ise bir nokta-i nazara göre gülünecek diğerine göre ağlanacak bir haldir. Sekiz on yaşındaki mekteb çocukları bile Cenab-ı Hakkın zaman ve mekandan münezzeh olduğunu bildikleri halde akıl ve daniş iddiasında bulunan bazı kimselerin Vacib Teala farz etmek tenakuzundan da kurtulunmuş olur. Bundan dolayıdır ki bütün eazım-ı mütefekkirin nazarında illiyet alakasının ifade ettiği tesir sudur değil halk ve icaddır. Ve bu halk ve icad ilel-i mütevassıtanın hayluliyetiyle olup olmamakdan eammdır. Binaenaleyh illet-i ula-yı vücud olan Hak Tealanın tesiri halk ve icad eder; tevlid ve ısdar veya işrak ile değildir demekde tamamen haklıyız. Bunun içindir ki Hak Teala yegane Halik-ı Tealadır. Ve yine bunun içindir ki Kuran-ı Azimüş-şanda buyurulmuştur. İşte müslümanın yegane mabudu bu Halik-ı azamdır. Benim mabudum en bi-vaye kaldığımı zannettiğim zamanlarda bile kendisine bütün ümid ve amalimi rabt ederek perestiş ettiğim Allahım ancak beni yed-i kudretiyle terbiye ederek ruhani ve cismani muhtac olduğum kemalatı bahş eden ve her an etmekde bulunan Rabbimdir. Benim Rabbim de benim halikım kim ise ancak odur. Benim halikım ise gerek alem-i ervahın gerek alem-i ecsamın hepsinin illet-i ulası olan Lillahil-hamd ki ben hakkal-yakin kendi varlığımı aynel-yakin şu kainat-ı hadiseyi müşahede ederek onun bana verdiği akl u mantık ve şuur u vicdan ile ilmelyakin bu iman ve itikada vasıl oluyorum. Ve lillahil-minne böyle bir kalbe malik bulunuyorum. Ve Rabbimden maadasına karşı bütün mevcudiyetimle ilan-ı hürriyyet ediyorum. Ve Allahdan başka hiçbir şeye kul olmak istemiyorum. Acaba bu marifet ilmel-yakin vasıl olduğum bu iman ve itikad bana her vechile kafi midir? Bu iman ile benim muhtac olduğum bütün kemalat-ı vücudiyye bil-fil hasıl olmuş bulunur mu? Şüphe yoktur ki bir hakikati keşf etmekle ondan bilamel Binaenaleyh ben ilmel-yakin vasıl olduğum bu hakikate aynel-yakin ve hatta hakkel-yakin vasıl olabilmek için fiili ve ameli olan diğer bir tarike ihtiyacım vardır. Bu tarik ise irade tarikidir. Cenab-ı Hakkı İnkar Edene Ne Demeli? Acaba “Yalnız Allah yoktur” demekle nice asırlardan beri ukul ve ezhanı işgal eylemiş olan bu muaddal ve den daire-i akıl ve insafdan haric yavelerle halkın idlali kulub-ı masumenin iğfali cihetine gidiliyor? Her hususda olduğu gibi itikadiyat hususunda da bizim felaketimizi mucib olan amil kara bir cehaletden başka bir şey değildir. Biz her şeyden evvel cehlimizi izaleye çalışmalıyız. Şurasını katiyyen bilmeliyiz ki mesail-i itikadiyyede zulmetin timsal-i sahihi olan cehli rehber ittihaz edecek olur isek gideceğimiz yer gayya-yı izmihlaldir. ra da kendisini o gayeye isal edecek tariki ihtiyar eder. Gaye muayyen olmakla beraber ona götürecek yol mechul olursa Kabeyi kasd eden bir adamın Frengistan yoluna gitmesi tanzir edilmiş olur. Yine tekrar ediyoruz ki ilmin söylemek salahiyetini haiz olduğu yerlerde cehlin susması lazımgelir. Fakat cehlin gözlerini kapamak kulaklarını tıkamak suretiyle muttasıl haykırmak istediği yerlerde ilmin susması da pek na-beca değildir. Yalnız teessüfe şayan olan bir nokta vardır ki o da bu haykırmak isteyen cehlin savt-ı enkeriyle bu savt-ı enkerin tazammun ettiği şürur ve mefasid yalnız kendisine münhasır kalmıyor; birçok sathi sade-dil kimseleri tesmim ve berbad ediyor. Yine temenni edelim ki Cenab-ı Hak içimizde bu gibi adamların adedini teksir etmesin ve an-cehlin o zümreye iltihak eden yahut vererek kendilerini izale-i cehle medar olacak esbaba tevessül ettirsin. Hayat-ı ferdiyye ve ictimaiyyede her hakkın mukabilinde bir vazife mevcuddur. Asıl marifet sırr-ı medeniyyet haklarla vazifeler arasındaki tevazünü temin ederek her hakkın ve her vazifenin hudud ve şurutunu çizerek ahenk-i medeniyi selamet-i insaniyyeyi temin etmekdir. Hukuk ve vezaifin tayin ve tesbiti sırasında muhtelif hürriyet ve hareketlerin de tahdidi menafi-i zam ve intizam-ı ictimainin muhafazasıdır. Tecrübe ve zaru-retlerle kesb-i rasanet eden bu lazimelerin üssülesası edyanda mevcuddur. Çünkü beşeriyetin ihtiyacat ve inkişafatına kabiliyetine göre en güzel tekemmülleri vazeden edyan-ı Halikı tanımak umde-i esasiyyesinden sonra nizam-ı ictimai ve nüfus-i insaninin yevm-i mukaddere kadar bekasını müemmen olan hak ve vazife hazretlerini semavatda yahut feza-yı na-mütenahide teleskopla aramak aradıklarını bulamadıkları cihetle ceffel-kalem inkara cüret etmek gibi ağrebül-garaib ve acebül-acaib ıtlakına seza bir dava ile ortaya atılmaları yalnız ilim ve irfan sahiblerini değil Darüşşifada taht-ı tedaviye alınan hastaları bile güldürecek bir dalal-i azimdir. İnsan böyle düşünen kafaları gördükçe halka mahsul-i marifet diye kabul ettirmek istedikleri hezeyanları okudukça ne yapacağını ne söyleyeceğini şaşırıyor. Dalalin bu derecesi çok fecive çok havsalasuzdür. Temenni edelim ki Cenab-ı Hak ümmet-i Muhammedi fesad-ı aklın en acıklı alaiminden olan bu gibi şeylerden masun ve mahfuz buyursun. Yukarıda söylediğimiz gibi vücud-ı Bari meselesi öyle birtakım sathi-nazar kimselerin ilim ve hikmete nazar-ı sahiha müstenid olmayan indi fikirleri batıl muhakemeleriyle hal edilecek mesail-i adiyyeden değil tam bir şuur kafi derecede bir vukuf ile hal edilecek mesail-i aliyyedendir. Dinsizliği tamime hadim olan fikirler mevzubahs edildikçe söylenen sözlerin garbdan muktebes ve asar-ı garbiyyedeki ara-yı saibe ile müeyyed olduğu ileri sürülüyor. Ve alelekser dinsizlerin ilm-i hali hükmünde olan “Kuvvet ve Madde” ile ona mümasil birtakım eserlerin münderecatı red ve cerhi gayr-i kabil delail suretinde Filhakika Avrupa feylesoflarından bazılarının bu vadide yazılmış eserleri yok değildir. Fakat emin olmalı ki bu fikr-i sakimin nakizini iltizam eden ve her biri alem-i olan diğer birtakım feylesoflarla onların eserleri de vardır. Acaba birinden bahs eylediği sırada niçin diğerlerinden bahs edilmiyor? Birinin fikri nakl olunduğu esnada neden diğerlerinin efkarı meskutün anh kalıyor? Niçin yekdiğerine muhalif olan efkar nazar-ı sahih ile tedkik ve muhakeme edilerek ortaya müsbet yahut menfi bir netice çıkarılmıyor da ilmen iki paralık kıymeti haiz olmayan akval-i mücerrede ile iktifa ediliyor? Akıl ve insaf bunu mu iktiza eder? Aklı insafı olan kimseler böyle gülünç ve maskara bir yola mı girdi? Mesela Sokratdan Eflatundan Aristodan Platondan itibaren Sen Ogüsten Sen Anselm Sen Toma Donskot Okkam Birono Dekart Paskal Bosoe Fenelon Malberanş Sipinoza Leipzing Kant Luk Beykın Nivton Klark Hegel gibi muş olan yüzlerce adamlar alim feylesof değil mi idiler? Niçin bunların uluhiyet hakkındaki sözleri nazar-ı neticesinde tasdik yahut inkar edilmiyor da daire-i ilimSEBILÜRREŞAD - - Böyle bir cemiyetde intizam tesanüd-i ictimai seciyye rasanet-i aileviyye huzur ve sükun mefkud olur. Çünkü menfaat-i umumiyye mülahazatı kıymet-i hakikiyyesiyle hiçbir vakit hakim olamaz. Şahsi ve umumi hürriyetler her vakit tecavüze maruzdur. Tarih şimdiye kadar gelip geçen akvam-ı münderesenin akıbet-i hayatiyyelerini kayd ederken ahlaki kuyudatın bu akıbetlerde en mühim amil olduğunu işaret ediyor. Roma ahlakı terk ettiği rasanet-i ictimaiyyesinin ailesinin sukut ettiği zaman barbarların istilası altında parçalandı. Yunaan kadim gayr-i ahlaki esaslarla heyet-i ictimaiyyesini sukut ettirdikden sonra artık yaşayamadı. Bizanslılar ahlaksızlıkla ve bunun tevlid eylediği adem-i tesanüdle mahv oldular… Beşeriyeti vakit vakit ihtirasat yüzünden kanlara bulayan medeniyeti harabe-zara çeviren ahlaksızlık ictimai hayatdaki kesif tezahüratından başka bir şey midir?... Milletlerin gerek dahilen su-i idare gerek haricen harb ve istila felaketlerinden çektikleri hep ahlaksızlık yüzündendir. Daha henüz unutulmayacak kadar yakın bir zamana aid olan Harb-i Umumi de cihan ahlakının infisahı neticesidir. Şahısları heyet-i ictimaiyyeleri serapa bürüyen fazla taşarak umumi infilakı intac etmiştir. Eğer ahlak-ı umumiyye başkalarının hakkını tanıyacak ve fakat kendi hakkını da tanıtacak kadar mütekemmil bir seviyyede olsaydı ne bu harb olur ne de medeniyet na-kabil-i telafi felaketlere uğramış bulunurdu. Harb-i Umuminin ilanına müteallik serairin ifşası milletlere pek çok hakikatler öğretti. Ferdi ve umumi Harb içinde felaketden nasıl istifade edildiği nev-i beşerin kan ve kemiklerinden nasıl intifavasıtaları keşf olunduğu nefret ve istikrah ile görülmüştür. Harb-i Umumi Diyanetden zaruret-i medeniyyeden nebean eden ruhunu imtisas eden ahlakın sukutu pek tabii olarak itikadsızlığı tevlid eylemiştir. mefhumlarını emr etmiştir. Bil-cümle edyanın insanlardan evvela taleb eylediği şey iman billahdan sonra fezail-i ahlakıyyedir. Peygamber-i zişanımız “Ben ancak ahlak-ı saliha ve fazılayı itmam etmek için bas olundum” buyuruyorlar. Bundan dolayı dindarlıkla Müslümanlıkla ahlak katiyyen infisal kabul etmiz yekdiğerine merbutdur. Ahlak nedir?.... Kendisi hakkında temenni eylediği saadetleri başkası hakkında da esirgememek şahsı hakkında fena gördüğü hallerden başkasını da sakındırmaktır. Edyanın ve bilhassa ekmel din olan İslamiyetin kurduğu bu esas-i ulvi hem hürriyetleri muhafaza edecek ve hem de su-i istimaline maniolacak yegane çaredir. Hukukun vasibir şubesini teşkil eden ahlak heyet-i him amil olduğu kadar su-i ahlak da milletlerin sukut ve inhilaline yegane sebeb teşkil eden bir felaketdir. Ahlaksızlık her şeyden evvel tecavüz-i hakdır. Maddi tecavüzler bila-vasıta eşhası mütezarrır eder. Bu tecavüzü kanun-ı ceza tedib ve tenkil eder. Fakat bil-vasıta gerek eşhasın ve gerekse heyet-i ictimaiyyenin hukukunu ihlal ve hürriyetine tecavüz eden ahlaksızlık cemiyete zararı ara yerdeki fark yek nazarda görülüp görülmemesinde değildir. Netayici itibariyle maddi tecavüzleri de tehiyye eden ona için için zemin hazırlayan yine su-i ahlakdan başka bir şey değildir. Bunun içindir ki; bütün milletler hissiyat ve adab-ı umumiyyeyi tesanüd-i ictimaiyyeyi muhafazaten cadeleye mecbur kalmışlardır. Heyet-i ictimaiyyelerin devam ve bekasının ruh-ı aslisi maneviyat ve ahlakdır. Akvamın mesned-i tekamülü ahlakdır. Ecza-yı ferdiyyesi ahlakdan uzaklaşan heyet-i Fakat hakiki vechelerinden bu kadar uzaklaşan insaniyet medeniyetden de uzaklaşmaya başlamıştır. Ruhi bir fevzadan ibaret olan muvazenesizlik neticesinde huzur ve vicdandan mahrum olan sefalet-i iktisadiyye maiyyeler artık istikamet-i hayatiyyelerini tayin edecek kabiliyetden mahrum kalmışlardır. İnsani mefkureleri tehdid eden mühlik cereyanlar müfrit akideler her gün daha kuvvetle ruh-ı medeniyyeti sarsmaktadır. Bolşevizm Anarşizm müfrit Sosyalizm… hayat-ı akvam için müdhiş akıbetler hazırlamaktadır. Bugün Bahr-i Muhitde fırtınalar arasında dumansız bir tekne gibi istikametini gaib eden cihanın huzur ve sükunetini refah-ı asudegisini bir salahın zaruri olduğunu kabul etmek ve bu esaslar dahilinde çalışmakdır. Bugünün en insani inkılabı beşeriyeti ahlak ve fazilete ısındırmaktır. Cihana aid olan bu muvazenesizlikden heyet-i ictimaiyyemiz de nasibedar-ı alam olmuştur. Harb-i Umumiden mağlub çıkan milletimiz sefalet-i ictimaiyye iktisadiyye Buna rağmen heyet-i ictimaiyyemizi el-yevm yaşatan ve zinde bulunduran en mühim amil ahlak ve maneviyatdır. Bunu da garbda asırlarca evvel başlayan tefessüh-i manevi ve ahlakinin camiamız dahilinde henüz tamamıyla faaliyet imkanı bulamamasına medyunuz. Esasen heyet-i ictimaiyyemizi asırlardan beri devam eden bu kadar harici tecavüzlere Ehl-i Salibin tecavüzat-ı mütevaliyyesine rağmen masun bulunduran kabiliyet-i tedafüiyye ve hayatiyyemizi muhafaza ettiren yalnız en yüksek esaslara merbut olan kıymei-ı maneviyyesidir. Buna mücahede-i milliyye tarihinden daha canlı daha yüksek bir isbat olamaz… Milleti kurtaran yüksek bir azimle ahlakı kuvve-i maneviyyesi ve maneviyyatı idi… Dün topsuz tüfenksiz olduğu halde milletimize en şerefli bir zaferi temin eden bu esaslar yarının terakki ve tekamülünde de en büyük bir amildir. Camiamızı da istila etmek isteyen cihan fevzaları hakiki medeniyeti kan ve ateş içinde öldüren sahte medeniyet dansı kumarı fuhşu itikadsızlığı zaruri bir çare-i temeddün gibi bünye-i ictimaiyyemize sokarak harabiyet ve felaketlerimizi itmam ve ikmal etmek istiyor. Maddi ve ahlaki sahalardaki boşluğa bir de manevi boşluk kesmek icab eder. heyet-i ictimaiyyemizi kurtaran ve kurtaracak olan en ciddi esaslar ahlak ve maneviyatdır. Bu esasları takviye ve tarsin etmekle milletimiz için değil belki hüsran ve felaket içinde yüzen bütün bir cihanın huzur ve sükunu refahı namına en rehakar fazileti en yüksek nur-i hidayeti göstermiş olacağız. Arazi devletin malı idi. Hazret-i Ömer bütün dünyaya bir irad nizamı ihda etmiştir. Ahkam-ı veraset ise büyük arazi sahiblerinin yahut milyonerlerden müteşekkil bir hattın devamını imkansız bırakmıştır. İrtihal eden her müslümanın mirası birçok kısımlara ayrılıyor ve binnetice neslen bade neslin arazi ve emlak mütemadiyen nı hibe edemediği halde hususat-ı hayriyyeye ve devlete edilmesiydi. Din-i İslam ağniyayı beytül-male yahut müstehıkk-ı fukaraya senevi varidatının la-ekall yüzde iki buçuğunu itaya şeran mecbur etmiştir. Bu suretle fukara ağniyanın hesabına kesb-i servet ediyordu. Peygamberimize bu hususda sual sorulduğu zaman bu suretle cevab vermişti: “Zekat ağniyanın malından fukarayı zenginleştirmek listlik o kadar yükselmiştir ki bir insan tarlasını bir müddet zeretmeyecek olursa komşuları tarlasını umumi bir mülk addederek onu zeredebilirler. Bütün efrad-ı beşeriyyenin kardeş olduğu ve hepsinin yekdiğerine yardım etmeleri icab ettiği esası üzere Müslümanlık her nevifaizi haram kılmıştır. Bu suretle ticaret sanat say ve iktisad teşvik olunmuş bankalarda para biriktirmek gibi harekata mahall bırakılmamıştır. Bundan başka bir ferdin para ikraz ederek kapitalist olmasına mahal bırakmamakla kapitalizme bir darbe indirilmiştir. Müslümanlık kumarı ve bütün talioyunlarını da menetmiştir. Maksad başkalarının yahut talileri pek müsaid olmayanların hesabına birtakım insanların kesb-i servet etmesine imkan bırakmamaktadır. İhtikar her neviyle Müslümanlık tarafından takbih edilmiştir. Artık Sosyalistliğin başlıca üç vechesini hürriyet uhuvvet ve müsavatı tedkik edebiliriz. Her müslüman en mükemmel hürriyetden müstefiddir. Müslümanlar ancak Allahdan korkarlar. Müslümanlar her namazda Zat-ı ecell ü aladan başka bir kimseye ibadet etmediklerini ve Zat-ı kibriyadan başka bir kimseden istimdad etmediklerini tekrar ederler. Uhuvvet ve müsavata gelince uhuvvet-i İslamiyye ebed-hayat bir abidedir. Müslümanlar daima bir ailenin azası olarak yaşayacaklardır. Müslümanların yekdiğerine karşı hissiyatı hakiki kardeşlerin birbirlerine karşı duydukları hislerdir. Kuran-ı Kerim müslümanlara karşı her müslümanın kalbine muhabbet ve şefkat ilka ettiğini haber verir. Rütbeler sınıflar müslümanların nazarında manasız şeylerdir. Peygamberimiz “ ben anSEBILÜRREŞAD - - rukun devrinde müslümanlar cinayetlerin irtikabını men sanlar fikirlerini gizleseler veya izhar etseler de Cenab-ı Hakkın onları mesul edeceğini beyan buyurmaktadır. Müslümanlar sirkat etmezlerdi. Çünkü her yerde hazır ve nazır olan Cenab-ı Hakkın gazabından korkarlardı. Müslümanlar doğruyu söyler yetimleri korur biçarelere yardım eder rıza-yı Bariyi ihraz yolunda başkaları için fedakarlıkda bulunurlardı. Bu suretle müslümanlar bir mefkure ile meşbubir mevcudiyet teşkil ediyorlardı. Milletin başında şahsi arzularını tatmin hırsından azade Allahdan korkar insanlar vardı. Müslümanları irşad ve mürakabe eden kuvvet bu iman idi. İşler bu yolda yürüdükçe hodgamlık münhezim olmuş Sosyalistlik en hakiki manasıyla muzaffer olmuştu. Bütün bu izahatımızdan garb Sosyalistliğinin yanlış esasata ibtina ettiği görülüyor. Binaenaleyh ondan ancak buhran ancak heyet-i ictimaiyyenin tarumar olması gibi neticelerin tevellüd etmesi pek tabiidir. Bugünkü şekliyle Sosyalistlik yüksek bir saikden istifade etmezse hiçbir vakit hedefine erişmez. Mükemmel bir Sosyalistlik insanların müsavatını istihdaf ediyorsa ve bizden başkaları için yaşamayı taleb ediyorsa devleti Sosyalist yapıp ferdin fikrine bu esasları yerleştirmeyi düşünmemek abesdir. Bu dünyanın maverasında bir şey ummayan bir insanın nefsini feda etmesi kendisine teklif olunamayacağından bunun yegane çaresi dine bağlanmaktır. Fikirlerde esasat-ı iştirakiyyeyi yerleştirmek fikrin ruhanileştirilmesine vabestedir. Diyanet bu hedef için çalışmaktadır. Diyanet sayesinde kavanin-i tecelli eder. Diyanet bu sıfatı kaplayan hırs örtülerini luk etmek şahika-i kemaline isal eder. Müslümanlığı bu nokta-i nazardan muhakeme ederek fikr-i beşeri ne kadar tekamül ettirdiği müslümanların ruhaniyetini inkişaf ettirmek hususunda ne kadar muvaffak olduğunu tedkik edelim: Müslümanlığın esasat-ı iştirakiyyeyi tamamıyla tatbik edecek derecede ferdin fikrini tanzim ve ila ettiğini yukarıda göstermiştik. Bundan başka Müslümanlık beşeriyeti şahika-i kemale bila-tereddüd söyleyen yegane dindir. Kuran-ı Kerim “Fıtrat-ı İlahiyyeyi iktisab” etmekliğimizi tavsiye bu yurur. Peygamberimiz “Ahlak-ı İlahiyye ile tahalluk” etmemizi emr eder. Kuran-ı Kerim sıfat-ı İlahiyyeyi bu üç kelimede cemetmektedir: Malik Rahman Rahim. Bunların manalarını uzun uzadıya izaha hacet yoktur. Şunu söylemek kifayet eder ki niam-i ilahiyye üç ser levha altında kabil-i tasnifdir: Birincisi kesb-i istihkak cak sizin gibi beşerim” demekle bütün müslümanlar için en mükemmel bir nümune-i imtisal olmuştur. Dini cemiyetlerde bile bu demokrasi esasatı caridir. Müslümanlar beş vakit namazı yahut Cuma namazını yahut salat-ı iydeyni eda ediyorken bu hakikati tecelli ettirirler. Bizim selamlarımız bile Sosyalistlik esasatına mübtenidir. Müslümanlığın saye karşı vaziyetini bilmek çok lazımdır. Bunu beyan etmek için size aleyhissalatü vesselam Efendimizin birkaç hadis-i şerifini okuyacağım: Sabah akşam Allaha ibadet ediniz. Gününüzü işlerinizle Ne kendisi ne de başkaları için çalışmayan Cenab-ı Hakdan mükafata nail olmaz. Muktedir ve layık olduğu halde çalışmayana Cenab-ı Hak merhamet etmez. Ya Rab! Beni acz ve ataletden vikaye et! Namusuyla çalışıp maişetini kazanan Allahın sevgili kuludur. Kendi sayiyle maişetini kazanıp dilenmeyenlere Cenab-ı Hak merhamet eder. Alnının teri kurumadan çalışanın ücretini tediye ediniz. Mahmud Şah ile Evrengzib gibi Hindistan padişahları kendi maişetlerini kazanmak için birtakım işlerle meşgul olurlardı. İslam Sosyalistliğinin sebeb-i muvaffakiyyeti evvela halkı badehu devleti Sosyalistleştirilmiş olmasındadır. Müslümanlık ferdiyet üzerinde kati bir zafer ihraz etmiştir. Hazret-i Aliden rivayet olunuyor ki müşarunileyh bir harb esnasında düşmanlarından birinin boynunu uçurmak üzere iken bu düşman Peygamberimizin damadına karşı his ettiği şahsi garazı dolayısıyla yüzüne tükürmüştü. Hazret-i Ali derhal kılıcını kınına geçirmiş ve bir intikam-ı şahsiyi tatmin etmeye tenezzül etmeyeceğini söylemiştir. Elhasıl en müfrit esasat-i iştirakiyye en büyük muvaffakiyetle tatbik olunmuştu. Ahd-i Saadetde Hazret-i FaSEBILÜRREŞAD - - Musa ve Isa aleyhimüsselam akvamı dahi mütedeyyin Hiçbir ümmet yoktur ki kendilerini inzar edecek bir adam gelmiş olmasın. Belki her milletin kendi cinsinden ve kendi lisanında nebi geldiği muhakkakdır. ayeti celilesi bunu teyid eder. Hiç şüphesiz mukteza-yı hikmet ve adalet-i mülahaza olunursa hiç şüphesiz her kavme nebi ve münzir gönderilmiş olduğu anlaşılır. Bilahare cehalet tebdil etmişler; küfre put-perestliğe ateş-perestilğe nihayet aklın kabul etmediği şeylere taabbüde kadar yuvarlanmışlardır. Zaten cehalet insanları küfürden başka bir yol sevk edemez… Biz burada bilahare küfrün de ne suretle din şeklini aldığını hulasa edeceğiz.Ehl-i basiret insaf ile muhakeme ederse cehaletin neticesini şimdiden görebileceği gibi avakıb-ı umuru da keşf edecek kadar ibret alabilir ümidindeyiz. Bu cihetleri izah etmek için şimdiye kadarMecusi diye tanımakda olduğumuz milletin mutekadatını hulasa edeceğiz. Hindistanda maruf mezahibe “Hindu Derm” ıtlakı şayidir. “Hindu Derm” tarihini tedkik edenlerin tahkikatına göre bu mezhebin itikadat-ı evveliyyesi tamamıyla din-i Musaya tevafuk etmektedir. Hatta maruf Kirişnenin çocukluk ahvali Musa aleyhisselamın hin-i sabavetinde meşhur olan vekayie pek ziyade benzediği rivayet olunur. Kitablarında da kütüb-i semaviyye üslubu mevcud olduğunu kayd etmişlerdir. Bugün Hindu uleması beyninde maruf kitablar Vid yahut Biddir ki Hindular nezdinde mukaddesdir. Bu kitab esas itibariyle birkaç kitabdan ibaretdir. Bias namında bir zat tarafından cemolunarak tehzib ve telhis edilmiş olduğu mervidir. Bias mütekaddmin-i felasife-i Hindden ettiğimiz; ikincisi müstehak olduğumuzdan fazla ve kemal-i mebzuliyyetle nail olduğumuz; üçüncüsü hiçbir say mukabilinde olmayarak bize ihsan olunan niam-i olan zat-ı alanın ihsanıdır. Şimdi de beşeriyeti Sosyalistlik nokta-i nazarından derpiş edecek olursak onun üç ve yalnız üç dereceye münkasem olduğunu görürüz: Birincisi ihtiyacatına kifayet edecek derecede kazananlar ikincisi ihtiyacatına kifayet edecek derecede kazanamayanlar üçüncüsü maişetini kazanamayan yahut kazanmakdan aciz olanlar. Asri Sosyalistler bu sınıflardan birine dahil olmayacak bir sınıf gösteremezler. Fakat bugün Sosyalist tesmiye ettiğimiz zevat vaziyetin ıslahına yarayacak bir şey yapamamıştır. Bu vaziyeti din-i mübin-i İslamdan başka bir din ıslaha kadir değildir. Acaba Müslümanlık bunu nasıl ifa ediyor?. Müslümanlık bize ahlak-ı İlahiyye ile tahalluk etmeyi öğretiyor. Malik olan Allaha ibadet etmek istiyorsak herkesin hakkını vermeliyiz. Rahim olan Allahın kulları olduğumuzu kabul ediyorsak insanlara haklarından ziyadesini vermeliyiz. Rahmaniyet tecellisine mazhar olmak istiyorsak garaz ve ivaz beklemesizin hayr-hah ve şefik olmalıyız. Müslümanlık bu esasatı daha ileriye götürmüştür. Cenab-ı Hak adl ü ihsanı akrabaya itayı emr ediyor fuhşiyatı münker ve bağyi nehy ediyor. Bu suretle herkese hakkını vermeyi herkesle muamele ediyorken alicenabane hareket etmeyi hayr-hah olmayı akraba ve taallukatımıza yaptığımız iyiliğin mukabilini beklemediğimiz gibi o şekilde iyilik yapmayı emr ediyor. Bu evamir Malik Rahman Rahim sıfat-ı İlahiyyesiyle mütevazidir. Tarihen malum olan zamanlardan beri insanlar hiçbir asırda dinsiz kalmamışlardır ve kalamazlar. insan fıtraten tedeyyüne müsteid olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da her millete vaktiyle Peygamber göndermiş olduğu muhakkakdır. deyyin olduğumuz din-i İslam ile Hazret-i Nuh İbrahim Şura Suresi Fatır Suresi sani İmam-ı Rabbani hazretleri keşfiyatında Hindistanın bazı kıtalarında nur-ı nübüvvet nümayan olduğunu zikr ediyor ki Kirişneye işaret olunduğu iddia edilmektedir. Kirişneye mensub yani nağamat-ı İlahiyye nam kitab Hindular tarafından ila yevmina haza takdis olunmaktadır. t namında diğer bir kitab da Kirişneye isnad olunarak takdis olunuyor. Sainat DermyahutBrahman Dermnamıyla tedeyyün edenlerin itikadlarına göre Cenab-ı Hak insanlara hayatda üç sıfat ile tecelli eder; yani Birma Vişno Şib namlarıyla müsemma üç melaikeyi tevkil eder. Yahut Cenab-ı Hak bu üç firiştede temessül eder: İlim ve din talimatındaVişnoda ihya hususundaBirmada ematedeŞibde temsil eder. Eğer insanlar da terbiye-i ahlakıyye ve ilm-i İlahide kesb-i kemalat ederlerse Cenab-ı Hak insanların kalbinde dahi temessül eder o zaman Bu mezheblerde bas badel-mevt itikadı dahi vardır. CenneteSürekve cehennemeNerektabir ederler. Hukuk-ı ibad hakkullah hatta hayvanat hakkı mukaddesdir. Ervah-ı Beni Adem umumen ruh-ı azamdan gelmiştir saadet-i beşer de tekrar ruh-ı azama rücuile hasıl olur derler. Perm ruh manasındadır.Permatma ruh-ı azam manasındadır. nisbetinde Permatmaya vasıl olurlar. Fakat insanlar fıtratda muhtelif oldukları cihetle herkes bir ömürde o kemalata vasıl olamaz. Havass-ı beşer nadiren bir ömürde vasıl olabilirlerse de avam istidadı nisbetinde birkaç tenasühden sonraPermatmaya ruh-ı azama vasıl olur derler. Hindularda ibadet secdeden ibaretdir Allahın kudret ve azametine delalet edecek her ne olursa olsun ilk görüşlerinde ona secde ederler. Hazret-i Ademe secde azamet-i İlahiyyeye secdedir derler. Esas-ı dinleri semavi bir talimat-ı İlahi olduğunu iddia ettikleri gibi bu babda birçok edille de serd ederler. Hindular minel-kadim ulum-ı diniyye tahsilinde uzun zaman riyazatlar ile müddet-i medide tahsilden sonra kesb-i kemalat ederek muvaffakiyet ihraz ederlerse Brahmanpayesini alırlarmış. Ekser-i terbiye kalbe müteveccih olup salah-ı hal itikad kuvvetiyle hasıl olurmuş. BilahareBrahmanlık tevarüs usulüne tebdil olunarak evladi olmuş neslen Brahman olmuşlar. Brahmanlık neseb ile tevarüs usulüne ifrağ olunduktan sonra tedricen Brahmanlık da gayet cahil adamlara alim Brahmanların namları takdis edilmeye kudemanın olup Zerdüşt ile bizzat mülakat ettiği Zerdüştden bazı ulumu telakki ettiği rivayet olunmaktadır. Bu kitabların ahkam kısmınaŞestertabir ederler. Kısas ve hikayat faslınaPerranderler ki ekabir ve kudemadan menkul rivayatdan ibaretdir. El-an kendi beynlerinde müstamel olan ahkamaMenoderm Şester derler. Kabile itibariyle minel-kadim Hindular: Biri şemse diğeri kamere intisabla maruf olup ikiye taksim olunurlar. Şems müntesiblerineSürec Binsidedikleri gibi kamer müntesiblerine deÇender Binsiderler. Esnaf hadimlerineBrahmanRical-i hükumet ve asakire “Şesteri” Ticaret ve ziraat ehlineVişHademe ve amele sınıfınaŞoterderler. Bu dördüncü sınıfın nüfusça adedi el-an yetmiş milyon mikdarında tahmin olunmaktadır. Bu taksimat Hind-i kadim ahalisine mahsusdur. Şesteri umumiyetle Sürec Binsi yani şems müntesiblerinden olur. Bunların merkezleri Lekhino civarında kain Acudhayarbelde-i kadimesidir. Burada vaktiyle Ram Çender namında bir zat zuhur ederek umum Hindistan insanlarını hüsn-i ahlak ve salah-i ahvale davet etmiştir. Bu zatın fütuhatı ve mühim hidematı Hindistan tarihinde gayet maruf olup bu ana kadar mabud derecesinde tazim ve kendisine taabbüd olunmaktadır. Bu zat tarafından Sankrit lisanında yazılmış Ramayin namındaki kitab kütüb-i Hindiye miyanında fesahat ve belağatiyle fevkalade meşhur ve makbul olduğundan İngiliz lisanına dahi tercüme edilmiştir. Çender Binsiyani kamer müntesiblerinin merkezi Dehli beldesidir. Bunlar da gayet maruf kabaildir. Hakkaniyet ve adalet uğrunda meşhur muharebeleri tarihleriyle mazbutdur. Muallim-i maruf Kirişne Çender Binsiler miyanından zuhur etmiştir. Ulema-i Hindden bazıları Kirşinenin nübüvvetine kaildir. Müceddid-i elf-i bazı lar Brahmadan olmayıp Vişler miyanından zuhur ettikleri cihetle pek de bu teşebbüsleri revac bulmuyor. Hindistanda kumandanlar her zaman Brahmanlar miyanından zuhur edermiş. Aynı zamanlarda Mevlana Feridüddin telamizinden ve Hind ahali-i asliyyesindenBabananeknamında bir zat vücud ve tevhid-i mezheb usulünü takib suretiyle bir meslek icad etmiş. El-an Hindistanın Pencab kısmında Ekalinamıyla maruf kabail Babananek mezhebine Hindistan tarihine şu suretle umumi bir nazar atf edecek olursak nasıl istihalelere uğramış olduğu bir derece anlaşılabilir. Hilal-i Ahdar Cemiyeti heyet-i merkeziyyesi Cuma günü sıhhi müze dahilindeki dairesinde birinci reis Mazhar Osman Beyin taht-ı riyasetinde ictimaederek bervech-i ati mukarreratı ittihaz eylemişdir: arasında korkunç denilecek derecede tevessuettiği müzakere edilmiş kadın azanın çoğaltılması hanımlarımız arasında da kuvvetli propaganda şebekesi tesisi için heyet-i merkeziyye azasından Safiye Hüseyin Hanım Efendiye salahiyet verilmesine; derhal cevab-ı muvafakat yazılması Hilal-i Ahdar emrine yüz lira tahsis eden İzmir Dava Vekillerinden İbrahim Edhem Beye teşekkür name gönderilmesine; Makrıköyünde bir şube küşadı için merkez kumandanı Atıf Beyefendi delaletiyle heyet-i merkeziyyeye müracaat eden gençlere gayelerinde teshilat ibrazı teşekkür edilmesine; kokain morfin esrar salgınına karşı da cemiyetin lakayd kalmayıp konferanslar tablolar makalelerle hükumete müzaheret suretiyle mücadele edilmesine dair Fahreddin Kerim Beyin takririnin kabulüne; Şimdiye kadar Hilal-i Ahdarın icraatıyla kongre hitabelerini ihtiva eden neşredilerek meccanen tevziine karar verilmiştir. eşkaline taabbüd edilmeye başlanmış nihayet tam manasıyla Esas dinlerde sağire tazim de yoktur.Kirişnehin-i sabavetindeCemnanehri civarında bir sığır çobanı nezdinde hayatını muhafaza etmiş bulunduğundan cesine vardırmışlar bilahare cehalet tezayüd ettikçe sığıra dahi taabbüde başlamışlar. Kirişnenin bulunduğu karyeye Gupak mukaddes sığır tabirini istimal etmişler; cehalet bunları hep din namına kabul etmiş. Ve aynı zamanda zulm cevr kanunsuzluk da hüküm-ferma olmuş. Bunun üzerine Goetim Budhanamında biri zuhur ediyor. Brahma tarafından icad olunan muhdesatı tamamıyla mahv ediyor tasfiye-i mezheb ile Buda mezhebini telkine başlıyor. Buda mezhebi yalnız insanlara değil bütün zi-ruha hürmet usulünü takib ediyor. İnsanlar miyanında müsavat-ı umumiyye kanunuyla Brahma Hindistanda hükümdar olan Çender Gobta dahi bu Buda mezhebi bir müddet hükümran oluyor. Badehu Brahma tekrar intibaha gelerek kendi mezheblerini müdafaaya kıyam ediyor kanlar dökülüyor Brahma beyninde mühim adamlar zuhur ediyor umum Buda mezhebi sakinlerini katliam ve bir kısmı Hindistandan geçiyor bütün Hindistanı Brahma istila ediyor. Brahma felsefesi Brahma tasavvufu tekrar yükseliyor. Aynı zamanda mutasavvifin-i İslamiyyeden Mevlana Muinüd-din Çeşdi ve Fergana taraflarından da Mevlana Kutbüddin Kaki hazretleri Dehliye gelerek tasavvuf tarikatiyle felsefe-i İslamiyye ve adab-ı İslamiyyeyi talime mübaşeret ediyorlar. Esas meslekleri tasfiye-i ahlak kalbiyye ile meluf olan Hind feylesoflarına bu meslek gayet mülayim geliyor. birçok Hindu meşahiri İslamiyet Bu meşayih-i kiramın da terbiye-i ahlakdan ve kendi hüsn-i hallerinden başka bir kuvvetleri yok. Hindu uleması derhal kendi felsefelerini İslamiyete tatbik tarikine sülük ettiklerinden az zamanda İslamiyet şüyubuluyor. Hindilerden ibtida müslüman olarak Mevlana Feridüddin ve Nizamüddin nam zatlar zuhur ediyor. Bunların İslam felsefesine ve tasavvufa büyük hizmetleri sebk ediyor. Bu meyanda bazı Hindu uleması Buda mezhebiyle Brahman beynini telif cihetine kalkışıyorlar. Bu adamSEBILÜRREŞAD - - “Talebe arkadaşlarımız geldi; Ve fakir Macarların kalbden yaptıkları izz ü ikramdan memnun olarak döndüler.. Yalnız bu seyahatin bir eğlence olmadığı nazar-ı olacağı hiç şüphesiz olduğundan aralarına pek çok da Türk hanımları alarak gelirler ise herhalde daha iyi bir propaganda yapmış olacaklardır. Çünkü burada Türkleri en çok sevmelerine rağmen her Macar hala haremden peçeden bahs etmektedirler. Hatta bir Macar gazetesi dahi Türk talebelerinin fotoğrafını neşrederek Türkiyede artık harem ve peçe kalmadığını Türk kızlarının fotoğraftaki gibi gezdiklerini mühim bir havadis olarak yazmakda idi.” Muhabir artık Türkiyede harem ve peçe kalmadığını daha iyi propaganda yapmak için pek çok Türk hanımlarının gelmesini tavsiye ediyor. Macarlar Türkleri seviyormuş ama Türk kadınlarının tamamıyla harem ve hicabı terk ettiklerine inanamıyorlarmış. Onların tam muhabbetlerini kazanmak için Türk kadınları harem ve hicabdan tamamıyla sıyrılacak ve onlara da bunu gösterecek! Sanki onların muhabbetleri milletimiz için iksir-i hayat imiş! Ne kadar çocukça düşünüşler! Dünyada hiçbir millet yoktur ki kendi esasat-ı ictimaiyyesine karşı bu kadar husumet beslemiş olsun. Milletimizi garblılaştırmak meydana çıkıyor! Bolu Mebusu Falih Rıfkı Bey Ankaradan gazetesine gönderdiği bir makalede diyor ki: “Bugün yeni Türk devletinin istinad ettiği fikri esaslar doğrudan doğruya hem Şeriatcilere hem de Tanzimatçılara hücum eden Türkçülüğün prensipleridir. Din birliği gibi din ayrılığı dahi o kadar haiz-i ehemmiyyet değildir. Abdülkerimin Afrikalısı bana mesela Macardan daha yakın değildir. “ a göre ilmihalin dediği üzere din eğer samimi Cumhuriyetci ise ancak ananelerini Sadr-ı İslamdan getiren bir Cumhuriyet olabilir Bizim için böyle bir Cumhuriyet.. fecidir.” Sadakallahülazim. “Seyahat edeceğimiz günlerde arkadaşlarım diyordu: Romanyada güzel kadınlar arasında yaşamak saadeti ne büyük bahtiyarlıkdır!.. Romen kadını taban neşe ve kahkahaya fevkalade meyyaldir. Medeni hayat bu meyli alabildiğine artırmış. Köstence yakınlarında bir köy gördük. Karadenizin engin ve sonsuz sahilleri kenarında refah ve neşenin bin bir nevini yaşatan bu köy banyo mahallidir. Sahilde beyaz ve yumuşak kumlar üzerinde kadın ve erkek bir Romen kitlesi yazın üç ayında hayatın zevkini sürüyor.” Romanyadaki Türk kadınına gelince onun hakkında da deniliyor ki: “Şehirli Türk kadını Dobruçada erkeğinin eline bakan ve hayatını ona medyun olan bir insandır. Kesif bir Türk nüfusunu ihtiva eden Silistre ve Pazarcıkda tek gözleriyle aleme bakmakdan çekinen siyahlara bürünmüş kadınlar görüyorsunuz zaten gülmeye ve neşelenmeye o kadar müstaid olmayan Dobrucalı Türk kadını ictimai hayatın dini telkinatın şeametkar tesiriyle büsbütün ezilmiş yıpranmıştır.” Dini telakkiyat dediği Müslümanlığın telakkiyatı. Müslümanlığın şeametkar tesiri nedir? Türk kadını –Romanya kadını gibi- na-mahrem erkeklerle birlikde çırıl çıplak deniz banyoları yapmakdan içki içmekden dans etmekden ve daha bilmem ne münasebetsizliklerde bulunmakdan sıyanet etmesi mi? Romanya kadını bunları yaptığı ve güzer-gahlara serildiği için şayan-ı gıbta oluyor da Türk kadını hayatını kocasına rabt ettiği ve na-mahreme gözünü bile göstermediği için acınacak bir halde gösteriliyor. Ziyaeddin Efendi bilmelidir ki din-i bütün tesiratı iffet ve faziletden başka bir şey değildir. Mensub olduğu dinden ismini silmediği halde onu böyle tahkir ve tezyif etmek kadar küstahlık olamaz. gazetesinin Macaristan muhabir-i mahsusu Budapeşteden yazıyor: Al-i İmran Suresi karılarına Türk ismi vererek onların vasıtasıyla kazançlarını temine çalışmalarından fazla bizim böylelerine örnek teşkil ederek onları böyle birtakım cüretlere sevk etmememizdir. Kendi memleketimizde müslüman hanımlarının yar u ağyara karşı muganniyelik etmesini tiyatro sahnelerine çıkmasını kabul edersek elbette birtakım Rum gazinocuları tedarik edebilecekleri birtakım karılara Nadide ve Hasibe isimleri vererek Türklüğü ve Müslümanlığı tezyife kalkarlar. Biz bu gibi münkeratın önünü alacak Türk hanımlarının herkesi eğlendirmek suretle kadınlığın iffet ve ismetini muhafaza ve vikaye edecek olursak o zaman bu gibi eşirranın bu suretle hareket etmelerine imkan kalmaz. Geçenlerde İstanbulu sefahet şehri yapacağını söyleyen Şehremini bu hafta da dansın icabat-ı medeniyyeden olduğunu söylemiştir. Demek ki müslüman hanımları dans salonlarına devam edebilecekler. Dans ki herhangi bir kadının mahrem na-mahrem herhangi bir erkekle göğüs göğüse yapışarak ala melein-nas raks etmesidir müslüman kadını müslüman kaldıkça bu fazihayı nasıl Milletimizin temayülatını şeair-i milliyye ve diniyyesini rağmen evliya-yı umur olacak zevat tarafından bu kabil münkeratın tervicini mutazammın beyanatda bulunulması şayan-ı teessüfdür. Sebilürreşad Geçen sene Darülhilafelerin ve bütün medreselerin maarife devri esnasında haric üçüncü sınıf talebesi miyanında bulunuyordum. Derslerimize kemal-i hahişle çalıştığımız bir sırada kalbimiz hançerlendi: “Tire Medresesi” tihanların icrası” dendi. Nakıs kalan derslerimizden meyusane imtihan verdik. Riyaziyat dersinde kaymakam bey teşrif etmişlerdi. Muma-ileyh müderrisin ve muallimini tebrikden sonra “Medresenin bugünkü şekli ve talebesi liselere kat kata faikdir. Ne yazık ki kapatılıyor” buyurmuşlardı. İmtihanları müteakib tam beş ay talebe müderrisine rica ve istirham ederek mektebin resmen küşadına kadar -çünkü bütün mekatib-i taliyye açılmıştı- hususi olarak tederrüse başladık. Fakat heyhat beyhude intizar. Nafile gayret… henüz bir hafta olmamıştı ki ikinci bir darbe daha vurulKarasinin Susurluk nahiyesi mektebi muallimlerinden R… Hanım mekteb dahilinde çifte telli oynadığı için tedrisat-ı ibtidaiyye meclisi tarafından azl edilmiş ve bu karar bera-yı tasdik Karasi vilayetine arz olunmuş. Vali bunu müstebad görmüş. Nahiye müdüründen sormuş. O da doğru değildir demiş. mesele tahkik ediliyormuş. Bu münasebetle refikimiz Maarif Vekilinin çıkardığı modaya muvafık olarak muallimenin çifte telli oynamasından azil değil maarif madalyası ile taltifi lazım gelmez mi? diye soruyor! Geçenlerde bazı gazeteler İstanbuldaki dans salonlarının kapanacağından yabancı erkeklerle otellere ve randevü mahallerine gelen Türk kadınlarının kabul olunmaması hakkında zabıta tarafından tebliğatda bulunulduğundan bahs etmişlerdi. Bazı gazetelerde hürriyeti takyid eder diye bunlara itiraz etmişti. Ahiren vali vekili Hüsnü Bey gazetesine vukubulan beyanatında dans mahallerinin Türk hanımlarına memnuolduğu doğru olmadığı esasen Hıristiyan kadınlarına müsaade edilip de Türk kadınlarına müsaade edilmemek gibi tefrik muamelesi yapılmadığını ancak bazı vekayi-ı zabıtanın zuhuruna sebebiyet verenlerin menedildiğini zabıta memurlarının ev bastıkları doğru olmadığını zabıtanın randevü mahallerini taharri ve tarassudu oradaki gizli fahişeleri sırf emraz-ı zühreviyye nokta-i nazarından muayeneye sevk için olduğunu herhangi bir Türk hanımının otellere kabul edilmemesi hakkında emir verilmediğini söylemiştir. in Kahire muhabir-i mahsusu yazıyor: “Kahirede bir vakitden beri gazino ve kafe şantan sahibleri -ki hepsini Rumlar teşkil ediyor.- İstanbulda Galatadan tedarik edebildikleri bazı Rum ve Ermeni karılarına Nadide ve Hasibe Hanım gibi Türk isimleri vererek ve gazetelerde ve sokaklarda büyük ilanlarla meşhur Türk muganniyeleri hanımlardan mürekkeb ince saz diye ilan ederek birçok halkı celb etmek ve bu sayede hayli menfaat temin eylemek moda olmuştur.” muhabirinin verdiği bu malumat cidden şayan-ı teessürdür. Fakat Rum gazinocularının bu hareketinde şayan-ı teessür olan cihet Rum ve Ermeni eserlerinde topladıklar malumatın zenginliği itibariyle ahlafın şükran ve minnetine bi-hakkın istihkak kesb etmişlerdir. Gerçi bıraktıkları eserler; bugünkü ilmi telakkiye göre; usuli birer tarih kitabı addolunamazlar. Fakat asri usullere tevfikan tedkikat-ı tarihiyyede bulunacaklar Eski tarihlerimizin kıymetleri de esasen bu nokta-i nazardandır ki pek büyükdür. Avrupalı intikadcıların İslam müverrihlerinde kuru bir uslub intikadsız bir usul takib etmiş olmak gibi iki kusur bulduklarını görüyoruz. Fakat garblı müelliflere bir nokta-i nazardan kusur görünen şeyler diğer bir nokta-i nazardan pek büyük faideleri ihtiva etmektedir. Garblıların bilhassa Arabca yazılmış olan tarihlerin lisanını soğuk ve haşin bulmaları şark lisan ve ruhuyla meluf olmamalarının bir neticesidir. Malumdur ki lisanın muktezası olarak Arabcada cümleler kısa canlı ve sertdir. Bu itibarla Homerin Lamartinin Ernest Ronanın üslublarıyla meluf olanların Belazuri Taberi ve Mesudiyi az füsünkar ve hatta haşin bulmaları pek tabiidir. Fakat; Volterin lisanı İbni Miskeveyhden daha çok yumuşak daha az haşin midir? Evet İslam müverrihlerinin lisanları daha az müheyyic daha az lirikdir. Fakat buna mukabil bu üslubda derin bir incelik kuvvetli bir vuzuh ve katiyyet vardır. İlmi bir eser için de böyle bir üslub daha muvafık değil midir? Maamafih garb lisanıyla yazılan tarihlerin sert üslubuna mukabil Farisi ve Türkçe tarihler garblı intikadcıları tatmin edecek derecede zengin ve füsunkardır. lerini tertib ederken fikr-i intikada bir mevkivermemiş olmalarıdır. Bu cihet muhik fakat umumi değildir. İbni Miskeveyh ve İbni Haldun gibi müverrihlerin eserlerinde hakiki bir meyl-i intikadın hakimiyyeti nazara çarpmaktadır. bni Haldunun si felsefe-i tarihin bugün de kıymetini muhafaza eden yüksek prensiplerini ihtiva etmiyor mu? Hatta el-Biruni kıymetdar bir vesika-i ilmiyye ve tarihiyye olan mukaddimesinde ederken hatanın pisikolojik bir nazariyesinin temelini atmış değil midir? Herhalde büyük eski İslam müverrihlerinin parlak ve nafiz zekalı müstesna birer alim olduklarını Fakat İslam müverrihlerinin umumiyet itibariyle intikada pek az ehemmiyet vermiş olduklarını da itiraf etmek zaruridir. İslam müverrihleri rivayat-ı vakıaları mukayese ve intikad ederek ona göre kati hükümler çıkaran hakim rolü ifa etmiş değillerdir. Bunlara işittikdu: “Tire Ödemiş İmam ve Hatib mekteblerinin seddi” emri geldi. Hemen o gün medrese sed edildi ve elliyi mütecaviz talebe hazin göz yaşlarıyla -hem de pek hazin- sokağa atıldı. Artık Tire gibi makarr-ı ulema olan bir belde medresesiz bırakılmıştı. Şimdi ne yapalım? Hayatdan hayat-ı ilm ü irfandan zılarının sinleri müsaid olmadığı beyan ediliyor. Tabii bir çoğunun da ücret vermeye iktidarı yok. İzmir imam ve hatib mektebine gitmek ise bizim için mümtenidir. Tire gibi beytutete medar olacak medreseler olmadığı gibi iaşemizin temini de imkansızdır. Talebe-i uluma vakf olunan paralar da bize verilmiyor. rişanımıza acımamak için demirden bir kalbe malik olmak lazım değil mi?.. İki üç talebesi olan imam ve hatib mektebinin de Edirne imam ve hatib mektebinin akıbet-i feciasına uğrayacağı bedihidir. Hemen halimize Allah acısın. Garb aleminde tarihin ilmi bir suretde tetebbuu usulleri takarrür ettikden sonra ilk merhalede en ziyade nazar-ı itibara alınan nokta eski menbaların tedkiki olmuştur. Şark milletleri hakkında tarihi tedkikata girişen mütebahhir müsteşriklerin de aynı yolu takib etmiş olduklarını görüyoruz. Bu hususda bizim de müterakki milletlerin gittiği şehrahdan ayrılmamız için hiçbir sebeb yoktur. Bil-akis zengin ve feyizli netayicine şahid olduğumuz bu şehrahı takib etmeye çalışmak en mübrem bir vazifemizdir. Bu eserde saha-i tedkike alacağımız müellefat aid oldukları devrelere nisbetle en eski ve en kıymetdar addolunan ve bugün mevcud olan ana kitablardır. Bu kitabların ilmi ve tarihi kıymetleri ve ne derecede ve hangi noktalarda şayan-ı ihticac olabilecekleri müelliflerinin ne mütevekkıf olduğundan biz-zarure bunların hayat-ı hususiyyeleriyle yaşadıkları devirlerden de bizi alakadar edecek nisbetde bahs edilmiştir. Mevzuun ehemmiyetini takdir edebilmek için garb aleminin çok zaman evvel bu eserlerin tedkikine başlamış hatta bunlardan bir kısmını da aynen neşretmiş olduklarını derpiş etmek kifayet eder zannederim. Vehhabilerle Haşimilerin Mücadelesi: Vehhabilerle Haşimilerin mücadelesi uzadıkça uzadı. Bir tarafdan Vehhabilerin reisi ve sultanı İbnüssuud Riyadda Vehhabi şeyhinin huzuruyla akd ettiği bir meclisde Harameyn-i şerifeynin mukadderatını tayin edecek bir bizzat Mekke-i Mükerremeye müteveccihen hareket ettiğini ilan ve bilfil birçok İslam ümerasına ve İslam cemiyetlerine davetnameler göndermektedir. Diğer tarafdan Şerif Hüseyinin büyük oğlu Emir Ali Akabede mukim olan babasının şuradan buradan tedarik ettiği kuva-yı imdadiyeyi toplayarak Mekke-i Mükerremeyi Hind gerek Mısır müslümanlarının daha doğrusu bilcümle akvam-ı İslamiyyenin Şerif Hüseyin ile onun şeriki olan oğullarının Hicazda hakim olmalarına muhalif bulunduklarını bundan başka Şerif Hüseyin hanedanı yine eskisi gibi Hicazda kalacak olurlarsa er geç çaresini bulup İbnüssuuddan intikam alacaklarını nazar-ı dikkate alarak bu sülalenin Hicazdan suret-i katiyyede tebidini elinde kalan bakiyyetüs-süyufu denize dökmek yahut bunları Cidde gibi küçük bir sahada sıkıştırarak kendi kendilerine sukuta mahkum etmek lazımdır. İbnüssuudun Ali ile kuvvetlerini Mekke-i Mükerremeden sürdükden sonra bunları takibe ehemmiyet vermemiş bunların harekat-ı müstakbelesini tarassud ile iktifa etmiştir. Şerif Hüseyinin oğlu bütün ehl-i İslamın kendilerine karşı gösterdikleri hissiyatı nazar-ı itibare alarak babalarının milyonlara baliğ olan altın servetiyle bir köşede geçinip gitmeyi tercih edeceğine bil-akis tac ve taht peşinde koşmayı daha münasib gördü. Telgrafların verdiği malumata bakılırsa Emir Ali geçen hafta zarfında kuvvetlerini toplayarak bir hareket-i taarruziyede bulunmuş müştür. Bu suretle Haşimilerin son emeli de suya düşmüştür. Acaba bundan sonra ne olacaktır? Bu harekat böyle uzayıp gidecek midir? Maşrık-ı İslam müslüman kanıyla boğdurulacak arazi-i mukaddese-i İslamiyyeyi ziyarete imkan kalmayacak mıdır? Bugün Emir Alinin takib ettiği hatt-ı hareket hanedanının hukukunu teminden ibaretdir. Halbuki İbnüssuud Harameyn-i Şerifeyn ve Hicazın amal-i İslamiyyeye muvafık bir şekilde idaresini istihdaf eylediği mahsusa atf etmektedir. Bilhassa İbnüssuudun en büyük lerini tetebbuve taharri ettiklerini toplayan ve hiçbir suretle tahrifatda bulunmaksızın aynen eserlerine derç eden birer istihbar ve malumat kolleksiyoncusu nazarıyla bakmak hakikate daha muvafıkdır. Hedefleri doğrudan doğruya hakikati keşf etmek değil hakikatin keşfine çalışacaklar için iktiza eden malumat ve rivayetleri gelişi güzel toplamakdan ibaretdir. Topladıkları malumat ve rivayetlerin mukayese ve intikadını neticede bunlardan bir hüküm çıkarılmasını tamamıyla karilere bırakmışlardır. Şu halde İslam müverrihlerine birer münekkid nazarıyla değil rivayetlerin vakıaların sadık birer nakıli nazarıyla bakmaya mecburuz. Fakat bir nokta-i nazardan kusur görülebilen bu vaziyet ahlaf için daha emniyetli daha zengin bir saha-i tetebbubırakmış olmak gibi esaslı bir faide temin eylemiştir. Çünkü erbab-ı tetebbubu sayede müverrihin şahsi muhakematı taht-ı tesirinde kalmaksızın doğrudan doğruya rivayet ve vakıalarla karşılaşmaktadır ki bu da hakikate vusul imkanını artıracak bir amildir. Müverrihler intikadi bir usul takib etmiş olsalardı tabiatiyle toplamış oldukları malumat ve vesaikden yalnız muhakemat-ı zatiyyeleriyle vasıl oldukları netayice uygun ve onları müeyyid bulunanları derc kendilerine doğru görünmeyen rivayetleri ise terk etmiş olacaklardı Halbuki İslam müverrihleri böyle yapmamışlardır. Onlar bil-akis vazifelerini rivayat-ı tarihiyye kendilerine ne suretle vasıl olmuş ise öylece kayd ve zabt etmekden dar ictinab etmişlerse şahsi kanaatlerine uygun bir şekle sokmakdan da o derece tevakki etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki İslam müverrihlerinin şuun ve rivayat koleksiyonu mahiyetinde olan eserleri ilim ve tarih nokta-i nazarından kadim Yunan ve Roma müelliflerinin edebi tarihlerinden daha kıymetdardır. Evet İslam müverrihleri; umumiyet itibariyle telif ve tevhid ile uğraşmamış eserlerini teshir-kar bir şekle sokmak tasannuunda bulunmamışlardır. Bu eserler samimi ve şuurlu bir doğrulukla cemu nakl edilmiş birer vekayinamedir. Fakat bugün ilmi usullerle tetebbuat-ı tarihiyyede bulunacak zevatın da arayacakları bu gibi menbalar değil midir? Eserimiz İslam ve Türk tarihleri hakkında ilmi tetebbuatda bulunacak gençlere müracaat edilecek ana kitablarla bunların mübdilerini ve ne derecelerde şayan-ı dilerine az çok rehber olursa müellif sayinin manevi mükafatını görmüş olacaktır. Herhalde tevfik Allahdandır. selmesine çalışılmadığından Camiül-Ezher elhaletü hazihi bir devr-i inhitat geçirmektedir. Camiül-Ezherin bunlar az bir zaman heder olmuştur. Bu defa talebi Camiül-Ezherin haricinden değil dahilinden yükseliyor. Bu suretle teşne-i salah ve teşne-i teali olan bir nesl-i İslaminin yetişmiş olduğuna hükm etmek lazım geliyor. Filhakika bütün Camiül-Ezher talebesi bu defa heyetler teşkil ederek ve azim nümayişler yaparak hükumetin her kapısını çalmışlar ve nihayet Mısır hükümdarına da müracaat ederek bu müessese-i aliyye-i diniyyenin ay mukaddem Camiül-Ezherin ıslahını kararlaştırmış ve keyfiyet-i ıslahı tedkik için bir heyet tayin etmiş idi. Bu heyet mesaisini ve hükumete raporunu takdim ettiği halde hükumet raporu okumakla iktifa etmiş ve müteakiben onu hasır altı etmişti. Camiül-Ezher talebesi ve müederrisleri hükumetin faaliyetini bekledikleri halde hiç bir şey çıkmamış ve nihayet talebe hükumeti hükumeti Camiül-Ezher talebesinin bu haklı metalibini nazar-ı dikkate alarak derhal icraata ve ıslahata başlayacağı yerde bil-akis talebeyi avutmak ve hükumet namına bir izzet-i nefs meselesi çıkarmak istemiş binaenaleyh talebe derslerine devam etmedikçe ıslahata yanaşmayacağını söylemiştir. Talebe de hükumet ıslahata başlamadıkça derslere devam etmeyeceklerini bildirmişlerdir. Çok ümid ederiz ki iki taraf da manasız inadlardan vaz geçer de İslamın bu pek eski pek feyizli müessese-i canlanır. Hindistanın Türkiyeye İaneleri: Türkiyenin İstiklal Harbi esnasında Hindistanda Türkiyeye muavenet ve Hindistan makasıd-ı milliyyesine hizmet etmek üzere Hilafet Cemiyeti ahiren senesinden senesinin nihayetine kadar bütün hesabatını cemiyyet-i mezkurenin reisi Mevlana Şevket Alinin imzası tahtında neşretmiştir. Üç sene zarfında cemiyyet-i mezkurenin varidatı Rubyeye baliğ olmuş ve bu meblağ ber-vech-i ati sarf olunmuştur: senesinde Rubye İzmir muhacirleri senesinde yine aynı makasıd için Türkiyeye Rubye ve Rubye Ankaraya gönderilmiştir. senesinde Rubye İzmir için ve Rubye Ankara için Türkiyeye gönderilmiştir. amil-i muvaffakiyyeti Hicazdan Hüseyinin zulmünden kaçan Hicaz eşrafı ve Hicaz kabaili olduğu anlaşılmaktadır. vaziyet bu merkezde olduktan sonra Hüseyin ile oğullarının Hicazda tutunamayacakları aşikardır. Şerif Hüseyinin oğulları son bir eser-i hamiyyet gösterseler de bari bu hunin mübareze bir nihayete erse ve müslümanlar muvafık gördükleri idareyi tesis ederek işlerini yoluna koysalar Bu hafta zarfında alınan malumata göre Hind müslümanları heyet-i murahhasa izamına karar vermişlerdir. Hükumetden müsaade-i lazımeyi taleb etmişlerdir. Mısır müslümanları da bir heyet-i murahhasa izamını taleb etmektedirler. Mısırdan son posta ile [gelen] Mısır matbuatı vetnameyi neşretmektedirler. Bu davetname bütün ak-vam-ı İslamiyyeye şamildir. Her ümmet-i İslamiyye murahhas izamına davet olunmaktadır. Seyyid Ahmed Essunusi: Harb-i Umuminin son senesinden beri Türkiyenin misafiri olan Seyyid Ahmed Eşşerif Essunusi hazretleri ahiren Hicaza müteveccihen hareket etmiştir. Malum olduğu üzere müşarun-ileyh Mersin havalisinde ihtiyar-ı ikamet eylemişti. Müşarunileyh Şam ve Kudüsden geçerek bahren Ciddeye ve oradan Mekke-i Mükerremeye gitmek istemişse de Şerif Hüseyinin oğlu Emir Ali müşarun-ileyhi Ciddeye kabul etmeyeceğini söylediğinden Hicaza karadan gitmek mecburiyetinde kalmıştır. Seyyid hazretlerinin bu seyahati Avrupa matbuatında birçok kil ü kali belki birtakım endişeleri mucib olmuştur. Bilhassa İtalyan mehafil-i siyasiyyesinin bu seyahatden kuşkulandıklarını Seyyid Ahmed hazretlerinin güya siyasiyat ile iştiğalden dolayı Türkiye hududu haricine çıkarıldığı şayiolduysa da bu şayialar Dahiliye vekili tarafından tekzibe bile değmediği söylenmiştir. Camiül-Ezher Talebesinin Grevi: Son posta ile gelen Mısır matbuatının kemal-i ehemmiyetle verdikleri haberlerden biri Camiül-Ezher talebesinin grev ilan etmeleri ve dermiyan ettikleri metalib hükumet tarafından kabul edilmedikçe tekrar derse devam etmeyeceklerini hükumete bildirmeleridir. Malum olduğu üzere Camiül-Ezher İslam aleminin en eski müessesat-ı ilmiyyesindendir. İslam aleminin her tarafından gelen talebe-i ulum ile mamur olan CamiülEzher tarafa alimler yetiştiren bir müessese-i diniyyedir. Maalesef bu müessesenin ıslahına ve seviyye-i asriyyeye yükSEBILÜRREŞAD - - ği ve bütün bütün İdrisilerin elinde bulunan memalikin Yemen imamının yedd-i zabtına düşeceği aile-i İdrisiye efradının inkısama uğramasından istidlal olunuyor. Necid Hükumetinin Yeşil Kitabı: Necid Sultanının emriyle ahiren bir nüshası matbaamıza gönderilen bir neşrolunmuştur. Bu Kuveyt kongresinde cereyan eden müzakeratı hulasa ve cereyan eden muhaberata aid vesaik-i siyasiyyesi ihtiva eylemektedir. Kuveyt Kongresi geçen Kanunievvelde İngiliz Miralayı Nokesin riyaseti altında Necid Irak Mavera-yı Şeria murahhaslarından toplanmıştı. Maksad-ı ictima bu hükumetler arasında hudud üzerinde tarafeyne mensub olan aşairin tecavüzatına maniolmakdı. Necid heyet-i murahhasası tarafından reddedilmiş fakat Irak heyet-i murahhasasının teklifatı mevzubahs edilerek bazı esasat takarrür ettikden sonra Irak murahhasları “Necid ile Hicaz arasında bir itilaf akd olunmadıkça” Necid ile Irak arasındaki itilafın tasdik edilmeyeceğini beyan etmişlerdir. Necid murahhasları bu şartı red ettiklerinden kongre akamete duçar olmuştur. Mavera-yı Şeria hükumeti ile Necid hükumeti arasında vukubulan müzakeratdan bir netice çıkmamıştır. Necidin iadesini taleb ettiği bazı araziyi Mavera-yı Şeria mışlardır. Hicaz Hükumetinin de bu kongreye iştirak etmesi lazım iken bu hükumet kongreye iştirak etmemiş ve binnetice Necid Hükumeti hukukunu bizzat temine mecbur kalmıştır. Avrupalılarla temas eden her İslam milletinin garb zarfında garb ictimaiyatından iktibas ettiği birtakım adat pınmaya başladığı malumdur. Aynı hal Mısırda da vaki oldu. Yarım asırdan fazla bir müddetden beri Mısırda garb ictimaiyatı icra-yı tesir ediyor ve her gün büyüyen her gün tezyid-i şiddet eden bir buhran vücuda getiriyordu. Mısırı yükseltmek için garbın ulum ve sanayiinden Bil-akis bu hakikat her yerden mukaddem Mısırda anlaşılmıştı. Yeni Mısırın müessisi Mehmed Ali her şeyden evvel bu hakikati idrak ederek Mısırı ulum ve sanayi dairesinde yükseltmeye çalışmış ve pek büyük muvaffakiyetler Mehmed Alinin tesis ettiği fabrikalar sanayi-i milliyyeyi yükseltmek için ifa ettiği hizmetler pek büyüktür. Müşarun-ileyhin ahlafı cedd-i alalarının tuttuğu senesinde İzmir için Rubye Ankara için gönderilmiştir. Bu irsalatın mecmuu Rubyedir. Bundan başka Rubye kıymetinde tahta fabrikaları satılarak Hilal-i Ahmere gönderilmek üzeredir. Bu suretle Hindistan müslümanlarının Türkiyeye gönderdikleri Yemen ile Asir Arasında Muharebe: Birkaç sene evvel emaret-i İdrisiye tarafından zabt ve arazi-i İdrisiyeye zam ve ilhak edilen Hudeydenin Yemen İmamı Yahya tarafından bu kere istirdadına teşebbüs edilerek Hudeyde üzerine kuvve-i kafiye sevk ile harbe başlamışlardır. vela Cebel-i Beraüzerine yürümüş ve birçok mühim nukat zabt eylemişdir. İmam Yahyanın kuvveti istila ettiği nukat-ı mühimmede merakizini takviye ve tahkim ettikden sonra Hudeydeye hücum edecektir. Yemenilerin nukat-ı mühimmesini elde ettiği Cebel-i BeraRiymenin bir kısmı olup Yemen arazisiyle emaret-i teşkil eyleyen mühim bir cebeldir. İmam Yahyanın kuvveti buradan Bacil üzerine yürüyüp Bacili zabt eyleyecek ve oradan da Hudeydeye hücum edecektir. Bacil Bacili istila ettiği gün Hudeydeyi zabt ve istirdad etmiş demektir. Rivayete göre Zeydi ve Vehhabi imamları olan Yahya ve İbnüssuud beyninde evvelce yapılmış bir ittifakname mevcud olup bu ittifak mucebince Vehhabiler Hicazı zabt ile garbi Ceziretül-Arabda nüfuzlarını tevsiedecekler ve buna mukabil Zeydiler de memalik-i İdrisiyeyi civarında başka bir emaret kalmayarak Vehhabilerle Zeydiler hem hudud bulunacaklardır. Emaret-i İdrisiyenin dır. Bu faaliyetlerin muvaffakiyetle tetevvüc etmesini temenni etmemek elde değildir. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvereye hac etmek için gelen hacılar kafile kafile memleketlerine avdet etmektedirler. İki yüz elli milyonluk müslüman aleminin bu makamat-ı mukaddeseyi ziyaret etmek için gösterdiği fedakarlığı tasavvur edemezsiniz. Çünkü Hicaz daima yakıcı güneşin altında istirahat imkanı bulunmayan bir çöl parçasıdır ve bu Arabistan çölünü senede bir defa icra edilen hac ibadatı ihya eder. Hac için muayyen bir mevsim olmakla beraber müslüman memleketlerinin birçok taraflarından Mekkeye gidenler vardır. Bunlar uzun zaman bazan aylarca orada beklemeye mecbur olurlar. Afrikadan Hindistandan Cavadan gelen bu müslümanlar lanlar bile olur her sene bera-yı hac binlerle müslüman buraya toplanırlar. Hicazda her zaman birçok ıztırabat ölüm tehlikeleri mevcuddur. Fakat bütün bunlar hac için vukubulan şitabı durduramaz. Bu sene geçen senelerden ziyade hacı gelmiş ve mecmuları takriben kişiye baliğ olmuştur. yolda yürümüş olsalardı hiç şüphesiz Mısır hayat ve olurdu. Halbuki Mehmed Aliden sonra Mısırın zimam-ı garbın gözleri kamaştıran zahiri alayişine aldandılar ve bu alayişleri Mısıra idhal etmek istediler ve idhal ettiler. Artık Mısırın altınları tiyatrolar inşasına sefahathaneler tesisine sarf olunuyordu. Bin-netice bu israfatın eseri olarak memleket ecnebi işgaline maruz kalmıştır. Fesad-ı ahlakın taammümü revabıt-ı ictimaiyyenin inhilali ecnebi işgalinin devamını temin edeceğinden memleket de esasen bir kere her türlü irşaddan mahrum bırakıldığından garbın mesavi ve fezayihi Mısırda alabildiğine tahribat icra etti. Buna rağmen Mısırda son on beş sene zarfında mühim bir intibah hareketi zuhur eylemiş ve birçok cemiyyetler teşekkül ederek memleketin salah-ı ahlakı ve salah-ı ictimaiyyesine çalışmaya başlamıştır. Ez cümle müskiratın istimalini suret-i katiyyede meniçin mühim bir cemiyet teşekkül etmiş bulunuyor. Bu cemiyetin hedefi müskiratın imal ve istimalini suret-i katiyyede menetmekdir. Bu cemiyet gün geçtikçe kesb-i kuvvet etmektedir. Bundan başka Mısır uleması da halkı rezailinden kurtarmak hususunda vukubulan harekat ziyadesiyle şayan-ı dikkatdir. Müteaddid cemiyetler Mısır kadınlarının ıslahına sarf-ı gayret etmekde Mısır kadınlarının ahlaken tealisini istihdaf eylemektedir. Mısırlıların içinde bu gibi hayr-kar-ı harekat ve faaliyetlerin zuhuru şüphesiz ati namına bir fal-i hayrEvet her illiyetde bir halk vardır. Fakat bu şeref ilel-i mütevassıtanın değil illet olanın hakkıdır. İlel-i mutavassıtaya halk yaratmak isnadı bir haksızlığı tazammun eder. Her haksızlık ise bir zulümdür. Ve malum olduğu üzere zalimler melundurlar. Lanetullahi alez-zalimin. Niçin böyle oluyor? Çünkü ilel-i mutavassıta hakikatde tarik bir nakildirler. Bunlara hakiki illet nazarıyla bakmak elektrik tramvaylarının hareketlerine sokakdaki telleri illet olarak gösterip cereyandan teğafül etmeye benzer. Mübdive muhterinamı verilen kaşiflerin hiç birisi ne bir zerreyi ne de o zerrede tecelli eden bir kuvveti halk etmiş değillerdir. Gerek ilmimizin gerek sunumuzun bütün malzemesini biz hazır buluruz. Hilkatde nümunesini keşf ettiğimiz şeyleri akıl ve fikrimizle say ve irademizle teksir ve tamim ederek fabrikalar vapurlar şimendiferler tayyareler yapabildiğimiz zaman bile bunların enfüsi afaki bütün anasırını illet-i ulamıza medyunuz. Kinin ile sıtma mikrobu arasındaki tezad alakasından beklediğimiz hassa-i şifaiyyeyi yaratan amil o kaşif olmadığı gibi bu alakayı ve bu hassa-i şifaiyyeyi keşf eden zekayı yaratan da o değildir. Bunların hepsinin halikı illet-i ulalarıdır. Biz bu vesait sayesinde Halık Tealanın feyz-i müstemirrinden istifade edebiliyor isek bununla ne o ilel-i mütevassıtaya ne de kendimize bir bulunmamalıyız. Bizim bütün kudretimiz haricimizde mevcud olan şeyleri zannen veya yakinen keşf edebilmek ve keşf ettiklerimizi irademizle kendimize zam eyZamanımızda dahi halk nazariyesinin ehemmiyyeti umumiyetle tasdik olunmuş gibidir. Bunun içindir ki yeni erbab-ı kalemin lisanında “yaratmak” kelimesinin kesretle kudreti olmasa idi illiyet kanun olamazdı. İlliyet Kanunu olmasa idi ilm-i külli bulunamazdı. İlim olmasa idi muntazam efal-i sınaiye meydana gelemezdi. Hasılı kainat ve insanlar bile bulunamazdı. Fakat halk nazariyesinin ehemmiyetini tasdike matuf olan gayretler arasında büyük bir su-i istimal yapılmakda olduğunu da ihtara mecburuz. Yaratmak kelimesinin medlulündeki azameti his ve tasdik etmek meziyyetini gösteren erbab-ı kalemden birçok gençler bu kelimeyi oyuncak gibi herhangi bir vasıta-i tesire ünvan olarak yapıştırıvermek hürmetsizliğini de gösteriyorlar ve bu suretle kainatın sırr-ı vücudu olan bu büyük medlulü sık sık çiğneyerek kıymetini ziyaa uğratıyorlar. Bilmiyorlar ki pek adi bir mahluka en büyük ünvanları izafe etmek o mahluku ala değil o ünvanları istihfaf eylemekdir. Mesela bir külhan beyine profösör ünvanını tevcih eylemek hüsn-i niyyet külhan beyini tevkir değil profösörü ve profösörlüğü tahkir manasını tazammun eder. Bu kasıd ve istihfafı taammüden yapanlar hakkında kolay kolay ümid-i salah besleyemezsek de bu hususda düşünmeyerek ve bir kasd-ı mahsus beslemeyerek modayı taklide şitab edenleri tefekküre davet etmeyi bir vazife bilir ve sözlerinde mahluka halık demek gibi kizb ve iftiraya -bazan cazibeli de olsa- tenezzül etmemelerini tavsiye ederiz. Başmuharrir Sahib ve Müdir da ve kuvvet ve madde bahsinde gördüğümüz hataların menbaı kuvveti zi-kuvvet manasında kullanmak gibi bir kelime safsatasına müncer olduğu unutulmamalıdır. Şimdi bu mülahazatdan alacağımız netice şudur: Hakikatde bir kuvvet değil bir zi-kuvvetdir. Buna kuvvet ıtlakı büyük galatlara sebebiyet veren bir mecazdır. Her vechile atıl olan bir mebde-i kabildir ki her fiil ve hareketini ve hatta mevcudiyetini ve sükununu bile mebde-i faile medyundur. Mebde-i failin mebde-i kabilde eseri tecelli edebilen kudretidir. Bizzat fail ile kaim bir sıfat ve bil-isr kabil ile kaim bir arzdır. Binaenelayh maddede kuvvet arzi olarak mutasavverdir. Tabir-i aharla kuvvet fail ile kabil arasında bir nisbet ifade eden bir emirdir. enaleyh ilel-i mutavassıta fail olabilirse de halık olamazlar. Adi ve sefil gönüller gah gah cazibesine esir oldukları fani şeylere perestiş ederler herhangi bir zevk veya ümidlerini tatmin edecek gibi gördükleri mahlukatı mabud tanımak zilletine düşerler. Dün bir dilberin bugün bir kahramanın yarın bir servetin atabe-i ubudiyetinde yaş dökerler. Vakta ki onlar fenaya gider veya beslenen arzuları tatmin edemezler veyahut tatmin edilen arzular söner yenileri zuhur eder. Ve bu yeniler eski perestişkarlara mütehalif bir hedef ibraz ederler. Yesler ıztırablar istila eyler o zaman sabık mabudlar mansıblarından azl olunurlar. Yeni hulyalar içinde yeni mabudlar taharri edilir. Efsaneler hurafeler çıkarılır. İnsanlar üzerinde hayallerin hakikatden ziyade müessir olduğuna hakikatin taklidi olması haysiyetine medyun bulunduğu lır menfaatler tecezziye ve tearuza uğrar. Cemiyetler perişan milliyetler hak ile yeksan olur. Bütün o yalancı mabudlar sahife-i alemden silinirken devirden devire hilkatler tevali eyler geceleri gündüzler kışları baharlar takib eder. Dökülen gazeller bile sağlıkda kazandıkları hasaise göre yeni bir hayatın maye-i bihası yarınki gülistanın neşve-i safası veya illet-i cefası olurlarken mevtin karanlık korkunç kapısından bir sahra-yı hiçiye sürülmüş zannedilen ölülerde bir neşet-i saniyenin mahşer-i mübadelesinde havass-ı mevhube ve amal-i meskubelerine göre haddelerden geçmekde leyebilmekden ibaretdir ki buna yaratmak kudreti değil ancak kazanmak kudreti denebilir. Binaenaleyh tarik-i ğimiz netaicin halikıyyetini kendimize isnad etmek pek büyük bir cehaletdir. Bu cehaleti biz gençlerimize reva görmediğimizden dolayı kendilerini yaratmak kelimesini kullandıkları zaman teyakkuza ve hak-şinaslığa davet etmeyi vazife addediyoruz. Evet yaratmak vardır o da ancak illet-i ula-yı vücud olan Hak Tealanın fil-i hassıdır. Sıfat-ı tekevvün ancak onundur. Maddeye muhtac olan her vücuda evvela ve bizzat atalet kanunu hakimdir. Atalet kanunu ise bir şeyin kendiliğinden hiçbir şey yapamaması hatta kendine verilen bir eseri muavenet-i hariciyye olmadıkca tağyir bile edememesi demektir. Atalete kuvvet namını vermek mücazdır. O kuvvet değil nihayet bir kuvve bir kabiliyet-i mahzadır. Onda failiyetden bizzat hiçbir şey yoktur. Ve bunun içindir ki maddeyi kadim farz etmek bir tenakuzdur. Çünkü filini kendine medyun olmayan bir mevcudun vücudunu kendine medyun tasavvur etmek bir tenakuz tasavvur etmekdir. Ve bunun içindir ki Lavoziyenin beka-yı madde nazariyesini bugün bekayı kuvvet kanu-nu sebk eylemiştir. Maamafih şunu da unutmamalıdır ki biz kuvvet dediğimiz zaman bunu bir mana-yı cevheri ile değil bir mana-yı arzi ile tasavvur ederiz. Ve zatsız bir kuvvet tasavvuru bize muhal görünür. Bundan dolayı her kuvveti bir zat maiyyetinde tasavvur etmek isterken maddeyi zat-ı mutlak makamına ikame edivermek gibi bir halt ve iltibasa düşeriz ve bu suretle her kuvveti her kudreti bir zi-kuvvet olan zatda tasavvur edecek yerde maddede tasavvur ediyoruz ve buradan madde ile kuvvetin ittihadına ve adem-i temayüzüne kail olmak gibi bir vesveseye düşeriz. Bu ise fail dediğimiz mebdei bir araz telakki edemediğimizden dolayı bunu bir cevhere isnad etmek ve bu sebeble bir cevher-i mütehayyiz olarak düşündüğümüz atıl maddeyi aynı zamanda bir mebde-i fail gibi tasavvur eylemekdir. İşte bidayeten bir mebde-i fail ve atıl olarak zihnimize yerleştirdiğimiz maddeyi nihayet bir mebde-i kabil dahi tasavvur edivermek tenakuzu böyle kuvvet mefhumu üzerindeki bir psikoloji hatasından münbaisdir ki kendi manasında kullandığımız kuvvet ile mecazen zi-kuvvet manasında kullandığımız kuvveti fark edememeye racibir kelime hatasıdır. Binaenaleyh bizim maddeye kuvvet dememiz doğru olmadığı gibi kuvvete madde dememiz dahi doğru değildir. Hakikatde kuvvet kuvvet madde de maddedir. Ve mebde-i fail bir araz olan kuvvet değil bir zat olan zi-kuvvetdir. Son zamanlarZariyat Suresi kalbler bu noktada mübhem bir takallüs ile açılmak ister ağlamakdan şişen gözler sebebini tayin edemediği bir ümid-i muzmerin tesir-i füsunuyla gülümser gibi olur. Deryada gemiler parçalanmış enkazı tarumar olmuş eser etıbba ümidlerini keserken yaran ve ehibba dağ-ı derun ile gözlerinden eşk-i vedaı silmeye çalışırken hasta: “Çıkmadık canda ümid var” diye bir kıble-i amale yönelir? Neden? Ne için? Çünkü her gönülde o Vahid-i Kehharın Rahman ve Rahim olduğuna dair şuuri veya la-şuuri bir hisse-i tasdik vardır. Onun cebbar anid bir kör tabiat olmadığına her kalb gizli bir bürhan-ı beyan taşır. Halikı haşa bir kör tabiat olsa idi ruh-ı beşer o menba-ı emeli nereden bulurdu? O emel nereden gelir o şuur nereden doğardı? Vahibül-amal halikul-amal olmaz da kim olabilir? Gurur zamanında gözleri kararanlar her hakikati çiğneyip geçmek ve bütün mevcudatın üstüne çıkmak isterler. Fakat bu gurur bir şirk-i Bari olduğu için çok geçmeden düşecekleri hufra-i füturda o Vahibül-amalden harikalar temennisine kalkmakdan vareste kalamazlar. Çünkü o zaman kendilerine gelirler ve kendilerini bilenler de bütün alem-i imkanın kudret-i Bariye müsehhar olduğunu teslimde tereddüd eylemezler. Pekala bilirler ki halık olan Hak Teala hilkatin tanımak tenakuzdur. Kavanin-i cariye illet-i ula üzerinde değil ancak ilel-i mütevassıta üzerinde hakim ve ancak onların ıttıradatını nazımdır. Ve tabiat denilen şey de ancak o ıttıradların bir ifadesidir. Bu ıttıradata mahkum olan halık değil yalnız mahlukatdır. Binaenaleyh illet-i ula olan Halık Teala mahkum-ı kavanin değil vaziü kavanindir. Ve binaenaleyh fail-i muhtardır. Beka-yı kuvvet kanununu bize o kadir zil-kuvvetin ezeliyet ve ebediyetini gösterirken tahavvül-i kuvvet kanunu da bize ğunu ve ıttıradlar içinde harikalar gizlendiğini gösterir. Bu defa evvelkiler bağırır: “Ne oluyorsunuz” sizin bizden ecdadımızın kemiklerini sızlatmazdık. Sizin fenalığınız bir iken iki oluyor. Siz adam olsa idiniz bize karşı bir meziyyeti haiz bulunsa idiniz bizi incitmez yeni derdlere sokmazdınız bıraktıklarımızı alır nevakısını ikmal ederek gibi muhafaza eylerdiniz. Bugün sizin çektikleriniz ve fazla olarak bize de çektirdikleriniz kendi kazancınızdır. Bari onları bize mal etmeyiniz de yaptıklarınızın seyyiesini yalnız kendiniz çekiniz” derler. yıkılırken sırrı zahir olurken yalnız ve yalnız o Hallak-ı lem-yezel arş-ı ehadiyetde Hayy ve Kayyum olarak kalır. Sual-i Zül-Celali irad olunur ve bunu ancak cevab-ı kibriyası halleder. Bütün ümidlerin karardığı bütün gönüllerin haşyet ve detle savaik-i ukubet kaynarken diğer tarafdan kemal-i refetle berk-ı tecelli parlar baran-ı rahmet yağmakda devam eder. Yıldırımlar düşmeden şimşekler çakar. Barika-i rahmetin saika-i dehşete mütekaddim olduğu görülür. ayeti okunur kelime-i kudsiyesi duyulur. Yesden kıvrılan Araf Suresi Araf Suresi Enbiya Suresi Mümin Suresi Mümin Suresi Araf Suresi şüpheye düşerim; Nasıl olur da adalet ve rahmetinden ümidimi keserim? Nasıl olur da yeislerime karşı ondan harikalar beklemem? Söz madem ki buna müncer oldu. Binaenaleyh biraz da . Meal-i münifi Hamd o Allaha ki Rabbül-alemindir Bütün mahlukatı Kulluğu yalnız sana ederiz. Yardımı da ancak senden lunu göster. Gazabına uğramış azıp sapmış olanların yolunu değil… ] Bu yedi ayet-i kerimeden ibaret olan sure-i şerife Kuran-ı Kerimin fatihasıdır. Beş vakit namazın her birinde her müslüman bunları müteaddid defalar tilavet eder. Bunların her kelimesi her ayeti insanlara ne kadar asalet bahş eden insanları ne kadar zindeleştiren tenşit eden bir kuvveti haizdir. Bu sure-i şerife gözlerimizin önünde ne muazzam bir ufk-ı emel açıyor fikirlerimizi serbesti ve istiklal ruhuyla ne kadar işbaediyor bize ne kadar payansız bir terakki ne kadar hududsuz bir hakimane ihtarlarda bulunuyor bizi yoldan saptıracak her şeye karşı ne müessir manialar koyuyor! Müslümanlıkdan mukaddem insanların uluhiyyet hakkındaki telakkisi pek korkunç bir şeydi. Bir kere gazab-ı İlahi tahrik edildi mi ancak Hindistan Yunanistan ve Roma mabedlerinde an be-an dökülen insan ve hayvan kanıyla teskin olunurdu. Al-i Yakubun rüesası Beni İsrailin alihesini iğzab edenlere karşı ellerini semaya kaldırırlardı. Artık Yehudanın gazabını teskin için köyler yıkılır ekinler imha edilir mal ve mülk tarumar olur hayvanlar kesilir hatta çocuklar kadınlar yaşlı erkekler bile tahlis-i giriban edemezlerdi. Hazret-i Isanın -güya beşeriyyeti kurtaramamıştı. Eizze-i Nasaranın telkin ettikleri uluhiyyet bütün beşeriyyeti bir adamın günahı için mahkum eden bila-mukabil beşerin bir günahını afv Bunun içindir ki Allahdan başkasına tapan milletlerin mabudları ölür bir müddet de ölümün hayal ve heykeline tapanlar bulunur. Nihayet bu hayalin bir serap ve o perestişin müstevcib-i ikab olduğu tebeyyün eder neticede kıyamet kopar hüsran-ı ebedi tahakkuk eyler. Fakat mümin-i kamil olan müslümanın Allahı her zaman Hayy her zaman Kayyumdur. Hem melce-i evvel hem melce-i ahirdir. Ona sıdk ile ubudiyet edenler hiçbir zaman yes ve hırmanın pençe-i ateşininde inlemezler. Elemlerinden emel emellerinden amel amellerinden saadet doğar. Dikkat edilirse görülür ki hiçbir lisanda Allah ism-i hassının tam müradifi yoktur. Huda Tanrı kelimeleri bile esas itibariyle rab nur makamında hele garbın Dieusu ilah mabud ism-i cinsleri mevkiindedir. Hatta denilebilir ki şarkınDivi garbda bir tenasüh iledieudiv” şeklinde bir mabud olmuştur. Hulasa İslamiyet yalnız halik-ı kül olan Hak Tealayı mabud tanıtıp ancak bir Allaha hasr-ı ubudiyet etmekle fani ve mevhum mabudların bi-sud ve muhayyel olan sultalarını kırmış onları mabed-i hilkatden atmış ise bununla beşeriyetin turuk-ı saadetini kapatan evham ve esatiri temizlemek şehrah-ı felahını açmakdan başka bir şey yapmamıştır. Nefve zararın zamin-i mutlakı olmayan fanilere rabt-ı kalb eylemekle halikus-semavat vel-arzın dergah-ı ehadiyyetinde zaraat-güzin-i ibtihal olmak arasında ne büyük fark vardır? Ben hah deyince bir irade ile elimi kolumu oynatabiliyor irademin bedenimde bir hakikat-i ayniyyeye münkalib olduğunu görüyorken bu kudret-i mahdudeyi bana veren Halikın irade-i ezeliyyesinden çıkan bir “Kün” emriyle neler yapılacağını anlamakdan nasıl teğafül ederim? İlliyet kunununun ilk nokta-i ihtizazı olan bu emirdir ki bugün bizi mazmunu mucebince şu kaşane-i hilkatin şu saray-ı hestinin arz ve seması arasında raks ettiriyor. Emelden emele hareketden harekete fırlatıyor. Nasıl olur da ben o Halikın kudret-i na-mütenahiyesinden Bakara Suresi Yusuf Suresi - Bu ayet-i kerimenin ifade ettiği Tevhid-i Bari akidesi müsavat-ı beşer fikrini de telkin etmektedir. Kuran-ı Kerim Tevhid-i Bari akidesini bu kadar kuvvetle tahkim ediyor şirki bu kadar şiddetle istisal ediyorsa bunun sebebi Cenab-ı Hakkın -haşa- kıskanç bir ilah olması değildir. Kitab-ı mübinimizde Allahın böyle bir sıfatı yoktur. Cenab-ı Hak bu şaibeden münezzehdir. Tevhid-i Bari akidesi başka bir maksada hadimdir. Bu akide insanlarda bir hiss-i asalet ibdaediyor. Bize öğretiyor ki bütün cihan ya bize müsavi yahut bize tabidir. En eski zamanlardan bu güne kadar insan anasır-ı tabiati takdis etmiş birtakım eşyaya ibadetden başlayarak insanlara terakkisine ve itila-yı şahsiyyesine bir mania teşkil ediyordu. rin imdadına yetişti ve bir cümlede uluhiyyet derecesine yükselttiği şeyler madunu veya müsavisi oldu. İnsan anasır-ı tabiiyyeyi ihtiyacatına istifaya hadim kıldı ki keşfiyat-ı ilmiyyenin esası budur. Müslümanlar beşerin mü-savatına dair perverde ettikleri itikadı zafa uğrattıkları günden beri her şeyi zayietmeye başladılar. İnsandan müsavatı imha eden bir itaati isteyenler bir ilah olmak istiyor demektir. Müslüman böyle bir şeyi kabul edemez. Tevhid-i Bari akidesi ve ondan tevellüd eden müsavat-ı beşer Demokratiklik Sosyalistlik cihan-şümul uhuvvet gibi en asil fikirleri vücuda getirir. Cihanı bir cihan-ı saadet haline getirecek bir şey varsa odur. Bunu takib eden ayet-i kerime insana neşat ve zindegi bahş eden bir ayetdir. Bu ayetle sırat-ı müstakime nı Cenab-ı Hakdan tazarruediyoruz. Biz niam-i ilahiyeye nail ve onlara layık olmanın yollarını öğrenmeye hahiş-geriz. Acaba niam-i ilahiyye terkibinin daire-i ihatasına aldığı şeylerden daha necib daha kıymetli daha yüksek ve daha şayan-ı arzu bir şey var mıdır? Bu ayet-i kerime şayan-ı ihraz olan her şeyi bize göstermektedir. Hak Teala böyle bir dua ile zat-ı alasına takarrübü talim ediyor. Acaba doğru yolda gidersek bizi niam-i ilaiyyesinden mahrum eder mi? Bu duanın bir vahy-i ilahi olması zat-ı Barinin tasavvur edebileceğimiz her nimeti: İlim ve sanat irfan ve medeniyet servet ve satvet hakimiyet ve şevket itila ve necat gibi bu dünyada şayan-ı gıbta olan her şeyi bize Cenab-ı Hak böylece bizi tarik-i hayata irşad buyuruyor. Niam-i ilahiyeye nasıl nail olacağımızı gösedemeyen bir uluhiyetdi. Bu telakkiler peygamberan-ı bir şey telkin etmemişti. Bu telakkiler bizi yaratmadan evvel mevcudiyetimiz için lazım olan her şeyi yaratan ve bunları bila-mukabil bila-garaz ve ivaz halk eden Rabbül-aleminin nihayetsiz rahmetiyle kabil-i telif değildir. Bu kadar Rahim olan bir ilah mahlukatdan birinin günahını afv edemez miydi? Elhasıl insanlık bila-kayd u şart bila-garaz u ivaz ibzal olunan niam-ı ilahiyye ve rahmet-i rabbaniyye hakkında yüksek bir telakkiye; insanları haliklarına havf ve haşyetden ziyade muhabbetle itaate sevk edecek Cenab-ı Hakkın bi-hudud nimetlerine esasen ibzal olunan ve yalnız insanların hareketini insanların amel-i salihini bekleyen niam-ı ilahiyyeden onları emin kılacak yüksek bir telakkiye muhtac idiler. Kuran-ı Kerimin fatihası bunu temin ediyor. Cenab-ı Hakkın metn-i Fatihada varid olan ilk üç sıfat-ı ilahiyyesi halikımız razıkımız hafızımız olan Rabbimize; hiçbir say hiçbir istihkak neticesi olmayarak mevcudiyetimizin devamı inkişafımızın temini için her şeyi yaratan fazl u inayeti bi-hudud olan Rahmana; insanın bir amel-i salihine bin bir sevab ile mukabele eden Rahime nazar-ı dikkatimizi celb etmektedir. Cenab-ı Hakkın sure-i Fatihada dördüncü sıfatı “maliki yevmiddin”dir. Cenab-ı Hak her amel-i salihi mükafatlandırır fakat günahları ü ala haşa memluk değil malikdir. Kendisine karşı işlenen bir günahı afv etmek hususunda adalet kaydıyla mukayyed değildir. Bu dört sıfat mahza Cenab-ı Hakkı tebcil için bir araya getirmiş bit-tesadüf sıralanıvermiş bir şey değildir. Bunlar bütün sıfat-ı ilahiyyenin mahiyet-i hakikiyyesini göstermek için evvelce uluhiyyet hakkında fikr-i beşere giren birtakım yanlış telakkiyat ve o telakkiyata istinad eden akaid-ı batılayı kökünden silmek için vahy olunmuştur. Bu sıfat-ı ilahiyyenin beyanından sonra Fatiha-i şerifede “İlahi yalnız sana ibadet ederiz yalnız senden yardım dileriz” deniliyor. Bu ayet-i kerime istiklal ve serbesti ruhuyla meşbudur. Yardım için hiçbir ferdden istimdad etmeyeceğiz. Birtakım lütuflara nail olmak emeliyle kimseye yanaşmayacağız. Seciyyemizin asaletini muhafaza edeceğiz ve hiçbir kimseye boyun eğmeyeceğiz. Ancak Allahımızdan yardım dileyebiliriz. Çünkü bütün insanlar bizimle müsavidir. Başkalarına ne ihsan olunduysa bize de ihsan Bunu takib eden ayet-i kerime bu esası teyid ediyor Cenab-ı Hakdan niyaz edeceğimiz yardımın mahiyetini beyan ediyor: “Bizi doğru yola götür” diyoruz. Evet biz doğru yola girmek için Allahın yardımını niyaz ediyor ve bu doğru yolda ilerlemeye amade olduğumuzu bımıza bir şey yapmasını taleb etmiyoruz. Bizi “Niam-i muzu ifade ediyoruz. Şüphesiz hedefe muvasalat için birçok yollar: Doğru eğri kısa uzun yollar vardır. Biz Cenab-ı Hakdan doğru ve kısa yolu bize göstermesini niyaz ediyoruz. Binaenaleyh hareket etmek istemeyen ataleti seven çalışmakdan nefret eden insanların Allaha yaklaşmalarına onun merhamet kapılarını çalmalarına hacet yoktur. Bu kapı çalışmak ve faaliyetlerini tanzim Bunda müslümanlar ve bütün insanlar için büyük bir ders-i ahlaki vardır. Bu sure-i celile fil-hakika beşeri her teşebbüsün sırr-ı muvaffakiyyetidir. Niam-ı İlahiyyenin tarik-i ihrazı budur. Eski müslümanlar bu irşad-ı İlahiyyeden müstefid olmuşlardı. Onlar çalışmışlar ve birkaç sene zarfında başkalarının asırlarda nail olamadıklarını yor bütün kuva ve melekelerini izhar ediyor onlara her dakika taze bir hayat bahş ediyordu. Binaenaleyh onların kazandıkları mükafat da payansızdı. Bugünkü müslümanların olmuşlar bize muhteşem bir miras bırakmışlardı. Fakat bu mirasın azameti ahlafın gözünü kamaştırdı. Bunlar o miras ile kanaat ettiler. Cedlerinin katettiği yolda Filhakika bizim bugünkü halimiz her fırsatı zayi eden bütün faaliyetini atalet kurdlarına emdiren çalışmakdan nefret eden tenbelliğe teslim-i giriban eden hayatı istihkar etmenin cezasına çarpılan bir insanın halidir. Bu vaziyet içinde niam-ı ilahiyyeyi hatırlamayarak dua ve ibadet ediyoruz. Bu ne hayasızca bir cüretdir! Biz Allahımıza Rabbülalemin diyoruz. Tabii. Ona Rahman diyoruz. Muhakteriyor. Şerait-i lazimeyi tahakkuk ettirdiğimiz takdirde Mesela bir alimin faaliyetine atf-ı nazar edelim. Onun vazifesi bir şey yaratmak değildir. Onun yegane veya birbirine ilave eylemekdir. Evet her şeyi esasen mevcuddur fakat onun bir hareketini şayan-ı hayret neticeler takib ediyor. Bir buğday tanesi bile birçok vesait-i tabiiyyenin faaliyeti neticesinde semere veriyor. Fakat ne zaman bir çiftçi tarlasına gider ve çalışırsa o zaman her zerre vazifesini ifaya başlar. Hergün beş farzı eda ettikçe bize bu muazzam ders telkin olunuyor bize Rahman ve Rahim olan Allah hatırlatılıyor. Cenab-ı Hak bize hayatımızın idamesi terakkimizin temini için niam-i ilahiyyesini ibzal etmiştir. Fakat biz atıl durur ve onları istimal etmezsek hiçbir faide ihraz edemeyiz. Rahman sıfatıyla Cenab-ı Hak ancak onun nimetinden müstefid olmak isteyenleri müstefid eder. Siz dünyanın hakimi olmak mı istiyorsunuz? Cenab-ı Hak bu niyazınızı tahakkuk ettirir. Size yardım eder. Fakat evvela buna müstehak olduğunuzu isbat ediniz. Çalışınız. vasıtasıyla ve sair suretle neşredilerek erbab-ı ihtisasın nazar-ı mütalea ve tenkidine vazedilmesinde şüphe yok ki birçok fevaid vardır. leketi ne derecelerde tatmin edebileceği muhitin ananatıyla telif olduğu güzelce tedkik edilmeli; bu mevaddın ne derecelerde kabiliyet-i tatbikiyeyi haiz olup olmadığına dair haiz-i salahiyet olan muktedir tecrübe-dide erbab-ı hukuk tarafından uzun uzadıya mütalaat dermiyan olunmalıdır ki vazedilecek kanundan beklenilen menafive mesalih layıkı vechile tecelli edebilsin. Ba-husus saha-i tatbike vazedilecek mevadd; milletin mukaddesatıyla ahkam-ı diniyyesiyle temayülat-ı amika-i ruhiyyesiyle şedid bir suretde alakadar bulunursa bu mevadd hakkında daha ziyade itina edilmesi bu mevadd üzerinde daha ziyade ciddiyet ve ihtimam ile layihası de bu cümledendir. Bu layihanın ehemmiyet-i mahsusası nazar-ı itibare alınarak bu hususda haiz-i ihtisas zevat tarafından icab eden mütalaat mufassalan serd edilir ise şüphe yok ki o zaman kabiliyet-i tatbikiyeyi haiz ihtiyacatı tatmine hadim güzel bir kanun vücuda gelebilir. Binaenaleyh bu ciheti arz edildiği vechile erbab-ı ihtisas ve salahiyetin kalemlerine terk ederek biz yalnız mabihil-amel olan ahkam arasında münhasıran bir mukayese yapmak emelindeyiz; Maahaza bu hususda mezahib-i mutebere-i İslamiyyeye aid olan sair ahkam-ı fıkhiyye de mümkün mertebe daire-i mukayeseye idhal edilecektir. Bu suretle mezkur maddelerin ahkam-ı esasiye-i fıkhiyyemize ne derece tevafuk edip etmediğini edeceğiz. Minallahit-tevfik. Bu maddenin ilk iki fıkrası ahkam-ı fıkhiyyemize muvafıkdır. Fakat son fıkrası muvafık değildir. madem ki nişanlanmak namzedlikden ibaret olup bir vad mahiyetindedir tarafeynin akd-i nikaha mecburiyetini kak. Hayat ve inkişafımız için ne lazımsa Hak Teala onu yaratmıştır. Bunlar bizim hareketimize muntazardır. Fakat dudaklarımız acaba hangi cüretle Cenab-ı Hakka Rahim diyor ki “Rahimiyyet-i ilahiyyeden” istifadeye asla şitab etmiyoruz. Hele hiçbir vechile faaliyetde bulunmadığımız halde acabaYa Rabbi ancak sana ibadet eder ancak senden yardım dileriz.ayet-i kerimesini hangi cüretle telaffuz ediyoruz. Evet hangi mesaiyi Bundan başka Cenab-ı Hakkın bizi doğru yola irşad etmesini niyaz ettiğimiz halde doğru yolda bir adım atmak aklımıza geliyor mu?. Bizim ibadetimiz ibadet değil maskaralıktır. Bunun cezasını çekiyoruz. Müslüman kardeş! Kendini ıslah etmek hususunda gecikme. Eslafımızın yaptıklarını kazandıklarını biz de yapabiliriz biz de kazanabiliriz. Cenab-ı Hakkın rahmet kapıları çalınınca derhal açılır. Kapıyı çalmak senin vazifendir kapıyı açmak ise Mevlaya aittir. Fakat birinci hareket senindir. Bu duanın başından sonuna kadar tertibini düşün ne kadar asaletbahş ne kadar canlandırıcı ve ilham verici olduğunu gör. Buna rağmen insanları elektrikleyen bu sözlerin muhatabı olan müslümanlar azm u sebat ile irade ve seciyye kuvvetiyle mefkurelerinin ulviyetiyle muttasıf olacakları yerde inhitatın her türlüsüne düşmüş bulunuyorlar. Kendilerine medeniyet şahikalarının yolu gösterilmiş olan müslümanlar haziz-i zillete batıyorlar. Acaba bunun bir çaresi yok mudur? Buna karşı gelmenin hodgamane siyaseti hayata layık olanın yaşayacağına dair ileri sürdüğü sakim ve gayr-i insani felsefesi başka milletleri esir etmek için kullandığı müsbet menfi bütün vesaiti şarkın tedennisine amil olmuştur. Fakat İslam milletlerinin sebeb-i sukutu kendi içindedir. Onlar bu evamir-i ilahiyyeye riayet etseler bütün bu anasır-ı sukutu Layihası Hakkında Mütalea Bir müddetden beri İstanbulda müteşekkil bulunan Ahkam-ı Şahsiyye Komisyonu tarafından münakehat ve müfarakate aid ihzar edilmiş olan kanun layihasının birinci maddesinden itibaren bazı aksamını yevmi gazeteler neşretmektedirler. Herhangi hususa müteallik tanzim edilecek kanun layihalarının kanuniyyet kesb etmeden evvel gazeteler akil olarak hakikaten veya hükmen baliğ olmaları şartdır yoksa mutlaka münteha-yı sinn-i büluğu idrak etmeleri behemehal on beş veya on yedi on sekiz yaşlarında bulunmaları şart değildir. Halbuki işbu . maddeye nazaran hatıb ile mahtubenin haiz-i ehliyet olup akd-i izdivacda bulunabilmeleri maları icab etmektedir. Malum olduğu üzere müctehidin-i Hanefiyyeden hazeratına göre gerek erkeklerde ve gerek kızlarda sinn-i büluğün müntehası on beşdir. Bu sinni idrak eden bir şahıs kendisinde asar-ı büluğ zahir olmasa bile hükmen baliğ addolunup ehliyet-i hukukiyeyi tamamen ihraz eder. Çünkü bu sinde büluğ galibdir. İtibar ise galibedir. Maahaza efrad-ı beşeriyenin ömürleri alel-ekser altmış yetmiş seneden ibaret bulunuyor artık insanları öyle müddet-i medide ehliyet-i kamile-i hukukiyyeden mahrum bırakmak şan-ı insaniyete layık hikmet ve maslahata muvafık olamaz. Mecellenin . maddesinde de bu kavl kabul edilmiştir. Fakat İmam-ı Azam hazretlerinin meşhur ve muehhar olan kavline nazaran sinn-i büluğun müntehası kızlarda on yedi erkeklerde on sekizdir. Kız çocukları erkek çocuklardan daha seribir halde neşvü nema buldukları olmak üzere kabul edilmiştir. İmam-ı müşarun-ileyhe göre insanlar on yedi on sekiz yaşlarında reşid olacaklarından artık bu sinlere vasıl olan insanların baliğ addedilmeleri zaruridir. Demek ki . maddede kabul edilen sinler yalnız münteha-yı sinn-i büluğ olmak hususunda İmam-ı Azam hazretlerinin nokta-i ictihadına tevafuk ediyor. Bu madde ahkam-ı fıkhıyemize muhalifdir. Bilcümle mezahib-i mutebere-i İslamiyye eimmesinin beyanat ve sağirenin velileri tarafından tezvici caizdir. Ancak fukaha-yı kiramdan İbn-i Şibrime ile Ebubekir Elisamın ictihadlarına göre baliğ ve baliğa olmayan kimselerin izdivacları caiz değildir bunlar hiçbir kimse tarafından tezvic olunamazlar. Halbuki müşarun-ileyhimanın bu ictihadları nassa keha-yı izam tarafından reddedilmiştir. Maahaza bu iki zatın ictihadlarına nazaran cevaz-ı nikaha maniolan hal; adem-i büluğdur yoksa işbu . maddede kabul edildiği üzere sağir ve sağirenin mutlaka gayr-i müstelzimdir o halde akdin adem-i vukuuna sebebiyet veren tarafdan zarar ve ziyan talebine kıyam edilebilmesi nasıl caiz olabilir?. Tarafeynin bir-rıza deruhde ettikleri bir tazminat şartı kanunen muteber olmadığı halde böyle bir şart bulunmaksızın ber-vech-i muharrer zarar ve ziyan talebi hakkının kabul edilmesi garib bir istisna teşkil etmiyor mu? Madem ki nişanlanmak nikahlanmak değildir o halde mağruren hemen birtakım masraf ihtiyarına kalkışmamak lazım gelir. Artık tarafeynden biri işin neticesini mülahaza etmeksizin kendi arzusu dairesinde masraf talebine kıyamı savab görülemez. Böyle bir harekete diğer tarafa iltizam etmediği bir şeyi ilzam demek olur ki bu hukuk nokta-i nazarından şayan-ı teemmüldür. Mahaza böyle bir hükm-i kanuninin tatbiki çok kere pek müşkilat ile kabil olabilir böyle bir hakkın kabulü tezvirata meydan verir birtakım müzic davaların tekevvününe bais olur çok kere tarafeynin ağır ittihamat altında kalmasını intac eder zarar ve ziyan namına alınacak şey de çok kere zayiolacak olan şeref ve haysiyete tekabül etmiş olamaz. Binaenalayh böyle bir hakkın kabulü insani ahlaki ictimai nukat-ı nazardan düşünülmeye layıkdır. Komisyon bu hususda Alman Kanun-ı Medenisinin maddelerinden mülhem olmuş olmalıdır. Bu maddenin istirdad-i mehre ve hediye hususuna müteallik ahkamı elyevm mehakimde düsturül-amel olan ahkam-ı fıkhiyyeye muvafıkdır. Ancak ve . maddelerin ahkamı cay-ı tedkik olduğundan bunlara mütedair mütaleatımız ileride serd olunacaktır. Bu madde ıtlakına nazaran ahkam-ı fıkhiyyemize münafidir. Çünkü ahkam-ı fıkhiyyemize göre ehliyet-i kamile-i nikahı haiz olabilmek için hatıb ile mahtubenin Demek ki zaruret vukuu on üç on dört yaşlarındaki çocukların izdivacları hakkında bir müsaade-i kanuniye tevlid ettiği halde henüz on iki yaşını ikmal etmemiş olan çocukların hakkında bu müsaadeyi tevlid etmiyor. Acaba on on bir yaşındaki kimselerin akd-i izdivacları edemez mi? Beşinci maddenin tayin ettiği sinlerden dun bulunanlar ne için bu müsaadeden mahrum bırakılıyor? Vakıa ekser ahvalde sığarın izdivaclarına ne taban ne de şeran bir ihtiyac yoktur. Bunların vukubulacak vücuda gelemez. Bil-akis bunların izdivacları bazan elim neticelere bais olabilir; terbiyelerini nüşv ü nemalarını saadet-i atiyyelerini haleldar edebilir. Bunun içindir ki evladını daha baliğ olmadan sinn-i kemale erişmeden evlendiren babalara validelere pek nadir olarak tesadüf olunabilir. Maahaza kabil-i inkar değildir ki bazan sıgarın izdivacları mühim bir maslahata bir ihtiyaca müstenid olabilir. Ve her izdivacı müteakib zifaf icrası lazım gelmeyeceğinden bu babda mülahaza olunan mehazirin herhalde vukubulacağı iddiaya da mahal yoktur. ketdir. Bu ciheti ise vilayet-i hususiyeyi haiz olan yavrularının mesudiyyetini hayat-ı atiyyelerini başkalarından daha ziyade düşünmek mecburiyetinde bulunan kimseler daha güzel takdir edebilirler. Binaenaleyh bu hususdaki müsaade-i kanuniyyeyi muayyen bir sinne vasıl olan sığara tahsis etmekde herhalde hakimin müsaade-i mahsusasıyla takyid eylemekde o kadar isabet görülemez. Burada on dokuzuncu asrın büyük mütefekkiri tarafından “Kahraman Peygamber” sıfatıyla yad oluna zatı daire-i faaliyeti ve ifa ettiği vazife nokta-i nazarından muhakeme olunduğu takdirde ihraz ettiği muvaffakiyet-i uzma itibariyle bi-nazir ve bir başka zat ile gayr-i kabil-i kıyas olan büyük insanı tebcil etmek için toplanmış bulunuyoruz. Bu sözlerimle o büyük zata birtakım mürşid ve müceddidlerin kadrini yükseltmek maksadıyla yapılon değildir. Sığar hakkında nikahların muvafık-ı maslahat olup olmaması başka bir meseledir bu hususdaki mütaleatımızı atiyen serd edeceğiz. Bu madde de ahkam-ı fıkhiyyemize tevafuk etmemektedir. Demek ki madde-i sabıka vechle on iki yaşlarını yaşlarını ikmal etmemiş olanların izdivacına hakim tarafından müsaade edilebilmesi için ya halleri mütehammil ve müsaid olmayı veya zaruret mütehakkık bulunmalı bununla beraber velilerinin izinleri de inzimam etmeli. Ancak eimme-i Hanefiyyeden İmam Muhammede göre kadınların lüzum-ı nikahında velilerinin izin ve icazeti şartdır. Mezahib-i selase eimmesinin ictihadlarına nazaran da kadınların nikahlarında behemehal velilerinin olsunlar. Halbuki işbu beşinci maddeye nazaran hem on yedi yaşını ikmal etmeyen kızların hem de on sekiz yaşını baliğ olsunlar velilerinin izinleri bir şart-ı sıhhat olarak taharri olunuyor hakimin müsaadesi ise adeta nikahın bir rükn-i aslisi mahiyetinde olmak üzere kabul ediliyor. Bunların böyle olduğu ahkam-ı nikah hakkındaki mevadd-ı atiyyenin mütaleasından anlaşılmaktadır. Sırası gelince izahat verilecektir. Şimdi burada düşünülecek bir mesele var. O da sığar hakkındaki nikahların muvafık olup olmaması cihetidir. Komisyon bu hususda bazan bir zaruret tahakkuk edeceğini kabul ederek on yedi on sekiz yaşlarını mesağ vermiş fakat bu mesağ izdivac edeceklerin dördüncü madde mucebince on iki yaşlarından dun olmamalarıyla meşrut velilerinin izinname hakimin müsaadesiyle mukayyed bulunuyor. den mukaddem Arabistanda hakiki bir hükumet yoktu. Her insan doğru zannettiği her şeyi yapıyor ve ancak kabilesine karşı bir hiss-i itaatle mütehassis oluyordu. Kasyin zamanında bile hükumet yalnız kuvvete istinad ediyor ve her zaman yıkılmak tehlikesine maruz bulunuyordu. Cahiliyetin devr-i hitamında ahval bu merkezde müdahaleye başladı muazzam bir mucize vukubulmak üzere bulunuyordu. Filhakika bu mucize emsalsiz bir mucizedir. Biset-i Muhammediden mukaddem Arabistanda her türlü akideye tesadüf edilirdi. Mahalli hurafatdan başka Yahudilik Sabiilik Zerdüştilik ve birtakım mezahib-i Hıristiyaniye Arabistana girmişti. Halkın kitlesi harici tesiratdan masun kalarak kendilerine mahsus fakat mütehavvil bir putperestliğe sadık kalmışlardı. Her kabile her aile hatta her müstakil cengaver ibadet edecek bir şey ihtiraediyoruz ve bir tarz-ı ibadet vücuda getirebiliyordu. Bunların kimi güneşe kimi kamere kimi taşlara cinlere ve birtakım eşyaya perestiş ediyordu. Kabede her kabilenin bir sanemi vardı. a baliğ olan esnamın başında Rahl Lat ve Uzza gibi büyük putlar duruyor ve bu putların kimi insan kimi arslan kimi kartal şeklinde ve daha başka şekillerde bulunuyordu. Aliheye takarrub ciğer parelerini aliheye nezr eder ve kurban ederlerdi. Kızlar aliheye kurban olarak takdim edilmeye şayan görülmediğinden diri diri gömülürdü. Gerek Yehudilik gerek Hıristiyanlık Arabistanda bir hareket vücuda getirememişti. Bu hakikat Vilyam Moter gibi bi-taraf bir eser vücuda getireceğine Müslümanlık aleyhinde bir eser-i taassub vücuda getiren bir adam tarafından bile itiraf olunmaktadır. Muma-ileyh diyor ki: “Beş asırlık misyonerlikden sonra Hıristiyanlık Arabistanın şurasında burasında birkaç insan kazanabilmiştir. Musevilik ise Arabistanda intişara uğraşmış ve bir muvaffakiyyet ihraz edememiştir.” Fakat Yahudiler naşir-i din bir millet olmadıklarını kat olan cihet Hıristiyanlığın Arabistanda hiçbir inkılab vücuda getirmemesi Arabların telakkiyat-ı diniyyesinde zerre kadar bir tahavvül icra edememesidir. Kibon diyor ki: Hazret-i Muhammedin irtihalinden sene mukaddem Yahudiler Arabistana yerleşmişlerdi… Fakat Hıristiyan misyonerleri bunlardan ziyade muvaffak oldular. Katoliklerin tazyikine uğrayan mezahib Roma mış Markinyonidlerle Mançılar hayali fikirlerini ve İndığı halde onların tenzil-i kadrine badi olan harikulade sıfatlar izafe etmiyorum. Hayır bu zat Kuran-ı Kerimin lisanıyla dediği gibi “Ancak sizin gibi bir beşerdir” onun bu itirafıdır ki husemasını bile hiç olmazsa kendini muazzam bir deha olarak tanımaya sevk etmiştir. Aynı suretle bugün sair enbiyaya atf olunan bazı harikulade efal bir zümre tarafından tereddüd ve iştibah ile karşılandığı halde Hazret-i Muhammedin mucizesi yanionun Arabistanda vücuda getirdiği ve bin-netice bütün dünyaya teşmil ettiği siyasi ictimai fikri ahlaki ve dini inkılab bütün dünya tarafından tasdik olunmaktadır. Peygamberimiz tarafından ifa olunan vazifenin ne kadar müşkil onun tarafından yapılan inkılabın ne kadar halini tasvir sonra da Peygamberimiz tarafından yapılan müellifleriyle istişhad eyleyeceğim. Arabistan gayr-i muntazam bir müselles şeklinde bir şibh-i ceziredir. Kibon bu şibh-i cezireyi ber-vech-i ati tarif ediyor: “Arabistan denilen ıssız beyaban keskin ve yalçın dağlarla mala-mal nihayetsiz bir rikistandır. Gölgeden ve her ilticagahdan mahrum olan çölün yüzü mıntıka-i harrenin ateşin güneşiyle yanar. Rüzgar zehirli bir buhar neşreder. Bir tarafdan teşekkül eden diğer tarafdan dağılan kum tepeleri Bahr-i Muhitlerin dalgalarına benzer. Nice nice kafileler ordular bunların içinde kemnam olmuştur. Çölde su bulmak ve bulunan sudan istifade etmek odun da nadirdir. Orada ateş bulmak ve onu muhafaza etmek mühim bir hünerdir. Arabistan araziyi müstefid edecek suları üzerinde seyr ü sefer icrası kabil olacak bir hatt-ı muvasala teşkil edecek nehirlerden mahrumdur. Dağlardan akan suları susuz toprak içer; Nadir nebatlar gecenin şebnemiyle tağaddi eder. Tarih-i kadimden anlaşıldığına göre Habeşliler İranlılar ve Romalılar kısa birer zaman için Arabistanı teshire muvaffak olmuşlarsa da Arabları teshir edememişlerdir. Gerek İranlı Siros gerek Romalı Terejan Arabistanı feth edememiş Romalıların temeddün-kar nüfuzu kum ve taş deryasının sakinleri üzerinde bir tesir icra edememiştir. Hazret-i Muhammedin zaman-ı tevellüdünde Arabistan zahiren İranın bir vilayetiydi. Bununla beraber Himyerilerden yedi hükümdar dağlarda hakim bulunuyordu. Her kabilenin bir reisi vardı. İki kabile bir araya gelemiyordu. Belki bir kabilenin ailesi arasında kuvvetli bir vahdet teessüs edemiyordu. Muhtelif aileler arasındaki revabıt o kadar gevşekdi ki bir yarış esnasında vukubulan bir tecavüz kırk sene emn ü müsalemeti her fenalığa karşı dünyanın en kuvvetli en mütesanid manzumesini teşkil etmektedir. Avrupa ticaretinin revac bulduğu her yerde sarhoşluk ve ona mümasil bütün mesavi revac bularak halk inhitat ve tereddiye duçar oluyor. Müslümanlığın tesirat-ı medeniyyesi hayret-bahşadır. Müslümanlığı kabul eden mühtediler milyonlara baliğ oldukları halde muazzam sermayeler ittifakıyla ve birçok hayatların ziyaı mukabilinde Hıristiyanlığı kabul edenler ancak binlere baliğ olmaktadır. Bu kati hakikati Evet bu kati bir hakikatdir. Müslümanlık para sarf etmeksizin ve hiçbir kimseye dünyevi bir emel vad etmeksizin zibeyi haiz olduğunu göstermektedir. Müslümanlar din-i mübinlerine birtakım tufeyliyatın karışmasına müsaade ettikleri zamanda vaziyet bu merkezde ise acaba Müslümanlık bütün safvet-i asliyesiyle tezahür ettiği zamanda ne yapıyordu.?.. Arabisran ahalisi şiire meftun idiler bunlar taban cengaver ve cesur insanlardır. Fakat Kibonun dediği gibi Sarf ve Nahiv Bedive Beyan kavaid-i Arabların maderzad-ı belağatine mechul idi. Bundan başka Playininin dediği gibi Arablar yağmaya çok mübtela idiler. Çölden geçen kafileler soyulur yahut rehin alınırdı. Arablar kabileleri efradından biri öldürülürse tazminat kabul etmezler katilden ziyade katilin kabilesine mensub bir ferdden intikam almak hususunda ısrar ederlerdi. Sonra tekrar bu katlin de intikamı alınır ve bu suretle bir katlin intikamı itmam oluncaya kadar yarım asır geçerdi. Sarhoşluk fuhuş ve kumar oynamak Arablar arasında şayidi. Ahlaki dini ictimai kuyud mevcud değildi. İzdivacların bir haddi talakların bir kaydı yoktu. Bir evlad babasının mirasıyla beraber babasının karılarına da varis olurdu. Bir adam öksüz bir kızı parası bırakır yahut büsbütün ihmal ederdi. Boşanan bir kadının tekrar evlenmesi zevc-i sabıka bir hakaret addolunduğundan bir daha evlenemezdi. Hiss-i intikam ile mütehassıs olan kadınlar dişleriyle düşmanlarının kalbini sonra sükunet bulmazlardı. Köleler hayvan muamelesi görürlerdi. Putlara insan kanı ihda ve kız çocukları diri diri gömüldükden başka intiharlar da Arablar arasında çoktu. Kanlı mücadeleler vukuat-ı yevmiyedendi. Ağır bir sözün cezası ekseriya ölüm olurdu. Elhasıl Kibonun bi-hakkın dediği gibi bu ibtidai ve vahşi cebabireye cemaat namı vermek abesdir. Bunların hayvandan tefriki müşkildir. Hazret-i Muhammedin zaman-ı tevellüdünde Arabistan bu vaziyetde idi. Peygamberimizin ümmi olması Burada temdin-kar birer kuvvet itibariyle Müslümanlık haricine çıkmamış oluruz. Müslümanlığın zaman-ı zuhurunda yeryüzünde altı buçuk asırlık bir hayat imrar etmiş bulunduğu halde Hıristiyanlık hala en derin cehaletde yaşıyor Müslümanlık ise saliklerini şahika-i irfan ve terakkiye yükseltiyordu. Filhakika Mister Bosvert müslümanlar beş asır bütün insanlığa meşale-i irfanı taşımışlardır.” Bilahare müslümanların peygamberleri tarafından gösterilen yoldan sapmaları kendilerini çok büyük felaketlere duçar etmiştir. Fakat buna rağmen hıristiyanlarınkinden daha fazladır. Muma-ileyh diyor ki: “İslamın ilk zamanlarında nasıl intişar ettiği meselesi en ziyade şayan-ı izah olan mesele değildir. Asıl aranılacak mesele Müslümanlığın müslümanlar üzerinde ihraz ettiği daimi nüfuz ve hakimiyetdir. Hıristiyanlık hıristiyanlar üzerinde böyle bir tesir icra edemiyor. Mesela Afrikalı bir kabile bir kere Müslümanlığı kabul etti mi artık bir daha put-perestliğe avdet etmiyor ve Hıristiyanlığı suret-i katiyyede kabul etmiyor. Müslümanlığın medeniyyete hizmeti Hıristiyanlığın hizmetinden çok fazladır. İngiliz zabitlerinin sözlerine dikkat ediniz. Zenci bir kabile Müslümanlığı kabul eder etmez o kabilenin içinde put-perestlik şeytan-perestlik eşyaya çocuk öldürmek sihirle meşgul olmak derhal zail oluyor. Bunlar derhal elbise giymeye temizliğe taharete riayet etmeye haysiyetlerini muhafazaya nefislerine hürmete başlıyorlar. Bunların arasında mihan-nüvazlık bir vazife-i diniyye olarak tanılıyor serhoşluk azalıyor kumarbazlık kalkıyor gayr-i ahlaki rakslar rağbetden düşüyor erkeklerle kadınlar arasında gayr-i meşrumünasebetler vukubulmuyor. Kadınların iffeti bir fazilet telekki olunuyor. Atalet yerine faaliyet başlıyor kanun ve intizam hükümran oluyor kan davaları unutuluyor hayvanlara kölelere fena muamele yapılmıyor hayr-hahlık ve uhuvvet taammüm ediyor!. Müslümanlık her şeyden fazla Adanadan gazetesine yazılan bir mektubun sureti münderic idi. Mektubda deniliyor ki: “Bu son ay zarfında Adanada şayan-ı dikkat bir inkılab-ı her köşesinde beraber gezer ve beraber eğlence mahallerine giderken maalesef Adana gibi müterakki bir şehirde bu olamıyordu. Hakverdi-zadeler tarafından isticar edilen “Türk Ocağı Sineması” kadın ve erkek bir arada sinemaya gelebileceklerini ilan etti.” yazılan muhik müdafaatınızı okudum. Sukut-ı ahlakiye karşı teessüratınıza ben de iştirak eylerim. Binaenaleyh Adanalı olduğum hasebiyle bu hadise-i fecianın hakikatini sizlere bu vasıta ile bütün dindaşlarımıza bildirmeği de bir vazife telakki eylerim. Adanada inkılab olmamış değil olmuştur. Fakat birtakım kimselerin tasavvur ettiği gibi tereddiye doğru değil terakki ve hakiki teceddüde doğru Adana pek serihatveler ile ilerlemektedir. Adana işgalinden sonra sanat iktisad ziraat ticaret hususatına germi vererek büyük bir inkılab-ı maddi devresinde yaşamaktadır. Evvelce her şeyde olduğu gibi sanayisahasında pek geride olan Adana bugün külliyetli sanat sahiblerine malikdir. Yüzlerce traktörleri makinaları fabrikaları idare edecek bilhassa ziraat hususundaki ihtiyacatını tatmin edecek ustaları yetiştirmekle Adana müftehirdir. Ticaret ziraat sahasındaki terakkiyi müstağni-i izah görüyorum. Maddiyat sahasında olduğu gibi Adana maneviyat ve ictimaiyat hususunda da Anadolunun en saf ve temiz muhitinden maduddur. Adana halkı “Hürriyet-i nisvan inkılab-ı ictimaiden” maksad-ı hakikinin ne demek olduğunu anlayalıdan beri bu gibi yaldızlı kelimeleri sem-i itibare almamaktadır. Evet; onların inkılab-ı ictimai namına ilk defa hatırlarına gelen sevdalarını okşayan; kadının ismet ve hicabdan sıyırılması vasive ser-azad bir hürriyete mazhar olması binaenaleyh erkeklerle birlikte zevk ve sefahet yerlerine gitmesidir. Bu kısım münevverlerin memleketimizde yapmak istedikleri bu kabil inkılabat mayacak bütün teşebbüslerinde haib ü hasir kalmaya mahkum olacaktır. Erkeklerle kadınların birlikte gelmesi küşad ve ilan edilmiş idi. Adana halkının yüksek seviyesinden! ğiz de nihayet sinemayı kahve ve kıraathaneye tahvil ile Hulasa bu gibi sinemalarda İstanbulda olduğu gibi kadınla erkeğin beraber gitmesini Anadolu asla kabul edemez. Gitse gitse Türklük ve İslamlık ile alakası olmabiz müslümanları asla mahcub etmez. Pek asil bir aileye mensub olmakla beraber Peygamber zengin değildi. yaşında iken Basraya yaşında iken Şama vuku bulan iki seyahati esnasında gördüğü yerlerden maada Peygamberimiz ecnebi bir memleket görmemiştir. Peygamberimiz elli yaşında irtihal etmiş olsaydı tarihde hiçbir rikkati ile marufdu. İşte “Ey örtünen adam kalk inzar et Allahı tazim et elbiseni temizle fenalıklardan uzaklaş…” hitab-ı ilahisini duyan zat budur. Peygamberimizin ifa edeceği vazife-i risalet filhakika pek müşküldü. Çünkü irşad edeceği halk en ka-ba cehaletin inadıyla tereddi-amiz hurafata vahşiyane birSanki tabiat bu çırçıplak memleketde hayırlı bir salaha muhalifdi. Böyle bir vaziyet karşısında kim tahayyül edebilirdi ki bu kum ve taş deryası muazzam bir devletin esası olacak ve öyle bir ehemmiyet ve kudsiyet ihrac edecek ki orayı bir kere olsun ziyaret alem-i beşeriyetin beşde biri tarafından perverde edilen en büyük emel olacaktır! Kim tasavvur ederdi ki su gibi hayat-bahş nesim gibi müşterek nimetlere pek mahdud bir suretde nail olan reziliyet bataklığında ve fikri zulmetler içinde puyan olan bu vahşi kavim dünyanın büyük bir kısmına hakim medeniyetin alemdarı edebiyat ulum ve sanayide Avrupanın üstadı bütün beşeriyeti müstefid ve müstefiz eden müessesatın banisi olacaktır? Kibon bu şayan-ı hayret inkılabdan bahs ederken diyor ki: “İnkılabların en mühimmi olan bu inkılab bütün akvam-ı cihan üzerinde yeni ve devamlı bir intibabırakmıştır.” Mektublar : ın . nüshasının “Adanada mühim bir inkılab-ı ictimai olmuş!” ser-levhalı bir fıkrasında Ocağında verilen münakaşalı konferansda ancak on beş kişi bulunmuş. Konser günleri görülen kalabalık konferansı günleri hiç görülmüyormuş. bundan dolayı beyan-ı teessüf ediyor. Halbuki gençler bir kere güzel muğanniyeler latif musikiler dinlemeye alıştırıldıktan sonra bittabihep böyle şeylere heves edeceklerdir. Zaten geçenlerde gazeteler gençleri Beyoğlundan İstanbul tarafına celb için kendilerini memnun edecek dansların konserlerin Türk Ocağında verilmesini mevzubahs etmişlerdi. gazetesinin teessüfü artık gecikmiştir. Türk Ocaklarının git gide konser ocakları haline gelmesini tabii görmeye alışmalıdır. Son iki hafta zarfında mekteblerde tatil-i tedrisat hareketi had bir şekil aldı. Evvela Kuleli İdadisi mekteb rülmualliminler Maarif Vekaletinin icraatına karşı kıyam ederek aynı yolu tuttu. Daha sonra liseler hakkında da birtakım şayialar duyulmaya başladı. Mekteblerin bu kadar elim bir tezebzüb içinde bulunması mekteplere devam eden talebenin maarif idaresine karşı isyankar hissiyat ile mütehassis olması pek şayan-ı telehhüf bir şeydir. Mekteb talebesi evvel be-evvel maarif idaresine karşı hürmet hisleriyle meşbuolması lazım gelir. Balık başından kokar derler. Maarifin başı kokarsa bütün maarif elbette tefessühe mahkum olur. Binaenaleyh evvel be-evvel talebenin Maarif Vekaletine karşı hürmet ve bu hürmetden mütevellid hüsn-i itaati duyması için maarifin başında ilmiyle ahlakıyla hüsn-i lunması lazımdır. Yoksa bu tezebzüb bu anarşi devam eder ve müstakbel nesil daha yetişmeden çok vahim Elhaletü hazihi mekteblerde bugün meşhud olan anarşinin başlıca amili maarif idaresinin başından çekilmiş bulunuyor. Yeni maarif idaresinin sabık maarif kati bir nihayet vererek maarif idaresinin hürmet-i ammeye mazhariyyetini temin etmesi her şeyden evvel zaruridir. Sabık maarif idaresi hürmet-i ammeye mazhar olmadıkdan başka refikimizin dediği gibibirtakım tecrübesiz liyakatsiz ellere çoluk çocuğa” tevdiolunmuştu. Maarif cehalet içinde yüzüyordu. Ahmed Cevdet Bey bu cehaletin envaını sayarak maarifin inkılabat-ı yapmak hususunda cahil millet gençliğinin muhtasun yan mechulül-akide -bilmem nereli- birtakım kadınlar gidebilirler. Bunların ise esasen millet ve memleket ile alakaları yoktur. Emin olabiliriz ki Adananın Türk ve Akidesi ve imanı çok sağlam olan bu millet üç buçuk zübbeyi memnun etmek için ailelerini birtakım süfehanın baziçe-i hevesatı edemez ve etmeyecektir. Memleketimiz halkı elhamdülillah ahlakını dinini muhafaza etmektedir. Teceddüd ve asrilik perdesi altında İstanbulu istila eden rezaletin Anadolunun saf muhitine sirayet edemeyeceğine şüphe yoktur. gazetesinin Ankara muhabir-i mahsusu. Kazım Karabekir Paşanın Latin hurufatının kabulünü teklif ettiği söylenmekde olduğuna dair bir telgrafı görüldü. Bizim bildiğimize göre Latin hurufunun aleyhinde bulunanların en şiddetlisi Kazım Karabekir Paşadır. Müşarun-ileyh Şark Ordusu kumandanı iken Azerbaycanda Bolşevik Azerbaycanlıların Latin hurufatını kabul etmeleri üzerine Ankaraya gönderdiği tahriratda bundan maksad bu muzırr ve muzmer cereyanın Türkiyeye de sirayet etmemesi için ilmi bir risalenin hazırlanması lüzumunu beyan ediyordu. Paşanın bu tahriratı o zaman Maarif Vekaletindeki telif ve tercüme heyetine havale edilmiş ve bu risalenin ihzarı lisan-ı mütehassısı Üstad-ı muhterem Samih Rıfat Beyefendiye tevdiolunmuştu. Üstad hayli emek sarfıyla Latin hurufu aleyhinde gayet mühim bir rapor kaleme almış heyet huzurunda okumuş ve fevkalade alkışlarla mazhar-ı kabul olmuştu. Yalnız Akçuraoğlu Yusuf ve Ağaoğlu Ahmed Beyler bu rapora kaç sözle kendilerini iskat etmişti. Bunun üzerine raporun neşrine karar verilmiş ve bu kadar mühim bir raporu bulunulmuştu. Şimdi bu rapor Maarif Vekaletinde olsa gerektir. Maarif Vekaletinin bu raporu şimdiye kadar niçin neşretmediği cay-ı sualdir. Üstad bugün Çanakkale mebusu olduğu cihetle bu raporu neşrettirebilecek bir mevkidedir. Vakit Gazetesinin Ocaklılara Teessüfü gazetesinin yazdığına göre iktisadi sahada ocakların hedefi ne olması lazım geldiği hakkında Türk ğerleri de kapanmaya mahkumdur. Maarif Vekaleti bari halkın ihtiyacat-ı diniyyesini temin edecek medaris-i se. İstanbulda dans salonlarının küşadına mümanaatdan bahs olununca Hürriyet-i Şahsiyye Kanununu ileri sürüyorlar. Halk dans salonu açmak hakkını haiz de tedrisat-ı diniyyede bulunacak medreseler küşad etmekden memnu mu? Demokrasi veya halk idaresi böyle mi olur?.. Sesil Sorel isminde bir Fransız aktrisi İstanbula geldi. Bazı gazeteler kıyameti kopardılar. Mülakatlar takdirler ülfetler sütunları doldurdu. Sesil Sorelin İstanbula gelmesi münasebetiyle gazetesi de bir makale neşretti. “Büyük artistin İstanbula kendi zevk ve hevesi için değil belki Fransaya hizmet için gittiğini” kayd ettikden sonra diyor ki: “Orada müşaşamuvaffakiyetler onu bekliyor. Gençleşen bir Türkiye onu alkışlayacaktır. İstanbul onu takdir ve tebrik edecektir. Harem hayatı orada sönmüş ve garb medeniyyeti ve adatı Bosfor sahillerinde tecelli etmiştir. Fransız edebiyatına ve medeniyetine aşina hürriyetine kavuşmuş kadınlar ketibesi hazır bulunacaktır. Madmazel Sorel eski ve yeni bütün tuvaletlerimizi götürmeyi unutmuyor.” Hakikaten Fransız aktrisi burada ecnebi ruhuyla ecnebi medeniyetiyle kaynaşmış bütün kuyud ve şeair-i diniyyeden sıyrılmış hürriyet-i mutlaka sahibi bir kadın ketibesi buldu. Bunca senelerden beri Fransızların bizi ecnebileştirmek için sarf ettikleri emekler paralar boşuna gitmemiş olduğundan Fransızlar iftihar edebilirler. Lakin Bosfor sahillerinde İslam hayatının söndüğünden onun yerine garb -yani hıristiyan- medeniyet ve adatının tecelli ettiğinden dolayı Fransızlar o kadar sevinmesinler. Ecnebi işgali dolayısıyla burada meydan alan bu lacak artık söndü gitti zannedilen şeair-i milliye eskisinden daha kuvvetli ve salabetli canlanacaktır. Meşruiyet ve Gayr-i Meşruiyet Farklarının İzalesi Rusyada mekteblerde kadın ve erkek münasebat-ı zevciyesi hakkında dersler verilmeye başlanmıştır. Ahaliye sıhhi tedabir-i ihtiyatiyenin neden ibaret olduğu talim edilecektir. Yalnız izdivac-ı medeni kabul edilmiştir. detname ibraz edeceklerdir. Talak pek sadeleşmiş ve iki lehini anlamak itibariyle cahil maarif sistemi vücuda getirmek hususunda cahil tecrübe içinde yetişmemek milli nokta-i nazarından cahil idare-i hükumet vechesinden cahil menafi-i milliyeyi takdir noktasından cahil terbiye kavaidini anlamamak yüzünden cahil elhasıl cahil ender cahil olduğunu bi-hakkın söylüyor. Hiç şüphesiz böyle bir maarif talebe üzerinde hiç tesir icra edemez. Maarifde açılan rahneler çok büyükdür maarif esaslı bir ıslaha muhtacdır. Yoksa maarif hayatımız mekteb hayatımız tamamıyla tefessüh edecektir. Darul-fünunu Profösörlerinden Mösyö Buğlanın İstanbulda yüksek bir Fransız irfan müesessesinin vücuda getirilmek üzere olduğunu tebşir eylediğini; buna Maarif Vekaletinin muvafakat gösterdiğini hatta icab eden muhteşem bir binanın da hükumetçe tahsis olunacağını söylediğini gazeteler yazmaktadır. Maarif Vekaleti bütün memleketteki İslam irfan müessesatını sed ve ilga ettikden sonra şimdi de yüksek bir Fransız irfan müessesi için muhteşem bir bina mı tahsis ediyor?. Dünyada hiçbir maarif vekili görülmemiştir ki kendi milletinin müessesat-ı diniyyesini sedd ü bend etsin on binlerce talebe-i ulumu sokak ortalarında bırakıp da ecnebi irfan müesseslerine muhteşem binalar tahsis etsin. Maarif Vekil-i sabıkı bir müddet daha o makamı Maamafih meyus olmamalıdır. Şahıslar fanidir. İşte böyle bir gün çekilip giderler. Yeni gelen Maarif Vekili de ötekinin tuttuğu yolu takib edecekmiş! Öyle ise çok geçmez o da onun akıbetine uğrar. Nihayet milletin arzu ve iradesi yerine geleceğine şüphe yoktur. Niğde İmam ve Hatib Mektebinin de lağv edildiğini haber aldık. Tevhid-i Tedrisatdan maksad ne olduğu tamamıyla meydana çıkıyor. Bütün mesele müesessat-ı diniyyenin sed ve ilgası imiş! Maarif vekil-i sabıkı bütün Türkiyedeki yüzlerce medaris-i ilmiyyeyi ilga ederken onların yerlerine İmam ve Hatib Mektebleri açacağını söylüyordu. Beş on yerde göz boyama kabilinden açılan bu ibtidai mektebleri de şimdi birer birer kapattırılıyor. Bizim aldığımız haberlere göre Tire Ödemiş Edirne Niğde İmam ve Hatib Mektebleri kapandı. DiSEBILÜRREŞAD - - di. Fakat bu memleketde mefkureler eğer mabed yıkmakdan refikimiz bu hadiseye tahsis ettiği bendin diğer kısmında da: “Hakkı ezmeye çalışanların camie tevcih edilen kahhar küskü darbeleri eminiz ki burada yaşayan bir milyon müslümanın kalb-gahına birer birer vuracaktır” demektedir. Görülüyor ki her tarafda müslümanların mabedleri mukaddesatları elim buhranlar geçiriyor. Hemen Allah müslümanlara acısın da onları büsbütün ınkıraz ve izmihlalden kurtarsın. Beyoğlundaki dans safaları artık nahoş neticeler vermeye başladı. Bu hafta bir dans salonunda bir kadın yüzünden zuhura gelen kavga büyüyerek yüzlerce kimseleri birbirine düşürmüştür. Kafaları tütsüledikden sonra bir genç Ermeninin dans ettiği kadını bir Musevi genci kolundan tutarak dansa kaldırmak istemiş münazaa buradan çıkmış orada bulunanlar iki taraf teşkil etmişler yekdiğerine saldırıp durmuşlar. Malum ya dans alemlerinde cins ve mezheb farkı kalkar. Türk ve müslüman olsun Rum ve Ermeni olsun yahut Frenk ve Yahudi olsun herhangi bir erkek beğendiği bir kadını -o kadın ister Türk ve müslüman olsun ister Rum ve Ermeni ister Frenk ve Yahudi- koluna takarak ortaya çıkar birlikde dans ederler. Bu yerlerde cari olan asri muaşeret iktizası olmak üzere her kadın –cins ve mezhebi ne olursa olsun- her hangi bir erkeğin teklifini kabul etmek mecburiyet-i medeniyyesindedir! Herhangi bir erkeğin teklifini red eden kadın nezaketsizlikle kabalıkla tayib olunur. Orada öyle adamlar olur ki karısının yahut hemşiresinin herhangi bir erkeğin kolları arasında dans ettiğini seyr eder de keyiflenir. Hasılı dans denilen şey bir nevibeynelmilel kızılbaşlıkdır. Dans salonlarının tıracakmış. Bila-kayd u şart Garbcılar afetlerin en müdhişi ve en fecii olan bu afeti de memleketimize soktular. Allah onları bu yolda haşr u neşreylesin. Bir tarafda Ermeniler bir tarafda Yahudiler… İş büyümüş. Orada bulunan Türklerin bir kısmı Ermeniler tarafını bir kısmı da Yahudilerin tarafını iltizam eylemiş. Fettan kadınların bir kısmı korkularından köşeye sinmiş bir kısmı da feryada başlamışlar. Camlar kırılmış. Polisler gelmiş. Kavgalar sokaklara kadar taşmış. Emin Efendi namında bir sarhoş caddede bu kızı kovalamış. Kız kaçmış. Polisler Emin Efendiyi karakola sevk etmişler. Elhasıl öyle bir rezalet olmuş ki bütün Beyoğlunda çalkalanmış durmuş. tarafın geçinememesi talaka sebeb olarak kabul edilmiştir. Çocuklar ana ile babadan hangisinin hal ve vakti yerinde ise ona verilecektir. Kadın kocasının [babasının] namını muhafaza edecek ve zevc ya zevcesinin namını alacak veya ikisinden mürekkeb bir nama malik olacaktır. Zevc ikamet edilen mahalli değiştirirse kadın onunla beraber gitmeye mecbur değildir. Çocuklar arasında meşruve gayr-i meşrufarkı yoktur. İngilterede ise kadınlar badema tıbbiye mektebine ve Sent Mari Hastahanesine kabul edilmeyeceklerdir. Herhangi diyardan müslüman hükumeti çekildikden sonra artık orada müslümanların müessesat-ı diniyyesi de yaşayamayacak bir hale geliyor. Rumelinin bugünkü elim vaziyeti bu hakikatin en beliğ bir delilidir. Balkanların hıristiyan hükumetleri Müslümanlığa karşı olan bi-payan husumetlerini fırsatdan bil-istifade bugün mevki-i tatbike koyuyorlar. Yunanlılar pek çok İslam mabedlerini ya yıktılar ya kiliselere kalb eylediler. Şimdi mübadele hasebiyle bütün müslümanların hicreti artık orada Müslümanlığın tamamıyla ufulü demektir. Bir zamanlar Rumelinin dağlarından ovalarından bütün afakından semalara yükselen ezan sesleri artık susuyor onların yerine haşin nakus sesleri kaim oluyor. Nur-ı zar taşları kaldı. Biraz sonra ihtimal ki o taşlar da kırılacak müslümanların makberleri de Salibin ayakları altında çiğnenecektir. Bulgaristanda henüz müslümanlar bulunduğu cihetle bazı mahallerdeki meabid-i İslamiyye de mevcudiyetlerini muhafaza ediyor. Fakat Bulgar hükumeti ve belediyeleri caddeler açmak bahanesiyle birer birer camileri yıkmakdan geri durmuyor. Sırbistana gelince o da istila ettiği müslüman memleketlerindeki cevami-i şerifeyi hedm ediyor. Ahiren Sırblar Üskübde Burmalı Cami-i şerifini de hak ile yeksan eylemişlerdir. senelik bir İslam mabedi olan bu cami-i şerifin hedmi hakkında Üskübde münteşir Radikal Fırkasının naşir-i efkarı gazetesi diyor ki: “Artık karşımızda Üsküb mefkuresi namına bir kabalık teşkil eden tahta kulübe yıkılıyor.” Üskübde münteşir refikimiz ise Sırp gazetesinin ederek: “Bu cami Üsküb mefkuresini tehzil değil belki de memleketimizin müsavat ve serbestisini ilan ve ila ederSEBILÜRREŞAD - - yeryüzündeki müslümanların adedini iki yüz elli milyondan fazla gösterene hemen hiç tesadüf edilmez. Halbuki ehl-i İslamın adedi bundan çok fazladır. Ahiren Londrada zubahs etmiş ve yeryüzünde müslümanların milyona baliğ olduklarını göstermiştir. Refikimiz diyor ki: “Hindistanda kain Allahabad şehrindeki muhabirimiz Seyyid Makbul Ahmed ahiren bize Hindistan ahali-i baliğ olduklarını ihbar etmiştir.den seneleri arasında Hindistanın Mecusi nüfusu kadar tenakuz etmiş olduğu haldede müslümanların adedi ikendee çıkmış ve Allahabad muhabirimiz bundan başka yeryüzünde ne kadar müslüman bulunduğunu izah etmektedir. Müslüman akvamının adedi ber-vech-i atidir: Türk milletler Arab milletler Acem milletler Malaylar Moğollar Afrikalılar Avrupa ve Amerika müslümanları milyondur. Bu suretle şark ve garbda bütün müslümanlarlın mecmuu milyona baliğ olmaktadır.” Mısır: Bu hafta İslam aleminin ufuklarında pek karanlık bulutlar dolaşmaya başladı. İngiliz ceberutlarıyla her yerde mücadele eden müslümanlar İngilizlerin bütün vesait-i şiddetiyle karşılanıyor ve pek buhranlı pek tehlikeli günler geçiriyorlar. Üç dört gün mukaddem Mısır gençlerinden yedi sekiz fedakar bütün Mısırın İngiliz lılar İngilizleri memleketlerinden tard etmek istiklal ve hürriyetlerine kavuşmak istiyorlar. Bunun yegane yolu ki Mısırlılar gayr-i müsellah bir milletdir. Mısır içinden ve dışından mahsur bir memleketdir. Binaenaleyh Mısırlıların zulm ü tağallübünü temsil edenleri imhaya çalışmakdır. Mısırlılar bu tarik-i mücadeleyi ihtiyar ederek geçen haftanın ğı mevkiini ve Sudan Vali-i Umumiliği makamını işgal eden General Liestaka birkaç kurşun atarak mumaileyhi katl etmişlerdir. Birkaç Mısırlı gencin attığı birkaç kurşun İngilterenin bütün kuva-yı harbiye kuva-yı bahriye ve kuva-yı hevaiyesinin harekete gelmesine bütün sebebiyet vermiştir. İngilizler maktul serdarının diyeti olarak Mısırlılardan beş yüz bin İngiliz lirası aldıkları gibi gösterdikleri marifetler! Zavallı Anadolu halkı senelerce bin türlü meşakkatlere yoksulluklara birtakım süfehanın hürriyet-i mutlakalarını temin için mi katlandı? Malını canını evladını kocasını velhasıl her şeyini birtakım erbab-ı süfehanın keyifleri için mi feda etti? Bu gidişler iyi gidiş değildir. Bunun sonu felaketdir. Bir milletin şeair-i ictimaiyyesi bu kadar istihfaf ve istihkar edilemez. Milletler ancak fazilet lirler. Esasat-ı ictimaiyyesi sarsılan milletler için izmihlal gayr-i kabil-i ictinab olur. Süfehayı bu kadar başı boş bırakmamalıdır. Hürriyet-i siyasiyye nasıl birtakım kuyud yuda tabitutmalıdır. Kanunlarımız ahlak ve adab-ı umumiyyenin muhafazasını emr ediyor. Kanunun bu emirlerini yerine getirmek lazımdır. Elbette bu rezaletler ahlak ve adab-ı umumiyyeye muhalif değildir denemez. Milletimizin amili bünyan-ı ictimaiyyesindeki rasanetdir. Birtakım süfehanın bu bünyan-i metini yıkmasına meydan vermemelidir. Yazıkdır. Bu sefahet bir kere tamim ettikden sonra artık önüne geçilemez olur. Henüz mevzii iken bu afetin çaresine bakmalıdır. İstanbulu bir sefahet şehri yapacağını söyleyen Şehremininin hiç yakışık olmayan bu beyanatı hakkında yeni İstanbul Valisi Süleyman Bey demiştir ki: – Ben İstanbulun bir sefahet şehri olmasına bittabi tarafdar değilim. Zira şehrin ekser halkı o kadar derin bir sefalet içerisindedir ki bunlara sefahetden bahs etmek kendileriyle istihza etmekle müsavidir. Garbın daima fena getirmek istiyorsak buna sefahet mahallerinin tezyidi suretiyle değil fabrikalar imalathaneler küşad etmek ve mevcud sefaleti bir dereceye kadar azaltmakla muvaffak olabileceğiz. Vali bey dans salonlarına birtakım esafil ile beraber bazı aile kızlarının da devam ettiklerini kızların ahlakını bozabilecek olan bu gibi yerlere devamlarına müsaade etmemek ebeveynlerine ait olduğunu da söylüyor. Vali beyin şehremininin sakim fikrine tarafdar olmaması şayan-ı şükrandır. Fakat ahlak ve adab-ı umumiyyenin muhafazasını emr eden mevadd-ı kanuniye karşısında vazife-i mümanaatı yalnız ebeveyne tahmil edip de hükumeti mükellef tutmamak hiç de doğru olmasa gerek! Frenk müverrihleri ve coğrafyacıları müslümanların adedini göstermeye pek hahiş-gerdirler. Bunların içinde donanmalarını Mısır sularına ordularını Mısır arazisine tayyarelerini Mısır afakına göndermişler İngiliz generale kurşun atan gençlerin şiddetle cezalandırılmasını rinin derhal geri alınmasını Sudanda İngilizlerin vücuda getirdikleri iska sahasının gayr-i mahdud bir suretde tevsiinin kabulünü taleb etmişlerdir. Mısır hükumeti bu son iki talebi red etmiştir. Çünkü Sudandan Mısır askerinin lere filen terki Sudanda İngilizlerin vücuda getirmekde ve sırf kendi menafi-i iktisadiyyeleri için iskasını temin etmekde oldukları arazinin gayr-i mahdud bir suretde tevsii Nil suyunun kısm-ı azamını Sudana isale etmek ve Mısırı en mühim menba-i hayatı olan Nil suyundan mahrum etmekdir. Malum olduğu üzere Mısırın hayatı ve mamuriyeti Nil suyundan istifadesine vabestedir. Nil suyundan mahrum Mısır bir çöl olur. İngilizler bu şekilde metalib dermiyan etmekle Mısırı idama mahkum ediyorlar bir İngilizin hayatı mukabilinde bütün bir milleti altmış asırlık bir hayat-ı medeniyyeyi haiz bir memleketi yok etmek istiyorlar. Mısır hükumeti bu metalibi red etmiş ve bu gibi metalib dermiyan etmelerinden dolayı yaptıkları tehdidatı filen ikaa başlayarak Mısırdaki kuva-yı Bunun üzerine Sad Zağlul Paşa Mısır riyaset-i vükelasından şa getirilmiştir. Son haberlerden anlaşıldığına göre İskenderiyede halk ile İngilizler arasında mücadele vuku bulmaya başlamıştır İngilizler Kahirede resm-i geçitler yalnız Mısır değildir. İngilizler mücahede-i milliyyemiz esnasında ve neticesinde büyük bir hezimet-i maneviyyeye duçar olmuşlar şark ve İslam milletleri nazarından düşmüşler ve bundan dolayı şarkda istiklal harekatı kesb-i kuvvet etmişti. İngilizler bu defa bu generallerinin katlini bahane ittihaz ederek son şiddet ibrazıyla duçar oldukları hezimet-i maneviyyeyi tazmin etmek ve şarkdaki ediyorlar. Binaenaleyh İngilizlerin Mısıra karşı takib ettikleri siyaset bütün şarkı müteessir edecektir. Şark ve İslam milletleri İngiliz şiddetinden yılmaz ve bu şiddeti kırmaya muvaffak olurlarsa İngilterenin tağallub ve tahakküm siyaseti kati bir hezimete uğrayacaktır. sahifelerimizde tesbit ederiz. Hicaz: Vehhabilerle Haşimiler arasında harb devam etmektedir. Bu hafta zarfında Vehhabilerin Kunfuda ve Rabiği işgal ederek bir ihata hareketine başladıkları ve bu suretle harbi nihayete erdirmek istedikleri haber verilmiş lumat vurud etmemiştir. Hüseyinin oğlu ve halefi Alinin Ciddeden bir İngiliz sefine-i harbiyyesine iltica ettiği şayiolduysa da bu haber de teeyyüd etmemiştir. Necid Sultanı Abdülaziz Şerif Ali tarafından vukubulan sulh teklifine cevab-ı red vermiş ve müslümanların kendisini istediklerini arazi-i mukaddese-i İslamiyyenin mukadderatını Mekkede toplanacak İslam kongresi tayin edeceğinden tarafından vukubulacak harekatdan kendisinin mesul olacağı cevabını vermiştir. habi ordularının Mekke-i Mükerremeye duhulünü müteakib Vehhabilerin Sultanı Abdülaziz İbnüssuud Mekkede bir İslam kongresi akdiyle Hicaz ile Harameyn-i şerifeynin müstakbel idaresini tayin etmek için neşrettiği beyan-nameyi Kahirede intişar etmekde olan gazetesinden ber-vech-i ati nakl ediyoruz: “Ordularımız Beyutullaha karşı ifası lazım gelen her hürmeti şayan-ı iftihar bir şekilde gösterdikden sonra Mekkeye dahil olmuştur. Askerlerimiz Kery vakasından sonra Mekke-i Mükerremeyi zabt edebileceği halde müslüman kanı dökmemek ve hurumat-ı ilahiyyeyi hetk etmemek için ilerlememiştir. Elhaletü hazihi zulm ve itisaf hükumeti kalkmış bulunuyor. Bizim bütün hedefimiz Harem-i ilahinin hürriyetini ve emakin-i mukaddese-i kilde idaresini temin etmekdir. Mekke-i Mükerremeye müteveccihen hareket ediyor ve huccac ile Beytullaha mücavir olan her müslümanın istirahatini temin edecek tedabirin kaffesini ittihaz hususunda bize yardım etmek üzere bütün akvam-ı İslamiyyenin Mekke-i Mükerremeye murahhas göndermesini bekliyoruz. Bu beyannamelerin bütün akvam-ı İslamiyyeye tebliğini temin ederiz” Necid Sultanının bu beyannamesi memalik-i İslamiyyenin bir çoğunda ehemmiyetle telakki olunmuştur. Hindistan müslümanlarından müteşekkil bir heyet-i murahhasanın Mekke-i Mükerremeye müteveccihen hareket etmek üzere olduğu haber verilmektedir. Başmuharrir Sahib ve Müdir min örfün muhit-i ictimainin ahkam-ı sabitesine karşı her gün mücadele etmek sevdasına mağlub olarak mazi ve istikbali düşünmez bir sergüzeşt-cu vaziyetini takınıyorlar ve moda derdiyle her şeyi feda ediyorlar. Alemde mekanizmin ilca-yı kasrisi veya dinamizmin indifa-ı zarurisi altında kör bir icabdan başka bir amil görmek tin füsunkar himayesine sığınmakda buluyorlar cebr u ceberut akidesini hürriyet ve ihtiyar düsturunun saye-i zımaiminde telkin etmek istiyorlar. asının karşısında hürriyet ve irade denilen bir harika kanunun da hükümran olduğunda şüphe bırakmayan muzır bir tasdikin beyyinat-ı zahiresini arz ederler. Filhakika hadisat-ı alem yalnız bir tekerrür ve tevafukdan rad-ı muhakkakın mukabilinde bir tegayür ve adem-i kanununa nazaran bir harika mahiyetinde arz-ı vücud eder. Bu kanun sayesindedir ki kainatda her mevcud diğerlerinden tamamen mütemayiz bir hususiyete malikdir. Biz eşyayı birbirinden ancak bununla tefrika muktedir oluruz. Maamafih bu hususiyet karşısında bizim bütün ulum nazariyemiz tevakkuf eder. Biz tabiat kelimesiyle ancak tevafuk ve temasil noktalarını yani mutad olan ıttıradları ifade ederiz ve bundan dolayıdır ki “tabiat Zamanımızda açıkça göze ilişen fikri buhranlardan birisini de harikalar hakkındaki mütenakız telakkiler teşkil etmektedir. Nicelerini görüyoruz ki vukuat-ı alemi zaruri bir ıttırad yeknesak bir tekerrür halinde mülahaza ettiklerinden dolayı herhangi bir harika tasavvuruna karşı eda-yı hezl ile dudak büküyorlar: Ve “tabiat muttariddir” mevzuasının bir feri veya diğer bir ifadesi gibi olan “Tarih bir tekerrürden ibaretdir.” Meşhuresini sık sık yad ve tamim ediyorlar. Fakat “Tarih madem ki bir tekerrürden ibaretdir demek ki sen ben Zeyd Amr hayata tekrar geleceğiz” diye kendilerine aynı kazıyyenin bir netice-i zaruriyyesini ifham edecek olursanız o zaman da mutlaka istihfafa kalkışıyorlar. Adam sende dünyaya bir daha gelecek değiliz aa.. tekerlemesini savurup gidiyorlar. Maamafih tenakuzları yalnız bununla kalmıyor. Aynı kimseler ikide bir kendilerini alakadar eden herhangi bir hadiseye mucize namını vermekden zevk alıyorlar. O kadar zevk alıyorlar ki istiğraklarından adeta alemin havarik ve mucizat ile dolu olduğunu andırır lar da mucizeyi istihfaf gibi bazı nahoş manalar bulunsa bile alelumum havariki mebzuliyetle tasdik ettirmek gibi delail-i icazın kudretine bir iman manası bulunduğunda da şüphe kalmıyor. Yine bu tenakuz cümlesindendir ki “kavanin-i tabiat la yetegayyerdir” diye tarihin bir tekerrürden tuniyetlerini gizlemiyorlar. Ve orjinalite mefkuresiyle ilmuttariddir” kanun-ı küllisi “Kül cüzünden büyükdür” kazıyyesi gibi bir bedihi evveli veyahut Kantın ıstılahıyla bir kaziyye-i tahliliye mahiyetindedir. Binaenaleyh biz buna feylesofların iddia ettikleri gibi bir mevzua-i külliye demekle kalmayacağız. Belki bir mütearife-i zaruriye diyebileceğiz. Fakat bunu söylerken bu ıttırad-ı tabiat kanununun zannedildiği gibi illiyet kanununa müradif olmadığını ve illiyet kanunun tabiatden min vechin fazla bir medhulü muhtevi bulunduğunu ilave edeceğiz. Çünkü bir irade bir ihtiyar dahi olabildiğini bittecrübe biliyoruz. Aklımız bize yalnız ıttırad kanunlarından yürüyebildiğini söylerken irademiz harika kanunlarına alakasını telkin ediyor bu telkini ile illiyet kanunu hududunu tecavüz etmeden aklımızı da irşad ve iknaeyleyebiliyor. İşte hikmet-i hilkat bir tarafdan aklımızın diğer tarafdan irademizin müntehi oldukları bu iki kanun-ı mütekabilin yani detleriyle memzucen inkişaflarındandır. Kainata hangi noktadan baksanız bu ahenk-i mütekabili görürsünüz hepsinin bir aile-i izdivac olduğunu anlarsınız. Nebatat ve hayvanatın erkek ve dişisinden tutunuz da ecramın cazibe ve dafiasına elektriklerin müsbet ve menfisine ve daha bilmediğimiz nice erkan-ı vücuda varıncaya kadar hepsi bir izdivac-ı ezdad harikası bir ıttırad ve harika halitası arz ederler. Her lahzada ayetini okurlar. Biz işte kanun-ı akl olan ıttırad ile kanun-ı irade olan bu ibdave tegayürün amizişi içinde harikanın imkan-ı vel emirde harika kelimesinden anladığımız mefhumu tesbit etmeliyiz. Harika kelimesi esas lügat itibariyle yaran yırtan manasına bir sıfat iken örfde “emr-i harikulade” terkibinin muhaffefi olarak bir mana-yı ismiye nakl edilmiştir. Ve ahirindeki ha alamet-i tenis değil kafiye isminde olduğu gibi bir ta-i nakildir. Bu kelimenin medlul-i suretle tasavvur edilebiliyor gibidir: Muttarid ve mutad olan hadisata mugayir hadise. Birinci mana bu kelimeye bi-gayr-i hakkın isnad edilen bir mana-yı mevhumdur. Harika bu mana ile mülahaza edilecek olursa batıl ve gayr-i mümkün bir şey tasavvur edilmiş olur. Çünkü hem hadise tasavvur etmek hem de onu illetsiz olarak tasavvur etmek ilmin şart-ı esasisi olan illiyet kanununa münafidir. Ve binaenaleyh bir tenakuzdur. Zira mukaddema beyan ettiğimiz vechle her hadise bir illet ile mesbukdur. Bunun için ehl-i ilim ilimde tesadüf yoktur derler hakikatde tesadüf tasavvuruna şiddetle muarız bulunurlar. Ve vakıatda tesadüf dediğimiz ittifakiyatın henüz keşf edemediğimiz bir illete müteferribir alaka bir münasebet ifade ettiğinde tereddüd etmezler. Bundan dolayıdır ki Fransız feylesof-ı cedidi Bergson rüya mevzuu üzerindeki bir konferansında velev yüzde beş altı nisbetinde olsun bazı rüyalarda görülen isabetlerini tesadüfe atf edivererek ehemmiyyetsiz telakki etmek isteyen kimselere şiddetle hücum etmiş ve hatta yüzde beş değil milyonda bir bile olsa hakikate isabet eden bir rüyanın taharri-i esbabı ilmin vazifesi olduğunu ihtar etmiştir. Ehl-i ilim arasında illetsiz bir hadise bulunmadığından dolayı hakikatde tesadüf tasavvuruna imkan görülmediği gibi “illetsiz hadise” manasına bir harika tasavvuruna imkan görülemez ve harikaya bu mana verildiği takdirde ehl-i ilm bunu inkar etmekde tereddüd eylemez. Fakat kelimenin bu manası hiçbir zaman bizim malımız değildir. Bu telbis bize kendi kelimat-ı örfiyemiz altında ecnebi kelimatın medlullerini gözetmek ve lisanımızı kendi ruhumuzun değil ecnebi ruhların bir alt ifadesi haline sokmak münasebetsizliğinin yadigarı olan bir galatdır. Biz esasında harika dediğimiz zaman ancak “Emr-i harikulade” terkibinin medlul-i tammı olan ikinci manayı kasd ederiz. Bizce harika: Mutad ve muttarıd olan hadisatın cereyan-ı mutadına muhalif bulunan tabir-i aharla adetde bir inkılab ifade eden bir hadise demekdir ki böyle bir hadisenin illetsiz olması asla varid-i hatır değildir. Elbette harikanın dahi bir illeti vardır. Ve bu ulanın kendisi olmak lazım gelir. Filvakikainatda böyle harikalar gözümüze ilişen her yeni vücudda ve belki her mevcudiyet-i mahsusada kendini gösterip durmakdan hali kalmazlar. Her nevzadın havass-ı mümeyyizesi bunlardan bize bir nümune takdim eder. Ve bu nümuneler na-mütenahi bir tasnife tabitutulabilirler. Çünkü bizim tabiat kanun adet namıyla yad ettiğimiz bütün ıttıradlar külliyat-ı mücerrede zümresindendir. Külliyat ise külliyetleriyle yalnız alem-i zihinde mevcuddurlar. Biz bunları haricde bulursak külliyetleriyle değil misalleriyle yani efrad denilen suver-i hususiyye zımnında buluruz ki bu suver-i hususiyenin her biri diğerinden ber-vech-i imtiyaz ile mütemayizdir. Bu temayüzün ednası suver-i külliyenin yalnız ihtilat Yasin Suresi münkalib olur. Mesela Beni Ademe de adam denilir. Bu suretle bir harika olan ilk nümunenin füruunda tecelli eden vücuh-i ıttıradi mahiyet-i neviyeyi teşkil eyler. İşte bu suretle sunuf-ı mevcudatın mebdeve müntehası birer harika ile muhatdır ve bu harikaları biz illetsiz olarak değil illet-i ula olan halika izafetle mülahaza edebiliriz. Binaenaleyh Halık Tealanın yalnız mebdede değil mün-tehada dahi müessir bulunduğunu itirafa mecbur oluruz. Anlarız ki ilel-i mütevassıtanın saha-i cereyanı mebdeile münteha arasındaki vücuh-ı ıttırad ile muhat ve mahsurdur. Bunlar hakikatde illet değil belki illet-i hakikiyenin turuk-ı tesirleridir. Bu itibar iledir ki lisan-ı Kuranda bunlara sünnetullah ıtlak edilmiştir. Mesela tekevvün-i hayvaninin bir tohum ile mesbuk olduğunu teyid eden Pastör nazariyesi –içinde bulunduğumuz bir ıttırad-ı mutadı tasvir etmek haysiyetiylebize tullahdan bir şeyi ifade eden mühim bir düstur-ı ilmidir. Lakin hiç kimse şüphe etmez ki arzımızın ilk teşekkülünü takib eden tekevvün-i hayvani devresinde bu kanun kabil-i tasavvur değildir. Bunun için alem-i hayvanat uleması bidayetde cinsiyle gayr-i mesbuk bir tekevvün-i hayvaninin kabulü zaruri olduğuna kaniolmuşlardır bunu bazılarının tevellüd bizatihi tabiriyle ifade ettiğini gören cahiller ilk tekevvün-i hayvaniyi illetsiz bir hadise telakki etmek gibi bir tasavvur-ı muhale bile düşmüşler birinci manaca bir harika fikrine saplanmışlardır. Lakin sun mümkün bile değildir. Çünkü “Her hadise bir illet namına söz söylemek salahiyeti münselib olur. Burada tasdik eylemekdir ki ancak bu suretle illiyet kanununun olur. Ve filvakizikr olunan tevellüd bizatihi veya bi-nefsihi tabiri mutlak olarak değil izafi bir haysiyetle kulla-nılmıştır ki bundan maksad ilk hayvanın diğer bir hayvan ile veya ilk tohumun diğer bir tohum ile mesbuk olmayıp bizzat illeti-i ulanın halkına istinad ettiğini anlatmakdır. Böyle olmasaydı “tevellüd bizatihi” tabiri bir tenakuz olurdu. Şu halde ilim namına birinci manaca harikayı inkara ne kadar mecbur isek ikinci manaca bizzat illet-i ulanın idaresine istinad eden harikayı kabul ve tasdika da o kadar mecburuz. Demek oluyor ki biz o na-mütenahi harikaları ilmen iki cihet-i ıttırad mülahaza ederek tasnife tabitutmak imkanına da malikiz: lünü gösteren son harikalar. ve terkiblerindeki hususiyetdir. Bunun madunu da zaman ve mekan gibi zurufun hususiyyeti olarak gösterilebilir. Demek oluyor ki bu vechile bir ıttırad ifade eden bir kanun altında na-mütenahi suver-i tegayür ve temayüz vardır ve bunların her biri bir harikadır. Mesela bir portakal mefhum-ı küllisi tasavvur ediniz. Bu mefhum bize rayiha ve lezzet-i mahsusa gibi külliyat-ı müteaddidenin terkibatından hususi bir ıttırad nümunesi arz eder. Ve biz buradaki hususiyetle portakalı mevcudat-ı saireden ve hatta limon ve mandalinadan fark etmekle beraber portakal denilen meyve nevinin bütün efradını da bu hususiyetde muttariden cemve teşrik ve nev-i vahid olarak mülahaza ederiz ki bu mülahazamız bir tabiat bir suret-i neviyye bir külli tabir-i aharla bir ıttırad mülahazasıdır. Şimdi bu ıttıradın bir de vücud haricindeki tecelliyatına atf-ı nazar edecek olursak ıttırad-ı vahidin ancak na-mütenahi tegayürler içinde mevcud olabildiğini yani bir ıttırad maiyyetinde na-mütenahi harikalar bulunduğunu görürüz. Çünkü ağaçda biten portakallardan her biri diğerinin aynı olmadığını ve aralarında cüzi ve külli bir tefavüt bir vech-i imtiyaz bulunduğunu biliriz her birinin başka başka mevcudiyetler olduğunu tasdikde tereddüd etmeyiz. Demek oluyor ki biz haricde harika olan ber-vech-i mahsusdan tamamen münfek bir ıttırad bilmiyoruz. Bu nokta-i nazardandır ki Şeyh-i Ekber hazretleri “Tecelliyat hakkında tekerrür yoktur.” diyor. Demek ki tarihin bir tekerrürden ibaret olmasını telkin eden ıttırad kanunu bize kainatın cihet-i vahdet-i külliyesini ifade eden ve ulum-ı nazariyemize esas olan bir tecrid haysiyeti olduğu halde tegayür ve harika bizzat hakikatin suret-i mahsusasını tayin eyleyen ve ancak müşahede ile ayrılabilen ber-vech-i imtiyazı oluyor. Bu mütaleatdan anlaşılıyor ki kainatda harika mebzulen mevcuddur. Ve bunun en şayan-ı hayret olan ciheti yalnız tegayür değil ıttırad ile teğayürün ihtilatıdır. Bu ihtilatda ıttırad bize hakikatin zıman-ı ilm olan külliyet ve umumiyetini teğayürde her an terakki ve tekamül Alemde ıttıradı ifade eden suver-i neviyyeden hangisini mülahaza etsek onun bidayetde harika-i mahza olan bir ferd halinde tecelli ettiğini itirafa mecbur oluruz. Her nevibidayetde bir ferde racidir. Binaenaleyh ki lisan-ı fende varyata durub denilen tenevvüat husule gelir ve bunların kadr-i müşterekleri olan evsaf-ı muttarıda sıfat-ı zatiye namıyla o ism-i hassa bir mefhum-ı külli bahş ederler ve o andan itibaren peyderpey nevicins bit-tekamül teşekkül eder. İsm-i haslar ism-i cinslere evhama karşı müdafaa ederken ciddi vakıat karşısında tevkif etmek hakkına da malikiz. Biz biliriz ki hakikatde cerredi mukavemet delk ve temas kanunlarının müzahamesine maruzdur. Mesela bir cazibe illetinin karşısında bir dafia illeti ahz-i mevkieder. Ve buradan müsademe kanunları istihrac olunur. Demek ki bizim mahkum-ı bir zıdd-ı mukabili vardır. Kuva-yı cüziyyeden her birinin bir mukabili ile tevkif ve tevakkufu veya tahvil ve tahavvülü de bir kanun bir adet-i cariyedir. Bir ateşin bir hararetin yakması kanun ise hilkatde onu tevkif eden esbab ve avamil de vardır aynı hararetin ziyaya hayata edebiliriz ki bizim kainat-ı hadise içinde illet olarak ahz ettiğimiz şeylerin hiç birisi bizatihi illet-i hakikiye-i mutlaka değildirler. Eğer öyle olsa idi hiç birinin tesirini bir mukabili ile tevkif edemez ve hiçbir derdimizi tedavi eyleyemezdik. O halde sırr-ı hilkat bu ilel-i mutavassıta ve kavanin-i mütekabilede değil illet-i uladadır. Tesiri asla tevkif edilemeyecek olan müessir ancak fail-i muhtar olan Hak Tealadır. Ve binaenaleyh ilel-i mutavassıtanın de olan irade-i Hakkın yarattığı harikaları tasdik etmek dahi ilmin bir vazifesidir. İlmimiz ne kadar yükselirse bu vazifemizde o kadar büyüyecektir. madem ki bu ilim burada ve bu harika vardır elbette mucize ve nübüvvet de vardır. Ve tarihin şehadetiyle bil-müşahede vardır. Ve o bir sun-ı beşer değil bir sun-ı ilahidir. Tercümesi: “İyilik eden kendine fenalık eden de kendine eder.” Evet bu dünyada her kazancımız ve her ziyanımız kendi efalimizin semeresidir. Ezvak ve alamımız kendi eserimizdir. Sukut ve itilamızdan kendimiz mesulüz. bahtiyarlığımız veya bedbahtlığımız rifat veya zilletimiz terakki veya tereddimiz kendi harekatımızın neticesidir. Biz mebna-yı hayatımızın mimarıyız. Fıtratımızda meknuz olan mütenevvikabiliyetler bize tabive emrimize münkad bulunuyor. Kuva-yı tabiat bizim hayrımız için çalışıyor. Yalnız bunları idare etmek hususunda göstereceğimiz müntehada olmak üzere bu iki sınıf harika ile muhatdır bizim ilimlerimiz de bu iki had arasında deveran eden mebdeve müntehasında bir şühuda ihtiyac his ederiz. Çünkü ıttıradlar ulum-ı nazariye ve fikriyemizi tatmine kafi geldiği halde bu harikaları bu teğayürleri ancak bil-müşahede ahz edebiliriz. Ulum ve fünunda tecrübe tarikinin ehemmiyeti de bundan münbeisdir. Mücerred miz müşahede ve tecrübe-i hariciyeden müstağni olarak bütün ulum-ı kainatı ihataya kifayet ederdi. Fakat vücudun tarafeynindeki bu harikalar bizi mütemadiyen müşahede ve tecrübeye mecbur eylemektedir. Bunların birincileri ademi olan ıttıradatda ikincileri de vücudu olan vetiyle mütenasib olduğu şüphesizdir. Ve bundan dolayı hangi bir teceddüd ve harika davası karşısında ibtidaen şüpheye düşmesi bir hakkıdır. Fakat bunun böyle olması alelumum havarıkı inkar ederek saha-i imkanı camid bir ıttıradın yedd-i tahakkümüne teslim etmeyi icab ettirmez. Ehl-i ilim aynı zamanda illet-i ulanın kudretine ve saha-i imkanın vüsatine inanır terakki ve tekamülü gaye-i emel bilir. Halbuki her hatve-i terakki ıttırad içinde bir mana-yı harikayı tazammun eder. Ehl-i ilm bütün kesmek isteyen hevai bir müteceddid olamazsa da terakkiye karşı da doymak bilmeyen bir hırs-ı iştiha taşır o muhafazakar iken aynı zamanda terakki-perverdir. hadisi muktezasınca den ari bulur. Ve bu şevk ile hakiki birer harika olan her hatve-i tekamül onun terakkiye masruf olan iradesini tehyic eder. Ve bu suretle yalnız halde değil ezmine-i selasenin hepsinde yükselmek ister. Onun için hakiki alim belletmeyi sevdiği kadar bellemeyi de sever ve ilme verdiği ehemmiyeti kadar amele dahi ehemmiyet verir. Çünkü sırr-ı hilkat ilim ile iradenin ıttırad ile teğayürün ahenk-i vahdetindedir. edilen bir vaki-i mütekaddimenin kanun ıttıradı müntekız olmak korkusundan münbaisdir. Ve bir sebeb-i evham ile tahallüf ve intikazdan vikaye etmek de bizim bir hakkımızdır. Lakin bu hak mutlak değildir. Biz onu / miyorlar. Kuran-ı Kerim buyuruyor ki: Yani: Acaba yüzü koyun giden mi daha doğru gidiyor yoksa doğru yolda dimdik giden mi?” Bu kelimat-ı ilahiyye hilkatin yekdiğerinden ayrı olan dört ayaklı hayvanlarla başı omuzlarının üzerinde dosmuradını düşününüz? Boyunuzun şekline gözlerinizin ve kulaklarınızın vaziyetlerine dikkat ediniz ve bunlarla hayvanların bu azasını mukayese ediniz. Sonra da aradaki farkı derpiş ederek bu farkı vücude getirmekdeki maksad-ı ilahiyyeyi teemmül ediniz. Bir hayvan semt-i rese doğru uzun bir mesafeyi göremez. Halbuki insanın ufku hududsuzdur. Hayvanın boyunu onun sağdan veya soldan uzak mesafeler görmesine müsade etmez. Fakat insanın boyunu suhuhetle inhina ettiğinden her tarafı görebilir. Bundan dolayıdır ki bir atı doğru yolda götürmek için mutlaka inanı bir insanın elinde bulunmalıdır. Yazık o biçareler ki kendilerine ihsan olunan bütün kabiliyetlere rağmen inanlarını başkalarına teslim eder ve hayvanlar gibi onların eliyle sürülür!... Maalesef müslümanlar ahlak amal seciyye hulasa hayatın her safhasında hususiyetlerini zayiettiler. dan tecerrüd ederek başkalarının çirkin renklerini almaya heves etmeye başladılar. Buna ister medeniyet deyiniz ister başka bir şey deyiniz ve bu gidişi Kuran-ı Kerimin buyurduğu gibi yüzü koyun bir gidiştir. Seviyye-i insaniyyeye yükselmek nuz vaz-ı tabiisiyle dim dik duracak yolunuzu gözlerinizle görerek katedecek dünya ahvali hakkında bir fikir sahibi olmak için kulaklarınızı kullanacak ve başkalarının sözüne körü körüne itaat etmeyeceksiniz. Bunu takib eden ayat-ı kerime nazar-ı dikkati bu hakikate celb etmektedir “Ya Muhammed de ki: Size vücud bahş eden size kulaklar gözler ve kalbler ihsan eden Odur Allahdır. Ne kadar az şükür ediyorsunuz” Cenab-ı Hakka şükr etmek Elhamdülillah ibaresini tekrar etmekden ibaret değildir. Hakiki şükran Cenab-ı Hakkın ihsan buyurduğu mevahibi hüsn-i istimaldir. Yalnız dudakla tekrar olunan şükrün kıymeti azdır. Cenab-ı Hakkın size göz kulak ve kalb ihsan buyurmasına mebni ona günde bir milyon kere şükür edebilirsiniz. Fakat gözlerinizden kulaklarınızdan ve kalblerinizden hüsn-i istifade etmezseniz başkalarının ida-resine münkad olursanız ve Allahın size ihsan ettiği bu nimetlerin atalet içindek çürüyüp gitmesine razı olursaveya muzırr yapar. Adımlarımızı ister yokuş yukarı ister bayır aşağı çevirelim bu şeylerin hepsi bizi takib eder. Her tarafımızda tepemizde veya ayağımızın altında her şey çiğneyip geçdiğimiz ot yaprağından rüzgar dalgalarına kadar hiçbir şey yoktur ki bizim için hazine-i nimet olmasın. Fakat her şeyde meknuz olan nimetleri meydana çıkarmak için bizim ibzal-i faaliyet etmemiz lazımdır. Bu nimetlerden hüsn-i istifade etmediğimiz takdirde bunlar muzırr ve mühlik olabilir. Allahın en büyük nimetlerinden olan ateş ve su hüsn istimal edilmezse birer cehennem hüsn-i istimal edilirse birer cennet vücuda getirir. Hulasa gerek bu dünyada gerek ukbada zevk ve elem sürur ve keder ziya ve zulmet ancak kendi efalimizin gölgeleri kendi amalimizin akislerinden ibaretdir. Yukarıya derc ettiğimiz ayet-i Kuraniye filhakika başlı başına öyle muazzam bir düsturdur ki ona göre tanzim-i hayat edecek olursak dünyanın bütün esnam-ı azameti ya bizim seviyemize düşer veya bize hadim olur. Bu düstur düstur-ı faaliyetdir. Kendini bilmek kendine hürmet etmek bu düsturu kabule vabestedir. kasına başını eğmeye alışmıştır. Zaman olur ki insan kuva-yı tabiati hayır ve şerrin hakimi zannetmiş ve bu yüzden türlü türlü putperestlikler ağaç ibadeti taş ibadeti yıldız ibadeti anasır ibadeti vücud bulmuştu. zaman oldu ki hüsn-i taliveya su-i taliini gayr-i kabil-i hurafelere cinlere perilere hayaletlere ruhlara ibadeti muktezi birtakım batıl akideleri meydana çıkarmıştır. Murur-ı zaman ile insan makasıdını tahakkuk ettirmek emeliyle hem-nevi olan insanlara nasb-ı nigah etmeye başladı. Bu hatt-ı hareket insanın hüsn-i haysiyetini kırdı. Onu başkasına münkad ve müsehhar bir mevcudiyet haline getirdi. Ve bin-netice nefse itimad hissinden mu-arra kıldı. insan kendi kabiliyetlerini işleterek halas ve necatını temin etmeye çalışmakdan mahrum kaldı. oldu. İnsanın dimağını kesif bulut tabakaları istila etti. Artık bir şey göremez oldu. İnsanın inanı kendisi gibi birtakım insanların eline geçmişti. Böylece insan insanlığını zayietmiş hayvan gibi şuraya buraya sürülmeye başlamıştı. Kuran-ı Kerim bir mesel ile müslümanların nazar-ı dikkatini muazzam bir hakikat-i ahlakıyyeye celb etmiştir. Fakat ne elim bir bedbahtlıkdır ki müslümanlar Kuran-ı Kerimi papağanlar gibi tekrar etmekde olduklarından bu dersi idrak edemiyorlar kendilerini hakiki insanlık seviyesine yükseltecek bu meani-i celileyi teemmül et- / - tathir ederek ona mükemmel bir hoşnudi bahş ediyor. Bu sayede insan kendine itimad-ı tam besleyerek çalışmaya başlıyor. Bir insan hayır ve şerri başkalarından bekledikçe muvaffakiyetin en zaruri lazimesinden nefse hedef-i mesaisi muhayyel birtakım efendilerin iltifatını kazanmakdan ibaret olur. Ne yaparsa yapsın bütün mesaisi hiçbir faide vermez. Binaenaleyh böyle adam kendini yormakdan ictinab eder ve ancak zevk-i süflisini tatmin edecek şeylere vakf-ı hayat eder. Böyle bir tarz-ı tefekkürün neticesi ne olabilir? Bütün faal kuvvetlerin Nefse itimad hissinden mahrum olanların hali bundan ayat-ı kerimesi hiçbir kazanç veya haşarımızda hiçbir zevk veya elemimizde herhangi bir unsur veya hadise-i tabiiyyenin güneşin kamerin ağacın yahut hiçbir insanın rahibin zahidin velinin hemşehrinin hükümdarın amil olmadığını münhasıran bizim amil olduğumuzu beyan buyurmaktadır. Cenab-ı Hak her şeye bir had tayin etmişdir ki o haddi tecavüz edemez. Bir şeye bir haddin bir mikyasın tayini hüsn-i neticeye müeddi olur. Halbuki aynı şeyin diğer bir nisbeti fenalığı intac eder. Müslümanlıkda takdir meselesinin felsefesi bundan ibaretdir. Hayra veya şerre müeddi olan takdirat ya vahy-i yır hayrı tevlid eder. Şer de şerri. Şunu hatırımızda tutmalıyız ki bu vasikainatda bizim için hayır ile mahmul olmayan bir şey yoktur. Bir şeyi iyi veya muzır yapan bizim hatt-ı hareketimizdir. Elhasıl her şey bizim amalimize vabestedir. Hayır ve şer gölgemiz gibi amalimizi takib eder. Cenab-ı Hakkın bize tebliğ ettiği düsturlar budur. Kendi kabiliyetlerimize mez. Biz başkalarına hadim olmak için yaratılmadık. Hakim ile mahkum aynı müsavat şeraiti dahilinde dünyaya gözlerini açarlar ve bu fani ikametgahdan aynı suretle müfarakat ederler. Mahkumiyet ve zillet ancak kendi amellerinin fani gölgeleridir. Cihanda her zerre bizim hayrımıza hadimdir. Fakat her zerrede meknuz olan niam ve hayratdan müstefid olmak için teşebbüs edeceğiz. tebliğat beşeriyet için la-yetenahi bir menba-ı hayr u bereketdir. Bu tebliğat ile kuva-yı beşer azami inkişafa nail olur. Hayatın rehberi olan esas bu esas-ı faaliyet bu düstur-ı hareket olmazsa beşeri kabiliyetler inkişaf-ı tamma mazhar olmaz. Fıtrat-ı beşeriyede mün nız küfran-ı nimet edenler miyanında kalırsınız. Kerimin insana ihsan olunan gözleri kulakları ve kalbi yad etmesi şayan-ı dikkat değil midir? Filhakika insanın beş hassası içindeki kesb-i irfan hususunda en mühim işi gören bu iki hassadır. Basar ve semtabiat-ı muhitadan hakaik ve eşkali toplayarak beşerin müstakbel adımlarını kalbe tevdieder. Hulasa gözlerinden kulaklarından dimağından ve kalbinden istifade etmeyi bilmeyen bir adam Kuran-ı Kerimin beyan buyurduğu vechle süfli bir fasileye hayvanın derekesine düşer. Böyle bir insan başkaları tarafından sevk olunur başkalarının boyunduruğu altında yaşar başkalarının yükünü taşımakla imrar-ı hayat eder. Böyle bir insan gece gündüz çalışır fakat mesaisinin semeresinden başkaları müstefid ve müteneim olur. Böyle bir insan kuvvet-i la-yemutunu mihnetle kazanır fakat bütün alın teri onu sevk edenlerin kesesine altın olarak akar. Bugün yeryüzündeki müslümanlar içinde yüzdükleri tufan-ı mesaibden bizardırlar. Müslümanlar satvetlerini azametlerini şan ve şereflerini zayietmişler bu müdhiş ziyan karşısında ağlıyorlar. Müslümanlar düşünmüyorlar ki bu inhitatı yabancı eller vücuda getirmemiştir. Satvet-i İslamiyyenin inhidamından ecnebiler mesul değildir. Hayır bu bünyan-ı satvet zaten çatırdıyordu. Fırsatdan istifade etmek isteyenler ona son darbeyi şünmeyi unutmuşlardı. Sefil birtakım ihtirasata zebun olan müslümanlar çokdan beri görmek ve işitmek kuvvetlerini zayietmişlerdi. Başlarına gelen felaketlerin sebebi budur. Kuran-ı Kerimin ifade ettiği kanun-ı tabiat: “Bir insan ne kazanırsa kendi nefsi için kazanır. Fenalık sanlar arasında fark gözetmez herkese siyanen intibak eder. Biz bu kanunun mahkumuyuz. On üç asır evvel Kuran-ı Kerim bize tebliğ etti ki: “Bir kavim kendindekini değiştirmedikçe Cenab-ı Hak onun halini değiştirmez.” ğumuz cezaya bizi çarptı. Bu suretle ayet-i Kuraniyye beşeriyyete düstur-ı faaliyeti zanırsak yahut başımıza ne gelirse kendi harekatımızın neticesidir. Beşeriyete bundan daha hayırlı bir tebliğ geldi mi? Bu ayet-i kerime hürriyet-i beşeriyenin berat-ı kudsisidir. Bu ayet-i kerime insanları sayısız hurafelerin zincirlerinden kurtarıyor insanda nefse ruhunu nefh ediyor insanların uyuklayan faaliyetini tahrik ediyor hepsini meydan-ı saye çıkarıyor insanın kalbini sahte ümidlerin sahte korkuların kaffesinden hayatiyeleri keyfiyet-i fıtrıyeleri muktezasınca erkekler kadar akıbet-bin ahval-i ictimaiyeye vakıf olamayacaklarından velilerinin reyini istihsal etmeden akd-i izdivacda bulunmaları savab olamaz. Böyle bir hareket büyüklerine karşı hürmetsizliği mucib olur ahlaken şayan-ı tayib görülür kendi menfaatlerine de elvermez. Şu kadar var ki ahlaken müstahsen olan bu cihet kadınlar hakkında bir mecburiyet-i hukukiye tevlid etmemelidir. Böyle bir mecburiyet onların ehliyet-i tasarrufiyelerini pek ziyade takyid edeceğinden zamanımızın telakkiyatıyla da kabil-i telif olmasa gerek. Mezheb-i Malikiyede ise bu müracaat bazan vacib olur. Kütüb-i Malikiyeden de deniliyor ki: “Bir kadın izdivac için hakime müracaat ederse velisi olup olmadığını hakim sorar bu ciheti tahkik etmeksizin onu tezvic edemez. Eğer velisi olmadığı komşularından ve saireden adil kimselerin haberleriyle sabit olursa o zaman onu hakim tezvic eder. Velisi olup da tezvicinden imtinaettiği takdirde ise hakim veliyi huzuruna celb eder veli tezvicden yine imtinaederse kendisinden sebeb-i imtinaını sual eder. Dermiyan edeceği sebebi savab görür ise kadını velisine terk ederek tezvicine icbar etmez savab görmezse onu tezvic için birini tevkil eder.” Elhasıl mezheb-i Hanefiye göre velisi olmayan bir baliğa-i mükellefenin hakime müracaatı mücerred bir emr-i ihtiyatidir herhalde lazım değildir. Mezheb-i Malikiyyede mezheb-i Malikide kadınların akd-i nikahları velilerine aiddir. Velileri olmayan kadınların tezvici ise velayet-i ammeyi haiz olan hükkama racidir. Maahaza bu babdaki lüzum-ı şeri yalnız kadınlara münhasır olup öyle sinn-i rüşd ile ve saire ile mukayyed değildir. Görülüyor ki işbu altıncı madde heyet-i umumiyesi yor. Bu madde Fransa kanun-ı medenisinin madde-i mahsusasına tevafuk etmektedir. Fransa muharrilerinden A. Galyez ile A. Hesin ictimaiyyata aid eserlerinin tercümesinde deniliyor ki: “Fransada son seneBu madde ahkam-ı fıkhiyyemiz nokta-i nazarından cay-ı tedkikdir. Bir kere bilcümle mezahib-i İslamiyyeye göre akıl ve baliğ olan bir erkek ehliyet-i nikahı tamamen haiz olduğundan onun izdivacında velisinin muvafakatini adem-i itirazını taharriye hukuken lüzum yokdur. Baliğa-i akılenin nikahı ise evvelce de beyan olunduğu üzere beynel-eimme ihtilaflı bir meseledir. Elyevm muhakemede ma bihit-tatbik olan ahkama nazaran baliğa-i akıle emr-i nikahında ehliyet-i kamileyi haizdir. Nikahın sıhhat ve nifazı hususunda velisinin izni şart değildir. Müctehidin-i izamdan bir kısmının bu babdaki ictihadına gelince: Veli nikahın rüknüdür velinin izni akde tevellisi lazımdır. Bu lüzum ise yalnız sinn-i rüşde vasıl olmayan kadınlar hakkında değil her hangi bir yaşda bulunursa bulunsunlar bil-umum kadınlar hakkında caridir. Halbuki altıncı maddede yalnız sinn-i rüşde vasıl olmayanlar hakkında velinin muvafakatini itiraz edip etmediğini taharriye lüzum gösterilmiş ve bu lüzum erkeklerin Filhakika akd-i nikahdan evvel velinin keyfiyetden haberdar edilmesi insani ahlaki ictimai nukat nazarından şayan-ı temennidir. Ba-husus kadınların emr-i nikahlarını velilerine tefviz etmeleri terbiye-i İslamiyye icabatındandır. Kadınlar sinn-i kemale erseler dahi şerait-i Her belahatin ateh derecesinde olup aynı hükme tabi tutulması ise şayan-ı tedkik diğer bir meseledir. Bu madde de ahkam-ı şeriyyemizle kabil-i telif değildir. Malum olduğu üzere elyevm muhakemede düsturülamel olan ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran nikahda veli evvela binefsihi asabe olan -yani kadınların tavassutu olmaksızın taht-ı velayetdeki kimselere neseben muttasıl bulunan erkeklerdir. Bu erkekler dört sınıfdır: Füru usul cüz-i eb cüz-i ced. Bunlardan sonra ana ana anası kız ile zevil-erham denilen sair akraba ve en nihayet hakim sırasıyla hakk-ı velayeti ihraz ederler. Bu mesele İmam-ı Azam ile İmam Yusuf hazretlerinin ayet-i celilesindeki emrin hem asabata hem de sair akrabaya müteveccih olduğunu nazar-ı itibare alarak ol vechile ictihadda bulunmuşlardır. Fakat İmam Muhammed Hazret-i Alinin kavliyle istidlal ederek velayet-i nikahın asabata münhasır olduğu ve asabatdan kimse bulunmayınca tezvic kasırine mezun olan hukkama intikal edeceği reyinde bulunmuştur. Sair mezahib-i İslamiyye eimmesinin bu hususdaki ictihadları da buna karibdir. Şu kadar ki sağir ve sağirenin tezviclerinde hakk-ı velayet İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel hazretlerine göre yalnız pedere aiddir. Bunları başka veliler tezvic edemezler. Görülüyor ki dokuzuncu maddenin tayin ettiği velayet tertibi mezahib-i İslamiyyeden hiç birisine tevafuk etmiyor. Bu maddeye nazaran amca dayı veli oluyor da kardeş veli olamıyor. Bu mesele fıkhen mühim netayic tevlid eder. Ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran derecesi karib olan veli mevcud oldukça derecesi baid olan veliler yabancı hükmünde kalır. Binaenaleyh kasırinden birini mesela bir matuhu li-eb ceddi veya kardeşi duruyor iken validesi veya dayısı tezvic etse bu nikah ceddin veya kardeşin olarak tarafeynin zevciyet üzere bekaları meşruolmaz. Halbuki bu maddeye nazaran li-eb ceddin veya kardeşin adem-i icazetine rağmen nikahın sıhhat ve lere kadar sinn-i rüşd kanunen idi. Fakat delikanlılar evlenmek için ana ve babalarının veya büyük ana ve babalarının muvafakatinden ancak yirmi beş yaşından sonra müstağni olabilirlerdi… Bugün ise genç kız ve genç erkekler sinn-i rüşdden itibaren kendilerine hayat arkadaşı seçmek hakkına malikdirler onların suret-i mahsusada ve resmiyede ifade edilmiş muvafakatleri olmazsa nikah keen lem yekündür. Bu madde ıtlakına nazaran ahkam-ı fıkhiyyemize muhalifdir. Elyevm mehakimde düsturül-amel olan fıkh-ı Hanefiye nazaran mecnun ile mecnuneyi velileri bizzat tezvic edebilirler. Bunların tezvicine kimse maniolamaz ve bu tezvic için herhalde bir zaruret mevcud olup olmadığı taharri edilemez. Bu cihet velilerin takdirine muhavveldir. Mezheb-i Şafiiyyede ise sağir olan mecnunun adem-i ihtiyacına binaen velileri tarafından tezvici caiz değildir. Mecnun-ı baliğin tezvici ise bir hacetin tahakkukuna vabestedir hacet bulunmadıkça bunun tezvici de caiz olamaz. Mecnuneye gelince: sağire olsun olmasın bir maslahat-ı zahire bulunmadıkça velileri tarafından tezvic edilemez. Böyle bir maslahat bulunduğu takdirde Görülüyor ki mecnun ile mecnunenin tezviclerinin alel-ıtlak menedilmesi ahkam-ı fıkhiyyemize tevafuk etmiyor. Vakıa mecnun ile mecnunenin nikahlarından beklenilecek mühim bir faide-i ictimaiyye mutasavver değildir. Belki bunların nikahları birçok defa faide yerine mazarrat tevlid eder. Maahaza bunların ihtiyacat-ı mübrime-i hayatiyyelerini düşünmek de lazımdır. Acaba bazan bunlarıne teehhülleri için mühim bir zaruret tahakkuk edemez mi? Acaba bunların nimet-i izdivacdan suret-i mutlakada mahrum bırakılmaları felaketlerini bir kat daha teşdid etmez mi?. Hasılı düşünülecek bir mesele. Bu madde de ahkam-ı fıkhiyyemize tevafuk etmektedir. Ahkam-ı şeriyyemize nazaran matuh ile matuhe sabi-i mümeyyiz hükmünde bulunduklarından bunların Velileri bunları bizzat tezvic edebilirler; bunların teehhülleri ğildir bu ciheti takdir etmek velilere aid bir meseledir. Hakimin müsaadesi ise bir emr-i idari olup akdin sıhhat ve fesadıyla alakadar değildir. Nur Suresi . musaherenin sübutü kabul edilmemiş oluyor. Binaenaleyh bu layihaya nazaran bir şahıs için kendi müzniyesinin kızını veya anasını almak kabil oluyor. Velev ki o kız kendi mukarenetinden vücuda gelmiş olsun. Bittabibu kızı kendi oğluna da alması mümkün oluyor. Maamafih bu cihet mezheb-i Şafiiye tevafuk ediyor. Çünkü imam-ı müşarun-ileyhin ictihadına göre zina yı izam tarafından itirazat serd edilmiştir. Garb kanunlarının bazıları da zina ile musaheretin sübutunu kabul etmektedir. Nitekim Alman kanun-ı medenisinde “Biri diğerinin peder veya validesiyle veyahut sair usul ve füruundan birisiyle münasebat-ı gayr-i meşruada bulunmuş olan eşhas beyninde nikah akd olunamaz” deniliyor. Hürmet-i muvakkateyi mucib esbaba gelince bunlar da kütüb-i fıkhiyyemizde beyan olunduğu vechile dokuzdur: “Hakkul-gayr cembeynel-meharim şirk lian” bu cümledendir. Layiha ise bunlardan yalnız evvelki iki sebebi muhtevi bulunmaktadır. Geçende “Kuran nedir?” sernamesi altında yazdığım bir makalede bu kitab-ı mukaddesin insanı elvah-ı muhtelife-i tabiat üzerine atf-ı lahaza-i istibsara nasıl davet ve teşvik ettiğini icmalen arz eylemiştim. Bu hususu birkaç misal ile biraz tafsil etmek istiyorum. Biliyoruz ki tabiatin en mühim bir meselesi hilkat bahsidir. Acaba insan ne zaman nasıl ve niçin yaratılmıştır? Kuran insanın mebde-i hilkati için bir zaman tayin etmiyor. Bu hususiyet de onun sıhhat-i müeddasına başlı başına delalet edecek bir hüccetdir. Kuran bazı yerinde hinden veya salsalden yani “kuru balçık”dan yaratıldığını haber vermektedir. Vakıa bugün tecrübeten malumumuzdur ki insan sulb-i pederden rahm-ı madere düşen bir katre nutfeden tekevvün etmektedir. Fakat nutfe kandan mütevelliddir. Kan ise kilosdan hasıl madde-i lenfaviyeden mütekevvindir. Kilosun da menşei kimos olup bu da yediğimiz gıdaların midede tesadüf ettiği mekaniki ve kimyevi bazı muamelatdan hasıldır. Gıdanın var mıdır? O halde insan aslen toprak ve sudan yaratılmış demektir. Kuran silsile-i mevcudata dahil olan her şeyin bir hikmet-i vücudu olduğu gibi insanın da boş yere ve sebebsiz halk olunmadığını mükerreren bildirmektedir. lüzumuna hüküm edilerek tarafeynin zevciyet üzere devamı meşruaddolunacaktır. Bu beş madde ahkam-ı şeriyyemize muvafıkdır. Şu kadar var ki ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran nikahı memnu olan kadınlardan bir kısmını ihtiva etmemektedir. Malum olduğu üzere nikahı haram olan kadınlara lisan-ı şerde muharremat denir hürmet esbabının devamına ve adem-i devamına binaen iki kısımdır: Hürmet-i müebbede hürmet-i muvakkate. Hürmet-i müebbedeyi mucib sebebler: Karabet-i nesebiye razamusaheretdir. İşte onuncu on birinci on dınları göstermektedir. Ancak ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran musaheret mukarenet-i meşrua ile sabit olduğu gibi gayr-i meşrumukarenetler ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh bir şahıs kendi müzniyesinin kızını alamaz bu kız gerek kendi mukarenetinden ve gerek başkasının mukarenetinden hasıl olmuş olsun. On ikinci maddede ise musaheret sebebiyle nikahı memnuolan kadınlar dört sınıfıa hasr edilmiş olduğundan gayr-i meşrumukarenetler sebebiyle hürmet-i - bir gaye olduğunu” tasdik hususunda tereddüde düşürmektedir. Hele pek meşhur ünvanlı kitabın müellif-i namdarı Darvinin alemde lüzumundan fazla ıztırab var! Münim ve kadir-i mutlak bir Allahın Firavun farelerini tırtılları yemekle taayyüş etmek veya kedileri sıçanlarla oynamak üzere yarattığına inanmam. Gözün de bir maksad-ı mahsusla halk edilmiş olduğunu teslim için bir zaruret göremem.” Yolundaki mülahazalarını gördükçe ebhar ve aktar-ı muhtelife-i alemde icra ettiği o pek mühim tahkikat-ı taaccüb ederim. Ona Allahın kedileri farelerle oynamak zavallı bi-nasib-i irfan allame!! Fakat bu gibi şaşkınca mülahazalar zihnimizi hiç teşviş etmesin bil-akis nazar-ı tayakkuz ve intibahımızı açsın. Müsaade ederseniz pek menus bir misal ile izah-ı maksad edeyim. Cebimde taşıdığım ve günde birkaç defa çıkarıp baktığım saati pek deki ince ve nazik çarhları birbirine terkib eden ve hepsini birkaç kapak içine koyan odur. O sanatkar bu saati tayin-i evkat için imal etmiştir. Sanatkarın bu maksadını bildiğine saatin her şeyi şehadet etmektedir. Kezalik o sanatkar benim istimal ettiğim saatden maada altın gümüşden fağfundan daha yüzlerce saat imal etmiştir. Bundan başka bazı saatlere başka meziyyet ve hizmetler de vermiştir. Mesela onlardan bazıları yalnız günün yirmi dört saatini değil günün ismini ayın kaçı olduğunu safahat-ı kamerle beraber gösterir. Bazı saatleri yirmi dört saat işlemek için kurduğu halde bazılarını bir ay bir hafta bir sene işleyecek suretde tertib eylemiştir. Fakat bi-çare saatin hiçbir şeyden haberi yoktur. İnsana gelince gerçi onun da yapılmakda işlemekde sene yaşamakda hiçbir dahl ü tesiri yoksa da tamamen saate müşabih olmadığına da şüphe yoktur. Hakim-i şehir Dekart istediği kadar insanı Otomat yani zatül-hareke bir makinaya varsın benzetsin. Herhalde saniini üzerindeki muhayyer-i ukul tertibatı ve mükellefiyet ve memuriyeti ne olduğunu da anlamak istiyor. İşte mana-yı Kuranisiyle basir olmak isteyenler bu tahkikata muvaffak olanlardır. Fakat biliriz ki bir muadele-i Cebriyeyi bin hammal bir araya gelse ve senelerce imal-i fikr eyleseler hal edemezler. Yalnız hal edemezler değil o muadelenin pek mühim bir meseleyi tazammun edebileceğine rıyazıyyunumuzdan bir Nadir bir Hamid Hüsnü veya bir Salim bulmak lazımdır. Ondan sonra da onlara itiraz etmek değil teslim olmak lazımdır. Böyle yapılmazsa o rehnümayan-ı hakikate hiçbir zarar gelmez yalnız münkir ve muanidlerin mahrumiyet ve hüsranı devam Fakat niçin halk olunmuşuz? Yalnız doğmak büyümek ve bu maksadla yiyip içmek ve nihayet bir zürriyet bırakıp ölmek için mi dünyaya geliyoruz? Eyvah eğer iş yalnız bundan ibaret olsaydı ben kendi hesabıma bu taşıdığım hayata çokdan ilan-ı nefret ve belki onu bir dakika evvel ifnaya müsaraat ederdim. Hatta zannedersem çok kimseler bu hususda bana takaddüm ederlerdi. ki Kuran mütemadiyen bize bilenlerle bilmeyenler hiç müsavi olurlar mı? Gözsüzlerle gözlüler birbirine berzerler mi diye sorup duruyor. Yani bizi enfüs ve afaka medd-i enzar-ı tetebbula hakayık-ı eşyayı istinbata ve her şeyden ibret almaya sevk ediyor. O halde Kuranın şu meseleler hakkında biz-zarure icmalen haber verdiği şeylerin tafsilini kitab-ı tabiatle kendi nüsha-i bedenimizden araştırmak bizim uhdemize terettüb etmektedir. Hakiki bir müslüman isek bilhassa mufassal bir fizyoloji mufassal bir biyoloji derin bir psikoloji sağlam bir lılaşmak demek elde mikroskoplar mizanül-harareler ve miyar-ı kimyeviyelerle serair-i eşyayı teftiş etmek veyahut kazma ve küreklerle amak-ı arzı kazıp gizledikleri eski insanlarla cinsleri münkarız hayvanların beka-yı böyle çalışmalara daha fevkalade ihtiyacı vardır. Bahs ettiğim meselelere temas eden faraziyeler hiçbir vechile kanaat bahş-ı efkar olamamıştır. Ana rahmindeki yumurtacıklardan biri nice nice faaliyet ve mevrusat zıma o mütekasif halatı o kadar mürekkeb ve o derece müsteid-i tefekkür bir şahs-ı insaniye nasıl tahvil edilebilir? Rica ederim biliyorsanız bize de lütfen söyleyiniz. Hayır efendim bu halen bir sırr-ı mutlakdır. Değil bu hastalığın ihtiyarlığın ölümün seyr u cereyan-ı batınisi dahi biyolojinin henüz el sürülmemiş esrarındandır. Acaba tefekkür namını verdiğimiz efule-i hayatiye nedir? Acaba maddenin bir küme-i faniye ve muvakkatesinde zahir olan bu kadar vasive münbesıt bir kudrete ne mana vermeli? Bidayeten mesela Afrikadaki vahşi kabilelere mensub efradda görüldüğü gibi pek çocukça şeylere uzun müddetler hakikat diye inandıktan sonra refte refte bil-inkişaf nihayet kabiliyet-i istiksaiyesini bilhassa tecrübe ve istibsar metodlarıyla fevkal-had tevsive tenmiye etmiş olan kuvve-i müfekkire şimdi kendi za-tının da ne olduğunu düşünmeye başlamıştır! Bununla beraber herhalde ettiği muammaların en kapalısı mutlaka yine kendisidir. Hatta malumatımız artdıkça bu muamma daha kapalı bir hale gelecektir. İşte bu muğlakiyyetdir ki hala bazı mütefekkirleri “Her şeyde bir maslahat bir hikmet ve Zaten müslümanlar arasında bu gibi hadisatı yapanlar az değildir. Bu gibi adamlar ruhlarını tathir ve tezkiye nan bir kudret-i ruhaniyyeyi ihraz ederler. Bu vasıta ile Şems-i Tebrizinin Hazret-i Isa tarafından yapılan en büyük mucizeyi ölüleri ihya mucizesini yaptığı rivayet olunmaktadır. Bundan başka ahiren dar-ı bekaya irtihal eden Varis Ali Şah da bu kuvvete müşabih bir kuvvete malikdi. Hazret-i Muhammed tarafından telkin olunan akide-i tevhid ile şeriat-i ilahiyye Musevilerden yahut Hıristiyanlardan Emir Ali diyor ki: “Musevilerin kendi vatanlarında iken peygamberleri ve mürşidleri aralarında bulundukları halde defeat ile putperestliğe sukut etmelerine müeddi olan ahval onları Arab putperestliğini de kabule sevk etmiştir. Bunların Hazret-i İbrahimin ilahına itikad etmekle beraber onun da uluhiyyeti hakkında maddi birtakım telkinata saptıklarından Kabede Hazret-i İbrahimi yanında bir koçla temsil eden bir heykel bulunduruyorlardı. Maamafih Yehudiler hiçbir vakit Hazret-i Muhammede üstadlık ettiklerini iddia etmemişlerdir. Bu iddiayı ileri sürenler Musevilerle hıristiyanların Hazret-i Muhammede üstadlık ettiklerin söyleyenler hıristiyanlardır. O halde bu iddia hakkında Kibonun ne dediğini görelim. Muma-ileyh diyor ki: “Yedinci asrın hıristiyanları bir nevi putperestliğe salik olmuşlardı o zaman hıristiyanlar birtakım resimlerle mübarek addettikleri birtakım eşyaya tapınırlardı. Arş-ı uluhiyyet şüheda evliya melaike ve saireden müteşekkil kesif bir izdiham ile karanlıklaşmıştı. Arabistandaki hıristiyanlar Hazret-i Meryemi bir ilahe addederlerdi. Teslis akidesinin esrarı tevhid-i Bari esasına münakızdır. Teslis insana üç ilah gösteriyor ve bir insan olan Isayı Allahın oğlu yapıyor. Bunun uzun uzadıya tevili ancak bu akideyi kabul edenleri hoşnut edebilir… Halbuki Hazret-i Muhammedin telkin ettiği akide iki yüzlülükden müberradır. Kuran vahdaniyet-i Ondört asır evvelki hıristiyanların veya Musevilerin akidesiyle değil bugünün türlü türlü teceddütlere mazhar olan herhangi dini mefkuresi acaba İslamın uluhiyyet telakkisine yükselmiş midir? Bakınız Kuran-ı Kerim zat-ı ecell ü alayı nasıl tavsif ediyor: Cenab-ı Hak gizli aşikar her şeyi bilir Rahman ve Rahimdir Melik ve Kuddusdür Hakim ve Alimdir. Halık ve Razıkdır. Bütün esmaü hüsna Onun-dur. Yerde ve göklerde ne varsa hepsi ona hamd eder. Şimdi siz isterseniz Hazret-i Muhammedin yaptığı eder. Kuran mütenevvisebeplerle örümcekden arıdan karıncadan misaller getiriyor. Bunlardan anlıyor ve bittecrübe biliyoruz ki her sınıf mahluk bir muayyen işle meşgul olduğu gibi hepsi beka-yı nevi için muktezi tedbirler ittihazında kusur etmiyor ve hiç birisi tabiatin çizdiği yoldan çıkmıyor. Yalnız insandır ki tabiate karşı hiçbir muhalefeti cezasız bırakmaz tabiat yalnız kendi kanunlarına riayet edenlere zahir ve hadim olur. Tabiat böyle olunca onun fevkindeki halikın da vezaif-i memuresinden inhiraf edenlere karşı nasıl muamele edeceğini tayin için çok düşünmek lazım değildir. Velhasıl kalesi kapıları bekçileri gözcüleri askerleri mutfağı fabrikası aşçısı makinisti kimyageri fotoğrafçısı telefoncusu sinemacısı mahkemesi ve hakimi.. olan memleket vücudumuzun temin-i selamet ve idame-i medikden başka o vazifeleri sühuletle ifa etmelerine yardım etmeliyiz. Hazret-i Kuran bu hususda en emin mürşid ve delilimizdir. Hazret-i Muhammed İran ve Yunan devletlerinin şanlı günlerini görmüş fakat küçük bir ketibe teşkil eden ashabına çok geçmeden bu devletlerin İslam hakimiyetine ser-füru edeceğini tebşir etmişti. Peygamberimiz hiçbir dakika cesaretini zayietmedi. Tazyikat ve tecavüzata uğradığı dar u diyarını terke mecbur kaldığı arkadaşları mağlub olduğu bir deli ve bir sihirbaz telakki edilerek kendisiyle istihza olunduğu bir arkadaşıyla birlikde gara ellerine düşmek tehlikesiyle muhat olduğu dakikalarda bile cesareti zerre kadar sarsılmadı. Peygamberimiz Allahın onunla birlikde olduğuna kanidi. Hadisat da öyle olduğunu isbat etti. Kuran-ı Kerimin sahifelerini çeviriniz. İslamın galebesiyle intişarının tekrar be-tekrar tebşir olunduğunu görürsünüz. Ne kadar şayan-ı hayretdir ki hiçbir delil-i tarihiye istinad etmeyen birtakım hadisatı mucize olarak kabul eden birtakım adamlar her biri tahakkuk eden bu tebşirata karşı şüphelere düşüyorlar! Peygamberimize de birtakım harikulade hadisat atf olunmaktadır. Fakat Hazret-i Muhammed harikuladatı miyar-ı hakikat olarak kabul etmediğinden müslümanlar peygamberleri tarafından yapılan havarık-ı adata dair olan rivayatı büyük bir ehemmiyetle telakki etmezler. lara taşlara perestişden vaz geçmeyi tavsiye etti Allaha salat ve zekat ve sıyamın farziyyetini bildirdi. Bize doğru söylemeyi emanete hürmet etmeyi akrabamıza rahim komşularımıza şefik olmayı fenalıklardan sakınmayı; münazaalardan sefk-i dimadan kaçınmayı öğretti. Bize yalan yere şahid olmamayı eytamın hukukuna tecavüz etmemeyi nisvana taarruz eylememeyi emr etti. Biz onun nasihatiyle amil olduk onun doğruluğuna iman ettik onun vasıtasıyla gönderilen evamir-i İlahiye itaat eyledik ve Allahın birliğine inandık. Biz haram olan şeylerden ictinab ediyoruz ve ancak helale rağbet ediyoruz. Mensub olduğumuz cemaat bizim bu hatt-ı hareketimizden hiddetlendiler. Akaidimizi ve fikirlerimizi ve amalimizi değiştirmekliğimizden dolayı bize düşman oldular. Bizi tazyikata duçar ettiler. Bizi tekrar putperestliğe fenalığa iade için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Onların aralarında idame-i hayatın imkansız duçar olduğumuz tazyikatın tahammül-suz olduğunu idrak ettiğimiz zaman memleketimizden ayrıldık. Sizi munsıf bir hükümdar telakki ettiğimizden memleketinize iltica ettik. Habeş hükümdarı müslümanların bu hitabesini dinlediği zaman bunların teslimini taleb eden Kureyşileri tard ederek mültecilerin teslimini kabul etmemişti. Sir Vilyam Moyer gibi bir mutaassıb bile Hazret-i Muhammedin şayan-ı hayret bir inkılab vücuda getirdiğini Muhammedin telkinatı şayan-ı hayret ve muazzam bir eser vücuda getirmişdir. En eski zamanlardan beri Arab Şibh Ceziresi ruhani bir uyku içinde idi. Museviliğin İseviliğin yahut felsefenin Arablar üzerinde tesiri sakin bir gölün üzerindeki hafif ihtizazlar gibi idi. Bu sathın altı sakin ve hareketsizdi. Halk hurafata dalmış zulme koyulmuş günaha batmıştı. En büyük evlad babasının bıraktığı dullara babasının sair emtiası gibi tevarüs ederdi. Kibr ü nahvetle fakr u zaruret Hindular arasında olduğu gibi Arablar arasında da kız çocuklarını diri diri gömmek adetini tevlid etmişti. Arabların dini kaba saba bir putperestlikdi. Hayat-ı ahiret ve hesab Arablarca mechuldü. Hicretden on üç sene mukaddem Mekke böyle bir zarfında hasıl olan tebeddül pek muazzamdı. Birkaç yüz kişiden müteşekkil bir ketibe put-perestlikden ferağat ederek vahdaniyet-i ilahiyyeyi kabul etmiş ve vahy-i İlahi olarak kabul ettikleri ayatın irşadatına teslim-i nefs ile Cenab-ı Hakka tazarruve niyaza eda-yı salata ita-yı zekata icra-yı adalete başlamıştı. Bunlar Cenab-ı Hakkın bütün amellerine muttaliolduğuna ği ahlak-ı aliyeyi şeriat-i garrayı hiçe sayınız. Elhasıl taassubun esaretine inkıyad ederek istediğiniz kadar Hazret-i Muhammedi istisgar ediniz fakat hiçbir zaman Hazret-i Muhammedin beşeriyyete talim ve tel-kin ettiği Zat-ı ecell ü alaya karşı iğmaz-ı ayn edemezsiniz! Hazret-i Muhammedin telkin ettiği uluhiyyet mefhumundan daha mukaddes daha asil daha ulvi daha mükemmel bir mefhum beşeriyyete telkin olunmamıştır. Hazret-i Muhammed bundan başka bir şey yapmamış olsa beşeriyyete ancak bu ulvi telakkiyi ihda etmekle rak tanınmasına bu hizmeti kifayet ederdi. Hazret-i Muhammedin tebcil ettiği mefkure put-perestliğe şirke madde-perestliğe karşı ebedi bir hüccet olarak kaim olacaktır. Peygamberimizin talim ettiğiVahdaniyet-i ceği akide-i esasiyyedir. Hazret-i Muhammedin yaptığı inkılaba avdet edelim. Karlayl bu inkılabı mevzubahs ederken diyor ki: Hazret-i Muhammed sakin ve muazzam bir ruhdu. Müşarun-ileyh ancak samimi olabilecek insanlardan biri meli başka her söz hevadır. Hazret-i Muhammed kendine soruyordu: Ben neyim? Şu içinde yaşadığım ucu bucağı görünmeyen şey nedir? Hayat nedir? Memat nedir? Neye itikad edeceğim ne yapacağım?.. Hira Dağının kayaları çölün bi-payan vüsati parlak yıldızlarıyla semavat bu suallere cevap vermiyordu. Bu suallere ancak vahy-i ilahi cevab verebilir. Filhakika Hazret-i Muhammede kendi ruhundan başka bir müderris vahy-i İlahiden başka bir muallim hakikat kuvvetinden başka bir muin ahlak kudretinden başka bir zahir yoktu. Ona her maniayı devirten vatandaşlarını yükseltmeye muvaffak eden onların fikirlerini tathir ettiren ancak bunlardı. Hicretin beşinci senesinde Habeşistana hicrete mecbur olan doksan müslümandan biri olan Cafer Tayyar Habeşistanın Hıristiyan hükümdarına pek kısa bir zamanda Hazret-i Muhammedin ne yapmaya muvaffak olduğunu izah etmişti. Müşarun-ileyh demişti ki: Ey Melik! Biz cahil ve rehbersiz bir millettik esnama muamele ediyorduk. Kavilerimiz zuefamızın mal ve mülkünü gasb ediyordu. Derken Cenab-ı Hak kendi aramızdan bize bir peygamber gönderdi ki asaleti doğruluğu namuskarlığı istikameti bizce malum idi. Peygamberimiz bizi Hakka davet etti bize Allaha ve münhasıran Allaha ibadet etmeyi ecdadımızın tapındığı putSEBILÜRREŞAD - - bütün dans salonlarını sed ettirdi. Allah kendilerinden razı olsun. şan hareket de budur. Demek ki bir vali isterse bu ahlaksızlık batakhanelerini sed edebilir ve bundan dolayı hiç de Hürriyet-i Şahsiye Kanununa tecavüz etmiş olmaz. Ahlak ve adab-ı umumiyyemize tamamıyla muhalif olan bu dans salonlarını kapamayan valiler seddini istemedikleri müemmin olan kanunlara riayet etmeye lüzum görmedikleri nunun ta başında dini din-i İslam olduğu muharrer bulunan ve millete karşı ahkam-ı şeriyyenin tenfizini deruhde eden kavanin-i medeniyyesi mucebince ahlak ve adab-ı umumiyyeyi muhafaza ve hissiyat-ı İslamiyyeyi rencideden vikaye ile mükellef olan bir hükumetin bu kabil münkeratı tamamıyla menve zecr hususundaki hakkı derkardır. Hakkı değil vazifesidir. Hem de en mütehattem vazifesi. Yeni vali bey uhdesine düşen vazife-i hükumeti ifa etmekle beraber yine kendisine bilhassa teşekkürler ederiz. Esasenkarı oynatmakkanunen bir cürmdür. Kanun yalnız köylüler hakkında tatbik olunmaz. Nazar-ı kanunda köylü ile şehirlinin yahut avam ile münevverin farkı yoktur. Adı dans olmakla işin mahiyeti değişmez. Ba-husus dans salonlarının iç içe odaları da olduğuna göre tamamıyla kanunun daire-i şümulüne dahildir. Hatta karının beline sarılarak ala melein-nas oynatmak yani dans ettirmek daha şenibir hareketdir. Adab-ı umumiyeye mugayir fotoğraf ve kartpostalların şurada burada birtakım ahlaksız adamlar ve kadınlar tarafından satılmakda olduğundan bu gibi eşhasın şiddetle takibi hakkında merciinden lazım gelenlere emr verildiğini refikimiz yazıyor. Hükumetin bu hareketi de şayan-ı takdir ve şükrandır. Eğer heyet-i ictimaiyyemizin inhilalden masun kalması matlub ise herhalde bu haddi aşan ahlaksızlıklara karşı ciddi tedbirler ittihaz etmek icab eder. “Sofya mekteblerinde tahsil ile tenevvür etmiş Bulgar kadınları geçenlerde bir kongre akd etmişler ve bunda ez cümle sefalete düşen ve sefahete münhemik olan mürakabe ediyorlardı. Tabiatin bütün mevahibinde hayatın bütün münasebatında hususi veya umumi hayatın her hadisesinde müslümanlar yed-i ilahi görüyorlardı. Bunlar yeni hayatlarını Hak Tealanın bir eser-i lutf u ihsanı telakki ediyor cahil ve kör hemşehrilerinin mahrumiyetlerine açıyorlardı. Hazret-i Muhammed bu hayatın nazımı bütün ümidlerin menbaı idi. Bil-cümle müslümanlar kendisine mutiidiler. Bu kadar kısa bir zaman için Mekke bu hayret amiz hareket dolayısıyla birtakım hiziblere ayrılmıştı. Müslümanlar kemal-i sabr u tahammül ile her tazyike tahammül ediyorlardı. Yüz kadın ve erkek din-i mübinlerini kısa bir zaman için feda ederek fırtınanın sükunet kesb etmesini müteakib yeniden muzmerlerini izhar etmeyi kabul edeceklerine Habeşistana hicreti tercih ettiler. Daha sonra diğer müslümanlar da peygamberleriyle beraber sevgili şehirlerinden ve mukaddes Kabelerinden ayrılmayı kabul ederek Medineye hicret etmişlerdi. Hazret-i Muhammed Kanunun ne demek olduğunu hiçbir vakit bilmeyen insanlar arasında kanunu hakim kıldı. Hazret-i Muhammedin getirdiği şeriat hayatın hayat-ı ictimaiyye ve medeniyyenin her safhasına kabil-i bahs ederken diyor ki:Her biri vazıının namını teyid edebilecek olan esasat-ı şeriyyenin mükemmeliyeti ve haiz olduğu tesir ile nazar-ı dikkati celb eder. Bu esasatdan müteşekkil olan manzume diğer herhangi manzume-i siyasiyenin vücuda getirdiği harekete faik olan bir hareket vücuda getirmiştir. Bir adamın müddet-i hayatı esnasında Müslümanlık Roma İmparatorluğunun mesahasından daha vasibir sahada intişar etmiştir. Müslümanlık safvet-i asliyesini muhafaza ettikçe ona hiçbir şey mukavemet edememiştir. Salı günü çıkan gazetesi şu mühim haberi neşretti:İstanbuldaki bütün dans salonları kapatıldı. Polis son günlerde Beyoğlundaki dans salonlarını birer birer kapatmaya başlamıştı. Dün bil-umum dans salonları kapanmıştır. Dün akşama kadar açık olan iki üç salon da birden bire sed olunduğundan buralara gelenler geri dönmüşlerdir. Sirkecide bulunan dans salonu da kapatılmıştır. Bu ahlaksızlık yuvalarının seddinden dolayı bittabi bütün müslümanlar hükumete müteşekkirdirler. Yeni Vali Süleyman Bey İstanbulu sefahet şehri haline sokmak tecilere beyanatda bulunmuştu. Bu hafta da birden bire aleminde bir temaşa manzarından başka bir şey değildir. Erkek kadından manen istifade edemiyor kadın da ona manevi ilhamatda bulunamıyor. Dikkat ettiniz mi Sesil Sorel bile Türk kadınından bahs ettiği zaman kirpiklerini sürmelemekdeki maharetlerinden başka bir şeyden bahs edememiş. Kadınların mevlid-i ilhamları ictimaları olmalı idi. O ictimalarda mealiyata saik tesirler görülmeli ni toplamaz ise korkarım ki bir gün erkekler nazarında şimdikinden daha beter bir maddiyet mevkiine düşer. daha aşağı derekeye iner!” “Benim anladığıma göre hür fikir yalnız hakikate bil-ihtiyar esir ve münkad olarak daima onu taharri eden ve her zaman kendi nevakıs ve hatiatını ikmal ve tashihe arzu-keş bulunan müfekkiredir. Serbest ve müstakil bir vicdanı ise hür fikrin hayat-ı hissiyye ve kalbiyydeki birader-i manevisi diye tanırım. Yani hür vicdan demek temayülat ve tehassüsatında akıl ve temyizin adalet ve hakikatin ısdar ettiği fermanlara tabiolarak behimi ihtiraslar ve infiallerden mümkün mertebe tecerrüd etmeye çalışan fedakar hayır-perver ve mealiperest Türk demektir. Şimdi beraber düşünelim; acaba Maarif Vekaletinin hayli zamandır takındığı etvar-ı terbiyevi genç nesilde bu hasiseleri tenmiye edecek mahiyetde bulunuyor mu? Ben kendi hesabıma maalesef menfi cevab vermeye mütemayilim. Zira zannediyorum ki bidaatsiz ve ehliyetsiz başlar muvacehesinde bütün irfan-ı memleketin rim ve teseyyüb-i meşum Türkiyeye la-ekall bir batın gaib ettirmiştir. Zira Maarif Vekaleti farkına vararak veya varmayarak hür fikirle hür vicdanlar yerine birçok dıyk ve dar kafa ile tabur tabur sarp çorak ve çetrefil haslet yetiştirmeye itina etmiş gibi görünüyor. Tanin Acaba Ne İstiyor? Gazetesi başmuharriri Hüseyin Cahid Beyin “İki Türkiye” ünvanlı bir baş makalesinde Bulgar nisvanının mezelletden kurtarılmaları için pek canlı mukarrerat ittihaz eylemişlerdir. Ne olurdu bizim buradaki Türk hanımları da buna benzer mukarrerat ittihazıyla hem-nevilerini kurtarmaya çalışsalardı. Zira biz Türk kadınlarının müttehiden hareket etmelerini icab eyleyecek nice ahval-i müessife pişgahında bulunuyoruz. Kadınlar ve kızlar içinde bir muavenet-i müşterekenin himayesine muhtac olanlar pek çoktur. Dünyanın her tarafında kadınlar tarafından vukubulan teşebbüsat-ı ictimaiyye hem mühim hem mütenevvidir. Bizim kadınlarımız mümkün değil bu teşebbüslere peyrev olamadılar. Vakitlerini beyhude geçiriyorlar. Maalesef hodbin oluyorlar. Kadınların nail-i hürriyet olmalarından bizim beklediğimiz şey hayra delalet edecek ictimalar vukuu ve dınlarımız o nailiyetden istifade etmeyi doğrusu henüz bilemediler. Yani salifüz-zikr iştiğalata alışamadılar. Bulgaristan kadınları gibi sefalet ve sefahete düşenleri tahlis edebilecek teşebbüsat-ı cedidede hiç bulunmadılar. Ne ev idare müesseseleri var ne de fukara kadınlara birer ev hizmeti öğretecek müesseseler vardır. Zengin kadınlarımızın süsden başka merakları yok. Sefahet mezlekalarına düşen kadınlardan nicesi vardır ki maişet derdiyle bu tehlikeli yollara süluk etmiş bulunuyorlar. Bunları arayıp soran dertlerini anlayan onlara reha-kar bir el uzadan hem-cins mefkud! Zavallılar! Biz kadınların hayat-ı iktisadiyyedeki vaziyetlerinden bi-haberiz. Bununla meşgul olan ve malumatını matbuata tebliğ eden bir hanım göremiyoruz. Bugünkü Türk heyet-i ictimaiyyesi yahut sadece Türkler işe yarayacak anasıra sahib olabilmek için evvel emirde kadınlar tarafından ihzar olunmaya muhtacdırlar. Bizde işe yarar muktedir insanların az zuhur etmesine sebeb kadın tesirat-ı ilhamiyyesinin fıkdanıdır. O vazife şinas kadınlardır ki evladlarını tahsil yoluna la-yenkatı sevk ederler delikanlı evladlarını sabahleyin erkenden geçirtirler ve onlara hayat-ı aileyi sevdirirler. Kadınlarımız bu gibi makasıd-ı hayriyyeye delalet etmek için erkeklerden yardım istemeğe muhtac değillerdir ve muhtac olmamalıdırlar Kuvvetlerini toplayıp kendi kendilerine direnmelidirler. Bizim erkeklermiz kendilerini düşünecek halde değillerdir; nerede kaldı ki kadınların ihtiyaclarını düşünsünler. Zaten Türkiyedeki erkekler kadınların ne istediklerini neye muhtac olduklarını bilememişlerdir. Şimdi kadın hür oldu ama onların derdleri yine kendilerine kaldı. Erkekler bir alaka gösteremiyorlar. Bugünkü erkekler için kadın cemiyet rın bütün mesaileri hüsranla neticelenecek o nur-ı mübin bütün cihanı bütün fikirleri ve kalbleri ziya-dar edecektir. Mister Arnold bu eserini vücuda getirmek için birçok tetebbuatda bulunmuş elsine-i şarkiyye ve garbiyyede yazılmış yüzlerce eserleri tedkik etmiş bundan başka İslam ulema ve fuzelasının rey ve mütalealarını da almıştır. Müellifin bu hususda sarf ettiği emek ihtiyar ettiği fedakarlık hakikaten şayan-ı hayretdir. Senelerce Hindistan İngiltere Fransa Almanya gibi dünyanın en meşhur kütübhanelerini tedkik etmek gayr-i matbutek nüshası olan yazma bir eseri görmek için kasaba kasaba dolaşmak on binlerce sahifeleri gözden geçirmek hakikaten kolay şey olmasa gerek. Kıymetli eserlerin ne suretle vücuda geldiğini görmeli ve ibret almalıdır. Müslümanlığın yazılmıştır. Fakat bunların arasında en ziyade temayüz edeni Mister Arnoldun eseridir. Müslümanlık aleyhinde yığın yığın garaz-karane eserler neşreden mutaassıb Hıristiyan muharrirleri arasında böyle bir eserin ne kadar ehemmiyeti olduğunu düşünmelidir. Müslümanlık esaslarının azamet ve ulviyyeti hakkında takdiratda bulunan bir İslam değil bir hıristiyandır. Bu fevkalade nazar-ı dikkate alınacak bir meseledir. Bilhassa bizim aramızda öyle sebük-mağz kimseler vardır ki bir şey bilmedikleri için İslamiyet hakkında garib fikirlerde cahilane neşriyatda bulunuyorlar. Onlar şu eseri okusunlar da mensubiyet iddia ettikleri dine karşı kendilerinde zerre kadar muhabbet ve insaf olmadığını görsünler. Eser on üç fasıldan ibaretdir. Birinci fasıl uzun bir medhaldir. İkinci fasılda İslamın bir mübeşşiri sıfatıyla Hazret-i Muhammedin hayatı tedkik olunuyor. Üçüncü fasıl: Asya-yı garbidir ki hıristiyanlar arasında intişar-ı tişarı. Avrupada Türkler idaresindeki Hıristiyan milletleri arasında intişar-ı İslamiyet. İran ve Asya-yı Vustada Çinde intişar-ı İslamiyet. Afrikada intişar-ı İslamiyet. Malaya cezayir-i müctemiasında intişar-ı İslam. Mülahazat-ı İhtitamiye Bu mühim eseri İngilizceden tercümeye himmet eden eazım-ı muharrir-i İslamiyyeden Üstad-ı muhterem Halil Halid Beyefendidir. Müşarun-ileyh eseriyle bütün İslam alemince tanınmış bir muharrir-i zi-kudretdir. Arabcaya Ordu lisanına da tercüme olunmuştur. Haden bahs ettiği görüldü. Bugün namında bir gazete olmadığındanı kasd etmekde olduğuna hükmetmek mecburiyetinde kaldık. Bizin bir maksad-ı mahsusla neşretmiş olduğu bu yazılarına cevab vermeye lüzum görmüyoruz. Cahid Bey hiç telaş buyurmasınlar kendileri mevki-i iktidara gelir veya kudretli bir fırkanın Merkez-i Umumisi aza-yı nafizesinden bulunacak olursa eski acı tecrübelerimizin verdiği derse binaen neşriyat-ı diniyyenin kapılarına zincirler vurulur. Hiç kimseye de ses çıkartılmaz. kütübhanesi yakında bu ünvan ile mühim bir eser neşrediyor. Tabedilmekde olan bu büyük eser inşallah iki üç haftaya kadar ikmal edilerek mevki-i Avrupada Müslümanlık hakkında neşrolunan asar arasında pek ziyade temayüz eden bir eser-i güzindir. Birinci tabı tükendiği cihetle bilahare ikinci defa daha ziyade tevsiedilerek tabve neşrolunmuşdur. nin müellifi Londra Darul-fünunu Arabi Muallimi Mister T. W. Arnolddür. Muma-ileyh Hindistanın Aliker Medrese-i Kebire-i İslamiyyesinde felsefe muallimliği de etmiştir. Eserin mevzuu Müslümanlığın yeryüzünde keyfiyet-i intişarıdır. Müellif bu eserinde İslamiyet hakkında bi-tarafane hürmetkar mütalaatda bulunmuştur. İslamiyetin bir mübeşşiri sıfatıyla aleyhis-salatü vesselam Efendimizi tedkik eden Müslülümanlığın muhtelif akvam-ı beşer arasındaki tarz-ı telakkisine keyfiyet-i intişarına dair pek derin tahkikatı muhtevi olan bu eserin tertib ve tasnifinde müellif büyük bir kudret göstermiştir. Müellif ictimaiyat nokta-i nazarından esasat-ı İslamiyyeyi tedkik etmiş Müslümanlığın saadet-i beşeriyyeyi temin edecek en mükemmel bir din olduğunu binaenaleyh intişara şayan bulunduğunu pek kavi delillerle isbat eylemiştir. Şurası şayan-ı dikkatdir ki İslamiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler arasında böyle munsıf ve hakikatperest olan bir zat zuhur ediyor. İngiltere hükumetinin Kuranı yeryüzünden kaldırmak bütün mevcudiyetiyle uğraşmasındaki hikmet de İslamiyetin büyük bir istikbal sahibi olması endişesinden başka bir şey değildir. Hiç şüphe yokdur ki Mister Arnoldun munsıfane ve müdekkikane bir suretde izah ettiği vechile esasat-ı İslamiyyenin ulviyet ve ehemmiyeti saadet-i beşeriyyeyi temin edecek yegane hidayet yolu olduğu gün geçtikçe daha ziyade anlaşılacaktır. Onu söndürmeye çalışanlaSEBILÜRREŞAD - - “İstanbula ilk geldiği gün Darul-fünun gençliğine bir gün tahsis edeceğini vad eden Madmazel Sesil Sorel dün vadini ifa etmiştir. Darul-fünun Emanetine gönderilen bilet umum fakültelere taksim edilmiş ve beher fakülteye bilet isabet etmiştir. Talebe bu bilet ile sahne yıldızının davetine icabet etmiştir. Biz şurasını kayd etmeden geçemeyeceğiz: Sara Bernal çok evvel de -tıbkı Darul-fünun gibi- meccani bir ziyafet-i temsiliye vermişti. Tiyatrodan çıkan talebe kıymetli sanatkara bir cemile olmak üzere arabasının atlarını çıkararak kendisini çekmek suretiyle oteline kadar götürmüşlerdi. Darul-fünunlularımızın da müsamerede Madmazele karşı kıymetdar bir tezahür göstermelerini arzu ederiz. Darul-fünun büyük sanatkarın şerefine bir çay ziyafeti tertib edecektir.” Sara Bernal gibi Sesil Sorelin arabasını da mı talebeler çeksinler? Ne ayıb şeyler! Vehhabiler-Haşimiler Mücadelesi: Vehhabilerle Haşimiler arasındaki mücadele devam ediyor. Son hafraber tarafeyn arasında bir musalaha akdine de tevessül edilmemiştir. Geçen hafta dediğimiz gibi Vehhabilerin sultanı İbnussuud Haşimilerin hükümdarı Şerif Ali ile müzakerat-ı sulhiyye icrasını red etmiş ve bu esas üzere sebat etmiştir. Son posta ile gelen İngiliz gazetelerinin verdiği malumata göre Şerif Ali İngiltereden üç tayyare satın almış ve bu tayyareler Hicaza gönderilmiştir. Diğer tarafdan Şerif Ali ile nerede olduğu pek belli olmayan Şerif Hüseyin Ciddenin tahkimi ve Mekkenin Vehhabilerden istirdadı için istihzarat-ı askeriyyede bulunmakla meşguldürler. Binaenaleyh bu harekatın bir müddet daha devam edeceği anlaşılıyor. Diğer tarafdan Hindistan müslümanlarını temsil eden bir heyet Mekkeye müteveccihen hareket etmiştir. Bu heyetin müdahalesiyle arazi-i mübareke-i İslamiyye üzerinde devam eden bu mücadelelerin bir nihayete ermesi ümid olunmaktadır. Filhakika artık bu harb kati bir nihayete ermelidir. Mısırda İngiliz Tahakkümü: Geçen hafta Mısırda bir İngiliz generalinin katli üzerine İngilizlerin Mısırın yarım yamalak istiklalini tehdid ettiklerini Mısırın bütün bu suretle Mısırın istiklal mücahedesini akamete duçar eylemek niyetinde olduklarını beyan etmiştik. Geçen hafta esnasında İngilizler Mısırda istedikleri gibi bir hükumet teşkil ederek bütün makasıd-ı istila-cuyanelerini lil Halid Beyefendinin namında bir eseriyle namı altında müteaddid risaleleri de vardır. Müşarun-ileyh ecnebi lisanlarında ve Avrupanın en muteber gazetelerinde ictimai ve siyasi pek çok makaleler neşretmiştir. Cambridge Darulfünunu Tedrisat-ı Şarkiye Muallimi iken risalemize gönderdiği makalelerle eski karilerimiz müşarun-ileyhi pekiyi tanırlar. Müşarun-ileyh ni tercüme hususunda hayli emek sarf etmiş ve pek ziyade olmak üzere kütübhane-i millimiz mühim bir eser-i İslami daha kazanmıştır. Bu mühim eser büyük kıtada beş yüz sahife kadar oluyor. Mahza tamim-i intişarı için yüz kuruş fiyat vazedilmiştir. Mücelled nüshaları da hazırlanacaktır. Cild bedeli ayrıca yirmi beş kuruşdur. Taşra için yirmi beş kuruş da posta ücreti vardır. arzu edenler şimdiden sipariş ederlerse neşrolunur olunmaz derhal takdim olunur. Birtakım müslüman kadınlarının genç kızların tiyatrolarda sinemalarda dans salonlarında gece yarılarına kadar belki daha geç vakitlere kadar kaldıktan sonra kendi başlarına evlerine avdet etmeleri hasebiyle yollarda peşlerine takılıyorlar. Bu yüzden münazaalar rezaletler polisin müdahaleleri yüz gösteriyor. Böyle gecenin geç vakitlerinde sinemadan avdet eden iki genç kızın birtakım çapkınların taarruzuna duçar olması münasebetiyle gazetesinde neşrolunan bir mektubda deniliyor ki: “Bir aile kızını kolundan tutup sürükleseler kimse seseni çıkarmayıp seyrine mi bakacak? Bence aynı milletden olmak bir aile demektir. Ortada aciz kalmış bir kadını korumak için vakayı görenlerden kimse kılını bile oynatmadı. Yazık ki birkaç ahlak düşmanı bed-tinet yüzünden hem Türk kadını sokakda rahat gidemiyor hem de kanları cife mahluklar yar u ağyara karşı saf Türk milletinin bütün dünyada çelik gibi sağlam tanınmış olan ahlak nasiyesine kara çizgi çekiyorlar…” risi ortalığı alt üst etti. Bazı gazeteler nasıl takdiratda bulunacaklarını bilemiyorlar. Karşılıklı ziyafetler nutuklar elhasıl öyle bir samimiyet ki can ciğer oldular. Bir gazetede bu Fransız aktristi yani tiyatro oyuncusu hakkında şu suretle propaganda yapıyor: ayırmak istemeleri Sudanlılar arasında da azim bir galeyan tevlid etmiştir. Sudan askerleri İngilizlere hücum etmişler ve vukubulan mücadelede tarafeyn zayiat vermişler Mısır Meclis-i Millisi tarafından Cemiyet-i Akvama ve bütün dünya parlementolarına gönderilen protestolar Türkiye Büyük Millet Meclisine de gönderilmiş ve bir iki gün mukaddem meclisimizde okunmuştur. Cemiyet-i Akvam Meclisi Katibi Mısır Meclis-i Millisi tarafından gönderilen vesikayı Cemiyet azasına göndermemişlerdir. Çünkü bu vesika bir hükumet tarafından gönderilmemiş! Mısır parlementosu İngilterenin Mısıra karşı takib ettiği istila siyasetini izah ederek Mısırın istiklal ve hürriyetine en ağır darbeleri indirdiğini ve vukubulan cinayetle hiçbir alakası olmayan birtakım metalib dermiyan ederek sırf tecavüz-karane makasıdını tahakkuk ettirmek arzusunu beslediğini beyan etmektedir. tahakkuk ettirdiler. İngilizler tarafından Mısır başdan başa işgal olunduğu ve her yerde askeri tezahürat yapılarak halk tedhiş olunduğu gibi İngilizlerden bir zabıta-i askeriye teşkil olunarak İngilizlerce imhası matlub olan zevatın tevkifine de başlandı. Diğer tarafdan Sudanda bulunan Mısır askerinin ihracına da başlanıldı. Mısır askerleri Sudandan çıkmak için İngilizlerin verdiği emirlere edildikleri halde son damla kanlarını akıtmayınca vazifelerinin başından ayrılmayacaklarını söylemişlerdir. İngilizler bu hareket karşısında naçar kalarak Mısır Hükümeti üzerinde tazyikat icra etmişler ve Mısır Harbiye nazırına Mısır askerlerinin Sudandan hareketleri için bir emirname imzalatmışlardır. Mısır Harbiye Nazırı Mısır askerinin şehamet ve şecaatini takdir ettikden sonra beyhude yere kan dökülmesine maniolmalarını tavsiye etmiş Mısır hükümeti tarafından icab eden protestolar yapıldığından memleket hukuk ve menafiinin İngiliz harekatından müteessir olmayacağını bildirmişlerdir. şirketinin menafiini temin için bütün Sudanı Mısırdan SEBILÜRREŞAD bir harika addedebilirdik. İşte hilkatde ıttırad ifade eden bir sebebe teşebbüsle husule geldiğini gördüğümüz bu gibi hadiseler bize karşı zahiren bir harika görünse bile hakikatde bir ıttıradın inkişafı demek olduğu için bunlar mucize namıyla yad edilemez veya harikalardan madud olamazlar. Bunun için harikanın manasında bizzat illet-i ulanın tesirine istinad etmek hususiyeti tebadür eder. Hilkatde ve kanun-ı tekamülün her haddinde bu vardır. Nübüvvet ve mucize de illet-i mütevassıta karşısında böyle bizzat irade-i halika istinad eden harikalardandır. Hilkatin tecelliyat-ı na-mütenahiyesine ve tarihin katiyyetine karşı “Ma fevkal-beşer bir mahluk olmadığı gibi mucize de yoktur. Nübüvvet bir sanatdır” tarzında laflarla met celb edemeyecek olan bir harika-i cehaletdir. Mucizenin mevcud olabilmesi için ma fevkal-beşer bir mahlukun vücuduna hiçbir ihtiyaç yoktur. Halikın vücudu mucizenin vücudu için illet-i kafidir. Alemde beşerin kendi mevcudiyeti bile bir harikadır. Biz madem ki beşerin mevcudiyetinde alem-i zihin ile alem-i ecsamın birbirlerine kalat cereyan edebildiğini ve bu münakaleye bir kudretin bir iradenin hakim olabildiğini görüyoruz ve batınımızda bir halet-i şuuriyye olan bir iradenin aza-yı bedenimizden bir hareket-i cismaniyye halinde fışkırarak malumatımızı bir sanat olarak tecessüm ettirdiğini müşahede edip duruyoruz ve aynı zamanda kendimizin de vücudda bir hadd-i evvel olmadığını biliyoruz. O halde mucizeye Başmuharrir Sahib ve Müdir Gerek ilel-i mutavassıtayı tesis eden ilk harikalar ve gerek bunların hudud-ı tahavvül ve tekamülünü gösteren son harikalar: Bunların ikisi de bizzat illet-i ulanın Hak Tealanın halkıne müstenid olmak zaruridir. Ancak de ilel-i mütevassıta tarikinden de geçmiş bulunurlar. Bir illet-i mütevassıtaya diğer bir illet-i mütevassıtanın tezahüm ve tekabülü ile üçüncü bir illet-i hassa hudusü Bir illet-i mütevassıtanın bizzat illet-i ula tesiriyle tadili veya tevkifi. Birinci suret mesela hararet ile burudetin tekabülünde kıat-ı ruz-merredir ki bunlar her zaman esbaba teşebbüsle adeten ıttıradları temin olunabilecek hadisat-ı mahsusa meydana getirirler ve biz bu suretle ilmimizin vüsati nisbetinde netaic-i mühimme iktisab edebiliriz. Fünunun terakkisinden beklediğimiz de budur. Bu vecihle terkib ilel-i hilkatte bizzat Halık Tealaya muzaf olduğu gibi sınaatımızda biz de bu terkibleri yaparak illet-i mütevassıta miyanına girebiliyoruz. Hilkatde keşf edebileceğimiz basit veya mürekkeb her sebeb-i cedid esbab-ı malume-i mütekaddimemize munzam olarak bize bidayeten harika halinde görünürken bilahare tekerrür ve ıttırad ile adete münkalib olan vakıat bahş ediyor. Mesela karşımızda kuşlar olmasaydı ilk yapılan tayyareyi tiyac neden neşet etsin!.. Kalblerimizin her an tebeddül edebilen temayülatı bedenlerimizin her gün vakiolan tahavvülatı ve bunların yekdiğeriyle mütekabil alakatı Halikın her gün üzerimizde tecelli eden asar-ı harikası değil midir? O halde biz bu harikaların bazı ferdlerde daha büyük bir vuzuh ile zuhur etmesi imkanını neye istinad sındaki bütün farkları inkar mı edeceğiz? Efradın her birini yekdiğerinden ayıran hususiyet-i mümtazeleri onların beşeriyet vasfındaki iştirak-i nevilerine bir mania teşkil edecekse nev-i beşer mefhum-ı küllisini ne hakla mülahaza ediyoruz? İştirak-i nevi temayüz-i ferdiye maniolmayınca ferdlerin ilim irade ahlak kudret nokta-i nazarından na-mütenahi tecelliyat-ı mahsusaya mazhariyetlerini nasıl inkar ederiz? Adi ve muttarid sanayi-i kesbiye muvacehesinde fıtri ve mevhub havarik ve mucizat-ı hilkati nasıl tayyedebiliriz? Nasıl olur da eserleri bil-kesb zuhur eden akıllar sanatlar arasında eserleri bil-vehb tecelli eden fıtrat ve cibilliyetleri görmezliğe gelebiliriz? Nasıl olur da sevk-i tabiilerin hasedlerin dehaların ilhamların balasında bir vahy ü nübüvvet mertebesi tasavvur edemeyiz? Bu mertebelerin tasavvuru beşerin beşeriyetiyle neden bir mübayenet teşkil etsin? Ve hele bu hasise-i mevhube bizzat irade-i Halika istinad ettiğini gösteren asar-ı icaz ile bit-tecrübe müberhen ve mübeyyen olursa bunu inkar zarar ve hasarımıza badi olamaz mı? Eğer biz nübüvvet ve mucizeyi bizzat beşer olan Peygamberin kendi kudret ve iradesine nisbet etse idik o zaman Peygamberimizi fevkal-beşer bir uluhiyyet mertebesine koymuş ve bu suretle -haşa- hıristiyanlar gibi bir şirke düşmüş olurduk. Aleyhissalatü vesselam Efendimizin harikulade olan bütün muvaffakiyat-ı celile-i nübüvvet-penahilerini kendi kudret ve iradesinin eseri telakki etse idik Kurandan başlayarak bütün mucizeleri kendi sanatı olduğuna zahib olsa idi işte o zaman onu telih ve beşeriyetini inkar etmiş bulunurduk. Nübüvveti enbiyanın bir sanatı olarak göstermek isteyenler düşünmüyorlar ki bu iddia enbiyayı mahluk bir beşer değil halık bir ilah tasavvur etmek tenakuzuna müncer olur. Onun için biz aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretlerinin mansıb-ı nübüvvetlerini onu telih etmek davasına müsavi buluyoruz. Filhakika edyan-ı mukaddese müessisleri peygamber değillerse hammeden abdühu ve ve resulühfıkra-i şehadetinden abd ve resulü hazf ile bunu -haşa-ve eşhedü enne Muhammeden hüvallahsuretine ifrağ etmeye çalışı beytini okuyuveririz. Filhakika mucizat-ı Muhammediyyeden mesela: Kuranı bir kere nazar-ı mütaleaya alalım. Kuran nübüvvet atiyyesinin mahz-ı vehb-i Huda olan bir harika olduğunu ve bunun bizzat irade-i mahsusa-i halika müstenid bulunduğunu lisan-ı icazıyla isbat sadedinde şöyle diyor. Sure-i BaSure-i Kuran bu ayetlerle min tarafillah bir tahaddi bir müsabaka “Kulumuza indirdiğimiz bu kitabda irtiyab ve iştibah ediyorsanız onun mislinden siz de bir sure getiriniz.! “Bu Kuranın bir mislini yapmak üzere bütün ins ve cin ictimaetseler ve birbirlerine zahir olsalar bile alimallah mislini yapamazlar.” İşte Kuran-ı azimüşşan on dört asır mukaddem böyle bir dava ve tahaddi ile meydana çıkmış ve o günden bugüne kadar da bu nidaya devam etmekde bulunmuştur. Mucizat-ı saire tarihin sahayif-i hıfzına karışmış ise bu mucize bu dava bu tahaddi el-yevm taht-ı müşahede ve tecrübemizde berdevamdır. Şimdiye kadar hiçbir kimse çıkıp da bu müsabaka vayı bu mucizeyi piş-i tahaddiden çekememiştir. Muallakat-ı seba-i Arabın Kabe duvarından indirildiği zamandan bu ana kadar üslub ve belağat-ı Kuran ile bir sure yazıp takdir ettirten bir ferd çıkmadığı gibi Kurana ve din-i İslama karşı milyonlarla insanlar milyarsında şiir cinnet inkılabcılık isnadına kalkışırlar ve bu isnadlarına yine kendilerinin tekzibe mecbur oldukları iftiralarını deilerinde de aynı isnad ve iftiranın tekraarından başka bir şey görmüyoruz. O dava-yı azime karşısında bunların da bütün yaptıkları Peygamberi -haşa- Sipiritizmeci Manyetizmeciler gibi sanatkar bir sahir veya Şekspir Hugo ve saire gibi bir şair veya Bonapart gibi bir matuf iftiradan tezvirden asar-ı aczden ibaret kalıyor. Eskilerin ermediği bir iktidar-ı cedid davasıyla ortaya çıkanlar yerde mütemadiyen eskilerin çiğneyip çiğneyip yuttukları kokmuş küflü isnad ve iftiraları tekrara kalkışmakla kendilerinin bu babda Ebu Cehil ve avanesi kadar bile orijinaliteye malik olmadıklarını da göstermiş oluyorlar. Filhakika Kuranın bu babdaki yüksek icazını tedkik eden ulema-i İslam bunun iki ihmalden birisi zımnında tahakkuk ettiğini beyan ediyorlar. Birisi cumhur Ehl-i Sünnetin nokta-i nazarıdır: Kuran en basiit ve malum olan meaniyi bile öyle ahenkar bir nazm-ı selis ve beliğ öyle cemiyetli bir üslub-i beyan ile ifade etmiştir ki bu ahenk-i belağat bu üslub-i beyan hakikaten sun-ı beşerin fevkindedir ve bunun için kabil-i tanzir olamamış ve yegane mucize halinde infiradını muhafaza etmiştir. ğat-i Kuraniyye nefsül-emrde kudret-i beşerin fevkinde bir üslub-ı beyan değildir fakat her kim tanzirine kıyam ederse min tarafillah kudret-i beyanı selb olunur ve söyleyebileceği kadar bile bir söz bulamayarak hacil ve rüsvay olur diyorlar ve böyle olmasını zuhur-ı icazda daha müessir buluyorlar. Ehl-i Sünnet Kuran sun-i beşer fevkinde olarak nazil olmuş bir mucizedir ve bunun için tanzir olunamaz dedikleri halde Mutezile Kuran sun-i beşere mümasil olarak nazil olmuştur. Fakat tanzirine kıyam edenin min tarafillah harika olarak dili tutulur yapabileceğini yapamaz olur diyorlar. Ehl-i Sünnet Kuranın mahiyetinde değil muarızlarına Allahın bizzat tesirindedir demiş oluyorlar. Her ne olursa olsun şurası muhakkakdır ki herhangi bir büyük şair Kuran ile tahaddiye kıyam ettiği zaman bütün kudret-i şiriyyesini kaybederek avamın bile ağzına almayacağı adi adi sözlerle aleme gülünç olmuş ve bundan dolayı inadında ısrar edenler Hazret-i Peygamberi sihirkarlıkla ithama kalkmayı bir hüner saymışlardır. Gerçi Kuranın ifade ettiği hakaik-i meani ve ahkam larla servetler sarf ederek muharebelere münazaalara katlanan milletlerden cemiyetlerden hiç birisi de bütün kuvvetlerini bu nokta-i tahaddiye tahşid ederek bu davayı ibtal edecek bir eser meydana koyamamışlardır. Acaba alemde böyle on dört asır mütemadiyen sıdkını sele bulabiliriz? Ve bu kuvveti haiz hangi müşahede ve tecrübeyi gösterebiliriz? Mütemadiyen iftira ve tezvir propaganlarına mübtela olanlar pek basit olan böyle bir tecrübeyi bırakıp da niçin vadi-i hüsranda dolaşıyorlar? Bunun müddeası gibi burhanının da tanziri kabil olmayan bir harika olması müeddasının bu devamı ile beraber hangi ıttırad-ı cüziye feda edilebilir? Hangi kanun bize bundan daha kavi bir tecrübe ve istikranın icab ettiği bir tamim veya istidlal ile vazedilmiştir. Bütün ulumumuza hakim olan bu ve emsalinin illet-i ulaya istinadını mania mı teşkil ediyor? Sipirtizim Manyatizm vakıatını harika-i nübüvveti suhuletle mülahazaya bir tarik bir müşahede gibi düşünecek yerde kaviyi zaife kıyas halinde göstermek isteyenler niçin fenleriyle Sipritizmeleriyle Manyatizmalarıyla hasılı o sanatlarıyla bir Kuran yapıp ortaya çıkaramayorlar. Niçin tanziri kabil olmayan Kuranın bu belağat ve icazını cebheden çekmek için mütemadiyen tercümelerini ileri sürüyorlar. Kuran tercümeleri onun harika olan belağat ve fesahatinden bittabi mahrum olursa emrindeki davanın nefsindeki azameti ortadan kalkmış mı bulunacak? Acaba sure-i Bakaranın aslından bir ayetini bile bi-hakkın anlamaya muktedir olmayan cehele yanlış ve yalan tercümelerinden bir zevk alamadığını ilan etmekle dava-yı azimine bir cevab vermiş olduğuna mı zahib oluyorlar? Bu basit dava on dört asırdan beri o kadar hakikatini göstermişdir ki eğer ıttırad-ı tabiat düsturunun bir kıymeti varsa bunun karşısında şakk-ı şefeye imkan kalmadığı her türlü şüpheden varestedir. Güya bazıları mazideki insanların ulum ve fünunda eksikliklerini akıl ve zeka ve ahlakda dahi noksanlarına bir delil gibi addederek eskilerin anlayamadığı bu davada yenilerin izah edebilecekleri şeyler bulunduğunu ileri sürmek istiyorlar. Eğer böyle ise onların aciz kaldıkları bu imtihanda yenilerin filen bir şey göstermeleri lazım gelirdi. Halbuki biz bu babda yenilerin de muaraza ve bi- aczlerini isbat eden beyhude tecavüz ve iftira ile uğraştıklarını görüyoruz. Eskiler bu dava-yı icazkar karşıSEBILÜRREŞAD - - Bakara Suresi layarak turuk-ı havassı da elfaz ve terkibinin rikkat ve cezaliyetiyle mütevaliyen okşar ve kalbi hüsn ü hayr-ı hakkın lahuti ahengi içinde gark-ı neşat ve intibah eder. Beşerin bildiği ve bileceği kaffe-i esalib ve meaniyi ihtiva etmekle beraber hiç birisinin aynı olmayan ve on dört asırdır taklid edilemeyen ilahi bir üsluba malikdir. Malum olduğu üzere sun-i beşer olan asarın tenasübleri hep mütenahi nisbetlerin muhassalasıdır. Sun-i Bari olan asarın tenasübü ise na-mütenahi nisbetlerin cüzürüdür. Beşerin yaptığı bir iğnenin ucunda sivrilik sun-i Halık olan bir diken ucundaki sivriliğin yanında bir odun gibi küs kalır. Bir servi yaprağının muhtevi olduğu hendeseyi hendese-i beşerle ölçmek kabil olamaz çünkü biz maddenin atomları üzerinde bizzat hendese yürütemeyiz. Hem ne hacet! Pek riyazi olarak hesab etmekde olduğumuz aylarımızı senelerimizi husule getiren arz ve kamerin hareketlerini hiçbir zaman kesirsiz bir aded-i tam ile göstermek imkanını bulabiliyor muyuz? Senemiz üç yüz altmış beş gün saat dakika saniye ilah gidiyor. Neden; çünkü bizim hesabımız mütenahi hesab-ı ilahi neviyatda da böyledir. Bizim kelimat ve meani arasında tayin edebildiğimiz tenasübler mütenahi miyarlara mütenahiye nazır olur. Bunun için nazm-ı Kurandaki üslub ve ahenk-i beyan bizim kavrayabildiğimizden çok yüksek birtakım tenasüblerin ifadesidir. Tercüme ederken biz bu tenasüblerin bir mikdar-ı mahdudunu görür ve mütenahi şuurlarımızdan kaçan esrar-ı hüsnü zayi ederiz. Hatta iki kelimelik bir terkibin mutazammın olduğu meaniden birini veya ikisini ifade ederken bile fazla kelimelere müracaatla kelamın cemiyetini perişan eyleriz. Tercüme-i Kuran bir nevitahrif olur. Frenk müsteşrikleri bile bu hüsn-i sermediyi sezmişler ve bunun için nazm-ı Kuranı garami diye tercüme edebileceğimiz ”lirik” şiirler gibi mülahaza etmek istemişlerdir. Bu suretle onlar da Peygamber-i zişan Efendimize şair diyen zümre-i müşrikine iltihak etmişlerse de hiç olmazsa memleketimizde türeyen cehele-i mulhidin gibi nazm-ı Kuranın ehemmiyet-i belağatinden tamamen gaflet göstermemişlerdir ve ancak müslümanlara Kuranın bu zevkini unutturmak için tercümelerine teşvik eylemişlerdir. Ne tuhaf şeydir ki Amerika unuyla Avrupa patatesi yemeye alışanlar Arabistanın muzuna hurmasına yan gözle bakdıkları gibi Arabi olan lisan-ı Kuranı da bize unutturmak için her türlü fazihayı irtikabdan çekinmiyorlar. Fanilere perestiş bakilere buğz ediyorlar. Gerçi kulub-ı şuara künuz-ı ilahiyyeden bir kenzdir. Ve her güzel olan sanihat-ı şiriyyede doğrudan doğru ği meaninin hepsinde büsbütün yeni ve bedimedlullerle nazil olmuş olsa idi beşeriyeti akılları dairesinde irşad etmek gayesini gözetmiş ve terbiye-i beşeriyeyi yalnız harikaya istinad ettirmiş olurdu. Halbuki talim ve lumat-ı mehuze ile hal eylemek tariki göstermekledir. Binaenaleyh umumun irşadı için nazil olan Kitabullahı onların malumat-ı ibtidaiyelerini yeni mechulatı halledebilecek bir vecihle tesbit ve tertib ederek tarik-i ilm ve ameli küşad edecek bir cazibe-i beyana malik olmak kesin malumat-ı ibtidaiyesinde veya fıtrat-ı asliyyesinde meknuz olan hakaiki beliğ ve muciz bir ifade ile tezkir ederek yükseklere yükseltmek için kudret-i icazını daha ziyade nazmının ahenk-i bedive beliğinde göstermişdir. Çünkü hakaik ve meani-i bedia serapa hilkatin nasiye-i tekvinine yazılmış ve yalnız onları görüp anlayacak his ve akıl ve kalbi tenvir ve irşad etmek ciheti kalmış idi. Bunu yapacak olan da bizzat meaniden ziyade o hisler o akıllar ve o kalblerde vecd-aver bir intibah uyandıracak olan tarz-ı beyan idi. İşte Kuran bunu yapan ve yapmakda devam eden bir mucize bir kelam-ı ilahi olarak nazil oldu ve kendine karşı muarazaya kıyam edenlerin ağızlarını kapadı. Maamafih istikbalin vukuat-ı cariyesiyle tahakkuk ve tebeyyün eden nice nice mucizat-ı mühimmeyi de mezamin-i beyanı içine koydu Kurandan Kuranı tercümelerinden anlamaya çalışmamalıdırlar. Kuranı tercümesinden anlamaya çalışmak mesela insanın hakikatini gölgesinden anlamaya çalışmak gibidir. Diğer cihetden Kuranı tercümesinden anlamaya çalışmak mütercim olan kimsenin tavassutuna müracaat eylemek kelam-ı ilahiyi onun kelamıyla mübadele etmekdir. O halde Kuranı tercümandan dinlemek isteyenler tercümanlarını iyi intihab etmeli ve onu şifahen dinlemeyi tercih eylemelidirler. Az çok bir mülahaza edinmek diyemeyiz. Fakat Kuranın bütün hakikatini tercümesinden mukayese etmeye çalışmak bir dalalet olacağını da unutmamalıyız. Çünkü bütün tercümeler Kuranın sırr-ı tün lisanların en beliğ üslub-ı beyanlarına nakl etseniz onun nefs-i Kurandaki zevk-i beyanı hepsinin fevkinde kalmak mevkiini muhafaza eder. surdur; fakat mevzundan daha ahenkli müseccadan daha mütenasib mensurdan daha selis ve daha cereyanlıdır. Hepsinden başka bir de cevamiül-kelimdir: Elfaz-ı kalile içinde meani-i kesireyi derc ederek na-mütenahiye nazır büyük muadeleleri cüzürleriyle ve kemal-i letafetle tebliğ eder. Akla hitab ederken samiadan başSEBILÜRREŞAD - - ve ezkat-tahaya gibi bir zatdan sudurunu görünce bir eser-i cinnet olduğunu tahayyül etmek için az çok bir mazeret-i beyhudeye malik olsalar bile bu ikanın hükmü olan dört unsurdan biri devam eden bir mucize-i muhakkaka olduğunu gören şimdiki muhatablar için bir özür tasavvuruna imkan bulunabilir mi? buyurmuştur. Tarih bize bu ayetin de ayrı bir mucizeyi Zekaların fenlerin sanatların cemiyetlerin bu kadar zamandan biri cevab veremedikleri hitab-ı icazına acaba şeytanların tezviratı mı cevab verebilecektir?... Beşeriyyeti her an virler kıyamete kadar ayetinin tevcih ettiği paye-i melaneti taşıyan İblisin ümmet-i mercumesi olmakdan başka ne kazanacaklardır? Acaba hakkı teslim etmek hakka muaraza etmekden daha mı zordur? Acaba İblis azab-ı ebediye katlanmayı huzur-ı Hakda Hazret-i Ademe secde edivermekden daha mı kolay zannediyor? O yüksek cebel-i rahmeti yaralamak için tos vurmaya çalışanlar o dağa değil o başa acısınlar. Şahika-i Kurana bakarken külahlarını düşürenler umkundaki cevahirden çimdikle bir şey koparamayacaklarına emin olsunlar. BEŞERİN REHBER-i MESUDİYETİ Tercümesi: “İyilik eden kendine fenalık eden de kendine eder.” Müslümanlığın cihanda yaptığı muazzam inkılab bu hakikat-i katıanın bu düstur-ı faaliyetin Kuran-ı Kerimin en berrak ve en mükemmel suretde ifade etfıtratın harika addedilebilecek bir yed-i tekvini de vardır. Büyük dahiler gibi her büyük şairin üslubu kendine mahsus bir imtiyazı haiz bir harika mahiyetindedir. Fakat bu gibi harikalarla mucize arasındaki fark-ı azim unutulmamak lazım gelir. Şuara ve üdebanın harika-i üslubları ilk harikalar gibi infiradıyla doğarken onları mümasilleri çoğalır ve hatta tekemmül ederler. Bidayeten ferde has olan o üslublar ahlakın tezgah-ı mesaisinde bir nevibir cins mahiyetine münkalib olurlar nihayet infiradlarını zayiederler. Aynı zamanda şuara vadi-i hilkatin her tarafında heyman u hayretle dolaşırlar. Ağlatır güldürür düşündürürken heymandan doğan asar-ı hayretdir. Onlar hüsn-i sermedinin şuun-ı tecelliyatı arasında vadiden vadiye koşarken onun ezel ve ebeddeki mebdeve gayesinden sırr-ı aslisinden bir hisse-i ikan alıp imal etmeye muktedir olamazlar. Şair heymanını ikana tahvil ettiği gün şirini gaib eder. Çünkü ikanın bahşettiği şuur vazife her an mütelaşi olan zevk-i şiire galebe etmekde gecikmez. Halbuki Kuran bir sahife-i heyman değil bir bedia-i kulub-ı zekiyyenin piş-i itibarına çıkarlar. İnsaniyetin hüsne aklına kalbine ruhaniyet ve cismaniyetiyle bütün mevcudiyet-i hazıra ve atiyyesine lazım olan gıda-yı ve nazirden münezzeh vahid-i ferd ise onun kelamı olan Kuran da öyle ferd-i bi-nazir bir mucize-i yeganedir. Ve işte mucize böyle tahaddi karşısında taklid ve tanziri kabil olmayan harika-i münferidedir. Filvaki emr-i celili ile pek basit bir imtihan kapısı açarak gelen Kuran-ı azimüşşanın on dört asırdan beri naziri yapılmak şöyle dursun üslubu bile taklid olunamamıştır. “Alim Allah ins ve cin ictimaetseler ve birbirlerine zahir olsalar bile Kuranın mislini meydana koyamazlar” davasının on dört asırdan beri devam eden kuvvet-i ayetinin edebiyyat-ı Arabiyye nokta-i nazarından mutazammın olduğu vücuh-i tekid düşünülsün davanın bütün istikbale şamil olan vüsat ve azameti derpiş edilsin. Bu ikanın bu kuvvet-i beyanına bidayeten muhatab olanlar bunun sıdk ve emaneti mücerreb olan Muhammed Mustafa aleyhi ekmelis-salati Şuara Suresi Yasin Suresi Hicr Suresi hatt-ı hareketi Hazret-i Isanın tealimiyle taban tabana zıtdır. Bir kelime ile Avrupanın Hazret-i Isa ile müşterek olan bir şeyi yoktur. Bunun hepsi Isanın dökülen kanıyla beşerin kurtulduğuna dair perverde olunan itikadın bir neticesidir. Necatın ihrazı için amalin bir faidesi olmazsa Mesih gibi tevazukar olmaya ne lüzum kalır?!. Sen Polün bu akidenin esasını vazettiği gün Hıristiyanlık ederek şerve amelin insanlık için bir musibet olduğunu mekden kendini kurtaramamıştı. O da insanı amelin lüzumundan vareste kılmış Mesihin kanına itikadı kafi görmüştü. Fakat bit-tecrübe anlaşıldı ki Sen Polün telin ettiği şerve amel bütün nimetlerin yegane menbaıdır. Diğer tarafdan bu akidenin beşerin büyük bir kısmı için hakiki bir musibet olduğu anlaşılmıştır. Filhakika ruhaniyat sahasında şerve amelin lüzumunu kabul etmeyen Hıristiyan milletleri cemiyet siyaset ve medeniyetlerini esasat-ı kanuniyyeye ibtina ettirmişlerdir. Acaba kanuna istinad etmeyen bir Hıristiyan milleti var mıdır?.. Şerve ameli bir musibet telakki eden Hıristiyanlığa karşı ya hıristiyanlar dinlerinden ferağat yahut bütün teşrii teşkilatını mehakim-i adaletini sed etmek Hıristiyanlık ilahiyatının rükn-i esasisi olan ve ameli bir hiç sayan Isanın kanı akidesi Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasında başlıca farkı teşkil eder. Bu akideye göre Binaenaleyh irtikab-ı measiye mukavemet edemez. Bu suretle insan kendini cezaya duçar eder. Cezadan ise ancak kısas ile kurtulur. Adaletin icabını yerine getirmek mütesaviyen günahkar olduklarından bir insan başkasının günahını afv ettiremez. O halde bütün beşeriyetin günahlarını afv ettirmek için masum bir adamın kanını beşer uğurunda isar etmesi lazımdır. Fakat yalnız Allah masum olduğundan zat-ı uluhiyyet Isa şeklinde gelerek günahkar insanlık uğurunda Salibe gerildi. Esatir-i Hıristiyaniyenin esası budur. Bütün kilisenin akaidi insanın kanuna riayete kabiliyetsiz olduğudur. Hakikat bu merkezde ise o halde teşrii heyetlerin hükumetlerin ne lüzumu var?... Bu kabiliyetsizliğin kavanin-i dünyeviyyeye değil kavanin-i ilahiyyeye aid olduğu söylenmesi pek garibdir. Bu iki kanun arasında nasıl ve nereden bir hatt-ı fasıl çekeceğimizi bilmiyoruz. Mesudiyet-i beşeriyyeyi temin edecek hiçbir şey yokdur ki kavanin-i ilahiyyeden müstefad olmasın. Evet hiçbir kanun var mıdır ki Hazret-i Musanın evamir-i aşeresine yahut bunlardan birine isal edilmesin. Bütün bunlar kurun-ı vüstai hurafatdır. Avrupanın ihraz ettiği her şey tiği bu ulvi esasın eseridir. Müslümanlıkdan mukaddem gönderilen bütün edyan aynı menba-ı ilahiden gönderilmiş olduğundan hepsi de aynı düstur-ı faaliyeti tebliğ etmiştir. Şeriat-i Museviyye Brahmanların mezhebi olan Karma Kirişnanın tealimini muhtevi olan Gaytada aynı hakikate işaret olunmaktadır. Yalnız bütün bu mezahibe salik olan akvam faaliyet kudretinin kıymet-i hakikiyesini takdire muvaffak olamamış ve bundan dolayı müşrikane ve hurafat-perestane birtakım ayinler zuhur etmiştir. larının omuzlarına yükler. Bu temayül insanın faaliyet kudretini zafa duçar ederek insanları eşhasın şefaatine takarrub edeceklerini ifade eden itikadları kabule sevk eder. Bu bizim her şeyi altına çeviren maddeyi aramamız gibidir. Bunun peşinde koşmamızın sebebi mezahim-i hayatdan kurtulmak herhangi madeni altına çevirmekle hiç yorulmadan feyz ü bereketle mala mal bir hayat geçirmekdir. Fıtratımızın bu temayülü yüzünden akaid-i diniyyemiz de böyle bir şekil alıyor. Birkaç asır mukaddem Avrupa böyle bir bataklıkda yaşıyordu. Bugün ise bu felaketden kurtulmuş bulunuyor. Çünkü Avrupa demiri altına çevirmenin yolunu bulmuştur. Say-i kimyasıyla Avrupa demiri altından daha bahalı bir fiyatla satıyor. Buna mukabil Avrupa bugün bile din nokta-i nazarından kurun-ı vusta cahiliyetinde yüzüyor. Bugüne kadar Avrupada ruhaniyat sahasında bir iksir bulunduğu zannedilmektedir. Bu iksir “Isanın kanıdır” onu bütün seyyiat ve measiden tathire insanı doğrudan doğruya cennete götürmeye kafi addolunuyor. Bu akidenin kuva-yı faale-i beşeriyye üzerindeki tesiri tahrib-kardır. Çünkü insanın amalinden mesul olması hissine katil bir darbe indirmekde kuva-yı saikanın bütün menabi-i hayatiyyesini kurutmaktadır. Vaftizin fıtrat-ı beşerden fenalık meylini izale ettiğine dair hıristiyanların perverde ettikleri itikadı hakikat tekzib ediyor. Hazret-i adl-i ilahiye karşı bir masuniyet teşkil ettiğinden insanlar dan dolayı Avrupa birtakım mesavide dünyaya rehber oluyor. Hazret-i Isanın tealimine ve onun teşkil ettiği nümune-i iktidaya garbın hiçbir tarafında Avrupanın sokaklarında Avrupanın kiliselerinde Avrupanın mehafil-i siyasiyyesinde tesadüf olunamamaktadır. Acaba Avrupanın siyaset-i idariyyesinde renk ve ırk nokta-i nazarından Hazret-i Isanın tealiminden müstefaz bir şey var mıdır?.. Avrupanın hayat-i ictimaiyyesi Avrupanın - vermiştir. Hazret-i Isaya göre insan melekut-ı semaya ancak amaliyle girebilir. Taharri-i hakikat edenlerden etmiştir. Kuva-yı ruhaniyeyi inkişaf ettirmek için Hazret-i Isa salat ve sıyam gibi ibadatı tavsiye etmiştir. Hulasa Hazret-i Isa Hazret-i Musa gibi ameli tavsiye etmiş ahd-i amal olan Ahd-i Kadim yerine afv ve safh ahdini ikame ettiğini hiçbir vakit söylememiş ve buna bir nahını afv ettirmek için kanını dökeceğini bu suretle insanların amal mesuliyetinden kurtulacağını hiçbir vakit olan tealimi bu gibi telakkiyatın aleyhindedir. Ahd-i Cedidin ifade ettiği akide hamakatin en koyusudur. Kuva-yı saikayı imha eden insanın hiss-i mesuliyetine katil bir darbe indiren insanın kabiliyetlerini tahrik etmeyen atalet tevlid eden insanın fıtratındaki Kilisenin bu mezhebinde yenilik yoktur. Bu mezhebin her akidesine ibtidai ve hurafat-alud eşkal-i ibadetde tesadüf olunmaktadır. gazab-ı ilahiye teskin için türlü türlü kurbanların takdimi.. Bunlar insan kadar eski olan birtakım hikayelerdir. Yunan esatiri bu gibi menakıble mala maldir. Bizim maksadımız kilise telkinatında bir yenilik olmadığını is-bat etmekdir. Kilisenin buna Ahd-i Cedid tesmiye et-mesi gayr-i kabil-i tefehhüm bir şeydir. Bundan başka bu akide diğer bir itiraza sebebiyet verir. Afv-ı ilahi bir kavmin veya bir din saliklerinin yed-i olduğundan hepsi de onun rahmetinden müstefiddirler. Hak Teala rahmetini tevziediyorken bütün mahlukatını hissemend etmiştir. Madem ki Cenab-ı Hak beşerin mevcudiyet-i maddiyesini muhafaza için siyanen tevzi-i nimet etmiştir beşerin selamet-i ruhaniyesini temin hu-susunda niçin tarafgirane hareket etsin?!.. Kilisenin Cenab-ı Hak bunu bilirdi. Sen Polün dediği gibi şerve amel beşer için bir musibet ise Isanın zuhuruna kadar beşer niçin bu musibetin pençelerinde inledi. Isanın kudumüyle beşere rayegan buyurulan afvin daha evvel rayegan buyurulması icab etmez miydi?! Hazret-i Ademin zellesi bütün felaketin esası addolunuyor. Hazret-i Adem ilk masiyeti işlemiş ve zürriyetini lanet-i gönderilmesi ve Ademin zellesini afv ettirmek için Adn cennetinde Salibe gerilmesi lazım gelirdi bundan bütün beşerin günahdan kurtulması icab etmez mi? Bütün onun kudret-i faaliyetine vabestedir. Avrupa medeniyetinin sırrı kavanin-i tabiiyyenin diğer bir ismi olan Kuran-ı Kerimin insanlığa ihda ettiği “düstur-ı faaliyet” değil mi?... Müslümanlar bu esasdan azami hayır ve istifadeyi temin etmişler bu kanun-ı tabiiye tevfik-i hayat etmişler ve bi-nazir terakkiye nail olmuşlardır. Müslümanlar bu esası terk ettikleri zaman inhitat bataklığına düşdüler. Öbür tarafdan Avrupalılar bu esas-ı İslamiyi bu düstur-ı faaliyeti kabul ederek maddiyat sahasında Kuran-ı Kerimin sahifelerinde müslümanlara vad olunan her şeyi kazandılar. Taliin ne elim bir tecellisi! say ve amelin ehemmiyetini izah eden dinin salikleri hayatı bu zerrin kaideden tecrid ettikleri için sukut ettikleri halde ameli bir musibet telakki eden dinin salikleri Kuran-ı Kerimin ifade ettiği şekilde düstur-ı faaliyeti kabul ederek onun bütün semerelerini iktitaf etmişlerdir. Elhasıl müslümanlar nazari bir şekilde değilse de ameli bir suretde Sen Polün vasayasını kabul etmişler diğer tarafdan da Sen Polün etbaı Resul-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem Efendimizin izini takib etmişlerdir. Hıristiyan kilisesi kitab-ı mukaddesini iki kısmna taksim eder: Ahd-i Kadim Ahd-i Cedid Ahd-i Kadim Kitabüt-tekvin bulur. Diğeri Matta İnciliyle başlar ve Vahy ile biter. Bu taksim kilisenin itikadına göre beşerin necatını temin Birinci kısım Hazret-i Musa ile beşeriyyete tebliğ olunan şeriatdir. Hazret-i Musa Cenab-ı Hakdan beşerin telakki ettiği vahye göre beşerin rehası amele bağlıdır. Birkaç asır sonra güya Cenab-ı Hak hatasını tashih ederek beşeri fıtraten pek riayet edemeyeceği şeyden amel esasından vareste eylemiş beşeri afv etmiştir. Fakat lazımdır. Binaenaleyh kanı beşerin bütün günahını yıkayan masum bir adam salb edildi. Bu suretle Cenab-ı Hak insanlara Ahd-i Cedidini gönderdi ve Isanın cesedine hulul ederek onlara dedi ki: “İçinizde Isanın kanına ve onun beşeri günahdan kurtardığına itikad edenler ne isterlerse yapsınlar necata nail olacaklardır.” Hıristiyanların Ahd-i Cedidi işte budur. Amel ahdi olan Ahd-i Kadimin yerine bu Ahd-i Cedid ikame olunmuştur. Müslümanlıkla sair edyan-ı cihan diğer tarafdan Müslümanlıkla kilisenin mezhebi arasındaki başlıca nokta-i ihtilaf budur. Müslümanlık evvel be-evvel talim ediyor ki: Felah ancak amal ile ihraz edilir. Buna mukabil kilise felahı la-şey mukabilinde yani Isanın kanına itikad mukabilinde vad ediyor. Kilisenin mezhebi diyoruz çünkü Hazret-i Isa böyle bir şey talim etmemiştir. Kendisi şerve amele mutekiddi. Cebelde irad ettiği mevizada şere riayet noktasına çok ehemmiyet Görülüyor ki bir zevce ile iktifa edilmesi bir emr-i dindir ahlaka diyanete aid bir meseledir. şeraitine riayet edemeyecekleri halde taaddüd-i zevcat usulünden haleldar olan zevceler ise usul-i şeriyyesi dairesinde mahkemeye bil-müracaa haklarını istihsale teşebbüs edebilirler işte bu kadar. Halbuki işbu on beşinci madde ile bu usul pek ziyade taassub olunuyor “İkinci bir zevce” tabiriyle de daha ziyade tahdidi cihetine gidilmek isteniyor adeta taaddüd-i zevcatın vukuunu müteazzir kılacak derecede kuyud vazolunuyor birinci zevcelere de iftirak talebine salahiyet veriliyor. hakimin huzurunda adalete ehliyetini isbat edecek bu hususdaki zaruretini isbata kalkışacak. madem ki nikah bir akd-i medeni addediliyor tarafeynin rızalarıyla münakid oluyor. Artık kanun neden bir tarafın adaletini taharri hukuk-ı medeniyyesine ehliyet-i şahsiyyesine izzet-i ahlakiyesine bir tecavüz mahiyetinde görülmez mi? Hele zarureti isbat her zaman nasıl kabil olabilir?. Zaruret; bazan maddi bazan da ruhi fıtri bir halde bulunur. Bir huzur-ı hakimde nasıl isbata kudret-yab olacak? Biz garblılarda ve garblıların ictimaiyyatını taklide çalışanlarda garib bir halet-i ruhiyye görüyoruz. Bunlar zamanımızda milletlerin daha ziyade tenevvür ettiğini eski asırlarda yaşayan insanlardan daha ziyade serbesti-i ukuda hakk-ı hürriyyete malik olduklarını iddia eder dururlar bir tarafdan da -menfaat-i amme bahanesiyleefrad-ı milleti daima taht-ı vesayetde bulundurmak gayesini takib ederler. Bilmem ki bunların akvaliyle efali arasında garib bir tenakuz görülmüyor mu?. Garb ictimaiyyunundan bazıları diyorlar ki: “Asri fikre göre devletler efradın hukukuna tecavüz edemezler efradın hukuku devletlerin hakimiyetini tahdid etmektedir halbuki tatbikatda iş başkalaşıyor bugünkü devletlerin faaliyeti kadim devletlere mahrem ve memnuolan sahalara kadar tevessüediyor asri kanunlar efradın teferruat-ı hayatiyesine kadar müdahale etmek istiyor.” Şimdi düşünelim ikinci bir kadınla izdivac edecek bir erkeğin ahlakiyatını resmen araştırmak izdivacına saik olan mahrem hissiyat ve temayülatını taharri etmek hakimlerin müsaadelerini istihsal için kendisini birçok merasime tabitutmak nazariye-i asriyye ile kabil-i telif midir? Evet evet.. “Menfaat-i amme bunu böyle icab ediyor.” diye işin içinden çıkmak pek kolay!. Şunu da ilave edelim ki taaddüd-i zevcat meselesi öyle iddia olunduğu vechle daima bir cevazdan ibaret akvam ve memalikin binlerce sene şerayie inkıyad etmek mecburiyetinde kal-masını müteakib ancak iki bin sene mukaddem reha bulması taliin elim bir istihzası değil midir? Bunların hepsi Cenab-ı Hakkın Rabbül-alemin olmak telakkisiyle gayr-i kabil-i telif birtakım fikirlerdir. Bütün ensal-i mütekaddimenin amel sayesinde ihraz-ı felah etmelerine mukabil niçin ensal-i müteakibenin felahı bu kadar kesb-i suhulet ediyor? Bilhassa Isadan haberdar olmayanların felahı ne olacak? Gerçi bugün Hıristiyan misyonerleri dünyanın her tarafını istila etmiş bulunuyorlar. Fakat bu nihayet bir asırlık bir iştir. Demek bir asır evvelki bütün akvam-ı cihan hepsi gazab ve helake uğrayacak? Görülüyor ki bütün bu kilise akaidi hayat namına felah namına hiçbir kıymeti haiz değildir. Bu madde cay-ı nazardır. Bu maddenin esbab-ı mucibesi mütalea olunursa görülür ki komisyon taaddüd-i zevcatın esasen lüzumuna kail olmuş bu usulün bekasında memleketimiz için ahlaki iktisadi hayati birtakım fevaid mevcud olduğunu kabul etmiştir. Fakat bu usulün su-i istimaline uğramamasını temin için de bir kısım takayyüdata lüzum görmüştür. Filvakizamanımızda birçok erkekler taht-ı nikahlarındaki bir kadının bile hukukuna tamamen riayet edecek bir halde bulunmuyorlar artık bu gibi erkeklerin daha ziyade kadınlar ile akd-i izdivacda bulunmaları elbette tasvib edilemiz zaten Kuran-ı mübinde buyurulmuyor mu? Hasılı ahkam-ı şeriyyemize nazaran bir erkek taht-ı nikahında nihayet dört kadın cemedebilir şu kadar ki bunların beyninde Bunlara riayet edemeyenlerin birer zevce ile iktifa etmeleri diyaneten vacib olur. Nisa Suresi kalmaz aradaki rabıtaya kati suretde nihayet verilmiş olur. Badehu kadın başka bir kocaya varır onunla bir müddet geçinir sonra o vefat eder yahut aralarınca bir ayrılık husule gelir de eski zevcine karşı yine kalbinde kalmış bulunursa eski zevci de kalbinde buna karşı bir muhabbet his ediyorsa o vakit tekrar tesis-i aile edebilirler. dediği budur. Kuran-ı Kerimde bahs edilen ikinci izdivac tabii suretde husule gelen ve nihayet bulan izdivacdır yoksa suni bir izdivac katiyyen maksud değildir. Bil-akis işin bu suni ve hayali kısmı şiddetle memnudur. Bunu yapanlar hadis-i şerifiyle telin olunmuşlardır Zaten ikinci zevcin böyle bir şart ile vuku bulan nikahı caiz değildir. Filhakika müctehidin-i Hanefiyyeden İmam Yusufa göre tahlil şartıyla vukubulan nikahlar fasiddir. Böyle bir nikah ile zevc-i evvel için hall-i izdivac hasıl olamaz. Çünkü bu şart tevkit hükmündedir nikah-ı muvakkat ise asla sahih olamaz. İmam Malik hazretlerinin ictihadları da böyledir. Eimme-i Hanefiyyeden İmam Muhammede göre de ikinci nikah sahih ise de bununla zevc-i evvel için hall-i nikah husule gelemez. Çünkü tahlil şartıyla akd-i nikahda bulunanlar şer-i şerifin tehir ettiği bir meseleyi mücazat olunurlar. “Kim ki bir şeyi vaktinden evvel istical eyler ise mahrumiyetiyle muateb olur” düsturu kavaid-i hukukiyemizdendir. Bu madde ıtlakına nazaran madde-i sabıka vechile ahkam-ı şeriyyemize muhalifdir. Bu madde mülga hukuk-ı aile kararnamesinin Musevilere aid olan ikinci faslındaki yirmi birinci maddeyi hatıra getiriyor orada deniliyor ki:Alel-ıtlak zevcinden ayrılmış olan bir kadın şahs-ı ahar ile izdivac edip de ondan ayrıldıktan sonra zevc-i evveliyle izdivac edemez.Bu izdivacın memnuiyyeti Kitab-ı Mukaddesde sarahaten mezkurdur. Demek ki on yedinci maddenin hükmü Kitab-ı Mukaddese tevafuk ediyor!.. olarak kalmaz. Bazan şerait-i şeriyyesini haiz olan kimseler olabilir. Fakat yalnız cevaz dairesinde kaldığı kabul edilse bile bunun hükumet tarafından menedilmesi hürmet-i şeriyyesini icab etmez. Bu memnuiyyete rağmen ikinci bir kadınla izdivac eden bir erkek hükumetin kanununa muhalefet etmiş olması dolayısıyla hakkında birtakım tazirata kıyam olunabilir. Fakat vakiolan nikah yine sahih meşruolarak kalır. Çünkü caiz olan bir şey helal demektir. Helali tahrime ise şari-i mübinden başka kimsenin hakkı olamaz Halbuki gelecek maddelerin mütaleasından anlaşılacağı üzere layihada şerait-i mebhuseye riayet edilmeksizin vakiolacak ikinci nikahlar batıl gayr-i meşruaddedilmiştir ki bu ahkam-ı şeriyye nokta-i nazarından asla doğru değildir. Bu madde şayan-ı mülahazadır. Doksan dördüncü ve doksan sekizinci maddeler hakkında sırası gelince beyan-ı mütaleada bulunacağız. Ancak burada şunu arz edelim ki ahkam-ı şeriyyemize nazaran erkeğin zevcesini müteferrik veya müttehid üç ıtlak ile tatlik etmesi mezmum küfran-ı nimetden madud bir hareketdir. Binaenaleyh zevceyn arasında bu talakdan mütehassıl beynunet baki kaldıkça iade-i izdivac etmeleri haramdır. Fakat bu bir hürmet-i muvakkatedir. Usul-i şeriyyesi dahilinde beynunet zail olduktan sonra bunların tecdid-i nikah etmeleri caiz olur. Bu cihet tarafeynin arzusuna temayülatına ahval-i ruhiyyesine müteallik bir meseledir. Buna müdahale etmek doğru olamaz. Böyle bir müdahale hürriyet-i şahsiyyeyi ehliyet-i hukukiyyeyi pek ziyade takyid etmiş olur. Maamafih bu nikahın cevazı sarahat-i Kuraniye ile sabitdir. Şimdiye kadar bunun hilafına ictihadda bulunmuş bir kimse görülmemiştir zaten sarahat-i nass mukabilinde ictihada mesağ yoktur. Binaenaleyh on altıncı maddenin hükmü ıtlakına nazaran ahkam-ı şeriyyemizle kabil-i telif olamaz. Bu hususda tahlil-i şeri meselesi bazı kimselerin ezhanını tahriş ediyor. Fakat bu mesele yanlış anlaşılmış ve bazı eşhas tarafından yanlış tatbik edilmiştir. Yoksa bu meselenin vücudu mühim bir hikmet-i şeriyyeye müsteniddir. Bu sebeble iade-i zevciyet ciheti tasib ve talil edilmiş fakat bil-külliye meni muvafık-ı maslahat olmadığından vukuuna imkan bırakılmışdır. Vaktiye yazılmış bir makalede deniliyor ki: “Bir erkek üçüncü talakı istimal ederken düşünmek mecburiyetindedir. Zira bu talakdan sonra asla zevciyet Bakara Suresi tabitarafeyn için her halde mecburi bir mahiyeti haiz değildir. Hatta ilan keyfiyeti ekseri esna-yı akidde veya akdi müteakib icra olunur. Hin-i akidde akrabaya ehibbaya ziyafet verilmesi kablez-zifaf bazı şenlikler yapılması bu kabildendir. Kütüb-i Malikiyeden de beyan olunduğu üzere eimme-i Malikiye indinde nikahın aleni bir suretde akdi mendub kablez-zifaf ilan ve izharı meşrut olduğu halde hutbe-i nikahın bil-aks ihfası adem-i ilanı mendubdur. Çünkü bu ilan yüzünden bazı meha-zirin zuhuru melhuzdur. Ez-cümle bazı eşhas tarafından bir adavet ve hased saikasıyla vukubulacak su-i ilkaat; musammem olan akd-i nikahın akim kalmasına sebebiyet verebilir. Maahaza tarafeynden biri badel-ilan akd-i nikahdan ferağate lüzum görebilir. Halbuki keyfiyet bir kere ilan edilmiş birçok kimseler akdin icra edileceğine muttalibulunmuş olduğundan bu cihet tarafeynin duçar-ı hicab veya giriftar-ı ittiham olmasına bais olabilir. Layihanın tayin ettiği usul dairesinde vukubulacak bir görülebileceği de şayan-ı teemmül bir meseledir. Mülga Hukuk-ı Aile Kararnamesinin maddesinde de nikahın ilanına lüzum gösterilmiş ve bu kararnameye müteallik muamelat-ı idariyye hakkındaki nizamnamenin ve . maddeleri bu ilanın suret-i icrasını natık bulunmuşdu. O zaman bu ilan yüzünden ahalinin ve bilhassa köylülerin birçok müşkilata maruz kaldıkları bu mevaddı tatbike memur olan zevat tarafından dermeyan olunmakda idi. Maahaza ilan hususunun faidesi de kabil-i inkar değildir. cek bazı mehazirin kablel-akd bertaraf edilmesi gibi bir faydayı haiz olduğundan ihtiyatkarane bir tedbir telakki olunabilir. Ancak şunu ilave edelim ki çok kere nazariyat sahasında pek nafigörülen şeyler saha-i filiyata gelince başkalaşır. Binaenaleyh bu ilan meselesinin temin edebileceği fevaid ile tevlid edeceği mahzurat güzelce mukayese edilerek ona göre hüküm verilmelidir. Bu hususda haiz-i salahiyet olan hukkamın mütaleatını almaya lüzum vardır. gazetesi yazıyor: “İstanbul tarafında Divanyolu ve Bayezid arasındaki caddede ortalık kararmaya başlayınca birtakım garib vakalar cereyan etmektedir. Şehirdeki ahlak ve inzibat Bu maddeler sırf idari bir mahiyetde kalmak bunların ahkamına adem-i riayet nikahın sıhhatine kanunen tesir etmemek şartıyla ahkam-ı fıkhiyyemize muhalif addolunmayabilir. Vakıa ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran da ilan mendubdur müstahsendir. Hatta bir hadis-i nebevide: buyurulmuştur. Fakat bu ilan meselesi öyle birtakım merasime gördüğü şekilde aynen kayd ve tasvir ediyor. Öyle rezil hareketler ki insan şenaatin bu derecesini havsalasına sığdıramaz. gazetesi aleni fuhuş alemleri gibi bu gizli alemler hakkında da zabıtayı ifa-yı vazifeye davet ediyor: “Türk neslini tefessüh ettirmekden başka bir gayesi olmayan kokain ibtilasının önüne geçmek için zabıta şiddetli tedabir ittihaz etmelidir” diyor. gazetesi bu yazıların üstüne büyük harflerle matbuatı “Ahlaksızlıkla mücadele”ye zabıtayı da “vazifesini ifa”ya davet ediyor. Ne kadar şayan-ı şükran bir davet! lakin acaba geç kalınmadı mı? Bu ahlaksızlıkların ta sokaklara kadar taşmadan yevmi gazeteler bu mücadeleye başlamış olsalardı herhalde bu rezaletlerin önüne geçilmiş olurdu. Bu hususda en büyük kabahat matbuata teveccüh etmektedir. “Kadının hürriyet ve terakkisi teceddüd garblılaşmak” diye kadınları şımartdılar. Birtakım zavallılar hürriyeti her istediğini yapmak manasına anladı. Bir müslüman kadını hıristiyanlarla Yahudilerle Frenklerle Beyoğullarında göğüs göğüse sarılarak ala melein-nas dans etti. Hicabdan sıyrılarak cebindeki vesika ile istediği yere girip çıktı. En nihayet fuhuş pazarlıkları ta sokaklara kadar döküldü. Bunlar o başı boş hareketlerin ictimaiyatdaki hürriyet-i mutlaka telkinlerinin netayic-i tabiiyyesinden başka bir şey değildir. Ahsen-i takvim üzere yaratılan insan eğer hak yolundan ayrılırsa esfel-i safiline kadar gider. Hiç tevakkuf noktası yoktur. Bir kere ayağı kaydı mı manevi rabıtalar kırıldı mı artık onu hiçbir şeyler tutamaz. Eğer beşeriyet sırf maddi esaslarla yaşayabilmiş olsaydı dinlere hiç lüzum kalmazdı. Fakat görülüyor ki manevi hislerden tecerrüd eden insanların behaimden hiç farkı kalmıyor. Belki onlardan daha aşağı bir derekeye düşüyor. İnsanlar kadar büyük tehlikelere maruzdur! gazetesinin dedikleri gayet doğrudur ve kemal-i ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınmak lazımdır. Geç de kalmış olsa yine matbuatın ahlaksızlıkla mücadeleye girişmeleri en mütehattim bir farizadır. Bir kısım matbuat maalesef milletin dini hislerini aşındırmak için elden gelen gayreti göstermekden geri kalmadılar. En küçük fırsatdan bil-istifade mütemadiyen dine ulemayı dine hücum edip durdular. Halkı kuyud-ı diniyyeden tecrid için ellerinden geleni yaptılar. Bittabibu neşriyat tesirsiz kalmadı. Bir kısım zaf-ı kalb ashabı yüzlerinden hicabı göğüslerinden imanı atdılar. İşte şimdi cascavlak maddi bir mahluk ortaya çıktı. Bittabibunların hiçbir manevi hissi hiçbir dini duygusu yoktur. Dini akideler öyle mücerredat nevinden şeyler değildir. Bütün o akaidin hayatda tecelliyatı tesirat-ı mahnamına en büyük bir ihmal ve kayıdsızlığın neticesi olarak günden güne büyüyen ve çirkin bir safha arz eden bu vaziyet karşısında maatteessüf hiç kimse şimdiye kadar ne gibi tedabir ittihaz edileceğini düşünmemiştir. Bu çirkin vaziyetin ne olduğunu anlatmak için şu Her akşam güneş kaybolduktan sonra Sultanahmedden Bayezide kadar uzayan cadde tanılmaz bir şekle giriyor. Bu uzun yol üzerinde nereden çıktıkları belli olmayan birtakım kadın ve erkekler iffet ve namus erbabının yüzlerini kızartacak şekilde buralarda pazarlığa girişmektedirler. Sokak başlarında bu allıklı fahişe güruhunu bekleyen serseri birtakım genç erkekler yoldan geçen herhangi bir kadına tasallut etmekden hiçbir suretle perva etmemektedirler. Şehrin büyük bir caddesindeki ahlak ve inzibat kayıdları güneşle beraber nasıl ortadan kalkar? Büyük bir caddede vesikalı fahişelerin sürü halinde birtakım müştür? Bu gibi haller bütün bir namuslu şehir halkının gözleri önünde mi cereyan eder?. Bu gibi haller şehrin zabıtası tarafından nasıl menedilmez? Bu hale şahid olmayan yoktur. Bu büyük caddeden yürüyürek geçenler tramvaylarda gidip gelenler bu ahlak ufunetine gayr-i yor kadınlarımız görüyor ihtiyarlarımız görüyor. Evlerine dönen bu masum halk her akşam bu şenaat manzarasının daimi bir seyircisi oluyorlar. Aynen tesbit ettiğimiz bu hal ne kadar şayan-ı teessüfdür ki İstanbul zabıtasının zerre kadar nazar-ı dikkatine çarpmamıştır. Hiçbir polis memuru bu çirkinlik önünde kendi uhdesine düşen vazifeden haberdar değildir. latsızlık ve ahlaksızlığa karşı bir vazife hissi yoktur. Herkesin gelip geçtiği bir caddede böyle büyük bir rezaletin günden güne tevessüüne göz yummak başka hiçbir şeyle kabil-i izah değildir.” gazetesi diğer bir tarafında da İstanbulun gizli köşelerinde kokain aleminin fecisahnelerini tasvir ediyor. kain ibtilası istilai bir şekil almıştır. Kokain ibtilası Rus muhacirleri şehirde yer yer barlar açtıktan ve halkın temayülünü anladıktan sonra baş göstermiştir. ın bir muharriri mahza bu kokain alemlerini görmek için bir arkadaşının delaletiyle Beyoğlundaki ahlaksızlık batakhanelerine gidiyor.. Orada karyolalarda çırıl çıplak yatan kadınların hallerini hayvanlar gibi belki onlardan daha şenibir suretdeki hareketlerini Geçenlerde yazdığım gibi bugün de spor kulüplerimizin kısaca işaret etmek mecburiyetindeyim. Daha pek küçük yaşında idman hevesi ve aşkıyla yanan adedi ehemmiyetli son nesil gençliği spor kulüblerine giriyor ateş-i faaliyetlerini orada söndürmeye gelen gençler ne yazık ki riyali bir samimiyetin küflü bir bir adam oluyorlar. Zahmet edip ziyaret edilse anlaşılır her gireceğiniz spor kulübümüzde göreceğiniz faaliyet küme küme gençlerin tavla iskambil domino oynamaklarıyla henüz imlası şüpheli spor mecmualarında göz nuru dökmeleridir. Taklid ettiğimiz iyi şeyleri de yapamamak illetiyle sakatız. Avrupaya seçerek yolladığımız en kıymetli gençlegresinde münasebetsiz rezaletler münakaşalarda iğrençlikler spordaki ictimai sukutu ahlaki tedenniyi müeyyid değil midir?” gazetesi yazıyor: “Bir müddetden beri dans yeniden günün meselesi halini aldı. Bir tarafdan dans aleyhinde şiddetli makaleler neşrederken diğer tarafdan polis müdüriyeti dans salonlarını kapatmaya başladı. Dans meraklıları bittabiittihaz edilen bu son tedbirden memnun değillerdir. Fakat dans bugün o derece şiddetli bir ibtila halini almışdır ki salonları kapatmak şöyle dursun bilfarz hükumet dansı menedecek bile olsa mübtelaları yine raks etmeye imkan bulacaklardır. Esasen bugün dans salonları kapatılmakla beraber Beyoğlunda büyük otellerin hemen cümlesinin salonlarında ekser gazino ve barlarda gece gündüz raks edilmektedir. İnsan Beyoğlu caddesinde dolaşırken adım başında bir cazbandın gürültülü ahengi ile karşılaşıyor ve başını ses gelen kapıdan içeriye uzatınca birçok çiftlerin bu ahenge tabi olarak raks ettiklerini görüyor.” Galatasaraylı denizciler evvelki akşam Beyoğlunda Opera İtalyanabinasında güzel bir aile balosu tertib etmişlerdir. Balo ücretli değildi. Bir kadın ve erkeğe mahsus olmak üzere şehrin müntehab halkına davetname gönderilmişti. Davetlilerden bir çoğu icabet etmiştir. Şehrin gençliği baloda pek iyi temsil edildiği gibi ecnebi sefaretleri heyetlerinden de çoğu gelmişti. Hanımlar eskeriyetle açık elbiseler giyinmişlerdi. Koyu renk çarşaf pek mahduddu. Elbisenin renginde kumaşsusası vardır. Uluhiyyet bir hesab gününe itikadımız tarihi ve coğrafi malumat kabilinden değildir. Uluhiyyet fikri ahiret fikri bizi hayatda istikamete sevk ediyor fenalıkdan meneyliyor. Bu itibarla hissiyat-ı diniyyenin hayat-ı ictimaiyyede tesirat-ı azimesi vardır. Onun için yeryüzünde hiçbir heyet-i ictimaiyye yoktur ki dinden tecerrüd etmiş bulunsun. Çünkü o takdirde o heyet-i Binaenaleyh dine karşı muhasım bir vaziyet alanlar kadar heyet-i ictimaiyyeye fenalık edenler olamaz. Cenab-ı Hak insanların ve milletlerin iradesini kendi ellerine vermiştir. Hidayet yolu açık olduğu gibi dalalet yolu da kapalı değildir. İsteyen buraya isteyen oraya gidebilir. düşmesi düşürülmesi gayr-i mümkün bir şey değildir. Mütemadi dalalet-karane telkinat dini hisleri aşındırabilir. Nihayet öyle bir hale getirir ki insan en rezil hareketleri Bütün bu hayasızlıklar işte bundandır. Eğer hissiyat-ı diniyye daha ziyade aşındırılırsa bu şenaatler o nisbetde tezayüd edecektir. Ahmed Cevdet Beyin dediği gibi bu milletin çare-i selameti ancak terbiye-i diniyyesinin hissiyat-ı diniyyesinin takviyesindedir. Allah korkusu kalkarsa muharririnin gördüğü fecimanzaralar bir emr-i tabii telakki edilir. Bittabibunun neticesi inhilal ve izmihlalden başka bir şey değildir. leye daveti ciddidir. Biz bu hususdaa bütün mevcudiyetimizle zahiriz. Diğer gazetelerin de bu mücadedeleye zeteler ahlaksızlıkla mücadeleye başlarlarsa hiç şüphe yoktur ki zabıtanın da vazifesi teshil edilmiş olur. Yoksa bir tarafdan zabıta beynelmilel Kızılbaşlık sahneleri olan dans salonlarını kaparken birtakım gazetelerde hürriyet-i şahsiyye nazariyelerinden bahse kalkışacak olurlarsa o vakit matbuat ahlaksızlığa değil ahlaka karşı mücadele açmış olur. Bakalım gazetesinin bu mühim ve şayan-ı şükran teklifini matbuat nasıl karşılayacak?... “Başka yerlerde seviyye-i ictimaiyye ve ahlakıyyeyi yükseltmek gayesiyle yapılan spor bizde hırs-ı şahsiyi ve gurur-ı nefsi artırmakla kalır. Şura Suresi evvela Piyerloti tavrı takınarak “Kadınların peçelerini muhafaza etmeleri lüzumundan bahs etti. Bilahare şimdi böyle şeylerden bahs etmek muvafık olmadığı kendisine söylenilmiş olacak ki derhal tebdil-i lisan ederek bir bar salonunda yaptığı duhuliyeli bir musahabede “Kadınların kendilerini beğendirmeleri sanatından” bahs etmiş. gazetesinin bir muharriri bu musahabede bulunmuş. Bu musahabe hakkında uzun uzadıya izahat veriyor: Sesil Sorelin fikrine göre bir kadın tek bir erkeğe vakf-ı nefs ve vücud edemezmiş kadınlar birçok erkeği kendine meclub etmek için yaratılmış bir mahlukmuş! muharrirlerinin fikrine göre de bunlar esasen hemen hemen hiçbir kadın tarafından cerh edilmeyecek fikirler imiş. Sesil Sorel Fransanın zevk ve safa alemlerini fuhşun adeta mübah telakki olunduğu dört beş aşığı olmayan bir kadının kadın addolunmadığı devirlerini hararetle muhabbetle takdirle tasvir etmiş. Ondan sonra - muharririnin aynen ifadesine göre- sol omuzunda ilişmiş gibi duran kırmızı kadife üzerine sırma işlenmiş pelerinini yere atıp güzel gözlerini süzüp demiş ki: “Erkekler sevdikleri kadına yalnız ve mutlak olarak temellük etmek isterler. İşte o zaman yalan riya iki yüzlülük başlar. İşte o zaman kadında erkeğe karşı merhamet baş gösterir. Kendini beğendirmesini bilen bu sanata vakıf olan bir kadın sevemez aşık olamaz onun kalbi boşdur. Böyle bir kadına yalnız benim olacaksın ve yalnız beni seveceksin demek ruhunu öldürmekdir!” Salonda Türk hanımları da varmış. İşte meşhur Fransız sanatkarı diye bazı gazeteler tarafından göklere uçurulan Şehremini tarafından kendisine ziyafet çekilen Sesil Sorel namındaki bu ahlak düşkünü tiyatro oyuncusunun burada saçtığı idlal-kar fikirler. Bütün kadınları vefasızlığa bir tek erkeğin değil beğendiği bütün erkeklerin olmaya teşvik eden bu ahlaksız kadına karşı takdiratda bulunanlara ona ziyafet verenlere iffet-i milliye namına beyan-ı teessüf ederiz. verdiği fikirler garb ictimaiyatının ruhudur esasıdır. Bu fikirleri propaganda için Fransa bu kadını göndermiş. Bu fettan kadın bir iki hafta zarfında burada otuz bin lira para topladı. Böyle bir Fransız karısı için binlerce liraları verenler Anadoluda yersiz yurdsuz aç ve çıplak çadırlar altında inleyen muhacirlerin hallerini hiç düşünmediler mi? Hiç şüphe yok bu paralar ile birkaç bin perişan ailenin bir aylık ekmeği kömürü tedarik edilirdi. Nasıl müdhiş bir dalalet-i ictimaiyye çukuruna sürüklenmekde olduğumuzu bu hadise pek güzel gösterir. dan ve yalama kumaşlardan baş yapılmıştı. Orkestra çok gazetesinin Paris muhabir-i mahsusu yazıyor: “Cihan kadınlarının lerze ve heyecan ile takib ettikleri her dem mütehavvil Paris modasının çok defa mübdii olan terzi kızlar Teşrinisani günü panayır yapıyorlar. Muazzam moda saraylarının küçük ve dil-ruba takib eden gece bu neşe tetevvüc ediyor. Bu gece Sent Katarin gecesidir. Yirmi beş yaşına gelip de izdivac edemeyen kızlar bu akşam kendilerini rast geldikleri her erkeğe öptürürlerse bahtları açılır ve o sene içinde evlenirlermiş. Daha sabahdan hazırlık başladı. Sokaklarda şen ve kıvrak kafilelere tesadüf ediliyordu. Gözler akşam için pür vad idi. Nihayet akşam oldu. Paris sokakları bulvarlar ve bilhassa opera civarı taşkın elektrik ziyaları arasında kesif bir kalabalık saklıyordu. sur olanlar Darul-fünun talebesi ve askerler resm-i iftitahı yapmaya başlıyorlar ve akibinde bir kızın etrafını binlerce genç sarıyordu. Sent Katerin gecesinde yirmi beş yaşını ikmal eden kızlar hususi bir serpuş taşıyorlar. Fakat şüphesiz tahmin edersiniz ki bir Madmazel bilhassa burada pek elimdir. Onun için başında serpuş taşımayan madmazeller daha fazladır ve heyhat ki en fazla inhimak de bunlaradır! Bulvarları gece yarısına kadar buseden bir çırpıntı sardı. Saatler on ikiyi geçtiği zaman ortalık tenhalaşmaya başladı. Bu sabah Paris biraz mahmur ve Parisliler biraz daha uykusuzdular.” Milletimizi bila-kayd u şart garblılaştırmak isteyenler bu rezile-i medeniyyeyi de memleketimize sokmakda beis görmeyecekler mi?... Meşhur Fransız sanatkarı diye tiyatro oyuncularından olan Sesil Sorel namındaki bir Fransız karısı İstanbulu alt üst etti. Gazetecilerle mülakatlar hususi ve resmi ziyafetler gazetelerde uzun uzun bendler birbirini vely etti. Bazı gençler Sesil Sorelin ellerini hürmetle öpmeyi bile bir nimet-i uzma bildiler. Bu işve-baz kadın kanlı bir tarihi vardır. Şimdi İslam ve Türk harsine karşı Rusya’nın mübarezesi gayet dehşetli bir surette hainane ve namussuzca “Komünistler teşkilatı” “Komsomollar teşkilatı” gibi hükumet daireleri ve merkezi Moskova hükumetinin emir ve dekretleri vasıtasıyla icra olunuyor.Rusluk harsine ve Hıristiyanlık yoluna evladlarına Roza Anna Kalantay İliç İvan diye isim vermeyi biz Hıristiyanlık ve Hıristiyan harsini kabul diye telakki ediyoruz hizmet eden hainler Türk müslümanların dini ve milli hissiyatlarını tahkir için Moskova tarafından Müslüman nefret hissi bir kelime ile meydana çıksa ”siyasi idare tırmak yolunda hizmet eden hain unsurlar ahaliye en yakın hükumet dairelerine gazete muharrirliğine daru’leytam çocuk bahçeleri gibi terbiye yurdları ve mekteplere ta’yin olunuyorlar. Ahalinin milli ve dini hislerini tahkir İslam ve Türk harsi ile mübareze için şu müslümanların kendilerinden para alınıyor bu “Rusluk harsi kahramanları ve misyonerleri” olan hain celladları fakir ahali hesabına besliyorlar. Komünist matbuatını almaya kendilerini mecbur ediyorlar. Hal-i hazırda Tatar lisanında neşredilen bütün gazetelerin yalnız bir vazifesi vardır ki o da dahiliRusya Türklerini bütün İslam ve Türk aleminden ayırmak. On yıllık Oktober Bayramına kadar İdil havzasında Türkçe bir kelime bırakmamak. Dört milyonluk Türk Tatar unsurunu Rus denizine daldırmaktan ibarettir. Bu hainlerin ta’birince: “Rusluk yoktur İnternasyonal vardır.” “Yeçike” ”kamsoval” “raykom” gibi komünist akide ve mefhumlarını ifade eden ıstılahlara sözümüz yok. Çünkü bu kelimeleri şeytanlardan başka kimse anlayamaz. Ve insaniyet aleminde mefhumları yok şeylerdir. Tatar Ruscuları bu mefhumlara elbette Türk-Tatar lisanında kelime bulmazlar ise ayıb değildir. Lakin başka Rus kelimelerini isti’mal etmeleri ”Komünizm mukaddes akideleri” iktizasınca değil fakat Rusluk ve Rus harsi amalleri İslam ve Türk harsini helak ve berbad etmek maksadları ile Moskova emrine itaattan başka bir şey değildir. Tataristan’da dini mübahaseler yapılıyor. Bu dini mübahase dine karşı ilmi ve fenni ve muayyen adab-ı münazara kaidesi ve hududu dahilinde değildir. Hakim komünistler ahaliye emirler veriyor. Mesela ulemayı tehdit ile da’vet ediyorlar. “Komünistler” bunlar hakiki komünist bile değildir. Ruslaştırma siyasetinin acenteleridir molla ve hocaya istihza ve tahkir ile sualler verirler. Çeka Komsamol Komid gibi hükumet terbiye ve nezaretinde yaşayan hainler kavga çıkarırlar. Hoca ve gazetesiKara Kuvvetserlevhasıyla medreselere ve talebe-i uluma karşı gayet mütecavizane ve cahilane bir makale neşrediyor. Muharrir-i makale vaktiyle bir medresinin imtihanlarında mümeyyiz olarak bulunmuş. Talebenin numaralarını kırmış. Müderrislerle kavga etmiş. Müderris güya “Ulum-ı cedide hiç medreselere girer mi?” demiş. Sonra birtakım uydurma muhavereler. Ama o kadar musannao kadar adi tasvirler ki bu derece cahilane ve garazkarane bir makaleye gazetesinin nasıl yer verdiğine şaşılır. Muharrir-i makalenin iki arkadaşı daha varmış. İmtihanları bitirmişler. Bütün talebenin numaralarını kırmışlar. Bu büyük marifeti de yaptıktan sonra “Dışarıya çıktığımız zaman diyor gördük ki yüzelli kişilik beyaz sarıklı siyah cübbeli daha simaları bile la-ekall bir asırlık bizi selamlamak için dizilmişlerdi. Yolda kendi kendime düşündüm. Biz mi atlatdık onlar mı atlatdı?..” Zavallı masum yavrucaklar kemal-i safvet ve hürmetle mümeyyizlerini teşyiediyorlar da mümeyyiz olacak o zat onlar hakkında neler düşünüyor! Bir bu tarafdaki safvet ve samimiyete bakınız bir de o tarafdaki gayz ve kine!Kara Kuvvetacaba hangisi? Mümeyyizlerini kemal-i hürmet ve samimiyetle kapılara kadar geçiren talebe-i ulum mu yoksa içlerindeki kin ve gazabı ağızlarından taşıracak derecelere gelenler mi? Zavallı muharririn içini dışını kin ve garaz o kadar kaplamış ki lağv edilen medreselerde bütün ulum-ı cedidenin tedris olunduğundan haberi bile yok. Medreseleri sed olunan talebe-i ulumun ne kadar haluk ne kadar terbiyeli ne kadar nurani bir kuvvet olduklarını isbat etmek için bu kabil muharrirlerin içlerindekini ortaya dökmelerinde çok faide vardır. gazetesi yazıyor: niyetine karşı Bolşevik Rusların mücadelesi fevka’l-ade dehşetli bir surette icra edilmektedir. İslam ve Türklükten şevik Moskovasının bugünküdarbelimes’elesidir. Volga İdil’de ve umumen Rusyada İslam ve Türklerin harsine karşı mübareze mes’elesi elbette yeni bir şey değildir.Bu mübarezenin Türk ilini İslam yurdunu Rus molla maksadını beyan edemez. İlmi ve fenni deliller ve ahlaki nazariyeler ile kendi akidesini müdafaa edemez. Dinsizlik yüzünden komünistlerin muhitinde hüküm sürmekte olan ahlaksızlıktan bahsederse ailesini bir daha görmek yoktur. Molla ve hocalar mecburiyet ile toplanmış ahali huzuruna komünistler tarafından mahza kendisi tasdik ediyor. Şurası şayan-ı dikkatdir ki Çar hükumeti devrinde misyonerler tarafından neşredilen “İslamiyet’e karşı“ mecmualar komsomollar ve komünist Tatarlar tarafından takdir edilmektedir. Maçanefin İslamiyet’in nikah aile miras kaidelerine karşı yazdığı eserleri Buharin lerin “komünizm elifbası” kadar muhterem addolunur. Yirmi-otuz cild teşkil eden bu misyoner neşriyatı “din te olan Tatar komünist ve komsomolları için bir hazine olmuştur. Bu eserleri yeni bir surette neşretmek sadedinde olanlar var imiş diye söyleyenler vardır. Evladına Rusca isim vermek Tatar komünistleri için de en büyük bir hizmet-i siyasiyye addolunuyor. Rusca yor. haber veriyor ki Refik Şakirofun kızına “Roza” diye isim verildi. Tatar komünistlerinin leri İvanef Zinovyef İliç gibi Rus isimlerine değişenler çoğalmakta. Hükumet bu işi tertib ve teşvik etmektedir. Bolşevik Ruslar müslüman unsurları içinde kuvvetli ve milli matbuat vücuda gelmesinden gayet korkuyorlar. Mahalli gazetelerde kendi vilayeti haricindeki müslüman hayatına aid hatta adi bir hareket hakkında şeyler bulunmamasına gayret ediyorlar. Bugün Rus mezalimi Türk Tatar iktisadi kuvvetlerini tamamıyla tahrib etti. Milli hars milli mefkure milli vicdan yolunda çalışan bütün ehl-i irfanı teşkilatları gayet dehşetli bir surette meydandan kaldırdı. Sizin bir kardeşiniz oğluna “İvan” diye ad verdiğinde siz “bu olmaz Hıristiyanlıktır” diye nasihat ettiğinizi bir Çeka acentesi işitti mi işiniz tamamdır. Mehmed Ahmed Faik gibi isimler İslamiyet’e mensub olduklarından “aksü’l-hareket” olduğu gibi Aliye Çolpan dahi Türkçe sub isimler addolunur. İvan Roza İliçKamsamParafrayoz halis internasyonal ve inkılabi isimler adedilip bu ismi oğullarınıza verirseniz hükumet nazarında hakiki garajdan sitvayen addolunursunuz. Bugün Rusluk tarafından mağlub olmayan yalnız Arap hurufatı var. Bu da Bolşevik-Rusların Rus-Tatarların muvakkat taktiklerine merbuttur. Latin hurufunun terviciyle buna da galebe çalmak istiyor. Demek istiyorum ki Rusyada Ehl-i İslam Türk-Tatar milliyetinin başına bu felaketler her millete gelen umumi felaketlerden değil Müslüman Türk olduklarından ve Rusluk siyasetinin dehşetli bir surette amele koyulduğundandır. gazetesi yazıyor: “Bolşevik propogandasının hal-i hazırda en çok meşgul olduğu mes’ele köy meselesidir. Bu mes’ele komünist fırkası katib-i umumilerinden Molotofun fırka heyet-i merkeziyyesindeki ma’ruzatını tamamıyla işgal eylemiştir. Zaten bu mes’ele her sene vergi toplandığı sonbahar mevsiminde daima tekrar olunuyor. Çünkü “senin hükumetin benim” diye başına konan diktatörlük ne yaman meram anlamaz hissiz bir idare olduğunu köylü bilhassa bu zamanda hisseder. İşte sonbahar olmak münasebetiyle ağır vergilerin altından bir türlü çıkamayan Rus köylüsünün tekrar sıkıştığı bu günlerde komünist ricali ciddiyetle düşünmeye başlamışlardır. Molotofun Istıranca köylerinin hal ve hissiyaatında bir başkalık vardır. Bu başkalığın başlıca sebebi her def’a olduğu gibi bi’t-tabi’ vergi mevsimidir. Fakat bundan maada Bolşeviklerin köyden “medeni fa’aliyetleri ile siyasi icraatlarınınte’siri de mühim imiş.Mesela dini ve milli mes’elelerdeki komünist propaganda ve siyasetinin “köy üzerinde pek büyük bir aksi te’siri” varmış. Genç komünistlerden Laçikof yazıyor ki: “….Fırkanın köyde hiçbir nüfuz ve i’tibarı yoktur. Bu boş bir hayalden ibaret olan nüfuz ve i’tibar tasavvurundan kat’iyyen vazgeçmelidir. Köyde yaşamış olan bir fırkacı veya komsomol size ancak bunu söyleyebilir. Her köylü gayr-ı memnundur. Fakat sen bunu göremiyorsun Osip Sarpin namında bir komünist bir köylüye “biz size hükumet verdik” dedikde o buna “başınıza değsin verdiğiniz hükumet atımı almasanız daha iyi olurdu” diye cevap vermiştir. Bu vak’a biraz eskidir.’nci senesinde vuku bulmuştur. Bu senede vuku bulan hadise daha ranadır. Komsomollar Votoski vilayetinde kain Biriks köyüne gelmiş kaza Fırka komitesine müracaatla mahalli kiliseyi istemişlerdir. Tiyatro yapacaklarmış. Mahalli komitesi kendilerine demiş ki tebligatınızı ilerletiniz. Dindarları ikna’ ediniz de kendileri kiliseyi size teslim etsinler. Fakat Samarof nam komsomol buna kani’ olmamış.İşin en kolayını bulmuştur. Becerdiği kadar kafayı tütsülendirdikten ve bu sayede cesaret aldıktan sonra Fırka havzasındaki tüfeğini alarak kilise civaSEBILÜRREŞAD - - rına gelmiş evvelce çancıyı hedef ittihaz ederek tüfeği boşaltmış sonra da kiliseye girerek içeride - kişi ile birlikte kalan papası nişan alarak öldürmüş ve kaçmıştır. Fırka katib-i umumisi Molotof Bolşevik hükumetin köylü nazarında i’tibardan sukutuna karşı teklif ettiği tedbirlerden birisi de: Din propagandası hakkındaki Bolşevik usulü tadil olunmalı imiş. Bu vakte kadar komsomol teşkilatının din aleyhinde yaptığı taşkınlıklar faide değil zarar veriyormuş.Köylüyü ürkütüyormuş. Bunun için de aykırı birtakım propogandalardan vazgeçmeli köylünü hayatını nazara alarak o suretle kendisine yanaşmalı imiş. Vergilerin toplandığı şu sıralarda söylenmesi zaruri birtakım avutucu sözler kabilinden olan bu projelerin Rusyadaki gayr-i tabi’i idarenin ıslahı nokta-i nazarından beş para etmeyeceği muhakkaktır. Birtakım delikanlıların bir düğün şerefine ala meleinnas şişeleri doldurup boşaltarak icra-yı şadümani etmeleri münasebetiyle sahibi Ahmed Cevdet Bey yazdığı bir başmakalede içkinin hayat-ı milliyyemizde açtığı mühlik rahneleri teşrih ettikten ve müskiratın bu memleketin aklını fikrini vücudunu bünyesini bitireceğini söyledikten sonra diyor ki: Bu halk için selamet çaresi ahlak-ı diniyye ile ittisafdadır. Bundan başka çare yoktur. Yalnız Allah ve Peygamber korkusuyla hüsn-i ahlaka sahip olabilir. Harbinde İstanbul’dan geçen Türk askeri gibi gürbüz tüvana bülend levend askeri bir daha göremedim. O zamanlar müskirat şimdiki gibi teammüm etmemiş dı. Cami’ içleri bir orduluk gibiydi. Eğer bu memleket kendine dinç kuvvetli bir emel-i ati lüzumuna kani’ O zaman eski Türkler meydana çıkarlar. Bu ahlaktan ne kadar uzaklaşılır ise nesil de o kadar inhitata duçar olur Tababet de bu ahlak-ı fazılaya muavin olursa işte o zaman Türklük teali ettikçe eder. Hem de fikren teali eder. gazetesinin muhabir-i mahsusu Kanunievvel tarihiyle Havzadan şu telgrafı çekiyor: Mahalli maarif masrafına karşılık olmak üzere vaktiyle halkın ianesiyle satın alınan hamamın vilayetin idare-i hususiyye bütçesine idhal edilmesinden müteessir olan Havza muhtarları biraraya gelerek dört maddelik bir mazbata tanzim ve imza etmişlerdir. Büyük Millet Meclisi’ne vilayete ve kaymakamlığa gönderilen bu mazbatada muhtarlar tedrisat-ı ibtidaiyye vergisi veremeyeceklerini bildirmekte ve mevcud mekteblerde dini tedrisatın adem-i kifayesinden bahisle programa Kur’an-ı Kerim akaid-i diniyye derslerinin muhabiri bu haberin altına şu fıkrayı da ilave ediyor: Bu garib taleb üzerine laik hükumetin ne düşündüğünü ne yapmak istediğini kaymakam beyden sordum. Gazetelere geçecek beyanatta bulunmayacaklarını söylediler.Muhtarlardan ba’zıları mazbata muhteviyatını bilmeyerek muhabirinin Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’nun ta başındaDevletimizin dini Din-i İslam olduğumuharrer bulunduğundan ve diğer bir maddesinde de hükumetimizinAhkam-ı Şer’iyye’nin tenfizinideruhde ettiğinden tegafül ederek hükumetimizi laik hükumet addetmesi pek gariptir. Madem ki halk mekteplerde dini tedrisatın tezyidini istiyor Hükumetimiz bir halk nın arzusunu hem de Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu’nun ahkamını yerine getirmekten başka ne düşünebilir ne yapabilir? Halkın bu telebindeki garabet nedir? Bir taraftan halkın hürriyetinden bahsederken diğer taraftan taleplerini garip telakki etmek prensipsizlik değil midir? Halk ancak o talep “garip” olmaz? Gazetelerin yazdığına göre Teşrinievvelin altıncı gecesi Beyoğlunda Abdullah Efendi Lokantasının üzerindeki odalarda iki erkekle beraber mugayir-i ar u haya bir vaziyetde dans etmekle maznun bulunan Makbule Fikret ve Şükriye ismindeki üç kadının muhakemeleri bulunamadığından davası tefrik olunmuş diğerleri de gıyaben birer hafta hapse mahkum olmuşlardır. Demek memleketin ahlak ve adab-ı umumiyyesine karşı hareket edenler nazar-ı kanunda mücrimdir ve cezaya da çarpılabilirler. Bundan dolayı hürriyet-i şahsiyye esası da ihlal edilmiş olmaz. Memleketin ahlak ve adab-ı umumiyyesini muhafaza edecek kanunlar mevcuddur lakin bunları ciddii suretde tatbik etmek lazımdır ki memleket inhilal-i ictimaiden kurtulabilsin tevsii Mısırdaki ecnebilerin himayesi için Mısır Dahiliye Nezaretinde bir dairenin ihdası adli müsteşar mali müsteşar gibi pek mühim iki memuriyetin İngilizlere tevdii idi Mısırın istiklaline kanlı bir darbe teşkil eden Sudanı Mısırdan fiilen ayıran bu metalibin kabulüne hepsini kabul etmekden başka bir çare bulamamıştır. Şu var ki Ziver Paşanın Kabinesi Mısır Meclis-i Millisinin raatı bir meşruiyyeti haiz değildir. Ziver Paşa Kabinesi Mısır Meclis-i Millisinin itimadını istememekden başka res-i kara gelir gelmez Meclis-i Milliyi bir ay tatil etmiş ve masuniyet-i teşriiyye sahibi olan birkaç Mısır mebusunu meclisden karar almayarak tevkif eylemiştir. Mebusların bu suretle tevkifi azim bir galeyan hasıl etmiş ve kabinenin bu hareketi şiddetle protesto edilmiştir. Ez-cümle yüz on mebus bir istida ile Mısır hükümdarına müracaat ederek meclisin derhal ictimaa davetini taleb etmişlerse de talebleri red edilmiştir. Mısır Hükumeti meclisin huzuruna çıkarak düşmekden ise meclisin feshini düşünmeye başlamış ve feshini tahakkuk ettirmek için tedabir-i lazimenin Kanun-ı Esasiye muhalefet olduğu gibi teşekkül eden bir kabinenin meclisden itimad taleb etmeden meclisi feshe teşebbüs etmesi de Kanun-ı Esasiye muhalifdir. Mısır Hükümeti bütün bu icraatı yalnız hükümdara istinad ederek yapıyor ve bu suretle memleketde mutlakiyet idarenin hakim olduğunu gösteriyor. Bu suretle Mısırda bir inkısam hasıl olmuştur. Bu tarafda Mısır halkı ve mümessilleri olan mebuslar diğer tarafda Mısır heyet-i icraiyyesi ve İngilizler duruyorlar halk ile mümessilleri müttehiden hareket etmekde olan hükumet ile İngilizlerin harekatını kabul etmiyor ve tanımıyor. Diğer tarafdan hükümet ve İngilizler kahir kuvvetine güvenerek istediklerini yapıyorlar. Bu gayr-i tabii vaziyetin er geç birtakım fevkalade hadisata sebebiyet vermesi muntazardır. Mısırda katl olunan İngiliz generalinin katilleri şimdiye kadar bulunamamıştır. Halbuki bir tarafdan İngilizlerin teşkilatı diğer tarafdan Mısır hükumetinin teşkilatı katilleri taharriye vakf-ı faaliyet etmiştir. Cinayetin vukuuna iki üç hafta geçtiği ve katilleri bulacak olanlara Mısır lirası gibi mühim bir servet vad olunduğu halde bunların bulunamaması İngilizleri azim bir telaşa düşürmüş ve bu esrar-engiz korkunç canilerin İngilteredeki nazırlara da tecavüz etmesinin muhtemel olduğu zehabını vermiştir. Binaenaleyh Londrada nazırların muhafazası için fevkalade tedabir ittihaz olunmuş ve bilahare bunlara karşı vukuu muhtemel olan su-i kasdın ehemmiyetsiz bir şayiadan ibaret olduğu ilan olunmuştur. badema inşaallah mehakim bu hususdaki vezaifini de hakkıyla ifaya himmet ederler. Hicaz Ahvali: Alınan haberlere göre Necid Sultanı muvasalat etmiş ve muazzam tezahürat içinde mehd-i olan Riyaddan hareket etmeden mukaddem Necidin rinden zatdan müteşekkil bir kongre akd ederek siyasetini izah etmiş ve hepsinin tasvibini kazanmıştı. orada kaffe-i ehl-i İslamın arzusuna muvafık bir idarenin hakim olması lazım geldiğini beyan etmişti. Bunun üzerine İbnüssuud bütün müslümanlara hitaben bir beyanname neşrederek hepsini Mekkeye murahhas tan müslümanlarıdır. Son posta ile gelen Hindistan gazetelerinin verdiği malumata göre Hindistan Cemiyyat-ı Ulema Cemiyeti Reisi Mevlana Kifayetullah Mevlana Seyyid Süleyman Nedvi Mevlana Abdülaziz Elfari Bu zevat Mekkeye gitmek üzere Hindistan hükumetinden müsaade almışlar ve bir mesele-i diniyyeyi mevzubahs etmek üzere gittiklerinden Hindistan hükumeti bunların seyahatine mümanaat etmemiştir. Sair memalik-i İslamiyyeden murahhas izam olunup olunmadığına dair henüz malumat vürud etmemiş. Bu kongrenin bir an evvel ictimaederek Hicazda devam eden muharebatı bir nihayete erdirmesi ve arazi-i mukaddesenin siyle şayan-ı temennidir. Diğer tarafdan Hüseyinin oğlu Şerif Ali de hala Ciddede bulunmakda ve tahkimat icrasıyla meşgul bulunmaktadır. Mısır: Mısır ordusunun başkumandanlığında bulunan Mısıra verilen ültimatomun bütün mevaddı Mısırda Zağlul Paşanın istifası üzerine Mısır riyaset-i vükelasını deruhde eden Ziver Paşa tarafından kabul olunnuş ve bu suretle Mısır ile İngiltere arasındaki gerginlik suret-i zahirede zail olmuştur. mühim talebleri Sudandaki Mısır askerlerinin ihracı Sudandaki iska sahasının gayr-i mahdud bir suretde Şimdilik Mısırda vaziyet bu merkezdedir. Sudan: Sudandaki Mısır askerlerinin kaffesi ihrac olunmuş ve bu suretle Sudanda ancak İngiliz kuvvetleriyle yerlilerden müteşekkil kuvvetli baki kalmıştır. İngilizler tarafından ittihaz olunan bu tedabire karşı ilan-ı isyan eden ve İngilizlerle döğüşen Sudanlıları tahrik eden dört zabit İngilizler tarafından muhakeme edilerek idama mahkum edilmiş ve bu hükümlerin kaffesi tasdik olunmuştur. Yalnız bu mahkumlardan birinin mahkumiyyeti on beş sene habse tenzil edilmiştir. hab olunan Sir Arkar Mısır kralı tarafından tayin olunmuştur. Bu suretle Mısır ile Sudanın alakası Mısır hükümdarının Sudan vali-i umumiliğine tayin etmekden ibaret olmuştur. mümkün olmayacaktır. Bugünün son çocukları yarının şükran atiye ihsan vazifeleriyle mütehassıs olabilmek telakki etmelidirler. İnsanlar gayelerinde harikalara erebilmek ve müntehası havarık ile muhat olan şu alem-i vücudda beşerin terakki ve tekamülü ve hayvanat içinde yegane vech-i imtiyazı kudret-i mevduası nisbetinde idrak ve dir. İnsanlık istihlak için değil say ve kesbiyle istihsal-i meali için doğmuştur. Say ve kesbimiz ise ancak ıttırad ve intizam kanunlarının himayesi altında icra-yı hüküm edebilir. Bundan dolayıdır ki kendisi bir mucize-i yegane olan Kuran-ı azimüşşan nazar-ı dikkatlerimizi havarıkdan ziyade Sünnetullaha celb etmekde ve bu celbini temadi ettirmek için de nazm-ı beliğiyle ilelebed piş-i dır ki insanlar üzerinde mevcudat-ı sairenin tabioldukları kavanin-i tabiiyyeden başka bir de kavanin-i şeriyye hakim bulunmaktadır. Bu iki nevisilsile-i kavaninin ikisi de düstur-ı tevhidin füru-ı tecelliyatıdırlar. Bu kavanin-i şeriyye sayesindedir ki hürriyet ve ihtiyar-ı beşer kavanin-i tabiiyyenin ıttıradına müşabih bir intizam-ı kavim ile gaye-i saadetine doğru yürür. Vicdan ve hürriyetini kavanin-i şeriyyenin icabatına göre tanzim edemeyenler vücudlarında kavanin-i tabiiyyenin ıttırad-ı cereyanını bile ihlal ederler. Zira hürriyet-i beşeriyyeyi Harika ile adetin mevkive haysiyetlerini tarz-ı vücudlarını temyiz etmekle mukaddema mevzu-i bahs ettiğimiz tenakuzların vech-i tevfikini bulmuş oluyoruz. Demek ki harikaya inanmak için kanun-ı akl olan adet ve ıttıradı ilel ve esbab-ı mütevassıtanın teakub-ı mutadını moda mübtelaları gibi istihkar ve istihfaf etmek lazım gelmeyecektir. Bil-akis biz harikaya inanabilmek etmek mecburiyetinde olduğumuzu unutmamalıyız. Binaenaleyh ahir harikaya da inanalım. Çünkü ıttırad ve intizama sarılmayanların harikaya inanmak hakları da yoktur. Biz hilkatin mebdeveya müntehasında değil hadd-i vasatında bulunuyoruz. Bunun için gayelerimize giderken cındayız. Modern asri kelimelerinin mazmun ve şümullerini derk etmeyerek bunları kendilerine vasf-ı mümeyyiz söylüyorlar? Öyle ise yarın için matlub bir gayeleri bulunmadığına kail oluyorlar ve istikbale masruf hiçbir vazife hissiyle mütehassis bulunmuyorlar demektir. Öyle ya! Nefislerini bağ-ı hilkatin son turfandası addedenler yarın Gün bu gün saat bu saat deyip vur patlasın vakitlerini geçirmekden maada ne düşünebilirler? Hayır beyler hayır… Eyyam-ı vücud sizin günlerinizin bitmesiyle değil kıyametin kopmasıyla bile tükenip bitecek değildir. Onun öyle na-mütenahi bir tevalisi vardır ki sizin ve bizim için onun son haddinde bulunmak hiçbir zaman Başmuharrir Sahib ve Müdir na medyundur. Binaenaleyh saadet-i beşeriyye vücud nokta-i nazarından havarık ile ne kadar alakadar olursa olsun iktisab nokta-i nazarından ıttırad ve intizama ve hakk-ı intihabın ancak sırat-ı müstakimde istimale menutdur. Biz vücuddan değil kesbden mesulüz. Bir kimseye niçin kara gözlüsün denilemez. Belki niçin bu kara gözle elin na-mahrem olan harimine bakmayı Acaba böyle bir suale karşı efendim ne çare ben bir çapkınım ve olduğum gibi görünmeyi bir namus bir fazilet bilirim de onun için bakmıştım diye cevab verilebilir mi? Böyle bir cevabın hasılı tokata istihkakını itiraf faziletinden başka ne olabilir? Maatteessüf zamanımızda işbu olduğu gibi görünmek sözü ahlak düşkünlerinin yegane bir mazereti makamında su-i istimal edilmek moda oldu. Riya ve nifak aleyhine bir ciddiyet düsturu gibi dermiyan edilen “Olduğu gibi görünmek veya göründüğü gibi olmak” fıkrası mesaviyi tamime değil takime mevzuolduğu halde bunu neşr-i seyyiata bir saik gibi kullanmak bütün habaseti ortaya fırlatmak kadar büyük bir cinayetdir. Fenalığın defve tenkili için keşfini teshil etmek bir fazilet olabilirse de neşir ve tamimini teyid için icrasını teşvik eylemek elbette bir rezile-i kebire bir şekavet-i aleniyyedir. Halbuki her kanun şekavet-i aleniyyeye gizli hırsızlıkdan ziyade ceza vermiştir. Meclisindeki arkadaşlarının samimi olmasını herkes arzu eder. Fakat bu arzu oturdukları salonun açık bir tükürük hokkasına tahvilini tecviz etmek değildir. Olduğu gibi görünmek ciddiyet ve samimiyet icabıdır diye içindeki bütün fenalıkları oturduğum minderin üzerine an-kasdin saçmaya başlayan nakese ben insan nazarıyla nasıl bakabilirim? Mürainin münafıkın fenalığı batınında gizlediği çirkinlik itibariyle bir nokta-i nazardan ise çirkinliğini yalnız batınında tutmayan nokta-i nazardan muzaaf değil midir? Mürainin sevilmemesi kalbindeki zehrin bir gün olup eseri zahir olmak korkusundan ise içinden dışından zehir neşreden mahlukların olduğu gibi görünmek davasıyla kendilerini müdafaaya ne hakları olabilir? Mürai bir mar-ı sermadide değil midir? Benim dinime imanıma kitabıma peygamberime nazım-ı vicdanım olan mukaddesatıma nuhbe-i emelim olan ırz ve namusuma mehd-i hayatım olan vatanıma hasılı milliyet ve mevcudiyetime asırlardan beri su-i kasde hazırlanmış olan ada-i hariciyyenin tertibat ve tesvilatını suver-i muhtelife tahtında bir simayı müraiyane ve münafıkane ile neşir ve işaaya uğraşan misyoner pişdarlarına hüsn-i nazarla bakmamak bir hakkım daha doğrusu bir vazifem olduğu halde bu kabul etmek onun fıtrat ve garizaya muhalif temayülata fıtratının nevakısını bit-terbiye istikmale namzed olduğu gibi bil-akis fıtratın kemalatını ihlale de namzeddir. Ve bu iki nokta-i mütekabile arasındaki siretin bütün mesuliyyeti hürriyet ve ihtiyarını su-i istimal veya hüsn-i Alemde insandan başka her mevcud fıtrat ve garizanın tayin ettiği bir tarik-i muayyen ve mahsusda yürür kelbler kurdlar bile en hassas olan münasebet-i cinsiyyelerinde kanun-ı fıtratın tayin eylediği vakit ve resm ve hududu tecavüz eylemezken insan idrak ve ihtiyarının müsaadesine mağrur olarak su-i istimal ile sırat-ı müstakimden sapar ve dereke-i hayvanatdan pek aşağı olan esfel-i safiline yuvarlanırsa bunun mesuliyeti hür olan o ra keyfe ma ittifak istimal için değil ebediyyetde ibraz-ı asar edecek mehasin ve kemalata peyderpey yükselerek tekemmül etmek üzere onların kanun-ı mahsus ve tarik-i müstakimlerinde yürüyebilmek için verilmiş bir hakk-ı intihabdır. Bundan dolayı saadet-i beşeriyye hürriyet ve ihtiyarın gelişi güzel keyfi cereyanında değil gayelerine müteveccih kanunlara göre tanzimindedir. kainatı kavanin-i tabiiyye ile cebr ü icab altında idare eden Halık Teala insanlara bu hakk-ı intihabı bahş etmiş ve bu hakkı hüsn-i istimal etmelerini emr ve su-i istimali nehy suretiyle de vazife ve ahlak kanunlarını kavanin-i tabiiyye muvacehesinde kavanin-i şeriyye olarak vaz buyurmuştur. Bunun için Hakkın kavanin-i şeriyyesi de kavanin-i tabiiyyesi gibi gayelerine bi-lutfihi teala isal eden turuk-ı müstakimedir. Hasenata semere-i hasene seyyiata semere-i seyyie terettüb eder. Biri memur ve diğeri menhi anh olan bu iki mütekabil tarikden birinin tayini beşerin hakk-ı intihabına vabestedir. Bina-enaleyh kavanin-i şeriyyede hakk-ı intihab beşerin mühim bir kıymeti vardır. Gerçi intihab bir icad değil mevcudlarından birini tercih demek olduğu için müntehibler Halık ve vazı-ı kanun değillerse de üzerlerinde muhayyer olarak dolaşan avakıb-ı kaderi tayin ve tenciz ile mübrem bir hale kaviyyen yegane kasib-i mesuldür. Cadde-i lıkın bir lütfu bir harikası bazan onları bu uçurumdan veya pusudan tahlis edivermek imkanı mefkud değildir. Buna binaen harika imanının en yes aver zamanlarda bir feyz-i teselliyetkarisi vardır. Lakin bu netice abdin hisse-i kesbine değil halikın kudret-i mutlakasıSEBILÜRREŞAD - - Kuran-ı Kerimin beyan buyurduğu vechile cennet telakkisi budur. Acaba birtakım fidyeler takdimiyle beşeri kabiliyetlerin inkişafına imkan tasavvur edebilir misiniz? Bu noktayı izah etmek için bir misal irad edeyim. Nağamat-ı musikiyyeden zevk-yab olmak için insanın bir zevk sahibi olması lazım gelir. Bu meleke her birimizde mevcuddur. Fakat terbiye edilmek gerekdir. Binaenaleyh hayat-ı uhreviyyede nail-i felah olmak için yegane vasıta ameldir. Bu akaid-i Hıristiyaniyyeyi mevzubahs etmekliğimizin yegane sebebi bugünkü müslümanların hayat-ı ameliyyelerinde bunları takabbül etmiş olmalarıdır. İslam heyet-i amel iradesinden tecerrüd ettiğini görürsünüz. Bu hal acaba neyin neticesidir? Hiç şüphesiz hurafat-alud birtakım efkar ve akaid-i batılanın eseridir. Hıristiyanlar bu hamakat-karane vaziyeti kiliselerin dört duvarları arasında haps ettikleri halde müslümanlar bunları hayat-i yevmiyelerinin her safhasına idhal etmişlerdir. Müslümanlar hatırlamalıdırlar ki çalışan çabalayan bir ümmet sıfatıyla bu mücadele-i hayat meydanında nefse itimad kuvvetini tehzib etmedikçe muvaffakiyet ihrazı yolunda Cenab-ı Hakkın kendilerine ihsan ettiği kuvvetlere güvenmedikçe başkalarına güvenmek u silkinmedikçe hiçbir vakit hakim olmayacaklardır. Müslümanlar kendi edecekleri yolda yürümedikçe daima inhitat içinde kalacaklardır. Müslümanlar bilsinler ki tevhid akidesi kendileri gibi birtakım insanlara lahutiyet atfı için öğretilmemiştir. rır etmez Cenab-ı Hak ganidir. Ancak kendi hayır ve felahımız içindir ki Vahid-i vahide kulluk ediyoruz. Bu akide bize hayatda Allahın yardımından başka hiçbir yardıma beklediğimizi kendi kuvamızla tahakkuk ettirmeye çalışacağız. Pir perestiş-karlığının kabir perestiş-karlığının sebeb-i meni piran ve evliyanın şayan-ı hürmet olmamaları değil hedeflerinizi tahakkuk ettirmek için mahza kendi kuvvetlerinize itimad etmenizdir. Kuvvetinizle ihraz edeceğiniz bir şeyin onlara yalvarmakla husulünü saili namındaki eserimde uzun uzadıya mevzubahs edeceğim. Burada yalnız şunu söylemekle yerine komşu milletlerden istimdad fikri kaim olmaya başladı. Acaba biz kendi ayaklarımız üzerinde durmaya layık değil miyiz? Değilse esarete mahkumuz. Bugün yeryüzünde üç yüz elli milyon küsur müslümanız. Bu ne muazzam bir rakamdır. Değil üç yüz elli milyon üç yüz hatta otuz mümin-i hakiki dünyada harikalar yapabilirişi alenen deruhde ederek açtıktan tecavüze başlayan Renan ümmetlerinin Piyerlermit modellerinin oldukları gibi göründüklerinden dolayı takdir beklemek ümniyelerini tatmin etmek nasıl mümkün olur? Filhakika kilise ilahiyatı esatir-i Yunaniyyenin bir şekl-i diğeridir. Din sahasından aklı çıkarıp atmadıkça bu gibi hurafatı kabule imkan yoktur. Hıristiyan kilisesiyle mezahib-i sairenin batdığı umman-ı hurafat felahın nasıl mahsulüdür. Bu tealim-i batılanın müdafileri felahın neden teşekkül ettiğinden bi-haberdirler. Hepsi de kabrin ötesinde kabil-i tasavvur her türlü esbab-ı istirahat ve refahı camibir ikametgahın bulunduğu bu ikametgaha girmek için bize dargın olan bir zatın hiddetini teskinden başka bir şey lazım olmadığı fikrindedirler. Bu saadet-i ebediyye ikametgahına girmek için insanın bir suretle o zatın gazabını teskin etmesi lazımdır. Bu dar-ı dünyada birçok işler iltimasla hediye ile fidye ile şefaatle ihraz oluna geldiğinden bunlar bu gibi vesaitin ahiretde de müfid olacağına zahib oldular. Bu suretle Allahın lutf u merhametini kazanmak için birinin kanını dökmek fikir ve itikadı neşet etti. Felah bundan ibaretse onun gerekdir. Halbuki hayat-ı uhreviyyenin hakiki telakkisi bambaşkadır. bütün kabiliyetlerin hüsn-i inkişafıdır. İnsanın fıtratında meknuz olan ahlaki ruhani fezail kabrin öte tarafına semerat-ı kemalini iktitaf edecek bu hayat-ı dünyada din-i İslam hayat-ı dünyeviyyeyi hayat-ı uhreviyyenin zemin-i ihzarı addeder. Bunun temini için Cenab-ı Hak şeriat göndermiştir ki adı dindir. Felahın hakikati manası budur. Fidyeler şefaatler ve saire bu felahın ihrazında nasıl müfid olabilir?.. Faraza bir baş ağrısına duçar olsanız sizi tedavi edecek tabib kendi kolunu kırmakla veya kendi gözünü çıkarmakla mı sizin şifanızı temin eder?.. Katiyyen unutulmamalıdır ki cennet bir şekl-i hayatdır. Buna nail olmak için insanın tehzib ve inkişaf ettirilecek birtakım kabiliyetleri olmalıdır. Bu kabiliyetlerin tehzibi bu hayat-ı dünyeviyyenin yegane hedefidir. Bu mahsusayı tahakkuk ettermeye hadim esasların tatbikiyle kiyet ihrazı muhakkakdır. Binaenaleyh bir insan Kuran-ı Kerimin bir kitab-ı ilahi olduğuna itikad etmezse itikad medeni esasatını alarak onlara tevfik-i hareket ederse hiç şüphesiz muvaffak olur. Bil-akis bir diğeri Kuran-ı Kerimin kitabullah olduğuna itikad eder fakat o kitab-ı mübinin esasatına göre hayat-ı siyasiyesini tanzim etmezse hiçbir şey ihraz etmez itikadında bir semere iktitaf eylemez hiçbir muvaffakiyete nail olmaz. Bu noktayı izah için böyle bir misal irad edelim. Şarkda bazı adamlar vardır ki garbın terakkiyat-ı tabiiyyesini tutulsa da kinin istimal etse itimad edenlerden biri de sıtmaya tutulduğu zaman kinin kullanmasa netice ne olur? netice her ikisinin hatt-ı hareketine bağlıdır. Tıbb-ı cedide itimad etmeyen itimadsızlığına rağmen sıtmadan kurtulur. Öteki ise tıbb-ı cedidin tesirine kaniolduğu halde bu kanaat ona hiçbir fayda temin etmez. Müslümanlar bu dersden müstefid olmalıdırlar. Bir Mecusi bir Yahudi bir Hıristiyan hatta bir mülhid bile Kuran-ı Kerimin bu esas-ı iktisadisine riayet ederse mutlaka muvaffak olur. Kuran diyor ki: “Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz.” Bu esasa her kim riayet ederse ondan istifade eder. Fakat bir müslüman [ israf etmeyiniz] emr-i celiline riayet etmezse müslüman olduğu halde hüsrana duçar olur. Bir gayr-i müslimin bu esaslara ilahi değil insanidir demesi netice üzerinde icra-yı tesir etmez. Bir müslüman bunların ilahi esaslar olduğunu kabul ediyor fakat hayatında bunları tatbik etmemekle bunları kabul etmediğini gösteriyor. Bu suretle ameli nokta-i nazardan bir gayr-i müslim mümin oluyor da bir müslim gayr-i mümin oluyor. Çünkü biri esasat-ı Kuraniye üzere hareket ettiği halde diğeri buna göre hareket etmiyor. iman faide vermeyeceğini Kuran-ı Kerim de beyan buyuruyor. Kuran-ı azimüşşanda her nerede cennetin zikri geçse arkasından [altından nehirler akan] denilmektedir. Bu da iman ile amal arasındaki nisbete ler de o nebatın medar-ı hayatı olan suya kıyas olunuyor. Bir tohum ne kadar iyi olursa olsun hüsn-i suretle bir nebat hüsn-i suretle iska olunursa semere verir. lim getirelim. Bu gayr-i müslim İslamın en mutaassıb düşmanı olabilir. Fakat bu adam refah ve muvaffaler. Fark-ı hakiki müminin dünyayı sarsa bileceklerine dair Peygamberimizin söylediği sözü duymadınız mı? Biz üç yüz elli milyon küsur insanız neye bir şey yapamıyoruz acaba hakiki mümin değil miyiz? Değilsek işte felaketimizin sebebi. Cenab-ı Hak yed-i nusretini üzerimizden çekmiştir. Zillet ve inhitat içindeyiz. Adım attıkça hüsrana duçar oluyoruz. Halbuki Kuran-ı Kerim bize diyor ki yani “Müminlere yardım bizim üzerimizde hakdır.” Hakiki müminlere vad-i İlahi bu ise o haldemüslimilemüminarasında fark aramak müslüman yapmaya kifayet eder. Hakikati yaşamakladır kı insan mümin olur. Kuranın bir kitab-ı ilahi olduğuna kifayet eder. Fakat yalnız bir itikad insanı mümin seviyesine yükseltemez. Mümin seviyesine yükselmek için tealim-i Kuraniyyeye tevfik-i hareket lazımdır. Bir kelime noksanımız budur. Kuran-ı Kerimin sahifelerini çeviriniz görürsünüz ki zafer şeref şan satvet hulasa felah müminlere vad olunmuştur. Halbuki Cenab-ı Hakkın bütün bu nimetleri bizim üzerimizden çekilmiştir. Çünkü onlara müstehak değiliz bugün medeniyet-i aliyeyi hayat-ı ictimaiyyeyi inkişaf ettirecek fezaili gayr-i müslimler makdan çıkmış gayr-i müslimler mümin olmuşlardır. Biz iman ile amelin mahiyet-i hakikiyyesini bilmiyoruz. Biz imanı müslümanın bila-nizamalı addediyoruz. Bugünkü mımız yalnız imanı her şey zannetmiştir. Bunlar müslümanların ne yaparlarsa yapsınlar cennete gireceklerini gayr-i müslimlerin de ne yaparlarsa yapsınlar cennetden mahrum kalacaklarını zannediyorlar. O halde imanın ne olduğunu araştıralım: derilen hak esasları kabul etmektir. Bu hayat esaslarıyla akaid-i diniyye tesmiye olunan hakaik-i saire arasında sıkı bir münasebet vardır. Binaenaleyh amalin doğru olması kat bu kazıyyenin aksi doğru olmayabilir. Tabir-i diğerle akaid-i sahihanın mutlaka amal-i sahiha tevlid etmesi min edecek birtakım esaslar vazetmiştir. Kitab-ı Kerimin bir kitab-ı ilahi olduğu bir itikad meselesidir ki bu itikad bizim amel-i irademizi takviye eder. Fakatfelah meselesine gelince bu ancak birtakım makasıd-ı Rum Suresi tı müstahsen ise de herhalde zaruri değildir. Esna-yı akidde hakimin veya sair bir memurun huzuru bunların akd-i nikaha izin ve muvafakati ise herhalde icab etmez. Yalnız velileri olmayan kasıri-nin izdivaclarına haiz-i salahiyet olan hukkam müdahale edebilir yoksa mükellef olan veya velileri bulunan kimselerin meşru olan izdivaclarına hiçbir kimse müdahale edemez. Eğer her halde lüzum görülüyorsa bu babda sırf idari mahiyetde olmak üzere bazı tedabir-i kanuniye ittihaz edilebilir bu tedabiri temin için de yine idari mahiyetde bazı müeyyideler vazedilebilir. Yoksa bu tedabirin kuvve-i teyidiyyesi akdin sıhhat ve butlanı ile alakadar olamaz. Hadd-i zatında meşruolan bir akid nihayet idari bir mahiyetde telakki olunabilecek bir şarta bir tedbir-i kanuniye adem-i riayetden dolayı gayr-i meşruolamaz. Bu madde ahkam-ı şeriyyemize muvafıkdır. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyurmuştur. Nikah bir ehemmiyet-i mahsusayı haiz olduğundan öyle sair ukud gibi hemen tarafeynin icab ve kabulüyle olup bitmez esna-yı akidde mükellef evsaf-ı şeriyyeyi haiz la ekall iki erkek veya bir erkek ile iki kadının hazır bulunup icab ve kabulü maan istimaetmeleri lazımdır. Aksi takdirde akd-i vakifasid olup bu akde mağruren tarafeynin aile tesisine kıyam hal-i zevciyetde devam etmeleri asla caiz olamaz. Bu madde kısmen cay-ı teemmüldür. Ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran nikah haiz-i ehliyet olan zevc ile zevcenin veya zevceynin velilerinin icab ve kabulüyle akd edilebileceği gibi bunların vekillerinin icab ve kabulüyle de akd edilebilir. Tevkilde işhad şart değildir. Keyfiyet-i tevkili tasdik halde icab etmez. -ı Serahside denildiği üzere nikaha tevkil nikah değildir şuhud ise nikahın hasaisindendir şu kadar var ki işhad edilmesi müstahkiyete nail ise onun hatt-ı hareketini tedkik etdiğimiz takdirde mutlaka esasat-ı Kuraniyyeye tevfik-i hayat ettiğini görürsünüz. O belki bu hakikate agah değildir. Fakat hayatda muvaffakiyet nokta-i nazarından bu adamın hatt-ı hareketi budur. Hayatda muvaffakiyet bir nimet-i ilahiyyedir. Bugün biz bu nimet-i Avrupa medeniyyetinde iyi ve asil ne varsa hepsi esasat-ı Kuraniyyeden müstefazdır. Avrupa kitabullahın bedaiinden gafildir. Buna rağmen Avrupa onun birçok hakaikini alarak hayat-ı ameliyesinde tahakkuk ettirmiş ve bu suretle bugün cihanın üstad-ı medeniyyeti olmuştur. Bu madde cay-ı mülahazadır. Kütüb-i fıkhiyyemizde ve bilhassa ileda beyan olunduğu üzere bazı muamelat-ı şeriyyenin inkar vukuundan sıyaneti için birer vesika-i tahririyyeye rabtı müstehabdır. İşte nikah da bu zümredendir. Nikah ehemmiyet-i mahsusayı haizdir bununla yeni birtakım mütekabil hukuk ve vezaif terettüb eyler. Binaenaleyh bu kadar mühim bir rabıta-i ictimaiyye husule getiren bir akdin bir vesika-i tahririyye ile tesbiti ve hatta esnayı akidde -intizam ve sıhhat-i akdi temin için- ahkam-ı nikaha vakıf bir zatın bulunması müstahsen şayan-ı temenni bir meseledir. Şu kadar var ki bu meseleyi nikahın şerait-i esasiyyesinden imiş gibi bir mahiyetde telakki etmek bu şarta riayet edilmeksizin vukubulan nikahların keen lem yekün addedilmesine kail olmak ahkam-ı şeriyyemiz nokta-i nazarından asla doğru olamaz. Halbuki -ahkam-ı nikah hakkındaki maddelerin mütaleasından anlaşılacağı üzere- komisyon bu meseleye böyle bir mahiyet vermiştir. Bunun tevlid edeceği mahzurat-ı şeriyyeyi atiyen izah edeceğiz. Filvaki ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran nikahın bir vesikaya rabSEBILÜRREŞAD - - Elhasıl bu gibi şerait ile akd-i nikahda bulunmak ahenk-i samimiyeti beka-yı zevciyyeti ihlal edeceği cihetle şayan-ı tasvib olamaz. Maahaza izdivac edecek bir kadın herhalde böyle bir şarta lüzum görürse onu usul-i şeriyyesi dahilinde dermiyan edebilir. Ez-cümle “Üzerine evlenmemek evlendiği takdirde emr-i talakı yedinde olup dilediği zaman nefsini tatlik etmek şartıyla tezevvüc eder diğer taraf da bu şart ile kabul eylerse hem nikah hem de şart muteber olur. Bu şart mezheb-i Hanefide muteber olduğu gibi mezheb-i Malikiyyede de muteberdir. Nitekim müdevvenat-ı Malikiyyeden de deniliyor ki: “Bir kimse bir kadını beldesinden ihrac veya üzerine teehhül etmemek ve ettiği suretde emr-i ıtlak mezburenin yedinde bulunmak veya alacağı hatun boş olmak şartıyla tezevvüc etse bu şart muteber olur.” Bu madde birkaç nokta-i nazardan cay-ı tedkikdir. Evvela şu ciheti arz edelim ki nikahda kefaetin şart olup olmaması hususunda beynel-müctehidin ihtilaf vakiolmuştur. nikahda -hukuken- kefaet aranılmaz. Eimme-i Hanefiyyeden şart olmadığı ictihadında bulunan bu zevat diyor ki: Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi vesellem Efendimiz buyurmuştur. ayet-i celilesi de bunu müeyyeddir. Binaenaleyh hilkaten hukuken müsavidirler ve takva cihetiyledir başka suretle değildir. Lakin İmam-ı Azam ile sair eimme-i Hanefiyyeye göre nikahda kefaet aranılır. Kefaet nikahın lüzumunun şartıdır binaenaleyh adem-i kefaetden naşi zevce ile velilerinin –usul-i şeriyyesi dairesinde- nikahı fesh ettirmeye hakkı vardır. Eimme-i Hanefiyye hazeratı bu babda bir kısım edille-i nakliyyeye istinad etmekle beraber diyorlar ki: Kefaet bulunmadığı takdirde mesalih-i nikah haleldar olur; nikahdan beklenilen intizam-ı aile makasıd-ı ictimaiyye tecelli edemez. Vakıa bir erkek kendisinin mümasili olmayan bir kadınla akd-i izdivacda bulunmasında o sendir. Ta ki ileride inkar vukubulursa ikame-i beyyineye mecburi kılmış oluyor vekaletname istihsalindeki külfetden ve saireden hele sarf-ı nazar edelim acaba böyle resmi bir vekaletnameyi haiz olmayan kimselerin bilvekale akd edecekleri nikahlar kanunen nasıl telakki edilecek? Yoksa ittihaz edilen usule nazaran böyle bir akdin vukuuna zaten imkan mı verilmiyor? Bu madde ahkam-ı fıkhiyyemize muvafıkdır. Şarta muallak veya zaman-ı müstakbele muzaf olan nikahlar münakid olmaz. Şu kadar var ki muallakun aleyh olan şart; ala hataril-vücud olmalı yani henüz madum olduğu halde atiyen vücuda gelebileceği memul bulunmalıdır. Hin-i akidde tahakkuk eden veya etmiş bulunan bir şarta muallak olan nikahlar ise münakid olur. Bu madde mübhemdir. Bir kimse bu şart ile izdivac ettiği halde buna riayet etmese ne olacak? Maahaza bu madde ahkam-ı fıkhiyyemiz nokta-i nazarından cay-ı tedkikdir. Kütüb-i fıkhiyyemizde ve ba-husus ile da mufassalan beyan olunduğu üzere nikah şarta talik olunamaz ise de şart ile takyid olunabilir. Şart ile mukayyed olan nikahlar herhalde sahihdir muteberdir. Dermeyan edilen şartlar ise bazan muteber olur bazan olmaz. İşte bu maddedeki şart da -bir emr-i meşrudan meni mutazammın olduğundan- muteber değildir. Şu kadar var ki zevc bu şarta riayet etmediği takdirde zevcesine mehr-i müsemmasından noksan olmamak şartıyla mehr-i misil vermeye mecbur olur. Çünkü bu şart zevcenin menfaatine raciolduğundan bunun adem-i tahakkuku halinde mehr-i müsemmaya rızası münadim olur. Bu madde elyevm mehakimde mamulün bih olan ahkam-ı fıkhiyyemize tevafuk etmediği gibi sair mezahib-i fıkhiyyeye de muvafık değildir. Ez cümle kütüb-i Şafiiyyeden da deniliyor ki: “Nafaka vermemek veya üzerine evlenmemek gibi muktezayı nikaha muhalif olmakla beraber maksud-ı asliyi ihlal etmeyen bir şart ile nikah sahih olur. Lakin bu şart ile mehr-i müsemma fasid olup mehr-i misil lazım gelir.” Hucurat Suresi Bu maddeler -kefaet yalnız zevc tarafında taharri edilmek ve bu taharriye yalnız asabatdan olan veliler salahiyet-dar bulunmak şartıyla- ahkam-ı fıkhiyyemize muvafıkdır. Şu kadar var ki kefaet hakkında tesbiti zaruri görülecek ahkamı ihtiva etmemekdedir. Bu madde ahkam-ı fıkhiyyemize tevafuk etmiyor. Ahkam-ı celile-i fıkhiyyemize nazaran akil ve baliğ olan kimselerin nikahları esasen sahih ve nafizdir ancak adem-i kefaet ve noksan-ı mehir dolayısıyla zevce velilerinin medikçe- hem kablel-akd hem de badel-akd istimal edebilir. Şu kadar var ki derecesi karib olan velinin rızası derecesi baid olan velilerin hakk-ı itirazını iskat eder fakat derecesi baid olan velinin rızası derecesi karib olan velinin hakk-ı itirazını iskat edemez. Bu veli gerek gaib olsun ve gerek olmasın. Çünkü veli-i akreb ber-hayat oldukça veli-i ebad ecnebi mesabesinde kalır. Bundan yalnız bir mesele müstesnadır. Bu maddenin hükmü -layihada kabul edilen vilayet tertibinden katan-nazar- ahkam-ı fıkhiyyemize muvafıkdır. Biraz izah edelim: Eimme-i Hanefiyyeden İmam Yusuf ve Züfer hazretlerine göre dereceleri müsavi olan velilerden birinin rızası diğerlerinin hakk-ı itirazını iskat etmez çünkü kefaeti taleb etmek velilerden her birinin hakkıdır bunlardan birinin rızası yalnız kendi hakkını iskat eder diğerlerinin hakkına tesir edemez. Nitekim zevcenin rızası da velilerinin hakk-ı itirazını iskat etmiyor. kadar mahzur görmeyebilir. Fakat bir kadın kendisinin mümasili olmayan bir erkek ile bir rabıta-i zevciyet tesis etmekden arlanır ruhen müteessir olur böyle bir erkeğin daire-i ismetine duhulden istinkafa lüzum görür bu hususdaki hissiyatını ihfaya muktedir olamayarak aile arasında vücuduna pek ziyade ihtiyac bulunan ahenk-i hakkında da su-i tesirden hali kalmaz. Binaenaleyh teessüs edecek bir ailenin intizamını hüsn-i devamını temin için taharri-i kefaete lüzum vardır. Şu kadar var ki kefaet yalnız zevc tarafından aranır yani zevcin zevcesine hırfet diyanet gibi bazı hususatda müsavi veya faik bir halde bulunması taharri olunur yoksa zevce tarafında aranılmaz. olup olmaması cihetini araştıralım. Bu madde ber-vech-i ati birkaç cihetle ahkam-ı fıkhiyyemize muhalifdir: Ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran kefaet yalnız erkek tarafında aranır. Bu maddede ise bu mesele kadın tarafına da teşmil edilmiştir. Çünkü “İzin ve muvafakatine dolayı itiraza hakkı vardır.” deniliyor. İzin ve muvafakatine zevcin hem de zevcenin velisidir. Ahkam-ı fıkhiyyemize göre adem-i kefaet sebebiyle hem zevcenin hem de velisinin itiraza nikahı fesh ettirmeye hakkı vardır. Bu madde ile madde-i atiye ise bu hakkı yalnız veliye hasr ediyor. Ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran adem-i kefaetden naşi nikahı fesh ettirmek hakkı yalnız asabatdan olan velilere aiddir sair veliler bu hakka malik değiller. Bu maddede ise alel-ıtlak “Veli” deniliyor. Bu veli ise layihanın velayet hakkında kabul ettiği tertibe göre valide li-ümm ced dayı olabilir. Demek ki bunlarda adem-i kefaet sebebiyle nikahı fesh ettirebilecekler halbuki ahkam-ı şeriyyemize nazaran böyle bir fesh kabil değildir. Ahkam-ı fıkhiyyemize göre adem-i kefaetden dolayı velilerin nikahı fesh ettirmeye salahiyetleri vardır. Velev ki akd edilmiş olan nikah kendi izin ve muvafakatlerine mütevekkıf bulunmasın. Bu madde ise yalnız izin ve muvafakatine ihtiyac bulunan maddelerde veliye bu salahiyet veriliyor. Demek ki sinn-i rüşde vasıl bulunmuş olan bir kadının nikahında velisinin iznine ihtiyac bulunmadığından bu velinin adem-i kefaet sebebiyle itiraza nikahı fesh ettirmeğe salahiyeti olmayacak. nur etti. Esasen din böyle muazzam böyle hayat bahş bir şeydir. Bir millet iman ederse onun tarihi semeredar kapkaranlık çöllerin ortasında bir şule gibi parladı. Çölün kumları o şule ile infilak etti ve bu infilakin alevleri Delhi ile Gırnata arasında imtidad eden ufukları tenvir etti.” Karlaylın tasvir ettiği bu muazzam saha bir asır zarfında nur içinde kaldı. Fakat Arabistanda bu müddetin onda biri zarfında her şey tamam olmuştu. Harikulade bir kudret orada her şeyi ihya etmişti Kabe yine aynı Kabe idi. Fakat içindeki üç yüz altmış saneme ne olmuştu? Halk yine aynı halkdı. Onun zalim intikam-cu kalbleri onun anarşisi inhitatı rekabeti isyanı riyası sarhoşluğu çocuk öldürmesi kanlı mücadelesi insan kanını kurban olarak dökmesi hurafat-perestliği ne olmuştu? Bunlar zail olmuş yekdiğerine düşman putperestler muvahhid olmuşlar kardeş olmuşlar bir reisin bir nüfuzun bir kanunun etrafında toplanmışlar mefkurelerin en asiline teveccüh eden ahlakın en yükseğine riayet eden bir millet olmuş içinde teşkilatçılar kahramanlar mütefekkirler en yüksek medeniyetlerin ve en büyük milletlerin yetiştirebileceği en büyük rical vücud bulmuştu. Bilhassa bu noktaya celb-i dikkat etmelidir ki yüz sene zarfında Gırnata ile Delhi arasında intişar eden şan nice nice asırlar sonra Gırnatada ufule ve Delhide zafa uğradığı halde on sene zarfında Arabistanda tamam olan nur yüz binlerce insanın kalbinde yanıyor güneş payidar oldukça bu nur o yüz binlerce kalblerde güneşden daha parlak bir suretde yanacak terakki ve medeniyetin ebedi bir amili olacaktır. Ümmi bikes ve mazlum Muhammedin sesi emin olunuz alelade bir insanın sesi değildi. O ses insanları ölüm uykusundan uyandıran bir rad insanların derin köklü ahlaksızlığını fenalığını imha eden bir şemsin yeryüzündemelekut-ı semayıfirişteh-ane şefkati hakiki sadakati kahramanane cesareti ulvi fedakarlığı en ali-cenab merhameti en samimi muhabbeti en kıymetli tesanüdü tebşir eden bir sesdi. Hazret-i Muhammedin sesi beyabanda yalnız kayaların ve kumların aksiyle karşılanan bir ses değildi. Bu ses son risaletdi. Peygamberimiz en vazife-perver insandır. Kendisi Rabbülaleminden başka bir kimseyi tebcil etmemiş Rabbülalemine izafe olunan bütün beşeri ihtirasatı ferağat-i nefs ile ikdam ve gayret ile izaleye muvaffak olmuş sesini duyanların kaffesi onun teşyid ettiği kanaatle mütehassis olmuşdur. Karlaylın dediği gibi “İnsanlar bu sesi dinlemeli başkasına ehemmiyet vermemeli çünkü başkası hevadır” Filhakika insanlar bu sesi Hazret-i Muhammed bir vazı-ı kanun olmakla kalmaz bundan başka halkı cebr u tazyike uğratmaksızın kanuna itaati de öğretmiştir. Peygamberimizin getirdiği kanun ameli sağlam bir mecelle-i ahlakıyyedir ki bugün dahi dünyayı idareye layıkdır. Taylor bundan bahs ederken diyor ki: “İslam ahlakiyatı birkaç nokta-i nazardan bizim ahlakiyatımıza faikdir. İrade-i ilahiyyeye teslimiyet fahşadan ictinab iltizam-ı Müslümanlık bizim için vacibül-iktida bir nümune teşkil eyler. Müslümanlık içki kumar ve fuhşu menetmiştir. Halbuki bu üç rezilet hıristiyan memleketlerinin afetleridir.” Kont Dö Bolanoyiye de Müslümanlık kadar makul ve amal-i saliha işleyenler için ondan daha huzur ve itminan-bahş bir din bulunmadığını beyan etmekde ve yalnız Hıristiyanlığı haric tutmaktadır. Bartelmi Sakheyler de Hıristiyanlığı haric tutdukdan sonra Müslümanlıkla kabil-i kıyas ve beşer için mucib-i fahr olacak başka bir din bulunmadığını söyler. Hazret-i Muhammed Arabistanda ahlaka riayet esasını tarsin ettiği gibi memleketin ahval-i ictimaiyyesini tanzim etmiş ribayı mentaaddüd-i zevcatı tahdid kavanin-i veraseti tesis ederek Arabları müştehiyat-ı nefsaniyelerinden başka bir şey tanımayan vahşiler seviyesinden kanuna mutiakıl ve izan sahibi insanlar seviyesine çıkarmıştır. Hazret-i Muhammedin getirdiği din halık hakkındaki telkinatı pek yüksek beşerin irşadı için ihtiva ettiği esasat pek ameli olan bir din olmakla kalmaz. Bu din en büyük terakkiyat-ı maddiyye ve terakkiyat-ı ilmiyye Müslümanlık ehl-i İslamda bir atş-ı irfan vücuda getirmiş bu atşı teskin için müslümanlar çalışmışlar ve cihanı nur-ı irfandan müstefid ve müstefiz etmişlerdir. Karlayl Peygamberimizin yaptığı inkılabdan bahsederken diyor ki: “Hazret-i Muhammedin zuhuru Arabları zulmetden nura götürmüştür. Arabistan ancak bu sayede canlanmıştır. Fakir çobanlardan müteşekkil olan Arablar yaratıldıkları günden biri çöllerde hiçbir dikkati celb etmeksizin dolaşıp durmuşlardı. Kahraman Peygamber bunlara iman edecekleri bir kelime ile gönderildi. Ondan sonra hiç celb-i dikkat etmeyen insanlar cihanın dikkatini celb ettiler. Arabistan bir tarafdan Gırnataya diğer tarafdan Delhiye kadar imtidad etti. Arabistan dünyanın muazzam bir kısmına asırlarca ifaza-i yavaş inzibat ve revabıt-ı ictimaiyyelerinden uzaklaşarak tedenni ve terakkisinde amil olan muhtelif tesiratdan en mühimleri şüphesizdir ki milletlerin doğrudan doğruya ruhiyat ve maneviyyatına taalluk eden esaslardır. Henüz üzerinden iki senelik bir zaman geçen mücahede-i milliyyemiz; heyet-i ictimaiyyemizin fakir terakkiyat-ı maddiyye cihetiyle geri olmasına rağmen iman ve ahlak kuvvetinin ne müdhiş bir kabiliyet ve kıymet-i hayatiyye teşkil eylediğini bütün cihana karşı fiilen sademat-ı guna gun içinde her müşkil vaziyetden şan ve şerefle çıkan milletimiz bu mazhariyyetini her şeyden evvel iman ve ahlakına medyundur. Bu iman ve ahlak olmasa idi dört yüz çadır halkından koca bir millet doğmaz büyük bir çiftlik kadar araziye malik ufak bir kabileye adaleti sayesinde kişverler şehirler kendi arzularıyla inkıyada can atmazlardı. Bu iman ve ahlak olmasıydı kurun-ı vüstayı kurun-ı uhraya tahvil ve tebdil eden hadise-i tarihiye zuhura gelmez; Müslüman ruhu müslüman hakimiyeti hakime-i bilad olan na kadar şan ve şerefle satvet-i milliyye-i İslamiyyeyi ila eden ecdadımız bunu pek yüksek bir inzibat ve seciyeye kuvve-i maneviyyeye medyun idiler. Eğer bu yüksek azm u hidayet olmasaydı bütün bir cihan hukukuna karşı asırlarca dünyanın en müterakki en zi-satvet bir heyet-i ictimaiyyesi olarak yaşayamaz Ehl-i Saliblere göğüs geremezdik. En nihayet yine milletimizde bu azm u iman olmasaydı Dünya Harbinden mağlub çıktıkdan silahsız parasız kaldıktan sonra cihanları hayrete dünkü galibleri hezimete uğratan büyük zaferi kazanamazdık. Bütün bu maziye aid canlı isbatların bir de hale aid kıymeti vardır. Heyet-i ictimaiyyemiz için bais-i reha ve necat olan bu esaslar dün nasıl saadet ve satvetimizin miyarı ise bugünün ve bilhassa yarının da en emin en salim amil-i refah ve terakkisini teşkil etmektedir. Evet heyet-i ictimaiyyemizin yegane istinad-gahı ahlak ve maneviyatdır. Bunlara istinad etmeyen her tekemmül arzusu temeli olmayan bir bina kadar çürük olur. Hiçbir sahib-i akl heyet-i ictimaiyyemizin ana hatlarını teşkil eden revabıt-ı ahlakıyyenin lüzumunu inkar edemez. Hal böyle iken son senelerde bünye-i milliyyeyi tevhine başlayan tereddiyat ve fezayihin mazhar-ı revac olması istikbal için büyük bir tehlike teşkil etmektedir. Çünkü cemiyetimizin temelini istihdaf eden ictimai fevzalar milletin mukavemet ve seciyesinin en mühim bir unsurunu tahrib etmek istidadındadır. Son dinlediler ve on asırdan beri dinliyorlar. Bugün de Hazret-i Muhammedin sesi dünyanın her köşesinde İngilterede Amerikada Avustralyada Japonyada taassubdan azade olan bütün insanlar tarafından dinleniyor ve dünyanın nihayetine kadar dinlenecektir. Hazret-i Muhammedin yaktığı meşaleden sonra Arabistanın terakkisi hiçbir vechile gayr-i kabil-i izah değildir. Kuran-ı Kerimi dikkatle okuyanlar İslamın ihraz edeceği bütün şan ve şerefi orada görürler. Hazret-i Muhammed dünyaya gözlerini yumduğu zaman müslümanlara bırakmamıştır. Bir halkın kesb-i salah etmesi hususunda en büyük amil olan bir maksadı tahakkuk ettirmek için birlik ilk lümanlığı kabul eden erkek kadın yüksek alçak putperest hıristiyan Yehudi her insan diğer müslümanların kardeşi oluyordu. Onun kanı onların kanı gibi idi. Bu manzume-i uhuvvet her gün tevessüediyordu. Müslümanlık aktar-ı cihanda intişar ettiği zaman bile İslam uhuvveti payidar kalmıştı. Bir mühtedinin aslı ırkı rengi memleketi medeniyeti ne olursa olsun bir kere müslüman oldu mu diğer müslümanlarla bir oluyordu. İslam uhuvveti bunların hepsini bir kül yapıyor ve bunların müttehid kuvveti hepsini istedikleri istikamete tevcih ediyordu. Bir milletin terakkisi için lazım olan diğer amil şevk ve hayatiyetdir. Kuran-ı Kerimin tebliğatı Hazret-i Muhammedin kelimatı ile bunlar müslümanlar arasında zirve-i kemale varmıştı. Dinini tebcil ve kelime-i ilahiyyeyi bunun için yaşıyor bunun için ölüyor bunun uğurunda her mihmet ve meşakkate göğüs geriyor ne kazanırsa bu gayeye doğru tevcih ediyordu. Rivayet olunuyor ki harb meydanında bir düşmanın kellesini uçurmak üzere iken bu düşman Hazret-i Alinin yüzüne tükürdüğünden Hazret-i Ali derhal kılıncı kınına sokmuştu. Çünkü Ali şahsına karşı yapılan bir hakaretin Tarih-i milel gösteriyor ki akvam muhtelif tesirat altında ya tedricen inkişafa mazhar olmuşlar veyahut yavaş yıkıldığından haberleri yok mudur? Milletimizin en büyük felaket-i ictimaiyyesini alkışlayan bu bedbahtlara teessüfden ve biraz basiret ve izan temennisinde bulunmakdan başka yapılacak bir şey yoktur. Mahalle aralarına kadar bütün sokakları caddeleri kaplayan meyhanelerin na-mahdud bir suretde tevzive teşvik eylediği içki yüzünden şehir asayişinin ne kadar mütezarrır olduğunu izaha -hergün ceraid-i yevmiye lüzumu kadar tafsilat verdiği için- burada lüzum görmüyoruz. Yalnız sıhhati serveti idaresi müskiratın tesirat-ı hiyanet-karanesiyle harab olan bir nesilden istikbal için ne gibi bir kıymet beklenebileceğini düşünmek hakkımızdır. mühlik bir serbestinin husule getirdiği buhran-ı ictimai son zamanlarda o kadar vahim bir şekil almışdır ki insan bila-ihtiyar titremeksizin atiyi düşünemiyor. Bu vaziyet karşısında terbiye-i diniyyenin lüzum ve zarureti bir kat daha kendini göstermektedir. Vicdani hiçbir engele hiçbir kayda tabiolmayan ne Allahdan korkmak ne de kuldan utanmak bilmeyen nefsani bir hissiyatın behimiyyetden farkı var mıdır? Vicdani hududları hurafeden mülahazatı ne kadar manasız bir şeydir! Bunun içindir ki en ziyade serbest addolunan gazeteler bile şurada burada artık ayyuka çıkan çokdan daire-i namusu aşan taşan rezaletlerden şikayete feryada başladılar. yud-ı vicdaniyeden sıyrıldıktan ahlakdan uzaklaştıktan sonra süfliyetine de nihayet yoktur. Hürriyeti her istediğini yapmak manasına anlayan ve bu yolda maatteessüf hiçbir engele tesadüf etmeyen mütereddi kimselerden beklenecek elbette fazilet değildir. Bunlar meydanı boş buldukça çoğalacak ve gazetesinin bi-hakkın şikayet ettiği gibi geceleri caddelerden bile geçmek erbab-ı namus için mümkün olamayacaktır. Bu müdhiş ictimai inzibatsızlık manevi sahadaki boşluğun vehametini bir kere daha isbat ediyor. Herkesi aklı başında her sahib-i akl u izanı tedhişe başlayan tereddiyatın meydanı boş buldukça alabildiğine tevessü ve intişar edeceğine ve bin-netice hassa-i sirayet ile vatanın salim köşelerini de taht-ı işgaline alacağına asla şüphe edilmemelidir. Böyle bir hal maazallah heyet-i Bugünkü ve yarınki nesli kurtaracak bu nesillerin teşkil ettiği bünye-i milliyyeyi kuvvetlendirecek yalnız faziletdir. Maneviyatsızlıkla ahlaksızlıkla terakki ve teceddüde asla imkan yoktur. Edvar-ı cahiliyyeti gösteren kurun-ı ula hissizliğini kayıdsızlığını ifade eden dalalet-i Müskiratın alabildiğine revac bulması fuhşun calib-i teessüf bir suretde çoğalması hasail-i güzide-i milliyyeyi unutturan ihtirasata meydan açan avamil meyanındadır. Bunlara inzimamen edebiyat namına açık yazılar romanlar; sanayi-i nefise yerine açık resimler; larının müstekrek mülaabatı nesle ders-i fuhş ve rezail veren sinemalar tiyatrolar… yekdiğerinin tesirat-ı muzırrasını gevşetmiş sadakat-i aileyi mahv etmiş menfaat-i umumiyyenin sefahet yollarında servet-i milliyyenin imhasını elhasıl neslin maddeten manen tereddisini intac eylemiştir. Gerçi bu sukut ve dalalet vatanın her cüzüne lehülhamd sirayet etmiş bir halde değildir. Fakat bünyenin bir kısmına arız olan hastalık önü alınmazsa hiç şüphe yokdur ki her kısmını az zaman içinde istila eder. Bunun gibi bünye-i milliyyenin bir kısmında nümayan olan tereddiyat ve fevzaların menine teşebbüs olunmazsa bu reziletlerin vatanın her kısmını istila etmesinden tabir-i diğerle heyet-i ictimaiyyemizin infisahından bi-hakkın korkulur. Bu sirayetin ne kadar vahim bir felaket olduğunu yakinen ahlak ve tereddiyat-ı ictimaiyyesine şöyle bir göz gezdirmek kafidir. Fevza-yı ahlakıyyenin bir milleti ne gibi girdablara sürükleyebileceğine bundan daha vazıh nümune olamaz. Hürriyeti her istediğini yapmak manasına anlayan zafül-iman zafül-ahlak bir sürü mütereddilerin teşcileriyle vazife-i tabiiyyesini vakar ve iffetini unutan açık saçık kayıdsız rabıtasız birçok kadınlar zevk ve sefahet yerlerinde milletin gözüne bir hançer gibi saplanmaktadır. Artık hürriyeti bulan yani bugünkü manada ismet ve nezahetini gayb eden bu zavallıların memleketde aile saadeti namına mevcud olan ananevi bütün mukaddesatı çiğnediklerini esefsiz seyr etmek mümkün müdür?... Senelerden beri korktuğumuz feryad ettiğimiz akıbet maatteessüf kendini gösterdi. Bu neticeyi “terakki ve teceddüd” diye göstermek isteyenlerin acaba heyet-i delaletde bulunmasını istirham eder ve muhterem mebuslarımızla maarif vekil-i cedidi beyefendinin arz ettiğim hususata nazar-ı dikkatlerini celb etmenizi rica eylerim efendim. Açık Mektub Ankarada Meclis-i Milli Aza-yı Muhteremesine Malum-ı alileridir ki kaza müftüleri asgari altı yüz azami bin kuruş maaş-ı asli almaktadırlar. Mülga makam-ı meşihatin Harb-i Umuminin bidayetlerinde Meclis-i Milliye kabul ettirdiği maaş işte budur. Mülga Şeriyye Vekaleti her sene Meclis-i Milliye takdim eylediği bütçelerde hassaten senesi bütçesinde kaza müftülerinin maaşlarının tezyidi taleb olunsaydı Meclis-i Millinin kabul edeceği muhakkak idi. Meclis-i Millinin Diyanet riyasetinin bütçesini az zamanda müzakere ve tedkik ve aynen kabul etmesi davamızın bürhan-ı filisidir. Kazalarda mahkeme-i asliyye başkatibleri bin beş yüz kuruş maaş-ı asli almaktadırlar ve almalıdırlar. Mahkeme-i Şeriyyenin Adliyeye rabt edilmesiyle bir kısım vezaifinin kaza müftülerine kanunen tefrik edildiği zamandan beri gerek mülga makam-ı Meşihat ve gerek mülga Şeriyye Vekaleti her sene Meclis-i Milliye takdim eyledikleri bütçelerde kaza müftülerinin maaşlarının derece-i kifayeye iblağı hususunda bir teklifde bulunmamalarıyla kaza müftülerinin de ticaret etmekden kanunen memnu olduklarını ve vezaif-i kesire ile muvazzaf bulunduklarını unuttular. Kaza müftüleri vezaif-i iftadan başka Meclis-i cihat heyetinde reis rüyet-i hilal umuruyla ve vaizlere vesika vermek ve mürakabe etmekle eimme ve huteba ve sair memurin-i diniyyeyi ifa-yı vazife ettirmekle tedris ve irşadatla hulasa şeran ve kanunen pek çok vezaif ile muvazzafdırlar. Mesalih-i müslimine hasr-ı evkat eyleyen memurların mesarıfı emval-i müsliminden sarf olunmak umur-ı zaruriyye ve tabiiyyedendir. hükumet-i Cumhariyemizin maddi manevi terakki ve tealisinde lazım olan irşadat ki din millet vatan içindir bu irşadatı kaza müftüleri herkesden ziyade yaptı yapıyor yapacaktır. Meşrutiyetin ilanından sonra Balkan Harbinde Harb-i Umumide mücahede-i milliyyede kaza müftülerinin gösterdikleri ve elyevm göstermekde oldukları hamiyyet-i diniyye gayret-i milliyye ve vataniyye şanlı bir misaldir. Kaza müftülerinin maaşlarını memuriyet ve mevkilerinin ehemmiyetiyle mütenasib bir dereceye iblağ ediniz ve bu suretle kendilerini dıyk-ı büyük bir düşman ve en bariz bir tehlikedir. Vaziyet-i ictimaiyyenin ıslahı bugünün en mühim bir zarureti bulunduğu münakaşa kabul etmez bir katiyetle sabit olduktan sonra her şeyden evvel maneviyatın takviyesi lüzumunu da inkar ve ihmale imkan kalmaz… Vicdanlar üzerinde yegane müessir olan kuvvet-i aliye hissiyat-ı diniyye kalblerde hakim olmadıkça ahlaki ictimai muvazene hasıl olamaz. Çünkü vicdani kuyud ve hudud ve şurutun yegane esasını terbiye-i diniyye teşkil eder. Terbiye-i ahlakıyye terbiye-i ictimaiye hep bu esasdan teşeub eder. her şeyden evvel zaruridir. Bu tabii ve zaruri ıstıfa-yı lik bir mevki-i harabiye sukut etmesi artık emr-i vakişeklini alacakdır. Kendimizi aldatmamak için bu neticeleri acı olsa bile söylemek bir vazifedir. Mektublar: Sebilürreşad Ceride-i İslamiyyesi Müdüriyet-i Aliyyesine Medrese-i ilmiyyenin seddiyle memleketimizin ihtiyacat-ı diniyyesini tatmin edecek bir menba-ı feyz ü irfan kalmadı. Tedrisat-ı diniyyeye hahişger olan evlad-ı vatanın lecek? Memleketin din adamlarına olan ihtiyacını hangi müesseseler tehvin edecek? Medreseleri sed edilip açıkda kalan binlerce Anadolu talebesinin vaziyetleri ne olacak nerede tahsil edecekler? Genç Hıristiyanlar Cemiyeti memleketimizin her tarafına sokulup dinimiz milletimiz esasat-ı ictimaiyye ve ahlakımız aleyhinde müdhiş propagandalar yaparken bunlara karşı ilmen ve fikren müdafaa ve mücahedede bulunmak lazımdır. Bu müdafive mücahidleri hangi müesseselerimiz yetiştirecek? Köylerimizde günde beş defa borcumuz olan namazımızı kıldıracak köylünün imanını takviye edecek onlara fazileti talim edecek zaruri ihtiyaclarını tatmin edecek onları memleketin ahval-i umumiyyesinden haberdar edecek yüksek seciyeli dini mürşidler bundan sonra nereden yetişecek?. Bunlar muazzez memleketimizin hal ve istikbaline aid öyle suallerdir ki bunlara cevab vermek ve biraz da bunlarla meşgul olmak evliyayı umurumuzun en mütehattim bir vazifesidir. Hak ve hakikatin müdafii müslümanların mürevvic-i efkarı olan muhterem gazetenizin bu hususda lütfen hakikaten çok büyük hizmetde bulunmuşlardır. Fenalığa karşı muahezede bulunmakdan tehaşi edenler bari iyiliğe karşı teşekkür etmeyi ihmal etmeseler…. Hayaya Karşı İlan-ı Harb gazetesi yazıyor: “Komünizmin tabiati zorlayarak tatbik eylediği hürriyet-i ahlak Rusyada pek garib tezahüratı mucib olmuştur. Bu garaib bilhassa münasebat-ı cinsiyye meselesinde birtakım müdhiş neticelere varmıştır. Kafkasyadan gelen bir müşahidin rivayetine nazaran İran muhbirimizin bize yazdığı mektubundan Baküde fuhşun son derece-i rezalete erdiği aşikar oluyor. İsmetli hanımlar dışarı çıkmakdan hazer etmektedirler. Alüftelerin tecavüz ve taarruzuna uğramak korkusundan şerm ve haya sahibi erkekler geceleri caddelere çıkmakdan çekiniyorlar. Temayülat-ı cinsiyye nokta-i nazarından serbest bir terbiyenin taht-ı tesirinde bulunan Komsomol teşkilatından başka bir de Pioner teşkilatı vücuda getirilmiştir. Bunlar mekteb sinninden aşağı olan çocuklardan teşekkül eder. Pionerlerin en çok dolaştığı yer Nikola caddesindeki tuhafiye mağazalarıdır. Eski devrin pek itina ettiği bekaret ve ismet meselesine şimdi parmak arasından bakılmaktadır. Zaten Komünist hükumeti böyle modası geçmiş ismet mefhumlarına nazar-ı istihza ile bakmaktadır. Rusyada yeni bir cemiyet zuhur eylemiştir. Bu cemiyetin şiarı “Dalvay Şid” Defolsun hayadır. Muhbirimizin mülakat eylediği zat hatta Baküde bir Rus kadını ile erkeğinin tamamıyla uryan bir halde kolkola vererek bulvarda gezdiklerini göğüslerineDalvay Şid diye bir levha asmış olduklarını nakl eylemiştir. Hayasızların böyle serbestçe nümayiş yaptıkları sokaklara ulema kisvesiyle çıkmak pek müşkil olmuştur. Bayram olunca aktörler molla taklidi yaparak kendilerini meydanlarda tahkir ediyorlar.” Aristokrasi Sınıfının Şaşaalı Eğlenceleri Bu hafta Galatasaray Lisesinin geniş ve müzeyyen salonlarında Darülelhanın erkek kadın sazende ve muganniyeleri tarafından bir konser verildi. Gazetelerin yazdığına göre İstanbulun “münevver ve yüksek” aristokrasi zümresine mensub yüzlerce kadın ve erkek bu konserde bulunmuş sahnede genç hanımlar ve beyler birlikde alafranga havalar çalmışlar bazı hanımlar ecnebi operalarından parçaları teganni etmişler samiin bu müşterek konserden pek memnun ve mütehassis olmuşlar! Gazeteler bu konser hakkında sütunlarca takdirat ve tebrikatda bulundular. gazetesi “Darülelhana maişetden kurtarınız. Vezaif-i ifta ve kanuniyelerinden başka ibraz etmekde oldukları hamiyyet-i milliyye ve vataniyyede maddi ve manevi fezailin kaffesinde onlardan azami fedakarlık bekleyiniz. Malum-ı alileridir ki müftüler mürşid-i enamdır ve her zamanda lazımdır. Din-i celil-i İslamın en büyük hadimi hürriyetimizin en büyük aşığı istiklalimizin en büyük harisi icma-ı ümmetimiz olan Meclis-i Millimizin en büyük muini hükumet-i Cumhuriye-i İslamiyyemizin en büyük zahiri milletimizin en büyük mürşidi müftülerdir. Muğla eşrafı tarafından İstanbul Valisi Süleyman Sami Beye zirdeki telgraf gönderilmiştir: “Bu kere İstanbulda ahlak ve adab-ı milliyyemiz ile kabil-i telif olmayan dans salonlarına karşı icraat-ı vilayet-penahileri bil-umum müslümanları mesrur eylemiş olmakla teşekkürat-ı mahsusamızı arz eyleriz efendim.” gösteren en doğru bir vesikadır. Eğer milletimiz arzu-yı vicdanisini izhar edebilmek yollarına vakıf olsaydı elbette bugün fenalık bu derece revac bulamazdı. Şeair-i diniyye ve mümeyyizat-ı milliyyenin müdhiş sukutlara maruz kalmasından vicdan-ı umuminin ne kadar müteessir olduğunu izaha hacet yoktur. Fakat herkes göz yaşlarını kalbine akıttığı için ruh-ı millinin bu ıztırabı hakkıyla tezahür edemiyor. Ve bu yüzden milletin irade-i münkerat ve rezail hükümran oluyor. Ne vakit bütün memleket halkı Muğlalılar gibi vazifelerini ifa ederlerse ancak o zaman ictimai bozguncular irade-i milliyyeye “Ne lazım!” diye fenalıklara ve iyiliklere karşı lakayd kalacak olursa bir gün bünyan-ı ictimainin büsbütün çökeceğine şüphe etmemelidir. Muğlalılar İstanbul valisinin bu icraatından dolayı teşekküratda bulunuyorlar ve bil-umum müslümanların bundan mesrur olduklarını söylüyorlar. Bunun böyle olduğunda şüphe yoktur. Fakat memleketin bütün vilayet ve kazalarından vali beye böyle birer teşekkür telgrafı çekilmiş olsaydı ne kadar kadirşinaslık gösterilmiş olurdu. İstanbul Valisi dans salonlarını sed etmekle tedir. gazetesi tahliye edilen İspanyol mıntıkasının vaziyet-i müstakbelenin tenvirine matuf olarak Parisle Madrid arasında cereyan eden müzakeratın dostane bir mahiyetde bulunduğunu kayd ediyor. gazetesi icab eden tedabir-i ihtiyatiyenin ittihaz edildiğini ve Fransız menafiinin tehlikeye maruz bulunmadığını yazıyor. gazetesi Fransanın Fas ve Tanca ile alakadar olan devletlerden Abdülkerimi tasdik etmemelerini taleb etmesi lazım geldiğini yazıyor. General Lyauty askeri nümayişlere tevessül etmeksizin hudud kıtaatını takviye etmektedir. Tancada beynelmilel mıntıka asayiş ber kemaldir. Tetuandan edildiğine nazaran Miralay Fanzevelin Kumandası altında kuvvetli bir kol dün Undmarten sağ sahilinde icra-yı hareket etmiştir. Tetuan tarikinin bir kısmı üzerine mücahidler ateş açmışlardır. Mücahidlerin kesreti hasebiyle kıtaatın hareketi müşkil olmakla beraber bunlar kumandanlığın irae ettiği mevzileri işgal etmektedir. Romadan gelen bir telgrafa nazaran Mister Çemberlayn Musolini ve Briyan arasında Romada şimali Afrika hakkında gizli bir itilaf akd edilmiştir. Mösyö Briyan matbuata vukubulan beyanatında Bahr-i Sefid hususunda sulhün idamesi ancak İngiltere Fransa ve İtalya arasında bir teşrik-i mesai sayesinde kabil olabileceğini söylemiştir. Mösyö Briyan İspanyadan hiç bahs etmemiştir. Arnavudluğun vaziyeti hakkında mütenakız olmakla beraber mühim haberler vürud etmektedir. Belgraddaki nim resmi Avla Ajansının istihbarına nazaran Arnavudlukda hareket-i ihtilaliyyenin süratle tevessüü neticesinde Fanoli Kabinesinin vaziyeti müşkildir. Sabık Reis-i nuzzar hareket-i ihtilaliye Reisi Ahmed Zoğonun kumandası altındaki kuvvetlerden maada şimali Arnavudlukdaki bütün ahali ihtilale iştirak etmektedirler. Diğer tarafdan ajans Stefaniye Tirandan belediye reisinin imzasıyla gelen bir telgrafnameye nazaran meselenin Sırp ve Varangel kıtaatı mültecilerinin tahrikatından Sırb memurları tarafından tertib ve mitralyöz toplarla leriyle sahneye çıktıklarını bu konserde en bedii ve yüksek heyecan dakikaları yaşatan hanımlarımızı daha ğini söylüyor ve Şehremininden bu konser veren hanımlar – Neye itiraz ediyorsunuz? Sahnede yan yana oturup da sazendelik edecek değiller ya!... kin ve müfsid-i ahlak romanlar ve hikayeler teşkil ediyor ki muhteviyatları itibariyle tedkik olunacak olursa ya bir hayat-ı fuhş veya bir hayat-ı cinayetden mülhem çirkin mevzular üzerine ibtina ettiğini görüyoruz. Sinema fıkralar aksi manayı müstelzim olup doğrudan doğruya teşvik mahiyetinde bulunmakda ve kalb-i memlekete saplanan hançerler mesabesindedir. Ahlak üzerinde en ziyade müessir ve daima çirkin filmler irae eden sinemalar başlıca ahlaksızlığın menşe ve mebdeidirler. Genç kızların birer faciadan başka bir şey olmayan hal-i hazır hayatlarında sinemanın tesirini görmemek kabil değildir. Çocukları yetiştirmek ve gençliği içinde bulunduğu tehlikeden kurtarmak vazifesini idrak etmiş isek onları bugünün iğrenç muallimleri olan sinemalardan ve çirkin romanlardan tenzih etmeli ve onları yarınki sarp ve çetin yolda pürüzsüz yürütebilmek için metin bir seciyye gazetesi yazıyor: “Türk sahnesini canlandırmak üzere bir himaye cem-iyyeti teşekkül etmiştir. Birkaç gün evvel telgraf haberleri arasında Ankarada Türk Tiyatrosunu Himaye Cemiyeti ünvanıyla yeni bir cemiyet teşekkül ettiğini yazmıştık. Memleketimizde himayeye hassaten muhtac şeylerden biri de tiyatro olduğuna göre Ankarada vücud bulan bu müfid teşebbüsün mennuniyetle karşılanması pek tabiidir. Türk Tiyatrosunu Himaye Cemiyeti resmen teşekkül eylemiştir. Maarif Vekili Şükrü Beyefendi cemiyetin Reis-i umumisidirler. Pek muhterem birçok mebuslar da cemiyetin aza-yı hamiye ve faalesi arasındadır.” Mısır: Mısır ahvalinde zerre kadar bir salah vukubulmamıştır. ki-i iktidara getirmişler ve bütün istediklerini kabul et ni söylemeye başlamışlardır. Yalnız bugünlerde tavazzuh eden bir şey varsa o da İngilizlerin Mısırda tatbik etmek bu siyaseti tatbik için fırsat bekledikleridir. Serdarları Liestakın katli İngilizlere dört gözle bekledikleri fırsatı ve makasıd-ı istila-cuyanelerini tahakkuk ettirmişlerdir. teçhiz edildikden sonra memleketde iğtişaş tevlid etmek maksadıyla Arnavutluğun şimal hududunu istila ettikleri bildiriliyor. Aynı zamanda cenubi Arnavudlukda Yunanistan arazisi dahilinde teşkil edilen çeteler Arnavutluka girmek teşebbüsünde bulunmaktadır. Tiran ahalisi Sırbistan ile Yunanistan arasında resmen hilafına Sırbların tecavüzüne karşı mühim nümayişler tertib etmişlerdir. gazetesi yazıyor: Evkaf Komisyonu hazırladığı layihayı birkaç güne kadar heyet-i vekileye verecektir. İstihbaratıma nazaran layiha-i kanuniye dört veya beş maddeden ibaret olacaktır. Layihada badema evlada vakf etmek menedilecektir. Ancak umumi müessesat için teberruat yapılabilecektir. Konyadaki Celaliye Kırşehirdeki Bektaşiye Ankaradaki Bayramiye müstesna vakıflarıyla Erzincandaki müstesna Evkaf ilga edileceği gibi mevcud bilumum vakıflar ashabının mülkü olarak ilan edilecektir. Evkafın mütevelliliği olmayacaktır. Evlada verilmiş vakıflar cinsine göre sahibinin mülkü olacağı gibi umuma aid olanlar da emlak-i milliyye olacaktır. Layiha azami on beş güne kadar Meclise gönderilecektir.” zetesinde Konya erkek mektebi terbiye-i bedeniyye muallimlerinden Celal Bey tarafından Maarif Vekili Şükrü Beye hitaben yazılan bir mektubdan: “Bu günün saf ve genç yavrularını ihata eden ahlaki tehlike hiçbir vakit bugünkü kadar kuvvetli olmamıştır. Genç vicdanlar üzerinde sekamet tevlid eden telkinat-ı muzırra ve onun peyrevi ahlaki tehlikeler gençlerin etrafını kızgın bir alev gibi sarmıştır. Sokak tiyatro sinema ve roman!... İşte çocuklarımızın etrafını saran kızgın alev! Evet çocuklarımızı sokağın ahlakı bozan müessiratından sinemalardan tiyatrolardan hatar-nak eğlencelerden ve romandan kurtarmalıyız. Bugün on dört yaşındaki bir kızın veya çocuğun bildiklerini tahrir değil tahattur bile etmek ahlak namına ne kadar hicab-aver olur. Nezih çocuklarımızın yekdiğeriyle müsabaka edercesine satın aldıkları kitabların açık saçık resimlerle tezyin-i sütun eden mizahi gazetelerin harikulade bir muvaffakiyetle ifaya muvaffak olmuştu. Validelerinin ziyaından dolayı Mevlana Muhammed Ali karanemizi takdim etmeyi bir vazife addederiz. Tunus: Harb-i Umumi esnasında garb devletleri küçük milletlerin hürriyet ve istiklalini temin için harb ettiklerini ve askeriyelerini temin etmişlerdi. Bu küçük milletler arasında Tunusda vardı. Harbin hitamını müteakib Tunuslular mevud-ı istiklal ve hürriyete kavuşacaklarını ümid ederek sevinmişler ve Fransızların ne yapacaklarını beklemeye başlamışlardı. Halbuki Tunusluların intizarı boşuna gitmiş ve binaenaleyh oradade Meşrutiyet perver bir fırka teşekkül ederek Tunusda meşrutiyetin beyine müracaat ederek müzaheretini temin etmişler ve bin-netice bey de Fransaya arzuhal eylemiş milletin metalibi kabul edilmezse beylikden istifa edeceğini beyan etmiş ve hatta filen istifa etmişti. Fransızların müşarunileyhi kabul edeceklerini söylemişler fakat vadlerini tahakkuk ettirmek vadisinde hiçbir şey yapmamışlardı. Maamafih de Fransızlar yeni Tunus beyine müracaat ederek Tunusda yapmak istedikleri ıslahata dair bazı beyanatda bulunmuşlar o da bunları kabul edivermişti. Fransızların bu ıslahatı Tunusda bir meclisin tesisini temin ediyorsa da bu meclisin salahiyeti birtakım mesail-i maliyeyi müzakereden ibaretdir. Meclis azadan teşekkül edecek bunların bir kısmı Fransız müessesat-ı ticariyye ve temsil edeceğinden Fransız olacaki Tunuslu olacak bunların ikisini hükümet tayin edecek ve diğerleri de dört dereceli bir intihab ile intihab olunacaktır fakat üçü de Yahudi olacaktır. Tunuslular Fransızların bu ıslahatını red ederek teşebbüsatda bulunmaya başlamışlar nihayet Heriyo kabinesine müracaat ederek meseleyi nazar-ı dikkate almalarını rica etmişlerdi. Mösyö Heriyo meseleyi nazar-ı dikkate alacağını ve taht-ı riyasetinde bir heyet teşkil ederek amik tedkikatda bulunacağını vad etmişti. Fakat bu vad de tutulmamış ve bu güne kadar bu heyet teşekkül etmemiştir. Bundan dolayı esasen Fransızlardan bizar olan Tunuslular arasında birtakım harekat başlamışdır. Tunuslular hukuk-ı milliyyelerinin mehma emken tanınmasını ve sahibi oldukları memleketde hiç olmazsa oraya gelen ecnebiler kadar sahib-i haysiyet ve sahib-i hukuk olmalarını taleb ettikleri halde buna muvaffak olamıyorlar. Tabii bunun neticesi halkın bizar olarak herçi bad abad bir hareketde bulunmasıdır. Suriye: Suriyenin istiklalini müdafaa etmek üzere Avrupada bulunan meşhur Arab üdeba ve ekabir-i Artık İngilizler istediklerini yapmış maksadlarını tahakkuk ettirmiş bulunuyorlar. Buna karşı Mısırlılar ne yapacak? Sıra Mısırlılarındır. Onların İngilizlere karşı ihtiyar edecekleri hatt-ı hareket meseleyi hall ü fasl edecektir. Son posta ile Mısırdan gelen gazetelerden anlaşıldığına göre Mısırlıların ilk düşündükleri ve tatbikine kemal-i ihtimam ile çalıştıkları şey İngilizlerle iktisadi münasebatın katıdır. İngilizlerle alış veriş etmemek İngiliz emtiasını kullanmamak İngiliz bankalarındaki Mısır paralarını geri almak İngiliz şirketleriyle teşrik-i mesai etmemek elhasıl İngilizlerle hiçbir muamelede bulunmamak hatta İngilizlere Mısırın mahsulat-ı ziraiyesini satmamak. zayiata duçar edecek olan bu planı tahakkuk ettirmek kı irşada başlamıştır. Bir tarafdan halk bu şekilde menfi mukavemete teşvik olunduğu gibi diğer tarafdan Mısır sanayiini ileriletmek için müsbet hareketlerde de bulunulmaktadır. sırlıların tertib ettikleri ilk hareket budur. Bilhassa Mısır kadınlarının bu hareketi teşvik etmeleri azim bir ehemmiyeti haizdir. Mısırlılar bu iktisadi hareketde muvaffak olurlarsa İngilizleri bi-hakkın izrar etmiş olurlar. Bakalım bu hareketi nasıl hareketler ve mukavemetler takib edecektir. Hindistan: Hindistan ekabir-i mücahidininden Mevlana Muhammed Ali on seneden beri duçar olduğu felaketlerden İngilizler tarafından haps olunmak nefy edilmek gibi musibetlerden dolayı Delhide neşretmekde olduğu haftalık -Arkadaş risalesini tatile mecbur kalmıştı. Ahiren müşarun-ileyh bu risalesini ihya ederek tekrar neşre başlamıştır. Mevlana Muhammed Ali gerek İslam davasının gerek Hindistan davasının en hararetli en salahiyetdar müdafilerinden biridir. hakikaten mükemmel bir risale-i usbuiyedir. ı neşre başladığından dolayı Mevlana Muhammed Aliyi samimiyetle tebrik eder ve neşriyatının bir fasılaya uğramamasını Cenab-ı Hakdan niyaz ederiz. Maamafih Mevlana Muhammed Alii neşre başladıktan sonra bütün HindistandaBi-EmanyaniBüyük Valide namıyla maruf olan validesinin ziya-ı ebedisiyle matemnak olmuştur. Müşarun-ileyhin irtihali Hindistanda azim teessürlerle karşılanmıştır. Karilerimizin hatırında olmak gerektir ki müşarun-ileyhanınkadının mezaya-yı hakikiyesihakkında irad ettiği bir hitabeyi a nakl etmiştik. Anadolu mücahedesi esnasında Hindistanda seyahatler icra ederek iane toplamaya çalışmış ve bu suretle o zaman mahbus olan evladlarının vazifelerini Mısırda Zalul Paşa ile rüfekası bütün Mısır namına hareket ederek istiklallerinin tanınmasını taleb etmişler ve bu talebin reddi üzerine Mısırda İngiliz süngüsüyle Şevket Ali gibi birçok vatan-perverler zuhur ederek İngiliz zulmüyle mücadeleye ve Hindistanın muhtariyetini istemeye başlamıştı. Afganistanda Emanullah Han memleketinin ruyordu. İngilizlerin müstakil müreffeh bir Arab devleti vücuda getireceklerini tahmin eden Arablar düştükleri azim hatayı idrak ederek telafi-i mafate çalışıyorlardı. Elhasıl İngilize karşı her yerde bir kıyam her yerde bir galeyan vardı. Bütün şark memleketlerine nümune-i iktida teşkil eden memleketin Türkiye olduğuna kaniolan İngilizler Türkiyenin kolunu kanadını kırmaya Türkiyeyi ehemmiyetsiz bir Asya Devleti seviyesine indirmeye muvaffak olurlarsa şark ve İslam alemini en büyük manevi lıkla kurban edebileceklerine zahib olarak var kuvvetlerini Türkiyeye çevirmişler el çabukluğuyla Yunanistanı Türkiyenin başına musallat etmişler ve bu devleti paralarıyla silahlarıyla ve her vasıta ile takviye etmişlerdi. kusvaya iblağ edeceklerine kaniidiler. Hadisat onların bu kanaatini zir ü zeber etti. Türk milleti düşmanlarının kendini zincirlemek için vukubulan bütün teşebbüsatını kati akamete duçar eden bir hamiyyet ve celadetle sahne-i tarihe bir kere daha çıktı ve İngilizlerin bütün amalini zir ü zeber etti. diyyelerine almak istedikleri halde Türkiyenin azm ü manevi kuvvetini kat kat yükseltti. Türkiyenin Harb-i Umumiden mağlub ve perişan çıkmasına rağmen derhal belini doğrultarak meydan-ı mücahedeye atılması düşmanların en mühlik ve vesaitine karşı gelerek hayat ve istiklalini kurtarmaya muvaffak olması hürriyet ve istiklal aşkıyla yanan şark milletlerine takib edecekleri tarik-i mücahedeyi göstermişti. Şark ve İslam milletleri Türkiyenin gösterdiği azm ü sebatı gösterdikleri takdirde onlar da aynı neticeye hayat ve istiklale kavuşacaklardı. Şark ve İslam milletleri bu hakikati idrak ve bu hakikate tevfik-i hareket ederek mücadeleye başladılar. muharririnden Şekib Arslan Bey Cemiyyet-i Akvam nezdinde vukubulan teşebbüsatına dair Kahirede münteşir ye mufassal malumat vermiştir. Mumaileyhin verdiği malumata göre Suriye heyeti Fransanın Suriye mandası İngilterenin Filistin mandası aleyhinde protestoda bulunmuş gerek Filistin gerek Suriyeden ecnebi askerlerinin kamilen çekilmesini Suriye Filistin ve Lübnanın Cemiyyet-i Akvama aza olarak kabul edilmelerini taleb etmişlerdir. Cemiyyet-i Akvamın mandalar şubesi açıldığı zaman Suriye heyeti bu şubeye de müracaat ederek protestolarını ve metalibini tekrar etmiştir. Cemiyyet-i Akvam Meclisi Irakın Cemiyyet-i Akvama kabulüne amade olduğunu kararlaştırınca Suriye heyeti Suriye ile Filistinin aynı muameleyi görmesini taleb etmiştir. Suriye heyeti dört seneden beri Cemiyyet-i Akvama müracaat ederek Suriye ahalisini temsil ettiklerine dair vekaletnameleri hamil olduğunu beyan ettiği halde Cemiyyet-i Akvam bu heyeti bir defa olsun dinlemek zahmetini ihtiyar etmemiştir. Maamafih Suriye heyeti Suriyenin Cemiyyet-i Akvama kabul edileceğini ümid etmektedir. azim bir ekseriyetle gelen muhafazakarların ilk işi Harb-i Umumi Mütarekesini müteakib azim tezelzüllere uğrayan lazimede bulunmak oldu. Harb-i Umumiyi müteakib yet muhtariyet vad ettikden sonra bu vadleri tahakkuk ettirmek şöyle dursun bunları hatırına bile getirmedi. Harb esnasında İngiltere şark milletlerinin parasını ve kanını mass ve bu suretle hem Avrupadaki düşmanlarını hem şark milletlerini bitab düşürmek için hürriyet ve lerinin kimisi bil-ihtiyar kimisi bil-ıztırar bu ağa düştü. Fakat düşenlerin hepsi İngilterenin vadlerini tahakkuk ettirince zayiettikleri her şeyi telafi edeceklerini tahmin ederek sabr ediyorlardı. Şark milletleri İngiltereden veSEBILÜRREŞAD - - paratorluğunun yüz milyonlarca insanı ilel-ebed esir tutmak için kullandıkları vesait hurdahaş olmuştu. Bu hezimetin intikamını almak için gece gündüz çırpınan bir kabine getirerek son derece şiddet istimaliyle nüfuzlarını tesis etmeye karar verdiler ve fırsat gözetmeye başladılar. Üç hafta mukaddem Mısırda bir İngiliz generalinin katli bekledikleri fırsatı bahşetti. derhal bütün vesait-i tedhişiyyeye müracaat ederek Mısırlıların gözünü yıldırmak ve bütün makasıd-ı istila-cuyanelerini tahakkuk ettirmek istediler. FilvakiMısırlıların elinde İngiliz vesaitine karşı gelecek bir şey yoktur. Fakat Mısırlılar çok zevatı tevkif ettirdiler. İngilizlerin hedefi her yerde aleyhindeki her hareketi akamete uğratmak olduğundan hiç şüphesiz bu şiddeti tatbik etmekde devam edeceklerdir. Halbuki İngilizlerin şiddet-i istimaline lüzum görmeleri ve şiddetden başka yapacak bir şey bulmamaları malum olduğu üzere şiddet müracaat edilecek en son çaredir. İngilizler bu çareye müracaatdan başka bir şey yapamamakla istikbalini bu şiddetin netayicine bağlamış bulunmaktadırlar. Şiddet siyaseti hiçbir vakit yüz milyonlarca mütehassis edecek bir vasıta olmadığından bunun isyan şiddet ve tedhiş ile hiçbir memleketi hoşnud etmeyecek hiçbir milleti kendisine merbut edemeyecek bil-akis aleyhindeki cereyanları infilak ettirecekdir. İngiltere Avrupa devletlerine ses çıkartmamak hatta harekatını tasvib ettirmek için her şey yapabilir. Fakat istimal ettiği şiddet ve tedhiş akıbetinden yakasını kurtaramaz. bu safhadadır. Biz herhalde hak ve adaletin muvaffak olacağı ve İngiliz zulüm ve şiddetinin pek yakında tebah olacağı kanaatindeyiz. Meğer hiç öyle değilmiş ne inkisar-ı hayal: Aşınca vahayı bir kumdur etti istikbal! Batar çıkar gideriz çaresiz yorulsak da. Evet belirmede yer yer birer sevimli ada; Nedir ki arkası umran filan değil heyhat O çöl dedikleri aylarca bitmeyen nakarat! Daraldı gitgide vadi demek yakınlaştık. Harabeler sökedursun yavaş yavaş artık: Göründü işte sütunlar; kırık dökük yer yer Göründü yerlere bi-tab düşmüş abideler; Göründü kaç sıra ma’bed ki kaplamış yurdu; Göründü birçoğunun pare pare ma’budu! Sağında na-mütenahi yıkıntı dalgaları; Solunda hangi hariminse tek kalan duvarı; Önünde gövdesi kırk elli parça heykeller; O yanda kumlara yüzlerce dev kadidi batar; Bu yanda toprağı bin müstahase yırtar atar. Harab emellerin enkazı savrulur şurada; Yıkık sarayları çiğner geçer nigah arada... Hülasa bir ebedi kevni yok zemin-i fesad Şu bağlı yelkeni çözsek de nehri atlayarak Biraz da karşıki vadiye doğru yollansak. Güneş çocuk: Yoracak hali yok sular durgun; Gelin gecikmeyelim tam zamanı yolculuğun. Kürekler işlesin öyleyse durmadan gideriz. Fakat bu “Nil-i Mübarek” mezar kadar hissiz: Bütün sevahili boğmuş gömerken emvacı Ne vardı bir acı duysaydı? Şöyle dursun acı Huzur içinde sanırsın ki ninniler duyuyor: Semayı altına sermiş derin derin uyuyor! Henüz harim-i zılalinde bir cihan saklar O belki yetmiş asırlık mehib Karnak’lar; Alınların biriken kanlı terli hüsranı: Şu Teb harabesinin dalga dalga umranı; Şu sermediyyeti hala sayıklayan asar Ki hay u huy-i medidiyle inlemişti civar... Bugün sütunlarının küskün ihtişamıyle Ne ser-nigun oluvermiş aman bakın Nil’e! Yanaştık öyle mi? A’la! Geniş de bir kumsal; Hemen basıp çıkalım açmasın kenardaki sal. Zemin epey batıyor: Yolcu geçmemiş çokluk... Şu hurmalıkları tuttuk mu oh kurtulduk... Başmuharrir Sahib ve Müdir Fahru’l Muhadderat Emire Hadice Hanımefendi Hazretlerine Bu kıpkızıl kayanın bağrı kaç yerinden oyuk! Sırayla birçok isim var... Tesadüfen okuduk: “İkinci Amnofis” a’la! Hemen girip görelim. Eşikte loştu kovuk şimdi büsbütün muzlim. Şu var ki sürmedi sıyrıldı perdeler nagah Çevirdi düğmeyi besbelli arkadan fellah. Ne çare! İnmeli madem ki sormadan girdik. Aşağya doğru zeminin devamı haylice dik... Hayır kapanmayabilmek hüner değil o kadar: Adımda bir basamak var ki taştan oymuşlar. Yavaş yavaş iniyorken uzandı bir köprü... Önünde var ya delilin tevekkül et de yürü! Geçer miyiz geçeriz haydi şimdi bismillah! Kaza savuştu ya lakin ne söylüyor fellah: Meğer zifir mi zifir bir belalı kan kuyusu Bu takma köprünün altında tutmamış mı pusu! Demek ki: Çalmak için muhteşem kemiklerini –Nüfuza uğraşıyorken yolun serairine– Basınca eğreti konmuş kapakların birine Cehennemin dibi buymuş deyip tekerlenecek! Aman çabuk geçelim yer tekin değilmiş pek... Demin kalan basamaklar yetiştiler tekrar Beraber etmeye baktık aşağıya doğru firar. Sitare mevkibi halinde kafileyle ziya Geçit boyunca dizilmiş pırıl pırıl guya: Kovanda habsedilen bir yığın ateşböceği Delip halas olayım der bu sermedi geceyi! Duvarların tavanın her yerinde bi-payan Tekerrürüyle tevali eden rumuz-i beyan. Nedir leyale bürünmüş o renk renk eşkal? Kimin hesabına zulmette oynayan bu hayal? Kimin? Nedir? diye lakin kolayladık geçidi; Direkli bir yere çıkmaktayız bakın şimdi. Harim-i hasına geldik demek ki Fir’avn’ın; Gürültü etmeyelim bi-huzur olur amanın! Fakat bu sahne dağın sinesinde pek müdhiş; Açık sema gibi yıldızlı mavi bir meneviş Sıkıştı gitgide vadi nihayet oldu boğaz. Güneş çocuk değil artık şu var ki pek yaramaz: Sonunda cevvi tutuşturmak istedikçe hele Çekilmiyordu bu en nazlı günlerinde bile! Aman bakın ne perişan şu toprağın hali: Bucak bucak deşerek toprak olmuş ensali Çukurlarıyle hayır leşleriyle yutmuşlar! Kefen soyanlar adammış bu fareler canavar! Delik deşik kayalıklar delik deşik sağ sol: Mezar araştırıyor her tarafta bir sürü kol. Sürüklenir sıralanmış paçavra enkazı Zuhur eder diye altında mumyalar ba’zı; Didiklenir elenir kül kemik bütün kümeler... Nedir bu acz-i beşer karşısında hırs-ı beşer? Büküldü tuttuğumuz yol cenuba doğru biraz; Güneşse rüşdüne rağmen bütün bütün yaramaz: Önünde damla kadar gölge sezmesin alevi Bir an içinde bakarsın adımlayıp cevvi Ne kuytu der ne siper parçalar geçer mutlak; Nasıl ki parçalamış: Her taraf çırılçıplak! Asıl belası: Bu gittikçe kıvrılan dirsek Uzun sürerse eminim devam edilmeyecek: Kireç yakılmaya mahsus ocakların bir eşi Kürek kürek saçıyor küllenip duran güneşi! Hayır sürekli değil bitti hem yaman bitti; Gelin de sahneyi bir seyredin gelin şimdi: Geçit biraz dönerek garba sarkacak yerde Gerildi ansızın afaka bir kızıl perde: Ne ihtişam-ı İlahi! Ne saltanat! Ne celal! Eteklerinde zemin devre devre izmihlal. Bu cebhe fecr-i ezelden örülmüş olsa gerek; Gurub alevleri yahud tehaccür eyleyerek Haris emelleri tehdide etmek üzre devam Fezada alnını çatmış bu sermedi ehram! Evet murakabe halinde bir sükut-i mehib Çıkıp harabe-i edvara yaslanan bu hatib. Ne bir hitabe hayır yükselen ne bir minber O çünkü çok daha yüksek o bir derin makber! Parıldayıp duruyor kaplamış bütün sakfı. Duvarların görünen sağlı sollu her tarafı –Mematı hep akabatıyle gösterir yollu– Ecinni ordusu şeklinde bin hurafe dolu. Nasıl ki aynı hikayatı söylüyor tekmil Şu perde perde sütunlar da işte ber-tafsil. Peki o nerde? diyorduk hemen zuhur etti Benekli kırmızı benziyle parlayan lahdi. Açıktı üstü kapak şimdi bir kalın camdı; Başında düğme de varmış ki asrın evladı Koşup bükünce ziya huzme huzme fışkırarak Göründü kalkamaz olmuş zavallı bir hortlak! Adaletin ne şehametli bir tecellisi Şu leş görür gibi görmek İkinci Amnofis’i! Bu Fir’avun ki civarından ürküyordu beşer; Bu Fir’avun ki sütunlar saraylar abideler Bütün hayatını ezberletirdi afaka; Bu Fir’avun ki eğilmişse boynu bir hakka O sade kendi bekasıydı kendi nefsiydi; Bu Fir’avun ki o zıllin hayal-i te’bidi Dumanlı beynini sardıkça artık efrada Muhal olurdu huzur ihtimali dünyada; Bu Fir’avun ki cehennemdi yerde kabusu Cehennem olmadan evvel vücud-i menhusu; Bu Fir’avun ki beşer korkudan büküp belini Huşu’ içinde tavaf eylemişti heykelini; Bu Fir’avun bu görünmez kaza bu saklı bela Ki bir zaman tapılıp dendi: “Rabbune’l-a’la!”... Ne intikam-ı İlahi ne sermedi hüsran: Gelen geçenlere ibret yatar sefil üryan! Soyulmadık eti kalmış bilinmiyor kefeni; Açıkta mumyası hala dağılmayan bedeni. Bu çehre miydi ki titrerdi karşısında zemin? Bunun mu handesi afaka tarh ederdi enin? Hayır bu çehre değil şimdi bir sicill-i azab: Bütün hututu perişan bütün meali harab. Birer siyah uçurum gürleyen çakan gözler; O yıldırımların artık yerinde yeller eser! Ölüm derinleşedursun çökük şakaklarda Düğümlü bir acı hüsran henüz dudaklarda. Nedir düşündüğü bilmem o seyrelen sakalın; Bir ızdırab-ı mehibin zebunu lakin alın. Yanık kütüklere dönmüş karın kasık el ayak; Yakında küllenerek hepsi tarumar olacak. Şu gördüğüm mü nihayet bu leş mi akıbetin? Bunun mu uğruna milyonla ruhu inlettin? Şeametin ne de etmiş ki cevvi istila: Hayatın ayrı felaket mematın ayrı bela! Evet sen eyleyemezdin sütun sütun feveran Boşanmasaydı o ter bigünah alınlardan. Zehirli ot gibi fışkırdı heykelin yer yer Sulandı çünkü şu vadi beşer kanıyla beşer! Zemine sığmadı bir türlü korkarım cesedin; Yazık ki murdarı toprak bulup da örtemedin! Nedir şevahikı tırnakla dişle oydurarak Hayatının deşiversem birinci perdesini Kulaklarım duyacak çıplak etlerin sesini. O etlerin ki alev püsküren sıcaklarda Tüter dururdu inen kırbacınla kalkar da! Yorulmak onlar için bir bilinmedik haktı O etlerin ki bütün hakkı parçalanmaktı! Gözümde canlanıyor oh devr-i muhteşemin; Nasıl hayaleti kumlardan uğramışsa demin. Fakat nasibini almış ki her tarafta ibad Yetim iniltisi ancak kesilmeyen feryad! Ne hanümanları yıktın yıkılmadan şuraya? Ne aşiyanları ezmişti kim bilir bu kaya? Dokunsam ağlayacak söylemez ki kaç kanı var Uzandığın çukurun karşıdan bakan şu duvar. Ne yüzle söyleyebilsin: Şerik-i haybetidir! Bekan için mi bir bileydim ey hasir Fezaya dağları “heykel!” dedin yuvarlattın; “Mezar!” dedin dağın altında bir feza çattın? Ümidin oysa eger korkarım ki aldandın; Serab içinde yüzerken denizdeyim sandın: Mezara heykele aid bütün bu velveleler Bekan için mi hakikat? Meramın oysa heder: Evet bütün beşerin hakkıdır beka emeli; Fakat bu hakkı ne taştan ne leşten istemeli! - - SEBILÜRREŞAD aniyye böyle değildir. Çünkü hudud-ı coğrafya hudud-ı ırkıyye yahut hudud-ı zamaniyye ile mahdud değildir. Bunlar bütün beşeriyetin malıdır. Bunların ebvab-ı rahmeti herkese açıkdır. Bunları her kim kabul eder ve onları yaşarsa onlardan müstefid olur. Müslümanlar bu hakaik-i ilahiyyeye tevfik-i hareket ettikleri müddetçe zafer taçlarıyla tetevvüc ettiler. Bugün ise müslümanlar bu hakaike yüz çevirmişler ve bu yüzden satvet ve nüfuzlarını zayietmişlerdir. Öte tarafdan suret-i zahirede dir. Beşerin berat-ı necatı Kuran-ı Kerim olarak on üç asır mukaddem gönderilmiş bulunuyor. Bu kitab-ı ilahi hayatın her safhasında müslümanların rehberidir. Bu sayede müslümanlar cihana hakim olmuşlardı. Bil-ahare müslümanlar “Nezd-i ilahide en kerim olanların en zi-yade mütteki olanlar olduğunu” unuttular. Her şeyin “amel” ile ihraz eylediğinden gaflet ettiler. İnsanlar babalarının kazandıkları muvaffakiyyata göre muamele görseler hiç şüphesiz nim vahşi bir millet olan Arablar hiçbir vakit hakim-i cihan bir millet olmazdı. Binaenaleyh müslümanların inhitatından hiçbir vakit Kuran-ı Kerim mesul tutulamaz. Kuran bir kanun-ı hayatdır ki ona riayet eden nail-i muvaffakiyet olur. Bize karşı bugün hakaik-i ilahiyeyi yaşatmaya gayret ediyorlar. Bugün bizim vaziyetimiz çok fenadır. Bütün dünya bizim beyhude yere uğraştığımıza zahibdir. Herkesin nazarında biz mahkum bir ümmetiz evvelce Endülüsde yapıldığı gibi her yerde muhteşem mazimizin bütün asarını silip süpürmek için planlar tertib olunmaktadır. Suriye Filistin Irak ve sair memalik-i İslamiyyede hayat-ı yapılıyor. En şayan-ı hayret olan nokta Avrupa İslamın devr-i tealisinde bütün dünyanın en koyu cahil kıtası ediyor insanlığın hadimi olduğunu mağrurane iddia ediyor. Son Harb-i Umumi hakkında ise onun ancak küçük milletleri kavi mütecavizlere karşı müdafaa etmek için kuvvete karşı hakkı ihkak etmek için vukubulduğunu söylüyor. Bunların hepsi boş sözlerdir. Harbin sebebi ticaretçilikdi. Harbin saiki küçük milletlerin himayesi olsaydı hiç olmazsa küçük milletlere tecavüz edilmediğini görmek icab ederdi. Halbuki Türkiyeye neler yapılmadı. Medeniyet düşmanı oldukları Avrupalılar tarafından zisine taarruz edilmediği halde Türklerin yeryüzünden kaldırılmaları için teşebbüs edildi. Bunun sebebi ne? Avrupanın hayatı tezyid-i serveti icab etmektedir. MüHepimiz her yerde en yüksek sesimizle haykırıyoruz ki Avrupa medeniyeti İslam medeniyetinin bir inkişafıdır. Avrupa en derin cehalete batmış iken müslümanlar her şube-i irfanı keşf etmişlerdi. Eslafımızın şanını tanıdığımız halde onlara bu şan ve şerefi bahş eden esbabı tedkik etmemekliğimiz ne kadar şayan-ı teessürdür biz bu noktayı unutuyoruz ki Kuran-ı Kerim harekat-ı beşeriyeyi tanzim eden bir mecmua-i kavaidi muhtevidir! İnsanın hab-alud kuva-yı akliyesini uyandıran hakaiki ilan etmiştir. Bunun neticesi olarak faaliyet-i beşeriyye sahası açılarak dünyayı kaplamış ve beşerin muvaffakiyatı tezayüd etmiş bugün “ulum-ı asriyye” namını alan esrar-ı tabiat peyderpey keşf olunmuştur. Müslümanlar birkaç asır bu hakaikin neşrettiği envar ile aydınlanan yollarda yürümüşler ve tarihin kayd ettiği en kısa bir zamanda müslümanlar “muazzam bir medeniyet-i İslamiyye”nin banileri olmuşlardır. Feyz ü bereket servet ve refahiyet bilahare müslümanlara hased ve şehevat-ı nefsaniyye seretanını taslit etti. Müslümanlar o hakaikden tebaüd ettiler ve gayr-i kabil-i ictinab akıbete duçar oldular. Bugün kendimizi müşkilat ve mesaible muhat görüyoruz. Bir mahrec bulmak için karanlıkda bocalıyoruz. Halbuki öte tarafdan Avrupalılar kendilerine İseviyet namıyla telkin olunan ve onları fakr u sefalete sevk eden tarz-ı hayatı değiştirerek yeni bir medeniyet kurmuşlar müslümanlara vad olunan refah ve mesudiyete nail olmuşlardır. Garb medeniyetinin hakaik-i ezeliyye-i Kuraniyyeye katiyyen iltifat etmediklerini söylemek tekamül-i ictimainin merahil-i muhtelifesini bilmemektedir. Bütün rafda keşf olunan hakaikin esrar-engiz ve gayr-i kabil-i kanun-ı hayat olarak kabul edildiğidir. Garb medeniyetinin herhangi şubesinin istinad ettiği esasatın evvela Kuran-ı Kerim ile beşeriyyete talim olunan esaslar olduğunu gösterebiliriz. Hıristiyan muharrirleriyle onların eserlerini okuyanlar ve telkinlerine tabiolanlar diyorlar ki: “Hakikaten Kuran-ı Kerim bütün terakki ve medeniyetin menbaı met olarak gönderilmiştir. Daha evvel gönderilen ed-yan ve mezahib birtakım milletler ve memleketlere münhasır olduğundan tabiolduğu zaman ve mekan hududunu tecavüz edince tesirini zayietmişti. Fakat hakaik-i KurCİLD - - SEBILÜRREŞAD Fakat bu noktaya dikkat etmeliyiz atalet bir felaket olduğu gibi ameli yegane vesile-i muvaffakiyet tanımak da bir musibetdir. Amel-perestlik insanları ilhada götürür. Bugün garbı duçar-ı felaket eden bu telakkidir. Garblılar Cenab-ı Hakkın lutf u ihsanı olmazsa ilim ve sanatın bir adım atamayacağını takdir etmiyorlar. Biz ancak Allahın yarattığı şeylerledir ki terakki ve refahımızı temin ediyoruz. Bu şeyler bizim eser-i faaliyetimiz değildir. Binaenaleyh sağlam fikirli bir insan kendi mesaisinin eserine boyun eğmez bil-akis insanda faaliyet kabiliyetini yaratan ve işlenecek her şeyi ibdaeden Rahman ve Rahime arz-ı ubudiyet eder. dır. Bu suretle Bir halkın kesb-i salah etmesi hususunda en büyük amil olan bir maksadı tahakkuk ettirmek uğurunda birlik Müslümanlığı kabul eden erkek kadın yüksek alçak putperest hıristiyan Yahudi her insan diğer müslümanların kardeşi oluyordu. Onun kanı onların kanı gibi ebedi bu manzume-i uhuvvet hergün tevessüediyordu. Müslümanlık aktar-ı cihanda intişar ettiği zaman bile İslam uhuvveti payidar kalmıştı. Bir muhtedinin aslı kere müslüman oldu mu diğer müslümanlarla bir oluyordu. bunların müttehid kuvveti hepsini istedikleri istikamete tevcih ediyordu. Bir milletin terakkisi için lazım olan diğer amil şevk ve hayatiyetdir. Kuran-ı Kerimin tebliğatı Hazret-i Muhammedin kelimatı ile bunlar müslümanlar arasında zirve-i kemale varmıştı. Dinini tebcil ve kelime-i ilahiyyeyi lüman bunun için yaşıyor bunun için ölüyor bunun uğurunda her mihmet ve meşakkate göğüs geriyor ne kazanırsa bu gayeye doğru tevcih ediyordu. Rivayet olunuyor ki harb meydanında bir düşmanın kellesini uçurmak üzere iken bu düşman Hazret-i Alinin teaddid milletlerin her biri iktisadi bu servetin taksimi için vukubulan muharebelerden Harb-i Umumi tevellüd etmiştir. Rahman olan Hak celle ve alanın bütün insanlar üzerine niam-ı ilahiyyesini rayegan etmiş olması insanlar lamadan evvel iki şeyden emin olması lazımdır. Birincisi üzerinde çalışacağı mevaddın mevcudiyeti ikincisi mesaisinin semeredar olmasıdır. Her müslümanın hergün defeat ile tekrar ettiği besmele-i şerife bu emniyeti bahş etmektedir. Besmele-i şerife esas-ı say olacak her şeyin bize bahş olunduğunu hatta bizim onun lüzumunu his etmeden Cenab-ı Hakkın onu bize rayegan buyurduğunu haber vermekde olduğu gibi mesaimizin semeredar olacağını da tebşir eylemektedir. Bu ne teşvik-amiz bir esasdır! Ne yapmak arzu etsek sayimizin mevadd-ı esasiyesi emrimize amade bulunuyor. Bize düşen çalışarak ruhuna yeni bir hayat ifaza edecek bir kuvvetdir! sana en büyük müjdeyi hamil olduğu anlaşılır. Her türlü terakki her türlü keşf-i ilmi yahut herhangi muvaffakiyet bu telkinden ahz-i kuvvet eder. Bütün ihtiyacatımız tatmin edeceğimiz bütün metalibimiz havada uçmakdan tutunuz da suyun altında dolaşmaya kadar muhayyilemizin düşünebileceği her şey istitaatimiz dahilindedir. Tabiat bunun vesait-i lazimesini ihzar etmiştir. arzumuzu tahakkuk ettirmek için ancak bu vesaiti bir araya getirmek lazımdır. Bu vesait ister zeminde ister asümanda olsun onları bulmak bizim vazifemizdir. Bunu yapmak yedd-i nusretini uzatır ve bizi muvaffakiyete isal eder. “Ulum-ı asriyyebu keşfiyatın bir nam-ı diğerinden başka bir şey değildir. Kuran-ı Kerim Cenab-ı Hakdan ne tazarruetsek Hak Tealanın onu ihsan edeceğini vad ediyor. Binaenaleyh menahi ve muharrematdan başka ne istesek Cenab-ı Hak onu ihsan eder. Fakat Cenab-ı Hakkın ihsanı yastığa dayanıp onun lütuflarını istemekle tahakkuk etmez; muvaffakiyetin miftahı yerde gökde Cenab-ı Hakkın nef-i beşere müsehhar kıldığı her şeyden istifadedir. Bu eşyanın hepsi hazırdır. Onlardan temin-i istifade için uzanacak mahir ve muktedir elleri bekliyor. cahedeye kalkdılar ve tarih-i beşerin en kısa bir devrinde muazzam bir medeniyetin banisi oldular. Müslümanlıkdan mukaddem beşerin saha-i tetebbuu mantık ilm-i nefs ahlak ve ma badet-tabia gibi ulum-ı nazariye idi. Ulum-ı maddiyeye ehemmiyet verilmiyordu. Şems-i İslam tulueder etmez ulum-ı maddiye de inkişaf etti. BuSEBILÜRREŞAD - - Her ne kadar Peygamberimizin Arabistanda tesis ettiği devlet mükemmel ve bir nümune-i ittihad ve faaliyet ta Peygamberimizin risaletlerini tarz-ı ifaları Arablara asalet ruhunu nefh etmeleri onların temayülatında seciyye ve ahlakında harika-asa bir inkılab vücuda getirmeleridir. Devr-i Saadetden beri dünyayı tenvir ve temeddün eden müessese-i muazzamanın esasını Hazret-i Muhammed koymuştur. Kuran-ı Kerim müslümanlara “Ya Rabbi ilmimi artır” duasını tekrar etmelerini emr eder. Peygamberimiz de buyurur ki irfan her müslümanın hakk-ı tabiisidir her müslümanın aradığı şeydir. Onu nerede bulursa alır.” Delhi ile Gırnata arasında imtidad eden sahadaki mezrua-i irfan bu tohumlardan yetişmiştir. da deniliyor ki “Barbar Avrupalıları on üçüncü asra kadar temdid [temdin] edenler müslümanlardır. İslam felsefesi tıbbı ulum-ı tabiiyyesi coğrafyası tarihi nahiv ve sarfı belağati şiiri öyle mebzul eserler vücuda getirmiştir ki bunlar insanlar okudukça payidar olacaklardır.” Renan bu sözleri ilave ediyor: “Onuncu asr-ı miladide Endülüsde ilim ve edeb zevki teessüs ettiği gibi bu memleket başka hiçbir yerde misli görünmeyen bir saha-i insaf idi. Hıristiyanlar Müslümanlar Yahudiler aynı lisanla tekellüm ediyor aynı şarkıları tağanni ediyor aynı tetebbuat-ı edebiyye ve rinden ayıran manialar izale edilmişti. Hepsi de müşterek bir medeniyet için ibzal-i mesai ediyorlardı. Binlerce talebe ile meşhun olan Kurtuba camileri tetebbuat-ı ilmiyye ve felsefiyyenin faal merkezleriydi.” Doyteş müslümanların eserini bu sözlerle tavsif ediyor: “Bütün dünyayı karanlık kaplamışken beşeriyete meşaleyi onlar taşımışlardı Yunan-ı kadimin irfanı ölmüşken onu onlar diriltmişler şarka da garba da felsefeyi tıbbı heyeti sanayii onlar öğretmişlerdi. Bugün hepimiz ulum-ı asriyyenin mehdi olan yerlerde durarak Gır-natanın matem-i sukutunu tutuyoruz.” Avrupayı taassub zincirlerinden kurtarmak ve onu fikir devrine götürmek hususunda müslümanların yaptıklarını Deraper de daha birçok Avrupalı müellifler de Fakat bu noktayı hatırdan çıkarmamalıyız ki bütün müslümanların ihraz ettikleri muvaffakiyyatdünyayı dört şey tutar: Ulemanın ilmi küberanın adli salihlerin medin eseridir. Peygamberimizin tarihde haiz olduğu mevkihakkında birkaç söz ilave edelim: yüzüne tükürdüğünden Hazret-i Ali derhal kılıncı kınına sokmuştu. Çünkü Ali şahsına karşı yapılan bir hakaretin intikamını almak için değil dini ila için harb ediyordu. Bir İslam hekimi diyor ki “Bil-ihtiyar Allahdan korkmayan biz-zarure beşerden korkar.” Hazret-i Muhammedin etbaı Allahdan korktukları için beşerden korkmuyorlardı. Bundan başka bunlar büyük ile küçük zengin ile fakir arasında bir fark gözetmiyorlardı. Asası kılıcından daha korkunç olan Hazret-i Ömer bir fakir kadının bed duası karşısında titremişti. Müslümanlara gönderilen kavanin ve kavaid onların en mühim unsur-ı terakkisiydi. Müslümanlar hayat-ı hususiyyelerinin hayat-ı ictimaiyyelerinin hayat-ı idariyyelerinin elhasıl her şube-i hayatiyyelerinin idaresi naenaleyh müslümanların bu vahdeti şevk ve hayatiyeti onları yeryüzünde hakim kıldığı zaman onlar hakimiyetlerini nasıl idare edeceklerini biliyorlardı. Müslümanlığın kavanin-i esasiyyesi hür bir vatandaşın cesur bir askerin sadık bir zevcin fedakar bir zevcenin vazife-perver bir evladın doğru bir adamın basiretli bir memurun müstakim bir alemin veya bir tacirin nasıl bir hatt-ı hareket takib edeceğini talim etmişti. Bunların hepsi Hazret-i Muhammedin irtihalinden sonra müslümanların nail oldukları muazzam terakkiyatın tesadüfe atf olunmayacağını gösterir bil-akis bütün bir terakkiyat Hazret-i Muhammedin tesis ettiği temel üzerine kaim olmuştu. Bu pek sağlam temel bu güne kadar payidar olmuşdur. Yine o temelin üzerine tesis-i bünyan edilmelidir ki eskisi gibi her terakkiye namzed olalım. Aziz bir arkadaşımız: “Hazret-i Muhammedin devrine dönelim dönelim!” diyor. Filhakika bu söz her müslümanın rehberi olmalıdır. Çünkü “Müslümanlara lümanların menba-ı kuvvet ve menba-ı terakkisi; İslam Kerimdir. Kuran-ı Kerim rehberiniz olsun eski medeniyetden daha yüksek bir medeniyet tesis edersiniz.” Mister Deven Port diyor ki Kuran-ı Kerim İslam aleminin umumi mecellesidir. Kuran ictimai medeni ticari askeri fıkhi cezai cinai ve her şeyden evvel dini bir mecelledir. Her şey onunla tanzim olunur. İbadatdan hayat-ı yevmiyyenin her safhasına kadar ruh-ı beşerin felahından vücud-ı beşerin sıhhatini temin edecek her şeye kadar heyet-i ictimaiyyenin hukukundan ümmetin hukukuna kadar ahlakdan cinaiyata kadar cezalardan hayat-ı uhreviyeye kadar her şeyi bu kitab muhtevidir.” Fakat bir devletin icad ve tanzimi müslümanların nazar-ı dikkatini celb eden en mühim mesele değildir. - bulunan bir erkek veya kız çocuğu merasim-i kanuniyesi dahilinde olmaksızın velisi marifetiyle tezvic edilmiş aradan hayli bir seneler geçmiş bu izdivacın semere-i hayriyyesi olmak üzere birkaç çocuk dünyaya gelmiş şimdi biri kıyam ederek bu nikahın butlanını iddia ediyor bu yolda bir hüküm istihsaline de nail oluyor. Artık düşünmeli zevceynin beyni –aralarındaki rabıta-i meşruanın devamına rağmen- nasıl tefrik edilecek? Bunlardan biri vefat etmiş ise diğeri tevarüsden nasıl mahrum bırakılacak? Ya bunların çocukları ne olacak? Bunların nesebleri kabul edilmeyerek kendileri hukuk-ı bunutdan nasıl mahrum edilecek? İşte bu madde ile atiyen göreceğimiz diğer bir madde bu gibi daha birçok mahzurata meydan veriyor. Bu madde de ahkam-ı şeriyyemize tevafuk etmiyor. Evvelce de beyan olunduğu üzere ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran on yedi on sekiz yaşlarını ikmal etmemiş olan kimseler eğer akıl ve baliğ iseler akd-i nikahları hiçbir kimsenin izin ve icazetine mütevekkıf olmaksızın sahih ve nafiz olur. Eğer henüz baliğ değilseler akd-ı nikahları yalnız velilerinin izin ve icazetine tevakkuf eder bu nikahların sıhhat ve nifazı için ne hakimin ne de başkalarının Binaenaleyh bu gibi nikahların fasid addedilebilmesi ahkam-ı fıkhiyyemizle kabil-i telif olamaz. Ancak şunu arz edelim ki işbu layiha-i kanuniyede kabul edilen fasidler ile şeran muayyen olan fasidler beyninde mahiyeten fark vardır. Ahkam-ı şeriyyemize nazaran fasid olan bir akd-i nikah; lahık olacak bir icazet desine göre inkılab edebilir!. Maamafih fasid ne mahiyetde telakki edilmiş olursa olsun işbu otuz dokuzuncu maddede beyan olunan nikahların fasid addedilmesi madde-i sabıka sırasında tadad olunan mahzurat-ı şeriyyeyi maa ziyadetin intac edebileceği cihetle şeran asla şayan-ı tasvib olamaz. Bu madde de ıtlakına nazaran ahkam-ı fıkhiyyemize gayr-i muvafıkdır. Bu maddeye nazaran on sekiz yaşında bulunan baliğ ehliyet-i kamileyi haiz bir erkek çocuğunun nefsi için akd ettiği bir nikah -mücerred hin-i akdde sinn-i rüşde vasıl olmuş bulunmaması bahanesiylevelisi tarafından fesh ettirilebilecek; halbuki ahkam-ı Mister Feriman diyor ki “Hazret-i Muhammed iyi ve samimi bir insandı. Halkına itimad-ı tam ile mütehassisdir. Kendisi hem din hem amel sahasında muazzam bir teceddüd vücuda getirmiş bir resul-i ilahiydi.” Mister Estobart diyor ki: “İstimal edilecek vesaitinin nedretini ve vücuda getirdiği eserin azametini nazar-ı itibara alarak diyebiliriz ki tarihde Hazret-i Muhammedin namı kadar şaşaa-nisar bir nam yoktur!” Vayl da Bosvert İsmit de aynı fikirdedirler. Acaba dünyada hiçbir adam din ahlak adat-ı ictimaiyye amal ve temenniyat-ı milliyye sahasında böyle şanlı bir inkılab vücuda getirmiş bir milleti barbarlığın en çirkin derekesinden fikir ve amelin en yüksek şahikasına yükseltmiş başka bir insan var mıdır? Hazret-i Muhammed peygamberdi şairdi kumandandı siyasiydi mütefekkirdi. Bunların hepsini cami başka zevat da gelmiştir. Fakat hiç biri Hazret-i Muhammedin yaptığını yapamamıştır. Allahümme salli ala Muhammedin ve alihi. Bu madde ahkam-ı fıkhiyyemize muhalifdir. Dördüncü ve beşinci maddeler hakkında dermiyan ettiğimiz mütalea sırasında arz edildiği vechile akil ve baliğ olan kimselerin akd-i nikahları şeran sahih ve nafizdir. Velev ki bunlar henüz on iki yaşlarını ikmal etmiş olmasınlar. Baliğ olmayanların akd-i nikahları ise tafsile tabidir. Şöyle ki: Gayr-i mümeyyiz bulunan sığarın bizzat akd edecekleri nikahları batıldır bilahare velileri icazet verse dahi bu nikahlar sıhhate inkılab etmez çünkü batıla edecekleri nikahları ise velilerinin icazetine mevkuf bulunur. Fakat gerek mümeyyiz olsun ve gerek olmasın bir sağir veya sağirenin velileri tarafından akd edilecek nikahları sahih ve nafizdir. Bunun hilafına olan akval nassa icma-ı ümmete muhalif olduğundan şayan-ı kabul olamaz. Binaenaleyh işbu otuz sekizinci maddenin hükmü bu babdaki ahkam-ı şeriyyemizle kabil-i telif değildir. Bu nikahın batıl addedilmesinden tevellüd edecek mahzurat-ı şeriyye pek çoktur. Farz ediniz ki on bir yaşında meşruadan addedilecek! Evet.. Bu iki maddeye göre bu çocuklar böyle bir felakete maruz kalacaklar! Artık bunun ne kadar muvafık olacağını düşünmeli!. Halbuki ulviyyet ve madeletini takdirden maat-teessüf pek çok aciz bulunduğumuz ahkam-ı mübeccele-i şeriyyemize nazaran böyle bir felakete imkan yoktur. Kütüb-i fıkhiyyemizden da de de münderic olan şu üç mesele-i şeriyyeye bir kere bakalım: Başkasının menkuhasıyla bilmeyerek vukubulan akd-i nikah fasiddir. Binaenaleyh bu nikah üzerine takarrub vukubulursa iddet vacib neseb sabit olur. Şöyle ki: Eğer çocuk vakt-i nikahdan itibaren la-ekall altı ay tamamında tevellüd ederse nesebi zevc-i saniden sabit olur. Eğer bu müddetden ekalde tevellüd eylerse nesebi zevc-i evvele aid bulunur. Çünkü bu halde ulukun birinci zevcden olduğu tebeyyün eder. Başkasının menkuhasıyla an ilmin vukubulan akd-i nikah batıldır. Binaenaleyh bu akd üzerine vaki olan takarrub zinadan madud olduğundan bununla neseb sabit iddet vacib olmaz. kasının menkuha veya muteddesiyle izdivac alel-ıtlak batıl ziya-ı nesebi müstelzim değildir. Bu izdivac gerek bir memur-ı mahsus huzurunda akd edilmiş olsun ve gerek olmasın. Bu madde de ahkam-ı münife-i şeriyyemizle kabil-i telif değildir. Demek ki bir kimse zaruretini ve adalete ehliyetini isbat ve hakimin müsaadesini istihsal etmeksizin şeriyyesine rağmen- nazar-ı kanunda keen lem yekün addedilecek bu izdivac üzerine ahkam-ı nikah terettüb etmeyecek senelerce bir arada yaşayarak mesud bir aile hayatı geçirmiş olan zevceynden herhangi biri vefat etse diğeri ona varis olamayacak şayed bunlardan veya sair alakadarlardan biri mahkemeye bil-müracaa hilaf-ı kanun akd-i izdivacda bulunduklarından dolayı beynlerindeki rabıta-i zevciyyetin butlanını iddia etse şeriyyemize nazaran bu nikah sahih ve lazımdır böyle bir fesih tehlikesine maruz değildir. Bu babda altıncı madde hakkındaki mütaleatımıza müracaat edilmelidir. Bu madde ahkam-ı fıkhiyyemize tevafuk etmiyor. Yedinci madde sırasında yazdığımız ahkam-ı fıkhiyyeye Bu madde de ahkam-ı fıkhiyyemizle kabil-i telif değildir. Sekizinci madde sırasında arz olunduğu üzere ahkam-ı şeriyyemize nazaran matuh ile matuhenin nikahları yalnız velilerinin iznine icazetine tevakkuf eder hakimin müsaade-i mahsusasına tevakkuf etmez. Velayet-i hassanın velayet-i ammeden akva olduğu kavaid-i hukukiyyemizdendir. Binaenaleyh veli hassı bulunan ateh erbabının nikahına velayet-i ammeyi haiz olan hukkamın müdahalesi esasat-ı hukukiyyemize münafidir. Bu maddeye nazaran bir matuh ve matuhenin hakimin müsaadesi istihsal edilmeksizin velisi tarafından akd edilen nikahı fasid addedilerek tefrikleri cihetine gidilebilecektir ki artık bunun mehazir-i şeriyyesini de ayrıca Bu madde ıtlakına nazaran şayan-ı tedkikdir. Bu maddeye nazaran başkasının menkuha veya müteddesiyle vukubulan bir akd-i nikah mutlaka batıldır tarafeyn sebeb-i butlana gerek vakıf olsunlar gerek olmasınlar. Atiyen göreceğimiz bir maddeye nazaran da eğer bu akd vaktiyle bir memur-ı resmi huzurunda icra edilmiş ve tarafeyn beyninde takarrub dahi vukubulmuş ise işbu takarrub üzerine iddet neseb ve saire sabit olur. Fakat böyle bir memur huzurunda icra edilmemiş ise bununla addedilen bir akid ile bazan neseb ve saire sabit oluyor bazan olmuyor!. Şimdi bu iki maddenin icabatına göre bir mesele tefri edelim. Farz edeniz ki bir kadın senelerden beri gaib bulunan zevcinin vefatını kuvvetli bir suretde istihbar ederek merasim-i kanuniyye dahilinde olmaksızın diğer bir erkekle akd-i izdivacda bulunuyor aradan seneler geçerek bu ikinci izdivac neticesinde birkaç çocuk dünyaya geliyor bunlar bu hal üzere imrar-ı hayat ederken vefat ettiğine kaviyyen kanioldukları birinci zevc bir gün çıkıp gelmesin mi? Şimdi bu kadın hiçbir iddet beklemeksizin zevc-i evveline iade olunacak! Sonra bu çocukların nesebleri zayiolarak kendileri evlad-ı gayr-i vukubulmamış ise hakkında ahkam-ı nikah cari olmaz fakat takarrub vukubulmuş ise iddet vacib mehr-i misl lazım neseb ve hürmet-i musahere sabit olur. Bu nikahın fasid olması şüphe yok ki hikmet ve maslahata daha muvafıkdır. Zaten böyle bir nikah alelekser bir eser-i hata olmak üzere vakiolabilir. Mesela bir şahs-ı müteehhil olduğu halde diğer bir kadınla izdivac eder aradan uzun bir müddet geçer bu ikinci kadından dünyaya çocukları gelir bilahare zevceleri arasında razatarikiyle mahremiyyet mevcud olduğuna muttali olur. Şimdi ikinci nikahın hürmet-i şeriyyesi anlaşılmış olduğundan ikinci zevcesinden derhal iftirak etmesi icab eder. Bu halde bu ikinci zevceye mehir namıyla bir şey verilmesin mi? Bundan tevellüd etmiş olan çocukların nesebleri zayimi olsun?. İşte ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran bu iki mahzuratın tahaddüsüne imkan yoktur. Şunu da ilave edelim ki bir kimse için neseben ve razaen yekdiğerine mahrem bulunan iki kadını taht-ı nikahda cemetmek caiz olmadığı gibi bunlardan birinin caiz değildir. Halbuki layiha-i kanuniyede bu mesele meskutün anh bırakılmıştır. Bu madde ile ahkam-ı aliye-i şeriyyemiz beyninde bir mukayese yapabilmek için bu maddenin ihtiva ettiği mesaili ayrı ayrı nazara almak icab etmektedir. Maddeye nazaran bir erkek ile beynlerinde karabet-i nesebiyye bulunan zi-rahm mahrem kadınların ni-kahı batıldır. Ahkam-ı fıkhiyyemize gelince bu nikah bu nikah üzerine takarrub vukubulmuş ise iddet vacib mehr-i misil lazım neseb sabit olur. İmam Yusuf ve Muhammede göre bu nikah batıldır. Binaberin bunun üzerine takarrub vukubulsun bulmasın iddet gibi sübut-ı neseb gibi ahkam terettüb etmez. Maddeye nazaran bir erkek ile beynlerinde razaen karabet bulunan kadınların nikahı batıldır. Ahkam-ı fıkhiyyemize gelince İmam-ı Azam ile İmameyn hazeratı beynindeki ihtilaf bu meselede de mevcuddur. Maddeye nazaran bir erkek aralarında musaheret bulunan kadınların nikahı batıldır. Ahkam-ı fıkhiyyemize gelince eimme-i Hanefiyye arasındaki mezkur ihtilaf bu meselede de caridir. Çünkü neseb cihetiyle meharimden olan kadınların nikahı ile razaya musaheret sebebiyle meharimden olan kadınların nikahları şeran aynı ahkama tabidir. Binaenaleyh bu nikah üzerine takarrub vukubulmuş ise İmam-ı Azama göre iddet vacib mehr lazım neseb sabit olur İmameyne göre olmaz. derhal mahkeme tarafından o yolda hüküm istihsal edebilecek kadın da hemen kalkıp başka bir erkekle tesis-i zevciyyete salahiyetdar bulunacak. Acaba ikinci bir nikahın vukuunu tahdid için bu kadar mefasid-i şeriyyeyi müstelzim olan ağır bir müeyyide vazı nasıl tasvib edilebilir? Ahkam-ı esasiyyemize göre takım kuyud ve şurut ile mukayyed midir? Doğrusu kanunlar efradın ehliyet-i hukukiyyesini hürriyet-i tasarrufiyyesini böyle keyfema yeşatakayyüd etmemelidir. Efradın hissiyat-ı meşruasını rencide eden kanunlar nüfuz-ı maneviden mahrum kalır. Heyet-i ictimaiyye hakkında son derece muzırr olan bir nice gayr-i meşrumüessesat vardır ki hiçbir milletin kanunları bu müesseseleri ortadan kaldıramıyor. Nice servetleri mahv eden nice aileleri dağıtan nice adamları zehirleyen nice gençlerin nasiye-i ismetini pek hicab-aver bir suretde müebbeden leke-dar eyleyen bu müesseselerden efrad-ı millet menedilemiyor. Artık taaddüd-i zevcat usulü gibi her vechile meşrumakbul olan bir müessese-i ictimaiyyenin meni cihetine gitmek butlanına kail olmak nasıl muvafık olabilir?. Asırlardan beri tevali eden tecarib neticesinde tahakkuk ediyor ki herhangi bir muhitde olursa olsun erkeklerin birtakımı birer zevce ile iktifa edebilecek bir kabiliyet-i fıtrıyyede bulunmuyorlar binaenaleyh bu kabil erkekler kendileri için iki tarikden birini takibe mecburiyet görüyorlar ya ikinci bir kadınla rabıta-i zevciyyet tesis ederek afifane bir halde yaşamak yahut cevher-i münasebet vücuda getirerek sefihane bir halde dem-güzar-ı hayat olmak. Garb muhitinde taaddüd-i zevcat usulü cari olmadığından birçok erkekler bil-mecburiye ikinci tarika süluk ediyorlar. Bizim muhitimizde de bu usul menedildiği gün ikinci tarik için büyük mikyasda bir kapı açılmış olacağı şüphesizdir. Artık bu iki tarikden hangisinin daha nezih daha müfid olduğunu efkar-ı selime erbabının kanaatine terk ederiz. Bu maddeye nazaran bir kimse neseben veya razaan yekdiğerine mahrem bulunan iki kadını taht-ı nikahında cemetse ikincisiyle akd ettiği nikah batıl olup hakkında atiyen göreceğimiz madde-i mahsusa ahkamı cereyan eder. Halbuki de de beyan olunduğu üzere bu nikah ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran fasiddir binaenaleyh bu nikah üzerine takarrub tekamüle sevk etmiş ihtiyacatın na-kabil-i mukavemet tesiratıyla yavaş yavaş büyük cemiyetler teessüs etmiştir. katle tedkik olursa görülecektir ki birçok insanların bir araya toplanmalarından maksad ihtiyacat-ı beşeriyye ile mesai arasında bir tevazün vücuda getirebilmek intizamı temin için muayyen kavaide umumun müraatını temin edebilmek zaruretinden başka bir şey değildir. Şu halde hayat-ı ictimaiyyenin her vakit ve her asır için ifade ettiği mana tevazün ve intizam esaslarının teessüsüne matufdur. Demek ki heyet-i ictimaiyyenin tekamül ve terakki ve tehvin-i ihtiyacatı için tabir-i hukukiyesiyle nef-i am için herkesin riayet etmesi icab eden birtakım kavaid ve usuller lazımdır. Çünkü bu usullerle ferdi hayatın fevkinde daha gayur daha kuvvetli daha nüfuzlu umumi bir hayatın bin-netice refah ve saadet-i şahsiyyeyi mütekeffil tekamülü temin olunacaktır. Bu gayenin husulü heyet-i ictimaiyye arasında ictimai bir intizama Şu halde ictimai inzibat nedir?.. İnzibat-ı ictimai hayat-ı cemiyyeti refah-ı umumiyi hürriyet ve adaleti yatının nüvesini teşkil eden aileyi sarsan beşeriyyeti medeniyyetden infirada vahşete sevk eden esbab ve avamile karşı heyet-i ictimaiyyeyi kuvvetli rasin ve mütesanid bulunduran esaslara umumun itaati ve tereddiyata karşı mukavemetidir. eden manevi mefkurelerle hayat mücadelesinde saadet temin eden maddi ve iktisadi işlerde mündemicdir. İctimai tevazünün ilk temelini ictimai inzibatın ilk basamağını teyidiyelerin en tesirlisi yalnız vicdanlarda iz bırakanlarıdır. Kanuni kuvve-i teyidiyelerden herhangi bir sebeble kurtulmak imkanı her vakit için mevcuddur. Lakin adalet-i ilahiyyenin la-yetegayyer tecellisinden ne dünyada ne de ahiretde kurtulmak imkanı olmadığını yalnız vicdanlar ruhlar his eder. Ruh ve vicdanı terbiye ve tekemmül ettiren de yalnız diyanetdir. Diyanetden mütecerrid ruhlar bi-his ancak temayülat ve ihtirasatına tabigayr-i insani ruhlardır ki nefislerine ağır gelen ve bir mecburiyet-i vazife tahmil eden herhangi fikr-i mesi her şeyden evvel ictimai inzibat ve refahın binnetice umumi ve ferdi tekamülün imhası manasını ifade eder. Dindarlığın kuvve-i maneviyyenin mevlidi olan ahlaki esaslar tevazün ve inzibat-ı ictimainin ikinci mesnedini vücuda getirir. Nezahet-i ruhiyyenin en hassas bir umumiyye mebdelerinde faideli bir uzuv haline koyar. Bu mesailde İmam-ı Azam hazretlerinin kavli hikmet ve maslahata daha muvafık görülmektedir. Zaten bu gibi nikahlar alelekser birer eser-i hata ve gaflet olmak üzere akd edilmiş olabilir bunun emsal-i tarihiyyesi çoktur. batıl deniliyor ise de bunların hakkında atiyen göreceğimiz bir madde mucebince nikah-ı fasid ahkamı cari olabilir. Maddeye nazaran bir kimsenin ayrı ayrı zamanlarda bir veya üç talak ile üç defa boşadığı kadın ile akd edeceği nikah batıldır. Binaenaaleyh bu nikah hakkında madde-i mahsusa ahkamı cari olur. Ahkam-ı şeriyyemize gelince bir kimse defaten veya müteferrikan üç talak ile boşadığı bir kadın ile tahlil-i şeri bulunmadıkça bir daha akd-i nikahda bulunamaz. Bu nikah haramdır. Şayed bulunursa bu akde binaen vukubulacak takarrub ile İmam-ı Azama göre neseb sabit olur eden hürmet-i muvakkate şerait-i şeriyyesi dairesinde zail olduktan sonra tarafeyn yeniden akd-i nikahda bulunabilirler. Bunun meşruiyyeti sarahat-i Kuraniyye ile sabitdir. Binaenaleyh maddenin bu meseleye aid hükmü ahkam-ı şeriyyemize muhalifdir. Maddeye nazaran bir kimsenin ayrı ayrı hükümler dın ile bir daha akd edeceği nikah batıldır. Ahkam-ı şeriyyemize gelince bu nikahın hürmeti muvakkatdir bu hürmet zail olduktan sonra tecdid-i nikah caiz olur. Binaenaleyh maddenin bu mesele hakkındaki hükmü de ahkam-ı şeriyyemizle kabil-i telif değildir. Maahaza hakim tarafından vakiolacak her tefrikin talak mahiyetinde olup aded-i talakı tenkis edemeyeceği ve birinci ikinci tefrik sebebiyle tahaddüs edebilecek talakın başka bir nikah ile izale edilmiş olup olmaması da şeran ayrı bir meseledir. Halbuki mevadd-ı kanuniyede bunlar hiç nazar-ı itibare alınmamış. Medeniyyüt-tabolarak halk buyurulan beşerin hayat-ı ferdiyesinde birçok mehalik ve mevanie karşı mukavemet zarurat ve itiyacatını tatmin edebilmesi timaiyyeye karşı temayül husule gelmiş ve bu sayede ferdin başa çıkaramayacağı işler müşterek eşhasın müşterek mesai ve mefkureleri kuvvetiyle hayyiz-i husule isal olunmuştur. İhtiyacatın gittikçe tekessür ve tenevvüü ve o nisbetde mehalikin tezayüdü ibtidai cemiyetleri kuvvetli ve efradın ferdi temayülatına faik bir seviyede bulundukça heyet-i ictimaiyyenin esbab-ı tekamül ve saadeti taht-ı teminde demektir. Fakat bir kere ictimai inzibat gevşerse esbab-ı terakki ve tekamül tereddiyat nisbetinde taht-ı tehlikeye girmiş ve hatta ortadan kalkmış olur. Çünkü ictimai inzibat insanların temayülat ve ihtirasat-ı nefsaniyeleriyle hayat-ı kaldıkları büyük felaketler harbler istilalar iktisadi sefaletlerdir. Bu felaketlerle kuvve-i maneviyyesi sarsılan mukavemeti kırılan heyet-i ictimaiyyeler ruhi bir acz ve kuvve-i maneviyye fıkdanı neticesinde ictimai inzibatı unuturlar. hüsrandır. Bu derekeye düşen milletler Bahr-i Muhitde dalgalar arasında kalmış dümensiz bir gemiye benzerler. O zaman medeniyet de bir lafz-ı bi-manadan ibaret kalır. Tarih göstermiştir ki medeniyet ancak inzibat-ı edebilmiştir. Milletler inzibatını gayb edince ruhen ve filen hal-i ibtidaiye avdet etmiş olurlar. Tarihin bu ibret-bahş derslerine rağmen maatteessüf hal-i hazırda bütün dünya müdhiş bir muvazene ve inzibatsızlık içindedir. Harb-i Umumiye tekaddüm eden asrın milletlerin maneviyatında bıraktığı boşluk Harb-i Umuminin tevlid eylediği müdhiş sefalet ve rabıCihanı yemiz de azami derecede mütezarrır olmuştur ve olmaktadır. Henüz buhran-ı ictimainin heyet-i ictimaiyyemizde garbda olduğu kadar mahsus olmamasını da milletimizin yegane kuvvetini teşkil eden iman ve ahlakına medyunuz. Fakat bizde ictimai inzibatsızlık ve muvazenesizlik alamatı bariz ve mühlik bir suretde kendini göstermektedir. Ruhi bir hırçınlık itikadata husumet ahlak gevşekliği tereddiyata inhimak müskiratın ve emsalinin alabildiğine aile esaslarının inhidama maruz kalması kadının hürriyet perdesi altında faziletten uzaklaşması tesanüd ve teavün-i ictimainin gün geçtikçe daha ziyade azalması fart-ı asabiyet heyet-i ictimaiyyemizi kuvvetli bulunduran maya başladığına alametdir. Bu infisah veya inhidam hiç Şahsi tekamülün yüksek derecesini irae eden hüsn-i ahlak hayat-ı cemiyyetin de kuvvetli bir istinadgahıdır. Heyet-i ictimaiyyeler efraddan müteşekkil bulunduklarına nazaran şahısların ayrı ayrı kıymet-i vicdaniyye ve ahlakıyyeleri cemiyetin umumi tekamülünün miyarını teşkil eder. Şu halde ismet sadakat istikamet şefkat sabır ve metanet hilm ve tevazucesaret gibi en yüksek hasais-i aliyyeyi camiolan bir heyet-i ictimaiyyenin şedikçe ruhları vicdanları nefsani temayülat ve ihtirasata karşı mukavim bulunduran inzibat-ı manevi de ortadan kalkar.. Ahlakın tekamülü muhabbet ve uhuvvet-i ictimaiyyeyi tesis eylediği gibi teavün-i ictimaiyi tahkim eder herkesi hayat-ı cemiyyetle ve efradın vaziyet-i ictimaiyyesiyle alakadar bulunduran hiss-i teavün filhakika inzibat-ı ictimaide çok mühim manevi bir kuvve-i teyidiyedir. Hiss-i teavünün ortadan kalkması umumi alakaların ve uhuvvetin de infisahı demektir. Bu da ictimai inzibatsızlığa doğru en tahribkar bir adımdır. Hüsn-i teavünden taşaub eden tesanüd-i ictimai ile muntazam bir sayin yegane miyarı olduğu kadar sunuf-ı ictimaiyye arasında husule gelen ahenk ve vifak da öylece inkişafat-ı medeniyyenin validi olur… Burada pek mühim bir esas daha tedkike sezadır. O da cemiyetin nüvesini teşkil eden aile rabıta ve esasatının kıymetidir. İlk fikr-i diniyi ilk terbiye-i ahlakıyyeyi ilk ruh-ı ictimaiyi fikirlere bahş eden ailenin bu mefkureleri telkin edemeyecek bir hal-i tereddide bulunmaları heyet-i eden bir amil-i tahribdir. Aileler ne kadar dindar haluk mütesanid olursa intizam-ı ictimai de o kadar kesb-i kuvvet eder. Aksi halde tevazün-i ictimai kendi kendine parçalanır. Ruhların muhtac olduğu hakayık-i ilmiyye ve kuvve-i teyidiyyelerinden biridir. Bu mühim esasları takviye eden esbab-ı maddiyye-i refahı da tevazün ve inzibat-ı ictimainin mesnedleri miyanına ümranın tezayüdü huzur ve asayişin istikrarı müessesat-ı yüdü irşadat ve neşriyat ile heyet-i ictimaiyyenin aleddevam tenviri murakabe-i ictimaiyye tesis ve en nihayet azami derecede teşdidi inzibat-ı ictimaiyi masun bulunduran avamildendir. lerin muhassalası bir heyet-i ictimaiyyenin ruh-ı inzibatını vesait-i inzibatiyyesini teşkil eder. İnzibat-ı ictimai Vusta ve aksa-yı şarkda: Moris Adaları Malaga Ranjon Tinğ İpo Honkong. Cenubi ve merkezi Amerikada: Şili Arjantin Bolivya Brezilya Ekvator Kolombiya Peru Venezüella Panama. Şimali Amerikada: Meksika Yeni Meksika Luizyana Kanada. vardır. Kolombiyada ve Nikareguada Firerler Pedegoji Enstitüsünü idare ettikleri gibi hükumet mekteblerinin müfettişliğini ve vilayat Darülmuallimin müdüriyetlerini talebeden ancak talebenin Katolik olduğuna nazaran Firer mekteblerinin her nevimilliyete küşade olduğu anlaşılır. Fransa hükumetince Firerlere yapılan muavenet mikdarı ber-vech-i atidir: senesinde: Türkiye: Suriye Filistin Mısır Frank. Türkiyedeki Firer mekteblerine kabul edilen talebe mikdarıyla kadrosunun adem-i müsaadesinden dolayı red edilen talebe mikdarı ber-vech-i atidir: Firerlerin Fransada aded mektebleri mevcud olduğu halde zikr ettiğimiz ahkam-ı kanuniye mucebince seneleri zarfında kamilen kapanmıştır. şüphe yoktur ki milletimiz için en korkunç bir felaketdir. Bu tehlikenin izalesi hal-i tabii-i ictimainin tesisi hayatı bir zaruretdir. Heyet-i ictimaiyyemizin veche-i asliyesi dahilinde terakki ve tekemmülünün temini için başka hiçbir çare yoktur. Bu netice karşısında siyaset dedikodularının akim sahası içinde bulunan münevverlerimizi ne kadar şayan-ı temennidir… Fransa meşahir-i muharririninden ve akademi azasından Paris Mebusu müteveffa Moris Baresin Hariciye Encümeni namına tanzim ve parlementoya takdim ettiği raporların birincisi hulasasını iktibas ettiğimiz formalara dair Les breies de echoiis ehritions aiddir. Fransa hükumeti tarihinde parlementoya takdim ettiği muhtelif levayih-i kanuniye ile misyonerlere müsaade itasını taleb etmiş ise de parti bir kısmını red etmiş diğerlerini de intac etmemişti. Fransanın Temmuz tarihli kanununun maddesi mucebince “tarz-ı ifa-yı vezaifi tayin eden bir kanuna müstenid ruhsatiyeyi haiz olmaksızın cemiyyat-ı diniyye teşekkül edemez. Şura-yı Devlet kararına müstenid bir irade olmaksızın hiçbir müessese ihdas edilemez. Bu kabil cemiyetlerin infisahı ve her nevimüessesatın seddi milis ve milli karara müstenid bir irade ile icra olunabilir.” Temmuz tarihli kanunun birinci maddesiyle “cemiyyat-ı diniyyenin her nevive her sınıf tedrisat Hükumet misyoner teşkilatının ve Fransanın haricindeki mevcudiyet-i kanuniyelerinin tasdiki lüzumunda misyoner teşkilatının validi olan Fransanın haricde peyderpey nüfuz ve mikdarı azaldığından ve vesait ve meblağını Fransa dahilinde tedariki mümkün olduğundan bahisle müteaddid layihalarla işbu teşkilatın mevcudiyet-i kanuniyesinin tasdiki lüzumunu bu kere tekrar taleb etmiştir. Firerlerin Fransa haricinde mektebleri ve bu . Fransız müstemlekatında: Cezair Madagaskar Hind-i Çini Tunus Suriye Avrupada Bulgaristan Yunanistan İngiltere Belçika Felemenk İsviçre Monako İtalya İspanya ve Kanarya Adalarında. Şarkda: Türkiye Filistin ve Mısır. Talebeden ücret almaksızın müessesenin hayatını temadi ettirecek menabii temin etmek. talya vapurlarıyla meccani seyahat. Verilen şehadetname ve tasdiknameler hükumetçe makbul ve muteber addedilmek. Bu imtiyazat vakıa hüsn-i müsavatı rencide ederse de müsbet ve ameli olan İtalyanlar gayeyi temini için vesaitin intihabında tereddüd etmemektedir. Bu dakikada İtalya Hükumeti misyonerler vesatatıyla milli nüfuzun tevsiini temin için büyük bir plan takibi peşindedir. dır.de Rurgosda Saint Français Scuvier ruhban mektebi vücuda getirilmiş olup yaşına kadar talibler meccanen talebe kabul edilmektedir. senesinde Barselonada Parisdeki ecnebi misyonerleri cemiyetine müşabih olarak Çin için bir misyoner enstitüsü vücuda getirilmiştir. Polonyada Varşovada senesinde Kardinal Pal-ların riyaseti altında bir misyoner cemiyeti teşekkül etmiş ve azası yüz bine baliğ olmuştur. Bunlar Lüblen Katolik Darul-fünunu civarında bir ruhban mektebi açmaktadır. Gayeleri Rusyada Katolikliği tamim etmektir. mesabesinde olan meşhur Maynosth ruhban mektebi Harb-i Umumi nihayetinde Çine gidecek misyonerleri Müttehide-i Amerikada senesinde açılmış olan Maryknool Ruhban Mektebi Çine gönderilecek misyoner teşkilatını ihzar ve ikmal ile meşguldür. Kanadada Quebec eyaleti rahibleri Montreal civarında Pont Viantde bir ruhban mektebi tesis için arazi satın almışlardır. Hilal-i Ahdar Cemiyeti heyet-i merkeziyesi bu hafta Muallim Doktor Mazhar Osman Beyin taht-ı riyasetinde akd-i ictimaederek mühim kararlar ittihaz etmiştir. Hilal-i Ahdar bu ictimaında en ziyade içki afetinin salgın bir suretde kadınlar arasında da taammüm etmekde olduğunu nazar-ı dikkate almış ve buna karşı ittihazı hanımların Hilal-i Ahdara aza kaydını temine memur Pere Mana senesinde yazıyor idi ki son senelere kadar misyonerlerin üçde ikisi Fransızlar idi. Maalesef şimdi Alman İtalyan Hollanda misyonerleri pek çoğalmış ve nisbet pek tenezzül etmiştir. Almanya halen harice gidecek misyonerlere gerek eşhas gerek vesait itibariyle pek çok müzaheret ve muavenet etmektedir. Katolik Almanyanın senesinde papas fireri hemşiresi var idi. Misyonerlerlik aleminde yerden ziyade mütekamil idi. İmparotor Vilhelm Katoliklerden nefret eder ve fakat bunların kuvvetlerini istimal etmeyi bilir idi. Almanyada cemiyyat-ı ruhbaniyyenin ve mekteblerinin teftişatı pek sıkıdır. Bunların mekteblerine aid kanunlarda ahkam pek sıkıdır. Sulhün bidayetinden beri Almanya Ukraynaya iki yüz Alman misyoneri sevk etmiştir. Bunların intihabında pek itina edilmiştir. senesi Eylülünde evvela Ekes Laşabelde sonra Kolonyada ihzari dersler açılmıştır. Burada harbin bidayetinden beri Almanya misyonerlerinin vaziyeti İslamiyet propagandasının tarz-ı faaliyeti aksayı şarkdaki edyan ve mezahib-i kadimenin mahiyeti misyonizme nokta-i nazarından çocuğun psikoloji terbiyesi Alman misyoner faaliyetinin kendi hududu haricinde de tesiri mevcuddur. Ağustosunda İsviçrede Einsicd.İnde beş bin kişi huzuruyla akd olunan kongrede Alman misyonerlerine bazı memaliki sed eden Versay Kongresinin . maddesi protesto edildi. Mezkur madde ber-vech-i atidir: “Müttefik ve müteşarik devletlerin idaresinde bulunan veya idaresi o devletlere tevdiolunanmandaya tabi memalikdeki Alman misyoner cemiyetlerine aid bulunan emlak müsadereden veya muahedenin maddesi mucebince tasfiyeye tabitutulmayarak yine misyonerlere aid olacak ve onlara aid emlak hükumet tarafından tayin veya tasdik edilmiş ve mevzubahs misyonerlerle aynı mezhebdeki eşhasdan terekküb etmiş cemiyet teşekkül etmiş olup gayesi bütün kilise aza ve ettirebilmek için Romada Kanunisani tarihinde Afrika ve Amerika için bir misyoner enstitüsü tesis edilmiştir. Ducentede cenubi İtalya gençlerini hazırlamak ricindeki mekteblerine ruhban göndermeye temayül etmiş ve ber-vech-i ati menafitemin ederek firerlerden Her nevihizmet-i askeriyeden muafiyet teşkili hakkında talimat taleb olunmuş; bunun üzerine Hilal-i Ahdar heyet-i merkeziyesi nizamnamenin külliyetli suretde tabve tevzii ve bütün vilayat ve kazalarda şubeler küşadı için bir muhtıra ve beyanname ihzar ve limatnameyi geçen hafta ın kapağına koyduk. Bu hafta da koyuyoruz. Hilal Ahdar nizamnamesinin suretini de derç ediyoruz. Artık hiç vakit geçirmeyerek memleketimizin her vilayetinde her kazasında hemen Hilal-i Ahdar şubelerini teşkil etmelidir. Bu hususda hiçbir müşkilat yoktur. Şube teşkili gayet basit bir muameledir. Hilal-i Ahdar Katib-i Umumisi şube teşkiline aid muamele-i resmiyeyi en küçük teferruatına kadar Talimatname dairesinde her tarafda hemen şubeler teşkil ederek Hilal-i Ahdar heyet-i merkeziyesini haberdar etmek bütün içki düşmanı olan müslümanların bilhassaın karilerinin en mütehattim vazifeleridir. inşaallah bir aya kadar memleketimizin her kazasında Hilal-i Ahdar şubeleri teşekkül etmiş olur. Sonra Hilal-i Ahdar heyet-i merkeziyesi on beş günde bir olmak üzere bir de gazetesi neşrine karar vermiştir. İlk nüshası Kanunisaninin on beşinci günü neşrolunacak bu gazete içki mücadelesiyle beraber halkın hıfzıssıhhası hakkında da en büyük doktorların yazılarını ihtiva edecektir. Neşir ve taammümü teshil teye bütün Hilal-i Ahdar azalarının esamisi de derc olunacaktır. Bunun için şimdiden kazalarda teşekkül edecek şubelerin azanın esamisini katib-i umumiliğe bildirmeleri ve tamimine çalışmak bütün müslümanların bilhassa karilerinin en mütehattim vazifeleridir. Memleketimizin en büyük en hazık doktorlarından olan Mazhar Osman Beyden Allah razı olsun. Ümmülhabais olan şu içki afetinin güzel memleketimizden mündefiolması için diğer bazı rüfeka-yı muhteremesiyle beraber senelerden beri çalışıyor. Tesis eylediği Hilal-i Ahdarın bütün memleketde kökleşmesi için hiçbir fedakarlıkdan geri durmuyor. Bu kadar mesai ve fedakarlığa mukabil yine müslümanlar lakayd olacak olurlarsa artık felah kapılarının kapanmış olduğuna hükmetmek mecburiyeti hasıl olacaktır. Lakin inşallah müslümanlar ümmül-habais olan bu müdhiş afetin istisali için bütün mevcudiyetleriyle çalışacaklarına şüphe yoktur. Cenab-ı Hak muvaffakiyetler ihsan buyursun. edilen azadan Safiye Hüseyin Hanımın verdiği izahat içkinin hayat-ı ictimaiyyemizde açtığı rahnelerin ne kadar vahim bir dereceye geldiğini göstermiş ve bütün azayı dehşet ve hayretler içinde bırakmıştır. Safiye Hanım aza kaydı için müracaat ettiği genç münevver hanımlardan hep red ile mukabele görmüştür. Safiye Hanım diyor ki: Münevver tanıdığım genç hanımlardan kime müracaat ettimse istihfaf ile karşılandım. Maatteessüf yeni nesli pek mühlik bir zihniyet istila etmiştir. Bu genç hanımlar ze ikram edilecek mesela bir şampanyayı biz nasıl red ederiz? Bu muğayir-i medeniyyet olmaz mı?” diyorlar. Genç hanımların bu derekeye düşmesi beni çok meyus ve müteessir etti. Bize aza kayd olunabilecek hanımlar ancak eski nesil hanımları olabilir. din milletler mücadele etmekedir. Bilhassa Amerikanın bu afetin önüne geçmek için sarf ettiği paralar müdhiş yekunlara baliğ olmaktadır. Salib-i Ahdar Cemiyetlerinin milyonlarca azası vardır. Bu muazzam mesai karşısında müslümanların hala atıl kalmaları günden güne savletini artıran bu afeti istisal edecek ciddi tedabire müracaatdan geri durmaları nasıl olur? Bugün başlayan içki beliyyesi önüne geçilmediği takdirde Anadoluda aileleri de daire-i İstilasına almayacağını kim temin edebilir? Bu müdhiş afet bütün memleketi tahrib etmeden evvel izalesi çaresine tevessül etmek lazımdır. Bu da ancak içki düşmanlarının mesailerini tevhid etmesiyle mümkün olabilir. Anadolunun muhtelif mahallerinden Hilal-i Ahdar Şubesi teşkili için vukubulan müracaatler meselenin hakikati her tarafça anlaşılmış olduğunu gösteriyor. Son günlerde İzmir Aydın Sürmene Mustafakemalpaşa Çanakkale Zileden müracaatlar vukubulmuş Hilal-i Ahdarın nizamnamesi ve şube yevmi gazetelerin meslekleri de mevzubahs oluyor. Ekser gazeteler a müttefikan hücum ve etmek” mesleğini takib etmekle ittiham ediyorlar. de şimdi birer birer kendisine hücum eden gazetelere cevab veriyor. Ez-cümle gazetesine verdiği cevabda diyor ki: “ Laikliği hemen hemen dini alakalardan büsbütün kat-ı alaka etmemizi tavsiye derecelerine götürür. Bunca asırlık hattımızı bırakarak yerine Latin hurufunun Kumarhaneleri sed ettiriyorsunuz diye kıyametleri koparır. tecavüz etmeye başladı; mesail-i itikadiyyede kendi fikrinde olmayanları memlekete düşman gibi göstermeye başladı.” Tanin de bunlara cevap veriyor bunların yanlış olduğunu olduğunu yinein neşriyatı ile isbata hazır olduğunu söylüyor; Latin hurufunu dansı kumarhaneleri içkiyi nasıl müdafaa ettiğini izah ediyor. Ez-cümle diyor ki: [Salisen: Biz için “dansı şiddetle tervic eder” demiştik. Refikimiz bizim bu zannımızın da yanlış olduğunu gibi “biz hiç kimseyi aman kalkın zıplayınız diye teşvik ettiğimizi hatırlamıyoruz” diyor. Biz de zaten refikimize “Herkesi hoplamaya teşvik ediyorsunuz” demedik. Yalnız dansı şiddetle tervic edersiniz dedik. Maamafih refikimiz dansa olsun taraftarlığını kısmen itiraf ediyor ve “dansı kadınları müşterek hale getirmekden ibaret zanneden zavallılara acıdığını” söylüyor. Dans bilhassa bizdeki şekliyle kadınlarla erkekleri müşterek hale getirmekden ibaret addetmek hiç de zavallılık değildir. Bir kere dansın bir ihtiyac-ı bedii olduğu muhtelifün fih ve muhtac-ı isbat bir meseledir. Maamafih bunu kabul etsek bile bizde yapılan dansların bediiyatla hiçbir alakası yoktur. Garbı taklide aid her işimizde olduğu gibi bizde bugün dansın en kötü ahlaka en muzırr şeklini herhangi bir ihtiyac-ı bediiyi değil yalnız ihtiyac-ı hayvaniyi tatminden ibaretdir. Binaenaleyh asıl acınacak yalnız on sekiz yaşındaki pakize mekteb kızlarımızı medeniyet öğretmek bahanesiyle Beyoğlunun en müstekreh sefahat-hanelerinde Kirkorların ve Yanilerin kolları arasına sevk edenlerdir. Bugün bizde görülen ve kısmen Avrupada da meşhud olan dans şekillerini kadınları müşterek hale getirmek addeden yalnız Sebilürreşad değildir. Kılemanso bile bu yeni danslar hakkında mütaleası sorulduğu vakit “Benim bildiğim böyle şeyler Fena müskirat içmek yüzünden Newyorkda ahiren on yedi kişi telef olmuştur. Alkol mübtelalarına tahsis olunan hastahanede kişi var imiş. Bunların on ikisi pek vahim suretde hasta bulunuyor kalanlardan yirmisi kör olmuşlar. Yeni açılan bazı eczahanelerde viski namı altında zehirli ispirtodan müskirat imal olunuyor imiş. Biz de geçen gün Türkiyeye zehirli müskiratın nasıl girdiğini yazmış idik. Demek şimdi bu yüzden körlerin de çoğaldığını göreceğiz. – kumar oyunu şiddetle menedilmiş ve hilaf-ı emr hareket edenlerin şiddetle tecziye edileceği bildirilmiştir. Adanadan bir para aşıklısının İstanbula gelerek yüksek ücretlerle dans muallimleri tedarik ettiği ve yakında Adanaya götüreceğini gazeteler yazıyor. Bu münasebetle gazetesi diyor ki: “Rezaletlere artık nihayet verilmelidir. İstibdad idarelerinde halkın zevk ve sefahete sevki o idarenin icabatındandır. Çünkü zevk ve safa içinde hayatını geçiren bir milletin idare-i devletin iyi veya fena olduğunu düşünmesine dikkatini celb eder ve bu Adana ile hiç alakası olmayan zatın şu sakim ve Adananın temiz gençlerini işden menedecek fena teşebbüsü başlangıçda iken kırmasını kanun namına ve selamet ve istikbal-i vatan namına rica ederiz. Bakir bir muhitin genç fikirlerini perişan etmek ve servetini mahv eylemek evladları ebeveyne düşman etmek hakkını hiç kimse haiz değildir. Dans rezaletinin garb için mergub olduğu kadar şark için müstekreh olan adeti yüzünden sefalet-i ahlakıyyenin gençler arasında müdhiş bir hal almakda olduğunu görmeyen gözler kör olsun.” Badehu “karı oynatmak” Ceza Kanununun maddesi mucebince bir cürm olduğunu söyleyerek müddei-i umumiyi ifa-yı vazifeye davet ediyor. Nureddin Paşanın Bursa Mebusluğuna intihabı üzerine muhafazakarlık ile Layiklik ve Liberallik hakkında gazetelerde şiddetli münakaşalar başladı. Bu münasebetle Tunus Sahra-yı kebir ki ceman nüfusdur. Sudan-ı şarki Sudan-ı garbi Zengibar ve cenubi Afrika Habeş müslümanları Diğer Müslümanlar ki ceman nüfusdur. Cava Arnavud Avrupa ve Amerikada İslamiyeti kabul eden ve oralarda meskun Müslümanlar da bir milyonu bulmuştur. Yekun-ı Umumi: Türkler Afgan İran ve Beluc Hindliler Arablar Afrikalı müslümanlar Malezyalılar Tatarlar Balkan Rusya Finlandiya ve Amerika ki mecmu-ı yekun nüfusu bulmaktadır. Ahmediye Hareketi: Hindistanda bir Ahmediye hareketi bulunduğu öteden beri gazetelerimizde mevzu bahs edilmekde ise de bunun mahiyeti hakkında esaslı malumat elde edilememekte idi. Geçenlerde Berlinde bir cami-i şerif inşası dolayısıyla Ahmediye hareketi yeniden mevzubahs edilmiş ve bu hareket leh ve aleyhinde birçok şeyler söylenmişti. Matbuatımızın bu mütaleatı Hindistana varmış ve Hind gazetelerinde neşrolunmuştur. Neşr-i İslam Encümeni Katib-i Umumisi Ahmediye hakkında bize bir makale göndermiştir. Bu makaleyi tercüme ediyoruz. Makalede Ahmediye hareketi hakkında malumat verilmekde ve bu hareketin esasatı izah olunmaktadır. Bu makale Ahmediye hareketine mensub en salahiyetdar zat tarafından yazılmakda olduğundan haiz-i ehemmiyet olduğu gibi birtakım su-i tefehhümleri Muma-ileyh diyor ki: “Ahmediye hareketi Hind ekabirinden Mirza Gulam Ahmed tarafından hıristiyan misyonerlerinin payansız menabie ve cihangir kuvvetlere bil-istinad her İslam memleketine hulul ve müslümanları Hıristiyanlığa davete başladıkları zaman İslamı müdafaa ve neşir için tesis olunmuştur. Ahmediye hareketi dahili harici mukavemetlere rağmen her gün nüfuz ve faaliyetini tevsi etmektedir. Ahmediler her hususda Ehl-i Sünnet vel-Cemaat ile birdirler. Onlardan kıl kadar ayrılmazlar Ahmediye hayatakda yapılır ayakda değil” cevab-ı müdhiş ve mülzimini vermiştir. Bu cevab belki galizdir. Fakat bu gılzati tavsifdeki kuvvete ve isabete bağışlamak lazım gelir. Refikimiz “Dans edenlere tariz edene itiraz etmek” hakkını kendinde görüyor. O halde kendi tarizine itiraz etmek hakkını da başkalarına bahş eylemelidir.] gazetesi de dini alakalardan kat-ı alaka meselesini mevzubahs ederek ile arasındaki ihtilafın tevfik edilebileceğinden “Layıklık meselesinde bizim Avrupa ile mukayese edilemeyeceğimizden” “Bizde ahkam-ı şeriyye asırlardan beri meri kanun-ı medeni vazifesini ifa ederek halkın buna alışmış olduğundan” “Kuranın evamir ve nevahisi sırf ruhani ve sükkan-ı semavata mahsus olmadığından bunların mesalih-i ammeye uygun olduklarından” “Malumat-ı diniyye ile beraber mesleği tahsilde bulunanların vatanlarına pek güzel hizmet edebileceklerinden” “geri kalmak fen ve sanat tahsilini ileri götürmekle mükellef olanların vazifelerini hakkıyla ifa etmemesinden ileri geldiğinden” bahs ediyor. Bu münakaşatın daha hayli devam edeceği anlaşılıyor. Küre-i arz üzerinde bulunan müslümanların ırk itibariyle taksimi hakkında gazetesi bir istatistik neşretti. Bu istatistiğin ne gibi vesaike istinad ettiği malum olmamakla beraber aynen nakl ediyoruz: Türkiye Cumhuriyeti Azarbeycan Kafkasya Türkistan-ı Rusi Türkistan-ı Çini Maveraünnehrin Örnek ve Sert kabaili Şimali Afganistanda Belhde mütemekkin Tacikler Havarizm Türkmenleri ceman: dır. Rusya ve Kırım memalikinde Afganistan ve Hindistanda meskun Behtanlar ceman nüfusdur. Mısır Merakeş Suriye Cezair Irak Hicaz Yemen Necid Hadramut Umman Trablusgarb Huda pesendane bir azm ü himmetle memleketlerini rek pek büyük muvaffakiyetler elde etmişler ve nihayet ricate icbar eylemişlerdir. İspanyollar Rifistanı fetih ve mıntıka vücuda getirmekle iktifa etmeyi ve orada tutunmayı düşündüler. İspanyollar bu planlarını tatbik için mücahidlerin tazyiki altında adım adım ricate başlamışlar ve taht-ı işgallerinde bulunan birçok şehirleri tahliye etmişlerdir. Fakat İspanyollar geriledikçe onların taht-ı tularak mücahidlere inzimama başladıkları gibi İspanyolların geçmek istedikleri hattın arkasındaki kabail de kıyam etmiş ve İspanyolları arkalarından tehdide başlamışlardır. vaziyet bu şekle girince Avrupa devletleri endişeye düştüler. İspanyanın hiçbir hat üzerinde tutunamayacakları kanaati her tarafda izhar olunmaya başlandı. İngilizler Fransızlar İtalyanlar Rif sahasının caklarını düşünmeye koyuldular. İngilizler Rif sahilinin Tancaya ve Cebelitarıka mücavir bulunmasına mebni kendilerini mesele ile alakadar görüyorlar. Fransızlar Rif mıntıkasına mücavir bir mıntıkaya hakim olduklarından Rifistan hareketinin daha vasibir mahiyet almasından ve kendi nüfuzlarını tehdid etmesinden korkuyorlar. İtalyanların da İspanyolların yerine geçme istedikleri anlaşılıyor. Elhasıl bütün Emperyalist devletler Rif mücahidlerinin azim-karane harekatından fena halde endişe ettiler. Bu endişenin saiki bir parça araziyi elden gaib etmek değildir. Bu endişenin saik-i hakikisi İngilterenin Hariciye Nazırı Çemberlayn Avam Kamarasında beyan etmiş şimali Afrikada istila ve tahakküm siyasetinin müşterek bir cebhe teşkil etmeleri lazım geldiğini adeta sarahaten söylemiştir. Bu suretle Rif meselesinin hakiki ehemmiyeti tezahür etti. Rifistan mücahedesinin Fasda Cezairde Tunusda Trablusgarbda Mısırda istila siyasetine karşı vukubulacak kıyamları teşvik etmesi endişesi Avrupalıları korkutuyor. Bundan dolayı hepsi de İspanyanın vücuda getirmek istediği hatt-ı müstakim üzerinde yerleşmesini temenni ediyorlar. Fakat vaziyet gösteriyor ki İspanyolların Rifistandan yıkılıp gidecekleri gün pek uzak değildir. Şimdiye kadar muinleri Hazret-i Allah olan mücahidler de başka devletlerin çıkaracakları müşkilata Mısır: Mısır meselesi vehametini muhafaza etmektedir. Mısır Hükumeti Mısır Meclis-i Millisine karşı çıkacak bir yüzü olmadığından Meclisin ve intihabatın reketi yeni bir mezheb olarak teessüs etmemiş ancak vücuda getirmek için tesis olunmuştur. Peygamberimizin hatemül-enbiya olduğuna mutekidiz. Her asırda müslümanlar arasında bir müceddid yetişeceğine inanıyoruz. Mirza Gulam Ahmedin de Asr-ı hicrinin müceddidi olduğuna zahibiz. Mirzanın esasdan tamamıyla aridir. Gerçi müşarun-ileyhin bazı etbaı kendisini yükseltmek istemişler ve birtakım ifratlara sapmışlar ve bu suretle eski akvamın duçar oldukları acz-i beşerinin kurbanı olmuşlardır. Hazret-i Isanın etbaı kendisini uluhiyyet mertebesine yükselttikleri gibi birçok evliyaya perestiş etmek hatasına düşmüşlerdir. Ahmediye hareketine mensub bazı adamlar da bu sınıfa kurban olarak İslamın hayırhahlarını mütelaşi eden hareketlerde bulunmuşlardır. Cenab-ı Hak cümlemizi bu gibi hatalardan masun buyursun. Bizim deruhde ettiğimiz vazife neşr-i İslama çalışmakdan ibaretdir. Müslümanlık Küçük bir cemiyet olan cemiyetimizin ihraz ettiği muvaffakiyetler pek büyükdür. İnayet-i Hakla bütün Hıristiyan misyonerlerin neşriyatını akim bıraktığımız Tekrar ederim ki akaidimiz Ehl-i Sünnet velcemaat akaididir. Allaha Resulullaha Kitabullaha iman ediyoruz. Kaffe-i enbiya kaffe-i ashab kaffe-i evliya ve kaffe-i müceddidini tebcil ediyoruz. Bir kimseye fenalık etmek bir kimse hakkında fena söz söylemek bizim takib ettiğimiz yol değildir. Bütün mezahib-i İslamiyyenin daire-i hammedün Resulullahkelime-i tayyibesine sarılan her en büyük günah addederiz. Peygamberimiz hatemülenbiyadır ondan sonra eski yeni hiçbir peygamber zuhur etmeyecektir. Mirza Gulam ancak asrının bir müceddidiydi. En samimi hürmetlerimizin lutf-i kabulünü temenni ederiz. Lahorda İşaa-i İslam Encümeni katib-i umumi muavini Muhammed Mazhar” Rif Cihadı: Bu hafta Rif meselesi en mühim mesail sırasına çıktı. Dünyanın bütün mehafil-i siyasiye ve matbuatı bu mesele ile meşgul oldu. Rif mücahidleri müslüman olduklarından ve İslamın istiklalini muhafaza ve müdafaa için mücahede ettiklerinden bu meseleler herkesden fazla bizi alakadar eder. Rif mücahidleri habilerin aleyhinde propaganda yapmaktır. Vehhabilerin işgal ettikleri yerlerde birçok fecayi etmek çok müşkildir. Doğrudan doğruya Mekkeden hiç malumat gelmemektedir. Hicaz hakkında intişar eden haberler yalnız bir tarafın kendi amaline muvafık suretde neşrettiği haberlerden ibaretdir. Bizim en büyük temennimiz arazi-i mukaddese-i İslamiyyede vuku bulmakda olan bu cidallerin bir an evvel hitam bulması orada emn ü emanın teessüs etmesidir. Maarif Vekaletinin İzmirdeki İmam ve Hatib Mektebini de lağv ettiğini gazeteler yazıyor. Vekil-i sabıkın mesleğini takib edeceğini söyleyen ve tiyatroculuğu taht-ı himayesine alan bir vekilden beklenen de bundan başka bir şey değildir. efkar-ı umumiyyesi böyle cebr u tazyiki ta-hammül edecek bir vaziyetde değildir. Cebr u tazyik istimal edemediği [edildiği] takdirde Mısırda bir infilak vukuu çok muhtemeldir. Binaenaleyh yine Sad Zağlul Paşanın şarun-ileyh tarafından ihraz-ı ekseriyet edilecek olursa tekrar res-i kara gelmesi icab eder. O takdirde İngiltere bu hatt-ı hareketi takib etmediği takdirde Mısırı ilhak etmek siyasetini takib edecektir ki böyle bir hareket Mısırı tamamıyla bir unsur-ı ihtilaf haline getirecektir. Mısır meselesinin geçireceği safhalar bunlardır. Hicaz: Hicaz vaziyeti mübhemiyyet içindedir. Mekke-i mükerreme Vehhabilerin elinde Cidde Haşimilerin elindedir. İbnüssüud Mekkeye gelmiştir. Bu suretle Hicaz Hüseyin sekiz milyon İngiliz lirasına baliğ olan servetini Mekkeyi istirdad için istihzarat icrasıyla meşguldür. Muma-ileyhin nerede olduğu kimleri topladığı nereden top tüfenk aldığı mechuldür. Yalnız muma-ileyhin Roma Sefiri Habib Lutfullah Beyin bir İtalyan bankasından . İngiliz lirası alarak bunlarla İtalyadan silah iştira ettiği ve bunları Mekkeye sevk eylediği haber verilmektedir. Bu haberlerin vakıa derece-i mutabakatı malum değildir. Malum ve muhakkak olan şey bugün Hicazın bir sahne-i harb olduğudur. Hicazın böyle sahne-i harb olarak kalması her müslümanı dil-hun edecek bir hadisedir. Bu vaziyetin ne kadar devam edeceğini tahmine imkan yokdur. Anlaşılan her taraf kati bir harb için hazırlanmaktadır. Tarafeyni barıştırmak için çalışacak hiçbir İslam Devleti zuhur etmediği gibi doğrudan doğruya sulh müzakeratı icrası için de müfid bir teşebbüs vukubulmamıştır. Ciddede icra-yı hakimiyet eden Emir Ali ahiren bii maksadı kendi davasını müdafaa etmek ve Vehve metaib ile meşhun olursa olsun gaye-i vücudu şerr-i mutlak görmezler. Mebdeve müntehayı Rahman ve Rahim olan malik-i yevmid-dinin yed-i kudret-i vahdetinde müsehhar tanıyarak veche-i ebedde bir akıbet-i hüsnü tasdik ederler ve doğruca o akıbete isal eden bir tarik-i müstakim bir kanun-ı kavim mevcud olduğuna ve onu bulup ondan yürümek insanın vazifesi bulunduğuna şüphesiz inanırlar ve bu suretle nikbin olarak faziletkar yaşamaya kemal-i yakin ile azm etmiş bulunurlar. Bunlar yalnız kendilerini değil diğerlerini dahi güzel yaşatmayı mesud etmeyi vazife tanıyan kulub-ı zekiyye ve nüfus-ı takiyye erbabıdır. İşte hidayete namzed olacak ve niha-yetül-emr felah bulacak olan bahtiyarlar bunlardır. tebşiri de bunlar içindir. Hakdan geldiklerini ve yine Haka gideceklerini ve işbu hayatın o hak yolda bir yolculuk olduğunu proğramlarının başına yazan ve bu kalbe ve haslete malik olan bu kimselerdir ki ilm-i nafive amel-i salihin kıymetini takdir ve nefislerini ona göre terbiye ederek na-mütenahi terakkiye iktisab-ı istidad için nizam-ı ictimaiyyelerinde de kardeş gibi yaşamasını bilirler. Başmuharrir Sahib ve Müdir Sadakallahül-azim Kuran-ı Kerim Sure-i Bakaranın başında kitab-ı ilahinin mevzuu nüfus-ı insaniye olduğuna işaretle gayesi hikmet-i nüzulü de onları hidayet ve irşad yani niam-ı olmak üzere üç sınıfa taksim ile her birinin müsbet veya menfi kabiliyet-i irşadiyelerini beyan eyler. Müminler fikir ve amellerinde bir gün ve fil-hal müşa-hedeleri tahtında bulunan şeylere bağlanıp kalmayarak akıl ve kalb-i selim ile bil-istidlal itikadı mümkün olan hakaik-i gayr-i meşhudeye kadar tevsi-i vicdan ve bilmek faziletine malik geniş kalbli feyyaz ruhlu kavi rik-i müstakimden yürümeye azm eylemiş kimselerdir. Bunlar hilkat-i insaniyyenin mebdei Rabbülalemin Rahman ve Rahim olan Hak Teala olduğuna iman ettikleri gibi içinde bulunduğumuz bugünün henüz içinde bulunmadığımız bir yarını olacağına yakinen cezm eylemiş ve ömürlerini gün bugün saat bu saat diye geçirmeye karar vermişlerdir. Hayat-ı dünya ne kadar mesaib Bakara Suresi Bakara Suresi Leyl Suresi korkunç hadisat-ı tabiiyye kendilerini kamçılar. Mebde ölüm münteha ölüm. O müdhiş ölüm o sille-i adem ensesinden çarptıkça acısı beynini didikler Azrailin kabzası her nefesde dokunacak kefenine bir mekik kazınacak kabrine bir kazma atıldığını his eder. Dağlarda taşlarda ağaçlarda sularda havada semada zeminde zamanda hayvanda insanda karhanede meyhanede hasılı gamhane-i alemin her şeyinde bir meded arar nihayet o korkunç ölümden kurtuluş olmadığına ve onun da maverası bir adem-i mutlak bir hiçi-i muzlim bulunduğuna kani olur. Nazarında fikrinde kalbinde bu kanaat tekarrur etmiştir madem ki Rabbül-alemini bilmiyor Rahman ve Rahimi tanımıyor onun için bütün akıbet bu şerr-i muhakkakdan bir zaruret hilkat-i saniye bir muhaldir. Artık bunlar hakkında ra bürünmüş kulaklara yırtılmaz perdeler çekilmiştir öldükleri gün müebbed bir hüsran içinde kalacaklarına ömürlerini sarmıştır. Bu vechile bunlarda da luğavi bir arasında serseri kopuk bir silsile-i buhrandır. Nura değil zulmete müteveccih bir imandır. Hüsna-yı ahireti ğul-i hiçiye feda etmiş bir hüsrandır. Ömürlerinin hiçbir lahzası bu yes-i ebedinin tesir-i ciğer-suzundan yakasını kurtaramaz. Onlar bu yes-i medide bu azab-ı azime çar naçar daha önünden katlanmaya karar vermişlerdir. Onları bu büyük azab kadar dağdar edebilecek hiçbir ukubet tasavvur olunamaz. Zira her elem bir ölüm postacısı olduğundan dolayı acıdır ve hiçbir zaman vasıta gaye kuvvetinde değildir. Binaenaleyh kafirlerin kendi haklarında verdikleri bu hükm-i azabı hiçbir mahkemei alemde yapacakları her iş sürmek istedikleri her zevk şuuru izaleye hizmet eden bir müskir kıymetindedir. Biraz müskirat biraz morfin veya kokain alarak bu azab-ı azimin bu hüsran-ı mehibin tesir-i dil-suzunu azıcık unutabilmek gibi bir şaşkınlık içinde imrar-ı hayat ederler. Bu büyük yesi bir an olsun unutabilmek için ömürlerini ne kadar mestane geçirirlerse o nisbetde memnun olurlar. Şuurlarını gaib etmek en büyük lezzetleridir. Çünkü her şuurda o azab-ı azim ruhlarının amakından bir lerziş-i cangüdaz ile galeyana gelir vücudlarının her kılı bir raşe-i hicran ile titrer ve inler. Öyle inler ki celladları hançerleri zindanların zulmetleri üzerlerinde bu yes ve hicran-ı müeyyed kadr müessir olamaz. Onları bu derdin deva na-pezir olduğuna kaniolduklarından girye ve figandan bile bir hisse-i teselli bulamazlar. Ondan kurancak bunlardır. Bunlar mebde-i vücud münteha-yı yine vücud görürler. Tuttukları yol vücuddan vücuda giden na-mütenahi bir hatt-ı müstakimdir. Faniyi fani bakiyi baki tanırlar ve yollarında tükenecek olan fani azıklara rağbet etmezler. Yaşatan ve ebediyen yaşatan azıklar ki içinde boğulmuş dar kafalı serçe beyinli değildirler. ler. Bütün şu fezaya serpilmiş ve her biri kendi hayyizindeki vazifesine hasr-ı faaliyet etmiş olan yerlerin göklerin ve aralarındaki ekvan-ı cevviyyenin kudret-i baliğa-i ilahiyye karşısında bir sinek kanadı gibi küçüldüğünü gören ve ezellere ebedlere doğru medd-i nazar ettikçe bu günkü alemlerin sayıya gelmez nice milyarlarla emsalleri gelmiş geçmiş ve gelecek geçecek olduğunu ve tasdik edebilen bir kalbden daha vasine olabilir? Bütün saha-i fikr ü hareketleri beş on günlük ömrün hudud-ı kasırası içinde sıkışmış ve bütün emelleri bedenlerinin medhal ve mahreci olan iki sukbe beynindeki ahşaya takılmış kalmış olan dar kafaların bu vüsatli kalbler karşısında ne ehemmiyeti kalır? Şüphe yok ki yükselmek bunların değil yükselmek kabiliyetini ibraz edebilecek olan o uçtuğu görülüyorsa o uçmanın gayesi bir laşe bir cife keşfine matufdur. Fakat gece yattığı yatakda Allah diye raks eden bir kalbin her darabatı cemiyyet-i beşeriyyeye gözlerin görmediği kulakların işitmediği hatırların tahattur eylemediği bir alemin resm-i küşadını icra eder. “Allah şahiddir ve başka şahide lüzum da yoktur ki bu gözlerin ağlayışı şüheda kanlarının dökülüşünden aşağı değildir.” Aşk-ı ilahiden gelen bir ah ile Rober Sesilin aşkından gelen ah arasında ne büyük fark vardır? Müminlerin zıdd-ı tamları kafirlerdir. Müminlerin mebdeve müntehası vücud kafirlerin mebdeve müntehası ademdir. Müminler mebde-i vücuddan gaye-i vücuda tarik-i müstakimden gitmek lüzumuna kanioldukları halde kafirler kendilerini mebde-i ademle münteha-yı adem arasına keyfe ma ittafak atılmış bir garibe farz ederler ve doğru yolu ademden ademe giden bir sarsar-ı heyecan gibi görürler. Rabbül-alemini ve Onun Rahman ve Rahim olduğunu inkar eden bu kafirler kalblerinden amal-i rahmeti kökünden silmiş ve şu kainat-ı cidal içinde nefislerin şeamet-i şuuna müstağrak görerek akıbet-i hüsnayı bir hayal-i mahz diye tekzibe azm etmiş bedbinlerdir. Ne tarafa baksalar kesif bir zulmet letmez cenazenin başına oturur üvey ana gibi ağlar yanında bir hıçkıran olursa onu da yandan bir kızgın şiş gibi dağlar. Hayat hareketdir diye her şeyi tahrik eder. Fakat hareket-i muntazamayı atalet ve hamakat sayar. Daima eğri ve daima gizli çapraşık yollardan gitmeyi zeka ve dirayet addeder. Doğruluğu saf-derunluk diye tahkir eğriliği marifet diye tevkir eyler. Bütün zevk ve endişesi heyecandadır. Tehyic etmek şaşırtmak şaşırttığının külahın kapmak ehass-ı emelidir. Bütün reyb ve güman bütün huda-i heyecan bunun içindir öteden beri ehl-i hayır çıkıp da: “Yahu ne yapıyorsun? Ortalığa niçin böyle fesad saçıyorsun” diyecek olursa vay efendim diyen sen misin? Fesadcı sensin!. Fitneci sensin! Şu sensin.. Bu sensin!. Bizim bütün ruhumuz bütün mevcudiyetimiz bütün harekatımız ıslah-ı alem içindir bu kokmuş hayat ıslahatsız reformasız nasıl gidilebilir miş? İşte siz şöylesiniz siz böylesiniz ıslah ve salah istemezsiniz… diye öyle bir feryada başlar ki her tarafından samimiyet kaynıyor zannedersiniz. ayetiyle bunların bu manzara-i tehalüklerini anlattıktan sonra akabinde ayetiyle “Bilmiş olunuz ki herhale müfsidler onlardır. Lakin şuurları yokdur” irşadıyla müminleri humunun hakikatinden gafil olduları gibi kendi hareketlerinin mahiyetinden de bi-haberdirler. Salaha fesad fesada salah derler. Her şey gibi onlar için salah da reyb ve güman içinde fesad da reyb ve güman içindedir. Tam şuur ise ikan ile mütereffık olur. O halde salah ve fesada salah ve fesadın miyar-ı müstakimine ikanı olmayanlar kendi hayatının bugünkü cereyan-ı müşevveşinden münafıklar ıslah namıyla yaptıkları işlerin kopardıkları yaygalaraların ifsadat kendilerinin müfsid olduğundan nasıl haberdar olabilirler? Onlar her şeye mütünekkiren girmek ve yine mütenekkiren çıkmak isterler. Söz söyledikleri zaman lisanlarında kalemlerinde muhitlerince tanınmayan kelimat-ı münkirenin gayya-yı mübhemiyyetine sığınırlar. Herkesi tere yağından vaz geçirtmek satıyoruz diyemezler. Caddede yolunu göre göre bile bile yürüyenleri yolundan çıkarıp köşe başındaki karanlığa çekmek için lisanlarında mukabili değil muhitlerinde ma sadakı bile bulunmayan birtakım yabancı kelimelerin mechul imalarına herkesi davet eder dururlar. Münevver geçinirken takındıkları ünvanlar dikkat ederseniz henüz beynlerinde bile manası bil-ittifak taayyün edememiş ne idiği belirsiz mechul mübhem muzlim münker ve mütenekkir kelimelerin zıll-i himayesinde gezdiklerini tulmak için yine onun kucağına atılmakdan başka bir çare düşünemezler eninleri gönüllerinde yanan ıztırabı alevlendirmekden başka bir şeye yaramaz. Rahman ve Rahimi tanımadığından dolayı itikadında rahmet yokdur ki muhitinden bir şime-i merhamet umsun. Yevm-i dini Malik-i yevm-i dini inkar ile meşbuolan kalbinde ümidbahş bir hiss-i mesuliyet yokdur ki hiss-i vazifeden ahz-ı feyz etsin. Cihana hükmetse iklimleri kabza-i teshirinde tutsa dünyanın bütün mamelekinde keyfe ma yeşatasarrufa gücü yetse nakus-ı ceberutu en yüksek kulelerin burç-ı ihtişamında istediği kadar ötse bunların her lahza-i füsunu o yes-i mübini o hicran ateşini körüklemekden o azab-ı azimi artırmakdan başka bir şey yapmaz. Bunlara karşı vazife emr-i hak kendilerini o ve ancak şerlerinden tahaffuza müsaraat eylemekdir. Münafıklar müminlerle kafirler arasındaki üçüncü sınıfı teşkil ederler. Bunlar ne müminler gibi müsbet ne kafirler gibi menfi bir akideye malik değildirler. Kafirlerin kalbi bir tabiat-i mütehaccire bunların kalbi frengili mayidir. Akideleri reyb ü iştibah umdeleri huda ve sabite vardır. Her nurda bir eser-i zulmet her zulmetde bir eser-i nur tahayyül ederler. Her mukaddes kelimenin altında bir mana-yı melanet her melanetde bir mana-yı kudsi ararlar kafirler ile kafir müminler ile mümin gibi yaşar görünürler. Dinlerinde kelime-i iman dolaşırken gözlerinden mana-yı küfr fışkırır. Hiçbir zaman zahir ve batınlarını tevhid edemezler. Hakikate yalan karıştırmak yalanı hakikat gibi göstermek en büyük hünerleridir. “İnsan olduğu gibi görünmelidir.” Derler; hiçbir zaman göründükleri gibi olamazlar. Erkeklere erkeklik kadınlara kadınlak davasıyla gelirler; fakat erkek zannettiklerine kadın kadın zannettiklerine erkek metaı satmaya çalışırlar. Bütün mihver-i hareketleri piyasadır. iman borsasında iman küfür borsasında küfür oyunu oynarlar. imanın iyi küfrün fena olduğunu sezmiş gibi bulunurlar. Lakin imanda temeyyüz bir veresi muamelesi bir hesab-ı cari defteri bulunduğundan ürkerek küfrün mezeye benzeyen peşin lokmalarını yutmak için bi-karar olurlar. Nerede bir sükun nerede bir emare-i huzur görseler onu karıştırmak tozundan dumanından bir hisse-i ganimet almak için koşarlar. Öldürür gömer garibi odur ki mersiyesini kimseye söyBakara Suresi derler. Din anlarsınız. Dans derler herkesi davet ederler; varır baMaide Suresi Bakara Suresi Bakara Suresi dir. Lakin ruh-ı müminLa ilahe Muhammdün Resulüllah hüccet-i sinesine basarak huzur-ı ilahiye gider ve hasenat ile memlu olan defter-i amali meleklerin dest-i tebcilinde kendisini teşyi eylerken kafirle münafık hüsran-ı ebedilerine kavuşmak zırlandığı hufre-i ebede atılmak için uçurumlara yuvarlanırlar defter-i amalleri de arkalarından kendilerini recm etmek için yapraklarını savurarak yürür. Artık beğenen beğendiği yere gitsin. Ya Rab! Sen bize iman-ı kamil ve amel-i salih ile hüsn-i hatime nasib et. Kuran-ı Kerime göre iman birtakım hakaiki kabulden ketlerin doğru esaslardan ayrılmayacağı hiç şüphe götürmez. Amal-i salihaya bir mevkivermeyerek yalnız yanlığın nokta-i nazarıdır. Filhakika kilisenin telkinatına nazaran insanların felahını yalnız itikad temin eder. Halbuki Müslümanlığın nazarında amelden mahrum bir takdir etmeleri icab eden nokta budur. Bu noktaya şöylece işaret ettikden sonra diğer bir noktaya geçebiliriz. Din ve hayat yekdiğerinden ayrı yekdiğeriyle alakası olmayan iki şey telakki olunmaktadır. Filhakika hıristiyanlar arasında din birkaç esasa kilisenin dört duvarı haricinde insanların hayat-ı yevmiyesinde dinin hiçbir müdahalesi yoktur. Hinduların mabedleri de aynı vaziyettedir. Hıristiyanlık alemi dinine çok merbut olduğu zamanlarda şuun-ı dünyeviyyede hiçbir terakkiye nail olmamıştı. Kurun-ı vüstada Avrupada asabiyet-i diniyye hükümran iken bu noktanın medeniyet veya terakkıyat-ı dünyeviyye namına her şeyden mahrum olduğunu görürüz. Avrupa Hıristiyanlıkdan sıyrılıp İslamın terakkiyat-ı ictimaiyyeyi temin eden yolunu iktibas ettiği zamandır ki bu gün iş-gal ettiği mevkii ihraz etmiştir. Bugün Hıristiyanlık alemi din ile şuun-ı dünyeviyye arasında bir had çizmiş ve her birini diğerinden ayırmıştır. Bu yeni telakkiye göre muhtelif ayinler ancak kilise dahilinde icra olunur ve bu suMüminlerin semerat-ı imanına ganimet gibi konarak kafirlerin hüsran-ı müebbedine de hissedar olmakdan vaz geçmezler. Ölüm ve ahiret onlar için de bir yes-i müebbeddir. Lakin kafirlere tam ve külli bir mana-yı nefy ile çarpan o ıstırab bunları reyb ve iştibah içinde çalkalayarak iğneler. Bu iğneli beşiğin ıstırab-ı yesaverinden dolayıdır ki hiçbir noktada aram ve huzur duyamazlar. Servet ve saman içinde yüzseler her maksada nail olsalar kalbleri yine bi-huzur vicdanları yine pür-füturdur. Kafirler inkar ve tekzib akidelerine ibraz-ı sadakat ederler iken bunlar onda da yalan söylemek şeametinden tahlis-i nefs edemezler. O yes ve ıztırab-ı ruhinin içlerinde çalkanan dikenlerini görüp çıkarmak etrafı aydınlatmaya başlar o zaman da min tarafillah nur-ı basar ve basiretleri söner akıl ve şuurları büsbütün münselib olur. Bu kere de ziya var görecek göz yokdur. Zulümat alabildiğine kaplamıştır. Gözler kör kulaklar sağır şuurlar bir türlü kendine gelemez bir hale gelir. Her tarafdan baran-ı ıztırab kaplamış ortalığa zifiri Beşeriyeti ne kadar fikirlere mesleklere mezheblere meşreblere ayırırsanız ferdiyet ve ictimaiyeti ne kadar tetebbuve istikra etseniz insanları Allahın tasnifi olan bu üç sınıfdan harice çıkaramazsanız: Ya mümin ya kafir ya münafık olmakdan hali bulamazsınız. Gerçi Bakara Suresi Bakara Suresi Al-i İmran Suresi Bakara Suresi yor. Halbuki Müslümanlık bize din ile dünyanın bir olduğunu öğretmek için gönderildi. Lakin biz başkalarını körü körüne taklid ettiğimizden onların hatalarını tekrar ettik. Müslümanlık ise bize bu dar-ı dünyanın dar-ı uhra Yalnız itikad bir şey temin etmiş olsa aleyhissalatü vesselam Efendimiz kerimesi Fatımetüzzehraya bile amelin lüzumunu takrir etmezdi. Sonra acaba aleyhissalatü vesselam Efendimizin imanından daha sağlam bir gece gündüz çalışırdı. Bir maksadı tahakkuk ettirmek mez miydi? Peygamberimizin hayatı bizim için en mükemmel nümune-i iktidadır. Onun hayatı en ulvi timsal-i muvaffakiyetdir. Peygamberimizin izini bir lahza takib edelim hayatlarını nasıl geçirdiklerini düşünelim. Peygamberimiz mahbub-ı Huda idi. Cenab-ı Hakka imanı la yetezelzeldi. İrade-i ilahiyyeye mutidi. Bütün düşmanlarını mağlub edeceği kendisine esasen tebşir olunmuştu. Ona bu müjdeyi kim vermişti? Bütün kainatı yed-i kudretinde tutan zat-ı ecel ve ala!.. İslamı imhaya tasaddi eden küffarın haksar olacakları Peygamberimize bütün dünyaya bile yayılacağı tebliğ edilmiş elhasıl Cenab-ı Hak ona her lutf u inayeti bahş edeceğini vad eylemişti. O halde Resul-i kibriyanın kendini yormasına ne lüzum vardı?!.. Düşmanları mağlub olacak değil miydi?.. Her muvaffakiyet ona vad olunmamış mışdı?.. Artık onun bu vad-i ilahiyi hatırlayıp onun tahakkukunu beklemesi lazım gelmez miydi? Halbuki Peygamberimiz ne yaptı? Mücahede etti. Çalıştı çalıştı. Harb etti yaralandı taşlandı. Fakat hiç yılmadı hiç nevmid olmadı. Onun bu hatt-ı hareketi bize muvaffakiyetin nasıl ihraz edileceğini gösterir. Biz çalışarak tevfik-i ilahiye layık olduğumuzu bizim say ve faaliyetimizi takviye ve teyid etmeli bizim himmetimizi yükseltmelidir. Cenab-ı Hak Hazret-i Musaya Arz-ı Mukaddesin fethini vad etmişti. Hazret-i Musa vadin tahakkukunu görmemiş Arz-ı Mukaddesi feth etmemişti. Bunun sebebi arkadaşlarının bugünkü müslümanlar gibi çalışmakdan istinkaf etmeleri kendilerini yormak istememeleridir. Hazret-i Musa bunlara “Haydi!” dediği zaman “hayır biz burada oturacağız. Sen git de Allahınla beraber orasını fethetdemişlerdi. Beni İsrail kendi uhdelerine terettüb eden sayi ihmal etmişler Cenab-ı Hak da vad-i muvaffakiyetini onlardan esirgemişti. Kırk sene sonra Yuşaın kumandası altında faal ve gayur bir nesil vücud bularak hareket ettiği zaman Arz-ı Mukaddesi fethe muvaffak olmuştu. Şayed retle halas-ı ruhani temin edilmiş olur. Fakat maddi rehayı temin etmek için de ona muvafık birtakım vesaite müracaat lazımdır. Bunlarla dinin hiçbir münasebeti yoktur. Dünyevi hedefleri tahakkuk ettirmek için istenilen vesaite müracaat edilebilir ve hiçbir vechle evamir-i diniyyeye muhalefet edilmiş olmaz. Çünkü din kilisenin dört duvarını tecavüz edemez. Bu esasın tevlid edeceği haksızlıkları izahdan müstağnidir. Başkalarının hukukuna tecavüz tazyik zulüm istibdad ve bunun gibi bin bir fesadın bundan tevellüd etmesi pek tabiidir. Binaenaleyh Avrupanın terakkisi dinin hayat-ı yevmiyyeden tefriki gününden itibaren başlar. Kilise akaidi bütün faaliyet-i beşeriyyeyi tatil ettiğinden başka türlü olamazdı. Kiliseye göre itikad her şeydir. Amelin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Hayatın bu şekilde telakkisi insanı faaliyete ve cidale sevk edemez. Halbuki terakki bunlara bağlıdır. Bundan dolayıdır ki ancak din hayatdan tatlik olunduğu zaman Avrupada terakki devri başlamıştır. Müslümanlık bambaşka bir esas getirmiştir. Müslümanlık dinin hayat-ı yevmiyyeden tefriki gibi fahiş bir hatayı izale etmiş; hayatda dine en büyük mevkii vermiş hayat-ı medeniyyeyi en yüksek şekliyle ihata edecek derecede saha-i dini tevsietmiştir. Hayat-ı yevmiyyenin bütün meşağili dinin esasatını teşkil eder. Müslümanlık nazarında yevmi hayat-ı ameliyyeden ayrı bir din olamaz. Hedef müslümanların hayat-ı dünyeviyyeyi istihkar etmemelerini temin ile onları mübareze-i hayatdan alıkoymamakdır. Hayat-ı yevmiyyenin bütün teferruatına dini bir renk vermekle makasıdımızı tahakkuk ettirmek muştur. Bu suretle de bir tarafdan müslümanlar fakr u sefalete düşmekden sıyanet eyledikleri gibi diğer tarafdan makasıd-ı dünyeviyyelerini takib ediyorken hudud-ı diniyyeyi tecavüz etmemeleri başkalarının hukukunu çiğnememeleri temin olunmuştur. Ne kadar şayan-ı teessüfdür ki bugün bizde dini hayat-ı yevmiyyeden ayrı bir şey gibi telakkiye başladık. Müslümanlık bize hayat-ı dünyeviyyeyi istihkar etmemek ve mübareze-i hayatdan alıkoymamak istediği halde müslümanlar hayat-ı dünyeviyyeyi kale almamaya başladılar. Fakat din hakkında beslenilen yeni telakki yani dinin hayat-ı ameliyyeden tefriki filhakika dini körletmekden başka bir şey değildir. Dinin dünyaya muhalif olduğunu söylemekle dünya zayiolduğu gibi din de elde edilemez. Çünkü din ancak birtakım ayinleri tekrardan ibaret kalıyor. Böyle yapacak olduktan sonra keşke müslümanlar dünyaya rağbeti tercih etseydi ve hiç olmazsa dünyalarını kazansaydılar!... Hayat-ı dünyeviyyeyi süfli görmekle ve ondan tecerrüd etmekle hem dünya hem din zayioluSEBILÜRREŞAD - - hakimiyeti geçmiştir. Madde-perestlik çarlık mutlakıyet mahkum oldukları akıbete duçar oldular. Yecüc ve Mecüc birbirini yıktılar. Bu fırsatdan istifade ederek envar-ı Bu madde ahkam-ı şeriyyemize muvafıkdır. Şu kadar var ki fasid olduğu kabul edilen işbu şahidsiz nikah hakkında atiyen göreceğimiz . madde mucebince ittihaz edilen hüküm esasat-ı fıkhiyyemize muhalif bulunmuştur. Bu madde ahkam-ı şeriyyemizle kabil-i telif değildir. Esbab-ı mucibe layihasında hakimin veya naibin veya devletçe bu kabil akidlerin tesciline vazifedar edilen memurun huzuru nikahın şerait-i inikadından addediliyor da bunlardan birinin huzurunda olmayarak akd edilen nikahların butlanına hüküm olunuyor. Halbuki ahkam-ı şeriyyemize nazaran nikahın şerait-i inikadı akıdeynin ehliyetinden şuhudun huzurundan zevceynin şeran muayyen olan mevaniden hali olmalarından yoksa hakimin veya sair bir memurun huzuru nikahın şerait-i inikadından değildir. Layihada emval-i gayr-i menkuleye aid alım satımlar nazara alınıyor memur-ı mahsus huzurunda icra edilmeyen akd-i beyin nazar-ı kanunda bir hüküm ve kıymeti olmadığı beyan olunuyor menfaat-i amme mülahazası mala taallük eden bu akidlerde böyle sıkı bir kaide ve müeyyede vazına saik olduğu dermiyan ediliyor da aynı mülahazaya binaen hakimin veya naibin yahut bir memur-ı mahsusun huzurunda olmayarak akd edilen nikahların da keen lem yekün addedilmesi lüzumu evleviyetle istintac ediliyor. Fakat biraz daha tamik-i nazar edilirse görülür ki akd-i nikah ile emval-i gayr-i menkulenin alım satımı arasında bir münasebet aramak bir mukayese yapmak asla doğru olamaz. Emval-i gayr-i menkuleye aid akd-i beyin memur-ı mahsus huzurunda lüzum-ı icrası bu emvale şı ihtiyar ettikleri hatt-ı hareketi Peygamberimize karşı gözlerini kamaştırmazlardı. Halbuki ilk müslümanlar Hazret-i Musanın etbaı gibi hareket etmedikleri gibi bugünkü müslümanlar gibi de hareket etmediler. Peygamberimiz onları dini müdafaaya davet etti mi hepsi derhal tehlikeden korkarak haydi Allahınla beraber muharebe meydanına git demeyiz seninle birlikde ilerler ve kanımızın son damlasını isar edinceye kadar harb ederiz.” Derler ve sözlerini tutarlardı. Uhud muharebesinde Peygamberimize karşı vukubulan tecavüzleri püskürtmek Bu manzara hiç görülmeyen bir manzara-i şehamet ve merbutiyetdi. Cenab-ı Hakın bu hadisatı niçin yad ettiğini acaba hiç düşündünüz mü? Hak Tealanın bize eski zamanlara aid kasasla bizi eğlendirmek mi istediğini zannediyorsunuz?.. Hayır Hazret-i Musanın etbaı ile Hazret-i Muhammedin etbaı tarafından ihtiyar olunan hatt-ı hareketleri bize gösterilmekle nazar-ı dikkatimiz pek hayati derslere celb olunmaktadır. Bunların ikisi de Cenab-ı Hak tarafından gönderilen birer Peygamber idi. Her ikisine de düşmanları üzerinde ihraz-ı muvaffakiyet vad olunmuştu. Her ikisi de faal adamlardı. Fakat birisi vad-i ilahinin tahakkukunu görmüş diğeri de bu tahakkukun tehirine şahid olmuştu. Sebeb ne idi?.. Hiç şüphesiz birinin muvaffakiyetinden etbaı mesul olduğu gibi diğerinin de adem-i muvaffakiyetinden yine etbaı mesuldü. Hazret-i Muhammedin etbaı faal fakat Hazret-i Musanın etbaı atıl idiler bu yüzden muhtelif neticeler hasıl olmuştu. Bugün bile garb alemi gayr-i şuuri olarak ahlaki mektedir. Madde-perestlik Harb-i Umumi ile mühlik bir darbeye duçar olmuş ve garb alemi ihtirasatın akıbetini anlamaya başlamıştır. Bundan dolayı Ruhiye Mezhebi Garblıların dimağını sarsmaktadır. Fakat asıl bu fırsatdan müslümanlar istifade etmelidir. Çünkü kılıcın devr-i tur. Nikah şer-i şerif nazarında müstesna bir mahiyeti haizdir. Nikah min cihetin ibadetden maduddur Çünkü nikah sünen-i nebeviyyedendir nafile ibadetden efdaldir tezhib-i ahlaka tezkiye-i zata hadimdir alem-i beşeriyyetin bir intizam ve nezahet dairesinde vakt-i mukaddere kadar devamına vesiledir. Aslen ve vasfen gayr-i meşruolan akidlerin batıl yalnız vasfen gayr-i meşruolan akidlerin fasid olması kaidesi beyve şira gibi muamelatda caridir nikahda cari değildir. Maahaza madem ki esbab-ı mucibe layihasında bir esas-ı şeriye müstenid olan bu taksim nazara alınıyor artık bu esasa sadık kalmak icab ederdi. Halbuki öyle olmamış keyfe ma yeşahareket edilerek istenilen nikahlar batıl istenilen nikahlar fasid addedilmiş ve bu nikahlar birtakım indi ahkama tabitutulmuştur. Bilmeyiz ki böyle keyfi ictihadat ile teşehhiyat ile bir akdin mahiyet-i şeriyyesini tebdile nasıl cesaret olunabilir?. Mecellede beyan olunduğu vechile “İkrah: Bir kimseyi gayr-i hakkın icbar” etmekden ibaret olup mülci ve gayr-i mülci namıyla iki kısma ayrılır. Eimme-i Hanefiyye hazeratına göre ikrah-ı mülci; mükrehin ihtiyarını bil-külliye ibtal ve izale etmez belki mükrehin rızasını idam ihtiyarını ifsad eder mükreh kasd ve iradesinde müstakil kalmaz mükrehün aleyhi bil-ıztırar yapmış olur. İkrah-ı gayr-i mülci ise mükrehin kati bir ıztırar tahtında bulunmuş olmaz. Binaenaleyh her iki suretde de mükrehden sadır olan tasarrufat muteberdir. Şu kadar var ki bu tasarrufatın bir kısmı kabil-i fesh olduğu halde diğer bir kısmı kabiliyet-i feshiyeyi haiz değildir. İşte nikah da bu ikinci kısımdandır. Hasılı olmuyor. İkrah; asıl ihtiyarı izale etmiyor mükreh yaptığı şeyi yine kendi iradesiyle yapıyor mükrehün aleyhi yapmakla ehven-i şerrini ihtiyar etmiş oluyor. Lakin İmam Şafii hazretlerine göre nikah ve talak gibi tasarrufatın muteber olması ihtiyara mübtenidir müteallik kuyudatı tanzim ferağ harcının istifasını temin tahakkuk etmiş ve edecek vergilerin kimlerden müsteniddir. Yoksa haricde vukubulacak böyle bir akd-i beyin sıhhat-ı şeriyyesi kabil-i inkar değildir. Emval-i gayr-i menkuleden bir çoğunun rakabesi hükumete veya evkafa aid bulunduğundan bunların hin-i ferağında bir memur-ı mahsusun huzuru esasat-ı hukukiyyemizden mütevellid bir zarurete mübtenidir sonra bu zaruret; mücerred ıttıradi intizam-ı muameleyi temin için sair emval-i gayr-i menkuleye de idareten teşmil edilmiştir. Halbuki nikahda bir beyve şira meselesi mevzubahs olamayacağı gibi böyle bir zaruret-i esasiyye de mevcud değildir. Emval-i gayr-i menkuleye aid olup memur-ı mahsus huzurunda icra edilmemiş olan bir akdin keen lem yekün addedilmesi yüzünden nihayet akıdinden biri veya her ikisi bir dereceye kadar maddeten mütezarrır olabilir fakat bu yüzden dini ictimai ahlaki büyük bir mahzur tevellüd etmez. Akd-i nikah ise böyle midir? Farz ediniz ki bir nikah; resmi bir memur huzurunda olmaksızın akd edilmiş böyle bir nikahın adem-i vukuunu temine imkan yoktur ya bu sayede bir aile teessüs etmiş birkaç çocuk dünyaya gelmiş aradan nice seneler gelip geçmiş. Şimdi herhangi bir alakadar tarafından -mücerred bir memur-ı resmi huzurunda akd edilmediği bahanesiyle- bu nikahın butlanı iddia olunuyor bu maddeye istinaden böyle bir hüküm istihsal edilerek salhorde bir ailenin mahv u perişan olmasına sebebiyet veriliyor. Artık bunun tevlid edeceği mehazir-i mühimmeyi mülahaza buyurunuz!. Şüphe yok ki ahkam-ı diniyyesine mukaddesatına merbut olan millet-i İslamiyye bu nikahın sıhhat-ı şeriyyesine kanidir böyle olduğu halde mücerred filan zatın huzurunda akd edilmediği için bu nikahın butlanına hüküm verilmesini zevceynin araları tefrik edilerek zevcenin başka bir erkekle izdivacına müsaade edilebilmesini acaba efkar-ı İslamiyye nasıl bir his ile telakki eder?. Elhasıl layihada bazı nikahların batıl bazılarının fasid addedilmesi bir esas-ı şeriye ibtina etmemektedir. Ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran nikah hususunda batıl bir ikraha cür^etyab olmamalarını temin maksadıyla fesad cihetini tercih edenler bulunabilir. Fakat bu layihada kabul edilen şerait ve merasim dahilinde akd edilecek bir nikahın bilahare “Şöyle böyle bir tehdid tesiriyle akd edilmiş idi” diye fesadını iddiaya cevaz vermek biraz garib görünmüyor mu?. Keyfiyet günlerce ilan olunuyor hakimin müsaadesi lıyor. Sonra da biri kıyam ederek nikahın şöyle bir cebr ve tehdid ile akd edilmiş olduğunu bil-iddia zevceynin beynini tefrike çalışıyor. Artık yapılmış olan bu kadar eşkal ve merasim-i kanuniyenin ne kıymeti kalır?. Evet… Avrupa kanunlarında böyle bir iddiaya mesağ var imiş!. Bu madde ahkam-ı münife-i şeriyyemize muvafıkdır. Böyle bir izdivacın butlanı ayat-ı Kuraniyye ile ehadis-i nebeviyye ile icma-ı ümmet ile sabitdir. Nitekim Kuran-ı hikmet-beyanda buyurulduğu gibi Cabir b. Abdullah hazretlerinin rivayet ettiği bir hadis-i nebevide de: buyurulmuştur. Hasılı bir müslimenin bir gayr-i müslim ile izdivacı dini ahlaki ictimai hatta siyasi birçok nukat nazarından muvafık-ı hikmet ve maslahat olmadığı içindir ki bu tahrim buyurulmuştur. Bu madde muhtac-ı izahdır. Ahkam-ı şeriyyemize nazaran zevceynden her ikisi birlikde nikahın butlan veya fesadını iddia eder mesela aralarında hürmet-iraza bulunduğunu itiraf eyler iseler kavlen mütareke yapmaları yekdiğerinden iftirak eylemeleri icab eder artık var ki nikah-ı vakıin butlan veya fesadına sebebiyet veren keyfiyet kabil-i zeval ise bunun zevalini müteakib yeni bir akd ile iade-i zevciyetde bulunabilirler. Fakat zevceynden biri nikahın butlan veya fesadını müddei zevc ise yine bizzat iftirak etmeleri icab eder. nazarında bir özür teşkil ettiği cihetle mükrehden sadır olan kavlin hükmünü ibtal eder bir kavlin sıhhati ise kasd ve ihtiyarın vücuduna menutdur. Mükreh bir iş yapıyor bir icab veya kabulde bulunuyor acaba mükreh bununla mafiz-zamirini maksud-ı kalbisini beyan etmiş oluyor mu?. Acaba icab ve kabul buna delalet etmez mi?. Hayır… İkrah bu delalete münafidir; kabulü mücerred def-i şer maksadıyla söylemiştir halbuki bir sözün sıhhati kailinin mafiz-zamirine tercüman olması itibariyledir. Garb erbab-ı hukuku cebr ve ikrahı iki kısma ayırıyorlar. Cebr-i maddi cebr-i manevi. Cebr-i maddi: “Defve mukavemeti gayr-i kabil maddi bir kuvvetin tesir ve tazyikiyle husule gelen cebrdir.” Ki bu halde mükreh adeta mücbirin bir alet-i müteharrikesi mesabesinde bulunmuş olur. Cebr-i manevi: “Tehdid ve ihafe ile bir şahsın ihtiyar ve salahiyet-i harekatını menve izale eden cebrdir.” Ki mükrehin kuva-yı akliye ve sairesi üzerinde manevi bir tesir husule getirir. Almanya Ceza kanununun . maddesinde bu iki kısım cebr nazara alınarak: “Bir filin faili mukavemet mümkün olmayan bir kuvvetin veyahut kendisinin veya mensubininin şahsını ve hayatını tehlike-i hazıraya sevk eden bir tehdidin tesiriyle mükreh bulunduğu takdirde Velhasıl ikrah-ı muteber ile akd edilmiş olan bir nikahın fesadını kabul etmek bir nokta-i nazardan savab görülmemekle beraber diğer bir nokta-i nazardan savab görülebilir. Ba-husus zamanımızda emsaline kesretle tesadüf olunan birtakım ahlak-ı faziha erbabının böyle Bakara Suresi Mümtehıne Suresi Bu üç madde ile ahkam-ı şeriyyemiz arasında uzun uzadıya bir mukayese yapmaya hacet görmüyoruz. Ancak şunu arz edelim ki bu maddelerde beyan olunan akidlerden bir kısmı ahkam-ı şeriyyemize nazaran sahih olduğundan bunların hakkında butlan ve fesad iddiasına şeran mesağ yoktur. Nitekim bu hususda lazım gelen mütaleat evvelce dermiyan edilmiştir Diğer bir kısmı ğundan bunların hakkında zevceyn ile alakadaran ve müddei-i umumiler tarafından dava ikame edilebileceği gibi bunların bir kısmında şehadet-i hasebe de caridir. Binaenaleyh nikahın butlan veya fesadından haberdar olan her müslim izale-i masiyet maksad-ı dindaranesine binaen keyfiyyeti mahkeme-i aidesine ihbara ve resen eda-yı şehadete şeran salahiyetdardır. Razameselesi bu cümledendir. Paris mebusu Akademi azasından ve meşahir-i muharririnden riciye Encümeni namına tanzim ve parlementoya takdim eylediği raporlardan ikincisi Afrika Misyoner Cemiyetine namı diğeriyle Akbabalara aittir. Hükumet gerçi Kanunievvel tarihinde bir kanun layihasıyla bunların mevcudiyet-i kanuniyelerinin tanınmasını parlementodan taleb etmiş ise de mevki-i müzakereye bile konmamıştır. Şimdi tekrar bir kanun layihasıyla hükumet aynı talebi tekrar etmekde ve Hariciye Encümeni bunların hidematını tadad ile tervici cihetini iltizam eylemektedir. Bu cemiyet senesindeki kaht u gala dolayısıyla yetim kalan Arab çocuklarını toplamak için teşekkül etmiştir. Bunlar hala şuralarda icra-yı faaliyet etmektedir: Şimali Afrikada: Tunus Cezair Sahra-yı Kebir. Sudan-ı Fransevide Afrika-yı Üstüvaide Afrique equatoriale Kuds-i Şerifde Saint-annede. Hükm-i hakime ihtiyac görülmez. Şu kadar var ki zevc bu iddiasını huzur-ı hakimde isbat etmedikçe zevcenin rabıta-i zevciyetden münbeis bir kısım hukukunu mesela: Nafaka-i iddetiyle mehr-i müsemmasını iskat etmiş olamaz. Eğer müddei zevce ise iddiasını huzur-ı hakimde isbata muhtacdır. Zira zevce emr-i talaka malik olmadığından onun iddiası bil-beyyine sabit olmadıkça rabıta-i zevciyyeti katedemez. Zevceynin inkarına rağmen sair eşhas tarafından vukubulacak butlan ve fesad iddiası hakkında da hüküm böyledir. Bu eşhasın iddia-yı mücerredi zevceynin beynini tefrik için kafi değildir. Görülüyor ki –haricde vukubulacak talak ve iftirak hadiselerini kabul etmemek maksadına müstenid olanişbu ellinci madde ıtlakına nazaran ahkam-ı şeriyyemize tevafuk etmiyor. Bunun intac edeceği mahzur-ı şeri ediniz ki zevceynden her ikisi de beynlerinde hürmet-i razaveya musaheret bulunduğunu iddia ediyorlar mani-i izdivac olan böyle bir sebebin vukuuna baden-nikah muttaliolmuş oldukları için artık gayr-i meşruolan bir zevciyyetin idamesinden hasıl olacak bir masiyet-i azimeden kendilerini tahlise dinen vicdanen mecburiyet görüyorlar. Fakat bu sebebi isbat için ellerinde beyyineleri yok şimdi bunların vaziyetleri ne olacak? Bu maddeye nazaran bunların yekdiğerinden iftirak edebilmeleri için kavl-i mücerredleri kafi değil herhalde nikahın sebeb-ı butlanını isbata lüzum var. Demek ki bu diyanet-perver adamlar akd etmiş oldukları nikahın butlanına kanioldukları halde idame-i zevciyyete mecbur olacaklar öyle mi?. Hayır hayır… Terbiye-i diniyeye malik ahkam-ı şeriyyeye vakıf bulunan müslümanlar böyle bir zevciyetin devamına kabil değil razı olamazlar böyle bir maddenin mevcudiyetine rağmen -tecdid-i nikah kabil olmayan hususatda- iftirak cihetini pek güzel temin edebilirler. Şu kadar var ki işin cihet-i şeriyyesine pek o kadar muttalibulunmayan bir kısım müslümanlar maddenin müsaadesine binaen hal-i zevciyyeti idame edebileceklerdir. Bunun mesuliyet-i maneviyyesi ise şüphe yok ki en ziyade buna sebebiyet verenlere müteveccih olacak. müteşarik devletler tebeasından aynı mezhebdeki misyonerlerin misyonerlere gösterdiği müşkilatdan dolayı Alman misyonerlerinin yerini Fransız misyonerlerinin doldurması kabil olamamaktadır. Hatta mevcudunu bile muhafaza edememektedir. Bu mıntıkada evvelce Akbaba var Bu haftanın en mühim hadisesi zabıtanın Beyoğlunda müslüman kadınlarının yalnız başlarına barlara ve pastahanelere devamını menetmesi meselesi olmuştur. Bazı gazetelerde intişar eden bu haber üzerine gazetesi “İrticaBaşlıyor mu?” diye bir makale neşretti. Arkasından dei teyid etti. Onun üzerine her nedense polis müdürü merakize böyle bir emir verilmediği hakkında bir tekzibname neşretmek lüzumunu his etti. Ankaradan gazetesine çekilen bir telgrafa göre kadınlarla erkeklerin beraber pastahanelerde oturmamaları hakkında emir verildiği Dahiliye Vekaleti tarafından tekzib edilmiş ne vekalet ne de polis müdüriyeti böyle bir emir vermemiş. Bununla beraber gazetesi Beyoğlunun muhtelif bar ve pastahanelerinde yalnız başına oturmak isteyen hanımlara müsaade edilmemekde olduğuna dair garsonların tebliğatda bulunduğunu böyle mahallere yalnız olarak gelen Türk hanımlarına garsonların “Yanınızda erkek olmadığı için oturamazsınız lütfen kalkınız.” İbaresi yazılı birer kart bıraktıklarını iddia ediyor. Polis müdürü İstanbul valisi böyle şeyden bizim haberimiz yokdur her kadın istediği yere ister yalnız ister bir erkekle beraber girip çıkabilir diyor. da Beyoğlunda bazı mahallerin son günlerde iktisab ettiği müstekreh ve fecivaziyetin önüne geçmek ve aynı zamanda haysiyet-i milliyyeyi şuna buna rencide ettirmemek maksadıyla böyle bir tedbire teşebbüs edildiğini fakat bir iki gazetenin yaygarası üzerine bu tedbir-i müstahsenden sarf-ı nazar eylediğini söylüyor. Elhasıl anlaşılıyor ki Beyoğlu zabıtası bazı hanımların bar ve pastahane gibi sefahet mahallerindeki müstekreh ve fecivaziyetlerinin önüne geçmek istemişse de ve tarafından “irtica” vahimesi ve “hürriyet-i şahsiye” nazariyeleri ileri sürülerek bu tedbir-i müstahsenin tatbikine mümanaat olunmuştur. Demek ecnebi işgali zamanında başlayan hareket-i sefihane devam edecek ahlak ve adab-ı umumiyenin muhafazasını deruhde Şimali Afrikada: Kanunisani tarihinde bunların rerleri hemşireleri akaid muallimleri var idi. Bu mıntıkada yirmi mektebleri olup erkek kız tahsil etmektedir. Burada Teofit yani Katolikliği kabule temayül etmiş eşhas ve iki yüz Kateşomen yani dini tedrisatı muntazaman ve mütemadiyen takib eden kimse vardır. zarfında hasta cemiyetin dispanserlerinde taht-ı tedaviye alınmıştır. Bu mıntıkada müslüman ve hıristiyan ahalinin Akbabalara fevkalade bakmayı ve kendilerine ait hudusü alıp vermeyi bunlara tevdietmişler idi. Bunlar dini ve siyasi münakaşatdan muhteriz olup halka daimi bir fikr-i şefkat izhar eder ve bu suretle kendilerine celb ve takrib ederler. Sudan-ı Fransevide: senesinde istasyon Akbaba mülhak firer hemşire akaid muallimi var idi. Teofit yani Katolikliği kabule temayül etmiş eşhas mikdarı dini tedrisatı muntazaman ve mütemadiyen takib edenlerin mikdarı dir. zarfında dispanserlerde hasta taht-ı tedaviye alınmıştır. Mevcud mekteb mikdarı az olup senesinde ancak on tane var idi. Bunlara erkek kız devam etmektedir. Hemşireler imalathaneleri ahali-i mahalliyeye nümune teşkil etmektedir. terakkiyat-ı maneviyye terakki-i maddi ile hem-ahenk gitmekde misyonerler halka say intizam tasarruf fikirlerini telkin etmektedir. Misyonerler; amele teşkil çocukları talim ederek hastalara bakarak felaketzedeleri teselli ederek Fransız hakimiyetini değilse bile Fransız muhabbetini temin etmişlerdir. Afrika-yı Üstüvaide: Akbaba olup bunlardan i ancak Fransızdır. hemşire dini tedrisatı muntazaman ve mütemadiyen takib eden kimse mevcuddur. istasyon tesis etmişlerdir. mektebleri mevcud olup bunlara erkek kız talebe devam eder. zarfında dispanserde hasta tedavi etmişlerdir. Kuds-i Şerifde Saint-annedeki ruhban mektebi ali ve ibtidai olmak üzere ikiye münkasemdir. Kısm-ı ibtidai sekiz seneden ibaret olup Fransızca Latince Arabca Rumca Fransız ve Arab edebiyatı tarih-i umumi Fransa tarihi Coğrafya ve malumat-ı medeniye tedris olunur. Kısm-ı ali beş senelik olup talebe felsefe ve ilm-i kelam theologie tahsil ederler. Versay Muahedesinin . maddesi mucebince bu havaliden tebid edilen Alman misyonerlerini müttefik ve uçuruma giden heyet-i ictimaiyyemiz demek bundan sonra indiras uçurumuna el birliğiyle sürüklenecek. Hüseyin Cahid Bey mübarek kaleminiz bizim kalblerimize karilerinizin dimağına zehir halinde akmasın..” da diyor ki: “Bizim merakla öğrenmek istediğimiz bir şey var: İslam erkekleri olsun İslam hanımları olsun her sınıf ırkdaş ve dindaşımızın barlara sefahethanelere devamının en ziyade aleyhinde olanlar miyanında biz de varız ve asrilik liberallik namı Beyoğlunda hergün mütezayiden yapılan ahlaksızlıklara karşı ara sıra zabıtanın nazar-ı dikkatini celb ile tedbir ittihazını tasviye edenlerin de galiba başında bulunuyoruz. Bu memleketde sinsi sinsi irticaı hortlatmak isteyenler miyanında ve hatta başında da bulunuyoruz öyle mi? Ya Rabbi bu ne kadar insafsızca bir telakkidir bu ne kadar vahim bir istinaddır? Ahlak ve adab meselelerinin irticala ve hatta muhafazakarlıkla ne alakası vardır? En Liberal ve Laik olanlar miyanında bile akidesi sağlam hiç kimse yok mudur hiçbir Laik bulunamaz mı ki haremenin veya kerimesinin Beyoğlunda mesela bir Rum veya Ermeni ile kucak kucağa dans ettiğinden veya barda baş başa işret eylediğinden teessür ve teessüf duymasın? Maamafih zabıta tarafından ittihazı rivayet olunan tedabirin saiki bu da değildir. Son zamanlarda Masuniyet-i Şahsiyye Kanunu bahanesiyle birtakım çarşaf giymiş kadınlar Taksim Meydanındaki meyhanelere devam ederek yalnız başlarına rakı içmeye başlamışlardır. Dünyanın hiçbir yerinde hatta Paris ve Berlinde bile böyle şehrin en güzergah ve muteber yerlerinde kadınların meyhanelere girerek mesela rakı yerine absent kullanmalarına müsaade etmezler. O yerlerde bütün gazinolara zabıtanın şedid tenbihatı vardır. Onun için garsonlar kadınların işret edip sarhoş olmasına meydan vermezler. Bizde ise Masuniyet-i Şahsiyye Kanununun yanlış anlaşılması yüzünden İslam kisvesini labis kadınların Taksim meydanlarında rakı içmesine bir aralık müsaade olunmuştur. Bu yüzden ise o mahallerde mütemadiyen vahim hadiseler zuhur etmektedir. da daima tehlikeye düşen zabıta nihayet sırf asayiş yüzünden bazı tedbirler ittihazına lüzum görmüştür. meselenin hakikati bundan ibaretdir. Maamafih zabıta daha o tedbirini tatbike meydan kalmadan derhal aklı başında bir gazete çıkıyor: “Bu nasıl tedbir böyle şey Cumhuriyete yakışır mı? Bu memleketde irticaı bizzat zabıta mı uyandıracak?” tarzında hücuma ve jurnalcilieden hükumet kanunlarını İstanbulda tatbik edemeyecek çok yazık! bu hususda davayı kazandı: Müslüman kadınları Beyoğlunda barlara meyhanelere pazarlık mahalleri olan pastahanelere dans salonlarına gerek erkeklerle birlikde gerek yalnız başlarına serbest serbest gidebilecekler!... Bir müslüman hanımı herhangi bir Türk yahut Rum Ermeni Yehudi ve Frenk ile beraber gezecek pastahanelere barlara birahanelere meyhanelere dans salonlarına beraber gidecek göğüs göğüse sarmaşarak beraber dans edecek!.. Polis de karşıdan bakacak bu hanımlarla beylerin yahut mösyölerin keyflerinin huzurlarının ihlal olunmamasına nezaret edecek!. Hiç kimse de buna itiraz edemecek bu ahlaksızlıkları takbih edemeyecek! Şayed her kim bu münasebetsizlikleri takbihe kalkışacak olursa derhal “irtica” damgası yapıştırılarak ortalık velveleye verilecek yükselen itiraz sesleri boğulacak zevk ve safalar eğlenceler devam edecek!.. in bu velveleli neşriyatı üzerine ile birer makale neşrettiler. hükumetin “Hürriyet-i Şahsiyye Kanunundan bahs ediliyor. Bu kanunun manası hala anlaşılmamış galiba… O kanun ile temin edilen şudur: Millet meclisinden çıkan ve devletçe meri olan bütün kanunları ihmalen veya riyet-i şahsiye Kanununun manası… Kadın hür ve mutlakdır diye bir kanun var da onun hilafına hükumetin bir emri sadır olmuşsa o vakit Hürriyet-i Şahsiyye Kanunundan bahs edilebilir. Hürriyet Kanununun kıymetini halkın nazarından düşürmek için hükumetin yapabileceği propaganda olsa olsa bu şekilde tecelli edebilirdi. Kadınların barlara gitmesinden sarhoş gezmesinden fazilet düşkünü olmasından Avrupa heyet-i ictimaiyyesi acaba memnun mudur? Hiç zannetmiyoruz. Kadın hürdür. Bu çok güzel; fakat bir millet için dınlar yüzünden şehvet akan erkeklerden ibaret bir memleketde imkan-ı beka var mıdır? Belki bize de mürtecidenecek. Fakat ne denirse densin Türk kadınını meyhanelerde barlarda kafe şantanlarda görmek bize çok ağır gelmektedir. Hürriyetin manası başı boşluk değil başı bağlılıktır. Vazı-ı kavanin ahlakı ortadan kaldırmak isteyen faziletsizliği tecziye etmek için kuyud vazetmiştir. Eğer “Bir erkek nasıl sarhoş olursa kadın da olmaya haklıdır; bir erkek nasıl çamurlarda yatabilirse kadın da o hakka malikdir:” deniyorsa vay bizim başımıza! Bir başlı felaket içinde takibde hür ve muhtar olduğundan içki içenlere kumar oynayanlara dans edenlere itiraz etmek doğru değildir; bunlardan vaz geçilmesini ihtar etmek bunların ne kadar müstekreh ne kadar muhrib afetler olduğunu izah etmek ve bu suretle umumu irşad etmek kabahatdir cehaletdir taassubdur kurun-ı vüstailikdir ve hakeza… sermuharriri bu hatt-ı hareketi takib etmekle azim bir tenakuza düşüyor. Çünkü içki kumar ve dans gerek efrad gerek cemiyyat için ya iyi ya fena şeylerdir. hinde bulunmak bir ferd-ı akil tarafından yapılacak bir şey değildir. Fena ise ve fenalığı iyiliğine galibse bunlarla mücadele her şeyden evvel bir vazife-i ahlakıyye ve bir vazife-i ictimaiyyedir. Fenalık ve ahlaksızlık hiçbir vakit hürriyet-i şahsiyye namına müdafaa edilemez. Herhalde sermuharriri hürriyet-i şahsiyyenin ahlak ve kanun dairesinde muhterem olduğuna ve muhterem olması icab ettiğine ve kanun ile mukayyed olduğu kabul edildikden sonra muhill-i ahlak ve kanun olan hürriyetler mevzubahs olamaz. Mevzubahs olacak yegane hürriyet ahlak ve kanundan müstefad olan hürriyetdir. sermuharriri dermiyan edebiliriz. Bizim dinimiz içkiyi kumarı dansı ve bunlara mümasil olup zararı faidesine galib olan şer şeyi tahrim etmiştir. İçkiyi bugün alem-i medeniyet müdhiş bir afet addetmekde ve bununla mücadele etmektedir. Garb devletlerinin her itibar ile en mühimlerinden biri olan Amerika bu afeti kökünden istisal için kanunlar vazetmiş ve bu kanunların icrası için milyonlarca fedakarlık ihtiyarını göze almıştır. Sair Avrupa milletleri de bu mühlik afete karşı her türlü mücadelede bulunuyorlar. Daha geçenlerde ğinden sukut etmiş ve yerine men-i müskirat taraftarı bir hükumet gelmişti. Şimdi bütün beşeriyetin nazarında kökünden imhası için çalışılan bu afet niçin bizim memleketimizde hergün tevsi-i tahribat ederek hayat-ı milliyyemizi tehdid etsin?!. Hürriyet-i şahsiyeyi muhafaza Hürriyet-i şahsiyye içki kullanmakla da değil içki kullanmamakla kabil-i temindir. Hergün yevmi gazetelerin zabıta sütunlarını işgal eden vekayi-i müellime bunun en canlı delilidir. Beşerin dimağını imha eden müskirat hiçbir vakit hürriyet-i şahsiye namına müdafaa edileğe başlıyor. Bu şerait içinde gel de memleketin adab-ı umumisini ve asayişini muhafaza et. Zabıtanın kadınlarımızın Beyoğlunda lokantalara girmesine de mümanaat etmek istemesine gelince: Bu da Beyoğlunun ekseri lokantalarının bugün tam manasıyla birer meyhane olmasından ileri gelmiştir. Filhakika rakının da likörden madud olduğu tefsirinden beri her lokanta rakı satmaktadır. Her rakı satılan yerde de mutlak vukuat olmakda hele oralara kadın devam ederse behemehal vahim hadisat çıkmaktadır. Dünyanın her yerinde kadınlık ve kadınlar için bazı tedabir ittihazı mecburiyet-i katiyye altında görülmüştür. Çünkü hadd-i zatında hafif meşreb olan kadınlar ekser bulundukları yerlerde hadise ikaına sebebiyet verirler. Bu hal bizim memleketde daha fazladır. Çünkü anasır çok karışıktır. Bazı şekilde harekat ve efale karşı da halk daha ziyade hassasdır. Her memleketin zabıtası ise o memleketin ihtiyacatına adatına göre tedbir ittihazı mecburiyetindedir. Şehrimizin bugünkü ihtiyacatını bugünkü elim halini halkın sefaletini kadınlarımızın yanlış telakkiler yüzünden hergün biraz daha nezahetlerini gaib etmelerini hiç nazar-ı dikkate almayalım mı? Bu facialar karşısında hiç yüreğimiz yanmasın mı? Erkeklerimizin bile muhtac-ı sıyanet olduğu bir zamanda kadınlarımızı hatta kendilerine rağmen hiçbir fenalıkdan tahzir etmemeli mi? Bu fenalıklar karsışında yüreği yanıp da “Aman çaresini bulalım!” diye feryad edenler Cahid Bey nazarında nasıl bir mürteciiseler o halde kendisi de bir adab-ı umumiye kundakçısından başka bir şey değildir. Bu vaziyet karşısında ise laikliğe muhafazakarların mı yoksa asıl kendi taraftarlarının mı en büyük düşmanlık ettiğine efkar-ı umumiyye hükmeylesin!” açtığımız mücahede Liberalliğin alemdarlığını deruhde edenin ser muharririni aleyhinde müteaddid makaleler tahririne sevk etti. sermuharriri tarafından içki kumar dans gibi şeyleri tasvib etmediğini ifade eden sözler söylediği gibi diğer tarafdan bunların şüyuve revacına müdahaleden de istinkaf edilmesi icab ettiğini beyan ediyor çünkü bu gibi müdahalelerin hürriyet-i şahsiyye esasına muhalif olduğunu dermiyan eyliyor. Bizim anladığımıza göre sermuharriri içki kumar dans ve bunlara mümasil şeylerin iyi olmadığına kanidir; fakat her ferd istediği hatt-ı hareketi Cahid Beyi en çok hiddetlendiren nokta bizim dansı mana-yı şayiiyle kızılbaşlık telakki etmemizdir. Cahid Bey bunun böyle olmadığını isbat edebilir mi? Biz dansın sermuharriri bunun aksini iddia ve isbat etsin!.. Biz nokta-i nazarımızı kemal-i sarahat ve ihlas ile tesbit ediyoruz. Hüseyin Cahid Bey de aynı hatt-ı hareketi takib ederek bize düşündüğünü söylesin. O vakit hakikat meydana çıkar. Yoksa bizim dalaletde olduğumuzu söylemek hezeyan ettiğimizi iddia etmekle Cahid Bey ancak kaleminin nezahetini ihlal etmiş olur. Madem ki herkes kanaatini müdafaa etmek hakkını haizdir. Biz kanaatimizi müdafaa ediyoruz. Hüseyin Ca-hid Beyin kanaati bizim kanaatimize külliyen muhalif olabilir. Fakat bu muhalefet bize tecavüz için Cahid Beye bir hak bahş etmez. Biz hiçbir münakaşa-i kabulden istinkaf etmeyiz. Fakat mazarratı bütün insanlığın taht-ı tasdikinde olan hususatda bile tecavüze uğrarsak mütecavizlere ancak hidayet temenni ederiz. Bir muharrir Opera sinemasındaki ihtisasatını gazetesinde şöyle anlatıyor: “Hayatımda geçen akşamki kadar kadın koku ve süs içinde kaldığımı hatırlamıyorum. Erken gittiğim için balkonun ilerisinde locaları ve parteri görecek bir yere oturmuştum. Derken efendim başladı mı küme küme hanımlar gelmeye! Bense davetiyelerde isim zikr edilmediği peşinden bir demet de hanım geliyordu. Hemen yarım saat içinde dört yanım birkaç yüz bin liralık pırlanta kürk ve ipekle doldu. Birbirinden nefis birkaç yüz çehrede ikramiyesi! Böyle sağdan soldan şimalden ve cenubdan körpe rayihedar renkli birkaç kadın demeti ülkenin yetmiş çeşit güzelini toplamış bir şark hükümdarı sandım… Sağıma bakıyorum yeşil gözlü bir kumral soluma dönüyorum siyah bakışlı bir güzel önüme bakıyorum kızıl saçlı bir beyaz ense başımı çeviriyorum denizle güneşden yaratılmış bir demet saçla bir çift göz! Ve bunların etrafında yine hilkatin marifetli ve sanatkar kudretinden süzülüp doğmuş birkaç dizi inci! Bu yarılmaz ve açılmaz muhasara hattının bütün alevli dudakları ve esrarlı bakışlardan mürekkeb müessir silahlarına mukavemet imkanı yokken bütün ipek şomizetlerinden mini mini Pompadour mendillerden dalga dalga taşan o gıcıklayıcı Kelkflor kokularıyla büsbütün bi-tab kalmamak mümkün mü?” mez. Hürriyet-i şahsiyyeyi samimane tebcil edenlerin hiş afetin imhası için çalışmaktır. Bilhassa danslar yani müslüman kadınlarının barlara meyhanelere giderek yar u ağyar ile kucaklaşarak raks etmeleri iffet ve fazilet namına irtikab olunacak cürümlerin en müdhişidir. Kadınlığın iffet ve namusunu heder edecek memleketde aile hayatını yıkacak olan bu dans afeti öteki afetlerin hiç birinden aşağı değildir. Kadınlığı baziçe-i hevesat edecek kadınlığın en büyük meziyyeti olan mahremiyyetini imha eyleyecek kadınlığın en yüksek seciyyesi olan ismeti hak ile yeksan edecek bir fecibeliyyeye karşı mücadelede bulunmak bunun bir tarafdan adem-i intişarını bir tarafdan istisalini temin edecek her çareye baş vurmak icab etmez mi? Bu beliyyenin ne kadar şenibir şey olduğunu belki şenaatin müntehası ve hadd-i aksası olduğunu tanıtmak bize terettüb etmez mi?.. Biz deruhde ettiğimiz vazife-i irşadı elimizden geldiği kadar ifa ediyoruz. sermuharriri acaba buna niçin hiddetleniyor? Niçin neşriyatımızdan müteessir oluyor? Niçin dans içki kumar aleyhdarlığını kurun-ı vüstailik addecek kadar dar ve mutaassıb bir zihniyetle hareket ediyor?... sermuharriri içkiye kumara dansa karşı vuku bulan neşriyatımızı ser-rişte-i makal ittihaz ederek bizim hürriyet-i ferdiyyeyi takyid etmek istediğimizi iddia ediyor. sermuharriri bu sözleriyle matbuatın hikmet-i vücudunu inkar ediyor da farkına varmıyor. Matbuatın bir hakk-ı irşadı yoksa sermuharriri hergün karilerine yazdığı bend-i yevmiyi niçin kaleme alıyor?!.. Yok eğer sermuharriri hakk-ı irşad ve hakk-ı kelamı taht-ı inhisara almak istiyorsa beyhude yere zahmet ediyor. Bizim fezayih-i ahlakıyye ve mesavi-i hoşuna gitmeyebilir. Cahid Bey bizi bu hususda mutaassıb ve kurun-ı vüstayi addedebilir. Fakat Cahid Beyin bu telkinleri hiçbir vakit bizim mücahedemizin mahiyet-i ahlakıyyesini tebdil etmez ve bizim hedeflerimizin hak olmadığını isbat eylemez. rer metahaline geldiler. İşte şeair-i diniyye ve milliyyesini ayaklar altına alanlar için böyle hüsrandan başka bir akıbet yoktur!... Darul-fünun müderrislerinden tedris ettikleri ilimlere dair birer eser telif etmeleri taleb olunması üzerine sahibi Ahmed Cevdet Bey yazdığı bir başmakalede diyor ki: “… Ne edebi ne ilmi tam bir eserin neşrolunduğunu gördüğümüz yokdur. Bu hal devam edip giderse memleketde kıymet-i edebiyye ve ilmiyye namına bir mevcudiyet görülemeyecektir… Bugün Darul-fünununumuzun tesiratı ya hiç yokdur yahut muzmerdir. Çok pek çok yazıkdır ki müderrisler bu memleketin terakkiyat-ı fikriyyesine hizmet edemiyorlar… Ne bir yeni mekteb-i edebi teessüs etti ne de o mektebe şakird olacak yeniler zuhur etti. Halbuki edebiyata zemin olacak ne vakalar oldu. Maddiyat ve maneviyatda ne sukutlar ne şaşkınlıklar görüldü. Bugün adeta susuz bir çöl ortasında kalmış gibiyiz. Bizde ilm ü fen ve aşk u ilham eserlerine seyreklik arız olur olmaz karilerin bir kısmı zevk hususunda bir galata düşerek salah-ı maneviden ziyade fesad-ı maneviye giden yollara saptılar. Kendilerini sukuta doğru sevk eden şeylerden zevk almaya başladılar. Matbuatımız dahi sukuta doğru yuvarlanıp gidiyor. Tealiyata hizmeti olacak mevzulardan kaçınıyor. berbadlıklarla sahifelerin dolduruyor. Karileri iyi mevzulara çekip getirmeye gayret edeceğine dermansız zihinlerin temayülüne bilihtiyar meyl ediyor. Bu bir tereddidir. Allah beterinden esirgesin:” gazetesinin Ankara muhabir-i mahsusu yazıyor: “Meclis-i Millinin duvarlarını ve etrafını dikkatle gözden geçirirken reis mevkiinin balasına gayet güzel bir hat ile emr-i celilini muhtevi bir levha-i mübareke asılmış olduğunu gördüm. Bu levha bugün için nazar-ı dikkatimi celb etti. Hem takdir ettim hem hoşuma gitti; hem içimden dedim: Hani bizim Laikçi beylerden biri olsa da şimdi sorsam: Cumhuriyetimiz gazetesinin yazdığına göre bir zat geçenlerde ailesini İstanbulda bırakarak Ankaraya gidiyor. Orada bazı hususi işlerini tesviye ettikden sonra avdet ediyor. Ortaköyde evine gittiği zaman evinde zevcesini bulamıyor. Bittabibir misafirliğe gittiğine kanioluyor ve biraz hava almak maksadıyla Beyoğluna kadar uzanıyor. Orada tesadüfen girdiği Londra birahanesinin bir köşesinde önlerinde rakı kadehleri envatürlü mezelerle süslenmiş bir sofranın başında hiç tanımadığı üç yabancı zatın ortasında zevcesi hanımı görüyor ve bittabievvela hayrete düşüyor. Ve bu hayret birkaç saniyede hiddete münkalib olarak doğruca masanın yanına gidiyor. Zevcesinin kolunu tutarak soruyor:i – Senin burada işin ne? Kadın bu sualin karşısında sap sarı kesiliyorsa da cevab vermeden yanındaki yabancı erkeği dürtmekle iktifa ediyor. Erkek ayağa kalkarak cevab veriyor: – O kadın benim metresim. Ben onunla evleneceğim sen kim oluyorsun? Kocası olamazsın. Sonra karakola gidiyorlar herifler kadını kocasına vermeyeceklerini söylüyorlar nihayet alıp yine birahaneye gidiyorlar; koca da şaşkın şaşkın eve dönüyor. gazetesi yazıyor: Mediha isminde bir kız sinemalara tiyatrolara devam ede ede içinde aktrislik hevesi uyanır. Cemal Sahir isminde bir aktörle tesis-i münasebet eder. Geçen gün Elhamra Sinemasına birlikde giderler. Mediha Hanımın akrabasından biri orada kendilerini görünce Mediha Hanım donar kalır. Aktörden ayrılarak eve gelir evde tekdir olunur. Şimdiye kadar ihmal ve lakaydi gösteren ebeveyni kızlarının bir daha sokağa çıkmasına müsaade etmeyeceklerini söylerler. Fakat kız artık başdan çıktığı için evden firar eder. Beş gün beş gece gaib olur. Polise müracaat olunur. Aktör tazyik olunur. Nihayet kız bulunur. Kızın akrabasından biri aktöre münasebetlerinin meşruşekle sokulmasını teklif eder. O da şu cevabı verir: – Ben aktörüm kendi hayatımı güç temin ediyorum. Evlenemem… rın fecive meşum akıbetleri! Bu gibi hadiseler bugün leri keyfleri için kadınları başı boş bir hale getirdiler. Şimdi eğlenip atıyorlar. Arkasından o kızların ellerine birer vesika veriliyor. Hürriyet teranesiyle sersemleşen zavallı kadınlar! Zalim erkeklerin ellerinde bugün adi biŞura Suresi liyet-perverlerin tevkifine sebebiyet verdiğinden Hindistanın bütün fırkaları ahiren Bombayda bir kongre akd etmişler ve kongrenin riyasetinde Mevlana Muhammed Ali bulunmuştur. Kongre Hindistanın milliyet-perver müfrit mutedil istiklal-i dahili taraftarı olan fırkaların kaffesini toplamış ve bunların kaffesi tarafından birtakım mukarrerat miyanında en mühim karar Hindistan hükumetinin keyfi harekatını bütün Hind fırkalarının takbih etmesidir. Hind fırkaları Hind hükumetinin keyfi harekatını takbih ettiği gibi anarşi vukuunu da takbih etmesidir. Kongre bir heyet teşkil ederek bütün Hind fırkalarının müşterek bir siyaset takib etmesi için bu heyetin bir esas bulmasını muvafık görmüştür. Bu heyet gelecek Marta kadar çalışacak ve bir rapor ihzar edecektir. Hicaz: İngiliz matbuatının verdiği malumata göre Şerif Hüseyin bir müddet Akabede ikamet ederek oğlu Şerif Alinin muhtac olduğu kuva-yı askeriyeyi toplamak müteveccihen hareket etmiştir. Şerif Hüseyinin oğlu Şerif Ali tarafından kazanılan muvaffakiyat üzerine tekrar Mekkeye avdet için Akabede oturduğu söylenildiğinden muma-ileyhin Basraya müteveccihen hareketi herhalde Mekkenin istirdadından meyus olduğunu göstermektedir. Şerif Hüseyinin Basrada ancak alelade bir ferd gibi ikameti takdirinde kendisinin Iraka kabul olunacağı bildirilmiş idi. Hüseyinin pek karıştırıcı bir adam olmasına mebni oğlu Faysalın hükumeti onu Bağdada kabul etmek istememişti. Binaenaleyh; muma-ileyhin Basraya azimeti artık hayat-ı siyasiyyeden tamamıyla çekildiğini ifade etmektedir. Diğer tarafdan Vehhabilerin harekat-ı müstakbelesi hakkında malumat alınamamaktadır. Vehhabilerin birtakım harekat-ı askeriye icra etmeleri muhtemel görülmekde değildir. hukuk-ı milliyyesini müdafaa etmek için geçen ayın evahirinde Tunuslular tarafından Parise milli bir heyet retde teşyiolunmuş ve yapılan tezahürat esnasında halk “Yaşasın hürriyet ve meşrutiyet!” diye bağırmışlardır. ve Basra komşuluğunda kain Muhammara Şeyhi Şeyh Hazal Hanın şu son zamanlarda İran hükumetine karşı ve Harbiye Nazırı Serdar-ı Sipeh muma-ileyhe karşı ufak bir ordu sevk etmiş ve Behbehan civarında şeyhin etbave avanıyla muharebe ederek şeyhi tenkile muvaffak olmuştur. ruhunu esasat-ı İslamiyyeden alan bir icma-ı ümmet geçtim.” Kozan Kanunievvel: İrfan ve medeniyetin menbaı ve nur-ı İslaminin tecelligahı olan güzel İstanbulumuzda tesis ve küşadıyla dini ve milli bünye-i ictimaiyyemizi sarsan elim ve telafisi gayr-i kabil felaketlere ilka eden dans salonlarının zat-ı ulya-yı vilayetpenahileri marifetiyle sed edilmesi İslam diyarında İslamiyete yakışan bir muamele demek olacağından vazifede gösterdiğiniz metanetden dolayı size alenen teşekkür ederken bu muamelenin milli salah ve fazilet için fal-i hayr olduğuna kanibulunduğumuzu maaliftihar arz ederiz. Belediye reisi vekili Mustafa Eşrafdan Mehmed Hasan Fehmi Mehmed Nuri Kamil Hüseyin Cezmi Celal Ahmed Cevdet Hamza Ağazade Osman zürradan Behcet Ali Kahyazade Ömer Lütfi Traşzade Ahmed Lutfi Osman Halil Çavuşoğlu Şükrü Kozanzade Mahmud Camudanzade İsmail Hakkı Mehmed Asım Halil Ağazade Mehmed Mehmed. Marmaris Kanunievvel: Dans salonlarının seddine dair İstanbul Valisi Süleyman Sami Beyefendinin tedabir-i musibeleri hürmetle karşılandı. Kendilerine teşekküratımızın iblağı mercudur. Hacı Said Mahir Mehmed Sadık Dede Rıfkı Mustafa Hami Osman Nuri… Mısır: Mısır ahvali gittikçe kesb-i sarahat etmektedir. Mısır parlementosunun tatiline dair melik tarafından bir emirname ısdar olunmuştur. Binaenaleyh intihabat tecdid olunacaktır. Gelecek Martın mebadisinde yeni meclis açılacaktır. İntihabatın fevkalade hararetli olacağı şimdiden tahmin olunmakda ve Zağlul Paşanın müşkilat ile ihraz-ı ekseriyet edeceği söylenmektedir. Maamafih müşarun-ileyhin ihtimal-ı muvaffakiyeti hiçbir kimse tarafından inkar olunamıyor. Ancak Zağlul Paşaya muarız olanların hükumet kuvvetine güvenerek cüzi muvaffakiyet ihraz etmeleri ümid olunuyor. Buna mukabil Zağlul Paşa fırkası da bütün nüfuzunu istimal ederek ihraz-ı galebeye çalışacakdır. Şimdilik Mısırda vaziyet bu merkezdedir. galde icra ettikleri tazyikat son zamanlarda birçok milSEBILÜRREŞAD - - Sipeh ise Muhammereden Akabat-ı aliyatı ziyaret maksadıyla Şeyhin tenkili hususunda İran matbuatıyla birlikde bil-umum İranlılarla mümessilleri bulunan Millet Meclisi Serdar-ı Sipehe müzaheretde bulunmuşlardır. Han Muhammara Şeyhi Hazal Han meselesini bertaraf ettikden sonra Kerbela ve Necefi ziyaret etmeyi nezr etmiş ve bu maksadla Iraka azimet etmiştir. Serdar-ı Sipeh bu seyahati gayr-i resmi bir suretde icra etmekde hükumet olarak tanınması meselesini de müzakere edeceği söylenilmektedir. Esasen Irak Hükumeti meseleyi heyet göndermiş bulunuyor. Asar-ı Münteşire: Birkaç hafta evvel intişar edeceğini yazdığımız bu mühim eser bu hafta intişar etti. Eserin müellifi Londra Darul-fünunu Arabi Muallimi Sör Wilyam Arnolddur. lid Beyefendidir. Müellif-i muma-ileyh uzun seneler tedkikat ve tetebbuatda bulunarak bu muazzam eseri vücuda getirmiştir. Uzun bir methalden ve İslamın bir mübeşşiri sıfatıyla Hazret-i Muhammedin hayatına aid bir fasıldan sonra Asya-yı garbide Afrikada İspanyada Hindistanda Çinde Malarya Cezair-i müctemiasında elhasıl bütün diyar-ı İslamda müslümanlığın ne suretle mevcud batıl fikirleri red ettiği gibi İslamiyetin saadet-i beşeriyeye olan tesirat-ı ulviyesi hakkında da birçok mülahazat-ı hakimane serd eylemiştir. Büyük kıtada forma yani sahife teşkil eden bu mühim eserin fiyatı yüz kuruşdur. Mücellidi kuruşdur. Taşra için posta ücreti kuruşdur. hammara şeyhleriyle gizli bir muahede akd ederek onları kendi himayelerine aldıkları herkesçe malumdur. Bu işi kuvveden fiile çıkaran Hind vali-i umumisi Muhammara şeyhine Hindistanın büyük bir nişanını hamayiliyle beraber vermiş ve şeyhi bir de Sör lakabıyla telkib eylemişti. onu daima İran tebeasından addeylemekde olduğunu hem İngiltereye hem de Hazal Hana bildirmişti. Hazal Han Harb-i Umumi bidayetinde İngilizlerin Basradaki istilasını teshil ve hatta o kadarla kalmayarak Basra gümrüğünde bulunan bil-cümle emval-i ticariyyeyi de kendi aşireti efradı vasıtasıyla yağma etmekden çekinmemiş o civarda ticaretle iştigal eden Almanları düşmanları olan İngilizlere namerdcesine teslim etmiş ve daha buna mümasil birçok fili muavenetde bulunmuştu. madenlerinin imtiyazını –İran inkılabının bidayetinde harb esnasında harb gemilerini mezkur petrollerle idareye muvaffak olarak el-yevm her sene milyonlarca lira şeyhini bu kıymetli maden hatırı için himaye ediyorlardı. ya inkılabı neticesinde Rusyada vakiolan vaziyetden ziyadesiyle istifade etti. Rusyanın imtiyazlarını feshe ve eski ahidnameleri yırtıp atmaya Rus müessesatını ele geçirmeye muvaffak olunca şimali İrandan Rusyanın amaline hatime çekdikten sonra cenubdaki İngilizlerden de yakayı kurtarabildi. Serdar-ı Sipeh az müddet zarfında İranın görmediği genç ve dinç bir ordu teşkil ettikden maada umur-ı maliyesini Amerikalı müşavirler vasıtasıyla tertib ve tanzim ederek daima şuriş ve garetle imrar-ı hayat eden aşayiri birer birer tenkile çalıştı. Bunlar içinde yalnız İngilizlerin aleti olan Şeyh Hazal kalıyordu ki bu adam mahmilerine güvenerek yirmi seneden beri teraküm eden külliyetli vergilerini hükumete vermekden imtina ediyordu. Şimdi ise Serdar-ı Sipeh kendisini tenkile muvaffak olmuş ve tedahülde kalan vergileri tahsil ederek hammere şeyhinin İran ordusuna dehalet ve iltica ettiğini ve arz-ı nedamet eylediğini ve ordunun bil-cümle mesarıfatını vermeye taahhüd ettiğini haber veriyorlar. Şu haberlere nazaran bugün İranda emniyet ve asayiş gereği gibi temin edilmiştir. Vazifesini bitiren Serdar-ı Başmuharrir Sahib ve Müdir - mir vadilerde gösterseler say ü faaliyet ve refahiyet şüphesiz artar. Dilencilere gösterilen semahat bu suretle atalete zaafa müeddi oluyorsa ibadet de aynı neticeleri tevlid etmez mi? Madem ki Hak her duayı ve her adeti kabul eder çalışmaya ne hacet var?... Kuran-ı Kerim bu meselenin hallini ziyadesiyle teshil etmiştir. Birr ü ihsanın en büyük ve en hayırlı şeylerden biri olduğu umum insanların taht-ı itirafındadır. Onu herkes ve her sınıf bir fazilet addeder. Bir millet ne kadar medeni olursa olsun mutlaka muhtac-ı muavenet bir fakr u zaruret karşısında kalır. Binaenaleyh birr ü ihsan mutlaka lazımdır. Yalnız birr ü ihsanın su-i istimalidir ki onu beşeriyet için bir musibet yapar. Hüsn-i suretle tanzim olunduğu takdirde ihsan fakr u zarureti tehvin eder. Atalet ve sefaletin zevalini temin eyler. İbadet de böyledir. Müslümanlığın ibadet telakkisine göre Allahın yardımını ancak çalışan adam tazarruedebilir. Ancak böyle dua ve ibadetten bir şey ihraz edemezler. Müslümanlık dilenciliği o derece takbih etmiştir ki Risalet-penah Efendimiz dilencilerin ruz-i kıyamette yüzleri kara olarak haşr olunacaklarını söylemiştir. İhsan ancak düştükleri muzayakalardan her türlü teşebbüse rağmen kendilerini kurtaramayanlara caizdir. İbadet de ancak hedefi tahakkuk ettirmek için çalışmaktan geri kalmayanlar lara ne bir şey ihsan olunmasını emr eder ne de dua ve Kuran-ı Kerimin tealimini biraz daha teemmül ettiğimiz takdirde ibadetin mahiyet-i hakikıyyesi tamamıyla tavazzuh eder. İbadet dilenmek değildir. İbadet-i İslamiyyenin hedefi maksada vüsul için hidayet-i ilahiyyeyi niyazdır. Maksada vüsul için ibadetin bize vukubulacak yardımı bundan ibarettir. İbadet bize yolu gösterir. Biz de hedefimize muvasalat için o yoldan gideriz. İbadet bizi hiçbir amelden kurtarmaz. O ancak bizi doğru yolda gitmeye teşvik eder. Müslümanlığın ibadet telakkisi böyledir. Bunu nazar-ı dikkatten dur tutmayarak ibadetin münkirleri düşünsünler ve kendilerine bir yol ihtiyar etsinler. Bir madde-perest meydan-ı mücadelede mağlub olduğu zaman meyus olur ve bazan intihar eder. Fakat abidler ufku kararmış gördükleri zaman All ha niyaz ile meyusiyet hissedeceklerine yeni bir şevk ve yeni zindegi hisseylerler. adımlarını takviye eder hareketlerini tesrieder. Nihayet seciye-i beşeriyye üzerinde tesirat-ı mütenevviayı haiz bir meseledir. İbadetin inkarı bir taraftan insanı tedricen eder. Burada ibadetin mahiyet ve kabulü hakkında uzun uzadıya mütalaat dermiyan etmeyeceğiz. Ancak onun mahluk ile halık arasında en kuvvetli ve en hakiki halka-i bir mevcudiyete istinad ve itimad etmekliğimiz hissidir ki insanda teslimiyetkar bir halet-i fikriyye vücuda getirir. daha ulvi bir kudrete açılmasıdır. Matlub olan hoşnudi Cenab-ı Hak kainatı yarattıktan sonra artık onun işine müdahale etmez fikri de bunun gibi reybiliğe maddeperestliğe ve nihayet ilhada müeddi olur. Fil-hakika böyle bir uluhiyeti kabul etmekte ne mana var? Böyle bir telakki Cenab-ı Hakkı bir cima-yı zevk dakikasında bir çocuk getiren sonra ona hiç itina etmeyen bir pedere teşbih demektir. Böyle bir çocuk babasına hiç hiss-i hürmetle mütehassis olur mu? O halde mahlukatının hürmetini isteyen bir halık mahlukatının hüsn-i haliyle ve mesudiyetiyle nasıl alakadar olmaz?... Binaenaleyh dir. Kuran-ı Kerim diyor ki:Ben size yakınım beni davet edenin duasına icabet ederim.Bu ayet-i kerime tirecek kadar metin bir kanaat yerleştirmektedir. Doğru dir. İnayet-i ilahiyye ile bu itikad yese ve intihar-amiz harekata nihayet vermiştir. İbadeti inkar edenler inkisar-ı amale uğradıkları zaman intihar ile hayattan kurtulmaya bakarlar. Bu gibi intihar vakaları az değildir. Bütün dünyayı pa-yı tahakkümleri altına almayı istihdaf eden nice azimkar adamlar vardır ki bir iki hezimet karşısında yese kurban olmuşlar ve hayat-ı faaliyyet sahnesinden çekilmişlerdir. Bu kahkari ricatler intiharlardan daha bedterdir. Bunun yegane devası ibadettir. birçok insanların duçar olduğu atalet ve akamet müdhiştir. Bir reybi taraftan ibadeti inkar eden garblıların say ü faaliyet ile harikalar vücuda getirdiklerini çölleri cennetlere çevirdiklerini halbuki ibadete iman eden şarklıların görünce reyb içinde çalkanırken bir münkir oluyor. Fil-hakika bu gün İslam memaliki dilenci sürüsüyle doludur. Bunlar halkın kise-i semahatinden geçinmektedir. Hiç şüphesiz bu semahat şarkda dilenciliğin esbab-ı Rabbi yalnız sana kulluk ederiz!diyebilir ve o zaman Allahın yardımını niyaz edebilirsiniz. Bunu yapmadıkça huzur-ı ilahide yalan söylemiş olursunuz. Çünkü Allaha kulluk etmiş olmazsınız. Halbuki onun yardımına nail olmak ona bi-hakkın kulluk etmeye vabestedir. Arapçadaİaneileİmdadarasında bir fark vardır. Birisi bir noksanın itmamını diğeri bir şeyin üzerine bir şeyin ilavesini ifade eder. Biz Allahdanİmdaddeğil İaneistiyoruz. Demek istiyoruz kiYa Rabbi elimizden geleni yaptık. Derece-i kusvada çalıştık. Bütün kuva ve melekatımızı işlettik. Şimdi de huzuruna geliyoruz. Yed-i nusretini niyaz ediyoruz. Çünkü hala muhtac-ı Bu madde ahkam-ı fıkhiyyemize muhaliftir. Otuz dokuzuncu maddede fasid addedilen akd-i nikah -madde-i mezkure sırasında beyan edildiği üzere- esasen fasid değildir. Fasid olan bir akid nikah ise icazet-i lahika ile veya bir müddet-i muayyenenin müruruyla veya haml zuhuruyla şeran sıhhate inkılab etmez. Binaenaleyh böyle bir nikah hakkında her ne zaman olursa olsun fesad davası ikame edilebilir. Bu madde de ahkam-ı fıkhiyyemize muhaliftir. Evvelce de beyan olunduğu üzere kırk birinci maddede muharrer olan ateh erbabının nikahı ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran fasid değildir. Belki esasen sahih olup velilerinin rafından sarahaten veya delaleten icazet verilirse sahih ve muteber olarak kalır. İcazet verilmeyip reddedilir ise keen lem-yekün olup hakkında nikah-ı fasid ahkamı onlar da şahika-i muvaffakıyete yükselirler. ÜmmülKuran olan Fatiha-i Şerife bize bu manaları telkin ediyor. Fatiha-i şerife Kuran-ı Kerimin zübde-i tealimini muhtevidir. Bir müslüman bunu hiç olmazsa beş vakit namazında günde otuz iki defa tekrar ediyor. Binaenaleyh bu sure-i şerifenin bize telkin ettiği felsefe-i Her ibadetin üç kısımdan teşekkül etmesi icab ettiği aşikardır. Evvela ibadet ettiğimiz mercie hitab etmek saniyen ne sıfatla müracaat ettiğimizi beyan eylemek salisen müracaatımızı dermiyan etmek. Sure-i Fatiha bu tertibe riayet etmektedir. Biz All hımıza Rab Rahman Rahim Malik-i yevmid-din sıfatlarıyla müracaat ediyoruz. Müteakıben ancak Ona kulluk ettiğimizi ve ancak Onun yardımını istediğimizi beyan ederekBize doğru yolu göstermesininiyaz ediyoruz. Biz Cenab-ı Hakka evvela Rab diyoruz. Yani onu kainatın halikı olarak yad ediyoruz. Ona Rahman demekle onun bizim için lazım olan bütün vesail-i hoşnudiyi ğunu ikrar etmekle niam ve ataya-yı ilahiyyesini hüsn-i madığını teslim ediyoruz. Sonra Cenab-ı Hakka Malik-i yevmid-din demekle niam-ı ilahiyyeyi hüsn-i istimal ve yahud su-i istimal edersek mutlaka mükafat veya cezaya duçar olacağımızı kabul ediyoruz. Acaba müslümanlar bunları düşünüyorlar mı? Acaba onlar Fatiha-i Şerifenin bize tarif ettiği Allaha mı ibadet ediyorlar. Yoksa başka bir şeye mi? Bunu hiç teemmül ediyorlar mı? Düşünmelisiniz ki Cenab-ı Hakkın size Allaha şükretmiş olmazsınız. Siz atıl kalmakla küfran-ı nimet etmiş oluyorsunuz. Binaenaleyh ibadetleriniz sizi müşkilat ve buhranlardan kurtaracağı yerde günden güne daha fazla düşüyorsunuz. İbadeti yanlış telakki ettiğinizden bütün hedeflerinizin ayağınıza kadar geleceğini zannediyorsunuz. Kuva ve melekatınızı işletmiyor ve faaliyetinizi körletiyorsunuz. Ve bu suretle dalaletten dalalete düşüyorsunuz. şayandır.Ya Rabbi biz yalnız sana kulluk ederiz. Yalnız senden yardım isterizdiyoruz. Bu suretle Allaha bi-hakkın ibadet etmedikçe onun yardımına nail olamayacağımızı O halde ibadet nedir? Salat sıyam zekat hac zannolunduğu gibi hadd-ı zatında ibadeti teşkil etmez. Bunlar vesait-i ibadettir. Hedef-i ibadet birtakım vesaite bağlıdır. Kuran-ı Kerim bütün bu vesaiti bulmak için elinizden gelen her şeyi yapmanız icab ettiğini beyan etmektedir. Ancak bunu yaptığınız zaman siz kemal-i şerefleYa fiyattan olande beyan olunduğu üzere şehadet; nikahın şartıdır bu hususta Ebu Hanife müttefiktirler. Ancak şehadet akd-i nikahın mı şartıdır yoksa devam-ı nikah ile meşruiyet-i takarrübün mü şartıdır? diye ihtilaf olunmuştur. Şehadet; İmam-ı Azam Şafii ve Ahmed bin Hanbel mezheplerinde akd-ı nikahın şartıdır. Binaenaleyh hin-i akidde şahid bulunmazsa nikah sahih olmaz. Mezheb-i Malikide ise devam-ı nikahın şartıdır. Binaenaleyh kablez-zifaf işhad edilmesi vacibdir eğer hin-i akidde şahid bulunmadığı gibi kablezzifaf bir talak-ı bain husule gelir. dan hiç birine tevafuk etmiyor. Maahaza layihanın gösterdiği merasim dahilinde akd edilecek bir nikahda şahid bulunmaması pek o kadar varid-i hatır olmasa gerek. Bu iki madde ile ahkam-ı adile-i fıkhiyyemiz arasında bir mukayese yapmaya lüzum görmüyoruz. Ancak altmışıncı madde ile tayin edilen müeyyide-i cezaiyye ne derece mukarin-i madelet ve hakkaniyet olup olmadığını cezaiyyunun takdirine havale ile iktifa ediyoruz. Şimdiye kadar yapmış oldukları müsamahalardan dolayı mücazat-ı maliyyeye uğramamış bulunan hükkam-ı kiram ile sair memurin-i hükumet bade-ma müteyakkız bulunmalıdır sonra bu ihtiyaclı zamanda on liradan olurlar! Bu madde cay-ı mülahazadır. Ahkam-ı şeriyyemize nazaran mehir nikahın ahkam-ı mühimmesinden biricereyan eder. Yoksa velinin bir müddet itiraz etmeyip sükut eylemesiyle veya zevcenin gebe kalmasıyla bu nikah lazım olup velinin hakk-ı reddi sakıt olmaz. Görülüyor ki maddedekiFasidtabiri garb hukukıyyununu taklidenGayr-ı Lazımmanasına alınmış olsa bile yine maddenin hükmü ahkam-ı fıkhiyyemize tevafuk etmiyor. Bu madde de ahkam-ı şeriyyemize tevafuk etmiyor. Evvelce de arz olunduğu vechile eğer mecnun veya mecnuneyi usul-i şeriyyesi dahilinde velisi tezvic etmiş ise akd-i vakişeran sahih ve nafizdir artık bunun hakkında hiçbir kimse butlan iddiasına kıyam edemez. Ve eğer başkaları tezvic etmiş bulunursa akid velinin icazetine mevkuf olmuş olur. Ama bunlardan biri kendi nikahını bizzat kendisi akd etmiş ise işte o zaman akid batıl olur böyle bir akde icazet de lahık olamaz. Binaenaleyh bu akdin butlanı hakkında ikame edilecek dava bunların hal-i sahve avdetinden itibaren bir müddetin müruruyla sakıt olamaz. Şu kadar var ki bunların velileri yahud hal-i sahve avdetinden sonra kendileri akd-i vakii tecdid etmek suretiyle rabıta-i zevciyeti idameye kadir olabilirler. Yoksa evvelce vukubulmuş olan bir akd-i batıl üzerine meşrua kabilinden olacağından asla caiz değildir. Halbuki yetin devamına cevaz vermiş oluyor. Bu madde de ahkam-ı fıkhiyyemize muvafık bulunmuyor. Madem ki şahidsiz akd edilen nikahın fesadı kabul ediliyor artık böyle bir nikah ne haml zuhuruyla ne de muayyen bir müddetin müruruyla sıhhate münkalib olamaz. Binaenaleyh bu vazıyet devam ettikçe fesad davası her vakit ikame olunabilir. Bir hadis-i Nebevide: buyurulduğu gibi diğer bir hadis-i şerifte deZaniye ol kadınlardır ki nefislerini bila-beyyine -yani şahid bulunmaksızın- tezvic ederlerbuyurulmuştur. Kütüb-i Malikiyyeden de de Kütüb-i Hanbeliyyeden de da ve hilaRevahütSEBILÜRREŞAD - - dir. Tarafeyn akıdden evvel veya hin-i akidde yahud badel-akd mikdar-ı mehri tayin ve tesbit edebilirler buna Mehr-i Müsemma denir. Etmedikleri surette Mehr-i Misil lazım gelir. Bir kadının mehr-i misli onun pederi cihetinden olmadığı takdirde beldesi ahalisinden bazı evsafda akran ve emsali addedilecek kadınların mehri kadardır. de de ve sair kütüb-i fıkhiyyemizde beyan olunduğu üzere nikah-ı sahih mehirden hali olamaz. Mehre bidayeten hakk-ı şeri hukuk-ı umumiyye taalluk eder. Nitekim: Mehr-i misil yüzünden tahaddüs edecek davaların kesreti ve bu husustaki tezvirat ihtimali tesmiye edilmeyen mehr iddialarının adem-i mesmuiyyetini icab edecek derecede bir mazeret teşkil etmez. Zaten mahkemeler Mahkemelerin vazifesi hukuk-ı nası sıyanetten beynennas tekevvün edecek her türlü davaları rüyetten tezvirat ihtimalatına karşı da mutabassırane hareketten her halde adem-i mesmuiyyetine sebeb olamaz belki bu babda ittihaz edilecek bazı tedabir -bu gibi deaviyi taklil edebileceğinden- husul-i maksadı temine kifayet eder. Tescil-i mehr meselesi bu kabil tedabir cümlesindendir. Şunu da ilave edelim ki mehr hakkında böyle bir iki madde tanzim edivermekle mehr mesaili halledilmiş olamaz. Her ne yapılır ise yapılsın mehre müteallik bir hayli deavi tekevvün eyleyecektir. Bunları hukkam ne Ne gibi şeyler mehr olabilir? Mehrde kablel-kabz hasıl olacak ziyade veya noksandan dolayı ne gibi ahkam cari olur? Takarrüb veya ictimavukuundan evvel veya sonra mehir lazım gelir? Mehrde terdid bulunduğu veya tesmiye edilen mehrin fesadı tahakkuk eylediği takdirde ne yolda muamele yapılır? Müeccel olan mehr kendisine verilmedikçe zevce ne gibi hukuka malik olur? Mehrin nevini mikdarını gösteren vesaikın ziyaı halinde mehir davaları nasıl halledilir?. İşte daha bu gibi birçok mesail vardır ki bunlara müteallik davaların adem-i tekevvününü temine imkan yoktur. Bu gibi davaların biz-zarure tahaddüs edeceğini meslek-i kazada bulunmuş olan zevat pek güzel takdir ederler. Halbuki layiha-i kanuniyye bu gibi mesaili hall ü fasl edebilecek mevaddı ihtiva etmemektedir. Bu madde de cay-ı nazardır. Zevc zevcesine mehr namıyla bir mal itasını deruhde edeceği cihetle artık onun hakkında başka bir mal taahhüdüne ne lüzum var? Zevcenin zevcine bir mal itasını deruhde etmesi ise bizim ahkam-ı fıkhiyyemize ahval-i ictimaiyyemiz anaAcaba gayr-ı müslim erkeklerin zavallı gayr-ı müslim kadınlardan almakta oldukları drahomaya benzer yeni bir mehr usulü mü tesis edilmek isteniliyor? Artık teehhül edecek bir kısım erkekler alacakları kadınlara karşı müstagniyane bir vaziyet alsınlar!. Kendileri için ayat-ı celilesi mehrin lüzumunu natıktır. Binaenaleyh tarafeyn mehr olmamak üzere akd-ı nikahda bulunmuş olsalar bile yine mehr lazım gelir. Çünkü hakk-ı şeriyi iskata efradın salahiyeti yoktur. Şu kadar var ki mehr zevcenin hakkı olduğundan zevce ister ise badel-akd mehrinin bir kısmını veya tamamını iskat edebilir. akd tayin ve tesmiye edilmemesinden dolayı mehr iddialarının mesmuolmamasıahkam-ı şeriyyemize tevafuk etmemektedir. Nikah ve talak hangi merasime tabitutulursa tutulsun hiç şüphe yok ki mehr; beka-yı nikah için bir kuvve-i müeyyide olmak mahiyetini gaib etmez. Mehr zevcenin hukukunu sıyanete hadimdir zevcenin kadrini ilaya ihtiyacını tehvine vesiledir ictimai hayati daha birtakım fevaidi havidir. Nitekim esbab-ı mucibe layihasında da deniliyor ki:Mehr mücerred bir menfaat-i ictimaiyye mülahazasıyla ve her halde kadını düşkün zamanında sıyanet maksadıyla tesis olunmuştur. Bu cihetledir ki mehre hukuk-ı umumiyye taalluk etmiş hatta tarafeyn adem-i mehre bir-rıza muvafakat etmiş iseler dahi hukuk-ı umumiyye namına mehr-i misil lazım geleceği tesbit olunmuştur. O halde tayin ve tesmiye edilmeyen mehr davalarının adem-i mesmuiyyetini kabul etmek nasıl muvafık olur? Hukuk-ı umumiyye namına lazım gelen -tabir-i şerisi vechile kendisine hakkullah taalluk eden- bir şey mücerred tarafeynin sükutuna adem-i tesmiyyesine binaen nasıl sakıt olabilir? Nisa Suresi Nisa Suresi Nisa Suresi bir hayli mal temin etmedikçe akd-i izdivaca kolay kolay muvafakat etmesinler!. Kocaya varacak kadınlar da her Müstakbel zevcelerine verebilmek için bir mikdar servete malik olmaya çalışsınlar!. Erkekler ile her hususta müsavat iddiasına kalkışan hanımların mukteza-yı müsavat olan böyle bir usulün teessüsünden dolayı bit-tabi’ iştikaya hakları yoktur değil mi? Bu madde ahkam-ı fıkhiyyemize muvafıktır. da ile de beyan olunduğu üzereBir kızı tezvic veya baden-nikah teslim için ebeveyninden veya akrabasından birinin ağırlık kaftanlık ve saire namlarıyla aldığı şey rüşvet mahi-yetindedir. Binaenaleyh zevc vermiş olduğu şeyi mevcud ise aynen değilse bedelen istirdad edebilir. Nitekim bir kadın dahi kendisini veya kızını tezevvüc etmesi için bir erkeğe verdiği şeyi badet-tezevvüc Fakat emr-i nikahı temin mesalih-i müsahereti ıslah maksadıyla hatib tarafından bir şahsa ücret olduğu tasrih edilerek verilen şey bilahare istirdad olunamaz. Çünkü bu bedel-i hizmetden ibarettir. Bu madde; -bazı kuyud ile mukayyed olmak şartıylaahkam-ı fıkhiyyemize muvafıktır. Ez cümle nikah-ı sahihi nafiz ile takyid etmek icab eder. Çünkü ateh ashabının akd-i nikahları gibi mevkuf olan nikahlar dahi şeran sahihdir; fakat bunlar nafiz olmadığından haklarında kablel-icaze nikah-ı fasid ahkamı cereyan eder mehr ve nafaka gibi nikah-ı nafiz ahkamı cereyan etmez. Nikah-ı sahihi müteakıb zevcenin nafakaya istihkakı da zevcine itaat etmesiyle mukayyeddir baden-nikah zevcenin hanesine gitmekten bi-gayr-ı hakkın imtinaettiği takdirde nafakaya müstahık olamaz. Verasetin cereyanı için de zevc müslim ise zevcenin de müslim olması lazımdır. Yoksa bir müslim ile kitabiyattan bulunan bir gayr-ı müslime arasında veraset cari olamaz. Bu madde ahkam-ı şeriyyemize muvafıktır. Zevcesi Zira mesken de nafaka gibi levazım-ı hayatiyyedendir münasebat-ı zevciyyetin temin-i cereyanı bu sayede kabil olabilir. ayet-i celilesi bu vücubu natıkdır. Mesken-i şeri zevceynin iktidarlarına mevki-i ictirafdan olanlar ile olmayanların mesken-i şerileri bizzarure müsavi olamaz. Maahaza bir hanenin mesken-i şeri olabilmesi için her halde salih komşular arasında bulunması lazımdır ahlaksız kimselerin ikamet ettikleri bir mahalde ihzar edilecek hane bir mesken-i şeri olamaz. Bu madde iki meseleyi ihtiva ediyor. Birinci mesele; Zevcenin zevci tarafından intihab edilecek hanede ikamet etmesidir. Bu mesele; ahkam-ı fıkhiyyemize muvaİkinci meseleye gelince bu da zevcenin zevciyle birlikte gideceği memlekete azimet etmesidir. Bu mesele hakkında muhtelif ara-yı fıkhiyye vardır. Fukaha-yı kiramın ve bilhassa fukaha-yı Hanefiyyenin bu gibi mesail-i zarla tedkik etmiş olduklarına bir nümune olmak üzere eimme-i Hanefiyye hazeratının bu babdaki akvalini telhise lüzum görüyoruz. Bu akval ber-vech-i ati dört surete ircaedilebilir: Zevc mehr-i muaccelini verdikten sonra zevcesini le mesela şehirden karyeye ve bil-akis karyeden şehire götürebilir. Çünkü bu gurbetten madud değildir belki bir mahalleden diğer bir mahalleye nakil kabilindendir. Zevc mehr-i müeccel ve muaccelini tamamen eda ettiği ve kendisi emin bulunduğu takdirde zevcesini istediği beldeye götürebilir. Lakin mehri tamamen eda etmedikçe veya kendisi emin bulunmadıkça zevcesini rızası bulunmaksızın diyar-ı ahara götüremez. Talak Suresi kekler; temin-i maişet idame-i şeref ve haysiyet gibi birtakım ilcaat-ı hayatiyyeye tebaiyyetle her tarafa can atıyor memuriyet gibi ticaret ve sanat gibi birer vesile-i maişetle diyar-ı gurbeti ihtiyara mecbur kalıyorlar. Şimdi böyle bir ıztırara binaen ihtiyar-ı gurbet eden bir erkek kendi refika-i hayatını gideceği yere alıp götüremezse aile teşkilinden beklenilen ferdi ictimai mesalih nasıl husule gelebilir? Hususiyle asrımızda kadınlara böyle bir salahiyet verilmesi kadınların ahlak şerait-i hayatiyyeleri nokta-i nazarından iyi bir netice tevlid edemez. Vakıa zamanımızda vazife-i zevciyyeti hüsn-i ifa edemeyen birçok erkekler mevcuddur. Lakin yine zamanımızda bir kadının zevcine refakatten istinkaf etmesinden tevellüd edecek mehazir zevciyle beraber gitmesinden tevellüdü melhuz olan mehazirden daha mühimdir. kendi dinlerinin hak olduğu hakkındaki şevklerinden dolayıdır ki müslümanlar İslamın beşaretini her girdikleri memlekete götürmek vazifesiyle mülhem bulunuyorlar; bu ise onların dininin misyonerlik edyanı arasında bir mevkitutmasını bi-hakkın iltizam eder. İşte bu telkin ve tebşir şevkinin tarih-i hudusu ve onun kuva-yı zuunu teşkil eyler. El-yevm dünyanın her tarafına dağılmış bulunan birkaç yüz milyon efrad-ı İslamiyye on üç asır zarfında vukua gelen bu tebşir faaliyetlerinin bürhanıdır. Bu dinin ahkamı ibtida yedinci karn-ı miladide Arabistan halkına bir peygamber tarafından tebliğ edilmiş ve onun liva-yı risaleti altında bu halkın kabail-i müteferriası bir ümmet haline gelmişti. Bu yeni hayat-ı millinin men gayr-ı kabil-i mukavemet bir kuvvet bahşeylemiştibu halk üç kıta-i aleme feth ve hüküm emeliyle akın etti. muvacehelerinde birer birer sukut eyledi. İspanyaya kadar garb ve Hindistan hududundaki Sind nehrine kadar şark cihetlerine doğru revş-i tazyiki artırdıklarından Peygamberin olanlar kendilerini Romanın evc-i ikbale vasıl olduğu zamandaki imparatorluğundan daha büyük bir mülkün hakimleri mevkiinde buldular. Vakıa sinin-i müteakıbe zarfında bu büyük müslüman dı. Fakat fütuhat-ı ruhaniyyesi bila-inkıtadevam eyledi. Zevc mehr-i müeccelini veya tacili mütearef olan mikdar mehri verdikten sonra zevcesini -rızası olsun olmasınayet-i celilesi buna delildir. Mehrin tamamı müeccel olduğu surette de hüküm böyledir. Zahirür-rivaye olan da bu kavildir. nazara alınmak şartıyla- bu kavle muvafık bulunuyor. Zevc mehrini tamamın tediye etmiş olsa dahi zevcesini rızası olmadıkça fi-zamanına başka memlekete alıp götüremez. Çünkü gurbet zarardan hali değildir. ayet-i kerimesi adem-i ızrar ile mukayyeddir. Zamanımızda erkekler zevcelerini istedikleri yerlere götürmek hakkına malik değildirler çünkü mukaddema erkeklerde salah-ı hal galib olduğundan hukuk-ı zevciyyete riayet eder zevceleri hakkında zulüm ve itisafda bulunmazlardı. Zamanımızda ise böyle değildir. Kadın kendi kavim ve kabilesi arasında bulundukça zevcinin zulmünden emin olabilir. Lakin başka memlekete nakl edilince iş başkalaşır kadın garibetüd-diyar olacağından kimseden istiane edemez. Müfta-bih olan kavil de budur. Ahkam-ı fıkhiyyemizin kadınları ne kadar sıyanet ve himaye etmek istediğine dikkat olunmalı!. nazar-ı itibara alınır eğer zevc emin hukuk-ı zevciyyete riayetkar olmaz da mücerred eza ve cefada bulunmak veya emvalini elinen almak gibi bir maksada binaen zevcesini başka bir memlekete nakl etmek isterse bu takdirde zahirür-rivaye ile amel olunamaz. Binaenaleyh bu naklin cevazına fetva vermek helal değildir. Çünkü yakinen biliriz ki İmam-ı Azam hazretleri de bunun cevazına kail olmamıştır. Fakat zevc emin hukuk-ı zevciyyete riayetkar olursa onun hakkında mesele değişir. Olabilir ki zevc garibüd-diyar bir kimsedir. Zevcesini kendi memleketine götürmek ister; olabilir ki bulundukları mahalde kolaylıkla temin-i maişetten aciz kalır artık bu takdirde de zahirür-rivaye ile amelden nasıl udul edilebilir?. Mülehhasan nakl ettiğimiz şu beyanattan anlaşılıyor ki İbni Abidin merhum; üçüncü suretle dördüncü suret beynini telif etmek istemiştir. Fil-hakika zevcin emin olup olmadığını nazara almak muvafıktır. Fakat şu da bedihidir ki bugün mübareze-i hayatiyyede bulunmak mecburiyetinde olan bi-çare erTalak Suresi Suretüş-Şuraİnsanları kamette bulun. Kendilerine kitap verilenlerle Arap müşriklerine İslamı kabul ettiniz mi? de. Şayed kabul ettilerse dalalden kurtulmuşlar demektir. Al-i İmranBelki doğru yolu bulursunuz diye Allah size böylece ayatını bildiriyor. SuZebiha mesinler. Yani nizaa meydan verme. Ve Rabbinin dinine davette bulun. SuretütMüşriklerden biri senden eman dilerse kelamullahı dinlemesi için ona eman ver. SuretütKüfürden rücuederler de namaz kılar zekat verirlerse artık sizin din kardeşlerinizdir. Böylece İslamiyet mebadiden beri ameli ve nazari olmak üzere misyonerli bir din bulunmuştur çünkü bu tebşir hayat-ı Hazret-i Muhammedde temessül eder ve gayr-ı müminlerin kalblerine dinlerini idhale yol bulan ve bir kafile-i kesire teşkil eden müslüman mübeşşirlerinin başında bizzat hazret-i Peygamber bulunur. Bundan maada İslamiyetteki misyonerlik ruhunun emarelerini mezalim-i cebabirede veya mutaassıbinin şiddet-i gazablarında aramayacağımız gibi bir elinde kılıç diğer elinde Kuran bulunur bir surette tahayyül edilen şahsiyette yani müslüman cengaverinin teşebbüsatında da aramamalıdır; o ancak küre-i arzın her bir cihetinde dinlerini idhale çalışan müslüman vaiziyle tacirinin sakin ve nümayişten ari olan faaliyetlerinde bulunur. Bu gibi gayr-ı mütecaviz ve sulh-perverane usul-i vaaz ve telkin yalnız icabat-ı siyasiyyenin cebr ve şiddeti gayr-ı makul veya gayr-ı mümkün gösterdiği zamanlarda ittihaz olunmuştur. Bir de Kuran-ı Kerim o usul-i telkinin ittihazını müteaddid ayetlerle emr eder. Suretül-Müzzemmil Küffarın söylediklerine tahammül et. Ve onlarla alakanı suret-i cemilede kes! Suretül-CinBenim elimde All hın vahiylerini tebliğden ve risaletten başka bir şey yok. Suretül-Casiyeİman edenlere söyle: All hın şiddetli günlerinin geleceğini ummayıp da kendilerine eza eden küffarı afvetsinler ki bu surette kazanmış oldukları hasenat yüzünden Allah bir kavmi nail-i mükafat eylesin. Hicri senesinde Moğol sürülerinin Bağdadda gasb ve garet icra eyledikleri ve Abbasiye hanedanının sönük bir halde bulunan şanını kanlar içinde boğdukları ve Leon ve Kastil Ferdinandının Endülüsün Kurtuba cihetlerinde kalan müslümanları sürüp çıkardığı ve İspanyada müslümanların son mevki-i hasini olan Gırnatanın harac vermeye mecbur kaldığı zamanlarda İslamiyet Sumatra adasında ve Malay Cezayir-i Müctemiası içinde terakkiyat-ı muzafferaneye başlıyordu. Tenezzül-i siyasisi anlarında İslamiyet en parlak fütuhat-ı ruhaniyyesinden bazılarını icra eylemiştir. saliklerinin boğazlarına barbar taifeler ayaklarını basmışlardı; yani bu iki halde dahi fatihler mağlubların dinini kabul eylemişlerdir. Kezalik kendilerine hiçbir kuvve-i hakimiyet muin olmadığı halde müslüman mübeşşirleri dinlerini Afrika-yı vustaya Hind-i şarki denilen adalara ve Çine kadar isal eylemişlerdi. Hal-i hazırda ise din-i İslam Merakeşden Zengibara Afrika-yı garbideki Siyera-leondan Sibirya ve Çine Bosna ve Hersekden Yeni Gine müstemlekesine kadar tevessüetmiş bulunleketlerin hududundan hayli uzakda kalan Çin gibi Rusya gibi memleketler kesretli Ehl-i İslamı havi olduktan başka Resul-i İslamın tarik-ı dinisi saliklerinden mürekkeb bazı cemaat-i sagire daha vardır ki din-i İslamın gayr-ı müminler içinde mevcudiyete malikiyetini isbat eder. Aslen Tatar olup Leh lisanıyla mütekellim bulunan ve Kvono Vilno ve Grodno gibi havalide sakin olan Ümid Burnu müstemlekesinde Felemenkce tekellüm eden müslümanlarla Garbi Hind adalarına ve türen Hindistan amele ve huddamı gibi son senelerde ve Japonyada kendisine salikler bulmuştur. Küre-i arzın bu kadar vasibir kısmında bu dinin intişar eylemesi ictimai siyasi ve mezhebi olmak üzere esbab-ı muhtelifeden naşidir. Fakat bunlardan başka bir sebep daha vardır ki o hayret-bahş neticenin istihsalinde en kuvvetli amillerden biri olmuştur. Bu da kendilerine Hazret-i Peygamberi nümune-i iktida ittihaz eden ve gayr-ı müminlerin ihtidası için vakf-ı vücud eyleyen müslüman mübeşşirlerinin durmak bilmez faaliyetleridir. Misyonerlik faaliyeti İslamiyette sonradan düşünülmüş bir şey değildir; hatta daha bidayetten müminler üzerine vacib olmuş bir iştir. Buna Kuran-ı Kerimin şu ayetleri Suretün-Nahl Rabbinin yoluna insanları hikmetle ve güzel nasihatlerle davette bulun. - Rusyada bugün idare-i memleketin Bolşevik komünist hükumeti olduğu herkesçe malumdur. Fukara Amele Diktotaryası namıyla memleket baştan aşağı bir tazyik-ı umumi altında tahrib olunmaktadır. Burada her cihetten en çok mutazarrır ve mazlum olan millet Tatarlar Lanişler gibi bir derece istidadı olan milletler Rusyadan tamamıyla infisal etmiş olduklarından kendi memleketlerini kendileri idare etmektedirler. Bolşeviklerin umumi tahribatını bir dereceye kadar anlamak için bervech-i ati rakamları nazar-ı dikkate almak kafidir. Çeka tabir ettikleri teşkilatın resmi istatistikıne göre bidayet-i inkılabdannci senesi Mart Harb-i Umumiden mukaddem ziraat mahsulü milyar kilo buğday istihsal olunduğu halde senesi mahsulü ancak milyon kilo buğdaydır. Kablel-harb milyar kilo buğday memalik-i ecnebiyyeye ihrac olunuyordu. Kablel-harb Rusyada milyon beygir bulunurken şimdie tenezzül etmiştir. Kablel-harb milyon sığır vardı. Bugünkü sığırın mevcudu isedir. Kablel-harb milyon koyun bulunduğu halde şimdi milyon kalmış bulunuyor. senesi Temmuz ibtidasında Rusya hazinesinde altun olarak bir milyar yedi yüz milyon nakid bir milyar milyon da kaime bulunuyordu. Komünizm mesleği şimdi herkesçe marufdur. Alem-i beşeriyette bunların mezhebini bilmeyen hemen yok Suretün-Nahl Suretün-Nahl Suretül-Ankebutİçlerinden zulüm edenleri müstesna olmak üzere Ehl-i Kitab ile mücadelenizde en güzel tarikden başkasını tutmayın ve deyin ki: Bizler bize de size de indirilen kitaplara inandık. İraz ederlerse bizler seni onlar üzerine muhafız göndermedik. Seni uhdende tebliğden başka vazife yok. Sure-i Yunus Rabbin isteseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi. Sen yoksa mümin olmaları için insanlara cebir mi edeceksin? Sure-i Sebe Bizler seni bütün insanlar için ancak beşir ve nezir olarak gönderdik. Suretül-Bakara Bir de Allaha ve peygambere itaat ediniz. Şayed iraz ederseniz Peygamberimizin uhdesinde açık bir tebliğden başka vazife yoktur. Suretül-Hac Onlara de ki: Ey insanlar ben sizin için açık tebliğ eder bir nezirden başka bir şey değilim. Suretül-FethYa Muhammed biz seni şahid mübeşşir ve nezir olarak gönderdik ta ki sizler All ha ve resulüne iman ile peygamberi izaz ve tevkir ve Cenab-ı Hakkı sabah ve akşam tenzih ve takdis edesiniz. Suretül-Maideİçlerinden pek azından başkasının daima hıyanetine muttaliolur durursun. Kendilerine karşı afv u safh ile muamele et. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever. Atideki sahayif bu ayatın tarihde nasıl sübut bulduğunu ve faaliyet-i tebşiriyye usulünün ne vechile mevki-i .. /. Hülasa kalbinde zerre kadar iman eseri bulunan müslümanlar yirminci asır medeniyeti sayesinde kurun-ı vusta dır. Akıbetleri de gayet vahimdir. Hayattan kat-ı ümid etmiş bir halde çırpınmaktalar. Akraba ve taallukatını feda etmek suretiyle firar ederek Dersaadete iltica etmeye muvaffak olanlar kendilerini bahtiyar addetmektedirler. Esasen Bolşeviklerin vazetmekte oldukları kanunlar ekseriyetle desais-i siyasiyye ve huda nevindendir. Vakıa bugün müslüman çocuklarından yaşını ikmal edenlere din talim ve tedrisine müsaade olunmakla beraber müslümanlar bunun muvakkat bir desise olduğunda şüphe etmemektedirler. Zaten bundan iki sene mukaddem Yeni İktisad Siyaseti namıyla vazolunan serbesti-i ticaret kanununu da Bolşevikler fesh ederek bütün memleketi mefluc bir hale getirmişlerdir. Pek çok adamlar bugün Bolşeviklerin yağmalarına ikinci defa olarak tutulmuş ve bir parasız kalmışlardır. Senede birkaç defa tebeddül etmekte bulunan Bolşevik kanunları artık bundan sonra kimse için şayan-ı itimad değildir. Müslümanlara bahşettikleri bu müsaadeyi geri almayacakları muhakkak olsa bile yaşını ikmal edinceye kadar mektebe devam etmiş bir çocuğun zaten din dir. Onun için Rusyada müslümanların istikbali çok vahimdir. Allah yardımcıları olsun. Müslümanlığın kadına verdiği mevkii takdir etmek müşkil bir iş değildir. Çünkü kitab-ı mübinimiz elimizde bulunduğu gibi dünyada Peygamberimiz kadar her sözü zabt olunan bir kimse yoktur. Hazret-i Muhammed hayat-ı beşeriyyenin her safhasını dan kadını ihmal etmesine yahud beşerin münasebat-ı Muhammed o yegane şaridir ki kadınlar hakkında dınların ictimai hatta siyasi hukuku kadınların hukuk-ı tasarrufiyesi hakk-ı hıdanesi ve buna mümasil hukuku kadınların vezaif-i diniyyesiyle birlikte mevzu-ı bahs edilmiştir. Erkeklere ne kadar ehemmiyet verilmiş ise kadınlara da o kadar ehemmiyet verilmiştir. Her şeyden evvel Müslümanlık Ademin sukutunda kadının amil olduğunu kabul etmemiştir. Her ne kadar gibidir. Esas-ı mezheblerinde uluhiyet yoktur. Emlak-i umumiyye müşterektir mülk-i has yoktur. Bunlara göre dünyada kimseye mülk-i has hakkı verilemez. Din namına hiçbir din olmadığı gibi yaşından evvel kimsenin kendi evladına bile din talimi caiz değildir. Talim edenler kanunen mesul olur. Burada istitraden İslam feylesoflarından merhum Şeyh Cemaleddin Afgani hazretlerinin takriben bundan elli sene mukaddem intişar etmiş olan nam eserinde yazmış olduğu şu ibareyi nakl ediyorum: müşarun ileyhKomünizmin zuhuru beşerin inkırazına mebdeolacaktır.demiş. Rahmetullahi aleyh. Şimdi idare-i memleket komünistler eline geçeli nihayet yedi sene oluyor. Şu az zaman zarfında umum dinler esasından sarsıldığı gibi İslamiyet de müdhiş bir sarsıntıya maruz kalmıştır. Oradaki müslümanlar bu gidişle az zaman sonra din namına hiçbir eser kalmayacağına da kanaat-i kamile hasıl etmişlerdir. Müslümanlığı tehdid eden bu müdhiş akıbet Rusya müslümanlarını son derece yes ve endişeye düşürmüştür. Bu yes ve endişe iledir ki birçok müslümanlar Türkiyeye hicret fikrine düşmüş Türkiye olmazsa sair memleketlere gitmeye kalkışmışlardır. Bu hususta Moskova hükumetine müracaatta bulunmuşlardır. Müslümanların bu umumi hicret fikri karşısında Bolşevikler kanun-ı esasilerine mugayir olmakla beraber Tatarlar için hususi bir imtiyaz kabilinden olarak on dört yaşını ikmal eden çocuklara camilerde İslam dininin tedris olunabileceğini kabul ve mescid ve medreseleri kapanmış olduğu cihetle tekrar din talimine mübaşeret etmek pek müşkilleşmiştir. Zaten müslümanların hayat-ı iktisadiyyeleri de ümidsiz bir hale gelmiştir. Camilere tarh olunan vergiler seneden seneye ağırlaşmaktadır. Bilhassa Kazan Tatarları arasında hayat maddi ve manevi pek tahammül-fersa bir hal iktisab etmiştir. Kimsenin memalik-i ecnebiyyeye azimetine aid pasaport verilmemesi takarrür etmiştir. Beşeriyetten dar-ı dünyada ifası istenilen vezaifde erkek kadın farkı suret-i katıyyede gözetilmediği gibi onlara ahirette ihsan olunacak mükafatlarda da bir fark gözetilmemiştir. Kuran-ı Kerim der ki:İster kadın ister erkek olsun mümin olan cennete girecektir. Yine Kuran-ı Kerim der ki:Kendilerini Hudaya teslim eden erkek ve kadınlar iman eden erkek ve kadınlar özlü erkek ve kadınlar sabırlı olan erkek ve kadınlar mütevaziolan erkek ve kadınlar sadaka veren erkek ve kadınlar oruç tutan erkek ve kadınlar afif olan erkek ve kadınlar bunlara Cenab-ı Hak mağfiretini ve azim mükafatını ihzar etmiştir. Müslümanlık mesail-i diniyyede Cenab-ı Hakkın nimetlerinde erkeklerle kadınlar arasında müsavat-ı tammeyi temin etmiştir: İster erkek ister kadın olsun hayır işleyenleri biz mesud bir hayata nail edeceğiz amellerinin müstahık olduğu en yüksek mükafatı ihsan eyleyeceğiz. Kuran-ı Kerim insanı müsalemet ve mesudiyet makamı olan dar-ı ahirette dünyadaki şerike-i hayatından ayırmamaktadır: Siz ve kadınlarınız cennete giriniz. Mesud edileceksiniz. Müslümanlık ehl-i salah olan erkeklere ve kadınlara parlak bir ati vadetmektedir. Kuran-ı Kerimin kadınlık aleminde yaptığı ıslahatı doğrudan doğruya Kurandan dinlemek lazımdır. Kuran-ı Kerim asr-ı hazırda rayic olan adata da işaret etmiştir. Kitabullah hiçbir tebdil ve tahrife uğramadan bize intikal ettiğinden bütün bu hususatta en sahih ve en muteber mehazdir. Binaenaleyh kadınlığın halini evvela Hazret-i Muhammedin kadınlığı ne halde bulduğunu anlayacağız. Zerdüştlük Musevilik Hıristiyanlık gibi edyan devr-i Muhammedide Arabistanda mechul değildi. Fakat buna rağmen Araplar hurafat-perestlikte put-perestlikte sarhoşlukta kumarbazlıkta kadınları inhitatın en derin gayyalarında yaşatmakta devam etmişlerdi. Edyan-ı müteaddide Arapların üzerinde icrayı tesir etmeye uğraşmış ise de muvaffak olamadıktan başka kendi tabileri arasında istihdaf ettiği makasıdı tahakkuk ettirmemiş ve kadınların halini ıslah edememiştir. Binaenaleyh Hazret-i Muhammed müslümanların yalnız içkiden kumardan ve buna mümasil mesavi ile kadınlığın halini ıslahdan başka bir şey yapmamış olsa yine bütün peygamberle müceddidlerin ve insaniyetperverlerin başında durur ve yine hatemül-enbiya vazifesini Hazret-i Muhammed yeni bir din getirdiğini iddia etmemiş Ehl-i Kitab olan Musevilerle Isevilerin ibadet ettikleri ve müceddidlere itikad etmelerini tavsiye etmiş ve birçok şerayi-i kadime ve edyan-ı salifeyi ihya etmiş ise de zaman-ı bisetinde kadının iktisad-ı ictimaideki hukuk ve mevkii hakkında rayic olan telakkileri kabul etmemiştir. Müslümanlık hıristiyanların kitab-ı mukaddesinde Hazret-i Ademe atf olunan bu sözleri kabul etmiyor: Guya Hazret-i Adem Cenab-ı Hakka demiş ki:Ya Rabbi senin benimle birlikte bulunmak için verdiğin kadın memnuağacın yemişini bana verdiMüslümanlık Sen Polün bu nokta-i nazarını da kabul etmez: Adem aldanmamıştı. Fakat kadın aldatarak günah işlemişti. Müslümanlığın nokta-i nazarını bu ayet-i kerime ifade ediyor: yaniBiz dedik ki: Ey Adem sen ve zevcen cennette Fakat bu ağaca yaklaşmayınız. Yoksa zalim olursunuz. Fakat şeytan onların ayaklarını kaydırdı. Ve onların bulundukları yerden tebid olunmalarına sebebiyet verdi. Bilhassa bu noktaya dikkat olunmalıdır ki Kuran-ı Kerim veyahut ehadis-i şerife hiçbir vakit bu ağacınİrfan Ağacıolduğunu söylememektedir. Yine Kuran-ı Kerime nazaran Hazret-i Adem tevbe ediyorken bu şekilde tevbe etmiştir: yaniYa Rabbi biz kendi nefsimize zulmettik. Bizi afv ü mağfiretine nail etmez bize merhamez eylemezsen muhakkak hüsrana duçar oluruz. Bu suretle kadının mevkiini düşürmek için ileri sürülen bahane kökünden istisal olunmuş ve hübut-ı Adem meselesinde ona Hıristiyanlık ve Museviliğin vermediği mevkiverilmiştir. Bu suretle kadın cani olmaktan kurtarılmış bundan başka hübut kıssası tenvir olunmamıştır. Hazret-i Adem veya Hazret-i Havva daimi bir masıyetin mürtekibi değildirler. Cenab-ı Hak onları afvetmiştir. Zaaflarına ve hatalarına rağmen Zat-ı Bari onları yeryüzünde halife yapmış yani onları dünyanın efendisi ve hakimi kılmıştır o kadar ki güneşle ayı bile onlara müsehhar eylemiş ve ifasıyla mükellef oldukları vazifeleri yaptıkları takdirde onlara mükafat vadetmiştir. Semavat ve arzın kabulden istinkaf ettiği emanet-i hilafeti Cenab-ı Hak her türlü zaaf ve kusuruna rağmen beşere tevdieylemiştir. /-. /. Erkekle kadının bu suretle müsavatı tesis olunduktan sonra Kitabullah insanların kemal-i sıdk ve ihlas diğini çünkü ancak onun saye-i rahmetinde insanların mütekabilen müstefid olduklarını ve haiz oldukları hukuku yekdiğerlerinden istediklerini beyan etmektedir. Ayet-i kerimenin bu kısmı erkekle kadının zevc ve zevce veya birader ve hemşire veya valide ve oğul olmak itibarıyla aralarında bulunan rabıta-i muhabbeti takdir etmektedir. Ancak Cenab-ı Hakkın bir eser-i lütfu olmak üzere bu muhabbet hasıl olmaktadır. Bundan dolayı Cenab-ı Hakka şükretmeliyiz. İki cins arasındaki mütekabil muhabbet ve meveddetin kıymetini göstermek için bundan daha mükemmel bir üslub bulunmaz. Bu mütekabil hissiyatın kıymetini takdir etmediğimiz takdirde o muhabbeti bizim kalbimize ifaza eden Cenab-ı Hakka hürmet etmemiş oluruz. Kuran-ı Kerim bu mütekabil muhabbet ve meveddeti bi-hakkın takdir ederek bunların Halikı olan zat-ı kibriyaya bütün samimiyet-i ruhumuzla müteşekkir olmamız icab ettiğini beyan etmektedir. Görülüyor ki Hıristiyanlık ve Budiliğin dediği gibi münasebat-ı zevciyye insanları rıza-yı Bariden uzaklaştıran bir şey değil bil-akis bizi Cenab-ı Hakka daha çok müteşekkir edecek Ona merbutiyetimizi takviye edecek bir şeydir. Bu ayet-i kerime bütün sure-i şerifenin zübdesidir. Belki bu nazm-ı celil yevm-i hilkatten yahud tekamül-i beşeriyetden bu güne kadar kadınların lehinde söylenen en büyük sözdür. Müslümanlık bu ayet-i kerime ile kadınlığı yükselebileceği en yüksek mevkia çıkarmıştır. Bu mevkiden sonra kadınlık için daha yükseğe çıkmaya Misyoner hareketinin yeni veche-i istikameti şudur: Evvela müslümanların hayat-ı ictimaiyyelerini sarsmak ondan sonra boş kalacak sahaya hıristiyan adat-ı ictimaiyyesini ne yerli şakirdler yetiştirerek onlar vasıtasıyla bu gayeyi temine çalışmak. Bunlar büyük misyoner kongresinde verilen kararlardır ki hayli zamandan beri İslam heyet-i ictimaiyyelerine karşı tatbik olunmaktadır. İstanbulun bugünkü tereddisi öyle kendi kendine mi husule gelmiştir sanıyorsunuz? Bütün bu fenalıkların bu ahlaki inhidamların arkasında nice gizli eller gizli müesseseler vardır ki onlar hüviyet-i milliyyeyi tebdil için mütemadi ve müdhiş bir faaliyet ibraz etmektedirler. Bit-tabi’ bu hakayıka Sure-i Nisa [ kadınlığı en yüksek şahika-i terakkiye YaniEy nas O Rabbinize karşı müttaki olunuz ki sizi bir nefs-i vahideden yaratmış ve ondan zevcini yani arkadaşını vücuda getirmiştir. Ve ondan birçok erkek ve kadın meydana gelmiştir. O Allahı tebcil ve tenzih ediniz ki onun sayesinde yekdiğerinize müracaat ediyorsunuz. Ve erhama kadınlara hürmet ediniz. Muhakkak ki Cenab-ı Hak sizi daima murakabe eder. Yetimlere mallarını veriniz. İyi şeylerin yerine habis şeyleri kabul etmeyiniz. Yetimlerin mallarını kendi mallarınıza karıştırmakla onların mallarını yemeyiniz. Bu muhakkak büyük bir cürümdür. Bu ayat-ı kerime kadınlık için bir berat-ı müsavat ve şereftir. Bu ayatın tebliğinden mukaddem kadınların ne halde olduğunu bilenler ve o zamanların ahval ve adatına vakıf olanlar bu sütur-ı Kuraniyyeyi kadınlığın hüccet-i itila ve rehası olarak telakki etmekte tereddüd etmez. Böyle harika-asa bir itilayı böyle muazzam bir salahı cihan tarihi hiçbir zamen görmemiştir. Bu ayat-ı kerimede ilk evvel nazar-ı dikkati celb etmesi lazım gelen nokta onların tarz-ı hitabıdır. Ayet-i kerime bütün insanlığa hitab etmektedir. Müteakıben erkek ve kadının aynı şeyden yaratıldıkları gösteriliyor. Binaenaleyh teşkilat-ı bedeniyye itibarıyla kadın erkekten daha zaif ise yahud erkekler asırlarca devam eden bir inkişaf eseri olarak kadınlara faik birtakım sıfat ve kuvayı elde etmişse bunda kadını mahcub yahud erkeği magrur edecek hiçbir şey yoktur. Çünkü her ikisinin nefsi birdir. Binaenaleyh birinde bir eser-i zaaf diğerinde bir eser-i faikıyet varsa bu bir inkişaf meselesidir. Fakat nazar-ı ilahide ikisinin mevkii birdir. İkisi de halıkları olan zat-ı kibriyaya aynı suretle ibadet edeceklerdir. Kuran-ı Kerimde Adem ile Havvadan hangisinin daha evvel yaratıldığına delalet edecek bir şey yoktur. Kuranın hedefi hukuk-ı beşeriyye itibarıyla erkekle kadının müsavi olduğunu beyan etmektir. Bunu müteakıb ayet-i kerime bu zevc ve zevceden erkeklerle kadınların vücud bulduğunu beyan eylemektedir. Nev-i beşerin ancak erkekle kadınlığın müştereken tenasülü sayesinde tekessür ettiğini beyan etmekle Kuran-ı Kerim insanların kadına dun bir nazarla bakmaları erkek nev-i beşerin teksirinde mütesavi bir vazifeyi ifa eylemektedir. Milli İslami bir adetin yıkılıp yerine bir hıristiyan adetinin ikame olunduğunu gösteren bu mühim hadise hakkında gazetelerin yazdıkları uzun yazılardan bazı fıkraları nakl etmeyi faydalı görüyoruz. Bu Tahavvül-i gazetesidir. O diyor ki: Dün gece gayr-ı müslimlere Türklerden de azim bir kitle peyrev olarak yeni sene teşrifatla karşılanda. Beyoğlunda harbin devam eden sefaletlerine rağmen müdhiş sarfiyat yapıldı. Eğlence yerlerinde birçok maruf zevat görülüyordu. Beyoğlu dün gece yeni seneyi merasim-i mahsusa ile tesid etti. Eğlence mahalleri olan barlar Tokatlıyan Pera Palas gibi büyük oteller tezyin ve balolar tertib edilmiş birçok mahallerde sefarethanelerde kezalik balo ve ziyafetler tertib edilmişti. Her cins milletten mürekkeb halk kitlesi bu merasime vüsu nisbetinde iştirak etmiştir. Fil-hakika yeni sene eğlencelerine kitlesi de vardı. hazırlıklarda bulunuyorlardı. Bu gecenin şerefine yüz binlerce tavuk hindi şampanya konyak şeker çukulata oyuncak satın alınmış; zengin fakir her hıristiyan evini az çok bunlarla doldurmuştu. Tokatlıyan Pera Palas otellerinde gece sabaha kadar dans edilmiş ve geç vakit müşterilere hediyeler dağıtılmıştır. Bu balo ve danslara iştirak edenler miyanda Genç kızlar saat on ikide eski seneyi parçalayıp yeni seneye girildiğini gösteren levhalar tertib etmişlerdi. Birçok yerlerde maruf zevat mebuslar mevcud idi. Herkes yeni sene şerefine zevk ediyordu. Yahud zevk etmek Şampanya şişeleri patlıyor genç kadınlar cilve ve şetaret üç saat sonraya kadar devam eden eğlenceleri müteakıb müşterilere yılbaşı hediyeleri tevziedildi. Bu hediyelerin tevzii gayet güzel ve eğlenceli oldu. Mesela ilk numara olmak üzere locada arkadaşları ile birlikte oturan sabık Maarif Vekili Vasıf Beye bir baba hindi isabet etti. Hindinin çıktığını gören bardaki halk ve kadınlar uzun müddet guluvv.. guluvv.. diye bağırdılar. Locadakiler şetaret Beye ve yanındakilere ve aynı locada bulunan kadınlara tavşan bebek ve şampanyalar isabet etti. Hazret-i Isanın evladları dün gece saat on ikiye vasıl olduktan sonra bütün elektrikleri söndürmüşler ve kim bilir kaç kadın ve erkek adet olduğu üzere dün gecenin bu bir dakikasında öpüşmüştür!.. herkes nüfuz edemediği cihetle fenalığın kanallarını menbalarını bilemez göremez. Ortada görünen yalnız netayic ve tezahürattır. Bu münkerat bu sefahet müesseselerinin arkalarında işleyen muazzam fitne ve fetret fabrikalarından kimsenin haberi yoktur. Bit-tabi’ bu vaziyet pek fecidir. Fakat ne çare ki hakikat budur. Bu hakikati en vazıh surette gören ve göstermeye çalışan sahibi Ahmed Cevdet Bey üstadımızdır. Avazının çıktığı kadar mütemadiyen bağırıyor su almaya başlayan bir gemide bulunuyor gibi Aman batıyoruz!diye feryad ediyor fakat o feryada rağmen sefahet alabildiğine tezayüd ediyor ve edecektir. Çünkü tekne çürütülmüştür. Zamanında lazım gelen tedbirleri ittihaz etmeyenler için şimdi ağlamak feryad etmek hiçbir fayda vermez. Sene başı sene-i efrenciye mebdelerine tahvil olunduğu zaman bize işin cihet-i fenniyyesinden bahs ediyorlardı. Birgün gelip de sene başını tebcil hususunda hıristiyan merasim ve adatının İstanbulda da mazhar-ı kabul olacağını kim düşünebilirdi? lakin işte bu gün o herkesce düşünülemeyen sırrına erilemeyen hareketin netayici tezahür etti. Sene başı ferdasında çıkan gazeteler Beyoğlundaki yılbaşı gecesini tesid merasimine kadın erkek ve her sınıftan büyük bir Türk müslüman kitlesinin de iştirak eylediklerini yazdılar. Demek ki hıristiyan adeti de burada bu seneden itibaren cari olacak! Misyoner müesseseleri bir maksadlarına daha erdiler bir gayelerine daha vasıl oldular. ni celb etmiş ve hürriyet-i medeniyye ve ictimaiyyenin Türkiyede bu mertebe yanlış anlaşılmış olmasına beyan-ı teessüf edilmiştir! Bunlar çok acı çok müessir sözlerdir. Netayicin vehametini başında bir parça aklı olanlar idrak etmekte müşkilat çekmezler. Bir zaman Türklerin salabet-i ahlakıyyeleri Avrupada calib-i dikkat olurdu. Şimdi ise Avrupada fena hallerimizden bahs olunuyor. Biz bundan pek çok zarara uğrarız. Zira bize artık itimad ve itminan kalmaz. Bu hal milli bir hasara müncer olabilir. Ahmed Cevdet Bey bu yüzden milyonlarca servet-i milliyyenin harice aktığını evlerimizdeki en küçük eşyaya kadar ecnebi mamulatının müdhiş surette revac bulmakta sanayive istihsalat-ı milliyyeyi mahv etmekte olduğunu fakr u sefaletle beraber kanaatsizlik de tezayüd ettiğini memleketin her tarafındaki yolsuzluk yüzünden halkın tahammül-fersa meşakk u mezahime duçar olduğunu pek acıklı surette izah ettikten sonra diyor ki: Memleketin hali böylelikle nereye varacağını hiç birimiz düşünmek zahmetine katlanmıyoruz. Hepimizde ne evladımızın ne ahfadımızın çekecekleri sıkıntıyı düşünmek zahmetine katlanmayarakBizden sonra isterse kıyamet kopsun!diyoruz. Haricden bu memlekete bakılınca burasını timarhaneden başka bir şeye benzetmek kabil olamaz. Türklerde terbiye-i ictimaiyyenin menbaı hiç şüphe yok sevab fikri idi. Türk kavmi bin seneden ziyade bir müddetten beri İslamiyete dahil olarak ictimaiyat namına usul ve kavanin namına ne iktisab etmiş biyeyi gaib eder etmez sekiz on sene içinde hasenat-ı medeniyyeden uzaklaşıverdik. Mürebbi-i millet olanlar Hilal-i Ahdar Cemiyeti Türk kadınları arasında tedkikatta bulunmuş ve bundan anlaşıldığına göre genç ve münevver Türk kadınlarının kuvvetli meşrubat-ı küuliyyeye karşı ibtilaları gittikçe artmakta bulunmuştur. yet ve muaşeret hakkında intişar eden birtakım yanlış telkinattır. Hilal-i Ahdar Cemiyeti Maarif Vekaletine müracaatla kendi azasından bazılarının kız mekteplerinde gazetesi de bunu teyid ederek diyor ki: Yılbaşı gecesi tam saat on ikide ekseri barlarda ve eğlence mahallerinde elektrikler bir dakika için söndürülmüş ve karanlıkta kalan halk yeni seneyi erkekli kadınlı birbirlerini öpmekle tesid etmişlerdir. şöyle diyor: Yavaş yavaş ortadan kalkan Türk ve müslüman adatı yerine Frenk ve hıristiyan adetleri kaim oluyor. Kendi sal-i cedidlerimizi unutuyoruz. Onların yılbaşılarını tesid ediyoruz. Kendi eyyam ve leyal-i mübarekemizde büyüklerimizin ellerini öpmek gibi müstahsen adetlerimizi bırakıyoruz. Frenklerin -birer pazar-ı fuhuş olan- barların karanlığında öpüşmek gibi rezil adetlerine iştirak ediyoruz. Bir müddet evvel Pariste Sent Katerin gecelerinde yirmi beş yaşına balig olduğu halde henüz evlenemeyen kızların önüne gelen her erkek tarafından öpüldüğünü bir refikimizin Paris muhabir-i mahsusu yazmış biz de garbı bütün fezail-i rezaili ile taklidtaraftarı olan garbperestlerimizin Avrupanın ve Frenkliğin bu adetini de kabul ve tatbik edip etmeyeceklerini sormuştuk. Yılbaşı gecesi barların içki buharıyla alude karanlığında birbirini arayıp bulan dudakların mest-i işret ve mest-i şehvet yılbaşını tebrik ettiğini okuduktan sonra garbın perestişkarlarına o suali sormakta meğer ne kadar hakkımız varmış. sahibi Ahmed Cevdet Bey yazıyor: Sefahetin şehrimizde en büyük mahall-i sarf ve tatbiki evvela müskirat saniyen hevesat-ı nefsaniyye sefahetidir. Bunların ikisi birbirine merbuttur. Bu nevisefahetler sırf İstanbul halkına aid şeyler değildir. Anadolunun şurasında burasında herhangi bir iş yüzünden topluca para kazananlar kendilerini İstanbula atarak mameleklerini larını artık bunlar beğenemiyorlar şehir nazeninlerine vakf-ı heves eyliyorlar. Taşradan bir derecelik sarhoş gelirler ise buradan iki derece şarhoş gidiyorlar. İşittiğimize göre Anadoluda da bu nevisefahet eskisine nisbetle çok ileriye gitmiş beş on günlük dünya hayatından epeyce kam almak hevesine oradakiler de kendilerini muaşeret-i ictimaiyye burada da orada da çok zaafa düşmüştür. Bizdeki müskirat su-i istimali ve bilhassa münevver ailelere mensub kadınlar nezdinde müskiratın kesret-i Sir Vilyam asri rezaletin birçoğundan hatta hastalıklardan kadını mesul tutmakta fakat kadının tereddisi mesuliyetini de erkeğe atf eylemektedir. Mumaileyh diyor ki: Medeniyetin başlıca kurbanı kadındır. Kadın erkeğin hamakati yüzünden bu hale gelmiştir. Kanserin en mühim amil-i inkişafı kadının medeni tereddisinden başka bir şey değildir. Su-i tegaddiye uğrayan bi-çare kadınlar bugün hala akvam-ı vahşiyyede mahfuz olan birçok hasailden bilhassa birçok evsaf-ı bedeniyyesini zayietmiştir. Asri kadının çocuk haml etmek ve doğurmak kabiliyeti de azim tenakuza uğramıştır. Asri kadının dimağı tahsil tesmiye olunan şeyle münasebetsiz gıdalarla ilaclarla yıpranmıştır. Kadınlar çocuklarına kafi gıda yetiştiremiyor. Binaenaleyh kimyagerlerin caat mecburiyetinde kalıyorlar. Bunların bedbaht çocukları kafi gıda bulamadıklarından cılız kalıyor yedikleri şeylerin zehirleriyle kuva-yı hayatiyyeleri harab oluyor. Bir ay evvel seddedilen dans salonları ahiren polis müdiriyeti tarafından tekrar açıldığını açılır açılmaz daha yekdiğerini karşıladıklarını gazeteler yazıyor. Kanuni olarak seddedilen bu münkerat ocaklarının tekrar küşadına müsaade olundu. Acaba gayr-ı kanuni olarak seddedilen medreselerin küşadına hala müsaade olunmayacak mı?.. Sefahetin alabildiğine taammüm ve intişar etmekte olduğu bir zamanda müessesat-ı diniyyeyi kapalı tutmakla ne hürriyet esaslarına riayet edilmiş olur ne de sefahet ve münkeratın önüne geçmek imkanı kalır! Milletin bünyan-ı ictimaisini inhilalden muhafaza edebilecek ancak hissiyat-ı diniyyesidir. Bu bertaraf olduktan sonra artık milletin hiçbir şeyle alakası kalmaz her taraf sefahet ve münkerat batakhanesi olur. Eğer ahlak ve fazilet-i milliyyenin bekası matlub ise seddolunan müessesat-ı diniyyeyi bir an evvel küşad etmek bu hususta halka müsaade etmek evliya-yı umurun en mütehattim vazifesidir. Sene başı miladi sene mebdeine tahvil olunalı beri gazeteler Kanunisani ibtidasında yeni yıl hakkında maun noel nüshasındaki Jak Bulanjenin asri kadınlara dair bir makalesini gazetesi nakl ediyor. Muharrir Fransız kadınlarının ahlak adat ve tabayiinde Harb-i Umuminin büyük değişikler vukua getirdiğini ve bugün Fransız kadınlarının büsbütün serazad başıboş bir hale geldiğini söylüyor. Bazı fıkralarını aynen nakl ile enzar-ı ibrete vazediyoruz: Harbden evvelki kadınlar bazı kaydlarla çok bağlı başına hiçbir yere gitmez daima peder ve validelerin mürebbiyelerin nezaret ve vesayeti altında yaşarlardı. Hafif-meşreblerin devam ettikleri salonlarda aile kadını görülmezdi. Hele kadınlarla erkeklerin kumsalda birlikte denize girmesi hiç iyi bir nazarla görülmezdi. Fransada demokrasinin ilerlemesine rağmen sınıf farklarına riayet edilirdi. Büyük harb her şeyi herc ü merc etti. Bir kere tahsilleri yarı kaldı. Mekteb hayatında iktisab edilen disiplinden mahrumiyet erjenerasyonu daha ser-azad bir hale koydu. Onların bizim tahakküm veya vesayetimize karşı isyankarlıklarına biz de mukabeleden geri durmuyoruz. Eskiden balolarda bir kadını dansa teşrifat-ı mahsusa ebeveynin yanına hiç değilse evvelce bulunduğu yere kadar götürmek nezaketini ihmal etmezdik şimdi bazan bir göz işareti ile hatta ona bile lüzum görmeden herkes yakınında bulunan kadına sarılıp oyuna başlıyor ve musiki durur durmaz onu salonun ortasında bırakıp savuşuyor bu yolda hareket hiç ayıp sayılmıyor. Harbden sonra en ziyade göze çarpan şey ictimai seviye farklarının azalmasıdır. Gazinolarda dansinglerde burjuvazi sınıfı ile şüpheli kadınlar omuz omuza tango oynadığı gibi çok kere de madamlar kendileri kadar süslü fam dö şambrlarıyla bir arada şimi veya fokstord oynuyorlar. gazetesi Kanunievvel tarihli nüshasında Sir Vilyam Arbor Nutlen tarafından asri kadın hakkında Franko-Biritiş ye yani Fransız kaleden sütur-ı atiyyeyi iktibas etmektedir: hakkında şüphe ve tereddüde mahal yoktur. Hiç şüphe yoktur ki Osmanlı İmparatorluğunu kurun-ı vustada bulunduğu noktada bırakan kurun-ı vustanın zulmet-i kesifesi içinde günden güne daha ziyade batırarak nihayet günün birinde büsbütün nabud olmasını intac edecek gibi görünmüş olan müessir hükumet-i Osmaniyyenin Avrupa heyet-i düveliyyesi haricinde hal-i infiradda kalması Fil-hakika hükumeti tesis etmiş olan İslamiyet nazım ve hakim-i mutlak olarak kalmıştır. Kuran ile kanun-ı medeni bir idi. Teşkilat-ı milliyye ile akaid-i diniyye yekdiğerinden tefrik edilemeyecek surette karışmış olduğundan teşkilat-ı milliyye de akaid-i diniyye gibi layetegayyer Türkiyenin reddinde istiğna gösteremeyeceği itilafı husule getirmek için ortadaki maniayı ya büsbütün izale; yahud tahfif ve tesviye etmek yani hükumeti alem-i Hıristiyaniyette olduğu gibi kavanin-i diniyyenin tesiratından az çok azade bir hale getirerek ruhaniyetten dünyeviyete tahvil eylemek yahud akaid-i diniyyeden kurtarmak Hükumet-i Osmaniyye her şeyden pek çabuk müteessir ve münfail olan cahil ve mutaassıb bir halkın mucib-i şıkkı ihtiyara karar vermişti. başmuharriri ise bugün birinci şıkkı teklif ve tervic ediyor. Ahiren İstanbula gelen Kars Mebusu Ağaoğlu Ahmed Bey hürriyet-i matbuatı tahdid edecek teklifler hakkında gazetelere vukubulan beyanatında Matbuat Kanununun şu üç esas dairesinde -Mukaddesad-ı şahsiyyeye tecavüz etmemek -Cumhuriyet esaslarını tehlikeye düşürecek neşriyatta bulunmamak -Dini propaganda aleti yapmamak behemehal tadil edileceğini söylemesi üzerine refikimizDinsizlik propagandası da menedilseserlevhalı bir makale yazmış Ahmed Beyin bu sözlerinden maksad-ı hakikisi ve hedefi ne olduğunu izah etmiştir. Makalenin nihayetinde refikimiz diyor ki: Bugün memlekette dini propagandaya alet ittihaz eden gazeteler yoktur ın muhafazakarane teşriyatının üssül-esasını ise medeniyet-i İslamiyye mevcud olduğu bu medeniyetin ictimaiyat nokta-i nazarından garb medeniyetine faik bulunduğu ictihad ve kanaati teşkil etmektedir. Halbuki bugün kurtulacak şey dini neşriyatın değil bilhassa dinsizliği mürevvic gibi görünen neşriyattır. Filkaleler yazmaktadırlar. Bu münasebetle yazılan makalelerden gazetesinin ünvanlı başmakalesinde bazı tuhaf fıkralar nazar-ı dikkatimizi celb etti. Muharrir geçen yılın demokrasi hareketinin yıkıcı devresi olduğunu söylüyor. Bunu izah ederken diyor ki: Türkiyede demokrasi idaresi mevcuddur diyen nazariyeler yanında dini dünyadan ayırmayan medrese başına bir köşe teşkil ediyordu. Asri demokrasi ve layık hükumet sözleri yanında görüyorduk ki bir şeriye mahkemesi vardı ki hükümlerini kanunla değil Arap fıkhından alıyor asri devletin siyasetini tedvir edenler arasında şeriye vekili de din mümessili olarak dünya rı sildi süpürdü yıkıcı vazifesini tam değilse de iyi bir Sonra müsbet sahaya gelince hiçbir iş görülemediğini Anadolunun muhacirlere mezar olduğunu halkın refahına dair bir eser ilave olunamadığını aşarın ilgası muvazaalı bir hareket olduğunu itiraf ediyor. Badehu yine milletin esasat-ı ictimaiyyesine nakl-i kelam ile diyor ki: Türkiye halkının tanzimattan beri devam eden maziden kurtulma arzusu bu sene de kısmen olsun tatmin edilmiş değildir. Kadın medeni ve siyasi hukuk itibarıyla henüz bir demokrasi vatandaş değildir. Mirası noksan alır bir mal gibi bir erkeğe dört tane verilir siyasi hakka malik değildir. Bunun büyük bir noksanlık olacağında şüphe yoktur. Ümid ederiz ki yeni yıl bu sahada feyizli eserler vücuda getirir. Demokrasinin icablarını kayıd ederken henüz birçok Türk kanuni müdevvenatında Arap cephesinin hacı yağı yahud müstebid Napolyonun çizme konçlarının kokusu vardır. Türk hakimiyetinin en güzel eseri Türk milletinin arzusundan doğmuş kanunlarla idaresi olacaktır. Aynı zamanda Türk kanunları arasında henüz şeri mahiyette olan kanunlar maddeler vardır. Bunların da yeniden tedkiki ile Türk kanunlarının mazi küflerinden ayıklanması lazımdır. Bunları bu senenin yapıcı planları arasında görmek istiyoruz. başmuharririnin bu yazılarının daha iyi manasını anlamak için ünvanlı eseri telif eden Fransız sefirlerinden Engelhardın mezkur eserin mukaddimesindeki şu sözlerini dikkatle okumak kafidir: Tanzimattan maksad heyet-i ictimaiyye-i İslamiyyeyi asırlarca zamandan beri manen ve siyaseten ayrı yaşamış olduğu heyet-i ictimaiyye-i hıristiyaniyyeye yaklaştırmak yani İslamdan uzaklaştırmak idi; böyle bir teşebbüsün mucib olduğu müşkilatın mahiyet-i mahsusası kesb-i katiyet etmesi yeni meclisin bunlara karşı alacağı vaziyete bağlıdır. Hindistan - Kalkütadan alınan malumata göre bu şehirde bir İslam külliyesinin tesisi için vaz-ı esas merasimi refikimiz bu meseleyi mevzu-ı bahs ederek Hindistan hükumetinin merhum nüvvab Seyyid Şemsülhüdanın teklifi üzerine bu külliye-i İslamiyyenin tesisini kabul ettiğini ve Bengale vilayetinin Maarif Nazırı Mevlevi Fazlulhakka salahiyet verdiğini beyan etmektedir. Vehhabilerin Harekatı - Kalkütada intişar etmekte olan refikimizde mütalea olunduğuna göre Kalkütanın belediye dairesinde müslümanlar mühim bir den çıkarmaya muvaffak olduğundan dolayı İbnissuudu tebrike karar vermişlerdir. Mevlana Abdurrauf bu teklifi dermiyan ederken mühim beyanatta bulunmuş. Bazı zevat İbnissuudun Hanefi olmadığını binaenaleyh Hind müslümanlarının onun muvaffakıyetlerinden memnun olmayacaklarını söylediklerinden müşarun ileyh bu meseleyi mevzu-ı bahs ederek mezheb meselesinin mevzu-i bahs olamayacağını Türklerin Hanefi Tunusluların Maliki olduklarını ve müslümanların bu gibi mezheb farklarına katıyyen ehemmiyet vermemeleri lazım geldiğini söylemiştir. Mevlana Abdurrauf Şerif Hüseyinin Türklere ve İslama hıyanet ettiğini İbnissuudun bu haini çıkarıp atmakla pek kıymetli bir hizmet ifa eylediğini çünkü Şerif Hüseyinin bir ecnebi devletin himayesini kabul ve arazi-i İslamiyyeyi o devletin hakimiyetine münkad eylemiş olduğunu beyan etmiştir. hakika memlekette bir irticafikri hazırlandığı vahimesini ortaya atan yadigarlar bu mevhum irticaile uğraşmanın en iyi vasıtasını bir taraftan erbab-ı hulusa iftira ile beraber diğer taraftan da dinsizce neşriyata azami revac vermekten Bu gaflet sebebiyledir ki herkesin samimi itikadatına kadar tecavüz eylemekteler. Mesela bir mebusun camie gidip namaz kılmasını bile eser-i irticaaddetmeye kadar varmaktadırlar. Zaten Liberal cereyana en ziyade zarar ikaeden bilhassa bu cahil ve gafil müdafilerin bu kabil sersemce ve izansızca neşriyatıdır. Binaenaleyh bugün Matbuat Kanununa din hakkında yeni bir madde ğil ancak dinsizlik propagandası hakkında ilave edilebilir. Buna da bilhassa ve cidden lüzum ve ihtiyac vardır. Çünkü Liberallik namına ağzına gelen hezeyanı eden muharrirler içinde birkaç bi-çare gafil varsa herhalde hiç olmazsa bir tane de kasd-ı mahsusla ve muayyen bir plan dairesinde milletin dinine tasallut edeni de bulunduğu şüphesizdir. Mısır - Mısırda intihabat mücadelesi kemal-i şiddetle başlamıştır. Bütün fırkalar yekdiğerinin aleyhinde beyannameler neşrediyor Zağlul Paşa Fırkasını mevki-i dan birtakım aza ayrılıyor. Diğer bir fırka teşkil ediyorlar. Zağlul Paşanın nüfuzunu tenkis etmek için müşarun sadakatsiz olduğu da son günlerde ilan edildi. Müşarun ni terk etti. Şimdilik Mısırda vaziyet bu merkezdedir. Şu alemde insanlık elem ve cefadan ibtila ve ıztırabdan başka bir şey görmese idi lezzet saadet hayır mefhumlarını bilemez insanlar içinde hiçbir nikbin bulunamazdı. Aynı zamanda insanlar zevk u safadan muvaffakıyet ve muzafferiyetten başka bir şey görmeselerdi elem bedbahtlık şer mefhumları tekevvün etmez ve hiçbir bedbin görülemezdi. Demek ki hayat-ı beşerde beşaret lezaizini uyandıran tatlı tatlı cazibeler bulunduğu gibi inzar elemlerini kaynatan suzişli naireler de var. Bu cazibelerle bu nairelerin saha-i hükümleri bu alemde birbirlerinden büsbütün ayrı ve müstakil de değil. Elem ve lezzet bütün zi-hayatta müştereken icra-yı tesir ediyorlar. Diğerlerinden fazla olarak insanlardan yalnız hadisatın kendileri değil tasavvurları da müessir oluyor; tasavvur-ı elem bir elem tasavvur-ı lezzet de bir lezzet oluyor. Bu suretle insanlar ezvak içinde müteellim alam içinde mütelezziz bile olabiliyorlar. Eğer hayır ve şer lezzet ve elem böyle müşterek bir zemin üzerinde icra-yı faaliyet etmeyip de her birinin saha-i hükmü müstakıl olsa idi ve birinden diğerine geçmek imkanı bulunmasa idi doğrusu hayır ve şer kanunlarını ve mebdelerini taharri ederek ona göre vazifelerimizi tayin ve icra etmek lüzumuna kaniolmazBaşmuharrir Sahib ve Müdir dık... O zaman belki vücudda iki mabud bulunduğuna ve her birinin kulları kendi memleket-i ubudiyetinde diğeriyle edebildiğine ihtimal verirdik. O zaman mabud-ı hayrın kulları alem-i lezaizde yaşayan mesudlar mabud-ı şerrin kulları da alem-i alamda yaşayan bedbahtlar olur ve bunların birbirlerinden haberdar olmalarına da imkan bulunamazdı... O zaman mesudlar alel-ıtlak nikbin bedbahtlar da alel-ıtlak bedbin olurlar aralarında muarefe ve münazaa da cereyan etmezdi... O zaman her biri bilmecburiye yalnız bir mabud tanıyarak yine muvahhid olmaktan çıkamazdı. Teaddüd-i ilah başka şirk başka olurdu. Çünkü hayır mabudunun kulları değil kendisi bile şer mabudundan haberdar olmazdı. Çünkü ondan haberdar olmak bile bir münasebet olacağından istiklal-i mutlaklarına münakız olurdu... Fakat vücud ve hayat böyle görünmüyor. Biz bu alemde ağlayanların güldüklerini gördüğümüz gibi gülenlerin ağladıklarını da görüyoruz. İnsan hayatında bunlardan birinin içinde bulunurken diğerine geçebilmek mazhariyetine de malik bulunuyor. Evet ağlamak ve gülmek varak-ı hayatın birer sahifeleridir. Hayat bir tarafta zulmet-i leyl gibi karanlık bir zemin üzerinde hun-i ciğerle yazılmış gözyaşlarıyla harekelenmiş sütur-ı alamdan mürekkeb bir sahife-i ah u vahı diğer tarafında da vech-i nehar gibi tab-dar bir sima üzerinde neşve-i ruh ile muharrer yed-i kudretle müzehheb bir sahife-i garrayı hamil ağlar güler yanar döner mühtez bir yapraktır. Acaba bu yaprak hangi kitaba aid olduğu belli olmayan ve sarsar-ı zaman içinde dönüp yanarken günün birinde devrilip bükülerek her hangi bir süprüntüye karışıp gidecek olan kopuk ve serseri kuru bir yaprak Bakara Suresi Böyle her lezzeti hayır her elemi şer addederek hayır ve şerri bizzat vicdan-ı ferdilerinin ani tesirleriyle ölçenlerin nazarlarında o lezaiz ve alamdan başka mabud yoktur. Onlar hayatlarının her lahzasında bir mabud değiştirirler. Bunların hayatı hakikatte tamamen o kopuk serseri yaprağı temsil eder bunlar putperestler kadar bile kabiliyet-i ictimaiyyeyi haiz değildirler. Putperestler hiç olmazsa alam ve lezaizin envaını takib ederek onları mümessil olan putları heykelleri mabud ittihaz etmişler ve bu suretle biraz teşettüt içinde olmakla beraber onların etrafında bir müddet afaki bir Ubudiyetin kanun-ı vazifenin menatı hayır ve şer mefhumları olduğunu biraz sezen milletlerin bazısı hayır ve şerri vücudun mebde-i evveli gibi telakki etmişler ve bu suretle bir separasyon yapmak için esaslı bir tefrik-ı kuva nazariyesine saplatmışlar; biri menba-ı hayr veya nur diğeri menba-ı şer veya zulmet olmak üzere mütekabil iki mabuda arz-ı ubudiyet eylemişlerdir. olan ikilik böyle zuhur etmiştir. Bu tefrik ilk nazarda bir şirk olmaktan ziyade bir teaddüd-i mahz gibi görünür. Çünkü mıdır? Yoksa altı küre-i zemin üstü kubbe-i sema olan şu kütüphane-i cihan içinde millet denilen mücelled bir kitaba şirazesiyle merbut sıra numarasıyla mazbut yeri yurdu evvel ve ahiri belli okunmak ve istinsah edilmek mıdır? Sahifenin biri evvelki öbürü de ikinci ihtimali teyid eder gibi görünür. Ve fil-hakika ikisine misal veren insanlar mevcuddur. Evvelki ihtimale göre bedbinlik mukarrer olduğunda şüphe yoktur. İkinci ihtimal ise kitabın kıymet-i hakikıyyesine göre tahavvül edebilecektir. Buna şimdiden katıyyetle cevap vermek arzu edilirse deriz ki bu iki ihtimalden birinin taayyünü ferdin kendi elindedir. O mühtez varaka isterse kopuk bir seri olarak süprüntülere karışır isterse bir kitab-ı milletin şirazesine bağlanarak inzibat altına girer. Alel-umum insanlar asırlardan beri az çok bunu derk etmiş ve kendilerini birer milletin şiraze-i ictimaiyyesine gönülden bağlamışlar veya dilden bağlar gibi görünmüşlerdir. tecellisidir. Ve her milletin şirazesindeki kıymet ihtiyar ettiği mabudun saha-i hükmü ve mertebe-i kudretiyle mütenasibdir. Çünkü ubudiyet ve vazifeden gaye şer ve elemden halas ve hayr-ı lezzete vüsuldür. Tabir-i aharla akıbet-i hayatın hayr-ı mahza rücuunu temindir. Binaenaleyh rindeki hakimiyeti ne kadar vasive ne kadar kavi olursa ubudiyet o nisbette semeredar olabilecektir. Bunun içindir ki beşeriyet hayatta elem ve lezzet hadiselerinin kanunlarını mebdelerini ve kıymetlerini mütemadiyen araya gelmişlerdir. Bu miyanda nice lezdürmemiş devamlı elemlere sebebiyet vererek uzun müddet ağlatmış durmuştur. Aynı zamanda nice elemler görmüşlerdir ki büyük büyük lezaizin mukaddime-i zuhuru olmuşlardır. Fil-hakika lezaiz-i aliye alam-ı muvakkate lezaiz-i muvakkate ile muhattır. Hayatın sahife-i alamı haşiye-i lezaiz ile sahife-i lezaizi de haşiye-i alam ile donatılmıştır. Çünkü vicdan-ı beşerde vasıta-i lezaiz olan alam sahife-i lezaize vasıta-i alam olan lezaiz sahife-i alama kayd edilegelmiştir. Buna binaen mizan-ı vazife alel-ıtlak elem ve lezzet değil hayır ve şer olmuştur. Ve binaenaleyh hayır lezzet değil sebeb-i lezzet; şer de elem değil sebeb-i elem diye tefsir edilmiştir. Bu ilimden ve tecrübeden gafil olanlar her lezzeti hayır zanneder koşarlar ve her elemi şer zannedip ictinab ederler. Bir heyet-i ictimaiyyede vazife kanunlarını mütemadiyen Maalesef bu günkü müslümanların ibadetleri papağan gibi birtakım elfaz ve harekatı tekrardan ibarettir. Vazife-i ibadeti ifa ediyorken bu vazifenin ifasındaki hikmeti takdir etmiyoruz. Halbuki fariza-i salatı ifaya kıyam edenler her şeyden evvel okudukları Fatiha-i şerifenin manasını idrak etmeli bu ayat-ı celileyi resmen tilavet tertil ettiklerini bilmelidirler:Ya Rabbi bütün kainatın cek her şeyi yarattığına kaniiz. İhtiyacatımızı tatmin etmek sun. Çünkü rahmansın. Bizim her say ü cehdimizi kat kat mükafata nail ediyorsun. Çünkü rahimsin. Hasenat ve seyyiatımızdan bizi mesul edeceksin. ÇünküMalik-i yevmiddinsin. İlahi! Ya Rabbi elimden geldiği kadar çalıştım. Bütün vüsumle ibzal-i gayret ettim. Fakat henüz gayeyi tahakkuk ettiremedim. Senden niyazım beni doğru yola irşad etmendir. Ta ki o yolda ilerileyerek hedefe muvasalat edeyim. Bu ruh ile ifa-yı ibadet ederseniz ne ihraz edeceğinizi düşününüz. İbadetinizin bargah-ı kibriyada mutlaka ka-bul edileceğinden emin olunuz. Kuran-ı Kerim dua ve ibadetin kabulü hakkında diğer bir ayet-i kerimede der ki:Bana dua edenlerin duasını kabul ederim bana niyaz etsinler. Müminliğin evsafını ihraz etsinler ki doğru yola irşad olunabilsinler. Bu vad-i ilahide bilhassa iki nokta nazar-ı dikkati celb miz yapacağız. Hülasa ibadet-i İslamiyyenin hedefi faal bir adamı müşkil bir vaziyette irşad edecek olan nusret-i ilahiyyeyi tazarrudur. İnsan saha-i faaliyete adım atar atmaz Cenab-ı Hak bütün vesait-i muvaffakıyeti ihsan eder. İstihdama çalışacağımız vesaite netayici bağlamakla hikmet-i melekatımız ancak bu suretle inkişaf ettirilebilir. Gözünüzün önüne müreffeh bir ailenin çocuğunu getiriniz. Bütün vesait-i refah bu çocuğu yetiştirmeye hasr olunuyor. Böyle olmakla beraber acaba ebeveyn hiçbir vakit çocuğun kendi ayakları üzerinde yürümemesini isteyebilirler mi? Asla. Bil-akis çocuğun bir an evvel yürümesini kuvvet edeceğini bilirler. Su-i istimal edilen şefekat çocuğu kötürüm bırakır. Cenab-ı Hak insanlara ebeveyninden fazla rahimdir. Onları hoşnud edecek vesaiti en Şu içinde bulunduğumuz aleme ve bilhassa alem-i beşere nazaran tamamen müstakil iki mabud tasavvuru bu suretle gayr-ı mümkün olduğundan dolayı teaddüd-i kendilerini bunların bir eser-i müşterekleri tanıyarak hepsine perestiş etmeye lüzum görmüşlerdir. Böyle olmasa Fakat en son emeller ümidler veya mehafetler haşyetler kendilerine tevcih olunmak için mabud ittihaz edilen ve böyle mabud ittihaz olunabilmek için birer mebde-i evvel addolunmak zaruri bulunan ilahlar beyninde herhangi bir münasebet bir cihet-i şirket tasavvur etmek aynı zamanda bunların ikisine birden şamil bir mebde-i hakime tabiiyetlerini tasdik demektir. Bu ise o tali olduğunu itiraf eylemektir. zulüm ve iftiralarından beşeriyeti tahlis içinLa ilahe illallah düstur-ı tevhidiyle gelmiş ve makam-ı uluhiyetin yalnızAllahu ekbere mahsus olduğunu ve hayır ve şer bütün tecelliyat-ı vücudda mebde-i evvel olarak Hak Tealanın hakim bulunduğunu tebliğ ve isbat etmek üzere hitab-ı kibriyasıyla insanları ubudiyet ve ibadetin hedef-i hakikisine tevcih etmiştir. İnşaallah bu mevzua bir daha rücuederiz. ashabı [ Allahın yardımı ne zaman? ] derler. O zaman derhal [ İyi bilin ki Allahın ] teselli-i ilahisi cerihadar kalbe ifaza-i hayat eder. Fakat ayet-i kerimeye dikkat etmeliKim ki müttakidir diyor. Demek ki nusret-i ilahiyye müttakilere mevuddur. Müttaki odur ki kavanin-i ilahiyyeye bi-hakkın riayetkardır. Acaba hiçbir amel-i salihi olmayan ve bu suretle kavanin-i ilahiyyeye karşı gelen bir insan müttaki olduğunu iddia edebilir mi? Bu gün yeryüzündeki müslümanlar yes içindedirler. Hepsi de diyorlar. Fakat müslümanların hepsi bu nusret-i ilahiyyeden dahi kat-ı ümid etmiş bulunuyorlar. Bu suretle müslümanlar kendilerini nusrete kavuşturacak Takvadan da mahrum olmuşlardır. Cenab-ı Hak müttakileri kendilerini ihata eden müşkilattan kurtaracağını beyan buyuruyor. Hak Tealanın vad-i kat vad-i ilahinin tahakkuku takva sıfatıyla muttasıf olmaya vabestedir. Kuran-ı Kerim takvanın ne olduğunu kemaliyle tarif etmiştir binaenaleyh nusret-i ilahiyyeyi diliyorsak takva yolunda yürümeliyiz. mühim teceddüd hakiki takvayı müslümanlara anlatmaktır. Evet bunların hepsi takvadan bahs ediyorlar. Fakat onun hakkında salim bir fikir veremiyorlar. Bunlar müslümanlara demelidir ki Kuran-ı Kerimin ve Peygamber-i baliğ olup da ekmeğini kazanmayan bir adam müttaki değildir. Yalnız babasından kalan mirasla geçinen adam müttaki değildir. Bir maksadı tahakkuk ettirmek için çalışmayan başkalarından lütuf ve inayet bekleyen adam müttaki değildir. Cenab-ı Hakkın kendine ihsan ettiği kuva ve melekatı kendi ve umumun nefi için kullanmayan adam müttaki değildir. Menfaat-i şahsiyyesini menfaat-i amme uğurunda feda etmeyen müttaki değildir. Güzel bir hayat-ı aile imrar etmeyen akraba ve taallukatına su-i muamele eden fukaraya bakmayan eytamı sıyanet etmeyen dulları himaye etmeyen müttaki değildir. Hatta bu adamın namazı bile faydasızdır. Çünkü Kuran-ı Kerim bakınız ne diyor: Meali:Dini tekzib eden adamı gördün mü? Yetime su-i muamele eden biçareleri doyurmak için başkalarını teşvik etmeyen odur. Veyl o namaz kılanlara ki kıldıkları namazdan bi-haberdirler. Bir kelime ile hayatın her şubesinde yüksek bir misal olmayan bir insan müttaki değildir. dan vukubulacak faaliyete rabt etmiştir. Çünkü ancak faaliyetle fıtratımızda meknuz olan kabiliyetleri işletebiliriz. gayrete vabestedir. Bazan da deniliyor ki: İbadete ne lüzum var? Cenab-ı Hak bir maksad-ı mahsusu tahakkuk ettirmek için lazım olan her şeyi yaratmış değil midir? O halde bu vesaiti var? Bu da ibadet hakkında beslenilen yanlış bir fikirdir. mez bir şekilde bağlı olduğu vesaiti istemektir. İbadetin doğru telakkisi bu olduğuna göre emrimize müheyya olan vesaiti istihlak etmeden başkasını nasıl isteyebiliriz? Fakat vesait-i mevcudeyi nasıl istimal edersek edelim bunların bizi maksada isal edip etmeyeceğini tayin edemeyiz. Binaenaleyh istimal edeceğimiz vesaitin müsmir olması için All ha niyaz etmekliğimiz icab eder. Vücudumuzda bir hastalık hissettiğimiz zaman bazı ilaclar matlubu hasıl edeceğini söyleyebilir miyiz? Bu suretle amade olduğu halde bu vesaiti semeredar etmek tevfik-i Netayicin bazı vesait-i mahsusaya bağlı olduğu fikri birçok su-i tefehhümlere sebebiyet vermiştir. Madem ki bu kainat sebeb ve netice gibi sabit ve gayr-ı kabil-i ihlal kavanin-i tabiiyye ile tanzim olunan bir mecrayı takib etmektedir. O halde hadisatın idaresinde uluhiyyetin ne tesiri olabilir? İşleyen makine muntazaman işlemektedir. Onu kuran makineciye bir ihtiyac var mı? Binaenaleyh tur. Fakat bu kavaninin keşf olunanları Kuran-ı Kerimin beyan kıldığı dört sıfat-ı ilahiyyeyi tecelli ettirmektedir: Rab Rahman Rahim Malik. Bu son sıfatullahın her şeye malik hatta kendi yarattığı kanunlara hakim olduğunu kainat makinesiyle alakadar olmadığı fikri zail olur. Tabiatte işleyen kavanine istikamet vermek Ona aiddir. Fakat kavanin-i ilahiyyeye karşı tevlid-i hürmet için her şey sebeb ve neticeye bağlanmıştır. Kuran-ı Kerim diyor ki: Kim ki müttakidir Cenab-ı Hak onu müşkilattan kurtarır ve onun hiç beklemediği bir yerden rızkını gönderir. Cenab-Hakka tevekkül edene Allah kifayet eder. Cenab-ı Hak iradesini infaz etmek hususunda kadirdir. Her şey için bir ölçü takdir etmiştir. Mihnet ve meşşekate duçar olanlar için bu ne feyyaz bir menba-ı tesellidir! Ufka ağır ve kara bulutlar girildiği müşkilat her taraftan yağdığı zaman iman-ı sabit - vazifesi vardır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak kadını en yüksek seviyeye ila etmiştir. Ayet-i kerimedeki diğer mühim noktaKadınyerine Erhamkelimesinin istimalidir. Bu kelimenin istimaliyle kadınlığın en yüksek ve en asil vechi yani analık istihdaf edilmiştir. İnsanlar kadınlara bilhassaValideolduğu rek haml ettikleri onların uğurunda birçok fedakarlıkları bir ihlas gösterdikleri için hürmet ibraz edeceklerdir. Krişna Buda ve Mesihin etbaı Resul-i İslamın getirdiği bu tebliği duymalıdırlar! Ne yazık ki bunlar ancak asırlardan sonra bunu duyabilmişlerdir. Resul-i Ekrem Efendimiz henüz altı yaşında iken validesi dar-ı bekaya irtihal etmişti. Buna rağmen kendisi bu altı yaşını da validesinin kucağında geçirmemişti. Bilakis bu müddetin kısm-ı azamını başka bir yerde mukim olan Halimenin nezdinde imrar etmişti. Peygamberimizin pederi ise tevellüdünden mukaddem irtihal etmişti. Peygamberimiz daha sinn-i sabavetinde iken ana-baba öksüzü kalmıştı. Fakat bu ana-baba öksüzü olan çocuğu alim ve hakim olan zat-ı ecel ve ala insanlara ebeveyne hürmeti telkine kadınlığa berat-ı necat ve müsavatını tebliğe analığın kudsiyetini talime göndermiştir. Buda anasını terk etmiş; Mesih;Valideme karşı yapacak bir vazifem yokturdemiş iken öksüz Muhammed yalnız yukarıya nakl ettiğimiz ayat-ı kerimeyi tebliğ yaniCennet validelerin ayağı altındadır. Cennet bütün dindarların hedefidir. Bütün amal-i salihanın kuvve-i muharrikesi odur. Bütün namazların niyazları oruçların kurbanların hedefi budur. Bu hadis-i şerif ise cenneti en yüksek mefkure-i naimi validelerin ayağı altına koymaktadır. Acaba validelere bundan ziyade kim hürmet göstermiştir. Hazret-i Muhammed validelerin hemşirelerine de adeta validelerin mevkiini vermiştir. Rivayet olunuyor ki müslümanlardan biri Peygamberimizin huzuruna gelerek: dim. Ne yapayım da onun yükünden kurtulayım? Peygamberimiz cevaben dedi ki: – Validen var mı? – Hayır. – Teyzen var mı? – Evet ya Resulallah! – Ona iyilik et. İnşaallah afv u mağfirete nail olursun. Kuran-ı KerimErhamkelimesini kadına mukabil kullanmakla ve bu kelimeyi vav-ı atıfa ile ma-kabline atf etmekle izahı cildlere muhtac bir beyanda bulunmuştur. Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimedeSizi taşıyan erhama yani kadınlara kemal-i ihlas ile hürmet ediniz! buyuruyor. Bu ayet-i kerimede nazar-ı dikkate alınması din müceddidinin hiçbir peygamberin hiçbir reisin ve hiçbir kitab-ı mukaddesin kadınlara hürmet edilmesi Hazret-i Muhammedin tebliğ ettiği bu emir ilk ve en mükemmel emirdir. Evvelce hayvan muamelesi gören kadınlar artık sair mevcudat-ı beşeriyye gibi muamele görmeyecek erkeklerle müsavat seviyesinde bulunmakla kalmayacak bütün insanlar tarafından emr-i ilahiye tevfikan hürmet göreceklerdir. Maamafih bu da kafi gelmemiş Kitabullah zat-ı ecel ve alaya karşı vezaif-i kadınlara ifa-yı hürmet için kullanmıştır. Kadına bundan daha yüksek bir mevkiverilebilir mi? Bir cümlede bir kelime ile Kitabullah Cenab-ı Hakka ve kadınlara hürmet edilmesini emrediyor. Takva kelimesinin ehemmiyetini yalnız Arapça bilenler idrak ederler. Bu kelime yalnızHürmetmanasını ifade etmez. Hattaİhlas ile Hürmetbu kelimenin manasını bi-hakkın edadan aciz kalır. Binaenaleyh bu kelime kadınlara yalnız hürmeti değil onlara en nezih ve en temiz hürmetin gösterilmesini emr ediyor. Kadınlığın telakkisinde bu ne muazzam bir inkılabdır! En ziyade dindar olmakla maruf olan Brahmanlar Budalılar zühd ve takva uğurunda her şeyi feda eden hıristiyan rahibleri ve savmaa-nişinleri... Kendilerini yegane güzide millet addeden Yahudiler... Bunların hepsi kadını murdar hürmete gayr-ı layık görüyorlardı. Fakat kadınları diri diri gömen ve bunlardan sağ kalanları bir alet gibi kullanan bir millet içinde doğan Nebiy-yi ümmi bir nefesde ve sesinin en yüksek perdesiyle insanların Allahı kemal-i iman ile tenzih etmelerini ve kadına kemal-i ihlas ile hürmet etmeleri icab ettiğini tebliğ etmiş onun bu tebliğini asırlar mütemadiyen tekrar eylemiştir. Cenab-ı Hak her şeyin halik-ı hakikisidir. Fakat her insanın şekl-i beşerisini almasında kadının büyük bir Nisa Suresi Kuran-ı Kerim der ki: Birine bir kız çocuğu dünyaya geldiği haber verildiği zamanlar karanlık gölgeler yüzünü kaplar mahzun ve mükedder olurdu. Bu fena haber kendini mahcub ettiğinden herkesten yüzünü saklardı. Onu zillet içinde yaşatmalı mı yoksa onu toprağa gömmeli mi? Bunu düşünürdü. Bunlar ne fena muhakeme ediyorlardı! Yine Kuran-ı Kerim der ki: İhtiyac korkusundan çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizin ve onların rızıklarını vereceğiz. Onları öldürmek pek büyük bir günahtır. Çocuklarınızı öldürmeyiniz. Hazret-i Muhammedle Kays-ı Temimi arasında vuku bulan bir muhavere ber-vech-i ati rivayet olunmaktadır: Peygamberimiz bir gün bir kız çocuğunu kucağına alarak okşuyordu. Kays dedi ki: – Muhammed! Okşadığın çocuk kimin yavrusudur? Hazret-i Muhammed: – Benim dedi. Kays: – Vallahi böyle bir kızım olsa onu hiç okşamaz derhal diri diri gömerdim dedi. Resul-i kibriya cevaben dedi ki: – Öyle ise sen çok bedbaht bir adamsın. Seni Cenab-ı Hak muhabbet-i insaniyyeden insanlığın en büyük nimetinden mahrum etmiş! Kadını en müdhiş inhitata uğratan fuhşu Müslümanlık suret-i katıyyede menetmiş fuhşun vukuuna hiçbir vechile müsaade etmemiştir: Zani ile zaniyeye yüzer kırbaç vurunuz. Bu hükm-i Araplar o zamanın Katolikleri gibi dulların evlenmesine müsaade etmedikleri gibi Romalılar gibi kölelerin evlenmesine de müsaade etmezlerdi. Müslümanlık dulların evlenmesine müsaade etmiş hukuk-ı beşeriyye itibarıyla kölelerle serbest insanlar arasında hiçbir fark bırakmamıştır. Bu madde ahkam-ı fıkhiyyemize muhaliftir. Kuran-ı Kerim yukarıda nakl ettiğimiz ayat-ı celilesiyle diğini beyan ettikten sonra bu ihtarı ilave ediyor: Muhakkak Cenab-ı Hak sizi daima murakabe eder. Bu ihtar-ı ilahi insanlar validelerinin kendilerine gösterdikleri şefekati büyüdükleri zaman unutmaları muhtemel olduğunu beyan ile emr-i ilahinin ifasına bezl-i gayret olunmasını tekid eylemektedir. Ayet-i kerimenin son kısmı Arabistanda ziyadesiyle olan bir fenalığın tashihini istihdaf ediyor. Araplar emval-i eytamı yerler eytam kadın ise mütevellileri bunları cebren alırlar ve bu suretle mallarını kendi mallarına mezc ederek ona sahib olurlardı. Eski Romalılar yahud otuz sene evvelki İngilizler gibi Araplar evli bir kadına çocuk muamelesi yaparlar zevcler kadınların emval ve emlakine hakim olurlardı. On üç şu kadar asır mukaddem Müslümanlık kadınların bikes öksüz bile olsalar herhangi bir bahane ile mallarına tecavüz edilemeyeceğini ve mallarının herhangi bahane Sure-i Nisadan aldığımız bu ayat-ı kerimeden başka Kuran-ı azimüşşanda kadın mesailini mevzu-ı bahs eden birçok ayat vardır. Müslümanlığın hayat-ı neseviyyede vücuda getirdiği ıslahat pek çoktur. Hayat-ı neseviyyenin her safhası çocukluk kızlık zevcelik validelik safahatı ıslah olunmuştur. Her merhale-i hayatta kadının hukuku müdafaa olunmuş her kademe-i hayatta menafii temin edilmiştir. Erkeklerle kadınların muamelat-ı mütekabilesine gelince: Kadınlara erkeklerden fazla menafitemin olunmuş ve kadınları azim bir hürmete mazhar edecek kaideler vazolunmuştur. Daima hatırdan çıkarılmamalıdır ki Müslümanlık bir felsefe-i fikriyyeden ibaret olmadığı gibi Doğmatik bir din de değildir. Müslümanlığın bütün esasatı kabiliyet-i ameliyyeyi haizdir. Bunların nasıl icra olunacağı gösterilmiştir. Şeriat-i İslamiyye şayan-ı hayret esasat-ı ahlakıyyeyi muhtevidir. Bundan fazla Müslümanlık bunların ifasını da temin eylemektedir. Müslümanlığın ifa ettiği insani hareketlerin en hayırlılarından biri çocuk gömmek adetini kaldırmasıdır. Cahiliyet zamanında Arabistanda ve dünyanın sair taraflarında mabudlara insan kanı dökmek çocuk öldürmek adeti ziyadesiyle şayidir. Kadınlar ise hurafat ve zulmün bi-çare kurbanı idiler. Kadınların uhdelerine teveccüh eden bu vazifelerin bir kısmı hukuki bir kısmı ahlakidir. Hele kadınların zevclerine karşı olan itaatleri öyle bazı kimselerin zahib oldukları gibi esirane zelilane bir itaat değildir belki muhabbet ve samimiyetten mütehassıl icabat-ı fıtrıyye ve menafi-i ictimaiyyeden münbais ihtiram-perverane bir itaatten ibarettir. El-hasıl zevceynden her bir diğerine karşı muhabbet meveddet ihtiram sadakat emniyet muavenet ile dinen mükelleftir. Bir ailenin mesudiyeti ancak bu sayede mütecelli olur rabıta-i izdivacdan beklenilen menafi ve mesalih ancak bu sayede vücuda gelir. Bu madde garbın hayat-ı ictimaiyyesine göre tanzim edilmiştir. Nitekim Alman Kanun-ı Medenisinin nci maddesindeZevce zevcinin aile ismini ihraz eder.denilmiştir. Bu madde ile ahkam-ı şeriyyemiz arasında bir mukayese yapabilmek için bir tahlil ameliyesine lüzum vardır. Şöyle ki: Ahkam-ı şeriyyemize nazaran batıl olan nikahlar hakkında ahkam-ı nikahtan hiçbiri cari olmaz gerek takarrüb vukubulmuş olsun ve gerek olmasın. Şu kadar var ki takarrüb vukubulduğu takdirde yalnızUkr namıyla baligan ma-belag mehr-i misil lazım gelir . Maddeye gelince nikah-ı batıl hakkında tevarüsten başka ahkam cari olabilir. Şu şart ile ki akid bir memur-ı resmi huzurunda icra edilmiş ve takarrüb vukubulmuş olsun. Bunu üzerine bir mesele tefriedelim: Farz ediniz ki bir müslüman kızı her nasılsa bir gayr-ı müslim ile vazifedar bir memur huzurunda akd-ı nikah cüretinde bulunmuş aralarında da mukarenet vücuda gelmiş. Şimdi bu nikah her vechile batıl olduğundan bunun üzerine şeran ahkam-ı nikahtan hiçbiri terettüb etmez.Halbuki maddeye nazaran bu batıl nikah üzerine iddet gibi neseb gibi ahkam terettüb etmek lazım geliyor. zevcesi için tahsis ettiği meskende zevcesinin rızası olmadıkça gayr-ı mümeyyiz evladından başka hiçbir kimseyi hakkı taalluk ediyor; binaenaleyh bu meskende zevcenin rızası bulunmadıkça zevcin ne pederiyle validesi ne de sair akrabasıyla mümeyyiz olan evladı ikamet edemez. Bunların bu meskende ikamet etmeleri zevcenin ziya-ı hukukunu intac zevceynin hüsn-i muaşeretlerini zam olmadıkça kendi usul ve füruundan hiçbir kimseyi bulundukları meskende iskan edemez. Çünkü bu surette de zevcin hukuku haleldar olmuş olur. Halbuki işbu altmış yedinci maddeye nazaran zevce evvelki zevcinden olan evladını -velev ki on yedi on sekiz yaşlarında bulunmuş olsunlar- sinn-i rüşde vasıl olmadıkça zevciyle beraber içinde yaşadıkları bir mesken-i şeride olacak!. Bu maddenin ihtiva ettiği ahkam; kısmen hukuki kısmen ahlakidir. Binaenaleyh ahlaki olan kısmında bir mecburiyet-i kanuniyye tasavvuru pek doğru olamaz. Bu babdaki ahkam-ı şeriyyemizi ber-vech-i ati telhis ediyoruz: Erkekler; zevcelerinin nafakalarını tedarike diğer bir kısım ihtiyacat-ı hayatiyyelerini bi-kaderil-imkan tatmine hukuken mecburdurlar. Erkekler zevceleriyle hüsn-i imtizac ve muaşerete onların hakkında kavlen fiilen hüsn-i muamelede bulunmaya diyaneten mecburdurlar. Nitekim furkan-ı mübinde buyurulmuştur. Risalet-meab Efendimiz hazretleri de bir hadis-i şeriflerinde buyurmuşlardır. Kadınlar şeran mübah olan hususatta zevclerinin emirlerine itaat ve inkıyad ile mükelleftirler. Her hangi bir kadın kendi zevcinin harim-i ismetine dehalete namus ve haysiyetini hüsn-i muhafazaya emvalini ziyadan vikayeye ve bir zaruret-i şeriyye bulunmadıkça na-mahrem erkekler ile adem-i ihtilata mecburdur. Nitekim bir hadis-i şerifte buyurulmuştur. Nisa Suresi Reddül-Muhtar lazım geliyor ne de neseb gibi hürmet-i müsahere gibi ahkam sabit oluyor!. Artık maddenin mahiyet-i mülahaza buyurunuz!.Esasen böyle bir nikah melhuz değildir. diye bit-tabi’ itiraz olunamaz. Zira bu gibi nikahların vücudu melhuz hatta vakıolmasaydı bu gibi maddelerin vazına hacet görülmezdi. Bu madde ıtlakına nazaran muhtac-ı teemmüldür. Eimme-i Hanefiyye hazeratının ictihadatına nazaran zevce; zevcinde bulunan innet mecbubiyet gibi mani-i takarrüb bir arızadan dolayı tefrikini talebe salahiyetdardır. Fakat zevc zevcesinde bulunup mani-i takarrüb olan bir arızadan dolayı nikahı fesh ettirmeye salahiyetdar değildir. Zevce; hakk-ı talaka malik olmadığı cihetle onun bu salahiyete nailiyeti kendisini zarardan vikaye hikmetine müsteniddir. Zevc ise hakk-ı talaka malik olduğundan onun böyle bir salahiyete nailiyetine ihtiyac yoktur. Zevcin nikahı fesh ettirmeye teşebbüs etmesi mücerred zevcesinin mehrini vermemek gibi bir maksada müstenid olmak lazım gelir. Halbuki arada meşrubir nikah vardır bi-çare zevceyi hem nimet-i nikahdan mahrum bırakmak hem de kendisine mehir namına hiçbir şey vermemek şüphe yok ki hissiyat-ı aliyeyi rahnedar eder. Binaenaleyh eimme-i Hanefiyye hazeratının bu babdaki müemmen bulunmuştur. Fakat mezahib-i selase eimmesine göre böyle bir arızadan dolayı zevcenin tefrikini talebe salahiyeti olduğu gibi zevcin de bu tefriki talebe salahiyeti vardır zevc isterse nikah-ı vakii red ile fesih tarikine tevessül edebilir. Demek ki madde; eimme-i selase hazeratının ictihadlarına tevafuk edebilir. Ancak böyle bir arızanın mevcudiyetine kablen-nikah muttaliolan tarafın bilahare bu arızanın devamı takdirinde tefrikı talebe salahiyetdar olması cay-ı nazardır. Vakıa te ve sair kütüb-i fıkhiyyemizde beyan oluduğu üzere fukaha-yı kiramdan bazılarına nazaran bir kadın kendisiyle akd-i izdivacda bulunduğu bir erkeğin innin olduğuna kablen-nikah muttalibulunmuş olsa dahi yine tefrikıni talebe hakkı vardır. Çünkü innetin muhtelif derecatı vardır bir kadın hakkında gayr-ı muktedir bulunan bir erkeğin diğer bir kadın hakkında Ahkam-ı şeriyyemize nazaran fasid olan nikahlar hakkında ahkam-ı nikahtan bazılarının cereyanı için bir şart vardır o da takarrüb vukuudur takarrüb vukubulunca şartıyla mehr-i misil lazım neseb ve hürmet-i müsahere sabit olur. Maddeye gelince bu ahkamın sübutu iki şartın vücuduna muallaktır. Birisi nikah bir memur-ı resmi huzurunda akd edilmiş olmak diğeri de takarrüb vuku bulmak. Bunun üzerine de bir mesele tefriedelim: Farz ediniz ki bir kimse her nasılsa bilmeyerek kendi süt kızkardeşini veya başkasının muteddesini bir memur-ı resmi huzurunda olmaksızın tezevvüc etmiş ve badet-takarrüb nikahın adem-i sıhhatine vakıf olarak müfarakatte bulunmuş. Şimdi bu nikah üzerine şeran maddeye nazaran terettüb etmeyecektir. Ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran batıl veya fasid olan nikahlardan dolayı nafaka lazım gelmez. Takarrüb vukubulmuş olsun olmasın. Halbuki maddeye nazaran lazım gelecektir. Ahkam-ı şeriyyemize nazaran batıl veya fasid olan nikahlar hakkında bazı ahkamın cereyan edip etmemesi madde buna lüzum gösteriyor. Ahkam-ı şeriyyemize nazaran batıl olan nikahlar lüzum-ı hürmet cihetiyle bir fark yok ise de iddet gibi sübut-ı neseb gibi bazı ahkam itibarıyla fark vardır. Halbuki maddede batıl ile fasid olan nikahlar aynı ahkama tabitutulmuştur. Ahkam-ı şeriyyemize nazaran şeraitini camiolan bir nikah bir memur-ı resmi huzurunda akd edilmediğinden dolayı ne batıl ne de fasid olmaz. Binaenaleyh bunun üzerine bil-cümle ahkam-ı nikah terettüb eder. Halbuki işbu Hukuk-ı Aile Layihasına nazaran bir memur-ı resmi huzurunda akd edilmeyen nikahlar batıldır ve öyle bir batıldır ki bununla ahkam-ı nikahtan hiçbiri sabit olmaz. Velev ki sair şerait tamamen mevcud bulunsun. Bu huzur meselesinin ne kadar izam edilmiş olduğunu bir misal ile izah edelim: Farz ediniz ki bir şahıs hüviyetini ketm ederek kendi hemşiresini vazifedar bir memur huzurunda bile bile tezevvüç ediyor da badet-takarrüb beynleri tefrik olunuyor. Şimdi olanca hürmet-i şeriyyesine rağmen bu nikah edilmiş olduğu için- nafaka gibi neseb gibi ahkam sabit oluyor. Fakat diğer bir kimse bir kadını bütün şerait-i şeriyyesi dahilinde tezevvüç ediyor şu kadar var ki akid bir memur huzurunda akd edilmiş bulunmuyor şimdi olanca meşruiyetine rağmen bu nikah ile ne nafaka Zevceye aid arızalara gelince: Bunların zevai ümidiyle mutlaka bir sene intizar edilmesi ahkam-ı fıkhiyyemiz muhtac şeylerdir. Kütüb-i Şafiiyyeden da deniliyor ki:Zevcesi retkaveya kurna bulunan kimsenin taleb ve tefrika salahiyeti vardır. Kadın bu maniayı izaleye icbar olunamaz. Şu kadar var ki kendi arzusuyla izale edip de mukarenet mümkün olursa artık zevcin hakk-ı hıyarı kalmaz. Demek ki isimleriyle sahife-i mütalaatımızı tezyin ettiğimiz o büyük zevatın ictihadları böyle bir fecianın zuhuruna meydan vermiyor. Fakat eimme-i Hanefiyyeden İmam Muhammed hazretlerine göre zevcedeki bir illetten dolayı zevc muhayyer olmazsa da zevcdeki bazı uyubdan naşi zevce haiz-i iktidar olabilmesi memuldür. Fakat mecbub olduğuna muttalibulunduğu bir erkek ile akd-i nikaha razı olan bir kadın artık bu maluliyetin devamından dolayı taleb-i tefrika salahiyetdar olamaz. Zira bu arızanın devam edeceği katıyyen malumdur. Binaenaleyh bu halde kadın kendi hakkını evvelce iskat etmiştir. Halbuki maddeye nazaran bu surette de zevcenin tefrikıni talebe salahiyeti bulunuyor bu ise fıkhen doğru değildir. Bu madde ahkam-ı fıkhiyyemize kısmen muvafıktır. Malum olduğu üzere zevcde bulunup mani-i takarrub olan arızalar iki kısımdır: Bir kısmı kabil-i zeval değildir. Bu halde bir sene tecilden bir fayda mutasavver olmadığı cihetle vukubulan talebe binaen zevceynin beynleri derhal tefrik olunur. Mecbubiyet bu kabildendir. Diğer kısmı ise kabil-i zevaldir. Binaenaleyh bu kısımda bir müddet intizara lüzum vardır. İnnet de bu kabildendir. Etıbba tarafından beyan olunduğu üzere innetin muhtelif esbabı vardır. Adem-i iktidar denilen bu arıza; akliyeden faaliyet-i zaide-i dimagıyyeden fart-ı havf ve hayadan ziyade şevk ve şetaretten hayalat ve tasavvurat-ı aşıkaneden kesret-i mukarenetten adem-i taharet ve nezafetten afet-i asabiyeden uzvun su-i teşekkülünden dahi neşet edebilir. Bu sebeblerin ihtilafına binaen usul-i tedavi başkalaşır. Mesela ikinci ve üçüncü sebeplerden mütehassıl innetin izalesi için istirahat-i zihniyyeye lüzum vardır son sebebden münbais innetin refi için de ameliyat-ı fenniyyeye ihtiyac görülür. Görülüyor ki bu hal bir afet-i asliyye ve halkıyeden münbais olabildiği gibi bir illet-i arızadan naşi de vücuda gelebilir. Binaenaleyh inneti illetten fark ve temyiz için her halde bir müddet-i tecile lüzum vardır. Kütüb-i fıkhiyyemizde de de ve sairede beyan olunduğu üzere bu müddet bir seneden ibarettir. Çünkü bir sene muhtelif tabayi-i beşeriyye üzerinde tesirat-ı adiyesi meşhud olan fusul-i erbaayı camidir binaenaleyh bu fusulün güzeranına fukahadan bazıları bu senenin bir sene-i şemsiyye olmasını anın tamamen zuhuru ancak bir sene-i şemsiyye zarfında kabildir. Sene-i kameriyye ise on gün noksandır. Maamafih ahkam-ı şeriyyede alelekser kameriye kabul edildiği gibi bu hususta da zahirür-rivayete nazaran sene-i kameriyye muteberdir. rı kabile teşkiline sevk eden avamil miyanında müşterek gayretlere tevakkuf eden işlerin ilgası zarureti tabii ve hayati bir müessir olmuştur. Beşeriyetin medeniyyüttab olması da ancak bu suretle izah edilmiştir. Şu hale nazaran efrad ile heyet-i ictimaiyye arasında na-kabil-i infisal bir rabıtanın mevcudiyeti tezahür ediyor. Fil-hakika bir camianın şahsiyet-i maneviyyesi o heyet-i metleri muhassalasından müteşekkildir. Gerek müdafaa-i umumi bir inkişafın husulü ahlak-ı ferdiyyenin secayayı şahsiyyenin metanet ve kemaline vabeste olduğu gibi ahlak-ı ictimaiyye tabir-i digerle terbiye-i ictimaiyye mefhumunun hayatta müsbet eserler tevlid edebilmesi tevazün husule getirebilmesi terbiye-i ferdiyyenin tekamülüne mütevakkıfdır. yid ederek vazıh bir surette irae eylemektedir. Efradın müsbet secayası cemiyetin menfi fezayihine faik olan heyet-i ictimaiyyelerde tekamül ve terakki müemmendir. veCemiyetin menfi fezayihi efradın müsbet fezayihine teveffuk eden heyet-i ictimaiyyeler infisaha mahkumdur.düsturları cemiyetle efradın derece-i revabıt ve münasebatındaki ehemmiyetini ifade eder. Hayat-ı ictimaiyyede faziletin esas olmasına nazaran bu hayatın mebdeve mesnedlerini tedkik etmek bir lazıme halini alır... Madem ki cemiyetlerin cüz-i ferdlerini insanlar teşkil ediyor ve cemiyet de bu ecza-i ferdiyyenin tam bir enmuzecinden mi bir mevkii haiz olan faziletin mebdeve mesnedlerinin aynı zamanda hayat-ı ictimaiyyenin esasından ibaret olduğu kendi kendine sabit olur. Hayattta vicdan üzerinde fazileti tevlid edecek bir tesir bırakan ancak diyanettir. Seciye ve kemale mütevakkıf olan hayat-ı ictimaiyyenin de mebdei diyanetten başka bir şey değildir. Hayat-ı ferdiyyede faziletin gittikçe tekamülü ve halelden masuniyeti hususunda nasıl ahlak bir mesned-i kavi teşekkül ediyorsa heyet-i ictimaiyyelerde de hayat-ı umuminin fazilet ve tesanüd Cemiyet hayatının tekamül ve inkişafı saadet-i beşeriyye ve refah-ı insani nokta-i nazarından na-kabil-i bu gayenin istihsali için fazileti tehlikeye ve bin-netice tekamül-i cemiyeti tereddiye duçar edecek olan ruhi maddi ictimai fevzalara karşı tedabir-i mania ittihazı en lüzumlu bir vazife-i ictimaiyye olarak kabul olunmuştur. Bu mülahazatın netice-i tabiiyyesi olarak muhayyer olur. Çünkü zevc zevcesindeki illete razı olmadığı takdirde talaka tevessül edebilir. Halbuki zevce ehliyet-i talakı haiz değildir. Binaenaleyh bu halde zevcenin muhayyer olması mukteza-yı adalettir meselenin cihet-i ahlakıyyesi ise başkadır. Ömerül-Farukun Abdullah bin Ömer ile Abdullah bin Abbas radıyallahu teala anhüm hazeratının mezheblerine muvafık bulunmuştur. eden bazı fukaha-yı Hanefiyye diyorlar ki:Zevceynin bila-zarar birlikte yaşamalarına maniolan cünun cüzzam bars misilli uyub hissen ve taban hukuk-ı zevciyyeti hadis-i şerifiyle de müeyyed bulunmuştur. teksir-i nüfus ile husul-i evladdır. Halbuki indet-tenafür bu maksud fevt olur ve bu misillü uyub bazan evlada da sirayet eder. El-yevm mehakimde mamulün bih olan da imam-ı müşarun ileyhin bu babdaki ictihadıdır. Maamafih eğer olunmaktadır. Eimme-i selase hazeratına gelince ictihadlarına nazaran zevceynden her biri diğerinde bulunan cüzzam bars gibi adeten sari teneffürü mucib olan illetlerden dolayı hakk-ı hıyara maliktir. Binaenaleyh isterse bu hale razı olarak rabıta-i izdivacı idame eder isterse akd-i nikahı feshettirir. Demek ki madde mezahib-i selase eimmesinin ictihadına tevafuk ediyor. Asrımızda hayatın guna gun ihtiyacatı karşısında ferdin münferid sayi daima zaif kalmaktadır. Bu keyfiyet etmektedir. Esasen insanların toplu olarak cemiyet halinde yaşamaya olan meyelanları müdafaa-i nefis ve def-i ihtiyacat zaruretlerinin şahsi mesai ile kabil-i iktiham olamamasından münbais bulunduğuna şüphe yoktur. Ba-husus tecrübeler efrada refah ve saadet için ittihadın lüzumunu en bariz misalleriyle isbat etmiştir. İlk insanlaSEBILÜRREŞAD - - şaub eden ictimaiyat ve ictimaiyattan ayrılan idare ve siyasiyat tevazün ve refah-ı umuminin aled-derecat haris ve müdafiidirler. Din ve ahlaka merbut olmayan ictimaiyattan müfrit ve muvazenesiz seciyeler hasıl olduğu bit-tecrübe anlaşılmakla beraber ictimaiyyatla muvazi gitmeyen siyasi ve idari mefhumların hedeflerine vasıl olamayacağı şüpheden varestedir. Çünkü; hayat-ı ictimaiyyenin mevzuu olan ahval hadisat ve mevzuatın gayesi cemiyet-i beşeriyyeye efrad-ı insaniyyeye bir fayda temin etmektir. Her hangi bir şeyin kıymeti sade akla ve mantığa muvafık gelen nazariyatıyle değil aynı zamanda faydasının derecesiyle muhakeme olunur. Bu itibarla hayat-ı tenezzül eder. Tezahürat-ı ictimaiyyenin mebdei olan dinin hayat-ı ferdiyye ve umumiyyedeki tecelliyatı maddi ve manevi bir saadete müntehi bulunmaktadır. Dünyevi ve uhrevi refah ve saadetin hakiki bir rehberi beşeriyetin en faydalı bir rehakarıdır. Hakikat-ı mahza olan dindarlığın tevlid eylediği kuvvet ve intizamın ameli kıymeti hiçbir nazariye ile ölçülemeyecek derecede büyüktür. Amerikada bütün fikirleri celb ederek pek ziyade mazhar-ı rağbet ve itibar olan Pragmatizm mesleği dinin hayat-ı ictimaiyyedeki na-kabil-i inkar tesiratnı şiddetle müdafaa etmektedir. Güstav Löbon bu yeni felsefeden bahs ederkenBu felsefe fayda fikrinin daima görülebilir olduğu için güçlükle gösterdiği vechile- ferdin kurdretini arttırıyor ve onu bizzat kendisinin fevkıne yükseltiyor ise böyle bir vasıta-i tesiri terbiyeden -yani terbiye ve hayat ve Ruhiyat ve mütehassıslarının hatta din meselesinde serbest düşünenlerin bile cümlesi bir itikad sahibi olmanın şüphe edecek bir kimseye bir Sorbon müderrisinin yazılarından bervech-i ati satırları nakl ve irae etmekle iktifa ederim:Hayat-ı diniyye ferdi bizzat kendisinin fevkıne yükselten kuvvetlerin mevki-i file çıkmasını tazammun eder... Mutekıd gayr-ı mutekıdden daha fazla kuvvetlidir. Bu kuvvet hayali değildir. Beşeriyetin yaşamasına medar olan bu kuvvettir.dedikten sonra bu felsefeyi teyidenDini faraziyelerin ilmi faraziyelere kıyas edilebileceğini birincilerinden o kadar güç olduğunu bütün malumatlarımızın binası ilmi faraziyeler üzerine kurulduğu teceddüdat-ı ictimaiyye zarureti de baş göstermiştir. Umumi menfaatlerle tearuz eder şahsi hürriyetlerin hududu mülahazat-ı ictimaiyyeye binaen tesbit olunması hürriyet mefhumlarına karşı bir tecavüz değil belki hürriyeti takviye edecek bir lazımedir. Çünkü na-mahdud bir hürriyet nihayet ruhi ve maddi bir esaretle netice-pezir olur. Zaten hürriyetin her istenilen temayülat ve hissiyatına hoş gelen şeyi yapmak manasına haml olunamayacağı ancak hakikat ve esasat-ı umumiyye-i ictimaiyye dahilinde meşruolan efal ve harekat ve akvalde serbestiyet cihetini tazammun eylediği malumdur. Mutlak bir hürriyet tabiatte de mevcud değildir. Ecram-ı manzume-i alemin büyük bir dıkane bir reviş takib eylediklerini daha doğrusu takibe mecbur oldukları hatt-ı hareketi mebadi-i fünun göstermektedir. Bu umumi kaideden beşeriyetin haric bulunmasına her şeyin kabulü manasına gelen hürriyet sahasında mesela: Bir hırsızın diğerlerinin malına bir hunharın hem-cinsinin hayatına bir mütereddinin gayrın ırz ve namusuna tecavüz ve taarruzu tabii görülmek lazım gelir. Halbuki böyle hürriyetlerin anarşi ve dalaletten ibaret ve mutlaka hayat-ı ictimaiyyenin inhidamını mucib olacağında kezalik bütün aklı başında insanlar müttefık bulunmaktadırlar. Na-mahdud bir hürriyetin ictimai inzibatsızlıkla tevem olduğunu intizam ve inzibat-ı ictimaisi sarsılarak duçar-ı tereddiyat olan heyet-i ictimaiyyelerin şayan-ı Hürriyetlerin su-i istimali hayat-ı cemiyette ahlaksızlığı muvazenesizliği tesamuh ve sefaheti kökleştirir. Binaenaleyh inzibati ictimai ahlaki ictimai ve dini desatirin derece-i kuvvetidir ki heyet-i ictimaiyyelerin tekamülünü gösterir. Ictimaiyye bünyelerin zindegisi yenin efradın iradelerine her zaman hakim olabilmesiyle mümkinül-husuldür. Bundan dolayıdır ki hayat-ı cemiyeti sarsan ahlaksızlıklara tereddiyata karşı vicdan-ı umuminin ve idare kuvvetlerinin hakk-ı müdahalesi ve murakabesi kavaid ve esasat-ı hukukıyye miyanına dahil olmuştur. Heyet-i ictimaiyyeler kendi bünyesini mütemadiyen tahrib eden levsiyata tereddiyata karşı menfaat-i umumiyyenin tekeffülü endişesi vazifesinden hiçbir zaman farig olamamışlardır. Hayat-ı ictimaiyyenin mebdeve mesnedi din ve ahlak olduğu gibi hayat-ı idariyye ve siyasiyyenin mesnedi de ictimaiyyattır. Bu mefhumlar na-kabil-i infikak bir kül teşkil ederler. Diyanetten doğan ahlak ahlaktan teSEBILÜRREŞAD - - den inhiraf eden her hangi bir tezahür-i ictimainin her şeyden evvel tekamüle zarar iras edeceği şüphesizdir. Halbuki hayat-ı ictimaiyyenin mebdeve mesnedini teşkil eden din ve ahlakın rehber-i esasi addi suretiyle metin bir şehrah-ı tekemmüle müntehi bir reha-yı ictimainin selim de bunu amirdir. Esad Mahmud Beyinzübbelerhakkında gazetesinde mühim bir musahabesini gördük. Aynen nakl ile enzar-ı ibret ve intibaha vazediyoruz: Bilmem nazar-ı dikkatinizi celb etti mi? Memlekette kendisini hissettirecek derecede bariz bir mevcudiyet göstermeye başlayan yeni bir nesil türedi. Bu neslin yirmi ile yirmi beş yaş arasındaki mensublarına artık hemen her yerde tesadüf olunmaktadır. Zübbeler nesli gittikçe büyüyen dal salan azim ve korkunç bir ağaç gibi şayan-ı hayret bir inkişaf ile açılıyor ve etrafı kaplıyor. Bu suretle dans salonlarında Beyoğlu barlarında ve bilhassa tiyatro kapılarında yaşayan bu nesil garib bir feyz ü bereket eseri olarak müdhiş bir tekessürle günden güne çoğalıyor. Biraz tedkikten sonra anlaşılır ki genç birtakım küçük bey ve efendilerden terekküb eden bu zübbeler neslini Harb-i Umumi doğurmuş ve Müterake de büyütmüştür. Harb-i Umumiye dahil olduğumuz zaman Almanlardan aldığımız milyonlarla sersem sersem dolaşan birçok gençleri memleket için müfid bir uzuv olabilmeleri ümidiyle Avrupaya gönderdik ve kendileri için azim mesarıf ihtiyar ettik. Alman mekteplerinin en iyilerine yerleştirilen istirahatlerini temin sıl her türlü refahları temin olunarak memlekete faydalı nesil olmalarına gayret edilen bu küçük beyefendiler tahsillerinden ve seyahatlerinden avdet ettikten sonra memleketimizde bir ilim ve marifet ocağı yerine yaman birZübbeler Saltanatıtesis ettiler!... Her tesadüf ettiğiniz yerde onları derhal diğer insanlardan tefrik edebilirsiniz. Bir fırsatını bularak parasız kıyafet itibarıyla hemen kendilerini ele verirler. Başlarında behemehal kalıpsız olması icab eden kırmızı ve uzun bir fes vardır. Bu fes bazılarında kalpak gibi düz ve püskülsüz bazılarında da bir mısır koçanı gibi uzun püsküllüdür. Boğazlarını dar bir yakalık boğmak ister gibi sıkmıştır. Yakalığın ucundan çarşaftan bozma bir kravat halde bütün medeniyetlerin dini faraziyeler üzerine kurulduğunu da ilave etmektedir. Hakaik-ı eşyanın mutabakatıyla ilmen ve fennen sabit olan bir hakikattir ki hayat-ı cemiyeti kuvvetlendiren unsur-ı esasi dindir. Dinsizlik heyet-i ictimaiyyelerin kıymetini maddeten ve manen tazyik eden avamilden maduddur. Pragmatizmin neticesi olarak teşekkül eden dini cemiyetlerin Amerika misyonerlerinin faaliyeti azami dereceye vasıl olmuş ve Amerika efkarı bu mesaiyi tamamıyla tasvib etmekte bulunmuştur. Hürriyetin en vasibir sahada tatbik edildiği bir memlekette bu netayic sezavar-ı ibrettir. mülatı vaad eden berahin-i katıayı ilam esbab-ı terakki ve saadeti temin etmiştir. Hayat-ı cemiyeti adalet uhuvvet teavün ve tesanüdle ahlaki velud bir saha-i kemale ya muhtac bulunmuyoruz. Çünkü heyet-i ictimaiyye-i uzaklaşmakta adab ve adat-ı ictimaiyyelerinden inhirafta mündemic olduğuna asla şüphe kalmamıştır. Fakat garb taassub ve emperyalizminin taht-ı esarete almak istediği milel-i İslamiyyenin zimamını ellerinde bulundurmak için ahlak-ı fazıla ve mümeyyizat-i milliyyelerini sahte bir medeniyet nikabı altında icra-yı habaset ve nüfuza fırsat-yab olmaları bu günkü sukutu tehiyye etmiş ve gittikçe müslüman dünyasının felaketlerini tazif etmekte bulunmuştur. Bunun en sarih ve tedkikımize müsaid misalini heyet-i ictimaiyyemizin hal-i hazırı teşkil etmektedir. Levazımat-ı medeniyyeden olduğu iddiasıyla bünye-i kumarın ahlak ve fazilet aleyhdarlığının tesanüd ve inzibat-ı yac göstermeyecek derecede sarihtir. Medeniyetle hiçbir münasebet ve alakası mevcud olmayan bu fevzaların harimimizde açtığı yaralar bünye-i yor. Ruh-ı ictimaimizden uzaklaştıkça sukut ve tereddiye doğru takarrüb na-kabil-i ictinab olacaktır. Çünkü sefahet ve ictimai seciyesizlik heyet-i ictimaiyyemizin terakki ve tekamüle olan meyelanını istidadını mahv ve atalete sevk ediyor. Milletin teşne olduğu ve herkesin dört gözle beklediği terakki ve tekamülün temini feragat-i nefs diğer-endişlik azim ve sebat fezail-i ahlakıyye gibi kuvvetli seciyelere mütevakkıf bulunduğu halde bu vechelerSEBILÜRREŞAD - - Ticaret doktoru Nuri Bey gittikçe hararetlendi açıldı gözleri ile hatta omuzları ile işaretler yaparak dedi ki: şeyden haberleri yok! Dün Boğaziçinde tanıdığım kibar bir ailede Tedansana davetli idim. Aman Ya Rabbi! Ne salonu doldurmuşlardı. Refikimin zevcesiyle dans etmek görmüş! Hiç birisiyle dans etmedi. Yalnız benimle bir iki defa döndü o kadar!. Temin ederim monşer insan bu memlekette gezerken düşünüyor:Acaba nereye gideyim? Mevkiimle mütenasib bir gazino bulabilir miyim? Zihnime hep bu endişeler hakim! Mümkün olsa parl dö nor tekrar Avrupaya avdet edeceğim: sarf ederek Avrupaya gönderdiğimiz genç tipi! Bu küçük beyefendiler acaba ilim ve marifeti iyi kadın eli öpmek iyi reverans yapmak ve iyi dans etmek mi zannediyorlar? Bolşevik Umdelerinden: Türkistan ahvali hakkında Aşkabaddan gazetesine yazılan bir mektupta deniliyorki: Bolşevikler Hilale karşı dekaret neşrettikleri zaman ortaya Latin hurufatı meselesini çıkardılar Arap hurufatına yavaş yavaş hücuma başladılar. Bu meselede Bolşevikler bir şeytanlık yapıyorlar. İslam ve Türk düşmanı olan birkaç herif Rus Bolşevikleri Biraydo gibi Arap hurufatını himaye ederek meydana çıkıyor. Bir kısım Ruslar ilim ve fen terakkisi namına Latin hurufatı takdim ederekFenni deliller gösteriyorlar!Siyasi idare bir hücum ve muharebe açmayı Arap hurufatı taraftarlarını aks-i inkılabcı göstermeyi Çeka ile tedhiş etmeyi kati surette emr eder. Guya Arap hurufatına karşı hareketi Ruslar tarafından değil müslümanların kendileri tarafından olarak göstermeye çalışıyorlar. Moskova bendeleri de bütün ictihadları ile veliyyün-nimetlerine sadakat gösteriyorlar. Bir RomalıKölelerimiz sadık oldukları müddetçe Roma hakimiyeti ebedi olacaktır. demiş.Müslüman komünistler sadık oldukça Moskova hakimiyeti ebedi olacaktır.demeye de Pasköteski Goldenberg ve Anderyeflerin hakkı vardır. sarkar. Caketleri ile kadınların korsası arasında hiçbir fark yoktur. Belleri gittikçe daralan kalçalarına doğru genişleyen bir kadın caketi giyerler fakat tamamıyla bir kadın caketi!... Ayaklarında muhakkak ipek çorap vardır. Bu çorap iri kılları ilr renksiz renksiz ve çıkık kemiklerini meydanda bırakır. Uzun ve sivri bir iskarpin giyerler. Nihayet ellerinde beyaz bragan? kamış bir baston ve dişlerinin arasında dudaklarına sıkıştırılmış bir sigara olduğu halde dolaşırlar. Ceblerinde ise bir kadeh su içmek için belki bir kuruşları yoktur. Bir akşam birkaç arkadaşla bir yerde oturuyorduk diğer bir refikimiz yanında diğer bir gençle masamıza geldi. Tanımadığımız bu genç yukarıda saydığım şeraiti haiz tam manasıyla bir zübbe idi. Adeta bir sokak fahişesi gibi kırıta kırıta yanımıza yaklaştı. Üzerinde boya lekeleri görünen dudaklarını kımıldattı. Bir kadın gibi sürmeli gözlerini süzdü. Önüne doğru eğildi eldiveni çıkardı. Elini uzattı ve releri çatlatarak: – Nuri ticaret doktoru! dedi. Müşarun ileyhin kendisini bu suretle takdimi üzerine büsbütün dikkat etmeye başladım. Karşımda bütün bildiklerime benzemeyen bambaşka bir insan vardı. Sürmeli gözlerini etrafa çevirerek muttasıl gülüyordu. Bir aralık bana döndü: ne fena bir yer ne kar çıkmaz müdiriyeti haberdar eder. Müdir birden bire talebenin bulunduğu odaya girer vakanın hakikatine kanaat getirir. Her üçünü de tard eder. Yalnız talibenin bu seferlik afvedilerek tekrar kabulü hakkında teklifi üzerine genç kızın bir hafta sonra mektebe kabulü takarrür eder. Vaktiyle ecnebi işgali zamanında müşterek tahsili vazettikleri zaman bunun mahzurlarını ileri sürenlere Tahsile de mi maniolmak istiyorsunuz?diye hücum edilmiş adeta cebren kızlarla delikanlılar bir araya getirilmişti. Acaba bu kabil hadiseler tabiate karşı yürümek dalaletin alabildiğine taammüm ve tevessüüne bakıyoruz da henüz hidayetten uzak olduğumuzu zannediyoruz. Maamafih er geç hak batıla galebe çalacaktır. Zira bir heyet-i ictimaiyyenin ila-nihaye batıl bir yolda gitmesine dalalet üzerinde devam-ı bekasına imkan yoktur. bir zat gazetesine uzun bir mektup göndermiştir. Mektubun bir fıkrasında deniliyor ki: Dini Münadiler- Buraya geldiğimin üçüncü günü idi. Sokağa nazır odamda sabaha karşı derin bir haykırış duydum. Birden bire halecan ve heyecanla yatağımdan fırladım. Dışarıda bir hadise vukubulduğu zannıyla mütelaşiyane pencereme koştum ve nefesimi bile almayarak o sesi bir daha işitmek istedim. Fil-hakika biraz sonra uykuda kulaklarıma dolan aynı ses gecenin sessizliğini ve karanlığını yırttı dinledim. Kaba samia-hıraş bir nida!: – Ey cemaat! Kalkın sabah namazına vakit geldi camie!... Dinin esasatından herhalde gafil belki kara cahil ve dar zihniyetli bir softanın halkı irşad ve ikaza kalkışması All hın yeryüzünde vekili gibi yine halkı taat ve göründü. Dinde icbar değil ihtiyar ve vicdan arandığını galiba bu gidişle geç ve güç anlayacağız. Öyle zannediyorum ki böyle bir harekete meydan vermek muhiti gayr-ı meşur add ve istihfaf etmek demektir. Dini vazifelerini ifa edenlerin her halde gece kuşları gibi sokak sokak mahalle mahalle dolaşan bu çığırtkanların telkinat ve irşadatına katiyyen ihtiyacları yoktur. İşte bu şehirde daha ilk günde şahid olduğum Müminleri namaza camie davet eden muhterem zevatıgafil kara cahil dar zihniyetli softa gece kuşu Sinema tiyatro gibi birtakım eğlence yerlerinin nısful-leylden evvel bitmesi hakkında Şehremanetinin verdiği emir üzerine sinemacılar tiyatrocular bazı gazeteciler ortalığı velveleye verdiler. Şehremini birçok esbab-ı sıhhıye dermiyan ettiyse de kimsenin dinlediği yok. Sefahet erbabının zevkleri eğlenceleri tahdid olundu diye kıyametler kopuyor. İşi ta Ankaraya kadar aksettirdiler. Bu hususta Vali ile Şehremini arasında ihtilaf çıkarmaya da muvaffak oldular. Galiba nihayet emellerine muvaffak olacaklar. Bu münasebetle sahibi Cevdet Bey yazdığı bir makalede diyor ki: Bizim gibi akşama sabaha bir taarruza uğraması celere cezbedilemez... Oyunları geç vakitlere kadar temdid etmek hem sıhhati hem parayı hem ferdanın öğrenmek manevi bir terakki bir ders olsa ne ise! Arzu ederiz ki Selanikli sinemacılar biraz da bu cihete baksınlar. Yalnız memleketin parasını sarf ettirmekle kalmasınlar. Badema devair-i devlette kadın memurların istihdam olunmaması hükumetçe takarrür etmiş olduğunu gazeteler yazıyor. Devair müdiranından bir zat kadın memur mucibesiyle izah etti. Bu esbab-ı mucibeyi de gazeteler mufassalan yazdılar. Görülüyor ki kadını vezaif-i tabiiyyesi haricinde işlere sevk edenler acı tecrübelerden sonra nihayet hakikate boyun eğmeye mecbur olmuşlardır. Bir gün gelecek Beyoğullarında ecnebilerle dans edecek kadar şımarıklığı ileri götüren bazı Türk kadınlarının nasıl bir felaket-i ictimaiyyeye bais oldukları anlaşılacak bunun da meni cihetine gidilecektir. Allah vere de o zamana kadar bünyan-ı ictimainin temelleri çökmüş olmasın. Bu sene bir arada okumalarına karar verilen Sanayi-i Nefise Mektebi talebelerinden on dört yaşlarında bir kız teler nakl ettiler: Erkeklerle birlikte bir sınıfta muallimin takririni dinlemekte olan bir kızın sağında ve solundaki iki delikanlı ile münasebetsiz birtakım hareketlerde bulunduğunu muallim görür. İhtar eder. Buna rağmen talibe hanımla talebe efendilen münasebetsizliklerine devam ederler. Muallimin fena halde canı sıkılır. Dersten çıSEBILÜRREŞAD - - ki müslüman memleketinde Kuranlarının ahkama dair ayatıyla meşgul olan müslümanları mücrim addedecektir! Ağızlardan taşırılan bu gayz ve husumetlerin kim bilir sinelerde gizlenen daha ne müdhişleri vardır! harrer bulunduğu halde dinin sırf itikadatla meşgul olması aleyhinde bulunanları kanuni bir cürm işlemiş vaziyette göstermek de tamamıyla hakikatin hilafında bir gösteriş değil midir? Bozdoğan: Kanunisani - Menba-ı irfan ve medeniyetimiz olan İstanbulun bir İslam beldesi olduğu unutularak fuhuşhaneye çevirilen bu güzel memleketin şurasında burasında açılan dans rezalethanelerini seddetmek hususunda vali-i muhterem Süleyman Sami Beyefendinin ne Müslümanlık namına teşekküratımızı arz ederiz. Maatteessüf dans salonlarının tekrar küşadına müsaade olunmuştur. gazetesi heyet-i tahririyye müdiri geçenlerde Genç Hıristiyanlar Cemiyetinin Anadolunun köylerine varıncaya kadar şubeler açmasını iltizam ve tavsiye ediyordu. Bu hafta da Ankaradan yeni avdet eden ve mebus olacağından bahs edilen mahud İctihadcı Türkün kanına İtalyan Alman kanı aşılamayı; her sene Anadoluya yüz binlerce İtalyan muhacirleri celb ederek bunların Türk kadınlarıyla izdivacını teklif ediyor. Bu teklifi matbuat kemal-i nefret ve hiddetle karşılamıştır. Ezcümle refikimiz diyor ki:Min tarafişşeytan milletin akaid-i diniyye ve milliyyesini bozmaya memur olan bu adama rey değil selam bile verecek Türk ve müslüman çıkmayacağına şüphe etmiyoruz. ağızlardan taşmaya başladı. Kim bilir içlerinde daha ne husumetler ne su-i kasdlar vardır! Bütün bu tugyanlarda büyük bir hikmet ve ibret olsa gerek. Millet-i İslamiyyenin necat ve felahına irade-i ilahiyye taalluk etmiş olmalı ki nifakın yüzündeki maske yırtıldı. Tayyibden Habis ayrılıncaya kadar bu hal devam edecektir. Dostunu düşmanını seçemeyecek dereceye gelen milletler için bunçığırtkan diye tahkir ve tezyif etmek terbiye ile adab-ı muaşeret ile kabil-i telif midir? Sabah namazı vakti gelince Türkiyenin bütün ufuklarından köylerine varıncaya kadar Anadolunun her köşesindeki minarelerden Hayye alas-salah Hayye alel-felahsesleri afaka yükseliyor. Mektup sahibi müslümanların sabah namazına nasıl davet edildiklerini hiç mi işitmemiş ki halkı taat ve ibadete daveti garabet ve fecaat telakki ediyor? Asıl garabet ve fecaat ondadır ki böyle adamlar müslüman muhitleri içine sokularak müminleri tahkir ve tezyif cüretini kendilerinde buluyorlar! Halkı camie davet etmek icbar mıdır? Hani mektup sahibine kalsa müslüman halkı taat ve ibadata davet edenler de menolunacak belki de mücrim addedilecektir! Bu ne küstahlık! Mektup sahibi müslümanların ibadetlerinden diği gibi neşir ve davette bulunmak hakkı oluyor da bir müminin müslümanları taat ve ibadada davet hakkı yok mudur? Hıristiyanların kiliselere Yahudilerin havralara davetleri kaba ve samia-hıraş olmuyor da müslümanların kendi memleketlerinde tarz-ı daveti mi kaba ve samia-hıraş oluyor? sahib-i mektub müslümanların hiç olmazsa Yahudiler kadar olsun ibadete davet hakları olduğunu kabul buyursalar!.. Zavallı müslümanlar kendi diyarlarında kendi heyet-i ictimaiyyelerine mensub görünenler tarafından tahkir olunuyorlar! Bu ne garib cilve-i şuundur! gazetesinin Salı günkü nüshasında başmakalenin nihayetlerinde bir fıkra nazar-ı dikkatimizi celbetti. başmuharriri diyor ki: dinin sırf itikadatla devletin halkın ihtiyaclarına aid mesalih ile meşgul olması aleyhinde bulunan adam kanuni bir cürm işlemiş demektir. Bizim böyle bir madde-i kanuniyyeden haberimiz yoktur. Ve hiçbir İslam hükumetinin böyle bir madde-i kanuniyye vazedeceği de hatıra gelmez. Çünkü bu açıktan açığa ahkam-ı şeriyyeden bahsedeni mücrim addetmek demektir. Müslümanlık yalnız itikadiyattan vardır. Sırf itikadattan ibaret olan din Hıristiyanlıktır. Vatan başmuharriri Müslümanlığı da ahkamdan tecrid ederek Hıristiyanlık şekline mi koymak istiyor? Bir müslüman daire-i İslamdan harice çıkmadıkça dinin Müslümanlığın ahkamıyla meşgul olanlar mücrim addedilmemektedir. Bu ne müdhiş engizisyon kanunudur dir. Çünkü hiçbir sınıf diğer sınıfla beraber ihtilat etmez onunla düşüp kalkmaz ona temas etmez. Hindular dört sınıfa inkısam ederler: Sınıf-ı ruhani sınıf-ı askeri tüccar ve esnaf sınıfı çiftçi ve amele sınıfı. Bu sınıflardan her biri diğeriyle akd-i müsaheret etmez. Onun pişirdiği yemeği yemez onun verdiği suyu içmez. Hindistanın rehasını temin edecek en mühim vesailden biri bu sınıf farklarının ederken diyor ki:Sınıf-ı ruhani sınıfların yekdiğeriyle adem-i temasını bir emr-i rabbani telakki ediyor. Ben de Hindu dinine vakıf bir adamım. Sınıf-ı ruhani katıyyen yanılıyor. Cenab-ı Hakkın insanları sınıflara ayırdığını mesini emrettiğini söylemek mahz-ı bühtandır. Cenab-ı Hak nurdur zulmet değil. Muhabbettir nefret değil. Haktır batıl değil. Biz cümlemiz onun mahlukatıyız. Binaenaleyh sınıf-ı ruhaninin davası batıldır. Hindistanın ihraz-ı istiklal etmesi için Gandinin tavsiyeleri bundan ibarettir. peh Han İranın cenubunda ve Basra körfezinin müntehasında vakiMuhammara Hakimi Şeyh Hazalı itaat ve inkıyada sevk ettikten sonra Irak imamlarını ziyaret sonra Tahrana muvasalatı esnasında samimi müzaherat pılmıştır. Rıza Han İranın etraf ve cevanibinde asırlardan beri yerleşip kökleşen derebeyleriyle derebeylik ahvalini kaldırmaya muvaffak olmuştur. Müşarun ileyh siyaset eser-i dirayet göstermiştir. Az zaman içerisinde techizatı mükemmel olan bir ordu teşkil etmiş ve asayişi temin eylemiştir. Vergileri tanzim ve umur-ı maliyyeyi Amerikalı müşavirler vasıtasıyla muntazam bir şekle ifrağ ve münakkah bir büdce tertib etmiştir. Vehhabilerin Harekatı.Geçen hafta zarfında Cidde etrafında birtakım harekat vukubulmuştur. Vehhabiler Ciddede istikşafi harekatta bulunmuş ve Haşimiler tarafından mukavemet görmüşlerdir. İngiliz gazetelerinin verdiği malumata göre Vehhabiler Ciddeyi zabt için kişilik bir kuvvet ihzar etmişlerdir ki bu kuvvet Haşimilerin hükümdarı Şerif Alinin kuvvetine ziyadesiyle faiktir. Haşimiler Cidde etrafında siperler kazmışlar tel örgüleri vazetmişlerse de bunların Vehhabi hücumuna karşı maniolmayacağı zannolunmaktadır. Bir İngiliz gazetesinin verdiği malumata göre Şerif Alinin tayyareleri bir iş görememektedir. Çünkü; tayyarelerin makineleri köhne olduğundan işlememektedir. Tayyarelerin bombaları tecrübe edildiği zaman infilak etmemiştir. lar hep birer ibret ve intibah safhalarıdır. Hindistan:Hindistan Milli Kongresi ncu ictimainı Hind rüesa-yı milliyyesinden Mahatma Gandinin riyaseti altında akdetmiş ve muma ileyh tarafından Hindistanın him bir nutuk irad olunmuştur. Gandi tarafından irad olunan nutkun hülasası bervech-i atidir: Hindistana haricden ve bilhassa İngilterenin Lankşayr fabrikası tarafından müdhiş bir yekuna baliğ mensucat haricden en çok idhal olunan şey şekerdir. İngilterenin Hindistandan en esaslı istifadesi Lankşayr fabrikalarının ticaretidir. İngilterenin bu ticareti Hindlilerin ve bilhassa Hind köylülerin dokudukları mensucatı ortadan kaldırmış Hind köylülerini atalete alıştırmıştır. Hindistanın nayiini ihyadır. Hindistanın bu suretle iktisad edeceği para onu azim terakkiyata namzed kılacak ve Lankşayr fabrikalarının gayr-ı ahlaki ticaretine katil bir darbe indirecektir. Lankşayr fabrikalarının ticareti gayr-ı ahlakidir çünkü milyonlarca Hind köylüsünün fakr u sefaleti üzerine kaimdir. Hindistanın istiklal-i dahilisini ihraz etmesine badi olacak ikinci nokta Hindularla müslümanların ittihadıdır. Hindularla müslümanların ittihadı Hindistanı ihya edeceğinden buna mani olmak için halkın hissiyat-ı diniyyesi tahrik olunmakta ve en ehemmiyetsiz mesail izam edilmektedir. Bin-netice Hindularla müslümanlar arasında birçok hadisat-ı müessife vukubulmuştur Delhide akdolunan arasındaki ihtilafat-ı diniyyeyi ber-taraf etmek için çalışmış ve çalışılmaktadır. Bütün fırkalar tarafından akdolunan kongre bütün ihtilafat-ı dahiliyyeyi tesviye için bir heyet tayin etmiştir. Bu vadide ibzal olunan mesainin er geç semere vereceği muhakkaktır. Hindistanın istiklalini ihraz etmesini temin edecek üçüncü vasıta Hindular arasında şayiolan sınıf farklarını Al-i İmran Suresi Al-i İmran Suresi Filistinde bulunmaktadır. Filistinde birçok Musevi Bolşeviklere müzaheret etmektedirler. Filistindeki Bolşevik propagandası İzrail Fredenberg isminde bir zat tarafından Yahudilerin Mısıra karşı teşrik-i mesai etmeleri şa-yan-ı hayret olmasa gerektir. Çünkü Bolşeviklik nizamat-ı mevcudeyi yıkmayı istihdaf eden bir Yahudi hareketi olduğuna dair şark ve garb matbuatı uzun bendler neşretmişti. Anlaşılıyor ki Bolşevikler ve onların müttefikleri olan Yahudiler bu defa Mısıra karşı saldırmak ve oradaki nizamat-ı mevcudeyi zir u zeber etmek Bolşevik Yahudi telkinat ve tahrikatının yer kazanmasına Merkezi Asya Hükumetleri.- Rus çarlığının izmihlali ve Bolşevik nizamının Rusyada ve Rusyanın Asyada rine merkezi Asyada Sovyet İttihadına dahil birtakım cumhuriyetler vücud bulmuştu. Bunlar Türkistan Buhara Hive cumhuriyetleridir. ın ahiren verdiği malumata göre Sovyetlerin merkezi Asya siyaseti mühim tadilata uğramış ve bu cumhuriyetlerin yerine yeni birtakım teşkilat vücuda getirilmiştir. Bu teşkilata göre Türkistan Buhara ve Hive cumhuriyetlerine bedel Türkmen Özbek cumhuriyetleri teşkil olunacaktır. Tacik vilayeti bir idare-i muhtareyi haiz olacak ve Özbek cumhuriyetine ilhak edilecektir. Milliyet esasatı üzere yapılan bu teşkilattan maksad Sovyet Rusya haricinde olduğu halde bu milliyetlere mensub olan halkı cezb etmektir. Türkmen cumhuriyetine mücavir İranda birçok Türkmen kabaili bulunduğu gibi Afganistanda da Türkmen kabaili bulunmaktadır. Türkmen cumhuriyeti bunları kendine ilhak hedefini takib edecektir. Keza Özbek Cumhuriyetinin de Afganistanın şimalinde azim bir nüfuz temin etmesi beklenmektedir. Tacik Vilayet-i Muhtaresinin ahalisi ise Hindistan hududundaki kabail tahrik diğer taraftan Çin Türkistanının Sovyet Birliğine etmeleri ordularının imhası istenilen araziyi feth etmekten Vehhabilerin Ciddeye karşı vukubulan bu istihzarattan başkı Irak hududunda da birtakım akınlar icra ettikleri haber verilmektedir. Geçen hafta zarfında Vehhabiler ra mühim zayiat verdirmişlerdir. Maamafih Bağdaddan ederek onları mühim zayiata uğratmışlardır. Vehhabiler him telefata duçar ve yine İngiliz tayyarelerinin mukabil harekatıyla karşılanmışlardır. gahı tesis ederek Vehhabilerin akınlarına karşı gelmek komiseri Sultan İbni Suuda pek şiddetli bir muhtıra göndererek kabailini zabt etmesini taleb etmiştir. Mısır.- Mısırda intihabat mücadelesi kemal-i şiddetle devam etmektedir. Fırkalar namzedlerini tayin etmişler her namzed daire-i intihabiyyesinde efkarı kendi lehine Mısırda bulunan fırkalar bunlardır: El-Vefdül-Mısri ki Zağlul Paşanın riyaseti altındadır. Bu fırka iki yüz on beş namzed göstermiştir. Fırkanın şiarıMısır ve Sudanın Bu fırka iki yüz otuz beş namzed göstermiştir. Bunun şiarıMısır Kralına Sadakatdir. Bu fırka da Mısır ve bül-Vatani Fırkası. Bu fırka otuz üç namzed göstermişdarına karşı sadakatsizlikle ittiham olunduğundan fırkasından birçok zevat istifa etmişler ve yeni bir fırka teşkil etmişlerdir. Bu fırkanın ismi İttihad Fırkasıdır. Bu fırkanın evvel be-evvel taht-ı hükümdarinin masuniyetini lardır. El-haletü hazihi bunların hepsi ihraz-ı ekseriyet muvaffakıyet edeceği belli değildir. Zağlul Paşa kendisine miş ve mevki-i iktidardan çekiliyorken milletin itimadını haiz olduğu halde çekildiğini ilan eylemiştir. Mısırda vaziyet bu merkezdedir. gazetesinin İstanbul muhabir-i mahsusu yazıyor: Bolşevikler ile İngiltere arasındaki mücadele gün geçtikçe kesb-i şiddet etmektedir. İstihbaratımıza nazaran üçüncü enternasyonal Mısırda İngilizlere karşı umumi bir ihtilal çıkarılması hususunda oradaki propagandacılarına evamir ve talimat vermiştir. Hişam’ı gör ki: O halinde kaşlarıyle bana “Ben istemem hadi git ver diyordu haykırana.” Epey zaman aradım ah eden o muhtazarı... Yetiştim oh kavuşmuştu Hakk’a son nazarı! Hişam’ı bari bulaydım dedim hemen döndüm: Meğer şikarına benden çabuk yetişmiş ölüm! Demek bir amcamın oğlunda vardı varsa ümid... Koşup hizasına geldim: O kahraman da şehid.” Şark’ın ki mefahir dolu mazi-i kemali Ya Rab ne onulmaz yaradır şimdiki hali! Şirazesi kopmuş gibi manzume-i iman Yaprakları yırtık sürünür yerde perişan. “Vahdet” mi şiarıydı? Görün şimdi gelin de: Her parçası bir mel’abe eyyamın elinde! Tarihine mev’ud-i ezeldir “ebediyyet” Ey tefrika zehriyle şaşırmış giden ümmet! “Nisyan”a çıkan yolda mı kaldın güm-rah? La-havle ve la-kuvvete illa billah! Huzeyfetü’l-Adevi der ki: “Harb-i Yermuk’ün Kızışmış olduğu bir gündü pek sıcak bir gün. Silahı attım elimden su yüklenip derhal Mücahidin arasından açıldım imdada Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrada. Ne ma’rekeydi ki çepçevre göğsü kandı yerin! Huda’ya kalbini açmış yatan bu gövdelerin Şehidi çoksa da gazisi hiç mi yok?.. Derken Derin bir inleme duydum... Fakat bu ses nerden? Sırayla okşadığım sineler bütün bi-ruh... Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecruh. Dedim: “Biraz su getirdim içer misin versem?” Gözüyle “Ver!” demek isterken arkadan bir elem Enine başladı. Baktım: Nigah-ı merhameti. “Götür!” deyip bana imada ses gelen ciheti. Ne yapsam içmeyecek boştu anladım ibram; O yükselen sese koştum ki: As’ın oğlu Hişam. Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları: Su istiyordu garibin dönüp duran nazarı. Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan nagah! Başmuharrir Sahib ve Müdir - muhitin kuvve-i batınesi vardır. İşte bu iki kuvvetin tezahürüdür ki aheng ile mübadelenin devamı sayesinde hayat mümkün olduğu gibi bunların tezad ve teaküsünden o ahengi ihlal ve o hayatı ifna eden cidal husule gelir. Cidal o mübadeleye hakim olan kanunların ihlalinden neşet eder zafer de o kanunların hakimiyetiyle mübadele muamelesinin salahını temin içindir. Binaenaleyh bütün fesad o ikilikten münbais olduğu gibi bütün salah da o vahdete medyundur. Hayatın merkezle muhit beynindeki bu mübadele safhası ictimai bir safhadır. Bundan başka ferdin kuvve-i batınesi içinde dahi bir ikilik vardır. Çünkü o kuvve-i batıne bir ruh ile bir bedenin hasıla-i vahdetidir. Bu ikisi arasında da bir mebde-i hakim bulunmasa batınında teessüs etmese idi ferd ruhani ve cismani kuvvetlerini bir noktada birleştirerek muhite karşı muameleye girişemezdi. Bundan dolayıdır ki ferdin ruhuyla bedeni arasındaki şikak ve ihtilaf kendisiyle muhit arasındaki şikak ve cidalden ziyade mucib-i elem olur. Dahası var. Ruh bile nefsinde bir ikilik tecellisi arz eder. Çünkü ruhun şuuru vardır hem de evvela kendine bir şuuru vardır. Ve ruh bu şuur iledir ki agyarından temayüz eder. Buna binaendir ki Herbert Spenser ruhu vücud-ı muzaaf Double diye tarif eder. Bir insan tasavvur ediniz: Mesela bir tayyare ile semaya doğru yükselmiş yükselirken üzerinde cazibe-i arzın tesiri kalmadığına zahib olarak kendini kaldırıp bırakıvermiş tepe taklak düşüyor derhal havada yırtıcı kuşlar başına üşüşmüş çarpıyor pençeliyor didikliyor. Yahud kuş uçmak imkanı bulunmayan dehşetli bir ruzgarın anaforlu cereyanına kapılarak uzaklardaki uçurumlardan birinin kayalarına çarpılıp parçanlanmak lanıyor. ledir diyor. Evet şirk gerek hayat-ı ferdiyyede gerek hayat-ı ictimaiyyede böyledir. Şirk içinde yüzen her hayat mütemadi bir buhranın la-yenkatıbir ıztırabın sa-dematı içinde her an çarpınır pençelenir didiklenir. Çünkü gayesinde bir sebat yoktur. Çünkü hedefinde sabit bir cihet-i vahdete yürüyemez. Çünkü ruhunda hakim kıldığı mebdedüstur-ı tevhid değildir. Şek ve tereddütle hiçbir amel yapılamadığı gibi şirk-i vicdan ile de buhran-ı inkılabdan azade bir amel yapılamaz. Müşrik sağa giderken sola yukarı giderken aşağıya gayesi müteşettitdir. Ve alemdeki bütün ıztırabat-ı beşeriyyetin esası da bu teşettütdür. Bütün cidaller emellerin mefkurelerin gayelerin tehalüfünden neşet eder. Kalblerde bütün bu münazaaların bu tehalüflerin cereyanını tevhid edecek bir gaye-i küll bir hakim-i vahid bulunmadıkça hayat cidal-i mahz olmakdan kurtulamaz. Öyle bir cidal ki hiçbir zafere müteveccih değil. Bir zaferin mahz-ı zarardır. Her cidalin mebdei ikilikdir. Ve her zafer bu ikiliğin vahide ircaı ve binaenaleyh vahdetin galebe-i hakimiyetidir. nin bir mebde-i hakime ittibaı ile mümkün olur. Halbuki hayat-ı beşer her nefesinde bir merkez ile bir muhit beyninde bir mübadele muamelesidir. Ferdin her nefesde muhitiyle bir alış verişi vardır. Bu mübadelenin bir tarafında ferdin kuvve-i batınesi bir tarafında da haricindeki Hac Suresi nun içindir ki biz zat-ı hakka zahir ve batın şuurlarımızla bizzat değil mertebe-i cemlerindeki nokta-i vahdeti işar etmeleri haysiyetinden mukteza-yı şuur olan bir intikal etmemiş muhtar bırakmıştır. Bu ihtiyar ise hakkın bizde diğer bir tecellisidir. Çünkü biz her vechile mecbur olsa mezdik ve kendi kesbimizle hiçbir terakkiye tahavvüle namzed olamazdık; ve hakkın bize tevdiettiği kuvamızın hiçbirinde tasarruf yapamaz kendimize nisbet ettiğimiz efal-i ihtiyariyyenin hiçbirini icra edemezdik. Şerden hayra elemden lezzete şekavetten saadete geçmek bize tevdiolunan kuvamız üzerinde ihtiyar ve irademizi hakkın bir emini sıfatıyla tatbik etmez zahir ve batında zaruret ve vüsatde hakkın hakimiyet-i mutlakasına ittiba eylememizde onları kendi mülkümüzmüş gibi tasarruf daiyesinde bulunur isek ihtiyacatımızda hakkın tecelli-i kamiline mazhar olamayız. Bu nokta-i nazardan hadis-i kudside buyurulmuştur. Demek ki abd-i mümin Farz ediniz ki insanBendiye duyduğu zaman bu şuuru vakıa mutabık olmasın yalan olsun da başkasını kendi zannetmiş bulunsun. Mesela kazandığını kendi cebim diye başkasının cebine koysun elindeki silahı düşmana sıkıyorum diye kendine sıksın bu ne kadar bedbahtlık olurdu! Kezalik feylesoflar ne kadar müşkilata düşerlerse düşsünler insanlarda idrak-i haric bulunmasa etmese idi mesela bir insan karşımdaki gül bahçesine giriyorum diye hissettiği bir anda karşısındaki kızgın bir fırın kızarmış bir ateşgede bulunmuş olsa idi o zaman neler olmazdı? Bu iki misal bize zahirde hak gözüyle görmemenin hak kulağıyla işitmemenin batında hak kalbiyle duymamanın ne büyük bir felaket olduğunu pek vazıh olarak anlatır zannederim. Ferd evvelen bu itibari ikilik içinde ruhun vahdet-i hakikıyyesini zayiettiği zaman dehşetli bir buhran-ı ruhiye tutulur. Saniyen bu buhran bedeniyle ruhu beynindeki münasebatta dahi kendini göstererek efal-i ihtiyariyyesi buhran-ı nefsani ile hedef-i hakikisini zayieder ve nihayet bu mücadele kuvve-i batıne ile kuvve-i harice arasındaki münasebata da sirayet eyler. Binaenaleyh ruh-ı beşerde ne kadar şirk varsa o kadar hakim vardır. Ne kadar hakim varsa o kadar cidal ve buhran vardır. Ne kadar cidal ve buhran varsa hayatta da o nisbette mak istemeyen insanlar ise herkesle ve her şeyle ihtilaf ve cidale mahkumdur. Ve kendi efal-i ıztırariyyesine hakim olması bile mümkün olmayan bir ferdin efal-i ihtiyariyyesiyle bütün afakına yegane hakim-i galib olmak sevdası ne kadar abesdir! Ruh-ı beşer şeriki naziri misli bulunmayan ve kendisine karşı hiçbir münazimutasavver olmayan hakim ve alim bir hakim-i küllün hakimiyet-i ammesine arz-ı inkıyad etmedikçe ve bütün efal-i yini istihdaf eylemedikçe evvela ferdiyyetinde saniyen nun için ruh-ı müşrik ne kadar muztarib ise ruh-ı muvahhid o kadar müsterihdir. Şerik ve naziri bulunmayan vahid-i yegane ise ancak Hak Tealadır. Her şeyde vücudun bütün tecelliyatında vech-i hak ancak bir tanedir. Bunun içindir ki hakikat-i taayyün edince batıl derhal muzmahil olur. Hakkın nakizı batıldır. Batıl ise madumdur hem de mümteniul-vücud bir madumdur. Hakkın nakizı olmayan madumlar vücud bulabilir fakat nakiz-ı hak hiçbir zaman vücud bulamaz. Batıl ancak zihn-i beşerde balada izah olunun tecrid ve itibar içinde farazi bir zıll-i vücud iktisa edebilir ki bütün ibtila-yı beşer bu yüzdendir. Bu da bir kalbin tecelli-i hakka mazhar-ı tam olamamasındandır. Hak zahir ve batının mebde-i vahdetidir. Şuur ve meşur ruh ve beden dahil ve haric merkez ve muhit hasılı zahir ve batın mertebe-i cemde muntabık olarak mülahaza edilmedikçe hak tasdik edilemez. Hak ne yalnız şuur-ı zahirde ve ne yalnız şuur-ı batındadır. Öyle olsa dar bir ihtar şeklinde ise de beşeriyet için en hayırlı tebşirat ile malidir. Bu ayet-i kerime mesaimizin heba olmayacağını bil-akis en feyyaz mükafatlara nail olacağını beyan ediyor. Cenab-ı Hakkın mebzul nimetleri bizi ihata etmiştir. Biz ancak elimizi uzatarak onlardan dar hizmet eden hazain-i semaviyye bizim hareketimize muntazırdır. Acaba beşeriyete bu birkaç kelimelik ayet-i celileden daha mübarek bir şey gönderilmiş midir? Bunlar mesai ve teşebbüsatımızın semeresi hakkında her şüphemizi her endişemizi izale etmektedir. Cenab-ı Hakkın bize emrettiği namuskarane say ü gayretdir. Semereye gelince endişeye hiç mahal yokdur. O kendiliğinden bize gelecektir. Sonra biz sermayeye de muhtac değiliz. Muhtac olduğumuz her sermaye Rabbül-alemin tarafından bir atıyye-i ilahiyye olarak bize ihsan olunmuşdur. Sermayemiz ellerimiz ayaklarımız muhtelif kuva ve melekatımızdır. Bu kuvvetlerin işlemesi için lazım olan mevad mebzuliyetle ihsan olunmuştur. Biz muhtac olduğumuz her hangi bir şeyde başkalarına bakmayacağız. Bu nazm-ı celil ne kadar ulvi bir ruh-ı istiklali ifade ediyor. Maksadlarımızı tahakkuk ettirmek için başkalarının Teşebbüsatımız bir hardal habbesi mikdarınca olsa bile nın arzularına mutavaat kaydından kurtularak nefsine Nefse itimaddan mahrum olanlar hiçbir vakit büyük bir iş göremezler. Tarihin en büyük ricali vasibir mikyasda nefse itimad hasletine medyun-ı şükrandırlar. Servet kudret ve bunlara mümasil vesait nefse itimad gibi metin bir hisle teeyyüd etmezse faydasız kalır. İnsana kında sağlam bir kanaat vermekle Kuran-ı Kerim onu her muvaffakıyete saik techizat ile hazırlamış oluyor. Bu münasebetle müslüman kardeşlerimize birkaç söz söylemek isterim: Siz bu hakayık-ı Kuraniyyeyi anlamaya gayret ettiniz mi? Hepiniz Kelamullaha iman ettiğinizi söylüyorsunuz. Fakat onu rehber-i hareket ittihaz ediyor musunuz? Diyorsunuz kiAllah Rahman ve rahimdirfakat bu sıfat-ı bunları bu sahifelerde haylice izaha çalıştık o halde Cenab-ı Hakkın şu mücadele-i hayat için en mükemmel surette techiz ettiği hakiki bir Müslümanın inhitata düşmesine imkan var mıdır? Müslümanlık ve inhitat bir arada ictimaedemez. Hakiki müslümansanız kavlen ve filen müslümansanız hiçbir vakit zillete düşmezsiniz. Demek ki Hak bize birçok şeylerde ihtiyarımıza bile bakmaksızın rahmet-i hakimiyetini ibzal ettikten ve bize kendi hakimiyetini anlattıktan sonra birçok da emanat tevdietmiş iken insanlar ihtiyarlarıyla bunları hep kendilerinin mülkü gibi zabt ve istimal etmek hatasına düşebiliyorlar efal-i ihtiyariyyelerinde hakkı gaye ittihaz edecek ve onu hakim tanıyacak yerde kendilerini hakim tanıyarak şirkin başlangıcını kendi vicdanlarında koruyorlar ve bu suretle batıla tapa tapa bu şirki muhitlerine kadar taşıyorlar. Görülüyor ki batılın batılın bile himaye-i hakka sığınması ve o sayede intişar etmesi demektir. Ancak kalb-i mümin beyan olunduğu üzere irade-i hak ile hakkın tecelli-i tammına mazhar olabiliyor ve hatta hakkın mazhar-ı kamili ancak o kalb-i mümin olabilir fakat her kalbe her ruha hak tamamen tecelli etmiş bulunsa idi batıl zihn-i beşerde bir zıll-i vücud iktisa edemezdi. Demek ki batılın himaye-i hakka sığınabilmesi ve öyle bir müsaadeye mazhar olması beşerin hakka karşı su-i ihtiyarına mukabil bir adalettir. Bu müsaade ve müsamaha olmasa idi şeytan kalb-i beşeri faaliyete geçmesinin hikmeti de bu noktadan anlaşılabilecek gibidir. Fil-hakika beşer olmasa idi hars-i şeytani bir mezraa bulamayacaktı. Lakin Cenab-ı Hak insanı emanatının kendi namına kabz ve istimaliyle tenmiyesine müvekkil bir emin ve o emanatı hüsn-i istimal takdirinde nail-i mükafat ve su-i istimal takdirinde duçar-ı mücazat olacak bir memur halinde akıl ve ihtiyarıyla muttasıf olarak yarattığı sırada kesbi nimetin külfete göre olması da kanun-ı mükafatına vesile ihzar diğer taraftan şeytanı da atalet-i mutlakada bırakmamak için batılın öyle bir zıll-i vücud radan mevzuumuzun bidayetine dönebilmek için biraz daha bast-ı makala ihtiyac var gibidir. Binaenaleyh mabadini diğer bir makale ile takib edelim. Kuran-ı Kerim bu veciz kelimelerle bütün düstur-i faaliyeti hülasa etmektedir. Bu ayet-i celile her ne kaNecm Suresi de yürümeliyiz. Felaketler meşekkatler bizim seciyemizi takviye etmelidir. Kuran-ı Kerim diyor ki: yaniO sabırları müjdele ki başlarına bir musibet geldiği zaman Muhakkak biz Allahın kullarıyız ve Allaha döneceğiz derler.Binaenaleyh başınıza gelen her hangi felaket sizi yıldırmasın. Bunlar sizin seciye-i ahlakıyyenizi tahkim edecektir. Peygamberimizin bu sözü söylediği rivayet olunuyor:İbtila günü temizlenmek günüdür.İbtila bir altını temizlemek için onu ateşe sokmaktır. Felaketler de bizi mesavimizden tathir için gönderiliyor. O halde onlardan müstefid olmak lazımdır. Kuran-ı Kerim gerek zevclerinin irtihalinden gerek tatlik olunmalarından dolayı yalnız kalan kadınlarla ehl-i salah olan kölelerle izdivacı tavsiye eder ve bunlar fakir ise Cenab-ı Hakkın onları zenginleştireceğini vaad eyler. Kölelere gelince Kuran-ı Kerim bütün insanların tenasül rinin müsaadesini aldıktan sonra teehhül olunmasını onlara mehir itasını emreder. Kuran-ı Kerim kadının bir mal bir mülk gibi istimalini babaların mirası arasında oğula intikalini kaldırmıştır. Bu gibi şeyler kablel-islam şayidi. Müslümanlık zevcelerden mehirleri istirdad için erkekleri tarafından habs olunmasını kaldırmıştır. Mehir meselesinde Müslümanlık sırf kadının menfaatini gözetmiş bulunuyor. Bir erkek bir kadını almak için ona bir mehir ita eder. Bu mehir kamilen kadına aiddir ve onun hakk-ı mutlakıdır. Zevcler bu mehri bil-ihtiyar ve maal-memnuniyye vermekle mükelleftirler. Kitabullah diyor ki: Hazret-i Isa melekut-ı semayı tazarruediyordu. Kuran-ı Kerim müslümanlara onun beratını verdi. Bu saltanat-ı ilahiyye sadr-ı İslamda teessüs etmişti. Fakat bilahare bu saltanat-ı semaviyyenin esasları tebdil edildi. Cumhuriyet-i ümmetin reyine istinad eden hükumetler yerine haris saltanatlar kaim oldu. Hazret-i şekl-i hükumet hükumet-i cumhuriyyenin en mükemmel şeklidir. Saltanat-ı ilahiyyede insanlar arasında bir fark yoktur. Saltanat-i ilahiyyede renk ırk millet mezheb maniaları bulunmaz. Müslümanlar akıllarını başlarına toplayarak bu düstur-ı faaliyete sarılsınlar. Servetten vesaitten mahrum iseler bunun ehemmiyeti yoktur. Çünkü en ziyade muhtac oldukları faaliyet-i kaderiyyedir. Müslümanlar Cenab-ı Hakkın kendilerine ihsan ettiği kuva ve melekatı en mükemmel şekilde istimal etsinler ellerini ayaklarını kullansınlar gözlerinden kulaklarından kalblerinden dimağlarından en mükemmel istifadeleri temin etsinler. Kuran [ Allahın yarattığı yeryüzü geniştir] diyor. Müslümanlar da bu vasialemde kendilerine bir yol bulsunlar. Ağaçlara bakınız! Bunların muhtelif envaını bir yere de ekiniz. Göreceksiniz ki her biri aynı muhitten kendi ihtiyacatına muvafık gıdayı bulur. Onun haiz olması icab eden hassa imtisas hassasıdır. Ne zaman bu hassa zaafa uğrarsa muhiti değiştirmek hiçbir fayda vermez. Evet bazan arazi gayr-ı münasib olursa muhiti değiştirmek icab eder. Fakat ağaç imtisas hassasından mahrum olursa muhit değiştirmekten bir fayda olmayacağı hakikati tebebddül etmez. Nebatat nasıl böyle ise insanlar da böyledir. Hayat-ı ahiret bile aynıdır. Bu hayat-ı dünyada ne kazanırsak ahirette nasabimiz de onun mukabilidir. Kuran-ı Kerim bu dünyada ama olanların ahirette de ama olacaklarını hatta daha şaşkın olacaklarını beyan ediyor. O halde bizim yapacağımız şey ahlak-ı aliye ile mütehallık olmaya çalışmak hakiki bir seciye-i İslamiyyeye nail olmak bir kelime ile içimizde faaliyet kudretini terbiye etmektir. Çok geçmeden bütün zayiatımızı telafi ederiz başkalarına bir ihtiyacımız kalmaz. Biz başkalarına dayanmaksızın kendi ayaklarımız üzerinde durmayı öğrenmeliyiz. Mebadide terakkimizin baty olması haiz-i ehemmiyet değildir. Yürüyebilinceye kadar belki bir zaman geçer. Fakat yürüyünce mutlaka kendi ayaklarımız üzerinAl-i Zümer Suresi /- []. []. olduğunu insanların bu suretle onlarla temin-i huzur ettiklerini ve Cenab-ı Hakkın ezvac arasında meveddet ve rahmet vücuda getirdiğini beyan buyurur. Müslümanlıkta izdivacın hedefiİffet ve Taharettir hırsı tatmin değildir. Kuranın zevclere tavsiyesi kadınlarla teşrik-i hayat etmeleridir. Kuran-ı Kerim kadınlara yalan bir vad-i izdivacda bulunmayı nehy eder. Müslümanlık kadınların akrabalarına varis olmalarına müsaade eder. Ebeveyn ile yakın akrabanın bıraktığı mirasda erkeklerin hisseleri olduğu gibi ebeveyn ile yakın akrabanın bıraktığı miras ister çok Fransız kanununa göre ancak erkek veya kız çocukları ebeveynine varis olur. Halbuki Kuran-ı Kerim kadınlarla erkeklerin vazıyet-i mütekabilelerini bu şekilde tarif eder: Mümin ve müminat yekdiğerinin mütekabil velileridir. Bunlar marufu emr münkeri nehy ederler. Namazı eda ederler zekat verirler All ha ve peygamberine Allah alim ve hakimdir. Müslümanlık afif kadınları kazfe uğramaktan himaye eder. Kazifleri cezaya çarpar. Evli ve namuslu kadınlara kazf edip dört şahid getirmeyenlerin seksen kere celdini bunların bir daha şehadetlerinin adem-i kabulünü emreder. Zevc ile zevce arasında bir su-i tefehhüm vukuu takdirinde Kuran-ı Kerim hakem tayiniyle itilaf teminini teşvik eder. Müslümanlık ebeveyne en yüksek hürmeti emreder. Fakat valideliğe daha azim bir dikkat celb olunmuştur. İnsanın ebeveynine hürmet göstermesini emrettik. Validesi onu acılarla taşıdı. Acılarla doğurdu. Aleyhis-salatü ves-selam Efendimizin kadınlar hakkındaki ehadis-i şerifesine bir nazar atfedelim. Risaletpenan Efendimiz buyuruyor ki:En iyiniz ailenize karşı en hayır-hahınızdır. Kadınlar erkeklerin yarısıdır. Dünya ve dünyada ne varsa kıymeti haizdir. Fakat dünyada en kıymetli şey fazilet-kar bir zevcedir. Hülasa diyebiliriz ki kadına karşı yapılan her fenalık Müslümanlık tarafından kamilen izale olunmuştur. Fakat Müslümanlığın yaptığı ıslahat fenalıkları izale ile kalmamıştır. Çünkü Müslümanlık erkeğin faikıyet-i bedeniyyesine kabiliyet-i raculiyyesine ve imtiyazat-ı fıtrıyyesine rağmen erkekle kadının hukuk ve menafide müsavatını nın hukuku erkek hukukunun aynıdır. Bu ayet-i kerime kadınlarla erkeklerin müsavatını göstermektedir: Müslümanlık erkeklerin kadın hukukuna riayetkar olmalarını kadınların istihkakını tediye etmelerini emreder. Müslümanlık bir zevcin zevcesini hayat ve mesudiyetin bir vasıta-i tahakkuku addetmesini ister. Nasıl bir tarla itina ve ihtimam neticesinde hayatı terfih edecek şeyleri intac ederse kadın da ne kadar hürmet ve muhabbet görürse insanın ruhu o kadar mesud olur. Mevlana Muhammed Ali Kuran-ı Kerimin İngilizce tercüme ve tefsirinde der ki: Kuran-ı Kerim bütün şuun-ı meşgul olmuş hayatın her safhası için kaideler vazeylemiştir. Müslümanlık Hıristiyanlığa ve Budiliğe muhalefetle bekarlığı ruhbaniyeti teşvik etmemiş ruhbaniyet hayatını hıristiyanların ihtiraettiğini beyan etmiştir. Kuran-ı Kerim erkeği de kadını da hakim ve alim olan Allahın mütekabil ittihad ve muhabbet için yarattığını beyan eyler. Kuran-ı Kerim ayat-ı ilahiyyeden birinin Bakara Suresi Nisa Suresi Bakara Suresi Nisa Suresi Bakara Suresi eyler. Bir çocuk cennete giriyorken ağlayarak der ki: Babasız anasız girmeyeceğim. Bir gün Resul-i Ekrem bir adamı kolundan yakalayarak şiddetle çekmiş veÇocuklar babalarını cennete böyle çekeceklerdir.demişti. Sonra bunu ilave etmişti: Çocuklar cennet kapısında toplanırlar analarını babalarını ta onlara iltihak edip cennete girinceye kadar çağırırlar. Haccetül-vedahutbesinde Resul-i Ekrem ezcümle dedi ki: Zevclerinizin üzerinizde hukuku vardır. Zevcelerinizin de üzerinizde hukuku vardır. Zevcler! Zevcelerinizi seviniz ve onlara hürmet ediniz. Onları birer emanet-i Kölelerinize gelince onlara yediğinizden yediriniz giydiğinizden giydiriniz. Onları muhafaza edemez yahud bir hata irtikab ettiklerini görürseniz onlardan ayrılınız. Onlar da sizin gibi Allahın kuludurlar. Onlara karşı nazik olunuz. Hazret-i Muhammed firaş-ı ihtizarında iken dedi ki: Namazlarınıza devam ediniz ve zevcelerinize hüsn-i muamele ediniz. Peygamberimizin eserine iktidaen bütün ekabir-i İslam bütün evliya ve ulema ehl-i İslamın zevcelerine hüsn-i muamele etmelerini tavsiye etmişlerdir. Hazret-i Ömer demiştir ki:Imandan sonra hayırlı bir zevce kadar büyük bir nimet yoktur. Ebu Süleyman diyor ki:Hayırlı bir zevce yalnız bu dünya için değil ahiret için de bir nimettir. Evliya-yı izamdan Bişril-hafi diyor ki:Kadınlarımızın üzerindeki hukuk kadar onların bizim üzerimizde hukuku olduğunu beyan eden ayet-i kerimenin hüsn-i etmiyorum. dan daha hayırlı bir şey bulunup bulunmadığı sorulunca şu cevabı vermişti:Bir adamın hüsn-i suretle çoluğunu çocuğunu yedirmesi giydirmesi! Gazali insanın zevcesiyle iyi geçinmesi lazım geldiğini söyledikten sonra onun gayr-ı makul birtakım harekatına tahammül etmesi icab ettiğini zevcesini tatyib etmesi lazım geldiğini beyan eyler. Hiçbir vakit unutulmamalıdır ki din-i İslam din-i fıtrattır. Mücadele-i hayat ıstafa-yı tabii tesir-i veraset gibi kavanin-i tabiiyye erkeğin kadına birtakım sıfat ve kabiliyat erkekler hayatın her safhasında birçok büyük şahsiyetler yetiştirdikleri halde kadınların bu hususta ihraz ettikleri muvaffakıyetler binde bir derecesinde değildir. Tarih-i Bir kadın beş vakit namazını kılar Ramazan ayı orucunu tutar iffet ve taharetini muhafaza eder zevcine dahil olacağını haber veriniz. Resul-i Ekrem kadınları döğmekten nefret eder: O insanlar ki zevcelerini döğerler hüsn-i suretle hareket etmiş olmazlar. Ailesi tarafından huyu sevilen bir adam müslümanların en kamillerindendir. Müslümanların en iyisi huyu en iyi olandır. Sizin en Meşruolduğu halde mebguz-ı ilahi olan şey talakdır. Cenab-ı Hak kadınlara hüsn-i muamele etmenizi emreder. Onlar sizin analarınız kızlarınız ve teyzelerinizdir. Kadınların hukuku mukaddestir. Kadınlara verilen hukukun hüsn-i riayetine dikkat ediniz. Faziletkar bir zevce insanın en güzel definesidir. Kadınların camie gitmelerine maniolmayınız. Bir defa Hazret-i Ömer bu dar-ı dünyada en çok aranılacak şeyin ne olduğunu Resul-i Ekreme sormuştu. Peygamberimiz cevaben demişlerdi ki: Zikrullah ile meşgul olan bir lisan müteşekkir bir kalb ve bir zevce Peygamberimizin diğer bir münasebetle bu sözleri söylediği rivayet olunmaktadır:Bir insanın zevcesine muhtac olduğu parayı ita etmesi sadaka vermesinden daha mühimdir.Bir insan cihad için bir dinar bir esiri kurtarmak için bir dinar bir ihsan için bir dinar verir ve dördüncü bir dinarı refikasına ita ederse bu son dinar fazladır. Bir insan refikasından ayrı bilhassa güzel bir şey yememelidir. Zevc ve zevcenin yemeklerini birlikte tenavül etmeleri daha iyidir. Peygamberimiz buyuruyor ki:Zevc ve zevce birlikte taam ediyorken Cenab-ı Hak onlara feyz u bereket ihsan eder. Melekler onlara dua ederler. Yine Resul-i Ekrem buyuruyor ki:Zevcesinin huysuzluğuna tahammül edenleri Hazret-i Eyyübün duçar olduğu mihen ve meşak yüzünden ihraz ettiği sevaba müşabih bir sevab kazanır.Çoluğu çocuğunu terk eden kaçan bir köle gibidir. Onlara avdet edinceye kadar hiçbir namazı hiçbir orucu kabul olunmaz. Peygamberimiz izdivacı tavsiye ediyorken öldükten sonra çocukların ebeveynine okuyacağı rahmetin onları müstefid edeceğini ebeveyninden evvel ölen çocukların yevm-i kıyamette onlara şefaat edeceklerini beyan hikmet ve ulviyetine dair müsteşrıklerden ve Londra Darul-fünunu muallimlerinden T. W. Arnoldun yazmış olduğu gayet mühim bir eser; acizlerinde bu ihşirahı bu hiss-i ruhiyi tevlid etti. Fudala-yı İslamiyye arasında kendilerine büyük bir mevki-i imtiyaz temin etmiş olan Çerkeş Şeyhi-zade M. Halil Halid Beyefendi tarafından ünvanıyla lisanımıza tercüme edilerek kütüphane-i millimize dar garb uleması tarafından İslamiyet hakkında yazılan eserlerin hiç biriyle kabil-i kıyas olmayacak surette munsıfane bi-tarafane yazılmıştır. Müellif sair bir kısım müsteşrıkler gibi hissiyat-ı milliyyesine muhitinin efkarına tabiolarak tagyir-i hakaika tasaddi etmemiş bil-akis meali-i İslamiyyeyi itiraf etmek meziyet-i ahlakıyyesini ibraz etmiş İslamiyetin safiyetine ulviyetine karşı bir meclubiyet göstermiştir. Yazdığı bu nafihakikat-i tarihiyyeye muhalif bazı fıkralar mevcud ise bunlar da heman sair hıristiyan müelliflerin asarından muktebes parçalara münhasır gibidir hatta bunların bir kısmını da kendisi bil-muhakeme tashih etmiştir. Malumdur ki garb müelliflerinden birçokları din-i İslamın mahiyet-i kevniyyesini hassa-i cazibiyetini bihakkın takdir edemedikleri için İslamiyetin o harikulade bebleri pek munsıfane bir surette teşrihe çalışıyor ezcümle diyor ki: Ehl-i İslamın evail-i hakimiyyetinde hıristiyan tebeaya böylece teşmil edilen hürriyet-i itikadiyyeye nazaran kılıncın ihtidada bir amil olduğu hakkında umumen cari olan faraziyatın hiç de makbul olamayacağı tezahür eyler. Müellif; din-i mübin-i İslamın Asyada Afrikada Avrupada ve sair muhitlerde ne suretle intişar etmiş ve etmekte bulunmuş olduğunu kitabının muhtelif fasıllarında teşrih ediyor. Bu babdaki tedkikatı cidden şayan-ı hayrettir. Kitabının medhalinde diyor ki:Kendi dinlerinin hak olduğu hakkındaki şevklerinden dolayıdır ki müslümanlar İslamın beşaretini her girdikleri memlekete götürmek vazifesiyle mülhem bulunurlar. Kitabın diğer bir sahifesinde de bu irşad vazife-i diniyyesi ulema ve fukaha tarafından ifa edildiği gibi İslam emirleri tacirleri kadınları hatta esirleri tarafından da pek halisane bir suretle icra edildiği beyan olunuyor ve deniliyor kiAfrika-yı vustada Belçikalılar tarafından kadimin gösterdiği şekilde erkek en eski zamanlardan beri kadına hakim olmuştur. Bu pek eski mahkumiyet kadının bedeni ve seciyesi üzerinde icra-yı tesir etmiştir. Kadın ictimadin siyaset ve hatta fikir itibarıyla mahkum bırakılmış binaenaleyh inkişaf itibarıyla erkeğin gerisinde kalmıştır binaenaleyh onu artık geçemez. Çünkü erkeğin inkişafı pek kadimdir. Kadının bu itibar Tarih-i İslam mütaleası kadar insanı latif tefekkürata gark eden hiçbir şey yoktur. Tarih-i İslamın edvar-ı aliye-i İslamiyyeye aid olan her sahifesi insanı başka bir zevke başka bir hiss-i ulviye müstağrak eder. Hele zübde-i kainat aleyh-i ekmelüt-tahiyyat Efendimizin o ulviyet ve nezahetini tasvirden kudsilerin bile aciz kaldıkları hayat-ı seniyyelerini insan nazar-ı mütaleaya alınca pişgah-ı tefekküratında ne nurani levhalar tecelli eder ne lahuti manzaralar parlayıp durur. Ya Rabbi! O ne ulvi hayat o ne muazzam mucize!. O hayat-ı ulviyyeden daha muazzam bir mucize nasıl tasavvur olunabilir ki onun tuluuyla berabar nice kesif sehabeler afak-ı beşeriyetten açılıyor nice muzlim cihanlar nurlar içinde kalıyor nice kasvet-engiz muhitler birer şükufe-zar-ı behişti halini alıyor nice zulmet-karin vadiler birer tecellizar-ı hidayet suretine inkılab edip duruyor. O ulvi hayatın şaşaası ne kadar azim ne kadar daimi bir kuvve-i ittisaiyyeye maliktir ki tenvirine muvaffak olduğu kalbler günden güne çoğalıyor incilasına bais olduğu muhitler günden güne başka bir vüsat ne din-i İslamın suret-i intişarına ahkam-ı diniyyemizin Müellif; akaid-i İslamiyyenin edille-i akliyye ile müeyyed olduğunu tasrih ediyor ve bu cihetle İslamiyet hıristiyan mütefekkirleri üzerinde icra-yı nüfuz eylemiş ve bunlarıO zamanlardaki meyl-i galibi her gayr-ı mümkün olan şeye iman etmek bulunan bir dinden çevirmiştir. diyor. Daha sonra İslamiyetin o harikulade intişa-rının esbabını tadad sırasında şu beyanatta bulunuyor: Şimdi müslümanların mühtedi kazanmaktaki muvaffakıyetlerinin esbabından bazılarını mütalea edelim: Bu esbabın başlıcalarından birisi de akaid-i İslamiyyenin sadeliğidir.La ilahe illallah Muhammedün resulüllah tefehhümü gayet basit olan bu iki hükm-i imana muvafakat etmek mühtediden beklenilen şeyin başlıcasıdır. Muğlak ve müretteb tabiratla ifade edilen hiçbir işaret ve ibhamın hiçbir meclis-i ruhani tarafından amme-i müminine kabul ettirilmek istenildiğine dair akaid-i müslime tarihi hiçbir misali havi değildir. Bu sade mezheb bir adamın imanını denemek istemez ve alel-ıtlak usret-i mahsusa-i idrakiyye dahi ihdas eylemez ve en madun bir yi-i musannaası ile mukayyed bulunmadığından herkes tarafından -ve hatta ilahiyat ıstılahatından behremend olmayan bir kimse canibinden bile- teşrih edilebilir... Müellif; İslamiyeti bu sade mezhebi öğrenen ve kabul eden bir mühtedinin vezaif-i ameliyyesi yalnız şehadet getirmek namaz kılmak zekat vermek Ramazanda oruç tutmak hacca gitmekten ibaret olduğunu beyan ediyor sonra da bu mukaddes vazifelerin ahlaki ictimai menafiini hikmet-i şerisini teşrih ederek diyor ki: Her gün evkat-ı hamsede ibadet eylemek dahi mühtedi kazanmak ve kazanılan mühtedileri muhafaza eylemek hususlarında pek müessir bulunur. Monteskiyö şu sözleri pek haklı olarak söylemişti:İcra-yı ahkamıyla amel olunmasını ziyadece emr eden bir din o ameli az emr eyleyen diğer edyandan ziyade kendisine merbutiyet hasıl eder. Devamlı surette iştigal edilen şeylere daha sıkı surette merbut kalınır.Hakiki bir müslüman kendi dinini hemen her vakit pişgahında maruz bulur. Diyanet dahi onun yevmi ibadatında müessirane ve vakurane ayinlerle kendisini arz eyler ki bu halden yalnız tesir-i hüsün hisseyler. Müellif; namazın ulviyetini tasvir ettikten sonra fariza-i zekat hakkında da diyor ki: Zekat dahi müminlerin uhuvvetini daima ihtara medar olan bir vazifedir. Bu da bir nazariye-i mezhebiyyedir ki cemaat-i İslamiyyede şayan-ı dikkat bir surette mevki-i tatbika konulmaktadır. Yeni mühtediler hakkında değildir. Irkı rengi ma-sebak-ı vaziyeti her ne olursa olbir Arap kendisine tesliyet-i diniyye vermek yani zavallı müslümanı son dem-i hayatında hıristiyan yapmak üzere gönderilen hıristiyan misyonerini son dakika-i hayatına kadar İslama getirmeye çalışmıştır. ayet-i celilesiyle şanları Her müslim kendi dininin hakikatini kudsiyetini pek güzel takdir ettiği için bu semavi dinin pertev-i feyzinden bütün beşeriyetin müstefid olmasını -halisen li-vechillah- arzu eder ve bu hususta uhdesine teveccüh eden vazife-i irşadı hikmetle meviza-i hasene ile münazarat-ı ilmiyye ile ifaya çalışır. Bil-umum beşeriyeti hıristiyan yapmak için garblıların ne kadar fedakarlıkda bulundukları malumdur. Bu babda ne kadar muntazam dini müesseseler vücuda getirmişler bu husustaki emellerinin husulü için ne kadar ediyor. İslam heyet-i ictimaiyyesine gelince maatteessüf bu gibi muntazam müesseselerden dini faaliyetlerden matlub derecede eser görülmüyor. Lakin bununla beraber yine her müslümanın doğrudan doğruya kendisini mesi Müslümanlığın intişarı hususunda pek mühim bir amil olmuştur. Müellif Arnold cenabları müslümanların bu ferdi teşebbüsatına işaret ederek diyor ki: Diyanetin intişarı için ihtisas dairesinde teessüs etmiş bir sınıf-ı ruhbanın madumiyetinden mütevellid zarar ne derede bulunursa bulunsun mümin-i münferid üzerine terettüb eden hiss-i mesuliyet ile tazmin edilmiş olur. Mümin-i müslim ile Allahı arasında mutavassıt bulunamayacağından onun selamet-i şahsiyye-i ruhaniyyesinin mesuliyeti yalnız kendi nefsine aid olur binaenaleyh öyle bir müslüman vezaif-i diniyyesinin ifasında daha sıkı ve daha dikkatli davranır dininin ahkamını ve ifa-yı vecaibini öğrenmek için daha ziyade mukayyed bulunur ve böylece onların kendi nefsi için olan ehemmiyetle daha ziyade mütehassis olur ve mümin olmayanlar muvacehesinde mensub olduğu dinin sanat-ı irşadiyyesinin bir müfessiri haline girmesi muhtemeldir. Böylece kendiliğinden misyonerlik eden bir müslüman hidayete getirebileceği bir kimseyi -kilise mensubini arasına resmen dönme kabul eden sıfat ve makam-ı ruhani sahibi- bir vaiz huzuruna sevk eylemek mecburiyetinde değildir. Binaenaleyh -ekseriya serd edildiği vechile- her müslüman kendi dininin misyoneridir demekde büyük bir mübalağa bulunmakla beraber bir hassa-i hakikat mündemicdir. Al-i İmran Suresi otele avdet eden misafirlerimiz badet-taam talibat ve talebelerimizle dans ettiler. Şehremaneti Darul-fünunun Macar misafirleri şerefine dün Tokatlıyanda bir çay ziyafeti verdi... Dünkü çay kısa bir merasim fasılası geçiren iki devrelik raksdan bir sıra Türk talibat ve talebesi de karşılarında bir sıra olmak üzere dizildiler. Macarlarla Türklerin kardeş oldukları hakikatinden bahseden Emin Bey muhaceretlerinde takib ettikleri yolları bile söylemeyi unutmadı. Macar sefiri de bir nutuk irad ederek iki millet arasındaki kardeşlikten bahs ettikten sonra tekrar dans başladı. Ve Macarların milli Çardaşları mütemadiyen tekrar edildi. Macarların bu milli raksı Darul-fünunlularımızda diğer danslardan ziyade alaka ve incizab uyandırıyordu. Talibat ve talebemiz bu Macar dansını birkaç gün içinde pekiyi öğrenmişlerdi. Onlar da Macarlara iştirak ettiler. Meduvvinin alkışlarıyla bu çılgınca dans müteaddid defalar tekrar edildi... Şehremini Emin Beyin de galiba ilk defa olarak dünkü çayda dans ettiği görüldü. Meduvvin saat sekizde samimi intibalarla avdet ettiler. kızlarla erkekleri bir arada müştereken tahsile mecbur ettikleri zaman bunun neticesi iyi gelmeyeceğini söyleyenlere kaşı öyle diyorlardı: – Siz zaten böylesiniz. Kadınların tahsiline de mani olmak istersiniz. Bir araya geldilerse dans etmiyorlar a ders okuyorlar... O zaman onların muzmerlerinden gafil bazı safdiller buna kanmışlardı. Halbuki ileri sürülen buTahsil meselesi bir bahane idi. Asıl maksad kadınla erkeği bir araya getirmek mektepten başlayarak bir fırsat zuhurunda hakikatin üzerine çekilen perdeler yırtıldı. Tahsilden başlayan müştereklik Dansda karar kıldı. Hem de ecnebilerle. Şimdi birtakım Türk müslüman talibatı hıristiyan gençleriyle Beyoğlunda Tokatlıyanlarda otellelerde birlikte dans ediyorlar. Bazı gazeteler de kemali-i fahr u gurur ile bundan bahs ediyorlar. Talebe ve talibatı bu yollara sevk edenler mensub oldukları heyet-i ictimaiyyenin temayülatını akaid ve hissiyatını hiç mi nazar-ı itibara almıyorlar?Halk halk... diye dillerinden düşürmüyorlar. Fakat kendi keyiflerinden başka zerre kadar halkın arzu ve irade-i ictimaiyyesine halkın hürmet ettiği şeye ehemmiyet verdikleri yok. sun her bir mühtedi uhuvvet-i müminin dairesi dahiline alınır ve müsaviler arasında o da bir mevki-i müsaviye mazhar olur. Müellif -din-i celil-i İslamın haşa hevesat-ı nefsaniyyeye müsaid bir din olduğuna dair hıristiyan rüesa-yı ruhaniyyesi tarafından li-garazın meydana atılmış olan batıl bir iddiayı tezyif için- fariza-i savm hakkında da şu mütaleada bulunuyor: Ramazanda oruç münasebetiyle de yalnız şu nokta müsaid bulunmasıyla insanları cezb eylediği hakkındaki nazariye aleyhinde emr-i sıyam bir delil-i kavi ve benam teşkil eder. Müellifin fariza-i hac hakkındaki şu pek mühim beyanatını da kayd edelim: Hac cihanın aksam-ı muhtelifesindeki ecnas-ı mütebayineye mensub ve elsine-i müteaddide ile mütekellim müminlerden bir cemaatin diyar-ı müteferrika-i baidelerinde evkat-ı hamsede hususi ibadet sırasında kıble olmak üzere yüzlerini çevirdikleri mahall-i mukaddesde senede bir kere müctemian icra-yı ibadet eylemelerini mucibdir; müminlerin efkarı üzerinde bir hayat-ı müştereke hissi ve rabıta-i diniyye dairesinde bir uhuvvet tesiri hasıl etmek için hiçbir deha-yı mezhebi bundan daha iyi bir tedbir tasavvur edemezdi. İşte o kıblegahdaki ibadet-i müşterekenin icra-yı ulvisinde garbi Afrika sevahilinden gelen bir zenci maşrık-ı aksadan gelen bir Çinliye tesadüf eder; nezaket ve tavr-ı mühezzeb sahibi bir Türk müslümanı Malaya denizinin en uzak bir adasının beyabanından gelmiş bir dindaş görür. Aynı zamanda bütün alem-i İslamdaki müminler kendi memleketlerinde kurban bayram-ı ayinini icra ederlerken kalbleri arz-ı mukaddesde ictimaetmiş olan ihvan-ı müttekıyye hakkında bir teveccüh ile mütehassis bulunur. Arz-ı mukaddesi ziyaret etmek birçok müslümanlarca fi-sebilillah çalışmak için tecrübe-i muharrike hükmündedir. Nitekim bundan evvelki sahayifin bazılarında da kiraren zikr edildiği üzere hüccacdan birçokları filen din mübeşşirliği etmişlerdir. gazetesi yazıyor: Macar misafirlerimiz öğle yemeğini Adada İspilandid Palasda yediler. Dünkü tenezzüh mihmandarlarından maada Darul-fünunun dört falültesine mensub talibat ve talebenin ekserisi iştirak etti... Saat sekiz buçukda Feth Suresi vaktini eğlence ve içki ile geçirenler de olmuş. Bu babda oluyor. Memleketin Darul-fünunu ümid-i istikbalimiz olan seciyeli ahlaklı ilimli salabetli gençliği yetiştirecek başlıca müesseselerden biridir. O müessese-i ilm ü kar ve seciye timsali olarak göstermek ve tanıttırmak da vazifesidir. Hiç şüphesiz alel-umum gençliğimiz ve tahsisen Darul-fünunun kıymetdar mensubları heyet-i umumiyyesi itibarıyla nice mahrumiyetler içinde seciyelerini muhafaza etmektedirler. Fakat ekseriyetin vezaif-i ahlakıyye ve milliyyelerini idrak ve ifa etmelerine rağmen olmayacak harekatta bulunanlar zuhur etmesi de yine na-kabil-i tecvizdir. Son zamanlarda memlekette istilai bir şekil alan ictimai inzibatsızlığımızı tedkiki seyahatler diyar-ı ecnebiyyede teşhire kalkışacak olursak o zaman ahlaki felaketlerimiz içli dışlı ve katmerli olur. gazetesi de şöyle yazıyor: Darul-fünunlularımızdan bunu mu bekliyorduk? Geçirmekte olduğumuz iktisadi buhrana rağmen bin fedakarlık ile Darul-fünunlulara para tahsis ederek Avrupada seyahatler tertib eden misafirlerini hüsn-i kabul eden hükumet ve memleket Darul-fünun gençliğinden asil ve yüksek hareketler beklemekte pek haklıdır. Bu seyahatler eğer çirkin dedikodular tevlid edecek ve bu yüzden menba-ı irfan olan bir binanın sakfı altında iğrenç çarpışmalar olacaksa bunları tertib etmemek çok daha hayırlı idi. sahibi Ahmed Cevdet Bey yazıyor: Biz bu hususta -ahlak hususunda- biraz şaşkınlığa düştük. Ahlaki teşkilatımızı unuttuk. Hiçbir millet bu halde yaşayamaz. Birkaç kere söyledik ki demokrasi cumhuriyetlerde fazilet-i ahlakıyye şarttır. Cumhuriyetçi ve demokrat milletlerin en metin kudreti ahlakıdır. Bunda bütün hukema müttehid ve müttefiktir. Faziletsiz cumhuriyet hayatı olamaz. Ahlaki sukut bir cumhuriyet Ahlaki zaafların menbaları arayıp bulunmalıdır. Bence maddeten hem manen zaafa duçar eden bu millet yıkıcı seyyieden vazgeçelim. Eğer bunda devam eder isek Darul-fünuna karşı milletimizin muhabbet ve teveccühünün halel-dar olmaması arzu ediliyorsa tutulan bu yanlış aykırı yollara nihayet vermek lazımdır. Bu haftanın ictimai hadiselerinden bir de Darul-fünunda rebedir. Gazeteler bu hadise ile hayli meşgul oldular. Vakanın esbabı ve suret-i vukuu hakkında uzun uzadıya tafsilat verdiler: Kırk elli kadar tıb talebesi Darul-fünuna gelerek kapıları tutmuşlar o sırada orada bulunan Adliye Vekili Mahmud Esad Bey savuşmuş tıbbıyeliler hukuk talebesindenEşirra-yı tıbdiyen bir efendiyi istemişler tarziye vermesi için ısrar etmişler kabul edilmeyince kapıları kırıp içeri hücum etmişler istedikleri efendiyi döğmeye başlamışlar hokkaları yazı takımları fırlatmak suretiyle camları kırmışlar nihayet polise müracaat olunarak vakanın daha ziyade büyümesinin önü alınabilmiş. ve gazetelerinin verdiği izahata göre: Bu müessif hadise kadın yüzünden vukua gelmiş. Tıbbıyeli bir efendi Darul-fünun talebe ve talibatının müşterek Romanya seyahati esnasında Türk talibelerinden bir hanımın sarhoş olduğu bu halde otele nakl edildiği gerek talebe arkadaşlarıyla gerek Romanyalı talebe ile çirkin münasebetlerde bulunduğu hakkında akşam gazetelerinden birine makale yazmış araya bir kıskançlık girmiş Hukuklu bir efendi makale muharririne sokakta rast gelerek bir tokat atımış mesele dalgalana dalgalana Hukuklularla Tıbbıyelileri birbirine geçirecek dereceye gelmiş. Şimdi mesele hakkında tahkikat devam ediyor. Bu mesele münasebetiyle gazetesi yazdığı bir makalede diyor ki: Türk irfanının en yüksek müessesinde böyle bir vakaya meydan verilmesi ve ara yere Hukuk gibi Askeri Tıbbıye gibi en mümtaz şuabatın ismi karışması hepimizi müteessir edecek bir hadisedir. Hele bu irfan alemindeki genç hanımların her biri fazilet ve iffete birer nümune olmak icab ederken doğru olsun yanlış olsun onlardan birinin böyle dedikodulara mevzuolması temenni ederiz ki ilk ve son olsun. Ahlak-ı Umumiyye Meselesiünvanıyla yazdığı uzun bir makaleyi şu cümlelerle bitiriyor: Dün refikimizde okuduğumuza nazaran Romanyaya gitmiş olan Darul-fünun hanım ve beylerimizden mürekkeb heyet içinde maatteessüf bütün Dünyanın hiçbir şehrinde tramvayların böyle sarhoş kafileleri taşıdığı ve namuslu kadınların böyle sarhoş güruhunun küfürlerini dinlemesine tahammül edildiği görülmüş şey değildir. Bil-akis her taraftan böyle herkesin huzur ve emniyetini selb etmekle kalmayarak kadınların iffet ve hicabını müteezzi edecek derecede cüreti ileri götüren pespayeler bizzat halk tarafından tutulup zabıtaya teslim edilirler. Fakat acaba zabıta neden bu gayr-ı kanuni hareketlere maniolmuyor? Alenen sarhoşluk memnudeğil midir? Sokakta gezdirilen devriyeler bu takım takım sarhoş alaylarını ve tramvayların nakl ettiği bed-mest güruhunu neden tutmuyor cezalandırmıyor? Şehrin günden güne bozulan ve günden güne ihmal ve lakaydiye maruz kalan ahlak ve muaşereti namına; alakadar makamatın bu gibi laubaliliklere maniolması icab etmez mi? Acaba İstanbul gün geçtikçe şerir olanların hiçbir kayd u nizamdan korkmayanların şehri mi olacaktır? Bir karimemleket mütefekkirlerinin müsbet fikir sahibi insanlar olmadığından bahs ederek bir gün bu halin acısını çekeceğimizi söylüyor. Etrafımıza bakıp fikir ve his aleminin perişanlığını gördükten sonra bu karie hak vermemek kabil midir? Tefekkür ve tehassüs alemi hazin bir teşettüt geçiriyor. Fikirlerimiz en bayağı sokak metaı haline geldi. Geçmiş tarihi bir daha yaşamamak azmini çok yanlış anladığımız ne kadar bellidir. Dünü bir daha yaşamamak düsturu bizim kafamızda tarihle olan bağları çözmek haline döndü. Laiklik namına dinsizlik taassubunu gelmek arzumuzu da bir neviköksüz ve ananesiz millet olmak lüzumu şekline koyduk. Fikirde ve hisde meydan alan teşettüt buradan geliyor. Hangi milletin mütefekkirleri ve ileride olanları fikirlerine ve hislerine o milletin ananesinden asaletinden gelen asil ruhu vermezse o mütefekkirler o milletle alakasını kesmiş orta yerde kalmış demektir. Bu günkü Türk fikir aleminin hali bundan başka bir şey değildir. Milletin sahibsiz olduğu aşikardır fakat mütefekkirlerin ise hem fikirsiz hem asaletsiz hem de rabıtasız ve köksüz olduğu bütün hüviyetiyle meydandadır. Millet fikir aleminden fikir alemi de millet ıztırabatından millet aleminden uzaktır. Bu uzaklık meydanda iken bütün idari tedbirler bütün tedbir ve inkılab yoktur. Vaziyet bu halde iken bütün sonu yamandır. Saniyen bize fenalığı eriştiren ahlak-ı fasideden biri de behimi bir tarzda hevesat hırsıdır. Buna fazla ibtila hasıl olduğu görülüyor. Bunda gayet kerih bir terbiyesizlik amildir. Aile ve mektep terbiyesinin fıkdanı ilca-i zaman ile iş yapıp para kazananlar fakr-ı vifakaya düşmüş olan müslüman kadınlarına ellerinden gelen muavenet-i insaniyyet-karaneyi bezl edeceklerine onları zevk-i müştehiyane ile mükafatlandırıyorlar! Bu zavallı kadınlar merhamete layıktırlar. Onları tenkid etmiyoruz. Muavenetsiz kaldıkları için sefalete düştüklerini biliyoruz. Bunları bir kat daha sefalete düşürmemeli ve kendilerine ictimai müzaheretler göstermelidir. Maatteessüf Türk heyet-i ictimaiyyesinde ne kadınlar ne erkekler bu vazife-i milliyyeyi yapmıyorlar. Çünkü mütehassis olmuyorlar. Düşünmeyerek yaptığımız şeylerin birtakımı da elimize geçen paraların kıymetini bilmeyerek beyhude mesarıfa duçar olmaktır. Bu yolda çok para elimizden çıkıyor ve bir daha avdet etmiyor. Şehrin bilhassa Beyoğlu taraflarında son zamanlarda Cuma akşamları çirkin bazı taşkınlıklar nazar-ı dikkate çarpmaya başladı. Cadde-i Kebirin ve diğer ikinci üçüncü derecedeki sokakların sair günlerde tanımadığı birtakım sarhoşlar biraz da havanın kararmasından bil-istifade tütsülü kafalarının emr ettiği bütün iğrenç hareketleri yapmakta hiçbir mahzur ve manigörmüyorlar biraz da polisin la-kaydisinden cesaret alarak sokaktan gelip geçenlere mütemadi sarkıntılığa kendilerinde hak görüyorlar. Yine Cuma akşamları saat sekiz ve dokuzdan itibaren Harbiyeden İstanbul tarafına geçen tramvaylar mütemadiyen sarhoş kafileleri taşıyorlar. Tesadüfen Galatasaraydan yahud bir parça daha yukarıki istasyonlardan Karaköye kadar gitmek üzere bu İstanbula geçen tramvaylara insan binecek olursa hangi memlekette ve hangi bir devirde yaşadığına cidden hayret eder. Tramvayın içinde ise burada nakl ü hikayesi kabil olmayacak derecede çirkinlikler oluyor. Mesela: Her türlü akıl ve mantıklarını gayb edinceye kadar meyhanenin birinde içmiş olan dört beş kişi nara atarak şarkı söyleyerek tramvaylara giriyorlar. Aralarında yüksek sesle konuştukları lakırdılar ön sırada oturmakta olan kadınların yüzlerini kızartan ve kulaklarını tıkamaya mecbur eden birtakım kaba latifelerden başka bir şey değildir. du. Sanki bu viranenin yıkık duvarları arasında açılan mezarlardan birtakım esrarengiz sesler işitiliyor ince ve zaif hayaletler dolaşıyordu. El-hasıl her yerinde taaffün etmiş bir ölüm havası teneffüs edilen bu harabe bütün manasıyla korkunç karanlık ve gittikçe derinleşen esrarengiz bir kabristan manzarası almıştı... Muharrir muhacirlerin fecive perişan hallerini uzun uzadıya tasvir ediyor. sahibi Cevdet Bey de muhacirlere tahsis ettiği bir başmakalede diyor ki: Cemiyet-i belediyenin biraz hamiyet ve fazilet-i ahlakıyye damarlarını tahrik edeceğim. Efendiler! İstanbuldan bu kadar vergi topluyorsunuz. Bu paradan ziyafetlere filanlara tahsisat da veriyorsunuz. Bir kere bize sormuyorsunuz ki bu suretle mesarıfa biz İstanbul halkı razı mıyız? Efendiler! Siz de Türksünüz müslümansınız. Sizde de elbette hissiyat var sizde de elbette bir terbiye-i milliyye var siz de ahlak sahibisiniz. Doksanüç Muharebesinde kı gelen muhacirlere kardeşcesine babacasına baktılar. Şurada şehrimizin içinde teshin edilmemiş odalarda muavenetsiz yüzüstü bırakılan bu adamlara bu Türk efradına acıyalım. Az çok rahatınızı feda ediniz. Bu adamları o kadınları o çoluk çocuğu bir kere gidip görünüz. Bu hem-ırkımız hem-cinsimiz hem-dinimiz olan ve bize sığınan bi-çareleri açları hastaları unutmayınız. Ne Bayezid havuzunu isteriz ne tramvay kavsi için tüketilen nefesleri isteriz ne İstanbula gelip gidenlere Şehremanetinden ziyafetler verilmesini isteriz. Efendiler! Hiç olmazsa Allahın gazabından kurtulmak için milli bir hayır işleyelim o muhacir kardeşlerimizin hayatlarını kurtaralım. Kendi zevk u safasına dalarak sefalet içinde inleyen kardeşlerini ihmal eden bir heyet-i ictimaiyyenin bu afvedecek midir?.. gazetesininGarbi Anadoluda Teceddüd Hareketleri serlevhalı ve T. Fazıl imzasıyla neşrettiği bir makalede şu satırları okuduk: Garbi Anadolunun halk kitleleri zihniyetiyle düşünüyorlar. Mesela Saruhan vilayetinin merkezini teşkil eden ve uğradığı facialarla en çok intibah dersi aldığı zannolunan Manisa kasabasında ın dört yüz elli devamlı karii bulunduğunu anladığım zaman bu ma’lumatı ruhuna pek yakından temas eylediğim halkın inkılab hareketlerindeki vazıyetine vazıh bir misal gibi kayd etmiştim. Adı değişmiş medreselerin nutuklar bütün takdisler ve ihtiramlar milleti bahtiyar edemeyeceği gibi lüzumlu inkılabı daha ileriye götüremez. Evvela milletle olan bağımızı kuvvetlendireceğiz millet asaletini gözlerimizde parlatacağız yani bütün hislerimiz ıztırablarımız ve ananelerimizle bu milletin çocuğu olmasını bileceğiz. Sonra onun inkılabının önüne geçeceğiz. Yoksa mantar-vari yerden yetişmiş gibi bu isabetsiz halde devam ettikçe hiçbir sözün ve irşadın faydası yoktur. Milletin sinirlerine ve damarlarına bağlı olmayan irşadlar irşad değil teşettüt tohumudur. Bir tarafta danslar balolar ziyafetler zevk u safalar temadi ederken öte tarafta muhacirler sefalet içinde sürünüyor hastalık içinde aç çıplak ölüyorlar. Gazetelerin bu hususta verdikleri tafsilat tüyleri ürpertecek derecededir. gazetesi muharrirlerinden Esad Mahmud BeyAhırkapu misafirhanesi ismi verilen mezarlığı ki: Ahırkapu denilen bu misafirhanenin! demir kapısından Açım!diye haykıran can çekişen zavallı bir kitle ile karşılaşırsınız. Çıplak ayaklarıyla soğuk taşlar üzerinde dolaşan yavrucaklar ak sakallı ihtiyarlar değneğine dayanarak kadınlar bu harabenin sakinleridir. Hepsinin gözleri sönmüş benizleri solmuş omuzları çıkmıştır. Hepsi bir ölüm hayaleti gibi dolaşıyor ve hepsi bir ölüm tesiri bırakıyor. lerini kurtarmaya gelmiş bir memur zannederek hepsi birden üzerine atılıyor:Bizi kurtarın biz de sizdeniz! diye haykırıyorlar bağırıyorlar feryad ediyorlar. İşte bu mütemadiyen haykıran feryad eden can çekişen kitle taşıyarak gömecek yer bulamayan bedbaht anneler beyaz sakallı ihtiyar babalarını mezara götürmek için iki tahta parçası bulamayan ve hala cenazesi önünde ağlayan genç delikanlılar da var. İnsan bu muhite girdiği zaman kendisini başka bir alemde başka bir diyarda zannediyor. Sanki bu harabede yaşayan insanlar sizden değildir sanki burası bir Her adım başında yeni ve fecimanzaralar karşısında kalıyorum. Kendisini paçavralara sarmış tahtaların üzerinde sürünen ihtiyar kadınlar çıplak çocuklar ak sakallı babalar inim inim inliyorlar ağlıyorlardı. Her köşeden bir feryad her yerden bir hıçkırık sesi geliyorSEBILÜRREŞAD - - - ruhunu yükseltmek istiyor maneviyatını sağlamlaştırmak esasat-ı ictimaiyye dairesinde yaşamak istiyor. Halkın bu samimi bu meşrubu ulvi ve en tabii arzusu hürmet ve takdir ile karşılanmalıdır. Yoksa birkaç ferdin şahsi arzusu artık tahakküm edemez. Kendilerini hürriyetperver ve teceddüd-perest tanıtmak isteyen bu zevat hakikaten dedikleri gibi iseler halk ile mücadele yolunu tutacaklarına halkı kolundan tutarak irşad etsinler. Hem Maarif Vekaleti herkesin başını örtmesine ne karışıyor?. Onun vazifesi bu mu? Tesettür ve hicaba riayet eden ve bu suretle evamir-i diniyyeye hürmetkar olduklarını gösteren muallime hanımlar her hürmete şayandırlar. Maarif Vekaleti tamim neşredecekse bunlar hakkında değil barlara gidip dans eden muallim ve muallimeler hakkında neşretsin. Başını örtmek mem-nu da dans etmek mi mübah? Milletin esasat-ı ictimaiyyesine karşı bir vekilin bu kadar saygısızlıkta bulunması şayan-ı hayrettir!.. Yevmi gazetelerde şöyle bir ilan gördük: İstanbulun kibar mehafilinde ve bilhassa nisvan salonlarında Türkiye Maşrık-ı Azamı tarafından verilecek büyük balodan bahsedilmektedir. Filhakika cihanşümul kuvvetli nüfuzunu yaşatan İmam ve Hatib Mektepleri Anadoluda yeni prensiplerle istihza eder gibi duruyor. Muharrir-i makaleninzihniyetinden ne kasdettiği vazıhan anlaşılmıyorsa daın zihniyeti neşriyatında mütecellidir. Manisa kasabasındaki karilerimizin adedi muhabirinin gözünü neye yıldırdığını anlamak içinın zihniyetini tecelli ettiren neşriyatını hatırlamak yahud ın şimdiye kadar intişar eden cildlerini gözden geçirmek icab eder. Biz akaid-i hakkanın ahlak-ı fazılanın medeniyet-i sahihanın hakiki terakkinin müdafiiyiz. Teceddüdü vadi-i ilhad gibi cehennemi bir vadiye sapmakta garb medeniyetinin rezail ve mesavisini iktibas etmekte terakkiyi birtakım faydasız manasız gösterişleri yapmakta görmüyoruz. Biz milletin vicdanını ruhunu tenvir edecek dimagını inkişaf ettirecek kollarını işletecek memleketi yükseltecek millete her gün birkaç terakki adımı attıracak teceddüde taraftarız. Teceddüdden anladığımız budur. Dans kumar içki fuhuş gibi milletleri düşürecek batıracak bütün münkirata muhalifiz. Hiçbir hakiki münevverin bu esaslara muhalefet etmeyeceklerine kailiz. Halka her gün: İçki içmeyiniz fenalık etmeyiniz çalışınız kazanınız memleketinizi imar ediniz hakka sarılınız diyoruz. Acaba T. Fazıl Bey bu zihniyetin neresini beğenmiyor ki uğradığı facialarla en çok intibah dersi aldığı zannolunun Manisa ahalisininı okumasını tayib ediyor? Manisa halkının dindar Manisa halkının hakka ahlaka fazilete hürmetkar olması kim bilir bu zavallı vatandaşımızı niçin igzab etti?!... T. Fazıl EfendiAdı değişmiş medreselerin kasvetli nüfuzunu yaşatan İmam ve Hatib Mektepleri Anadoluda yeni prensiplerle istihza eder gibi duruyordiyor. Anlaşılan mumaileyh bunların da ilgasını istiyor. Bu suretle muzmerini mumaileyh ifşa etmiş oluyor. Çünkü onun duğu tavazzuh ediyor. Halbuki müessesat-ı diniyyenin kaldırılması aleyhindedir. Müsessesat-ı diniyyenin yetiştireceği sağlam bir nesil ile halkın maneviyatını tahkim halkın ruhunu ve dimağını tenvir etmek fikrindedir. muhabiri ise bil-akis halkın terbiye-i diniyyesine renlerden lüzum görenlerden değildir. Mesele bundan a karşı hiddetinin yegane sebebi budur. Fakat tarafından hüsn-i kabul gören bu hiddet umumi bir ihtiyac-ı mübremi ihmale saik olamaz. muhabiri de itiraf ediyor ki halk bu ihtiyacı duyuyor halk ihtiyacat-ı maneviyyesini istifa etmek istiyor halk savisi memleketimize sürat-i dühul bulur. Pek alafranga geçinmek isteyenlerimizin bile çok kere bidat-i makbule görülmüştür. Bu belde-i muazzama-i milliyyemizde bir tek Türk unsuruyla müteaddit anasır-ı rakibenin tesadüm ettiği bir muhitte yani Beyoğlu cihetinde bu milletin kudret-i hayatiyyesi gibi rasanet-i ahlakıyyesine karşı su-i kasdlar tertib edilegelmiş olduğu unutulmamalıdır. Türkler için hayat-ı ictimaiyyelerinin safahatını sırf milli ve saf bulundurmak farz-ı ayndır. Kozmopolit seylabe-i mülevvesesinde şahs-ı manevimizin tamamıyla sürüklenmesine karşı tedbir almak ve teceddüdat namına ananat-ı ahlakıyyeyi taarruzattan masun bulundurmak lazım gelir. Şüphesiz halkın evzak-ı masumesini cali vesileler letin safiyet-i ictimaiyyesi ve masumiyet-i ahlakıyyesini sıyaneten memurin-i aidesinin ittihaz edebileceği tedabir-i mania hürriyet-i şahsiyyeye tecavüz sayılamaz. Hürriyet-i şahsiyyenin vech-i telakkisinde ve garbdan gelen bedayi-i ictimaiyyenin suret-i ittihazında yalnız olamaz. Milli ictimaiyyat ve ahlakıyata taalluk eden hususatta rağın yani Anadolu hıtta-i azimesinin milyon milyon sekenesinin meyl ü hissiyatı iyice düşünülmelidir. Eskiden cahildirdiye hesaba katmamak hatasında bulunduğumuz o kitle-i ekber-i ümmet -su-i saniamız ve su-i halas için en büyük fedakarlıkları yapan o muazzez vatandaşlarel-yevm bizim buradaki hal ve kalimize dikkat edecek bir vazıyet-i müteyakkızada bulunuyorlar. Geçenlerde İzmirde sabık Adliye Vekilinin muhamiler ve hakimler tarafından verilen bir ziyafette bazı hakimlerin rask ettikleri hakkında İstanbul gazetelerine bir haber aksetmişti. Eskişehirde intişar etmekte olan gazetesi ahiren Mahkeme-i Temyiz Reis-i Evveli Ömer Lütfi Beyle bir mülakat icra etmiş ve mahkeme-i temyizin faaliyeti nakil meseleleri inkılabın adliyemiz üzerindeki tesirleri konuşulduktan sonra gazeteci bir aralık sözü bu İzmir ziyafeti meselesine getirmiş temyiz reis-i evveli de şu cevabı vermiştir: – gazetesinde böyle bir fıkra okudum. Fakat zannetmem ki bu haber doğru olsun. Hadd-i zatında evsaf-ı hakimiyeti camiolan nüfus-ı zi-vakarın yani hakim fehim müstakim emin mekin metin bulunan hükkamın heva-yı nefsanilerine tebaiyetle çalgıcılar huzurunda ellerini kaldırarak raks etmeleri havsala-i akla sığacak umurdan değildir! olmasına kemal-i faaliyetle çalışılmakta ve istihzaratta bulunulmaktadır. Şehrimizin rical-i alisi iştirak edecek olan bu müstesna müsamere İstanbul kibar mehafilinin bir mecmaı olacaktır. Parise sipariş edilen kotibonlar? vürud etmiştir. Pera Palas salonunu tezyin için büyük artistler meşgul olmakta ve dans esnasında mütehavvil renkler aks ettirilmesi için tenvirat-ı elektrikıyye hususi bir surette tesis edilmektedir. huzzar-ı kiram suare elbisesi labis olacaklardır. Bu ilanı gazetelere vermekle mevcudiyetlerini meydana çıkarmak isteyenlerTürkiye Maşrık-ı Azamıdiyeceklerine Farmasonların Maşrık-ı Azam Locasıdeselerdi daha iyi kendilerini tanıtmış olmazlar mıydı? Dans hakkında Halil Halid Bey tarafından da neşrolunan bir makalede deniliyor ki: Malumdur ki Harb-i Umumiden sonra raksların eşkal-i cedidesi vechile oynaşmak raks zevklerini gündüzlere de teşmil etmek öğle üstü çay içilen mahallerden bir çoğuna musiki ve raks idhal eylemek işlek mahallatta mahsusan rakshaneler açmak garb memleketlerinde memleketlerinden bir kaçına da sirayet etti. Bugün erkekler resm-i takdime hacet hissetmeksizin göz attıkları kadınlara doğru giderek yapma bir ittika-yı hürmetten sonra raks teklifinde bulunuyorlar. Birçok rasks-hanelere talib-i fuhş olan bazı erkekler müdavemet ediyorlar ve mahudAvcılıkları için meydan-ı cevelan arıyorlar. Eski rakslarda erkekle kadın yalnız elleri kolları ekserinde göğüs göğüse geliniyor ve çok kere bacak yor. Kezalik Foks Trotda La Cavada süratle çalınan bir havaya mütabeatla devirler yapılırken erkekle kadın birbirini sıkıca tutmazlarsa sahne-i raksda paldır küldür yuvarlanmaları ihtimalden baid değildir. Şimi foks trot buluvez ünvan ve şekilleri altında oynana gelmiş bulunan enva-ı raksdan maada tango boston pasa dövil gibi yeni dansların cümlesinde de -eskilerin zıddına olarakgövdelerin esas tutuluyor. Hatta garb memleketlerinde bazı çapkın zihniyetli erkekler masum kızları tahrik edici evzabile meri olamayacak derecede bir maharet-i şeytankarane Acı tecrübeler ile mertebe-i bedahete vasıl olduğu üzere muhdesat-ı garbiyyenin mehasininden ziyade meSEBILÜRREŞAD - - ediyordu!!... Çünkü teaddüd-i zevcat cevazı şimdiye kadar mevcuddu Adliye Vekilinin telakkisi hakim olmazsa demek ki gayr-ı medeni kalmakta devam edeceğiz!! Bir de laik devlet ne demektir? Teşkilat-ı Esasiyye Kanununda devletindini din-i İslam olduğuveMeclisin ahkam-ı şeriyyenin tenfizinideruhde eylemiş olduğu muharrer bulunan bir hükumet azası laik devletten nasıl bahs edebilir? Acaba vekiller kanunlara herkesten ziyade hürmet göstermekle mükellef değil midir? Hindistan- Son posta ile gelen gazetelerin verdiği malumata göre Hind müslümanları mitingler akdederek Cidde Emiri Şerif Alinin Mekke-i Mükerremeye mevadd-ı gıdaiyye irsalinin meni hakkında verdiği kararı şiddetle protesto etmişlerdir. Hakim İcmal Han Hind müslümanları namına Ciddeye bir telgrafname keşide ederek protestoyu Şerif Aliye teblig etmiştir. Hindistan Milli Kongresinin Mahatma Gandinin riyaseti altında akd-i ictimaettiğini karilerimize haber vermiş ve muma ileyh tarafından irad olunan nutk-ı iftitahiyi hülasa etmiştik. Bu hafta Hindistandan gelen gazeteler Milli Kongrenin Kalkütada imza olunan misakı kabul ettiğini haber vermektedir. Bu misakın mevadd-ı esasiyyesi Sevarac yani Muhtariyet Fırkasının Milli Kongre azasından addolunması teşrii heyetlerde Milli Kongreyi temsil etmesi Sevarac Fırkasının Milli Kongre tarafından İngiliz mensucatına karşı ilan olunan boykotajı kabul eylemesidir. Milli Kongre azasından her biri her ay -kendi tarafından yahud kendi namına diğer biri tarafından- yarda milli kumaş vücuda getirmek mecburiyetindedir. Bu suretle Hindistanlıların mensucat Milli Kongre azasından oldukları için badema bunlarFil-hakika her bir nefsin kendisine mahsus temayülat-ı tabiiyyesi vardır. Ancak halkın ırzlarıyla mal ve canları üzerinde hakk-ı hükme sahib olan hakimlerin gece tabe-hengam-ı seher iş ü nuş ile raks etmeleri; ertesi günü de sandali-i hakimiyete calis olarak ısdar-ı hüküm eylemeleri heybet ve kudsiyet-i hakimiyet ile nasıl olur da telif kabul eder? Binaenaleyh cezmen hükm ediyorum ki bu haber meslektaşlarım hakkında iftira-yı mahzdır. Amerikanın her tarafına yapılmış olan telsiz telefonlar muhtelif mezahibe aid vaizler papaslar ve hahamlar tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Amerikada şimdi her Pazar büyük vaizlerin vaaz ve nasihati binlerce evde dinlenmektedir. Hahamlar her akşam sadayı nakl eden aletin önünde Musevilere dualar okumaktadır. Bir Katolik kilisesi vekayi-i cariyye hakkında Katolikliğin nokta-i nazarını kendi taraftarlarına izah etmek kındaki mukavelenameyi imza etmiştir. Beş yüz bin dolara mal olacak olan bu tesisat Cemahir-i Müttehidede en büyük teşkilata malik olan Sen Pol Firerleri tarafından böyle birer merkez tesisi düşünülmektedir. Adliye Vekili Mahmud Esad Bey gazetesine vukubulan beyanatında heyet-i vekile tarafından kabul ve Meclise tevdiolunan kanunlar hakkında beyanatta bulunarak bu kanunlarla mazide tedvin olunan kavanin arasındaki farklar hakkında şu sözleri söylemiştir: Bunlardan en mühimmi yeni kanunlarınLaik Devlet prensiplerine göre yapılmış olmasıdır. Yalnız hukuk-ı aile kararnamesinde teaddüd-i zevcat bazı kuyud ve şurut ile kabul edilmiştir ki buna muvafakat etmeyeceğim; teaddüd-i zevcatın behemehal ilgası lazımdır fikrindeyim. Buna sebeb pek çoktur; şu kadarını söyleyebilirim ki teaddüd-i zevcatı aile hayatının medeni bir surette Adliye Vekilinin bu beyanatından anlaşılıyor ki vekil bey kendi telakkıyatını bütün millete tahmil etmek fikrindedir. Teaddüd-i zevcat cevazının bazı kuyud ve şart ile kadar hayat-ı ailemiz gayr-ı medeni bir şekilde inkişaf tevazzuh ediyor. Şerif Hüseyin bu maksadı tahakkuk ettirmek için Hicaz Mavera-yı Şeria Irak İbnür-reşid ve Asir kabailinden istifade etmek istemiş ve bunlardan toplayacağı kuvvetlerle Necid ile Yemeni istila ederek bunları da hükmüne münkad eylemek istemiştir. Şerif Hüseyin bu harekat-ı askeriyyeye geçen senenin sonbaharında başlamak niyetinde idi. Fakat Necid Sultanı Şerif Hüseyinin niyetinden vaktinde haberdar olarak kuvvetlerini toplamaya hükumetini tanzime başlamış ve Şerif Hüseyinin kuvvetleri harekete başlamadan aylarca mukaddem yani geçen senenin Ağustos ayında harekat-ı askeriyyeye başlamıştır. Necid ordusu üç büyük guruba taksim olunmuş birinci gurubu etmiştir. Bu hareketten maksad Şerif Hüseyin tarafından Mavera-yı Şeriaya taarruz etmiş ve Mavera-yı Şeria Mavera-yı Şeria hükumetinin payitahtı olan Ummana kadar takarrub etmiş ise de İngiliz tayyare ve toplarının yetişmesi üzerine bu şehri zabt edememiştir. Vehhabi ordusunun üçüncü gurubu Hicaza taarruz ederek bir günde Taifi işgal etmiş ve Haşimilerin ordusunu tarumar etmiştir. Taifin işgali üzerine Şerif Hüseyinin bütün emelleri yıkılmış kendisi Hicazdan çıkıp gitmeye mecbur kalmış oğlu Ali de Ciddeye İngiliz toplarının himayesine çekilmiştir. Vehhabiler bütün bu harekatı mevsim-i sayfin en hararetli günlerinde harikulade bir süratle yapmakla muhayyerül-ukul bir muvaffakıyet-i askeriyye kazanmış ve tarih-i harbde emsali nadir bir hareket yapmış oluyorlar. Mekke-i Mükerremenin işgalini müteakıb Vehhabiler Yenbuul-bahri Asirin iskelesi olan Kunfudayı ve Ciddeden maada Hicazın sair şehirlerini işgal etmişlerdir. Vehhabileri Ciddeye hücumdan meneden yegane amil Haftalık birtakım risalelerin neşrettikleri açık saçık resimleri müteakıb bu hafta matbuat-ı yevmiyyemizden bazılarının bir sinemanın reklamını yapmak için yarı çıplak vücudlu Amerikalı kızların resimlerini sahifelerine derc ettiklerini hayretle gördük. Bu gazeteler miyanında yevm-i teessüsünden beri hiç resim koymadığı halde bu resmi derc eden biri de vardır. Bu gibi açık saçık resimlerle mücadelenin beynelmilel bir mahiyet ihraz ettiği dan her biri de her ay yarda milli kumaş takdim edecektir. Bu misakın tasdikıyle Hindistan hareket-i milliyyesi yeniden ittihad etmiş ve yine Gandinin idaresine geçmiş bulunuyor. Gandi İngiliz emtiasından kurtulduktan sonra İsyan-ı Medeniye başlanılmasını teklif etmekte ve bu suretle İngilterenin Hind metalibini kabul edeceğini ümid eylemektedir. El-haletü hazihi bütün Hind rüesası İngiliz emtiasına bilhassa mensucatına karşı boykotaj tatbikini ve senesinin nihayetine kadar bu programı tatbik ettikten sonra yeniden vaziyetin tezekkürünü kararlaştırmıştır. Mısır- Mısırdan bu hafta gelen gazeteler hakiki bir sahife-i cidal manzarasını göstermektedir. Müteaddid fırkalar yekdiğeriyle kemal-i şiddetle mücadele ediyorlar ve intihabatta kazanmak için her biri rakibi olan fırkaya hücum ediyor. Maamafih bu cidal yalnız fırka rüesasına münhasır değildir. Halkın da bu cidal ile alakadar olduğu görülüyor. Hıtta-i Mısriyyenin her tarafından gazetelere her fırkanın leh ve aleyhinde telgraflar yağmaktadır. Kimi Zağlul Paşaya taraftar kimi muhalif kimi bi-taraf olduğunu ilan ediyor ve bu telgraflar gazetelerde mühim bir yer işgal eyliyor. Fırkaların teaddüdüne rağmen Zağlul Paşanın aleyhinde olan fırkaların muma rağmen Zağlul Paşaya hararetli müzaheret vad eden telgrafnameler az değil bil-akis pek çoktur. Fırkasından birçok zevatın ayrılmasına rağmen Zağlul Paşa ekseriyeti kazanmaya çalışmakta ve nutuklar irad eylemektedir. Geçen hafta zarfında Zağlul Paşanın fırkası tarafından namzedlikleri ilan olunduğu ve namzed tayini müddeti geçmiş bulunduğu halde muma ileyhin fırkasına mensub birkaç zat Vefdül-Mısriden istifa ederek muhasım fırkalara Mısır intihabatı ancak gelecek ayın nihayetine doğru hitam bulacak ve Martın mebadisinde Meclis ictimaedecektir. El-haletü hazihi bütün Mısır intihabatın neticesini azim bir merak ve heyecan ile beklemektedir. Vehhabilerin Harekatı- Vehhabi kuvvetlerinin elhaletü hazihi Ciddeden başka bütün Hicazı istila etmiş oldukları anlaşılmaktadır. Vehhabilerin yaptıkları bu harekat-ı harbiyye hakkında refikimizin muharrir-i askerisi gayet mühim tafsilat vermiş ve bu harekatın tarih-i askeride emsaline tesadüf olanamayan harekattan olduğunu isbat etmiştir.ın muharrir-i askerisi bu harekat-ı askeriyenin fenni kıymetini Bu harekat-ı askeriyenin sebebi Şerif Hüseyinin bir Arap ittihadı tesis etmek namı altında bütün Arap memleketlerinde ferman-ferma olmak arzusu olduğu olsa gerektir. ahlaken çıplaklaşan insanlar medeni değil utandıracak mesavi-i medeniyyeye halkı tergib etmekle değil insanları ruhen medeniyet-i fazılaya yükseltecek neşriyat ile mükelleftir. Bir kısım matbuatımızın hakikatten tegafül göstermemesi ne kadar şayan-ı temennidir. şu sırada matbuat-ı yevmiyyemizden bazılarının bu resimleri koymakta bes görmemelerine ne atfedeceğimizi bilemiyoruz. Acaba bu gazeteler yarı çıplak vücudlu Amerikalı kızları teşhir edecek olan sinemaya gitmek ruş için mi bu resmi koyuyorlar?... Memlekette ahlakı takviye etmek ahlakın muhafazasına takviyesine çalışmak ahlakın inhitatına tereddisine maniolmak için fedakarane bezl-i mesai etmek icab ettiği bu buhran-ı ahlaki zamanında bazı gazetelerimizin bu la-kaydane hareketi her halde nazar-ı müsamaha ile görülecek bir hareket değildir. Bedeni çıplaklığın ahlaki çıplaklığa mukaddime olduğu artık umum tarafından anlaşılmış Ey cemiyet-i ins ü cin! Siz gizli ve aşikar bütün mevcudiyetinizle mülk-i hak olan şu semavat ve arzın aktarından dışarı çıkmaya kudretyab olabilirseniz çıkınız fakat çıkamazsınız.Bunun maverası diyar-ı ademdir hatta o diyar-ı adem de Hak Tealanın kabza-i hükmündedir. Siz o diyar-ı ademden bu alem-i vücuda kendi kendinize gelemediğiniz gibi kendi kendinize de oraya gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler işittiğimiz kulaklar duyduğunuz havas düşündüğünüz zekalar kullandığınız eller ayaklar geçeceğiniz bütün yollar gireceğiniz çıkacağınız bütün mahaller hasılı bütün echize-i ruhaniyye ve cismaniyyeniz bütün vesait ve şeraitiniz hepsi hepsi Hak Tealanın mülküdür. Siz onun hiç birini gasb edemez kendinize mülk edinemezsiniz. O hayy u kayyum bunların idaresinden evvel ve ahirinden hal ve atisinden bir an gaflet etmez. O sizin gibi uyuklamaz mülkünü çaldırmaz emanete hıyanet edenin cezasını vermekten aciz kalmaz. Bil-farz onun küre-i kamerinde insanlar olmadığı gibi küre-i arzında da olmayabilir bundan dolayı bargah-ı azametinden ne eksilir? Güneşinden ziya ve hararet fışkırtıyor kamerinden mehtablar aks ettiriyor hak-i tireden mehlikalar yaratıyor nesiminden sinelerinize inşirah veren nefesler dötığınız ve nihayet gömüleceğiniz topraklara nurlar yağdırıyor zerratında nice nice ihtizazlarla tesirler uyandırıyor dağların başında bitirdiği nebatattan denizlerin dibinde gezdirdiği hayvanattan midelerinize gidecek rızıklar eyliyor; sinenizde kimya-haneler dimagınızda hikmet-haneler açıyor damarlarınızda nehirler akıtıyor sinirlerinizde akıllarınızı şaşırtan nice nice yol şebekeleri dokuyor adalelerinizde sermayeler gizliyor daha ve daha birçok harikalarla vücudunuzu techiz ediHerkes bilir ki her memuriyette bir emniyet ve emanet meselesi vardır. Bir memur kimin namına o nisbette bir mevkie maliktir. Küçük bir katibden tutunuz da en büyük makamlara varıncaya kadar her memurun ehemmiyet-i mevkııyyesi kendisine emanet edilen umurun derece-i ehemmiyet ve şümulü ve onu mertebesiyle ve bir de sahib-i emrin kudret ve azametiyle mütenasibdir. Bir çiftlik ağasının bir ticarethane sahibinin veya bir milletin bir hükumetin bir devletin her hangi bir memuriyeti kendine şeref bilen ve bunlar bütün bunların fevkinde olan devlet-i hilkatte kendilerini Hak Tealanın emanatını hamil vazifedar bir memur tanımaktan istinkaf ederek kainatta kendilerini bil-asale sahib-i tasarruf görmek istiyorlar ve rahmet-i Hak ile çıkmış oldukları o mevki-i bülendden istifa ederek heva ve heves kuşlarının yırtıcı pençelerine düşürmek için nefislerini zemin-i hayata kaldırıp atıyorlar. Hem de bu istifayı yaparken hamil oldukları emanatı sahibine teslim ve iade etmeyerek onları bir sarık veya gasıb vaziyetinde beraberlerinde götürmek ve guya mülk-i Hak olan şu arz ve semanın haricinde yarattıkları bir malikane varmış da orada kullanacaklarmış gibi kendilerine mal etmek vehm-i batılını da fikirlerinde besliyorlar. Başmuharrir Sahib ve Müdir / yaşatır öldürür her şey yapar mabud derler inanır veya hoşlanırsınız... Ey beşer acaba sen nesin? Sulb-i pederde ne idin biliyor musun? Matuh bunamış yadigar-ı mazi gayr-ı asri diye tahkir ettiğin babanı vaktiyle de uruk ve asabı içinde yaramazlıkla izac ederdin? O zaman seni tahrik eden kim idi? Ve sen onu neye tahrik ediyordun? O gün o isterse seni her hangi bir mezbeleye atabilirdi ya! Atmamış seni bir emanet gibi saklamış bol bol merzuk olup besleneceğin bir gülşen-saray-ı ismete tevdietmiş ve nice müddet hıfz u himayene sarf-ı ömr eylemiş ise sen ne için ıztırabatından babanı mesul tutarak tahkir ediyorsun da teneumatından onun ve Halikın namına bir hisse-i şükran ayırmıyorsun? Sonra sen ne için emanatını herkesin çiğnediği çöplüklere döküyorsun? Ey gafil insan! Sen muhitinin arzu ve emellerine tevafukunu gördüğün zaman diye her şeyi aklınla dirayetinle ilminle fenninle gücünle kuvvetinle yaratarak yaptığına bütün muvaffakıyetleri yarattığına her şeyi sana müsehhar her şey senin mülkün olduğuna yani kendinin hep olduğuna kail olmaya göğe çıkarken tayyareden müstagni bulunduğuna hükm etmeye başlar yahud semayı zemine indirmek sevdasına düşersin de kendini kaldırır atıverirsin vazifeyi emaneti unutur Hakkın sana tefviz ettiği o memuriyet-i celileden derhal istifayı basar o emaneti temellük etmeye kalkarsın kendini malik ve hakim tanımak ve tanıttırmak Diğer taraftan muhit arzularına tevafuk etmez hadisat-ı hariciyyesini mağlub etmeye başlarsa o zaman da kendinde hasret ve hüsrandan aciz ve yesden başka bir şey görmez hiçbir irade ve ihtiyara sahib olmadığını her şeyin yed-i cebre esir olduğunu ve mevcudiyetinin otomatik ve fakat zenbereği kırık bir makineden ibaret bulunduğunu iddia eder ve kaderi bir ilm-i mütekaddim değil bir cebr-i mütehakkim manasıyla tefsir edersin. Fakat bunu söylerken ağzının bir gramofon kovanından başka bir şey olduğunu da sezmez değilsin. Sofrana geçirebildiğin kuru ekmeği yemekle yemeyip mevte davetname göndermek arasında hür ve muhtar bulunduğun ve hiçbir taraftan kuru lokmalar senin ağzına cebren ve kahran tıkılmadığı halde sen elini dilini uzatır onları yersin hem yersin hem de hiçbir şey yapamadığına hükm edersin düşünmezsin ki elin ağzın yine senin ihtiyarın ile oynamış bu oynayış bir sıtma yor heyet-i mecmuasını bir aheng ve hiddetle muntazam bir makine halinde tesis eyliyor kuvve-i muharrikesini şuurunuza resmediyor zihin denilen bir hazineye akıl namında bir miyar fikir dedikleri bir alet irade dediğiniz bir miftah da bahş eyliyor ve her birini yerli yerinde gaye-i hilkatlerine göre istimal edebilmenizi teshil şehvetler de veriyor daha büyük bir inayet-i rahmet olmak üzere sadık ve musaddak emin rehberlerle açıktan talimat da gönderiyor nihayet makineyi işletip tecrübelerini size gösterip hikmet-i hilkate göre kullanmak ve Bütün bunları yapıyorsa size ve iradenize muavenetinize mümtaz bir salahiyet-i mahsusa vererek bekam etmek sair bazı azanızı salahiyetinize tevdietmeyip de kalblerinizin darabanı ciğerlerinizin harekatı kanlarınızın deveranı gibi kendisi cebren tahrik ve istimal etse idi gittiğiniz yollarda sizi harekat-ı kasriye içinde çolak el kuru ayak ile yuvarlasa idi her hareketiniz bir raşe her kımıldayışınız bir lerze bir seyrime halinde olsa idi siz kendinize ve emanatınıza malik olmak daiyesinde bulunabilir miydiniz? O sizi cemadat gibi kasri hayvanat gibi sade sevk-ı fıtri ile kullansa da üzerinizde taşıdığınız nimetlerden kiracı beygiri gibi ağzınıza bir lokma vermese Siz doğmadan evvelki doğduğunuz zamanki edvar ve etvar-ı vücudiyenizi hiç düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız yiyip içtiğiniz gezip dolaştığınız gülüp oynadığınız dertlerinize deva korkularınıza melce sıcaktan soğuktan açlıktan susuzluktan vuhuş ve haşeratın hücum ve tasallutundan kendinizi koruyacak vesait bulduğunuz şu küre-i arz yapılırken taşları toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken suyu havası henüz kimyahane-i kudrette inbiklerden çekilirken siz nerede idiniz ne içinde idiniz hiç tasavvur ediyor musunuz? Bu gün bizim dediğiniz karaların denizlerden süzülüp ayrıldığı; dağların derelerin ovaların tepelerin ameliyat-ı ferşiyyesi yapıldığı zaman acaba nerede idiniz? Denizlerin acı suları yed-i kudret-i Hak ile tasfiye edilerek tabakat-ı heva üzerinde bulutlar yapılırken o bulutlardan yağan yağmurlar yanmış kurumuş toprakların zerratına işleyerek onları kundaktaki çocuk gibi yıkarken o yıkanmış topraklar semadan yağan enva-ı hararet ve envar ile uyanıp ihtizaza gelerek hayatın hüceyratını yetiştirirken siz nerede idiniz ve nasıldınız? Bu gün siz kendinize maymun tohumu derler inanırsınız; hakim hükümdar derler inanırsınız; tanrı yaratır Kasas Alak si olarak görmüşsünüzdür. Müktesebatınızda ne felaket ne mesaib görüyorsanız bunları da hep gayz ve nefretin adavet ve husumetin semeresi olarak görüyorsunuz. Bunlar ise hukuku tanımayarak zulüm ve gadre meyl etmenin neticesidir. Bu ise hukuku kendi mevzuatınız tanımanın Hak Tealaya rekabet edebilecek şeriklere tabiolmanın hasılı düstur-ı tevhid ile yalnız Hak Tealaya hasr-ı iman etmemenin neticesidir. Hülasa bütün şı şirk ve müşrikliktir. Bütün ulum ve fünuna rağmen afak-ı beşeriyyeti kaplamış olan zulmet-i fesad hep o şirkin o imansızlığın o vahdetsizliğin o muhabbetsizliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın sevip sevilmedikçe ıztırab ve felaketten kurtulamaz; hakkı tanımadıkça hakkı sevmedikçe Hak Tealayı hakim-i yegane bilip ona ubudiyet etmedikçe beşeriyetin bir birleriyle sevişmeleri ihtimali yoktur. Haktan ve tarik-ı haktan ma-ada ne tasavvur edilse müteşettit ve müteferriktir. Görmez misiniz ibadethaneye gidenler sevişir meyhaneye gidenler döğüşür. Hak Tealadan başka neye gönül verseniz neye perestiş etseniz hepsinin zıddı münazii mukabili vardır ve onların hepsi de hakkın yed-i hakimiyetinde müsehhardır. Çünkü -mukabele-i sabıkada izah edildiği vechile- şerik ve naziri misli zıddı münazii mukabili mevcud olmayan hakim-i yegane ancak Hak Tealadır ve ancak onun mukabili batıldır madum-ı mahz mümteniul-vücuddur. Hak Tealadan başka her neye tabiolur her neyi mabud ve mahbub-ı aksa hakim-i hakiki tanırsanız biliniz ki onlar da sizinle beraber yanmaya mah-kumdur. Ey beşeriyet! Senin perestiş edeceğin perestişinden hayır ve saadet bekleyebileceğin hakim lezaizin değildir. Öyle olsa idi sen hiçbir gün elemin pençe-i kahrında olsa idi bir an lezzet içinde yaşayamaz bir gün sima-yı hazinin gülemezdi. Düşün lezzetin hak değil ise ne hükmü vardır? Elemin hak değil ise ne hükmü vardır? Demek ki sen lezzet ve elemin değil hakkın mahkumusun. Seni cidden mesud edecek olan lezzet hakkın tecellisi olan lezzettir. Seni cidden muztarib edecek olan elem de hakkın tecellisi olan elemdir. Elem ve lezzet sende hakkın birer nişane-i kudretidirler artık sen kalbini lezzet ve elem sevdasına değil ancak Hak Tealaya ver. raşesi kabilinden olmamıştır. Fakat sen böyle en muztar zamanlarında bile ıztırarların yanında ihtiyarlara sahib olduğun halde sana böyle aczini ihsas ettiren hadisat-ı hariciyye karşısında -evvelkinin tamamen zıddına olarakbir mecbur-i mutlak bir esir-i meyus hasılı bütün bir hiç olduğunu iddia edersin. Yahu! Öyle işin yolunda muvaffakıyet ve muzafferiyet yanında olduğu zaman hep böyle aksi zuhur ettiği zaman cebr-i kader elinde baziçe bir hiç diye iddia ettiğin o sen bunlardan hangisisin? Hep misin? Hiç misin? Ey Beni Adem! Ey ifrat ve tefrit içinde puyan olan beşeriyet! Siz ne hepsiniz ne hiçsiniz her halde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz hakk-ı icaddan ve hakimiyet-i hakikıyyeden galibiyet ve malikiyet-i mutlakadan şüphesiz uzaksınız fakat inkar olunamaz bir hürriyet ve hakk-ı intihab ve talebiniz var. Siz hakim-i yegane ve malik-i mutlak olan Hak Tealanın nezd-i kibriyasında hicab ve huzura bürünmüş müşterek ve münferid vazifelerle tavzif edilmiş birer memursunuz . Onun vazettiği kavanin ve nizamat ile onun nasb ve tayin ettiği mevkileriniz onun halk ve emanat olarak tevdieylediği vezaif ve vesaitiniz nisbetinde bin-niyabe icra-yı ahkam edersiniz. Amiriyet Onun hakimiyet Onun malikiyet Onun tevfik Onun bütün zafer ve galibiyet Onun sizin hukukunuz da Onundur. Eğer Onun değilse hepsi yalan hepsi batıldır. Acaba sizin o kadar benimseyerek bütün tehalük ile atıldığınız metalib giriştiğiniz münazaat sarf ettiğiniz mesai duyduğunuz se niçin gönlünüzde batıla yer veriyorsunuz da şirklere sapıyorsunuz? Ne için hepiniz hakim-i yegane olan Hak Tealanın hakimiyetine ittibaetmiyor onu mabud tanımıyorsunuz da binlerce muhayyel mabudların arkasında koşuyor bütün nevinizle ıztırablar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız sizi sürükleyen bir emel bir başkasında arıyorsunuz? Niçin o imanı Cenab-ı Hakka hasr etmiyorsunuz? Niçin o ihtiyarı bu imana ve bu Hakimiyet hakkı tanıdığınız emanet ve emniyeti su-i bir birinizi ne kadar sevecek ne kadar rabıtalı sevimli kardeşler olacaksınız? Bilir misiniz sizin o kardeşliğinizden rahmet-i ilahiyye neler yaratacaktır? Siz müktesib olarak ne nimet görmüşseniz hep o iman-ı hakkın bahşettiği kardeşliğin o rahimiyet-i ilahiyyenin semereEnam Suresi vaş yavaş alışır ve ondan zevk almaya başlar. İnsan bu hakimiyeti ihraz edince hiç şüphesiz başkalarını geçer ve o vadilerde sahib-i salahiyet telakki olunur. Kuran-ı Kerimin gösterdiği bu yoldan başka bir yol takibiyle hayatın her hangi vadisinde ihraz-ı hakimiyete Eazım-ı ricalden her hangisinin hayatını tedkik ediniz. Hepsinin aynı vadide katettikleri muhtelif merahilin aynı olduğunu görürsünüz. Taliin ne elim bir istihzasıdır ki Kuran-ı Kerim size bu yolu takib etmenizi emr ettiği halde siz bu yolu terk ediyorsunuz. Her müslümanın hedefiŞahikaya Yükselmekolmalıdır. Başkalarını geçmek meyli insanın temayülat-ı gariziyyesindendir. Bu temayül hudud-ı meşrua dahilinde zabt edildiği takdirde büyük bir menba-ı hayır olur. Filhakika MüslümanlığınTevhid-i Bariakidesine o kadar ehemmiyet vermesinin başlıca sebeplerinden bir mantıkıyyesi bir insanın yaptığını diğer bir insanın yapmaya muktedir olduğudur. Hakiki bir muvahhid olmak metin bir kanaat sahibi olmak lazımdır. Resul-i Ekrem lisan-ı Kuran ile bu fikri telkin içinBen ancak sizin gibi bir beşerim.buyurmuş insanların müsavat-ı kamileyi haiz olduğunu ve bundan müstefid olması lazım geldiğini beyan etmiştir. Bir insan filan insanın yaptığını yapmaya muktedir olduğu şeyi yapamayacağına zahib olursa kelimenin hakiki manasıyla muvahhid değildir. Kuran-ı Kerim Resul-i azamın ihraz ettiği muvaffakıyat-ı aliyeden bahs ettikçe onun vesait ve vesailinden de bahs etmiştir. Bunu izah için bu ayet-i kerimeyi tedkik edelim: Muhakkak biz sana mebzul hayrı ihsan ettik. Öyle uzak kalan- senin düşmanındır. fakıyatından fil-i mazi ile bahs ederek bunların muhakkak bu muvaffakıyetlerin tarik-ı ihrazını da göstermiştir. Çünkü Rabbine namaz kıl kurban kesdeniyor. Demek ki namaz kılmak kurban kesmek Resul-i azam tarafından kazanılan muvaffakıyetin tarik-ı ihrazıdır. Bu ayat-ı kerimede müslümanlar için bilhassa her hangi suretle müslümanların irşadından mesul olanlar mürşidlere ihtiyac hissolunduğu halde birtakım sahte Bütün emelin hayır olsun. Fakat şunu bil ki hayır da bir hakim-i mutlak değildir. Zira onun şer denilen bir zıddı vardır; hayrın mukabili olan o şer madum-ı mutlak değildir. Hayır ve şerrin ikisinin de alem-i vücudda haktan birer hisse-i tecellileri vardır. Demek ki hayır şeriksiz münazisiz değildir. Yalnız hayır kudret-i zatiyyesiyle seni şerrin tecavüz-i eliminden tahlis edemeyeceği gibi yalnız şer de yine kudret-i zatiyyesiyle hayrın visal-i dil-firibinden menedemez. Hayrın hayır şerrin şer olmasında hakim olan Hak Teala olduğu gibi aralarındaki münazaada hakim olan da yine Hak Tealadır. Hayır veya şer ile senin aranda matlubun veya menfurun olacak visalin tahakkukunu bahş edecek olan da Hak Tealadır. Binaenaleyh hak hayırdan mukaddem ve ondan ziyade hakimdir. Hayra ermek şerden kaçıp kurtulabilmek için hükm-i hakkı istihsal etmeye mecbursun. Hakkı bilmeyen hayrı da bilmez hayrı bilmeyen şerden kurtulamaz. Binaenaleyh hayırdan evvel hakkı sev şerden evvel haktan kork. Çünkü sırr-ı ubudiyet bu muhabbet ve mehafetin muhassalasındadır. Şirkten halas ve tevhide vüsul de ancak vahid ve ehad olan Hak Tealanın hakimiyet-i mutlakasına iman ile mümkündür. Bütün hayır ve hikmet bundadır. Kuran hayatın her safhasında insanları felaha mutlaka nefsimizi milletimizi zamanın tahribkar tesiratından nasıl kurtaracağımızı gösterir. Suretül-kevser bizi feyz ü refaha isal eder. Böylece faaliyet-i beşeriyyenin hiçbir safhası yoktur ki Kuran-ı Kerim onu tenvir edecek nuru insanları her vadide şahika-i kemale yükseltecek ren merahil-i muhtelife sure-i Naziatda bu suretle beyan olunmuştur: Hayatın her hangi safhasında ihraz-ı hakimiyet evvel insan bir şeye sarılmalı ona müstağrak olmalıdır. Vehle-i ulada insan için bu müşkil olur fakat insan yaKevser Suresi tahakkuk edebileceğini anlamak istiyorsanız Kuran-ı Kerime müracaat ediniz. Göreceksiniz ki bunun en birinci sebeb-i tahakkuku başkalarına kendi malımızdan dünyevi şeyler nazarımızda kıymetini zayieder. Kuran-ı Kerim diyor ki: yaniSevdiğinizden Bütün dünyayı sarsacak kuvvetli bir heyet-i ictimaiyyenin teessüsüne hizmet edecek fezail bunlardır. İnsanda bir seciye vücuda getirecek fezail yine bunlardır. Hülasa Kuran-ı Kerim rifate kabiliyeti sırtlardan yüklerin kaldırılmasını ler. Fakat bu telakkiye riayet edenler pek azdır. Zevk ve elem gece ile gündüz gibi yekdiğerini takib eder. Bunları tecrübe etmeyen bir mevcud-ı beşeri yok gibidir. Hepimiz de tahsil-i zevke hahişgeriz. Hepimiz elemden kaçmak isteriz. Bu temayülden hiç birimiz müstesna değildir. Fakat hakiki huzur ve refah bu iki fani hisse zevk ve eleme la-kayd kalmaktadır. Felaketler ancak onlardan korkanlara elem bahş eder. Zevk de öyle. Ona mevuddur. Hakiki huzur-ı fikriden nasibedar olan bu bahtiyarlar bu seriul-zeval halatın fevkıne yükselirler zevk onları tehyic etmez. Elem onları mükedder etmez. En müdhiş felaketler en sermest edici zaferler onların fikirlerini sarsmaz. İrade-i ilahiyyeye inkıyad merhalesi budur. Hiçbir vakit unutulmamalıdır ki din-i İslam din-i fıtrattır. Mücadele-i hayat ıstıfa-yı tabii tesir-i veraset gibi kavanin-i tabiiyye erkeğin kadına birtakım sıfat ve kabiliyat ile mütefevvık olduğunu göstermektedir. O kadar ki erkekler hayatın her safhasında birçok büyük şahsiyetler yetiştirdikleri halde kadınların bu hususta ğildir. Tarih-i kadimin gösterdiği şekilde erkek en eski zamanlardan beri kadına hakim olmuştur. Bu pek eski mahkumiyet kadının bedeni ve seciyesi üzerinde icra-yı tesir etmiştir. Kadın ictimadin siyaset ve hatta fikir gerisinde kalmıştır binaenaleyh onu artık geçemez. Çünkü erkeğin inkişafı pek kadimdir. Kadının bu itibarla erkeğe hürmet etmesi lazımdır. mürşidler meydanı istila etmişlerdir. Nam kazanmak hiç şüphesiz meşrubir emeldir. İnsan fıtraten iki şey arzu eder. Biri kendini her yükten azade etmek diğeri nam ve şan sahibi olmak. Bu garizi temayüller insanları azim faaliyete sevk eder hatta bunlar faaliyet-i beşeriyyenin kaynakları addolunabilir. Fakat bunlar sui istimal edilirse riyakarlık gıybet taharri-i nekais istihza idlal gibi birçok rezail tevlid eder. Bu pek derin mesele-i ahlakıyye Kuran-ı Kerim tarafından münkasemdir: İyi ve fena. Kitab-ı Kerim ise ahlakın bu hürlerinin iyi ve fena olduğunu beyan etmiştir. Dinin yegane hedefi hayır ve şer hududunu tayin etmektir. şey olmazdı. nin hürmete nail olduğunu görmek ister. Fıtrat-ı beşerde meknuz olan bu iki müfid ihtiras insanı en yüksek ahlaka sevk eder. Bu iki arzu inşirah-ı sadr ile yani tehassüsatın da infak ile kabil-i terbiyyedir. İnsanın bil-ihtiyar iyilik etmesi sadrının inşirahı kendisini yüklerden kurtarmak namını şereflendirmek için lazımdır. Başkalarına kendi hesabımıza hizmet bu iki hedefin miftah-ı tahakkukudur. Kuran-ı Kerim ihsan ettiğimizden infak ederlernazm-ı celiliyle buna işaret etmektedir. Bundan maksadVüsat-i Tehassüsatvücuda getirmektir. Dar hisli bir adamı gözümüzün önüne getirirsek bu hakikat tavazzuh eder. Tehassüsatı pek dar olan bir adam için mucib-i elem olan bir şey daha geniş yürekli bir başkası için hiç haiz-i ehemmiyet olmayabilir. Bir çocuğun iki para etmez bir oyuncağın ziyaı çocuğun dar-ı kalbini rencide eder. Halbuki bu çocuk büyüdüğü zaman azim bir ziyaa miknetle tahammül eder. Bu suretle vüsat-i sadr huzur-ı fikri temin eder. olur. Kuran-ı Kerim bu hakikati beyan için Peygambere hitaben diyor ki:Biz senin göğsünü açmadık mı belini çatırdatan yükü kaldırmadık mı senin namını yükseltmedik mi?Bu birkaç ayet-i kerime cihan kadar hikmeti muhtevidir. Yüklerimizin kaldırılması ve namımızın yükselmesi . vardır.Alman feylesofu müteakıben kadının gerek fikri gerek medeni büyük işler görmek için yaratılmadığını beyan ediyor ve kadının deyn-i hayatı yaptığı işlerle değil gebe kalmak çocuk yetiştirmek zevcine itaat etmek hususunda çektiği eziyetle ödediğini ilave etmektedir. Tabiat kavanin-i iktisadiyyeye riayet eder. Müennes bir karınca doğurduktan sonra nasıl kanatlarını zayi eder kadınlar da birkaç çocuk doğurduktan sonra güzelliklerini zayiederler. Bir erkeğin kuva-yı akliyyesi yirmi sekiz yaşından mukaddem kemale ermez. Halbuki bir kadın on sekizinde kemale erer. Bundan dolayıdır ki kadın bütün ömründe çocukluğunu az çok muhafaza eder. Hiçbir din hiçbir müessese-i ahlakıyye veya ictimaiyye tabiati ihmal edemez. Hıristiyanlık aleminin asri kavanini temayülat-ı fıtrıyyeyi ihmal ettiğinden asrımızda müşahede ettiğimiz ihtilaller hoşnudsuzluklar ve ahlaksızlıklar vukubulmaktadır. Bundan başka Müslümanlıktaki kavanin-i ictimaiyye ve adat hakaik-ı fıtrıyyeye riayet etmekte olduğundan Çok yakın zamana kadar İslam aleminde hiçbir kadının kocasız kaldığı görülmezdi. Müslüman kadınları bir şey addetmezler. Müslüman kadınları hayatta erkeğe rekabeti bir şeref tanımazlar. Bil-akis ensal-i müstakbelenin kanını temiz olarak muhafaza etmekle evlerini yüksek ve en asil vazifeyi ifa ettiklerine kanidirler. makla beraber dini bir mahiyeti haizdir. Müslümanlar Allahın emriyle zevcelerini taleb ederler. Allahın emriyle sonra red zat-ı kibriyaya karşı hürmetsizliktir. ğu ehemmiyete mebni hayat-ı diniyye de nazar-ı itibara alınması icab eder. İzdivac bir müessese-i diniyyedir. Binaenaleyh dini bir surette mevzu-ı bahs olunmalıdır. Aksi takdirde erkeklerle kadınların arkadaşlığı hayvanların birleşmesinden farksız kalır. Kuran-ı Kerim erkeklerin kadınlara su-i muamele etmelerini hatta kadınlarından memnun olmadıkları takdirde onlardan ayrılmamalarını çünkü bunda da bir hayır olması muhtemel olduğunu beyan eder. İnsan ne mahiyette olacağını bilemez. Binaenaleyh zevcesine karşı hissettiği ve muvakkat olması pek muhtemel olan bir adem-i hoşnudi dolayısıyla kadınların tatlik olunmaması emr olunmaktadır. Hepimiz biliyoruz ki kadın aylarca hamile kalarak taşıdığı yavruyu kendi dem-i hayatıyla gıda-yab eder. Bu sıralarda kadın zor bir iş göremez. Hiç olmazsa bu aylar zarfında bu ıztırab elem ve zaaf devrinde zevcinin muavenetine muhtacdır. Kadının teşekkülat-ı bedeniyye itibarıyla da erkeğin ma-dunu olduğu tahakkuk etmiştir. Kadının dimagı daha hafif kalbi daha küçüktür. Belki erkeklerle kadınlar ler. Fakat erkeğin uzun bir zaman kadına tahakkümü hususta kadının ma-fevki yapmıştır. El-haletü hazihi erkek kadından daha kuvvetlidir. Faaliyeti hayatiyeti kudreti itibarıyla kadına faiktir. Bedeni akli kuvveti kadınınkine nisbetle daha mütehammildir. Erkeğin dehası da daha fazla inkişaf etmiştir. Eflatun Aristo İbni Rüşd Gazali İskender Nevton Buda Musa Ömer erkekler arasından yetişmiştir. Fahr-i Kainat erkektir. Bu güne kadar en büyük dehalar erkekler arasından yetişmektedir. Erkek binlerce senelik inkişaf esnasında böyle birtakım kabiliyetleri yükselttiği gibi birtakım rezaili de dan çok fazla insan kanı dökmüş daha çok hayvanları ezmiştir. Erkek kadından daha ahlaksızdır. Daha fazla takyid etmek pek müşkil olur. Bir kül olarak heyet-i lamak sayesinde hem-aheng olur ve yükselir. Kadın birkaç noktada erkeğin faikıyetini erkek de başka noktalarda kadının faikıyetini tanımalıdır. Müslümanlık bu farkı tanıyor ve bundan dolayı Kuran-ı Kerim diyor ki: Müslümanlık aileyi geçindirmek onun istirahat ve refahını temin etmek vazifesini erkeğe tahmil etmiştir. Kuran-ı Kerimin beyan ettiği kavanin-i veraset bu farkı gözetmiş hukuki mesailde ifa-yı şehadet hususunda bu farkı ihmal etmemiştir. Kadınların cins-i zaif olduğu Hazret-i Muhammed tarafından kabul edilmiştir. Çünkü mukteza-yı fıtrat budur. Şopenhavr der ki:Kadınlar kuvvetlerine değil hünerlerine güvenirler. Bundan dolayıdır ki onların hile yapmak için bir kabiliyet-i gariziyyeleri olduğu gibi doğruyu söyleme[me]ye gayr-ı kabil-i imha bir temayülleri Bunların hepsi güzel. Fakat bir kere Masonların beyanatını gözden geçirelim; Masonluğun makarr-ı faaliyetine localarına girelim; ihvanı iş başında görelim; hiçbir bir hükumet-i ruhaniyyenin usul-i teşrifatisine merbut olan adi insanların anlamayacağı bir lisan ile konuşan; esrar-alud harfler kullanan bu zevatı müşahede edelim. Her halde hiç olmazsa bu manzaranın hayret-amiz olduğunu beyan etmekten men-i nefs edemeyiz. Hiçbir kimseyi cerh etmeyi arzu etmemekliğimize rağmen bütün bu şeylerin bir maksad-ı hafiyi setr etmek kasdıyla yapılmamışsa ciddi bir adamı alakadar edecek bir mahiyette olmadığını da söylemekten vaz geçemeyeceğiz. Siyasiyatta olduğu gibi Farmasonlukta da ihtilalci olan Filiks Peyat bütün bu tezahüratıAbes Hurafe kelimatıyla tavsif etmişti. Biz ise hakaikı akl-ı selim erbabına arz etmekle iktifa edeceğiz. Akl-i selim hükmünü versin. Herkes bilir ki müteaddid Mason teşkilatı vardır: Mısrayimİskoçya Gran Oryan ve daha başkaları.... Bunlardan her birine mensub olanların üç derece-i esasiyyesi vardır. Şakirdan rüfeka ve üstadlar. Farmason olmayanlarAditesmiye olunur. Bundan maada her mahfelin derecat-ı aliyyesiyle esrarı vardır. Belçikada ve Fransada İskoçyalı mehafil ile Gran Oryanın otuz üç derecesi vardır bunların arasında: On beşlerin müntehab-ı mübecceli ulvi kahraman müntehab şahane yay Taber nakıl prensi Remzi locaların üstadı Nuhun muakkıbları esrar-ı şahanenin ulvi prensi.... ilh. Mısırlı Mısrayimin derecesi vardır. Bunlardan şunları zikr edelim: Akl-ı evvel akl-ı sani güneşin kahramanı yıldızların kumandan-ı azamı şehinşah ... ilh. Farmasonların derecat ve esamisi böyledir. Her derecenin önlükler peştemaller pusulalar murabbalar kordonlar altun güneşler ve saire. Bu gibi meratib derecat ve işarat ancak gururu okşayan birtakım oyuncaklardır ki Farmasonlar tarafından bu kadar ihtimam ve inhimak ile kabulü nazariyye-i müsavatı pek yüksekten müdafaa eden bu adamları pek çirkin bir girive-i tenakuza düşürüyor. Bu mülahaza bazı Farmasonlar tarafından da ileri sürülmüşse de katıyyen fayda-bahş olmamış ve bunlar bütün füsun ve kuvvetiyle o ukala-yı izamı teshire devam etmiştir! Kuran-ı Kerimin teblig ettiği kavanin-i izdivac en güzel ve en tabii kavanindir. Kadınların hukukunu sıyanet için izdivac akdi esnasında hiç olmazsa iki şahid bulunması lazımdır. Tarafeynin rızası mutlaka lazımdır. tedir. Zevce olacak kadına bir mehir tayin etmek onun Mehrin tayini rıza-i tarafeyne vabestedir. Muayyen bir mikdar tesmiye olunmadığı takdirde aynı seviyede olanların verdikleri nazar-ı itibara alınarak bir mehir tesmiye olunur. Mehir çok müfid ve çok mühim bir şeydir. Bundan kadınlar yalnız malen istifade etmekle kalmazlar onunla talaka karşı mühim bir mania koymuş olurlar. Onunla erkekler izdivac ve talak ile oynamaktan feragate mecbur olurlar. Kavanin-i Museviyyeye nazaran bir peder kızını evlendiriyorken kızla beraber bir mikdar para da tediye ettiği halde kavanin-i İslamiyye mehir itasını erkeğe tahmil etmiş mehri kadının malı yapmıştır. Bu suretle ya müeddi olan ahval husul bulursa kadın için istinadgah teşkil edecek bir şey bulunmuş oluyor. Farmasonluk bütün insaniyeti ıslah ve tenvir ettiğini ve edeceğini muhteşem nutuklarla hayret-bahş medayihle karmaya gayret edeceğiz. Masonlara aid gazeteler ve kitaplarla vesikalarda tesadüf olunan ihtişam lisan-ı bi-nazir bir derecededir. Mesela Farmasonlar:Farmasonluk mukaddestir bütün Ve ona hitabenEy mukaddes Farmasonluk cümlemiz adil insaniyet-perver ve rahimiz. Mükemmel bir Farmason birinci bir insandır.diyorlar. Farmasonların ziyafetlerinde tekrar olunan kelimatFarmasonların ihraz ettikleri fazilet ve nur ile en birinci insanlardan olduklarını takrir edip duruyor. Onlarca Farmasonluğun haricinde yaşayan insaniyet karanlıklara batmıştır; Farmasonluk bütün maarif-i insaniyyeyi camidir; bütün hikmeti bütün kemali bütün fazileti bütün felsefeyi Farmasonluğun mabedleri telkin ediyor!... - ceza-yı hiyaneti görerek ibret-bin olsun. Daha sonra vücudum ateşlere atılsın yansın ve küllerimi ruzgarlar savursun. Biz şimdilik böyle bir kefalete lüzum gösterenEsrar-ı Masoniyyenin cevfinde ne olduğunu sormayacağız. Fakat akıllı bir adamın bu kadar korkunç bir kasemi bizzat aleyhinde nasıl kabul ettiğine hayret ediyoruz. Maamafih bu kasemlere rağmen bizzat Farmasonların beyanatındanalem-i adiFarmasonluğun esrarına vakıf oluyor. Farmasonluğa dahil olmak isteyen bir tilmiz evvelaHücre-i Teemmüle idhal olunur. Burası karanlıktır. Ancak bir kandil ile münevverdir. Duvarlar siyah boyalı ve cenaze resimleriyle örtülüdür. Yeni aza kudemanınAnasır-ı erbaasındangeçmeye mecbur olduğundan evvela buradan unsur-ı türabiden geçer. Burada ancak bir kefen içinde bir kadid vardır. Duvarların üzerindeKorku hissediyorsan fazla ilerileme. Devam edersen anasır ile tathir olunacaksın. Gayya-yı zalamdan kurtulacaksın nuru göreceksinibareleri yazılıdır. Tilmiz burada muayyen bir zaman bekler sonra üç suale tahriren cevap verir ve arzusunu beyan eyler. Bir cihetten verdiği cevaplar locada mütalea olunuyorken diğer cihetten gözleri bağlanır ve locaya gireceği kıyafete sokulur. Yani başı açık kollarıyla göğsünün sol tarafı ve sağ dizi üryan! Bundan sonra üç seyahat başlar. Ve hava su ve ateş anasırından geçilir. Birinci seyahat birçok müşkilat ile icra olunur. Tilmize Eğilderler ve dar basık bir yoldan geçirirler. Sonra Atladerler. Ve birçok hendeklerden atlatırlar. Sonra Sağ ayağını kaldırderler. Ve mürtefibirtakım tepeciklere çıkarırlar. Sonra bir dahaEğilderler. Böylece tilmizi nasıl bir yoldan geçtiğini anlamayarak götürürler. NihayetNihayetsiz merdiveneisal ederler ve müteakıben salıncağa koyarlar. Bu seyahat esnasında gök gürlemesine fırtına kasırga seslerine müşabih gürültüler yapılır. Bu seyahatin hitamında tathir-i hevai hasıl olur. kılıç şakırtıları işitir. Badehu onun mürşidi elini üç kere suya batırır. Üçüncü seyahatinde tathir-i nari seyahatidir ki sükunet Ba’dehu tilmizeAcı şarabıtakdim ederler ve mürşid abus bir sesle: Farmasonluğa kabul edilen her adi adam artık kendisine sahib değildir. Nefsinin amiri efendisi değildir der. Bundan maada her locada Hiyeroglifi harfleriyle mahkuk ve manası ancak koyu Masonlarca maruf bir mührün bulunduğu rivayet olunuyor. Bu mühür Yukarıda beyan ettiğimiz üç mahfeli teşkil eden cemaatlerin her birine loca denilir. Bunların bazılarını tadad edelim: Locaların derecatı müteaddiddir: Mübeccel Pek Muhterem Fedakar Kardeş Müdhiş Kardeş Müfettiş Kardeş Büyük Mütehassıs Büyük Hatib İhtifallerin Reisi ilh. raporlarında tesadüf olunan elkabın kaffesi böyle muhteşem ve muazzamdır çünkü FarmasonlarınAdilerin lisanından ayrılan bir lisan-ı mahsusu vardır. Bunun için bir Farmasonun nutkuMimariden bir parçadır Farmason yemek yemezGeveler; onun kadehi kadeh değil birTop; onu bıçağı birKılıçtır. Bir loca ictimalarını bitirmezUyutur. Bir Farmason beyannamesi bir Tahtabir Farmason raporu birTaslaktır. Farmasonun alkışıBataryadır ve ziyafetiMasa işidir. masa işleri alkışlar ... ilh. Bütün bunları Mason mehafilinde en dakik tafsilatıyla tanzim edilmiş ve her Mason tarafından kemal-i dikkatle tetebbuedilmiştir. Bu ciddi adamlar bu aile pederleri bu muhterem tacirler bu dava vekilleri mahkeme reisleri gayur cemiyetler azası derecelerine aid talimat ile saatlerce uğraşarak mahfillerinin o evamirini ezberlerler işaretlerinin sırrını anlarlar ve böylece Farmasonluğun ibadetini ifa etmiş olurlar. Beşeriyeti tenvir ve ıslah ile hurafattan kurtarmak daiyesinde bulunan bu adamların heykelleri mezbahları kurban veren papasları tamidleri ve rumuzu var! Fakat biz onların cemiyetine biraz daha iman-ı nazar edelim. Bir insan nasıl Farmason olur? Nasıl onların lisanlarıyla konuşabilir? Onların nurunu nasıl iktibas edebilir? Farmason ayinlerine aid eserlerde öyle manzaralar dehşetler kasemler korkular müşahede ettik ki hakikaten harikulade bir şeydir. Evvela yeni bir azanın bir arkadaşın tahlifi bervech-i atidir: Farmasonluğun hiçbir sırrını bir işaretini bir kelimesini bir itikadını ifşa etmeyeceğime yemin ederim. Yeminime hanis olduğum takdirde ateşte kızarmış bir demirle dudaklarımı yaksınlar ellerimi kessinler dilimi parçalasınlar boyunumu vursunlar; yeni bir kardeşin esna-yı kabulünde cesedim locada asılsın da herkes uzun izahatta bulundu. Vatanın verdiği izahata göre bu baloTürkiye Farmason Teşkilatınamına verilmiş ve çok büyük rağbet görmüş. gazetesi baloda bulunan yüksek rütbeli bir Farmasonun Farmasonluğun tarihçesi ve umdeleri hakkında verdiği malumatı da derc ediyor. Bu izahata göre Türk Farmasonları İskoçya Farmasonlarına mensub imişler. Türkiyede Masonluk pek eski imiş. Devr-i Azizide yeni bir istikamet açan ve Sultan Muradı tahta çıkarmak için uğraşan zevatın Farmasonlar olduğu muhakkak imiş.İstanbuldan başka Selanik Üsküb Beyrut Şam ve Halepte de ecnebi Farmason mahfilleri açılmış. Meşrutiyeti müteakıb milli Farmasonluk teşkilatı kurulmuş ecnebi mahfillerinin kapanmasına teşebbüs edilmiş. İngiltereden maada bütün ecnebi Farmasonlar teşkilatı buna zahir olmuşlar hepsi yeni Türkiye maşrık-ı azamını tanımışlar.O vaateşte kızdırılarak tilmizin vücuduna basılıyor ve nakabil-i Bundan sonra yemin etmek zamanı gelir. Bütün ri çözülür ve Mübeccel der ki:Bütün kılıçlar sana havale edilmiştir. İyi bil ki hepimiz Farmasonluğun fedakaranıyız ve her birimiz haini cezalandırmaya hazırdır. Bu merasim de bittikten sonra tilmiz mezbaha götürülür. Orada eline açık bir pusla verilir ki puslanın bir ucu göğsünün sol tarafına müteveccihtir. Sağ eli de kılıcın üzerindedir. Tilmiz mezbahın basamaklarından birinin üzerine dizini koyar ve yemin eder. Bunu müteakıb muma ileyhe Farmason olduğu beyan edilerek eline bir eldiven ile bir önlük verilir ve bunları en hürmet ettiği bir kadına vermesi söylenir. Böylece Farmason zulmetten nura vasıl olur! Dünyada birçok ciddi ve akıllı adamların bu gibi cinnetlerle uğraşması bu gibi cinnetler için dinini bırakması Halikını inkar etmesi ne kadar elim bir şeydir!... Farmasonluğun bu sırları meydana çıktıktan sonra Farmasonluk felsefi iddialarda bulunan bir cemiyet midir? Yoksa bir din midir yahud bir ibadet midir? Öyle olsa bütün bu merasime ne lüzum var?... Yoksa Farmasonluk bu merasim ile makasıd-ı hakikisini gizleyen bir cemiyet midir? En makul olan budur. Çünkü Farmasonluğun rumuzu ve bunların esrar-alud izahatı öyle ilim ve nura götürecek bir mahiyeti haiz olmadığı katıyyen aşikardır!.. Maamafih bu teşebbüsata belki başka bir saik daha vardır. Bir İtalyan ihtilalcisi diyor ki:Bütün bu merasimden maksad Farmasonların iradesini zekasını ve hürriyetini takviye etmektir. Farmason piştikten sonra cemiyet-i hafiyyeye dahil olur ki Farmasonluk bu cemiyet-i hafiyyenin kapıcısı mesabesindedir. Öyle ise tedkikimize devam ederek asıl bu noktayı tenvir edelim. Kanunisani akşamı verileceği ilan olunanTürkiye Maşrık-ı Azamı Balosuo gece mutantan bir surette verildikten sonra ferdası intişar eden bazı gazeteler kapalı bir tabir olanMaşrık-ı Azamyerine herkesin anlayabileceği Farmasonlarkelimesini kullandılar baloya dair tafsilat verdikten başka Farmasonların alametleri akide ve umdeleri hakkında da izahatta bulundular. gazetesi büyük yazılarlaTürk Farmasonluğunun İlk Umumi Tezahürüserlevhası altında Farmasonluğa dair ğer bazılarında yalnız kalın kurdelalar vardı. Bu miyanda Katib-i Adillerden Servet Bey iri karnını tamamıyla kapayan muazzam ve sırmalı bir işaret taşıyordu. Polis Müfettişlerinden Said Darul-fünun Tıbb-ı Adli Müderrislerinden Edhem Akif tüccardan Hüsameddin Beyler ve diğer bazı zevat bu alamatı taşımakta idiler. Bir jandarma binbaşısı Maşrık-ı Azam Balosunun hadimlerinden idi. İstanbulda feran Masonların en büyük memuru olduğu rivayet edilen Doktor Besim Ömer Paşa Sabık Darul-fünun Emini baloda pek az oturmuş; Cavid Cahid Necmeddin Molla ve diğer bazı beylerin hiç gelememesi gelenler arasında teessürle yad edilmiştir. rikayı talik etmişti. Maamafih dün boynunda alamet taşıyanlardan çoğu üçüncü dördüncü derece mensubinden Sabık Defterdar Raşid Bey genç çiftlerin danslarını hararetle seyretmiştir. Şehremini Emin Bey pek az kalmış ve yeni öğrendiği dansın tecrübelerini göstermiştir. Cazband bila-fasıla devam etmiş danslar dansları takib etmiş; gece yarısından sonra saat üçte yemeğe oturulmuş ve arkasından sabaha kadar yine dans edilmiştir. gazetesi deMaşrık-ı azamın ne olduğu ve bu baloyu niçin verdiğinitedkik ediyor diyor ki: Türkiye maşrık-ı azamı evvelki akşam Pera Palas otelinde bir balo verdi ve bu balo vesilesiyle maşrık-ı azam terkibi ilk defa olarak Türkçe matbuata intikal etti. birçok kimselerin üzerinde tevakkuf edeceği bu terkib neyi ifade ediyor? Maşrık-ı azam ne demektir? Evvela bizce mechul olan bu ünvanın manasını tayin edelim: Öteden beri Türkiyede bir Mason Cemiyeti olduğunu ne olduğunu pek çoğumuz bilmeyiz. Maşrık-ı azam Türkiye Masonluğunun muhtelif kümelerine mensub murahhaslarından müteşekkil bir heyettir. Her ictimai teşkilin nasıl muhtelif kademeleri varsa Türkiye Masonluğunun da pek tabii olarak böyle birtakım derecatı mevcuddur. Ve bu dereceler ilerileye ilerileye nihayet müz maşrık-ı azam ünvanlı teşekkülde nihayet bulur. Maamafih Masonluğun memleketimizde ilk tezahürünü son balo münasebetiyle tecelli etmiş telakki etmek yanlıştır. Bundan daha evvel Musevi ve Rum Mason kümeleri tarafından Beyoğlunun muhtelif mehafilinde bu gibi aleni ictimalar tertib edilmiş müsamereler verilmiş fakat umumi bir akis yapamamıştır. Söylenildiğine nazaran Türk Masonluğuna mensub oldukça kuvvetli bir kitle bu ibhamın izalesi lüzumuna kanaat hasıl etmiş ve teşekkülün -bu neden bilmeyiz?kitten beri Türkiyede Farmasonların faaliyeti devam etmekte imiş. Farmasonluk öyle bir müessese imiş ki dünyanın aksam-ı mütenevviasında beşeri faziletleri Bu hususta memleket ve din ayırmazmış. BirSani-i Azam-ı Kainatkabul edermiş. Taharri-i hak ve hakikat mücadeleyikendisi için gaye edinmiş ... Balo sabahlara kadar devam etmiş ve Farmason mahfillerinin teşkilat-ı hayriyyesi için yedi sekiz bin lira hasılat olmuş. gazetesi de bu balo hakkında şu izahatı verdi: Dün gece Pera Palasta pek mükellef ve pek mutantan bir balo verilmiştir. Bu balo Maşrık-ı Azam serlevhasını taşımaktadır ki yalnız şehrimizdeki Farmasonlara aid bulunuyordu. Saat ondan itibaren Pera Palasın kapısı bir mahşer halinde idi. Yüzlerce otomobil kapının önünü istila etmiş geçilecek yer kalmamıştır gelenler hep smokinli zengin mükellef zevat idi. Bunların kısm-ı azamına göz kamaştırıcı tuvaletleriyle hanım veya madamlar refakat ediyorlardı. Pera Palasın medhaline girdikten sonra misafirlerin karşısına sabık Maliye sermüfettişi Kazım Bey çıkmıştır bu zatın boynunda ve ismokininin altında kalın işlemeli bir atlas vardı. Vaktiyle huzur hocalarının taşıdıkları yeşil atlastan daha büyük olan bu işaret gelenlerce malum duğu zevattan da bir şey öğrenememiştir. Beş altı yüz kişiden mürekkeb muazzam bir kafile salonu istila etmiştir; mütemadiyen terennüm edilmiş; cazbanda raks ile iştirak edenler kımıldayacak yer bulamamışlardır. Bu kalabalığın içinde herkes işaretli idi. Bu bir kurdela ve bunun ucunda ay işareti bulunan nikel bir madalya bulunuyordu. Bazısında ise yelek üzerine boynundan itibaren takılmış kalın bir kurdela vardı. DiSEBILÜRREŞAD - - hudidir. İngiliz hükumetinin damarlarına hulul ederek dünya petrol piyasasına hakim olmuştur. Yahudiler Amerikada matbuata da hakimdir. Meşhur Vilsonun Luid Corcun Klemensonun müşavirlerinden ekserisi Yahudidir. Bu kavim kendi menfaatine uygun bir surette İngilizleri Amerikalıları oynatmaktadır. İki bin seneden beri hükumetsiz yurdsuz Süleymanın yıkılmış mabedi önünde her Cumartesi günü ağladılar. Nihayet arz-ı mevuda kavuştular. Bir hükumet tesis ettiler. Bu gün orasını idare eden Samuel İngiliz Yahudisidir. mür demir madenlerinin ekserisi cihanın en zengin vapur kumpanyaları keza bunların ellerindedir. Alman ordusu Almanya asil-zadeganı Almanyanın Hohenzollern Avusturyanın Habsburg hanedanına hakim olanlar Yahudilerdir. Avusturyada da yine bu millet hakimdir. Romanyada bulunan petrol ocakları bu kavmin rada dini müesseseleri mevcuddur. Dünyada mevcud Mason cemiyetleri Yahudiler tarafından yonları hepsi bunların ellerindedir. Yahudiler Ruslardan gödükleri zulmün acısını kat kat almıştır. Para sayesinde mücevherata yüksek rütbedeki zabitlere bankalara hakim olmuştur. Neticesinde Bolşevizm tehlikesini meydana çıkarmıştır. Bu gün Bolşevizm Yahudidir. Rus büyük memurları dir. Bununsi Yahudidir. Mütebaki kalan yüzü halis Rustur. Troçki de Yahudidir bugün Sosyalistlerin başı olan Karl Marks da Yahudidir. Bütün ihtilallerde Yahudi zekası Yahudi kafası vardır. Müfrit dindar olan Yahudiler Rusyada dini ortadan kaldırmışlardır. Bu gün Rus papaslarına gülmektedirler. Mısır pamukları Kap elmasları hepsi Yahudilerin elindedir. Son asırda yetişen feylesofların alimlerin ekserisi Yahudidir. Bazı Darul-fünun talebe ve talibatının Macarlı Darulfünunlularla birlikte mekteplerde Beyoğlunda otellerde barlarda birlikte dans etmelerinden mütevellid dedi kodular bu hafta bütün İstanbul matbuatını ve mehafilini doldurdu. Bilhassa İspilandid barında vukua gelen hadise ortalığı alt üst etti. Gazetelerin verdiği ma’lumata göre Darul-fünun talebesi namına Tokatlıyan otelinde Macar misafirlere verilen ziyafetten sonra Macar ve hususiyetleri yine kendi azası arasında hafi kalmak gazetesi baloda üstad-ı azam rütbesini taşıyan Katib-i Adil Yesari-zade Servet Bey olduğunu sabık üstad-ı azam da Darul-fünun Emin-i Sabıkı Besim Ömer Paşa olduğunu kayd etmiştir.: etmiş yalnız meydana çıkan bu teşkilatın ve akd edilen ictimain Cemiyetler Kanununa tatbik edilip edilmediğini sormuştur. Fakat bu sual cevabsız kalmıştır. Fil-hakika şimdiye kadar bir cemiyet-i hafiyye halinde olan bu teşekkül yine cemiyet-i hafiyye halinde midir yahud Cemiyetler Kanununa tevfikan teşkilat ve akd-i Farmasonluk fevkal-kanun bir teşkilat mıdır? Dünyada Mevcud Yahudi Kavmi Hakkındabu hafta Darul-mualliminde Muallim Cevdet Bey tarafından verilen konferansı gazetesi neşretti. Şayan-ı dikkat olan bazı noktalarını hülasaten biz de naklediyoruz: Yahudilerin cihandaki mevkilerini kolaylıkla anlayabilmek kifayet eder. Bu kavim Çin Türkistan Rusya Almanya Holanda Belçika Fransa İngiltere Amerika: Şimali ve cenubi Amerikada bulunmaktadırlır. Zikr ettiğim bu yerlerde Yahudi hakimiyeti bütün şiddetiyle hükümrandır. Bu gün New Yorkun elbise imalathaneleri satış piyasaları zengin bankaları şimendüferleri Yahudiler elindedir. Yahudilerde asıl olan menfaat ve hiledir. Bu gün Kaliforniya madenlerine Yahudiler sahibdir. Cihanda bu kavmin fikrine müracaat edilmeden işler mihverinde yürüyemez. Meşhur Baron Roçild de YaSEBILÜRREŞAD - - doğurmakta hayli mühim bir rol oynadığını o zaman gençlerin heyecanıyla oynayarak alkış toplayanların bu günün yegane kabahatlileri olduğunu söylemekten kendimizi alamayacağız. Vaziyet çok şayan-ı dikkattir. Şirazeye arız olan bozuntu bir parça daha genişleyecek olursa arkası inhilaldir. Binaenaleyh irfan-ı milli namına rica ederiz: Bu işi daha ehil ve salahiyetdar ellere tevdietsinler! gazetesi diyor ki: Bu hadise bardağı taşıran damladan başka bir şey değildir. Son damla fazla gelerek bardak taşmıştır. Önümüzdeki hadise bir Darul-fünun meselese değildir; alelumum mekteplerimizin hayati meselesidir. Alelumum mekteplerimizde anarşi vardır. Bu miyanda Darul-fünunun haiz olduğu muhtariyet ve saire gibi ali hukukun ciğeri beş para etmez süslü kelimelerden ibaret olduğunu müsaade buyurunuz da irfan aşıkı bir Türk ferdi olarak burada açıktan açığa ben ilan edeyim. Henüz müderrisleri alafranga tabiri ile formaMüteşekkil olmayan bir müesseseye Darul-fünun ünvanını vermek ve sonra bu ünvanın kanadı altına sığınarak ve yüksek sözler söylemek ve bala-pervazlık etmek elbette doğru bir şey değildir. Kabul ve ilan etmekteyiz ki Darulfünun da haric olmadığı halde bütün mekteplerimizde hüküm-fermadır. İrfan müessesatımızda idare heyetleri ve talim ve tedris heyetleri kadar talebe de ne yaptığını bilmiyor. Talebesi Anadoluya gönderiliyor diye günlerce gazetelere sermaye olmakta bulunan Kuleli Mektebinin halindeki fecaat nedir? Darul-muallimin mekteplerinin gazetesi diyor ki: tedir. Dans kadın ve içki gibi aile hayatıyla sıkı surette alakadar mesail etrafında hasıl olan karma karışık fikirler ve telakkiler memleketin en kesif bir tabakası içinde ukde-i kalbiyye olmaktadır. Ne oluyoruz? Ne olmak istiyoruz? Nereye gidiyoruz? Ne yapmak istiyoruz? Herkes anlayamamaktan dolayı muztarib bulunmaktadır. diyor ki: Milli hayatımızın muhit-i safına girenBarlar yani asri meyhanelerde hadiseler biri birini vely ediyor. Bu defaki bar hadisesi diğerlerinden daha müessiftir. Çünkü bütün ümid-i istikbalimiz olan Türk gençliği çirkin bir taşkınlıkla bu hadiseye sebebiyet vermiştir. Türk gençleri saat on birde İspilandid oteline gitmişler. bu kafile otelde ber-mutad sabaha kadar dans etmek arzu ettiklerinden İspilandide gelir gelmez kendilerine muhassas bulunan geniş salona geçmişler. Gençler salona dahil olunca yabancı bazı zevatın birkaç masa işgal etmekte olduğunu görmüşler. Hanımlar ve beyler yabancılar arasında dans edemeyeceklerini ve eğlenemeyeceklerini söyleyerek bunların salonu terk etmeleri için lemeyeceğini ilave etmiş. Bu sırada salonda tecemmueden Darul-fünunlu hanımlar ve beyler yüksek sesle yabancıları dışarı çıkmaya davet etmişler. Salonda aileleriyle birlikte bulunan ecnebi zevat bir rezaletin çıkmasına maniolmak Komisyonu Reisi ve İsveç murahhası bu ısrara atf-ı ehemmiyet etmemiş ve salondan çıkmasına hiçbir sebeb mevcud olmadığını söylemiş. Bunun üzerine ortada müdhiş bir kargaşalık husule gelmiş. Tabaklar kadehler kırılmaya bastonlar sallanmaya ve masaların üzerinde bulunan eşya havada uçmaya başlamış. Lokantada müstahdemini de müdahale etmişler ve vakanın büsbütün elim ve fecineticeler vermesine sebeb olmuşlardır. Hizmetçilerden bir madamın savurduğu bir tabak ile Darul-fünun talebesinden bir efendi başından mecruh olmuş. Lokanta direktörü de başından mecruh düşmüş. Talebe nihayet İsveç murahhası Baron Vanletidin kolundan tutarak cebren salondan dışarı çıkarmış... Bazı Darul-fünunlu hanımların ve beylerin böyle Beyoğlularında eğlence mahallerinde dans etmeleri saika-i sekr ile hadiseler çıkarmaları umumi bir takbiha maruz kaldı. gazetesi diyor ki: Beş on günden beri İstanbul matbuatı Darul-fünun hadiseleri namı altında bir silsile-i vekayineşredip duruyor. Her sabah halecan ve endişe ile elimize aldığımız gazetelerde Darul-fünun gençlerinden bazılarının taşkınlıklarına dair sütun sütun yazılar okuyoruz. Bunların mamak mümkün değildir. Kısa ve açık söylüyoruz: Bu günün hadiselerinden tevellüd eden ve edecek olan bütün mesuliyet bir zamanlar talebeye yaranmak için zemane-perest bir terbiye sistemi takib etmiş ve kolay bir şöhret hatırı için vazifelerinin vakar ve ciddiyetini çiğnemiş olanlara aiddir. Maziyi karıştırmaktan ne kadar çekinirsek çekinelim son tramvay hadisesinde talebenin heyet-i müdireden gördüğü müsamaha ve teşvik bu gün o yüksek müessese-i irfana sokulan kabadayı zihniyetini Bütün ananat ve mümeyyizat-ı milliyyeyeTaassub diye hücum ettiler. Müslüman kızlarının tiyatro sahnelerine çıkarak aktrislik etmeleri umumi mahallere giderek dans etmeleri mahremleri olmayan birtakım delikanlılarla diyar-ı ecnebiyyeye giderek eğlenmeleri hoş görüldü. Adeta teşvik edildi. Fakat akıbet felaket-i ictimaiyye yüz gösterdi. Rezaletler yekdiğerini vely etmeye başladı. Efkar-ı umumiyyeye artık bu münasebetsizliklerden usanç ve iğrenç geldi. Şimdi bu hallere sebebiyet verenler efkar-ı umumiyyenin tazyikı karşısında kaldıkları cihetle kabahati çocukların üzerine yükleterek işin içinden sıyrılmak istiyorlar. Fakat en büyük mesuller mürebbiler ve rehberlerdir. Bu ictimai anarşinin tohumlarını ekenler onlardır. Şimdi biçtikleri de ancak o ektiklerinden başka bir şey değildir. Her gün her dakika çocuklara kızlara karşıYıkın şu taassubu maziden gelen ne varsa altını üstüne getirin!denildi. İşte onlar da bundan başka bir şey yapmadılar. Şimdi bu neticeleri tabii görmek iktiza etmez mi? Bir Darul-fünun emini Darul-fünunluların dans etmelerini tabii görürse dinin kabul etmediği şeyleri biz yaptık diye iftihar ederse bir Maarif Vekili ala-melein-nas raks ederse milletin ananatıyla istihfaf eylerse artık talebe ve talibat için ne kalır? Çocuklar aldıkları dersi tatbik ediyorlar. Daha da edecekler. Bunlar asriliğin henüz başlangıç hareketleridir. Bunun katolunacak daha nice merahil ve meratibi vardır!... Gazetelerin birisinde okuduğuma ve müsamerede bizzat bulunan bir arkadaşımın da ifadesine nazaran Macaristandan gelen Darul-fünun talebesi ahiren Darulmuallimatı ziyaret ile orada izaz ve ikram edilmişler ve müteakıben Darul-muallimatlı bazı talebelerle Macar gençleri Darul-muallimat konferans salonundaki sahnede bir hayli dans etmişlerdir. Eğer bu sadece bir gazete haberi şeklinde kalıp vaki olmasaydı buna inanmakta müşkilata maruz olacaktım; fakat vakaya rayel-ayn şahid olan arkadaşımın nakl ve safdillik olduğuna kaniim. Görülüyor ki memleketimiz pek ağır bir maraz-ı yarınki Hadise Darul-fünun talibatı hanımların barda oturan birkaç ecnebinin karşısında oynamayız demeleri üzerine vukubulmuştur. Yek nazarda talibat hanımlarımızın bu istinkafı şayan-ı takdir bir hareket gibi görünüyor. Fakat nihayet bir arbede ile neticelenen bu istinkafın manasız olduğuna şüphe mi vardır? Bir iki ecnebi önünde dans etmek istemeyen talibe hanımlar için barın kadın erkek hizmetkarlar ve garsonları ecnebi değil mi idi? Nihayet beraber dans ettikleri Macarlar talibe hanımlar mevcud münhasıran ırki bir rabıta üzerine bu günkü din adet medeniyet memleket cemiyet aile ayrılıklarına rağmen hanımlarımız Macarları kendilerinin öz kardeşi mi zannediyorlar? Memleketin hakiki irfan ordusunu teşkil edecek olan gençlerin ve bilhassa genç kızların eğlence hakkını barlara gidipiş ü nuş ederek sarhoşluk vakaları ihdas etme derecesine vardırmalarını dünyanın hiçbir yerinde efkar-ı umumiyye kabul edemez. diyor ki: Hadiseyi buraya kadar kayd ettikten sonra müsebbiblerine hitab etmek isteriz: Hanımlar efendiler ... Dün akşamki mesti geçtikten sonra hareketinizden peşiman oldunuz mu? Her gün bir hadise çıkarmaktan memnun musunuz? Ayıb değil mi? Darul-fünun gencinin ba-husus genç kızının barda işi ne? Gazetelerin ve efkar-ı umumiyyenin takbihi Darulfünunun fazilet-perver gençlerini pek müteessir etti. Fen Fakültesi talebesi bir beyanname neşretti. Bu hareketlerin Fen Fakültesi mensubini tarafından nefret ve istikrahla karşılandığını bil-cümle hilaf-ı adab ve mugayir-i ananat tarzları kabul edemeyeceklerini Darul-fünun talebesinin alelade heyecanlar taht-ı tesirinde hareket etmesini fazilet mefhumuyla gayr-ı kabil-i telif addettiklerini bildirdiler. Şimdi bir taraftan talebeler kendi aralarında toplanıyor Umumi Talebe Kongresi akdetmek için istihzaratta bulunuyorlar diğer taraftan polisçe ve fakültelerce tahkikat devam ediyor. Ankaradan gelen telgraflardaBu hadiselerin haysiyet-i milliyyeyi lekedar eylediğinedair mebusların sual takrirleri verdikleri bildiriliyor. Bakalım Maarif Vekaleti ne cevap verecek! gazetesi de neşrettiği bir makalede Bütün bu hadiselerin mücrimlerini fikir hayatının başında bulunanlara atf ediyor ekilen tohumlar biçiliyor diyor; ki gayet doğrudur. Fil-hakika bu gün bütün bu çirkin hadiselerin mesuliyeti çocuklardan ziyade onlara rehberlik edenlerdedir. Hürriyetten garbcılıktan asrilikten bahs ede ede çocukları kızları şımartıyorlar. şekilde günahkar ve şayan-ı ithamdırlar. Eğer müsebbibler ceza-dide edilmezse eminim ki bu hadise önünde kendilerini bilen evlad babaları bundan böyle kızlarını o çatının altından çekip alacaklar ve yahud evladlarını oraya göndermekte duçar-ı tereddüd olacaklardır. Zarar-ı am için zarar-ı has ihtiyar olunur kaidesi bu gün ve yarın için tazeliğinden bir zerre gaib etmemiştir. Ben eminim ki mektebin ekseriyeti şahid oldukları bu levhayı nahoş ve müşmeiz bir sima ile karşılamışlardır. Binaenaleyh görülüyor ki üç beş kız bütün bir ekseriyetin hissiyatıyla istihfaf etmiş veyahud mürebbiler göz yummak suretiyle bu istihfafa müsaade eylemişlerdir. Bu gün yapılacak bir şey varsa o da ancak bu facia müsebbib ve kahramanlarının muhite bir ibret-i müessire olmak üzere suret-i müessirede teczie edilmeleri lüzumudur. Unutmayalım ki bu mektebin Darul-muallimat olması ve onun yetiştirdiği talebelerin yarınki Türk analarının mürebbileri bulunması bize bu hususta haklı bir endişe bahş etmekte ve muahezelerimizi en gür en belig sesimizle Hem anlayamıyoruz; bu garb medeniyetinin bizde tatbikı mi deniyor? O vasiserbestiye ve ahlak hususundaki o vasitelakkiye rağmen Avrupanın hiçbir tarafında resmi bir kız muallim mektebinin kendi sakf-ı en yüksek bir Türk ve müslüman kız muallim mektebin çatıları altında icrasına müsaade olunmak bizde Avrupanın teceddüdün ne kadar yanlış ne kadar fena anlaşılmış olduğunu gösterecek en canlı bir delilidir. Eğer yarınki Türk mürebbileri medeniyet yollarına afif ve temiz alınlarındaki fazilet ve şeref iklili ile değil dans ve foks trot oynayarak gireceklerse bu ayaklar menzul ve mefluc olmalı. Vallahi böyle bir karnaval medeniyetini memleketimizin içine sokmamalıdır. Zira bizim istediğimiz her şeyden evvel ahlak ilim fen ve mesai medeniyetidir. gazetesinde neşrolunan bu makale üzerine Darul-muallimat heyet-i müdiresi orada yapılan münasebetsizliklere efkar-ı umumiyyenin vakıf olduğu endişesiyle pek büyük telaş gösterdiler. Mektep müdiri Darul-fünun müderrislerinden Mehmet Emin Bey gazetelere şiddetli tekzib-nameler göndermeye kalkıştı. Onun üzerine Darul-muallimattaki yapılan münasebetsizliği bizzat müşahede eden muharriri meseleyi şu suretle tavzih etti: Macarlar mihmandarları Darul-fünun hanımları ve beyleri ile grup grup geldiler. Mektebin antresinde kadınlığına karşı bir nümune-i imtisal olacaklar ve müstakbel Türk neslinin kızlarını yani sizin ve bizim kızlarımızı yetiştireceklerdir. Görülüyor ki bir kısım Darul-muallimat talibeleri memleketin telakkıyat-ı aliyyesini kaba bir şekilde istihfaf etmişler ve muhitin pek haklı bir nefret ve gayzını kendi üzerlerinde teksif ve tesbit etmişlerdir. Unutmayalım ki Macar gençlerinin kollarındaki raks ve tarab alemi herhangi bir otel ve barın sakfı altında değil en yüksek ve resmi bir müessese-i irfanımızın çatısı altında geçmektedir. Ve aynı suretle bu kızlar geçici bir yolcu ve mechulül-hüviyye birer kız değil doğrudan doğruya Türk nesl-i asilinin bu günkü kızları ve Türk nesl-i müstakbelinin yarınki irfan ve ahlak analarıdır. Hükumet bu binayı niçin açmıştır? Eğer burası ecnebi gençleriyle Türk ve müslüman kızlarının raks etmesi için açılmış bir darur-raks ise o halde Darul-muallimat ismini onun kapısından kaldırarak oraya mükellefinin alın terlerinden alınmış dolgun tahsisat vermek değil dans salonlarında olduğu gibi oradan şehir namına yüksek bir vergi almak lazımdır. Yok eğer burası hemşire ve kızlarımızın ahz-ı feyz ve ahlak ettikleri bir müessese ise o halde onun çatısı altında geçen bu raks ve tarab faciası nedir? Darul-muallimat muhitin pek haklı bir takbih ve muahezesi altında cebhe-i şeref-karında çirkin ve nahoş bir iz bırakan bu fena hatırayı nasıye-i asaletinden silmelidir. Ve silmeye mecburdur. Aynı zamanda su-i tesiratını inkar etsek bile gayr-ı kabil-i inkardır ki fiil ruh-ı terbiye ile ve talebeliğin yüksek mektedir. Sonra anlayamıyoruz: Bu mektebin müdiri müdiresi ve heyet-i talimiyyesi yok mudur?.. Eğer varsa muhitin ve telakkıyat-ı ahlakıyyeden ahz-ı ilham eden örfün takbih ve muaheze eylediği bu harekete karşı nasıl müsaadekarlık göstermişlerdir? Zira o binanın sakıfları altında okuyan kızlar bizim birer hemşirelerimiz olduğu kadar unutmayalım ki onların da birer kerime ve vedialarıdır. Eğer onlar kendi öz kızlarının yarım saat evvel tanıdıkları bir ecnebi gencinin kol ve göğüsleri üstünde dans etmelerine müsaade ediyorlarsa ve bunu hayat-ı şahsiyyelerinde de tatbik edecek kadar bir hamuliyet-i irade sahibi iseler ve bunu bütün bir memleket efkar-ı umumiyyesine karşı itiraf ederlerse o halde -kendilerini değil fakatsükutlarını haklı görürüz. Aksi takdirde onlar kendi zevce ve kerimeleri tarafından yapılmasına müsaade etmedikleri bir hareketi kendilerine birer vedia-i milliyye olan talebelerinin yapmasına karşı igmaz-ı ayn etmiş demektirler ki bu itibar ile ve daha gayr-ı kabil-i afv bir Matbaaya dönüp de intibaımı havadis olarak kayd ettiğim zaman herkes şaşırdı ve gayr-ı ihtiyari herkes bir ağızdan: diler. Israr ettim. Meselenin şaka değil bir hakikat olduğunda az zamanda tam bir kanaat hasıl oldu. - Burhaneddin Ali gazetesi Darul-muallimat müdiri aleyhinde dava ikame etmiştir. Darul-fünunluların Beyoğullarında barlarda mekteplerde çıkardıkları nahoş hadiselerin efkar-ı umumiyye üzerinde bıraktığı fena tesir Büyük Millet Meclisine kadar aks etti. Darul-fünunun muhtariyetini lagv için bazı mebuslar teklif-i kanunide bulundular. Darul-fünuna karşı efkar-ı umumiyyenin ve Meclisin bu hareketi Darul-fünun eminini telaşa düşürmüş bütün gazetelere beyanatta bulunmaya sevk etmiştir. İrfan aleminde vukua gelen bu tezebzüb ve anarşinin amil-i hakikisi ne olduğunu anlamak için Darul-fünun emininin şu sözlerini okumak kafidir: Madem ki cumhuriyet ilan ettik Darul-fünunlular dans edecektir ve dans etmeleri tabiidir. Düşünmüyorlar mı ki Türk Darul-fünunu tarihin ve zamanın bütün şeametlerine rağmen tesis etti. Kadın ve erkek bütün gençleri aynı dershanelerde aynı hukuktan müstefid olarak tedris etti. Beş seneden beri devam eden bu müşterek hayatın çirkin tarafını gösteriniz! Ahlakı inzibatı velayeti olmayan müessese böyle mi olur? Darul-fünun Eminine göre ortada şayan-ı takbih hiçbir hareket yoktur.İtikadların inkar ettiği -yani dinlerin tanımadığı- bu hayatı bu müşterek hayatı biz bizim Darul-fünunumuz tesis etti. Bunun çirkinliği neresinde? diyor. Demek ki bütün efkar-ı umumiyyenin matbuatın Meclisin takbihleri manasızdır! Hadd-i zatında bunları takbih değil takdir etmek lazımdır ... Öyle mi? Görülüyor ya ictimai tezebzüb ve buhranın rehberi kimlerdir?... Bu itirafat karşısında artık söylecek söz yoktur!... sahibi Ahmed Cevdet Bey yazıyor: Memleketimizde umumi hususi öyle garibeler oluyor ki vekaletten mektebinden tutun da her köşe bamektep müdiri Mehmed Emin Bey ve müdire Mutia Hanım muallimler ve pek çok da talibat gelenleri istikbal ettiler. Bu merasim o kadar samimi o kadar candan oldu ki ... Ben bir kenara çekilmiş vaziyeti tedkik ediyordum. Şimdi her Darul-muallimatlı toplayabildiği birkaç kişiye mektebini gezdirmek için yanına alıp uzaklaşıyordu. Darul-muallimatlı talebe o kadar mihman-nüvazi eseri gösteriyorlardı ki Macarların memnuniyetten ağızları kapanmıyordu. Burada da bir saatten fazla musahabe devam etti. Bir Macar Fransızca nutuk söylerken talibatın bir kısmı mevzuu öğrenmek için adeta hırçınlaşıyorlardı. Nihayet biri dayanamadı bana sordu: Afvedersiniz acaba ne söylüyor?Burasını bir bahçeye benzediyor ve sizlere de bahçenin çiçekleri diyor. dedim. Öyle sevindi ki bu bir cümle zannederim bütün mektebi bir anda dolaştı. Bu birkaç saat dostluk pek çabuk hanımların isimlerini kayd ettiler onlara kendi isimlerini yazdırdılar. Daha sonra piyano ve keman odalarına taksim olan Macarlar burada ruh-nevaz parçalar dinleye dinleye adeta mest oldular. Musikinin tesiri asabı o kadar gevşetmiş olacak ki kalabalık arasından Türkçe bir ses yükseldi: – Dans edelim... Son zamanlarda beynelmilel bir kelime haline giren Dansın ne demek olduğunu bilmeyen yoktu. Keman odası dar geldi. Piyano odasında piyano kilitli idi. – Haydi öyle ise konferans salonuna. Bir dakika içinde bütün sıralar dolmuş. Her yer işgal edilmişti. Mektebin keman ve piyano hocaları evvela milli marşlardan bir iki parça çaldılar talibat şarkı söyledi. Bu Macarların üzerinde o kadar derin bir iz bıraktı ki... Yanımda oturan bir Macar piyanonun önünde küme teşkil eden Darul-muallimatlılardan bir tanesini işaret ederek yarım Fransızca ile: – Ne güzel ... kız dedi. Bunu söylerken gayr-ı insani düşündüğünü anlamakta güçlük çekmedim. Hemen Macarlar Darul-fünunlu hanımlardan bir kaçını yakalayarak tepinmeye başladılar. Ve bu raksa vakiolan davet üzerine bir kısım Darul-muallimatlı hanımlar da iştirak etti. Görülüyordu ki Darul-fünunlularımızın bazıları seyahatlerinde bu acib raksı öğrenmekte güçlük çekmemişler... Bu çılgın hava yarım saatten fazla devam etti. Bir aralık gözümü sahneye çevirdiğim zaman biraz evvel hoşuna giden ve bu hissini bana izhar eden Macarın Darul-muallimatlı bir hanımla sıçradığını gördüm. Memleketimiz çok fazla cahildir. Laikliğin ne demek olduğunu hala anlayamamışlar Ziya Gökalp merhum bu kelimeyiLa-dinidiye yanlış olarak tercüme etmiş ve o yanlış tercüme yüzünden memleketimizdeki bir kısım sathi beyinler dalalette kalmışlardır. Yine bu yanlış tercümenin neticesi olarak hükumetin de maksadı ne olduğunu anlayanlar nadirdir. Vakıa Maarif Vekaletinin evamir-i garibesi bu yanlış telakkileri takviye ettiğinden mektepler de çığırından çıkmıştır... Felsefi ahlak kavaidinin bizce bir tesiri olamayacağından mücrimlerin kanun korkusundan da pervaları olmadığından bahs ettikten sonra devam ediyor: Bizde haya ve hicab hem ailevi hem dini bir fazilet den onların da hükmü yoktur. Aileler pek şiddeti avamil altında inliyorlar. Bu gün kadınlık da maatteessüf şedid bir buhran içindedir. Ona yanlış telkinat vakiolmuştur. O hiç anlamadığı bilmediği mahiyetini idrak etmediği bir yeni hayata girer girmez ona faziletten ziyade rezilet gösterilmiş işte aile rabıtası da böyle berbad olmuştur. Mektebe gelince o zümrüd-i anka kuşuna benzer. Her mektepte manen terbiye harab olmuştur. Mektep ucube-nüma ile hangi usul-i terbiyyeyi tatbik edeceklerini ta-yinde şaşırıp kalmışlardır. Alel-umum mektepler acına-cak haldedirler. Bunlarda terbiye ciheti mühmeldir. Türkiyede hiçbir zaman mektepler şimdiki gibi karma karışık bir hale gelmiş değillerdir. Bizim mektepler bulunamaz. Evvelki zamanın mektepleriyle bu günkü mektepler arasındaki fark tarif olunacak gibi değildir. Maarifimizin idaresine sokulmuş olan acemi eller orasını az zaman zarfında pek fena bir hale getirmiştir. Maneviyat hususunda müdhiş bir tezelzüle uğradık. Bunu doğrultmak için bir dakika bile gaib etmeyerek erbab-ı ciddiyet ve ihtisastan mürekkeb bir heyet teşkiliyle maarif meselesini yoluna koymalı ve artık her hangi bir Maarif Vekiline mektepleri bozmaya müsaade etmemelidir. Maarifimizi bitiren işte bu müsaadekarlıktır. Hem lüzumundan ziyade mesarif ihtiyar edilmiş hem maarifimiz inhitata uğramıştır. Mekteplerimizde tatbik olunacak usul-i idarenin tesbitiyle iştigal şarttır. Maarif Vekilleri idarenin cereyanına baksınlar. Tedrisat ve terbiyenin cereyanını kendi kendilerine tebdil edemesinler. Hindistanın Lahor şehrinde intişar etmekte olan refikimiz Kanunisani tarihli nüshasında bu mühim makaleyi neşrediyor: şına kadar ya bir muallim yahud yapılması caiz veya gayr-ı caiz olan şeyleri havi bir levha sütunu rekz etmek lazım gelecek. Bu memleket o kadar şaşırmıştır. Yalnız usul ve nizamat şaşkınlığı değil kavaid-i muaşeret şaşkınlığı da vardır. Sair hiçbir memlekette olmayan şeyler bizim memleketimizde vukua geliyor. Çünkü ictimai ahlak ictimai intizam kavaidi unutulmaya başladı. Hükumetin memurlarını bile tanımıyorlar. mevadd-ı ahlakıyye nerede ise külliyen kalkacak. Maazallah öyle bir Türk heyet-i ictimaiyyesi teşekkül ediyor ki bunun evsaf ve havassını tarihler hangi ünvanlar altında kayd edeceklerini bilemeyeceklerdir. Bu emirleri nehiyleri verenler bir şeyi nazar-ı dikkate almıyorlar. Evamir ve kavanin muhite iklime terbiyeye göre tanzim olunur. Bu gün Türk heyet-i ictimaiyyesi tamamıyla üryandır. miş olan ahvale göz gezdiriniz. Harekat-ı şahsiyye ve ictimaiyyemizde bize nelerin rehber olduğunu söyleyebilir misiniz? Ne terbiye-i aileviyye var ne ahlak-ı diniyye var ne ahlak-ı felsefiyye var ne kanun korkusu var. Akla nasıl eserse öyle hareket ediliyor. Öyle vukuat oluyor ki insan bazan acaba bütün ma’lumat-ı ibtidaiyye kayİnsanların kere yazdık ki demokrasi ve cumhuriyet halinde yaşayacak bir milletin fazilet sahibi olması lazımdır yoksa yor? Faziletin kamilen aksi. Üç türlü ahlak vardır: Ahlak-ı diniyye; ahlak-ı felsefiyye ahlak-ı teşriiyye. Birincisi bu gün ictimaiyyatımızda diyebiliriz ki tamamen mahv oldu. O ahlak fuzuli bir şey addedildi; daha daha sebeb-i tedenni olmak üzere itham edildi. İslam dininin şahıslar için vazettiği kavaid-i ahlakıyye terk edildiği gibi heyet-i ictimaiyyenin hüsn-i halde bekasına aid olan kavanin de kamilen unutuldu. Müslümanlıktaki ahlak-ı ictimaiyye hiçbir dinde o kadar mükemmel değildir. Fakat cehalet gafletiyle bunlar görülmüyor. Lakin doğrusunu söyleyeyim şimdi değil daha evvelden beri Müslümanlıktaki ahlak-ı ictimaiyye memleketimizde lüzumu vechile teşhir ve teşrih edilmiş değildir. Bize mekteplerimizde hiçbir kimse mesela zekatın ahlak-ı ictimaiyye üzerindeki tesirat-ı hikemiyyesini söylememiştir. Halbuki bu tesanüd-i ictimainin en mühim bir faslını teşkil eder. Bugün İngiltere el-an Tevratın kavaidiyle hareket etmiyor mu? Halbuki Müslümanlığın ahlak-ı ictimaiyyesi ötekilerin hepsine müraccahtır. Bunu söyleyen büyük ecnebi müellifleridir. larla müslümanların münasebetini ıslah için yekdiğeriyle müzakeratta bulunacak birer heyet teşkil etmişlerdir. Hindistanda İslam teşkilatı yani İslam Cemiyeti Ulema Cemiyeti Hilafet Cemiyeti birer konferans akd ederek mesailerini tevhid ve bu suretle her cemiyetin olunacak hidematı teyid ve takviye etmesine karar vermişlerdir. Harbiye Nazırı Serdar-ı Sipeh Rıza Han Dahiliye Nazırı Emir Akandarı harbiyeye hıyanet töhmetiyle tevkif ettirmiştir. Emir Akandar Rıza Hanın en kuvvetli müzahirlerinden biri olmakla maruf olduğundan ve muma ileyhin Iraka vukubulan seyahatinde kendisine refakat ettiğinden hadise-i tevkifi İranda hayretle karşılanmıştır. Henüz bu hadisenin tafsilatı anlaşılmamıştır. Mısır- Mısırda intihabat mücadeleleri şiddetle devam etmektedir. Zağlul Paşanın riyaseti altındaki VefdülMısrinin namzedlerinden takriben yüzü muma ileyhden ayrılmışlar kısmen müstakil namzed olarak kısmen Hizbülvataniye iltihak ederek intihabata iştirak etmişlerdir. Zağlul Paşanın ekseriyet ihraz etmesi ümidi bu suretle zaiflemiş bulunuyor. Maamafih muma ileyhden ayrılan birçok namzedlerin yine kendisine iltihak etmeleri ümid olunmaktadır. Çünkü yeni teşkil olunan enaleyh intihabata faal bir surette iştirak edememiştir. Hizbülvataninin namzedleri evvelce kişiden ibaret Şimdilik Mısırda intihabat bu safhadadır. Birçok tahavvüller geçirmekte olan Mısır intihabatının nihayet ne suretle tecelli edeceği belli değildir. Sudan- İngilizler Sudandan çıkardıkları Mısır askerleri yerine yerli ahaliden İngilizlerin kumandası altında yeni bir kuvvet teşkiline karar vermişlerdir. Mısır Başvekili Ziver Paşanın Mısır askerlerini Sudana ircaetmek için müzakerat icra etmekte bulunduğu bir sırada İngilizlerin buna karar vermeleri ve Sudan valiliğine tayin ettikleri Sör Erker lisanıyla bunu ilan etmeleri Mısırda azim bir su-i tesir icra etmiş Mısırın Sudandaki hukukunu İngilizlerin mutlaka gasb etmek istedikleri bir kere daha meydana çıkmıştır. İslam aleminin hiçbir köşesi yoktur ki orada misyoner ordusunun bir müfrezesi bulunmasın. Bu Ehl-i Salibin vazifesi her yerde Müslümanlıkla mücadeledir. Ahiren haber aldığımıza göre Papa da misyonerler miyanına dahil olmuş ve Romada himaye ve murakabe altında misyonerlerin Müslümanlıkla ne suretle mücadele edeceğini öğrenecek bir sınıf küşad etmiştir. Misyonerler bu sınıfta ikmal-i ma’lumat ederek İslam aleminin her tarafına dağılacaklar ve akaid-i İslamiyye ile mücadele edeceklerdir. Malum olduğu üzere Papanın nüfuzu aleminin resmi reis-i ruhanisi olduğundan bütün Katolikler ona arz-ı inkıyad ederler. Binaenaleyh Papanın Salib mahiyetindedir. refikimizi bu ma’lumatı verdikten sonra İslam aleminin meşayihinin buna karşı ne yapacağını soruyor; el-haletü hazihi Londrada Berlinde birer cami-i şerif bulunduğunu Papanın bu hareketine müslümanların Romada Vatikan civarında bir cami-i şerif inşasıyla cevap vermelerini tavsiye ediyor. Vehhabilerin Harekatı- Geçen hafta zarfında alınan bütün haberler Vehhabilerin Ciddeyi ihata ettikleri ve kariben büyük bir taarruz icra ederek harekat-ı askeriyyelerini bu güne kadar bu taarruzun icra edildiğine dair esaslı bir haber alınmamıştır. Hindistan müslümanları tarafından Hicaza gönderilen heyetin Şeyh Senusinin ve daha başka zevatın Mekkeye muvasalat ettikleri anlaşılıyor. Hind heyeti beyanatta bulunarak Hicazda cumhuri bir taraftan Necid Sultanı İbnis-suudun Mekke Emaretine Şerif Ali Haydar Paşa hazretlerinin intihabı için teşvikatta bulunduğu haber verilmektedir. Hindistan- Hind ahalisini temsil eden milli kongre ve sair teşkilat-ı İslamiyye senevi ictimalarını akd ederek nihayet bulmuş hepsi de İngiliz efendilerine karşı boykotaj tatbikini ve mensucat-ı dahiliyyeyi tamimi kabul etmişlerdir. Hind müslümanları bütün Hind müslümanlarını temsil eden İslam Cemiyetini ihyaya karar verdikleri gibi buna mukabil Hindular da Mahasam namındaki Hindu cemiyetini ihyaya karar vermişlerdir. Müslümanların bu suretle teşkilat-ı İslamiyyeyi Hinduların da kendi teşkilatını him bir hadise teşkil etmektedir. Her iki taraf Hindubunun hazmen li-nefsihi söylenmiş olduğuna zahib olmaktan bu makama daha münasib olacak. Lakin şuPek az hürmet-karanetabirinin tahtında müstetir ve daire-i şümulüne dahil olan şütumun muhafazasını da dinimize hizmet addedemeyeceğiz. Hasmın itirazat ve metaını ne kadar ağır olsa bilinmek için tamamıyla nakl olunur. Lakin düşman-ı din olan müellif ibare arasında isimleri geçen ecilla-yı ümmeti tahkire kalkışır mesela İmam-ı Zin-nureyn ve sıbt-ı mücteba -radıyallahu anhüma- nın aleyha- yı yad ederkençok sözlü gevezetabirini sarf ederse bahse taalluku olmayan bu gibi şütumun nakl ü muhafazasına da lüzum olmadığı ve ehl-i imanı rencide etmekten başka bir semeresi bulunmadığı müstagni-i beyandır. Şumütereddilafzının istimalindeki redaeti müverrihe telkin ve talim eden rediler malum! lakin oçok sözlüiddiasını nereden çıkardığı anlaşılmıyor. Hazret-i Sıddika hakkında istimal olunanKesirulhadisvasf-ı memduhunun yanlış tercümesi olmasın? Bu surette hatanın Arabiden İtalyancaya tercümesinde olabileceği gibi Türkçeye tercüme olunurken vukuu da muhtemel olur. Her halde şu elfaz-ı şetmi mütercim bey muhafazaya uğraşmamalı Ehl-i İslamı rencide etmemek ehline bir hizmet etmiş olurdu. Lakin mütercim bey maatteessüf bu suretle hareket etmemiştir. Mütercim bey kendini bir nevielçi vaziyetinde olduğunun göz önünde tutulmasını;Elçiye zeval yokturcümle-i müsaadekaranesiyle amel olunmasını istiyor. Biz de böyle yapmayıp da diye yakasına sarılacak Tenkid-i Asar: sermuharriri Hüseyin Cahid Bey ahiren İtalyan müverrihlerinden Leone Kaetanonun İslam Tarihi namındaki eserini tercüme ederek mevki-i intişara çıkardı. Cahid Bey tercüme ettiği eseri karilerine takdim ediyorken bununAvrupada yazılmış en mükemmel mümkün olduğu kadar bi-tarafane ve hayır-hahane yazılmış bir tariholduğunu müellifin vekayieBir Avrupalı ve bir alim nazarıylabaktığını bundan dolayı eserdeHissiyatımızı ve kanaatlerimizi rencide edebilecek noktalar varsa da sırf tarihe aid olan kısımlarından Fil-hakika mütercim beyin dediği gibi Kaetanonun tarihi münevveran-ı İslamı rencide edecek bir mahiyettedir. Bu eseri mütalea edenlerimiz cidden incinmişlerdir. Binaenaleyh bu eserin red ve cerhi için ehibba-yı kiramımız bize müracaatla bu vazifeyi ifa ile bizi mükellef tuttular. Hüseyin Cahid Bey eserin red ve cerhini arzu ettiğini fakat kendisinde bu iktidarı göremediğinden bu işi erbab-ı ilme bıraktığını söylüyor. Bundan başka eserin hiçbir noktasını değiştirmeyerek tercüme ettiğini ve aleyhimizdeki mütalaatın müdafaasını vukuf-ı tamma mütevakkıf olmakla pek az hürmet-karane tabirleri bile muhafaza ederek bu suretle dinimize hizmet etmiş olduğunu dermiyan ediyor. Müdafaaya ehliyeti bulunmadığına dair Cahid Beyin ifadesini tevazua haml etmek Başmuharrir Sahib ve Müdir kitaptan başka bir şey yok. Sairleri hep müteehhirinin bazı müellefat-ı matbualarından ibaret. Müellif tarihinin başlıca mehazlarını gösteren şu listede İbadiden başlayıp Emsal ve Agani ve Hamase ve Hacci gibi Lebidin Ferezdakın Ferasinin Hatienin Mütenebbinin İhlevnin divanları gibi... gibi.. Cahızın i Gazalinin sı İdrisin si Fakıhinin ı Muhadinin?ı Haririnin ı gibi kütüb-i muhtelifeyi yazmış ve bu cildin tabı esnasında muttaliolacağı kitapları da yine esaslı mehazlardan olmak üzere müteakıb cildlerin başlarında göstereceğini . sahifedeki notta beyan etmiştir. Müellif tefsir namına Zemahşerinin ından başka bir şey görmemiş tefsir-i menkulden bi-haber olup den müsteban oluyor. Kütüb-i hadisden yalnız Buharinin olduğu sözlerinden anlaşılıyor. Lakin müellifin nefsine hüsn-i teveccühü çok. Kendini muhakkıkinden olmuş zannediyor. Tarih ve siyer der iken mevzuve gayelerini fark etmeksizin ilm-i hadise de karışıyor her ilimde söz sözlemeye kendinde kudret ve salahiyet görüyor. Lakin kelamında o ruh ve talavet görülmüyor. Mefhumu mahalline mutabık olmayanları su-i fehim ve kıllet-i bidaaya dal olanları çok! Mütalaatının her hangisine dikkatli bakılsa süturunun zımnındael-cahilü cesurun damgası okunuyor. Bunların mecmuu tahlil olunduğu surette hiç birisinin aksam-ı atiyyeden haric olmadığı tebeyyün ediyor: Eser-i cehl olan inkar-ı mahz saika-i küfür ve taassub ile mükabere tasdik-ı kizb ve tekzib-i sıdk fıkdan-ı haya ile kuru iftira su-i fehm ile ittiba-ı vehm icad-ı vesavis ile tagliz-i ezhan tahkim-i hevesat Bakınız cehl ve taassub bu zavallıya neler düşündürmüş neler söyletmiştir. Bahira kıssa-i meşhuresi Muhammed bin İshakın Siretinde daha doğrusu İbni Hişamın rivayetinde kimden ufacık bir hadise ki müellifin havsala-i idraki buna da dar gelmiş. Hayli tefekkürden sonra şöyle bir karar vermiş. Bazılarının İbni İshakın iki asır doğrusu bir buçuk evveline dair olan rivayet-i maktuasını kafi görmeyecekleri mülahaza olunmuş isnadın tagşişi ve tadiline lüzum görülmüş ve olunmuş imiş. Fakat acemice olmuş diyor. Abdullah bin Ebi Bekris-sıddik radıyallahu anhüma içinHicretin on ikinci senesinde İbni İshakın viladetinden bir asır değiliz. Şu kadar ki Hüseyin Cahid Beyi hiçbir vakit bir düşman elçisivaziyetinde görmek de istemezdik. Cahid Bey bu tarihin tercümesine kendisini sevk eden amilin lisanımızda bir İslam tarihi bulunmadığını söylüyor. Bunu da kendisinden ummazdık. Demek ki mir-i muma ileyh kütüphanelerimizde siyer ve tevarihe dair gerek Arabiden tercüme olunmuş gerek resen Türkçe yazılmış olan bunca kitapların mevcudiyetinden bi-haber imiş! Teessüf olunur. Mütercim bey tercüme ettiği eser içinHadd-i zatında büyük bir kıymet-i ilmiyyeyi haizdir. Avrupada yazılmış en mükemmel ve mümkün olduğu kadar bi-tarafane ve hayır-hahane bir tarihtir.diyor. Buna da -bizi mazur görsün- inanamayacağız. Bu müellifin Kudüsün fethinden bahs ettiği sıradaKudüsü kafirler istila etti.diye Kuds-i Şerifin ehl-i İslam elinde kalmış olduğunu zikr ederken izhar ettiği teheyyüc eski Ehl-i Salibin taassubunu temsil ediyor. Hayır-hahlık nerede? Tarihin hayırhahane yahud bi-tarafane olmasından vazgeçtik bari hasmane olmakla beraber edeb dairesinde yazılmış olsa Eserin hadd-i zatında kıymet-i ilmiyyeden mahrum olduğunu da tercüme edilen mikdarı bi-nefsihi isbat ediyor. Bir kitabın değerli olması müellifinin ma’lumatının kesretine mehazlarının vüsat ve kuvvetine kendisinin muhakemeye malik kizb ü mücazefeden mütereffitaassub ve mükabereden müctenib olup doğruyu seven sözünü vezn edenlerden olmasına ilka-yı şübühat ile ezhan ve edyanı ifsada çalışan ve yahud onlara kapılan erbab-ı vesavisten olmamasına vabestedir. Bu müellif acaba hangi kısımdan olacak? Matlub olan sıfat-ı memduha kendisinde var mı? Heyhat! Belki hiç birisi yok. Şu eser hakkında Avrupada yazılmış en mükemmel tarih-i İslam denilince yalnız biladımızda maruf olan devletlerin değil Malakada Cavada Malayada Maldiv ve Lakediv adalarında Maskatda Hadramutda Sukatrada Somalide Zengibarda Sudan-ı şarki ve garbide sahrada gelip geçen İslam hükumetlerinin vekayiini de camiolacağı hatıra geliyordu. Halbuki nerede o bolluk? Esasen müellifin mehazlarını mübeyyin olan liste onun vüsat-i ilmini meydana çıkarıyor. Muma olan akvam-ı İslamiyye tarihleri için bile vafi değil. Hele onuncu asr-ı hicriye varınca adeta yaya kalacağı şimdiden anlaşılıyor. Müellifin menbaları hakkındaki yedinci fıkrasını okuyunuz. Listede gösterilen kütüb-i tarihiyye miyanında mütekaddimin asarından İbni Hişamın Sireti Taberinin Tarihi Vakıdinin Fütuhuş-Şamı gibi birkaç teşkilatı olmadığını selefde resmi medreseler ve mektepler bile bulunmadığını bilmezler. Böyle şeyleri düşünecek vazife edinecek makamlar varmış da yapmışlar zannederler. İslamda her kail ve nakılin kendi hebüsabına hareket edebileceğini kimden ne sudur ederse uhdesinde kalacağını esanidin zabtına bunun için itina olunduğunu rivayet ve rivayatın ahval ve derecatı kuvvet ve zaafları malum hadis vazve isnad terkib edenlerin dinimizde pek mezmum olduğunu anlaşılan bu müverrihin kendisi de bilmiyor. İlm-i ahvalir-ricalin ne demek olduğuna vakıf değil. Beşair ve alaim-i nübüvveti bilip tanımak hususunda Hıristiyanlık makamını doldurmak mayıp o makamda boşluk tasavvuru da esasından yanlıştır. Name-i nebeviyyenin vüsulü üzerine de Şamda büyük üsküf Teator Teodorun iman ve şehadetini Kayserin izhar ettiği meyl ü rağbetini beyana da hacet yok. Mukavkısın hediyeler takdimi ile rıza-yı Nebeviyi Necranlıların kıssalarıyla hakkı bildiklerinden göz yaşları mezkur. Bunda da şek olunamaz ya? Olmadık şeye göz göre oldu denemez ya? Haber-i Kuranın bi-esas olamayacağını hele bizim müverrih de kıssa-i Fil bahsinde O zamanlar umum Ehl-i Kitab ve nasaranın Tevrat ve İncilde mevud ve mübeşşer olan Nebiyy-i zi-şanın kudumuna muntazır oldukları şüphesizdir. Şimdi kendileri de bunu pek saklamıyorlar. Bil-akis da mezkur olduğu üzere Hindistanda neşrettikleri lerinde din-i İslamın sürat-i intişarına seleflerinin o zamanlar bu intizarda bulunmalarının çok tesiri olduğunu yazıyorlar. lef-i kiram-ı ümmetin öyle ruhban hikayeleri tasniine tenezzül etmeyeceklerini bu müverrih de bir aralık düşünmüş olacak ki mevzu-ı bahs olan Bahira ve Nastura kıssalarını ihtimal İslama yeni giren hıristiyanlar yapmışlardır diyor. Biz de buna karşı onlar nakletmişler ise belki bizzat o rahiblerden ve tilmizlerinden işitmişlerdir diyebiliriz. Zevk ve elemin saha-i tesiri haricinde kalmak en müdhiş felaketlere ve en sermest edici zevklere karşı evvel dünyaya geldidiyerek zamanına yetişmediğini zikrediyor. Abdullah ibnis-sıddik radıyallahu anhüma hicretin onbirinci senesinde vefat etti. İbni İshakın onun zamanına yetişmediğinde şüphe yok. Lakin öyle bir iddiada bulunan da yok. Merviyyün anh olan zat o değil. senesinde doğup Medinede altmış sene kadar beraber yaşadıktan sonra İbni İshaktan sekiz sene mukaddem yüz otuz beş senesinde vefat eden meşahir-i fudala-yı tabiinden Abdullah bin Ebi Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm el-Ensaridir. Bunda öyle ne isnadı zamanına kadar çıkarmak garazı ne de bir acemilik var acemi müverrihin kendisi... Gış onun fikir ve mütaleasındadır! Bahiranın zikri bunlardan akdem olan ekabir-i tabiinden Meymun ibni Mihran el-cezerinin kelamında da var. Hemen bir tarih gibi zikretmiş. yaniEbu Bekir Bahira zamanından iman etmiş ve Peygamber sallahu aleyhi ve sellem Hadiceyi radıyallahu anha tecevvüc edinceye kadar aralarında amed ve şud ile say eylemiştir. O zaman Ali daha doğmamış idi.demiştir. Resul-i zi-şan sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin çocukluğu zamanında yahud beray-ı ticaret Şama giderken böyle bir tarik-i dünyaya mülaki oldukları hakkında turuk-ı muhtelifeden rivayetler çoktur. Tabiin eimmesinden Muhammed bin Şihabüzzührinin vefatı Bahira için Teyma Yahudilerinden ididediği menkuldür. Mesudi de Beni Abdülkaysdan bir Nasrani olup ismi Cercis idi diyor. Nefise binti Ümeyyenin eserinde Nastura deniliyor. Kıssaların teaddüdü daha kuvvetli görülüyor. Bu müverrihin nakl ettiği üzereSipere nekrede topladığı esanidin kesreti kanaat-bahş olmuş. Bahira kıssasının İsrailiyattan mehuz olması iddiasına kadar ileri giden Hirşfeldde Nastur ve Sercis isimlerinde daha bir unsur-ı tarihi bulunduğunu teslim etmiş. Bu müverrih onu da kabul etmiyor.Hıristiyan isimleri yalnız gibi müteehhirinin kitaplarında görülüyordiyor. Bunlar Vakıdi İbni Sad Ebu Naim el-İsfahani gibi mütekaddiminin kitaplarında isnadıyla mevcuddur. Fakat müellifin kendisi görmemiş oralara vukufu yok. Ne yapalım!... Biz bu Avrupalı müverrihin cahilane inkara cesaretlerinden ziyade mütalealarının tazammun ettiği vesavis ve evhama taaccüb ediyoruz.Ehl-i İslam arasında evvela şayiolan beşair-i nebeviyye ancak ulema-yı Yehud ile kahinlerden menkul imiş. Hıristiyanlık mevkii boş bulunuyormuş da şu ruhban kıssaları o noksanı ikmal için tasnive gittikçe ziyade-i esanid ile tevsiolunmuş imiş. Bu vesavisi işitecek olan gafil Avrupalılar İslamda kilise lılar hiçbir teşebbüsten geri kalmazlar. Tabii bunun mesuliyeti onlara racidir. Garblılar en esaslı hukuk-ı beşeriyyenin ayaklar altında çiğnenmesine mukabil olsa bile hiçbir vakit ezvak-ı dünyeviyyelerini tatminden geri kalmazlar. Bu suretle şark ve garb yekdiğerine karşı tamamıyla muhalif bir vazıyettedir. Bir tarafta dünyayı istihkar melekat-ı beşeriyyenin felce uğramasına sebebiyet vermiş ve binaenaleyh mehd-i medeniyet içinde yaşayan akvamın tedennisine badi olmuştur. Diğer tarafta dünyevi hırslar her kayıddan azade bir iştiha-yı tevessüvücuda getirmiştir. Din-i İslam bu iki müntehanın nokta-i telakisini gösterir. Müslümanlık yalnız nefsimiz için değil umumun niam-ı hayattan istifade etmesi için bütün vüsimizle çalışmamızı emreder. Evet hedefimiz umumun refahı olmalıdır. Böylece bir taraftan faaliyete sevk edilerek melekatımızın felce uğramasından kurtuluyoruz. Diğer taraftan yalnız müştehiyat-ı nefsaniyyeyi tatmin esaretine düşmekten sıyanet ediliyoruz. Çalışmalıyız. Fakat semerat-ı mesaimizi umumun hayrına refahına infak etmeliyiz. Hakiki mesudiyeti bundan duymalıyız. Bu suretle çalışmaya sevk olunduğumuz gibi zevk ve elem kaydının fevkinde kalıyoruz. Çünkü mesudiyetimiz birtakım şeylerin rının umumun mesudiyetindedir. Zevk ve eleme karşı la-kaydilik beşeriyetin menfaat-i ammesi uğurunda infak. Bu fezail inşirah-ı sadrı temin eder sırtımızdan her yükü kaldırır ve bize dünyada rifati temin eder. Bizim bu satırları yazmaktan maksadımız yalnız tealim-i Kuraniyyenin kıymet-i ahlakıyyesini beyan etmek değildir. Hedefimiz bunları müslüman kardeşlerimize bu fezail-i İslamiyyeden uzaklaşan; bu hayatta ihraz-ı muvaffakıyet için hayat-ı dünyada ve hayat-ı ukbada mesud olmak için elzem olan bu fezail-i İslamiyyeden bi-nasib kalan din kardeşlerimize tecelli ettirmektir. Müslümanlar bu gün felaketler içinde yüzerken rugerdan oldukları kitab-ı mübin-i hikmeti bir kere açsınlar onun nurunu rehber ittihaz etsinler onun telkin ettiği esasatı hayatlarında tecelli ettirerek yaşasınlar. Bu gün biz her taraftan mesaible muhatız. İçinde yüzdüğümüz tufan mesaibini henüz hissetmiş henüz gaflet uykusundan uyanmış bulunuyoruz. Bundan dolayı teşevvüş tezebzüb içindeyiz. Hangi yolu takib edeceğimizi bilmiyoruz. Müslüman kardeşlerimize şunu haber verelim ki takib olunacak en doğru yol tarik-ı Kurandır. Hayatın her safhasında insanları irşad eden huzur-ı fikriyi muhafaza etmek pek büyük bir haslet olmakla beraber tehlikeden de azade değildir. Zevk ve elem nazarımızda bütün ehemmiyetini zayiederse neden çalışalım? Bütün mesaimiz tahsil-i zevke ve ictinab-ı eleme masruf değil midir? Bunların ikisi de haiz-i ehemmiyet olmazsa niçin kendimizi yoralım? Böyle bir nokta-i nazar bizim kudret-i faaliyetimizi zaafa uğratabilir. Cihan bütün cazibeleriyle Hind felsefesininMaya yani hayal huda batıl tesmiye ettiği şeye döner. Hayatın bu şekilde telakkisi bir milletin medeniyeti üzerinde tahribkar bir tesir yapar. Hinduların asırlardan beri hakimiyet-i ecnebiyyeye boyun eğmelerinin sebeplerinden biri de bu telakkidir. Kudret nefs ezvac evlad ve bütün niam-ı hayat bir hiçten bir Mayadan ibaret kalırsa; bir fatihin bir müstevlinin satveti insanı bunlardan tecrid ederse ne olur? İşte zevk ve eleme karşı la-kayd kalmak gibi şayan-ı gıbta halet-i fikriyyenin hayat-ı ameliyye üzerinde yıkıcı tesiri bu şekildedir. Fil-hakika bu pek nazik pek buhran-amiz bir vaziyettir. Fakat bu ruh bu la-kaydi hayatın her şubesinde en büyük zaferleri ihraz rehgüzar-ı azmimize dikilen bütün mevanii sarsılmadan tereddüd etmeden yıkmak hususunda bize o yardım eder. Zevk ve elemin üzerimizde haiz olduğu hakimiyeti tezlil ettiğimizden bunlar kudret-i faaliyetimiz üzerinde devam ederiz. Fakat dünyayı bir Maya bir hayal tanıyacak olursak en müdhiş hüsrana duçar oluruz. Böyle bir halet-i fikriyye önünde kudret-i faalemizi takviye edecek olan amil bu suretle aks-i tesiri icra eder. Bütün kuva-yı hayatiyyemizi rın birçoğu tasavvuf hakkında yanlış birtakım telakkiler yüzünden hayat hakkında böyle bir nokta-i nazarı kabul ediyorlar. Makasıd-ı dünyeviyyeyi metalib-i ruhaniyye ile gayr-ı kabil-i telif zannediyor ve binaenaleyh aralarında umumi bir atalet ve rehavet hükümran oluyor. Budanın tealimiNefsi imhayı istihdaf eder. Hıristiyanlık da hemen hemen aynı nokta-i nazarı perverde eder. Binaenaleyh Avrupa kilisenin pençesinde yaşadığı müddetçe cehalet ve hurafat içinde kalmıştır. Rönesans hareketi kilisenin boyunduruğunu tarumar ettiğinden Hıristiyanlık aleminde ilim ve irfan devri başlamıştır. Müslümanlık bu kördüğümü kesmek iki müntehayı telif Şarkta vaziyet garbdaki vaziyetle taban tabana zıd bulunuyor. Garb nazarında ezvak-ı dünyeviyye her şeydir. Gaye hedef onlardır. Binaenaleyh garblılar ihtirasat-ı behimiyyelerinin esiridirler. Bunu temin için garbSEBILÜRREŞAD - - etmek hiç şüphesiz bunları daire-i İslama idhal etmiştir. Fakat yalnız bu onları daha ileri götüremez. Mümin olmak let olmak itibarıyla hayat-ı ameliyyemizi nazar-ı dikkate alırsak kendimizi bu ayat ile muhatab olan Bedevilerin mevkiinde görmez miyiz? En yüksek hayat-ı medeniyye esasatı Kuran-ı Kerimde mevcuddur. Fakat bunların sebeb-i iradı münakaşat-ı ilmiyyede bulunmak değildir. Maksad amelidir. Bunlar bizim hayrımız refahımız felahımız için gönderilmiştir. Müslümanlar gerdune-i medeniyyetin rehberleri olmalıdır. MüslümanlarHulefa-yı arzdır.Yer yüzünde bu hilafet-i ilahiyyenin tarik-ı ihrazını Kuran-ı Kerim mufassalan beyan ve şu ayette hülasa etmiştir: YaniCenab-ı Hak Ademe kaffe-i eşyayı müteallik yeyi her şeyi idare eden esasatı bilmek miftah-ı muvaffakıyettir. Yine Kuran-ı Kerimde buyuruluyor kiYa Rabbi sen bunubu kainatıbeyhude yere yaratmadın. Acaba müslümanlar bu sözleri düşündüler mi? Bu sözlerin alem-i tabiatte meknuz olan hazaine celb-i dikkat Garb bu gün bu derslerden istifade ediyor. Müslümanların kıymetini bilmeyerek terk ettikleri her şeyi garblılar ele alarak onu gümüş ve altına tahvil etmişlerdir. Müslümanlar iyi bilmelidirler ki Müslümanlık yalnız namaz ve niyazdan ibaret değildir. Din bütün hayattır. Fabrika mağaza ev cadde el-hasıl hiçbir yer yoktur ki din orada tecelli etmesin. Müslümanlar bunu bi-hakkın takdir ederek mücadele-i hayat sahnesinde mevkilerini ihraz için faaliyete başlamalıdırlar. Kuran-ı Kerim birtakım mücadelat ve münakaşata dalmak için gönderilmemiştir. Kuran ebedi bir menba-ı hayattır. Ulema halkın saha-ı idrakine inmeli ve bu gün ölü görünen hayat-ı İslamiyyeyi canlandırmaya çalışmalıdırlar. Asırların mahsul-i tesamuhu olarak tedricen safvet ve tesanüdü haleldar olan bünyan-ı ictimaimizin ne gibi şerait ve ahval müvacehesinde bu akim mecraya tahvil-i istikamet eylediğini mukaddema müteaddid makalelerde arza çalışmıştık. Bu makalede tedenniyat-ı tealimi muhtevi olan yegane kitap Kitabullahtır. Acaba müslümanlara riyaset edenler niçin bu kitaba sarılmıyorlar? Bütün mesaviyi izale edecek bütün emraz-ı beşeriyyeyi şifayab eyleyecek kitab-ı ilahi elimizde iken bu günkü vaziyetimizden hiç korkmayalım. Dünyada bir şey yoktur ki inhitata doğru gitmesin. Bizi ihata eden tabiat bu hakikati tecelli ettiriyor. Buna karşı gelmek ve bu ziyaı telafi etmek için ancak bir yol vardır. O da her şeyin selametini tekeffül eden bir manzume-i kavanine riayettir. Hayatın her safhasında ilim ve irfan sanayive fünun ziraat ve ticaret gibi her safhasında en doğru tarik-ı muvaffakıyeti takib etmek bizim vazife-i diniyyemizdir. Bu tarikı bulunca o yoldan ayrılmamak lazımdır. Milletleri takviye ve ila yolu bu yoldur. Bütün muhatır ve mehaliki mağlub ve makhur etmek . yaniZamanı derpiş ediniz. Felah yolu işte bu yoldur. Sözü bitirmeden evvel kavi bir milletin vahdetini temin eden bir şeye yani mütekabil hürmete işaret etmek isterim. Mütekabil-i hürmet mütekabil itimad mütekabil hüsn-i niyyet bütün harekatımıza hakim olmalıdır. Kuran-ı Kerim der ki: Müminler kardeşten ibarettirler. O halde kardeşlerinizin arasını bulunuz Allahdan korkunuz ki All hın rahmetine nail olasınız. Ey iman edenler. İçinizden biri diğeriyle bir kadın da diğer bir kadınla istihza etmesin. Belki kendileriyle Ey iman edenler! Şüphenin çoğundan ictinab ediniz. Bazan şüphe günahdır. Yekdiğerinizi tecessüs etmeyiniz. Birinizin gıyabı esnasında diğeri aleyhinde bulunmasın. Her hangi biriniz kardeşinin ölü etini yemek ister mi? Siz bundan istikrah edersiniz. Allahdan korkunuz muhakkak Allah tevvab ve rahimdir. Ey nas! Muhakkak biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Sizi kabail ve ailelere ayırdık ki tanışasınız. Nezd-i ilahide sizin en şerefliniz en müttakinizdir. Allah alim ve habirdir. Ayet-i kerime ne kadar şayan-ı dikkattir. Bedevilere nilemeyeceği ihtar olunuyor. Akaid-i İslamiyyeyi ka-bul geçerek ekseriyetle terk ve hiç olmazsa tadilini mucib olduğu bir emr-i muhakkak iken bu yüksek ve feyyaz kuvvetin rehasından ayrılmış olanlar için tereddiyatın ve fezayihin önüne geçebilecek hiçbir vasıta kalmamış demektir. Yapacağı fiilin şahsi ve ictimai zararlarını bervech-i peşin mülahazaya sevk eden esbab nazar-ı dikkate alınmadıktan sonra artık insanları temayülat-ı nefsaniyye ve ihtirasat-ı beşeriyyelerinden alıkoyacak ne vardır?. Tabii heyet-i ictimaiyyeye fazilete en muvafık şeyler değil nefse hisse zevke en hoş gelen işler yapılacaktır. Ruhi ser-azadeliğin neticesi hod-endişlik huşunet-i tabve tereddidir. Menfaat-i umumiyyeye hizmet hukuk-ı gayra riayet hürriyetlerin hudud-ı ictimaiyye ve kanuniyyesini tecavüz etmemek adab-ı umumiyyeye riayet zaruretlerinin her türlü kuyudu kabul etmeyen ruhlar üzerindeki tesiratı tahammül-fersa bir bardır. Onlar bu tesirattan kurtulmak için herkesi ve her yeri ser-azad görmek isterler. Fakat öyle gördükçe ve görenlerin mikdarı çoğaldıkça heyet-i ictimaiyyemizin revabıt-ı esasiyyesi gevşer inzibat ve tesanüdü muhtel olur. Ancak hissiyat-ı diniyye ve mehasin-i ahlakıyyedir ki tekamül-i ictimaimizin en emin nokta-i istinadını teşkil eder. Ruh nasıl insanın hakikati ise iman ve ahlak da hayat-ı Bundan dolayı tereddiyat-ı ictimaiyyenin sirayetinde tesamuh-ı dini ve ahlaki en mühim bir amildir. Umumi terbiye vechelerinin gerek ailevi gerek ibtidai ve ictimai terbiye itibarıyla müsbet bir seciye itasına kafi bir kıymet irae edememesi de bu babda esaslı sebeplerdendir. ferdlerin ilim ve irfan sahasında fazlaca meşgul olmasını menederek maişet derdine sevk eylemesi ictimai meşgalelerle metlerin tenakuzunu ve bin-netice seciyenin sukutunu tehiye etmek itibarıyla fevza-yı ictimainin sirayetinde mühim bir mevkiişgal etmektedir. Memlekette ictimai müesseselerin noksaniyeti murakabe-i ictimaiyyenin adem-i mevcudiyeti ve bilhassa tereddiyatı şiddetle tecziye edecek kanunların kafi mevaddı ihtiva etmemesi de ictimai mikroplara faaliyet meknuz olan hiss-i taklidin su-i istimalini menedecek tekemmül-i fikrinin seciyenin müsbet bir şekilde müessir olamaması sirayet ve meyelan hassalarının süratle baş döndürücü bir süratle istilası gayr-ı kabil-i ictinab bir hale gelmektedir. dar geçirdiği edvarı bir tarafa bırakarak tereddiyatın en ziyade icra-yı tahribata peyda-yı vüsate fırsat-yab olduğu hal-i hazırdaki inhitat-ı ictimainin avamil-i teşvik ve sirayeti olan menbaları tedkik ve tahlil etmek istiyoruz. Hayat-ı ictimaiyi sukuta mahkum bırakan ictimai mikropların hayat-ı insaniyyeyi enva-ı mehalike maruz bulunduran uzvi mikroplara pek ziyade müşabeheti vardır. Mikroplar icra-yı faaliyet için nasıl bünyenin mukavemeti en zaif olduğu zamanı gözler ve idame-i mevcudiyet için nasıl pis mahallerde havasız yerlerde güzel bir muhit bularak gizlenirse ictimai mikroplar da daima ruhi ahlaki tereddiyatı cehennemi pençesinde saklayabilecek her hangi bir muhitte müterakkıb-ı fırsat bulunur ve icra-yı tahribata istilaya başlayabilmek buhranları beklerler. Fil-hakika küre-i arzda beşeriyet mevcud oldukça fezail müvacehesinde rezail de eksik olmayacaktır. İnsanların guna gun ihtirasatı temayülat-ı hasisesi bazan tesiratı şahıslara münhasır mevzii bir halde bazan emraz-ı sariye gibi istilai bir şekilde heyet-i cak fevzalar azami tesiratını gösterebilmesi için lazım gelen muhit ve şeraiti her zaman bulamaz. Yoksa hiçbir bünye-i ictimainin hayatı muhafaza-i inzibatı devam-ı Fakat şayan-ı teessüftür ki senelerden beri devam eden harblerin neticesinde husule gelen ictimai bakımsızlık muhtelit tesiratı bünyemizde ictimai mikropların lamıştır. Bu sahada alabildiğine tevessüünü hayret ve dehşetle temaşa ettiğimiz tereddiyatın gıdasını veren kabiliyet-i tahribiyyesini tazif eden hülasa yalnız bütün vesait ve mevcudiyetiyle fevzaların temin-i sirayetine çalışan müteaddid menbalar mevcuddur. Bu menbaların bir kısmı ruhi ve manevi bir kısmı da maddidir. Fakat bunlar na-kabil-i infikak bir kül halinde yekdiğerine o kadar girift olmuştur ki tayin ve tefrikı bile müşkilleşmiştir. Burada birinci derecede nazar-ı dikkate alınacak avamil-i maneviyye ve ahlakıyyedir. Zira bariz bir surette nazara çarpan itikadi serbestilerin vicdanı en müessir kuvve-i teyidiyyeyi hiç derekesine tenezzül ettirmesi bir emr-i vakidir. Hüsün ve kubuh esaslarında vasıta-i temyizin şerve akıldan ibaret bulunması hasebiyle diyanetin kabayihin getirdiği fezayihin zihnine tebadüründen fiile intikaline kadar mehafetüllah ve vicdan denilen ali murakabeden lamıştır. Bir kısım zaif vicdanlılarca fazilet ve ahlaktan tecerrüd manasına telakki edilen hürriyet mefhumunun Hürriyet-i Nisvannamı altında kadınlığı evinden sokağa ailesinden zevk u safaya atmak suretiyle tecellisinden şikayet etmemek mümkün müdür? Ba-husus dans ve kadın maceralarının Darul-fünun gibi milletin seciyesini ve gençlerini bile yed-i ihtirasına aldığını teessüfle gördükten sonra buna imkan var mıdır? Dans dans ecnebi ile dans tanıdıkla dans arkadaşın arkadaşıyla dans devam ediyor. Bunu balolar yine balolar takib ediyor. Fakat genç kızlarımız her gün biraz daha vakarlarından daha doğrusu faziletlerinden -ahlak-ı milliyye ve ictimaiyyenin zararına olarak- kaybetmiş oluyorlar. Dans havayic-i medeniyyeden değil tereddiyat-ı medeniyyedendir. Çünkü medeniyet gerek efrada gerek heyet-i ictimaiyyeye mutlaka bir fayda temin eden bir mefkuredir. Hakikat-i halde ne gibi şeyler bünye-i milliyyeyi kuvvetlendiriyor aileyi takviye ediyor ve ferdi benliğinin fevkıne çıkarıyor ise işte onlar medeniyettir ve onlara aid usuller de asar-ı medeniyyedendir. Fakat her ne ki cemiyeti bin türlü araz ve emraz ile öldürüyor aileyi yıkıyor ve insanları behimi bir hale sevk ediyor ise -ismi ne olursa olsun- koyu bir dalalettir. Danslar ise ahlak ve secaya-yı milliyyeye aileye ve ferdi faziletlere karşı na-mütenahi zararlar ve ictimai cephede acı bir boşluk tevlid ettiğinden medeniyetle hiçbir vechile münasebet ve alakası yoktur. Icabat-ı asriyyeden addolunan bu dalaletlerin kıymeti şekl-i haricisi ne kadar cazib olursa olsun medeniyet-i hakikıyye müvacehesinde daima reziletle tevem bulunacaktır. İşte bütün bu maddi ve manevi esbab ve avamil-i medeniyye fazileti tehdid ve heyet-i ictimaiyyeyi istila ve tahribe çalışan ictimai tereddiyatın sirayetini teshil etmektedir. Bu tezahürat bünye-i ictimaimiz için hal-i tabii addolunamaz. Daha ziyade emraz-ı ictimaiyyenin vahim bir şekilde istilai bir mahiyet iktisab eylediğine delalet eder. Şu halde dalalet menbalarının kurutularak hayat-ı fiyesi lüzumu gittikçe daha zaruret kesbetmektedir. Menafi-i ictimaiyye müvacehesinde bu zaruret nakabil-i müteessir olduğu halde ictimai bünyelerin tereddi ve infisahından umum mutazarrır olur. Alelekser tarihin mebzul misalleriyle sabit olduğu üzere böyle bir vaziyet-i vahimede bulunun milletlerin inhidamdan kurtulması gayr-ı mümkin bir hale gelir. Çünkü ruhi ve ictimai muvazene bir kere bozulduktan inzibat-ı ictimai bir defa çığırından çıktıktan sonra yeniden ıslahı senelere ve belki asırlara tevakkuf eden büyük gayretlere lüzum gösteİstila-yı dalalete aid bütün manevi esbab ve avamili her gün biraz daha derinleştiren daha ziyade vahim bir şekle sokan maddi ve zehir-nak tereddiyat menbalarını da asla ihmal caiz değildir. marazinin elim tesiratını ifade edebilmek için kalem kafi gelemez. Belki koca bir heyet-i ictimaiyyenin her uzvundan her ailesinden yükselen felaket avazelerini duyabilecek bu yüzden mahv olan saadetlerin enin-i bi-sudunu dinleyecek bir vicdan ister. Ancak öyle bir vicdan bu haller karşısında insanlıktan nefret edecek kadar müteessir olur. olmalıdır ki harici bir düşman bile husule getiremez. Yanan ve yıkılan yerler yapılır din ve milleti için şehid olanlar vazifelerini yaparak en büyük mertebeyi ihraz ederler. Geri kalanlar ise hiç olmazsa maddi felaketlerin telafisine milletin kuvvetini tekrar iktisab etmesine çalışırlar. Halbuki müskiratın açtığı maddi ve manevi rahnelerin kapanmasına imkan yoktur. Meğer ki herkes bu dalaletten vazgeçsin. Bir kere bu kadar büyük harblerden çıktıktan sonra en ziyade tasarrufa muhtac olduğumuz bir sırada her sene milyonlarca liranın ecnebi şampanya likör ve ispirtosuna sarfı suretiyle servet-i milliyyenin harice gitmesi büyük bir tehlikedir. Bu iktisadi buhranda eline geçen beş on parayı meyhane köşelerinde bıraktıktan sonra iaşesiyle mükellef bulunduğ efrad-ı ailesini aç veya katıksız bırakmak insafsızlığında bulunanların yekunu acaba her mahalle ve sokakta ne kadardır? Gıdasızlıktan hasta malul ve natuvan kalan bakımsızlıktan tahsil ve terbiye noksaniyetinden manen daha fakir düşen ayyaşın evladları millet için gaybedilmiş demektir. Bu istikbalin gençliği ve milletin atisi için büyük bir felakettir. Ya sarhoşluk yüzünden her gün yıkılan aile saadetlerini nasıl telafi etmelidir? nasında görenlerin kanunu memuru hiçe sayan her gün müteaddid misallerini görüp işittiğimiz tecavüzatının heyet-i ictimaiyyenin maddi ve manevi inzibatı üzerinde ne kadar fena eserler bıraktığını katıyyet-i riyaziyye Ahdarın elde ettiği netayice nazaran Men-i Müskirat Kanununun ilgasından sonra ceraim yüzde beş yüz nisbetinde tezayüd etmiş. Bu müdhiş neticenin vehamet-i hali ilan eden belagati karşısında artık hiçbir tevil ile en mühim bir fevza membaıdır. Bu da yetişmiyormuş gibi her gün yeni bir vakaya sebebiyet veren dans ve kadın rezaletleri aynı derecede vüsat ve şümul ile muhit-i ictimaiyi sarmaya başSEBILÜRREŞAD - - ciyeti idame eder isterse beynlerindeki akd-ı nikahı feshettirir. Kütüb-i Şafiiyyeden da deniliyor ki:Zevceynden biri diğerini cinnet ile veya cüzzam bars gibi bir illetle mayub bulunduğu takdirde eğer bu ayıba evvelce muttalideğilse yahud bu ayıb muehharan daha fahiş bir manzara alacak olursa kendisi için hakk-ı fesih sabit olur. Bu madde ıtlakına nazaran cay-ı dikkattir. Esbab-ı tefrikden maksad ne? Yalnız yukarıda beyan olunan hastalıklar mı? Eğer bunlar ise madde ahkam-ı fıkhiyyemize tevafuk edebilir. Çünkü mesela: İnnet sebebiyle araları tefrik olunan zevceyn bilahare tecdid-i akd edecek olsalar artık zevce bu arızadan dolayı tekrar tefrikıni talebe salahiyetdar olamaz. Eğer maksad lahiyada mezkur olan bil-cümle esbab-ı tefrik ise -ki böyle olması icab eder- o halde mesele başkalaşır. Nitekim sırası geldikçe Bu madde cay-ı nazardır. Zevceynden birinin diğerini terk etmesi yani bir arada yaşamaktan imtinaederek başka bir yerde ikamet eylemesi ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran sebeb-i tefrik olamaz. Terk olunan zevc ise zevcesini bizzat tatlik veya kendisine itaat etmesini dava edebilir. Zevce ise bu da zevci tarafından infak olunmadığı takdirde mahkemeye bil-müracaa nafakasını taleb edebilir. Yoksa mücerred bu terk sebebiyle tefrikıni taleb edemez. Böyle bir tefrikın mahzuratı izahtan müstağnidir. rir. Halbuki milletlerin hayatında bu zamanları kim bilir ne harbler ne vukuatlar ne felaketler tehdid edecektir? Malum ya meşhur bir darb-ı meselimiz vardır:Su uyur düşman uyumaz!.Tarih gösteriyor ki milletler daima zaif zamanlarında tecavüze maruz kalmışlardır. Eğer bu zaafiyet sırf maddi ise mücahede-i milliyyemizde olduğu gibi azim ve iman ve salabet-i ahlakıyye ile hakkın zaferi her vakit muhakkaktır. Fakat manevi cebhe ictimai tesanüd mahv olmuş bir de buna maddi mahrumiyet mektir. Bunun içindir ki heyet-i ictimaiyyelerin daima her türlü felaketleri metanetle karşılayabilecek bir halde bulunmaları ancak iman ahlak ve faziletle mümkündür. Binaenaleyh her vakit maddi ve manevi sahalarda kuvvetli bulunmak muhit-i ictimaimizi saran tereddiyatın ruhumuza hulul etmesine meydan bırakmamak için yegane tedabir-i şafiyye ve vakıyyeyi teşkil eden imanı ve maneviyatı takviye ahlakı tasfiye mümeyyizat-ı milliyyeye hürmet ve menahiden ictinab esaslarını mebde saadet ve refahı ancak bu esaslara riayet suretinde tecelli edebilir. Hilafı olan tereddiyat ve ictimai dalaletler tedenniyi ve -maazallah-ı teala- heyet-i ictimaiyyemizin kü sukut-ı ictimaimizin irae eylediği istikametler bariz ve sarih olarak bu hükmü fiilen tasdik etmiştir. Bu madde İmam-ı Azam ve İmam Yusuf hazretlerinin rinin ictihadına kısmen muhaliftir fakat eimme-i selase hazeratının ictihadlarıyla kabil-i telifdir. Eimme-i müşarun ileyhim diyor ki: Cinnetin tahaddüsü nikahdan maksud olan gayeyi fevt eder. Binaenaleyh zevceynden hangisi tecennün ederse diğeri için hakk-ı fesih sabit olur. İsterse bu hale sabr ederek rabıta-i zevSEBILÜRREŞAD - - Bu madde mezahib-i erbaa-i İslamiyyeden hiç birine tevafuk etmiyor. Bir kere ahkam-ı şeriyyemize nazaran zevc emr-i talaka malik olduğundan zevcesinin mefkudiyeti takdirinde tefrikıni temin için her halde hakimin hükmünü istihsale muhtac değildir. Zevcin mefkudiyetine gelince: Mezheb-i Hanefiye göre bir mefkudun akranı münkariz olmadıkça vefatıyla hükmolunamayacağından bu müddet zarfında zevcesiyle beynleri tefrik olunamaz. Şu kadar var ki mehlekede mesela saff-ı harbde veya sefer-i deryada gaib olup da hayat ve mematı malum olmayan şahsın mematına zann-ı galib hasıl olacak kadar bir müddet mürurundan sonra vefatına hükmolunabilir zevcesi de bu hükümden sonra başkasıyla izdivac edebilir. Çünkü bu halde galib olan mevttir. Mezheb-i Hanbelide ise zahiri selamet olan bir gaybubetten dolayı haberi munkatıolan bir şahsın vefatına hükmedilebilmesi için viladetinden itibaren doksan sene mürur etmiş olmalıdır. Bu müddetten evvel zevcesi başkasıyla izdivac edemez. Fakat zahiri helak olan bir gaybubet neticesinde haberi munkatıolan mesela gündüzün veya geceleyin ailesi arasından çıktıktan veya saff-ı harbde bulunduktan sonra mefkud bulunan kimsenin zevcesi yalnız dört sene bekler ba’dehu iddet-i vefatı bil-ikmal başkasıyla izdivac edebilir. mezheb-i Şafii de buna karibdir. Mezheb-i Malikiye gelince: Mefkudda dört suret tasavvur olunuyor: Bila-muharebe dar-ı harbde gaib olur. Bu kimse esirden maduddur binaenaleyh tevellüdünden itibaren müddet-i inkıraz-ı akran olan yetmiş ve ala rivayetin seksen sene mürur etmedikçe ne malı ve ne de zevcesi hakkında vefatıyla hükmolunamaz. Meğer ki nafakası devam etmesin veya kadının iffetinden havf olunsun bu halde zevce talakı ihtiyar edebilir. Dar-ı takdirde de hüküm ihtiyaten böyledir. Bu madde de cay-ı mülahazadır. Bir kere zevc ihtifa veya tegayyüb eden zevcesini isterse taht-ı nikahında tutar hakimin tefrika hükmetmesine şeran lüzum yoktur. Farz ediniz ki bir kadın zevcini bırakarak her hangi bir kimsenin nezdinde ihtifa etmiş yahud her hangi bir kimse olmayacak bu gibi ahvale cüret-yab olmuş; halbuki zevc bu gayr-ı meşruharekete karşı seyirci vaziyetinde kalacak aradan bir hayli müddet geçtiği halde bu lekeden nasıye-i namusunu temizleyemeyecek yeniden hayat-ı müşterekeye mübaderet için ilanlar yapılacak!. Birçok aylardan sonra kadın çıkıp gelince de zevc bununla tekrar teşrik-i hayata mecbur olacak!. Garib değil mi? İşte madde bunu icab ediyor. Zevcin ihtifa ve gaybubetine gelince: Bit-tabi’ zevcenin gaybubet ve ihtifasında melhuz olan ahlaki hayati mehazir bunda tamamen varid değildir. Binaenaleyh eimme-i Hanefiyye hazeratına göre bundan dolayı zevcenin tefrikıni talebe hakkı yoktur. Zevcin gaybubet ve uğratılması caiz değildir. Fakat bu hususta İmam Ahmed bin Hanbel hazretlerinin ictihadına göreBir kadının zevci gaib olup da nafakasının tahsili müteazzir olduğu takdirde talebiyle hakim nikahı fesheder. Ama zevc nafaka bırakmış veya göndermekte bulunmuş olursa bu takdirde fesih cihetine gidilemez. Zevcin uruz ve akarı veya medyunu zimmetinde veya mevduu nezdinde malı bulunduğu surette de hüküm böyledir.El-yevm mehakimde mamulün bih olan da budur. Eimme-i saire hazeratının ictihadları da buna karibdir. Halbuki maddeye nazaran zevc nafaka bırakmış olsa dahi yine tefrika hükmolunacak kadın da bu tefrik üzerine başkasıyla da mastur bir kavle nazaran zevc ızrar kasdıyla zevcesini terk ederek dört aydan ziyade seferde bulunursa zevcenin nikahı feshettirmeye hakkı olur. Hasılı bu tefrik meselesi akval-i mutebereye muhalif olduğu gibi ictimai bir nokta-i nazardan düşünüldüğü takdirde insanı tedhişden de hali kalmıyor. Şüphe yok ki zevcin gaybubeti bazan pek makbul ve meşrubir sebebe müstenid olabilir halbuki kendisi bu sebebi isbat edecek bir vazıyette bulunmaz. Beri taraftan zevce ise mücerred bu gaybubet bahanesiyle kayd-ı nikahtan nefsini kurtarmak ister bit-tabi’ hakim de -sebeb-i gaybubetin makbuliyetine muttaliolamayacağı cihetle- tefrika hükmedecek! Artık bu tefrikın ne kadar muvafık olacağını takdir buyurmalı. razıyallahu teala anhın: kavli de bu hadis-i şerifi tefsir etmektedir. Binaenaleyh zevci mefkud olan böyle bir ibtilaya duçar bulunan bir kadın sabretmelidir ta ki mevt ile talakdan biri tebeyyün etsin. Maamafih nikahın sübutu muhakkaktır mefkudun hayatı da istishaben sabittir. Halbuki vefatı yalnız hayyiz-i ihtimaldedir. Binaenaleyh muhakkak olan bir nikah mevt ihtimaliyle izale edilemez. radıyallahu teala anhın bir hükmüne istinad ediyor ve diyor ki:Zahir hale nazaran eğer mefkud ber-hayat olsa idi tecil olunan müddet zarfında kendisinden bir haber alınabilirdi. Hakikatine ıttılamümkün olmayan hususatta ise zahir hal üzerine bina-i hüküm vacibdir. Ba-husus ki zevceye arız olacak bir zararı defa ihtiyac görülsün. Çünkü zevci mefkud olan bir kadınMuallaka olacağından şüphe yok ki mutazarrır olur bu zararın Zamanımızda şerait-i ictimaiyyesine nazaran İmam Malik hazretlerinin bu husustaki ictihadı maslahat-ı hale daha muvafık görülebilir. Hatta mülga Hukuk-ı Aile Kararnamesinin nci maddesi de kısmen imam-ı müşarun ileyhin bu ictihadına göre tanzim edilmiştir. Fil-hakika zamanımızda birçok kimseler zevcelerini şayan-ı merhamet bir halde terk ederek tegayyüb ediyor hayat ve mematlarına dair senelerce bir haber alınamıyor. Bu günkü vesait-i nakliyye ve muhaberenin mükemmeliyetine rağmen aradan seneler geçtiği halde hayat ve mematından haber alınamayan bir şahsın vefatı veya zevcesini bi-gayr-ı hakkın acz ve sefalet içinde bırakmak şüphesizdir. Bu hal ise birçok muhadderatın ismetine safiyet-i ahlakına su-i tesirden hali olmaz. Hasılı mehleke esnasında mefkud olanlar hakkında eimme-i Hanefiyye hazeratının sair mefkudlar hakkında da İmam Malik hazretlerinin ictihadları nazara alınmış olsa idi hem kafi derecede maksad temin edilmiş hem de mezahib-i aliye-i İslamiyyeden o kadar tebaüd edilmemiş olurdu. Gayr-ı müslimler ile muharebe esnasında gaib olur. Bu takdirde tahkikat-ı lazıme icra olunduktan sonra bir sene tecil olunup ba’dehu zevcesi iddet bekler ve malı mevrus olur. Şu kadar var ki saff-ı harbe dahil olduğu beyyine-i adile ile sabit olmalıdır. Asker arasından çıktığı sabit olursa darul-İslamda mefkud olmuş addolunarak hakkında dördüncü suret vechile muamele olunur. Dar-ı İslamda bir mehleke esnasında yani beynelmüslimin tahaddüs eden bir marekede gaib olur. Bu kimsenin zevcesi hakkında üç kavil vardır: Birincisi: Tarafeyn muhasıminin yevm-i iltikasından bir beldeye azimet veya böyle bir zamanda müsaferet edip de mefkud olan kimsenin zevcesi dahi bu hastalığın zevali tarihinden itibaren iddete mübaşeret eyler ve malı mevrus olur. Üçüncüsü: Badel-muharebe mefkudun hayat ve mematına dair tahkikat-ı lazımede bulunmak üzere bir müddet tecil olunur ba’dehu zevcesi iddet bekler malı mevrus olur. Mesela Medine-i Münevvere ahalisinden bir zat Afrika gibi beldesinden uzak bir yerde vukubulan bir marekede tegayyüb etse bir sene tecil olunur ba’dehu zevcesi iddet bekler ve mebde-i iddetten itibaren malı beynel-verese taksim olunur. - Bila mehleke darul-İslamda gaib olur. Bu halde hin-i tevellüdünden itibaren yetmiş sene hitam bulmadıkça vefatıyla hükmolunamayacağından malı veresesi arasında taksim olunamaz. Fakat zevcesi tefrikıni taleb ederse hakim lazım gelen tahkikat ve muhaberatta bulunur neticesinde mefkudun hayat ve mematına ıttıladan yes hasıl olursa bu yes tarihinden itibaren iftirak ciheti dört sene tecil olunur. Ba’dehu zevce iddet-i vefatı bil- ikmal başkasıyla izdivac edebilir. Meğer ki nafakası devam etmesin bu takdirde talakını daha evvel ihtiyara müstehık olur. Bu dört suretin hiç birinde mefkudun vefatına hükme ve zevcenin iddet beklemesi için izn-i hakime hacet yoktur. Çünkü zevcenin müracaatı üzerine evvelce bir müddet tayin ve tecil etmesiyle hakimin izni zaten hasıl olmuştur. Görülüyor ki madde bu mezahib-i fıkhiyyeden hiç birine muvafık bulunmuyor. Bu mefkud meselesi hakkında müctehidin-i kiram hazeratı birtakım edille-i şeriyyeye istinad ediyorlar. Ezcümle eimme-i Hanefiyye hazeratı diyor ki: Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: buyurmuştur. İmam Ali tefrik davası ikamesine muhtac değildir. Lian meselesi müstesnadır. Zevcinin mahkumiyetinden dolayı zevcenin tefrikıni taleb etmesine gelince buna mesag yoktur. Vakıa bir kadın muhill-i haysiyet ve şeref bir cürmden dolayı mahkum olan bir erkeğin taht-ı nikahında bulunmaktan müteessir olabilir. -işte bu hikmete binaendir ki kadınlara bir hakk-ı kefaet verilmiştir. Her kadın kendisine yed-i izdivacını uzatan bir erkeğin mahiyetini şahsiyet-i ahlakıyyesini kablen-nikah taharri etmek icab eder- fakat zevcinin böyle bir mahkumiyetinden dolayı tefrikıni davaya kıyam etmesi de çok kere muvafık olamaz böyle bir hareketinden vahim netayic husule gelebilir tefrik tarikıyle muhafaza edilmek istenilen bir şeref-i zati bu tefrik yüzünden daha fena sarsıntılara maruz kalabilir. Kadınlara böyle bir salahiyet verilmesi çok kere kendi menfaat-i hakikıyyelerine mugayir olacağı gibi tahdidine çalışılan iftirak hadiselerinin tezayüdüne de sebebiyet vermiş olur. Acaba ar ve hayaya mugayir namus ve şerefi muhil olan ceraim nelerdir? Bunlar kanun ile muayyen midir? Yoksa hükkamın takdirine mi muhavveldir? Bu hususta miyar-ı hakiki ne olacak? İşte bu da muhtac-ı hal bir meseledir. Birtakım ceraim-i ahlakıyye vardır ki bunlar nazar-ı hakikatte en ziyade namus ve şerefi muhil şeylerdir. Halbuki bu ceraim nazar-ı kanunda mahkumiyeti mucib değildir. Mesela: Ayyaşlık ezvak-ı sefihaneye inhimak erbab-ı nezahetin gidemeyeceği yerlere devam yabancılarla kata kıyam ve saire en şenien hicab-aver ceraim-i ahlakıyyeden maduddur. Halbuki bunlar çok kere mahkumiyet-i kanuniyyeyi müstelzim olmuyor. Demek ki bu babda kadınlara tefrik davasına salahiyet verilmekle maksad tamamen temin edilmiş olmayacak; belki yeniden birtakım fenalıklara ayrılıklara sebebiyet verilmiş olacak. Hülasa şayan-ı teemmül bir mesele!. Mehir: hafaza için Müslümanlığın kabul ettiği en müessir vesaitten biriMehirdir. Sahih bir izdivacı akd için şeriat-i İslamiyye hatıbın münhasıran zevceye aid olacak bir mehri tayin etmesini Üzerinde hakk-ı tasarruf istimal olunabilecek zi-kıymet her şey mehir olabilir Bu madde muhtac-ı nazardır. Bir mefkudun vefatına hükmedildiği takdirde kendisiyle zevcesi beyninde bizzarure tefrik hasıl olmuş olur. Artık tefrik için ayrıca karar adem-i istihsaline göre meselenin hükmü tebeddül etmez. Bu husustaki akval-i fıkhiyyeyi bervech-i ati telhis ediyoruz: Mezheb-i Hanefiye göre bir mefkud; vefatına hükmolunduktan ve zevcesi badel-idde başkasıyla izdivac ettikten sonra zuhur etse nikah-ı sani fesih olunamaz. Çünkü bu babdaki hüküm nikah-ı evveli katetmiştir bu hüküm bu hususta kabil-i fesih değildir. Ancak Ebussuud merhumun nakl ettiği bir kavle nazaran mefkudun zuhuru üzerine ikinci nikah zail olup zevcesi kendisine Mezheb-i Hanbeliye göre nafakanın teazzüründen dolayı zevc-i gaib ile zevcesi beynindeki nikah fesh edildikten sonra zevc zuhur edip de nafaka bırakmış olduğunu bil-iddia beyyine ikame etmek istese bu beyyine mesmufesh-i vakimürtefiolmaz. Çünkü zevcenin teazzür-i nafaka hakkında evvelce ikame etmiş oludğu beyyine hükm-i hakim ile tereccuh etmiştir. Binaenaleyh kadın inkıza-yı iddetini müteakıb başkasıyla akd-i izdivacda bulunmuş olduğu takdirde bu akid zevc-i evvelin zuhuruyla ne münfesih olur ne de fesh edilebilir. Mezbheb-i Malikiye göre mefkudun zuhuruyla nikah-ı saninin fesh olunup olunmaması tafsilata tabidir. Şöyle ki: Mefkudun zevcesi müddet-i tecilin hitamında nüz beynlerinde takarrub veya halvet vukubulmadan mefkud zuhur etse veya hayatı tahakkuk eylese yahud esna-yı iddette vefat eylediği malum olsa nikah-ı sani fesh olunur. Ve vefat suretinde kadın mefkuda varis olur. Ama zevce ile zevc-i sani beyninde takarrub veya halvet vukubulmuş olursa mefkud ile aralarında beynunet tahakkuk ve takarrür etmiş olur. Binaealeyh bilahare mefkud zuhur edecek olsa zevcesi kendisine Bu madde muhtac-ı teemmüldür. Bir kere ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran zevc her hangi bir cürm ile mahkum olan zevcesini isterse bizzat tatlik edebilir böyle bir kadından ayrılabilmek için her halde hakime müracaata Şeriat-i İslamiyye vahy-i ilahiye müstenid olduğundan fıtrat-ı beşerin zaif noktalarını takviyeyi ve beşeriyetin vahşi ihtirasatını zaafa duçar etmeyi istihdaf eder. Resul-i Ümmi dünyanın en geniş vukufu haiz şarive müceddidi olduğunu isbat etmiştir. Kitab-ı tabiat o Resul-i Muazzamın önünde açıktı. Kendisi tabiatin en çapraşık en mudıl mahluku olan ruh-ı insanın revhıni anlamak gibi bir harikayı göstermiştir. Binaenaleyh şeriat-i Muhammediyyenin kavanin-i veraseti kavanin-i izdivacı ve sair kanunları fıtrat-ı beşere amik bir vukufu tecelli ettirir. Bu derin ihata dolayısıyla ahkam-ı şeriyye on üç bu kadar asırdan beri Arabistanın ateşin çöllerinde olduğu gibi dünyanın en soğuk iklimlerinde meridir. Bu kavanin bedevi Arapların ihtiyacatına mutabık olduğu kadar en medeni Avrupalının da ihtiyacına mutabıktır. Yine bundan dolayıdır ki şeriat-i İslamiyye İngiltere gibi medeni bir memlekette ancak birkaç sene mukaddem kadınlara bahş edilmeye başlanılan hukuku on üç asır mukaddem bahş etmişti. Hukuk-ı hıdane ise İngilterede henüz tedvin olunmamıştır. Şeriat-i İslamiyye cebr ile hıdane arasındaki farkı en canlı ve en tabii şekilde tefrik etmiştir. Cebr hukuku erkeğe ve hıdane kadına verilmiştir. de deniliyor ki:İster izdivac esnasında çocuklarına bakmaya en çok münasib olan ferd validedir. Cebir hakkı çocuğun valide şefekatine muhtac olmadığı zaman istimal olunur. O zaman çocuk beray-ı terbiyye babasına verilir. Dokuz yaşında çocuk anasının yed-i şefekatinden babasının yed-i terbiyesine geçer babası da onu adam etmeye çalışır. Kız çocukları ise sinn-i izdivaca hatta fiilen izdivaca kadar validelerinin nezareti altında kalırlar. Bir kızla evlenebilecek erkek bir akraba onun hıdanetini deruhde edemez. Tabii validelerin irtidadı su-i ahlakı onların hakk-ı hıdanesini selb eder. Hakk-ı hıdaneyi ihraz için evsaf-ı atiyyeye dikkat olunur: Hadıne akl-ı selim sahibesi olmalıdır Çocuğun muhtac olduğu itinayı gösterebilecek bir yaşta olmalıdır Hüsn-i ahlak sahibesi olmalıdır Çocuğu bedenen ve ahlaken bir muhataraya duçar etmeyecek bir yerde mukim bulunmalıdır. Hakk-ı hıdaneyi selb eden şerait şunlardır: Hadınenin hud mürebbiyi çocuğa nezaretten menetmesi. Bir kadın yabancı bir erkekle izdivac ettikten sonra çocuğuna icab ettiği derecede muhabbet ve şefekat gösteremeyeceğine mebni onun bu izdivacı kendisine hakk-ı hıdanesini zayiettirir. Fakat kadın çocuğun Mihr izdivacın levazımından biridir. O kadar ki akd-i Kadın mehrini almak için ve onun üzerinde icra-yı tasarruf ayrılmayı beklemez. Mihr talakın vukuuna bir mania teşkil eder. Ekseriya mehir olarak mühim bir meblağ tayin olunduğundan bu suretle talakın önü alınmaktadır. Zevce istediği zaman zevcinden mehrini istifa hakkını haizdir. Dilediği takdirde zevce mehr-i muaccelini almayınca zevcini kabulden istinkaf eder. Mehrinden bir kısmını talak vukuu takdirinde istifa etmek üzere tecil etmek zevcenin ihtiyarına bağlıdır. Kadının mehir üzerinde hakkı o kadar kuvvetlidir ki zevcini katl ettiği takdirde bile onu zayietmez. Maamafih zevce mehrini zevcine ihda edebilir. Zevce izdivacdan mukaddem mehrinden feragat edecek olsa bile mutad olan mehri almak hakkını haiz kalır. Mihr zevcin bir borcudur. Zevcin vefatı takdirinde onun vasiyetlerinin ifasına ve varislerinin hukukuna takdimen tediye olunur. Hatta zevcin terk ettiği arazi zevcenin mehri ita olunmadan taksim edilmez. Zevce ber-hayat olduğu müddetçe müteveffa zevcin metrukatından mehrini istifa hakkını muhafaza eder. ve alırlar. Mihr kadınlara bahş olunan imtiyazatın biridir. Şeriat-i hiçbir kanun yoktur. muhafaza eder. Çünkü Müslümanlık her devre ve her zamana muvafık kaffe-i şeraita muntabık olmak üzere gönderilmiştir. Garb alemi İslam hukuk-ı ailesini kabul ederse hayat-ı zevciyyesini ıslah eder. Hıdane : Müslümanlığın kadınlara bahşettiği diğer bir imtiyaz Hıdanedir. Bunun hakkında birkaç sene mukaddem mecmuasında bu satırları yazmıştım: Hazret-i Muhammedin bir şarisıfatıyla işgal ettiği mevkibütün şarilerin mevkilerinden pek yüksektir. Nice adamlar kanidirler ki heyet-i ictimaiyye-i beşeriyye üzerine dinlerin icra ettiği nüfuz ahlak mefhumunun tekevvünü için elzemdir. Ve ferdlerin veya kavimlerin ahlakıyeti itikadat-ı diniyyenin doğrudan doğruya taht-ı tabiiyetine konulmuştur. Bu hususta ulema ve hüsn-i niyyet sahibleri daha ileri giderek derler ki: Eğer dinler insanları tabiatte muayyen olan tahavvülattan çevirmemiş olsalar idi insanlar en derin ahlaksızlığa dalmış olurlar idi. Kuvve-i ahlakıyye muzafferiyetin büyük amillerinden biridir. Ve madem ki ahlakın inkişafına dinler icra-yı tesir ediyor o halde her hangi bir millet dine muhtacdır. Uzağa gitmeye hacet yok memleketimizin manzara-i ahlakıyyesi bizde ne gibi tesiratı mucib olduğunu tecahül edemeyiz. O tesiratın bizim için kuvvet menbaı olup olmadığını sormak istemeyiz. O menbaın zaafa uğradığını aynel-yakin görmekteyiz. O zaaf heyet-i ictimaiyyemiz Heyet-i ictimaiyyenin ihtiyac-ı dünyevisinde ahlak-ı diniyyenin amiliyeti her safhada sabit ve meridir. Ba-husus bizim dünyaca nail-i selamet olmaklığımız behemehal ahlak-ı diniyyenin hakimiyetine bağlıdır. lunan ecnebi mekteplerinden bazılarında hıristiyan talebe misilli müslüman talebe de Salı ve Cumartesi günleri kiliselere götürülerek Hıristiyanlığa aid mevizalar dinlettirilmekte ve dini noel şarkıları terennüm ettirilmektedir. Bilhassa müslüman talebeyi buna icbar edenler mezkur mekteplerde muallim ve muallim muavinliği yapan Rum ve Ermeni hocalardır. Hatta bunlar kiliseye gitmeyen müslüman talebenin mektepten tard edileceğini de müslüman talebeye makam-ı tehdidde söylemekte dini kitaplar tevziedilmekte ve çıkarken geri alınmaktadar. Talebe sekiz buçukta kilisede hazır bulunmadığı takdirde ahlak numarası kırılmaktadır. Bu münasebetle Cevdet Bey? serlevhasıyla yazdığı bir başmakalede diyor ki: Bu havadisi Türklerden kim okuduysa onu elbette bir düşünmek almıştır. Bu kadar fedakarlıklardan bu kadar gürültülerden patırtılardan bu kadar dans talimlerinden sonra Türkiyede Türk mektebinin lüzumu kadar mevcud olmayışı ve Türk çocuklarının ecnebi hıristiyan mekteplerine gitmek mecburiyetinde bulunmaları zannediyorum ki insanı düşünmeye sevk eden mevaddandır. akrabasından biriyle evlenecek olursa hakk-ı hıdanesi devam eder. Maamafih bir kadın birinci zevcinden ayrıldıktan sonra çocuğunun hayatını ıslah etmeyi istihdaf ederek ikinci bir zevce varırsa onun bu hareketi hakk-ı hıdanesini selb etmez. validenin gaybubetinde hakk-ı hıdane validenin kadın akrabasına intikal eder. Kadının bu akrabası erkeğin akrabasına tercih olunur. Hıdane hususunda kadına kadın olduğu için erkeğin hukukuna faik hukuk temin olunmuştur. Çocuklara bakacak kadın akraba bulundukça hakk-ı hıdane hiçbir erkeğe verilmez. Şeriat-i İslamiyye erkeğe ve kadına muvafık-ı fıtrat haklar bahş etmiştir. Hıdane hususunda Müslümanlık kadınların erkeğe faikıyetini tanımıştır. Diğer hususatta erkeğin kadına tabii faikıyeti ihmal edilmemiştir. Bu suretle tevazün-i hukuk adilane bir surette temin olunmuş ve cinseyn arasında münazaata mahal bırakılmamıştır. Zevcenin Evsafı: Zevcenin evsafından bahs ederken İmam Gazali Kimya-yı Saadet nam eserinde der ki: Kadının en mühim sıfatı iffettir. Güzel fakat su-i ahlak sahibi olan bir zevce büyük bir felakettir. Böyle bir kadından ayrılmak gerektir. Peygamberimiz buyurur ki:Bir kadını mahza güzelliği veya serveti için alan her Zevcenin ikinci sıfatı güzel huydur. Huysuz bir zevce Zevcede aranılacak üçüncü sıfat güzelliktir. Dördüncü sıfat-ı mergube mehirde itidaldir. Beşinci sıfat kadının akim olmaması asil olması zevcin pek yakın akrabası olmamasıdır. Zannederiz ki İmam Gazalinin beyan ettiği bu evsafa tadad ettiği bütün bu evsaf desatir-i İslamiyyeyi izahtan başka bir şey değildir. Dine dair addedilen öyle umur vardır ki bunları sırf ahirete müteallik addetmek hatadır. Bunlar bil-akis dünya umurunu heyet-i ictimaiyyenin mesalih-i cismaniyyesini tanzime yarar. namındaki eserde şu ibareleri okuyoruz. Ahlakıyet-i umumiyye ve hususıyyenin inkişafına daima ve bütün milletler nezdinde edyanın icra-yı fil eylediği umumen ve hatta diyebilirim ki cihan olarak kabul edilmiştir. tedrisat ve terbiye-i diniyye hususunda ecnebilerin haiz olduğu hukuk ve imtiyazatın kendilerine de bahş olunmasını Maarif Vekalet-i Celilesinden istirham ederler. Öteden beri bir hürmet-i mahsusa olmak üzere Kandil geceleri eğlence ve sefahet mahalleri tatil edilmekte olduğu halde bu sene leyle-i Regaibde buna lüzum görülmedi. Bu teamülün de kalkmış olduğunu gazetesi büyük büyük yazılarla ta ilk sütununda ilan etti. Bundan başka Selanikli sinemacılarla tiyatrocuları söyleterek müslümanlarca mukaddes bir gece olan leyle-i Regaible istihza ettirdi:Bu gece eğlenmek lazım geldiği Yaptıklarını yapıyorlar; bari halkın hissiyatıyla istihfaf etmeseler... muharrirlerinden Edhem Ruhi Bey ın bu yazılarından müteessir olmuş ferdası intişar edenda yazdığı bir makalede diyor ki: Leyle-i Regaib münasebetiyle gazetesinin ser-sütununda Necmeddin Bey gibi edib ve Darul-fünun müderrisi bir zatın Kandil gecesi şerefine sinemalar kapanmayacak diye sevinçli yazılarını bir kere okuyup munsıf bi-taraf bir vicdanla düşününüz. Ve bir kere müderris beye sorunuz: Sevdiğiniz milletinizin iyi veya kötü teamül diye sevdiği bir adet ve teamül birkaç Selanikli sinemacının menfaatine kale alınmadı diye mi cumhuriyetin kanunlarını tecelli etmiş gördünüz? Siz kavanin-i medeniyye ve hürriyet ilmindeki manayı böyle mi anladınız? Sorbon gibi bir Darul-fünunun müderrisi sizin yerinizde olsa mensub olduğu milletinin ruhi ve ananevi maneviyatını bu derece aşk ve şevk ile çocukluk denecek kadar hiffetle mi darbelemekten zevk alır? Siz hürriyetin veya dini ve ananevi hissiyatını taşlamak mı asri bir meziyet sayılıyor? Milletler tekamül ve tefeyyüze böyle çocukça tahrikat ile mi sevk edilir yoksa ilim ve irşadatla mı? Ben şu iddiadayım ki bizler cahillerimizden ziyade münevver geçinen bizler bütün bu tezebzüblerden ve hiffetlerden huzur-ı tarihde mesulüz. Bu mesuliyeti bu gün belki hissedemeyiz. Fakat zaman bu mesuliyetlerin acılığını bize idrak ettirmekte gecikmeyecektir. Balıkesirli iki çocuğun sinemalardan aldıkları dersleri temsilen babalarının dükkanını alat ve edevat istimaliyle litikasının diğer bir memlekette görülüp işitilerek burada da tatbiki istenilmiş bir hayal olduğuna kaniolur. Burada asıl tuhafıma giden nedir biliyor musunuz? Bizim mekteplerde şakirdanın namaz kılmak emrinde şimdi bir mecburiyetleri yoktur. Eski zamanlarda bu mecburiyet vardı. Fakat şimdiki zamanda ibadetin memuru bana söylüyordu ki beş altı yüz şakirdan şu talia bakın ki bizim müslüman mekteplerinde çocuklar yan mekteplerine gitmeye ve kiliseye devama mecbur oluyorlar. Bu pek ibret-bahş bir haldir. Bizzat gödüğüm için hemen söyleyeyim ki memalik-i ecnebiyyede mekteplerin terbiye-i ahlakıyye mebhasinde diğer mezhebden bir hıristiyan çocuğunu bile almazlar. Bu mekteplere karşı söz söyleyecek miyim zannedersiniz? Hayır asla hayır! Onların hiç kabahatleri yoktur. Onların bir kanunları usulleri vardır. Onlarda bir usul-i ahlakıyye vardır. Onlar ona göre hareket etmişler ve edeceklerdir. O mekteplerden dini merasimi kaldırmak mümkün olamaz. Çünkü bu bir nevipropagandadır. Asaleten kabahatli olan biz Türkiye milleti biz hepimiz! Vekaleten kabahatli olan da vekillerimizi ihtiva eden Millet Meclisidir! Bir gün tarih denilen münekkıd-i bi-eman maarifimizi eline alacak bizi hatıra gönüle bakmadan muhakeme edecektir. Lüzumu kadar mektebi muallimi vesaiti yokken tevhid-i tedrisattan dem vuran bizleri tazir edecektir. Ahval-i mahsusa-i milliyyemiz birtakım erbab-ı kemal ve ihtisas tarafından tamik edilerek maarifce ihtiyacımız tebeyyün ettirilmek ve şunun bunun eli girmeyecek bir sistem takib edilmek lazım gelirdi. Buna bedel her gelen aklına eseni yapmış her şey alt üstüne getirilmiştir. Tevhid-i Tedrisat namı altında kendi müessesat-ı diniyyemizi yıktık. Fakat ecnebilere bir şey olmadı. Onlar yine terbiye ve tedrisat-ı diniyyelerine devam ediyorlar. Fazla olarak müslüman çocuklarını da kiliselere götürüyorlar. Diğer taraftan Genç Hıristiyanlar Cemiyeti gibi neşr-i Nasraniyet ile mükellef olan müesseseler de kemal-i serbesti ile icra-yı faaliyet ediyor. Bu vaziyetin tevlid edeceği neticeleri hiç düşünen yok mu? Artık resmi medreseler açılmayacaksa bari halkın kendi kendine bütün mesarıfı kendileri tarafından tediye edilmek şartıyla medreseler açmasına müsaade edilsin de müessesat-ı Nasraniyyeye mukabil İslami tedrisatta bulunacak müessesat da vücuda gelebilsin. Müslümanlar yor bunlar tevali ettikçe o çocuk tabiatiyle gayr-ı salim anormal oluyor. Böyle bir çocuktan artık ne ailesi ne cemiyet ne de mensub olduğu hükumet zarardan başka bir fayda görmez. Çocuklar daha küçük yaşta iken beyaz perdede aks eden saraylarda yaşamak öyle üryan kadınların kucağında mest olmak müstesna arabalar içinde gezmek hayalini yaşatırlar. Buna kolay vasıl olunmadığını görünce tabiatiyle fenalığa hırsızlığa meyl ederler. Sinemaların genç kadınlar bilhassa gençliğin verdiği bütün ihtiras ateşiyle kavrulan dimaglar üzerindeki aksi tesiri de mütaleaya değer mühim bir meseledir. Çocuklar sinemaya bu umumi sinemalara gitmekten suret-i katiyyede menolunmalıdır. Hükumet hatta bir kanunla bu meseleyi hallediverirse çocuklarımızı kurtarmış oluruz. Amerikalı milyarder Rokfeller Amerikada şark talebesine verdiği bir ziyafette şöyle bir nasihatte bulunmuş: Aziz gençler New Yorkun guna gun ve her taraftan sizi tazyik eden cezb eden kuvvetleri ve ezvakı arasında her türlü ihtirasa her türlü meyl-i ezvaka hakim arzu ve hevesatınıza galib gelmeyi bildiğinizden eminim. Nehrin akan tarafına değil makus istikametine doğru gitmektir ki her türlü muvaffakıyet ve takdirleri celb eder. Cereyana tabiolmak hiçbir kuvvet sarfına hiçbir meleke ceği bir şeydir. Hüner makus kuvvetleri yenip yukarıya doğru tayin edilmiş istikametine doğru gidebilmektir. Muhammed Safvet Efendi namında biri bunu Amerikadan gazetesine bildiriyor. Amerikalı milyarderin bu nasihatine burada da muhatab olacak çok kimseler vardır. Biz gençliğe rehberlik edenlerimizin lisanlarından maatteessüf böyle nasihatler işitemiyoruz. Bilakis verdikleri dersler hep cereyana tabiolmaktan başka bir şey değildir. Türlü türlü heva ve hevesler sefahetler memleketimize sokularak meydan aldıkça bizim rehberlerden Darul-fünun Emaneti gibi en yüksek bir mevki-i nazariyeyi ileri sürmüştür. Lakin Amerikalı milyarder böyle söylemiyor; nehrin akan tarafına değil makus her muvaffakıyeti burada görüyor. Acaba profesör Con geceleyin kırdıktan ve bazı zi-kıymet eşyayı sirkat ettikten sonra İstanbula gelerek eğlence yerlerinde icrayı sefahete başlamaları hadisesi münasebetiyle refikimiz yazdığı bir fıkrada diyor ki: Bugün bu halkın aması şayan-ı hayrettir. Fakat hükumet de kabahatten kendini kurtaramaz. Sinemalar hakkında enzar-ı dikkati kaç kere celb ettik kimsenin kulağına girmedi. Beyoğlunda ne kadar sinemalar açıldı. Kadın erkek çocuk bütün İstanbulun gafil halkı ceblerindeki ekmek parasını da bu eğlence yerlerine veriyorlar. Bu sinema işi bir neviecnebi idhalatıdır. Hem de faydasız sefahet idhalatıdır. Her gün bir yeni sinema açılıyor ne kadar büyük bir kazanç olduğu bundan anlaşılıyor. Hatta bazı Selanikli tüccarımız bu işte tuhafiyeden ziyade kar olduğunu anlayarak o yola döküldüler. Böyle safderunane bakıp duralım mı? Gözlerimizi şimdiden açıp bu filmleri çok dikkatle tedkik edelim ki bir gün ağlamayalım. gazetesi de sinemanın mazarratları hakkında neşrettiği bir makalede şöyle diyor: Hükumetin bütün millet ve bilhassa çocuklar üzerindeki velayet-i ammesi düşünülürse bu tedbiriyle ne kadar muhik harekette bulunmuş olacağı takdir edilir. Dokuz on on iki yaşlarında çocuk nedir? Henüz mürahik bile değildir. Bu yaşlardaki çocuklar nasıl bedenen cismen inkişaf devresinde ise zihnen dimagan da öyledir hatta muhakemeleri hiç yoktur. Bu yaştaki çocukların Conceptionu yalnız gördüğünden ibarettir. Bu bir hakikat olunca insanları hayali kahramanlıklara hatıra gelmez servetlere mazhar kılan filmlerin çocuklar üzerinde çocukların bu zaif dimagları üzerinde husule getireceği tesirin ehemmiyetini sadmesini uzun düşünmeye lüzum yoktur. leri hareketler sırf bu sinemaların aks-i tesirinden başka bir şey değildir. Bu yaştaki çocukların seyrettikleri hayalin üstündeki vakalarla zihinleri alt üst oluyor o yaştaki zihinler bunu hazm edemiyor. Bu su-i hazm asabına tesir yapıSEBILÜRREŞAD - - ve kralına bir telgrafname keşide ederek arz-ı ubudiyet etmesi ve Rif kahramanlarını tarumar etmekle teyid-i ubudiyet edeceğini söylemesi Ehl-i Salibin kalbini sürur nab-ı Hakka binlerce şükür ki Ehl-i Salibin bu sevinci ve bizim bu amik teessürümüz uzun müddet devam etmedi. Emir Abdülkerim hazretleri ani ve saikavi bir hareketle Resulinin bütün amal-i hainanesini zir u zeber etmiş İslam kanı dökmeden uzun uzadıya mücadelata mahal bırakmadan gazab-ı ilahi gibi Resulinin tepesine Resuli İspanyolların kendisine verdikleri büyük servetiyle ricatleri esnasında muma ileyhe terk ettikleri bütün toplarıyla silahlarıyla techizatıyla Rif serdarı Emir Abdülkerim hazretlerine arz-ı inkıyad etmiştir. İspanyolların tesis ettikleri sahil mıntıkasıyla Rif mücahidlerinin cebhe-i harbiyyesi arasında mania bu suretle ortadan kalkmış İspanyolların bütün amali bir anda yıkılmış Rif mücahidlerinin sarım-ı satvetinden kurtulmak dolayısıyla duydukları bütün huzur bir an içinde münselib olmuştur. Çünkü İspanya hükumet-i askeriyesinin en büyük muvaffakıyeti sahil boyunca imtidad eden bir hatt-ı müdafaa tesis etmesi ve kabail-i İslamiyyeyi yekdiğeriyle boğuşmaya sevk ile İspanyayı Fas macerasından bu maceranın İspanyaya tahmil ettiği müdhiş masraflardan müdhiş zayiattan herc ü merclerden buhranlardan keriyyesinin bu muvaffakıyeti bir serab-ı igfalden ibaret kaldı. Bu muvaffakıyetin ihrazıyla ziyaı bir anda vuku buldu. İspahyolların güvendiği Cebele kabaili Rif kabaili dikleri silahlar toplar İspanyolların sahil mıntıkasında patlayacak!... İspanyol hükumet-i askeriyyesinin bütün tertibatı bütün planları suya düştü!... Rif kahramanları dahili mücadelat ile zaafa duçar olacakları yerde manen ve maddeten kat kat tezyid-i kuvvet etmiş ve yine İspanyollarla tesis-i temas etmiştir. Bundan dolayı bütün Ehl-i Salib gazeteleri tekrar feryada başladılar. İspanyol hattının yine tehlikeye düştüğü laştığını söylemeye başladılar. Ehl-i İslam ise din kardeşlerinin bu büyük zaferi karşısında Cenab-ı Hakka arz-ı şükran ederler ve mücahidin-i ret-i ilahiyyeyi tazarruederler. Hicaz- Bu hafta Ciddeden gelen na-mındaki gazetenin son üç nüshasına muttaliolduk. Bu gazete Şerif Hüseyinin oğlu Şerif Alinin ceride-i resmiyyesidir. Bu gazeteden hayli mühim ma’lumat Dovi gibi buna daBunak!.diye dudak mı bükeceğiz? bilmiyoruz bizde gençliğe daima dalalet yollarını gösterenler an kasdin mi bunu yapıyorlar yoksa an cehlin mi? Rif mücahidleri geçen hafta esnasında çok büyük bir zafer daha kazandılar. İspanyol kuvvetlerinin Rifistanı bir hatt-ı müdafaa tesis etmeleri üzerine Rif kahramanları tarafından işgal olunacak ve sekenesinden istifade edilecek vasibir saha terk etmişlerdi. Fakat bu sahada bir bagi bulunuyordu. Bu bagi Resuli namına taşıyan sergerdedir. İspanyollar muma ileyhin mukim ve hakimi olduğu mıntıkadan çekilmekle beraber Resuliye silah ve para yetiştirmekle Rifistanı dahili bir harb içinde yaşatmak bu dahili harb ile kabail-i mücahidini zaafa duçar ettikten sonra günün birinde kemal-i suhuletle bütün bu mıntıkayı işgal etmeyi istihdaf ediyorlardı. Binaenaleyh sair techizat-ı askeriyyelerini Resuliye tevdietmişler o da Rif mücahidleri aleyhinde icra-yı harekata hazırlanmıştı. Artık Rifistanın arz edeceği manzara bu şekilde olacaktı: İspanyollar sahil boyunca emn ü istirahat ve Resuliye tabiolan cebhe kabaili İspanya hesabına Rif mücahidleriyle harb edecekler daha ötede Rif mücahidleri bu kabail ile mücadeleye dalacaklar ve binnetice takdirinde Rif diyarında bayrağını dalgalandıracaktı. Şayan-ı şükrandır ki Rif kahramanı Emir Muhammed Abdülkerim hazretleri düşmanlarının bütün makasıdını ettiğini isbat ederek dehasını bir kere daha bütün aleme takdir ettirmiştir. sulinin takib edeceği hatt-ı hareketi tahkik etmiş muma görünce muma ileyhe karşı harekat-ı lazımeyi icra eylemiştir. Bu harekat başlar başlamaz bütün Ehl-i Salib gazeteleri ilan-ı şadumani etmişlerdi. Çünkü artık Fasta müslümanlar birbirleriyle boğuşuyordu. İspanya hükümeti de meydandan çekilerek müslümanları böyle birbirleriyle boğuşturmaya muvaffak olduğundan şayan-ı tebrik görülüyordu. Bu sıralarda Resuli haininin İspanya kaffesi birer birer tahliye olunarak tevkif altında ancak yedi kişi kalmıştı. Son hafta zarfında alınan ma’lumata göre Mısır hükumeti yeniden tevkifata başlamıştır. Anlaşıldığına göre Mısır hükumeti yeni birtakım ma’lumat aldığından dolayı bu tevkifata yeniden tevessül etmiştir. Tevkif olunanlar miyanında sabık mebuslardan Doktor Şefik Mansur Bey de bulunmaktadır. Bakalım bu seferki tevkifat nasıl bir netice verecektir. u şart irvası evvelce Mısır hükumetinden taleb olunmuş Mısır hükumeti de bunu kabul etmişti. İngilizler bu kabulü teyid etmek için yeni bir vesileye müracaat etmişlerdir. İngilterenin pamuk işleriyle meşgul olan şirketleri Sudandaki cezire arazisini irva ile orada pamuk yetiştirmeyi istihdaf etmektedirler. Bu İngiliz şirketlerinin menfaati uğurunda Mısırı susuz bırakmak istemeyen Nil suyunun taksimini tedkik için bir komisyon tayinini taleb etmişler Mısır hükumeti de bunu kabul etmiştir. Teşekkül edecek olan komisyon Felemenkli bir reis Mısır matbuatı bu komisyonun İngiliz siyasetini kabulden başka bir şey yapmayacağını beyan ediyorlar. Münevverenin zabtı şayiolmuş ise de bunun aslı olmadığı anlaşılmıştır. Medine-i Münevvere ile Maan arasında demiryolu muvasalatı emin bulunmaktadır. Medine civarında birtakım harekat vukubulmuş ise de Medinedeki Haşimi kuvvetleri Vehhabileri püskürtmüştür. dan anlaşılan diğer bir haber Haşimilerin Vehhabi ordugahı üzerinde mühim bir tayyare faaliyetinde bulunduklarıdır. Ceride-i mezkure her gün bu faaliyetin vukubulduğunu ve Vehhabilere büyük zararlar verdiğini beyan ediyor. Yine mezkur gazeteden anlaşıldığına göre Mekkede Vehhabiler namında bir gazete neşretmekte ve gazeteyi harice göndermektedirler. Maalesef bu gazetenin hiçbir nüshası elimize geçmemiştir. Geçen hafta zarfında Vehhabilerin Ciddeye karşı esaslı bir taarruz icra edeceklerine dair neşredilen haberler tahakkuk etmedi. Tarafeyn arasında vaziyet-i askeriyye üzerine icra-yı tesir etmeyen ehemmiyetsiz harekatın devam ettiği anlaşılıyor. Bu vaziyetin bu müzebzeb şekilde bir müddet devam edeceği cereyan-ı hadisattan tavazzuh etmektedir. Mısırda mühim buhranlar tevlid eden ve mühim tebeddülat vukuuna sebebiyet veren Serdar Hadisesi bu günlerde yeni yeni inkişafata sebebiyet verdi. İngiliz serdarı Sir Listakın Kahirede katli üzerine Zağlul Paşa kabinesi sukut etmiş Mısır parlamentosu tatil olunmuş teşekkül etmiş Mısırın Sudandaki kuva-yı askeriyyesi oradan ihrac olunmuş orada yeni kuvvetler tesisine başlanılmış el-hasıl bir sürü hadisat-ı mühimme vuku bulmuş fakat serdarın katlinden bu kadar hadisatın tevellüd etmesine rağmen bu katl hadisesinin tahkikatı hitam bulmamıştır. Serdarın katli dolayısıyla Mısır mebusları tevkif olunmuş birçok talebe derdest edilmiş birçok memurin-i hükumet tarassud altına alınmış birçok ekabir şüpheli addolunmuş bir aralık tevkif olunanların adedi balig olmuş fakat serdarın katilleri bir türlü bulunamamış binaen aleyh tevkif olunan zevatın rüdür tabir-i ilmisiyle alem-i asgardır. İnsanın her uzvu ediyor. Yani insanın her uzvu kavanin-i mukarrereye mediği takdirde ya bir hastalığa duçar olur yahud ölür. Binaenaleyh insan bütün tabiatin bütün mevcudiyetinin dininden başka bir dine salik olamaz. İnsana yarayacak din onun fıtratına muvafık olmalıdır. Bunun için Kuran-ı Kerim diyor ki:Allahın bahşettiği fıtrat o fıtrat ki Cenab-ı Hak insanı onunla meftur etmiştir işte hakiki din odur.Bu suretle Kuran bize İslamı fıtratı işletmek Dinin Hedefi- Bu izahat bizi mevzuun diğer bir safhasına bunu bu sözlerle beyan ediyor:Allahdan gönderilene yani All hın gönderdiği dine ittibaedenler hidayet-i kendini açmasıdır. Tabiatteki her şey gibi bizim de müteaddid kuva-yı batınıyyemiz var. Koca bir meşe bir palamut tanesinde; bütün büyük ağaçlar dallarıyla yapraklarıyla çiçekleriyle meyveleriyle bir tohumda mündemic olduğunu hatırlamalıyız. Bir parça kan pıhtısından insanın bu maddi kalıbı vücud bulduğu gibi onun akli ahlaki ruhani inkişafata mazhar olacak mezaya-yı maneviyyeyi de haiz olduğu unutulmamalıdır. Tabii neşv ü nema layetegayyer birtakım kavanine riayete vabeste bulunduğu gibi ahlaki akli ve ruhani inkişaf da bunlara mümasil kavanine riayetle hasıl olur. Dinin vazifesi bu kavanini izah etmektir. Binaenaleyh dinin hedefi felahı temin edecek kanun-ı hayatı insana bahş etmektedir. Dinin Mevkii- Bu din kime bahş olunacak ve onun mevkii ne olacak? Cevabı pek basit olan bu suale birMüslümanlığa Doğru Etrafınızdaki kainata bir nazar-ı tedkik atf ediniz. Göreceksiniz ki her şey terakkiye doğru şitabandır. Her şey zaman ve fırsatla semeredar olacak birtakım havassı haizdir. Tabiatin her adımı tedenniye değil terakkiye; geriye değil ileriye doğru gidiyor. Her şeyin katedeceği bir tarik-ı mukadder vardır ki hüsn-i suretle katolunduğu takdirde onun kuva-yı hafiyyesini saha-i faaliyete kanun ve itaat-i dini hükümrandır. Bütün tecelliyat-ı tabiat belki onların hilkati mevcudiyeti neşv ü neması semere-bahş olması mahza o kanuna vabestedir. Eşyayı tabiiyye arasındaki mütekabil münasebat bunların ifa ettikleri mütekabil hidemat bu tecelliyat-ı tabiiyyenin kavanin-i ilahiyyeye yani kavanin-i tabiiyyeye gösterdiği Kerim bu kelimelerle İslamı tarif ediyor: Acaba bu insanlar kendilerine din-i ilahiden başka bir din mi arıyorlar? Görmüyorlar mı ki onları ihata eden bütün tabiat semavat ve arzda her şey Cenab-ı Hakka arz-ı teslimiyet ediyor. Nezd-i ilahide din Müslümanlıktır. Bu kelimelerle Kuran din-i fıtratı tarif ediyor. Fakat si tabiatin en yüksek mahluku All hın en güzel eseri değil mi? Öyle ise insanın dinsiz kalmasına imkan var mı?!. Dinsizliği kabul etmek insanın kendi fıtratına sadakatsizlik göstermesidir. Tabiatteki her zerre vücud-ı beşerde bir mevkii haizdir. İnsan kainatın bir minyatüBaşmuharrir Sahib ve Müdir Kuran tabiate işaret ediyor. Bizim hayır ve menfaatimiz vücud bulur. Bu kaide-i hayat tabiatin her şubesinde caridir. Kuran-ı Kerimden evvel gönderilen kütüb-i semaviyye burada izahına lüzum olmayan sebeplerden dolayı tamamiyetini muhafaza edemedi. Bu kitaplardan hiç biri tahriflerden ilavelerden kurtulamamıştır. Bazı kitaplar kamilen ortadan kalkmıştır. Birçokları da Kerim birçok ayetleriyle buna işaret eder. Fakat Hıristiyanlık alemi yarım asır evveline kadar buna inanmıyordu. Hıristiyanların hiç biriKitab-ı Mukaddesdedikleri kitaba insan eli karıştığına ihtimal vermiyordu. Bu gün duğu tebeyyün etmiştir. Kuran-ı Kerimden başka bütün kütüb-i ilahiyyenin safvet-i asliyyesini zayiettiği tebbeyyün eylemiştir. Hıristiyan ve Musevi muharrirleriAhd-i KadimileAhd-i Cedidhakkında bu hükmü veriyorlar. Ruh-ı beşeri feyz-yab için gönderilen kütüb-i mukaddese bu hale gelince Kuran-ı Kerimin hikmet-i irsali tavazzuh eder. Bunu anlamak müşkil değildir. Fakat cehalet veya taassub yahud her ikisi fikr-i beşeri en sade hakaikı bile kabulden alıkor. Bir insan mülevves bir elin temasıyla kirlenen su ile teskin-i atş etmekten istinkaf eder. Fakat Cenab-ı Hak tarafından gönderilen iksir-i hayatı kana kana son damlasına kadar içer. Vahy-i ilahi ile beşere teblig olunan hakaik safvet-i asliyyesini zayieder onlara kalır mı? ve sair kütüb-i mukaddesenin kıymetini bütün cihanı davet için gönderildiğini izah ediyor. Oğlunuzun Kütüphanesi idadına idhal buyurduğunuz eserin tercümesinden neşrolunan ilk iki cildi diyebilirim ki epey bir dikkatle mütalea ettim. Eser muazzam ve cesametlidir. Tercümesi de hayli büyük emeklere mal olmuştur. Bu kitabın sitından -pek de doğrusunu kestiremezsem de- belki on beş sene evvel katalogların mütaleasından haberdar olmuş fakat İtalyancadan nasibim olmadığı için istifade hırsımı teskin etmeyi kitabın bildiğim bir lisana tercüme olunacağı bir güne talikan vakfe-gir-i intizar olmuştum. Kim derdi ki günün çok edyan-ı saire salikleri doğru bir cevap veremiyorlar. Beşeriyeti ila etmek için gönderilen din her yerde her insana bahş olunmuştur. Hayat-ı maddiyyemize aid hususatta Cenab-ı Hak akvam ve milel arasında bir fark gözetiyor mu? Güneş kamer yıldızlar bulutlar yağmurlar el-hasıl beşerin hayatı için faaliyeti lazım olan her şey beşeriyetin hiçbir uzvundan esirgenmemiştir. Maddi hususatta akvam ve efrad-ı beşer arasında hiçbir fark gözetmeyen Cenab-ı Hak ruhani hususatta da öylece bezl-i inayet eylemiş; renk ırk farkı gözetmeksizin her ümmete bir din göndermiştir. vahy-i ilahiye istinad ettiğini beyan ediyordu fakat haiz olduğu menafii başka milletlerden esirgiyordu. Bunların dar kafalığı taassub tenafür ve adem-i memnuniyeti tevlid etti. Kardeşi kardeşinden ayırdı. İnsanların umumi vahdetini tarumar etti. Kuran-ı Kerimin irsaline kadar vaziyet bu merkezde devam etti. Kuran ilk suresiyle bu dar zihniyeti ortadan kaldırdı.Elhamdü lillahi Rabbilalemin ayet-i kerimesinin manası bütün hamd ü senanın halık ve razık ve hafiz olan ve bir cemiyetin bir ırkın değil kaffe-i akvamın ilahı olan Rabbül-alemine mahsus olduğudur. Yine Kuran-ı Kerim buyuruyor kiYer yüzünde hiçbir millet yoktur ki ona bir nezir gönderilmemiş olsun.Bu suretle Kuran-ı Kerim her dinin bir menba-ı sevilerin iddia ettiği şekilde İbrahim ve Yakubun ilahı gibi bir kabilenin ilahı değildir kaffe-i efrad ve milletin eden enbiya varsa hepsinin nübüvvetine itikad ederler. Ey müminler bütün cihana deyiniz ki biz Allaha ve Allahın İbrahim İsmail İshak Yakub ve esbata vahy ettiğine iman ediyoruz.Musa İsa ve sair enbiyaya gönderileni kabul ediyoruz. Peygamberler arasında bir fark gözetmiyoruz. Biz ancak Allaha iman ediyoruz. Mealindeki ayat-ı kerime bunu isbat eder. Müslümanlar peygamberlerin değil Allahın kullarıdır. Peygamberlere teblig ettikleri hakaik dolayısıyla hürmet ederler. Kuranın Cihan-şümul Daveti- Müslümanlar kaffe-i enbiyaya iman etmekle beraber Kuran-ı azimüşşanı her kitabın fevkinde tutarlar Kuran-ı Kerimin bazı kütüb-i mukaddeseye muhalif noktaları varsa bu sebepsiz değildir. Kuran-ı Kerim bunun esbabını izah eder ve der ki: yaniBir ayeti nesh eder yahud insaedersek ondan daha hayırlısını yahud onun nazirini göndeririz.Bu ayet-i kerimede müstesna olmak üzere takriben bin senelik vekayi-i Türki kitaplarımızda mukayyed bulunuyor. Frenklerin sermayesi de onlardır. Rahat ve huzuru ihlal edilmeyen kütüphanelerimizde bu nevikitaplar bol bol mevcud olduğu gibi birçokları da Mısırın hatta Avrupanın himmeti biz ne zaman ruy-ı iltifat gösterdik deBizim esrar-ı mehasinimizi faş etmek yalnız Frenk müsteşriklerin yed-i gösterdiler. Böyle muazzam ve masraflı bir eserin tabını deruhde buyuracak himmeti gösterdikten sonra bu kitapların birkaç tanesini Türkçeye nakl ettirmeye yol mu bulamazdınız? Matbuyazma asarımızı Tükçeye nakl ettikten sonra tarih ile meşgul olanlarımızın hangisi şahid-i hakikati böyle yüzü gözü kan bere içinde mazlum muhakkar ve ser-nigun görmeye tahammül ederdi? Hakikat namına hassaten zat-ı alilerine karşı bu şikayeti etmeye borçluyum. Zira elbette hatırlarsınız ki vaktiyle alem-i matbuatta epey nazar-ı dikkati celb eden bir makalenizdeMedeniyeti pantalonun geldiği yerden almak lazım geldiğini iddia ederken kütüphanelerimizdeki kitapların tozlar içinde yatmasını tavsiye ediyor ve ölüm uykusuna daldırmak istediğiniz bu kitapcağızların rahatını Arabi ve Farisi lisanlarını öğrenmekle ihlalden nası tahzir buyuruyordunuz. Cilve-i takdire bakınız ki şimdi yine o Hüseyin Cahid İslam tarihi öğrenmek ve ehl-i İslama öğretmek ihtiyacını hissediyor fakat tavsiyesinin semeratı filizlenmiş olduğu için bu ilmi kendisine büsbütün bi-gane kalmış tozlu kütüphanelerimizden alamıyor da an-cehlin veya an-kasdın tahrif-i hakikati vazife edinmiş agraz-ı hasise ile alude bir Leone Kaetanodan Zat-ı aliniz tercüme ettiğiniz kitabıBüyük bir kıymet-i eser Avrupada yazılmış en mükemmel mümkün olduğu kadar bi-tarafane ve hayır-hahane bir tarihtir. Maamafih müellif vekayia bir Avrupalı ve bir alim gözüyle bakmıştır. Bundan dolayı hissiyatımızı ve kanaatlerimizi rencide edebilecek noktaları vardır. Fakat bu cihetlerden sarf-ı nazar edilirse sırf tarihe aid olan kısımlardan edeceğimiz Müellifin vekayia bir Avrupalı gözüyle baktığına şüphe yoktur. Fakat bir alim gözüyle baktığına bin şahid kanaatlerimizi rencide edebilecek noktalardan -ki bu kitapta pek çoktur- pervamız yoktur. Çünkü Frenk gayr-ı Frenk birçok erbab-ı kalem buna bizi çoktan alıştırmıştır. Ba-husus bir Frenk müellifindenbi-tarafane ve hayırhahane sözlere muntazır olacak kadar sade-dil değiliz. birinde o müsteşrik-ı hatirin -daha doğrusu hatar-nakineserine Hüseyin Cahid Beyin üslub-ı revanı tercüman ve mütaleası Türkçe olarak fakire müyesser olacaktır? Hatırımda kaldığına göre on on iki cilde aşağı yukarı dört beş bin sahifeye balig olan bu cesametli eserin en ziyade şevk ve lezzetle tercüme buyurduğunuz eserlerden biri olduğunu işittim. Mütaleasından sonra buna tamamıyla kanive mutmain oldum. Yabancı lisandan kemal-i vuzuh ve talakatle tercüme edilen o selis müstesna-Cahiddamgasının pek açık okunması aslın pek güzel anlaşıldığına ve bir Türke göre gayr-ı menus bunca ilamın Latin hurufundan bizim hurufumuza nakl edilirken pek ama pek az hata bırakılması seve seve büyük emekler çekildiğine en kavi bürhandır. Taab-feza meşagıl-ı ruz-merreden ihtilas-ı evkat ederek ayda bir yetiştirdiğiniz bunca asar arasında -başkasına nazaran takat-şiken sayılabilecek bir faaliyetlebunu da irfan-ı milli kütüphanesine ihda buyurmanız bu tarz mesainin ne demek olduğunu bilenlerce hayret ve takdiri calib ve değme erbab-ı himmetin hacaletini mucib hususattandır. Ancak müessiri takdir eseri de takdir etmeyi zarureten müstelzim olmadığı için bu hediyeniz hakkında serbestçe icale-i efkar ve mütalaata hiçbir maniyoktur zannederim. Mütercimin Sözleriünvanlı mukaddimenizde:İslam tarihini bile Avrupa lisanlarından tercümeye mecbur olmak pek acı şey!feryadıyla söze başlıyorsunuz. Bu feryadınıza iştirak etmeyecek hiçbir müslüman hatta hiçbir şarklı yoktur. Fakat buna mecbur olduğumuzun manasını anlayamıyorum. Avrupalının yed-i istifadesinde olan menabi-i tarihiyye -yok zannettiğimizbizim kendi asarımızın başkası mıdır? Frenkler:Zavallı müslümanların tarihi yoktur. Onları tarih sahibi yapmak de ne olduklarını alem bilsin.demiyorlar ya. Her halde şu kadarı muhakkak ki birkaç yüz senelik vekayi-i ahire hatırlarından geçmese gerektir. Bu gibi kimselerin de bize mevlid okuyacaklarına kail olmadıkları için acaba bize nasıl sebbediyorlar? diye vakf-ı sımah etmekte de hiçbir lezzet yoktur. Onların asıl istediği akaid-i nasın bozulmamasıdır. Yoksa bozuk itikadatı düzeltmek değildir. O halde bunların kaygusuz başını derde sokmuş olmanın ne çeşit bir hizmet olduğu cay-ı sual olmaz mı? Ulema-yı dine bu faydasız hizmeti ifa ederken nice gafillerin zihnini beyhude yere taglit etmekteki mazarrat-ı bi-nihaye galiba hatır-ı alilerine hiç gelmemiş. El-hasıl sarf ettiğiniz himmet pek büyük olmakla beraber eseriniz faydadan ziyade zararı mucib oldu. Maalesef ilim kalb-zenliği edenlerin züyuf akçesini bilmeyerek sürmeye çalışmış vazıyette kaldınız. Kendinizi mazur göstermek içinElçiye zeval yokturkazıyye-i malumesinden bahs ediyorsunuz. Jurnalcilikle ittiham edilmekten hiç korkmaksızın zat-ı alilerine haber vereyim ki size muteriz olan zürefadan biri:İyi ama Cahid Bey niye düşmana elçi oluyorsualini soruyor. Bir diğeri de:Dozinin bu diyarda on bu kadar yıldır eşsiz kalan mütercimine Cahid Bey neden eş olmak istemiş?diyor. Herhalde istimzac vukubulmaksızın tekabbül edilen bu sakar sefaretin vatandaşlarınız arasındaki su-i tesirini Binaenaleyh şu teklifimi kabul buyurmanızı halisane rica ederim. Bendeniz vakıa ulema-yı din silkine dühul şerefini henüz ihraz edememiş olan acezeden biriyim. Fakat bu aczimle beraber bu kitabın fesad noktalarını -elimdeki kitapların mehazlerin kılletine ve vaktimin pek az olmasına rağmen- biraz teşrih etmek arzusuna düştüm. Vatikanın propaganda teşkilatı ile irtibatından pek ziyade şüphelendiğim bu eserin her hata ve tahrifini redde vakit müsaid olamaz. Çünkü bahis bahis satır satır kitabı takib edip yanlışlıklarını tahriflerini bazı yerlerdeki cehillerini meydana çıkarmak pek uzun sürer. Fakat hiç olmazsa bunlardan bazı nümuneler göstermek umumi veya hususi intikadatta bulunmak da elzemdir. İşte bunun mihman-nüvazlığınızı ibzal edip beş on makale yazmaklığıma müsaade buyurmanızı niyaz ediyorum. Teklifimin kabulü halinde minnettar olurum. Aksi takdirde ne diyeceğimi bilemem. Sebilürreşad de neşrolunan bu açık mektuba Cahid Bey yazdığı cevapta Naim Beyefendinin teklifini kabul ile yazılacak makalat-ı intikadiyyeyi neşredeceğini beyan ediyor. Yalnız sırf tarihe aid olan kısımlara bakarak bu eserin değil buyurduğunuz gibi büyük bir kıymet-i ilmiyyeyi hatta hiçbir kıymeti haiz olmadığına kanaat hasıl ediyorum. Müellif hiss-i taassubuna o kadar mağlub olmuştur ki hakikati tahrif ve tahkir ve müfteriyat ile tezlil etmiştir. Bir ilim adamı elindeki vesaik ve hadisatın esiri olur. Onlar mantıkan kendisine ne hüküm verdirirse o hükme bağlı olur. Şayet bu hüküm kendi his ve akidesine uygun düşmezse hiç değilse vesaikine ilişmez. Hadisatı başka şekil ve surette tanıtmaz. Türkçesi yalanı irtikab etmez. Muhakemat-ı şahsiyyesinde ne kadar garaz-karane davranırsa davransın diğer müdekkıklerin serbesti-i muhakematını ihlal etmemek için vesaikin kolunu kanadını gagasını kırıp hoca merhumun dediği gibiİşte şimdi kuşa benzedindiyemez. Ba-husus mehazinin sahifesini satırını kendi eliyle gösterdikten sonra tahrife kalkışamaz. Bunlar bizim kendi kadim müverrihlerimizde gördüğümüz emanet-i ilmiyyeye mü-nafidir hıyanet-i ve tatbika çalışan Avrupalılar kendi tarihlerinde bilmem a belki de bu emanete riayete çalışıyorlar. Fakat bir müsteşrik şarktan bahs ederken behemehal bin bu kadar yıllık kökleşmiş taassub damarları kabarır. Hakikati olduğu gibi görmeye tahammül edemez. Bizim onlardan beklediğimiz ne büyüklerimize karşı elfaz-ı tazimiyye ne de akaid ve desatir-i diniyyemize hürmettir. Onlardan bizim beyhude beklediğimiz şey bilmedikleri cihetlerde bilmiyoruz demekten bildikleri şeyleri de safvet-i asliyyesiyle bila-tahrif bildirmekten ibarettir. Fakat bu zehirde şifa aramak kadar müşkil belki de muhaldir. Yalnız bizim acıdıklarımız mutantan elfaz-ı habne kapılıp da bu tahrifat ile zehirlenen gafil vatandaşlarımızdır. Buyuruyorsunuz kiİtalyanca yazıldığı için ulema-yı hiçbir noktasını değiştirmeden hatta bazı pek az hürmetkarane tabirleri bile muhafaza ederek harfi harfine tercüme etmekle ulema-yı dinimize de ayrıca bir hizmet ifa ettiğime kaniim. Çünkü aleyhimizde ki mütaleaları red ve cerh edebilmek fırsatı bu sayede bulacaklardır. Emanet-i ilmiyyeniz hakkında şüphe etmeye hakkımız olmadığı için elbette harfi harfine tercüme ettiğinize kaniim. Hatta bu kitabı bila-tahrif nakl ettiğinizden dolayı da ayrıca müteşekkiriz. Çünkü birçok Avrupalı müelliflerin bize karşı garaz-kar ve inanılmaz kimseler olduklarının parlak bir nümunesini en cahillerimize varıncaya kadar herkese göstermiş olursunuz. Fakat noksan-ı fehmime bağışlayınız ulema-yı dine bu tercüme ile ettiğiniz hizmeti -verdiğiniz izahat ile beraber- hiç kavrayamadım. Ulema-yı dinin Leone Kaetanoya telkin-i din etmek hiç rin müsveddesini el-an görmemiştirdeniliyor. Her halde büyük tereddüd içindeyiz. Acaba encümen görmüş olsun olmasın –papalığın ve misyoner cemiyetlerinin muavenetiyle ve mahza Müslümanlık arasına kundak sokmak maksadıyla yazılan ve bastırılan– bu kitabın milletin on iki bin liralık ianesiyle tabı mesuliyetini üzerine alıyor mu? Bu noktanın tenvir ve izahı herkesten evvel encümen riyasetine aiddir. Bu haberin tekzib veya tasdikini encümen riyasetinden bekleriz. Her asrın kendine mahsus bir vech-i mahsusu bir cihet-i farika ve mümeyyizesi olduğunu tarihin yaprakları arasından seçiyoruz. Bu miyanda bazı asırlar beşeriyetin tekamülünü bazıları da sukut ve inhitatını kayd ederek geçiyor. Kah dünyayı kanlar zulümler yangınlarla bir cehenneme döndüren müdhiş bir zulüm ve cehaletin küçülten tereddiyatın hakimiyetini kah insaniyete ümid ve sürur veren hakikat ve saadet nurlarının huzur ve asayişin ilim ve irfanın refahın galebesini görüyoruz... Bütün bu hadisatın en ince bir tedkik en yüksek bir tahlil şeklinde hakikatin olduğu gibi inkişafına hizmet ederken vekayiin asıl mahiyetiyle zahiri intibaatı arasında bir mukayese imkanı da bahş ediyor. Geçmiş asırlarda yaşayan insanların galat-ı rüyetiyle su-i telakki ettikleri ne kadar hadiseler vardır ki inkişaf-ı medeniyye ve telakkıyat-ı vicdaniyye ve ahlakıyyeye muvafık bir şey olarak karşıladı. Yine ne kadar fevzalar vardır ki cehl ve zulmetten ibaret oldukları halde aynı derecede yanlış bir rüyet ve telakki neticesi olarak en yüksek bir fazilet imiş gibi kabul edildiler... Bu günkü asırda yaşayanlar mazideki fikri ve fiili dalaletleri tedkik edecek vesaite malik bulundukları halde henüz tarihin gösterdiği yollarda sendelemeden yürüyecek bir iktidar gösteremiyorlar. Yalnız sahib-i mektubun:Ulemanın asıl istediği akaid-i nasın bozulmamasıdır. Yoksa bozuk itikadatı düzeltmek değildir. O halde bunların kaygusuz başını derde sokmuş olmanın ne çeşit hizmet olduğu cay-ı sualdirsözünü anlamamış gibi davranarak pek mahir bir mugalata yapıyor ve ulema-yı dinin vazifesi rahat oturup başlarını dinlendirmek olmadığını izah vadisinde hayli nefes tükettikten sonra: hakikati ortaya koyacaklar ve bizi dalalete düşmekten kurtaracaklardır. Eğer bunu pek kıymetli olan başları için bir kaygu addediyorlarsa o halde hiç ulemayı diniz diye ortaya çıkmasınlar. İşte ulema-yı dine ifa ettiğim hizmet budur. Kendilerini hizmete davet etmek ve hizmete mecbur eylemektir. Çünkü hakikaten pek kaygusuz ve la-kayd yaşıyorlar.diyor. Halbuki mektupta bu gibi şeyleri baş derdi olduğu için reddetmekle meşgul olmasınlar denilmiyor ki bu vadide uzun boylu bir cevaba mahal olsun. OradaUlemanın asıl istediğideniliyor. Cahid Bey ise buAsılkelimesinin davranarak safsatasını yürütmüş gitmiş. Cahid Bey safsatasının manası şudur:Ey ulema-yı kiram ben ihvan-ı dininizin bina-yı itikadına bir kundak soktum. Koşun da yangını söndürün. Çünkü bu yangını söndürmekte pek büyük bir şeref vardır. Bu şerefi ihraz etmenize vesile ben olduğum için bu hizmetime karşı da minnettarlığınızı gösteriniz bana müteşekkir olunuz. ÜzerindeTelif Ve Tercüme Encümeni tarafından kabul edilmiştiribaresi yazılı olan bu eser müslümanların rahatını hakikaten bozan ve ikaedeceği ziyanı tahdid tır. İşin daha doğrusu Telif ve Tercüme Encümeni tarafından kabul edildiği beyan olunan bu kitap -Ankaradan aldığımız hususi mektuplara nazaran- mezkur encümene hiç de uğratılmaksızın vekil-i sabık Vasıf Bey tarafından kabul edilmiş ve tabı için hazine-i milletten Cahid Beye on iki bin lira bahş eden bir mukavele yapılmış. Bu haber sahih ise Vasıf Bey milletin parasını böyle münasebetsiz ve mezmum bir cihete tahsis ve sarfa kendinde nasıl salahiyet bulmuş? diye sormaya hakkımız vardır. Eğer duyduğumuz doğru ise Vasıf Bey vazifesini pek ziyade su-i istimal etmiş demektir. Ve bu meblağı tazmin etmesi lazım gelir. Çünkü gümrükten mal kaçırır gibi bir gösterirler diye- salahiyettar olan encümene kitabı göstermeden mukaveleyi yapması pek ziyade şayan-ı hayrettir. Maahaza kitabın başına encümen tarafından kabul edildiği kemal-i cesaretle yazılmış olması da bu yor değil. Halbuki gelen mektuplardaEncümen bu eseSEBILÜRREŞAD - - lar kimyevi maddeler yeni keşifler her hangi bir harbde yine milyonlarca nüfus-ı beşeri imha için inkişaf ediyor. Zahiren vesait-i refah saadet şeklinde arz-ı endam eden bütün bu tekemmülat hakikat-i halde -manen ve ahlaken mütedenni insanların elinde oyuncak olarak- medeniyeti tin içyüzü ... Halbuki medeniyet nedir? Eğer medeniyet faydalı lüzumlu beşeriyetin alam ve ihtiyacatını tehvine muktedir saadetini tevlide kafi fakat mutlaka zararsız bir şey olacaktır. Hakikat-i halde her hangi fikir eser asayiş-i cihanı hal-i tabiisinde bulunduruyor vicdanı huzur ediyor ihtiyacatı müşfik ruhuyla tehvin ediyorsa ancak bu medeniyettir. Fakat her hangi bir şey; beşeriyetin ve teşdid ediyor refah ve huzur-ı insaniyi mahv ediyor. riyle uzaklaştırıyorsa bu medeniyet değil tekemmül etmiş dalalettir. Bu günkü medeniyetin -şekli ne olursa olsun- aslı hakikat-i maneviyye ve ahlakıyyeden ilham almadıkça hiçbir vakit beşeriyetin ruh-ı kemalini asla temsil edemeyecektir. Halbuki bu hakikat asr-ı hazırın galat-ı rüyete duçar olan sahte medeniyet-perverlerince asla kabul olunamaz ... Çünkü onlar yanlış bir telakki ve vahim bir halet-i ruhiyye neticesinde medeniyetin üssül-esasını teşkil eden ve bizzat medeniyeti tevlid eden din ve ahlakı bir tarafa bırakarak vesait-i maddiyye-i medeniyyeyi zevahir-i tekemmülü esas-ı medeniyet addetmekte tabir-i digerle zarfı mazruf yerine koymaktadırlar. asar-ı müstakbeleye sahte ve zahiri bir medeniyet nikabı altında tereddiyat devri olarak takdim edecektir. Medeniyetin bugünkü tezahürat ve galeyanına göre kıymeti taayyün ettikten sonra bu neticeden alınacak büyük bir ders vardır... Beşeriyetin saadet ve felaketini gösteren edvar-ı maziyyede yalnız saadeti ve medeniyet-i hakikıyyeyi asırlarca fiilen irae eden bir devir vardır. Bu devre tekaddüm eden zamanlarda da beşeriyet zulmet ve cehalet kateleleri esaret fikirleri tahakküm tecebbür istibdad dalaletlerine inzimam eden ama-yı manevi ve tefessüh-i ahlaki içinde putlar sanemler ateşler kanlar ve zincirler ne belki sürünen beşeriyetin na-tuvan ve cılız sadası tükendiği bir sırada büyük ve reha-kar bir güneş doğdu bu kişafatı sinesinde taşıyan ve bundan dolayıAsr-ı Medeniyet namıyla tevsim ve tavsif edilen asr-ı hazır için bu netice garib bir tezad şayan-ı hayret bir sukut-ı hayal vücuda getirmektedir. Fil-hakika havalarda gezen denizlerin karında yüzen seyyarelerle muhabereye kalkan havadan sudan ateşten azami istifadeler temin eden bu günkü insanların ferdi ve ictimai akıbetlerini tehdid eden esaslardaki gaflet ve cehaletleri ne kadar elimdir! Eğer bu maddi ve afaki tekemmülatın yanında ruhi manevi ahlaki bir hidayet aynı derecede neşr-i envar etse o zaman asr-ı hazır hakiki manasıyla medeniyeti temsil etmiş ve insanlar miş olurdu... Fakat insanların nefislerine arzularına vicdanlarına ruhlarına bezl etmek istememeleri bu gaye-i beşeriyetin tahakkukuna imkan bırakmıyor. Tarih asırların evsaf-ı mahsusalarını irae ediyor. Dünkü hükümleri vermekte asla müsamaha göstermiyor. Acaba bu günkü medeniyeti temsil etmek iddiasında bulunan medeniyet insanlarını beşeriyetin en mütekamil fertleri olarak mı ahlafa bildirecek yoksa bu günkü kanaatların makusünü mü söyleyecektir? Tarih müstakbel vazifesini feyyaz-ı şulesi altında doğru yolu görebilecek kabiliyeti maa-ziyadeten haizdir. Meşal-i Huda olan nur-ı iman feyz-i vicdan insanları en derin hakikatleri idrake muktedir bir hale getirir. Elverir ki bu kabiliyet nefsani hayatın galebesiyle imha edilmiş olmasın. Bütün dünya medeniyet peşinde koşuyor. Bu öyle bir kelime ki doğru ve yanlış her şeyi ona isnad etmek siper yapıyor.Medeniyeti kurtarmak içinteranesi yükseliyor. Memleketler milyonlarca insanlar esaret boyunduruğuna alınıyor derhal yine medeniyet imdada yetişiyorBarbarları temdin ediyoruz.avazesi ayyuka çıkıyor bir Harb-i Umumi medeniyet -hakikat-i halde helake seriyor bir Bolşeviklik cihanın ictimai ve iktisadi muvazenesini zir u zeber etmek istiyor. Emraz-ı medeniyyeden olan hastalıklar her gün biraz daha daire-i tahribini tevsiediyor. İhtiyacat-ı beşeriyye alam-ı ictimaiyye daha ziyade artıyor fakat hiç eksilmiyor. Diğer taraftan şaşaası gözleri kamaştıran zevahir-i medeniyyeden servet ü saman her hangi bir harbi senelerce bir medeniyet zannolunmaya başlamıştır. Asr-ı hazıra Asr-ı Medeniyetıtlakı nasıl bir galat rüyet ve tefehhüm neticesi ise aynı medeniyetin taklid ve sirayet hassalarının tesiriyle muhitimize sokulan tecelliyat-ı menfiyyesini de medeniyet telakki etmek o kadar hatadır. Bu hatayı daha iyi hissedebilmek için bünye-i ictimaiyyemizi -medeniyet nikabı altında- istila eden emrazı tedkik ve takib etmek kafidir. Medeniyetin bir kül olarak fezail ve fezayihi ihtiva eylediği tecelli eden tezahürat-ı elimesi karşısında bizim de medeniyet telakkıyatında yanlış düşündüğümüzü itiraf etmemek mümkün değildir. Levazımat-ı medeniyye namı altında asla fezaili ihtiva etmeksizin dans müskirat kumar tesamuh-ı dini ve ahlakiyi irae eden veche-i ictimaimiz medeniyet-i hakikıyye müvacehesindeki kıymetinden pek çok şeyler zayietmektedir. Harim-i ruhumuzdan nübüan eden mefkure-i medeniyetin tebdil-i şekil ve mahiyet ederek garb tarikıyle tanınmaz bir halde bünyan-ı ictimaimize hululü pek garibdir. Şarkda doğan yükselen kuvvetini gösteren hakiki medeniyetin medeniyet-i İslamiyyenin yerine na-tamam ve su-i telakkiye uğramış maddi bir medeniyetin zevahiri ve arazı ancak heyet-i ictimaiyyemizi sukut ve tereddiye duçar etmekten başka bir fayda husule getirmez... Nitekim nazarlarımızı tevcih fikirlerimizi tamik eylediğimiz her noktada bariz manevi bir boşluğun yerini dolduracak eser yoktur. Ailevi revabıt ve muaşeretimizi esasından sarsan tesanüd-i ictimaiyi fezail-i ahlakıyyeyi hedef ittihaz eden ictimai tereddiyatın menfi neticelerini bilmem tekrara eden fevzalar meydandadır. Her gün bu sukut-ı manevi ve ahlakinin yeni bir tecellisini görmekle dilhun oluyoruz. Emraz-ı medeniyyenin esas-ı medeniyet imiş gibi telakkisi neticesinde hasıl olan bu ruhi ve ictimai zaafın tevakkıftır. Bu da medeniyet-i hakikıyye-i İslamiyyeyi bütün ruhuyla kabul ederek sahte medeniyetlere tercih etmekle mümkinül-husuldür. O zaman ismine ne denilirse denilsin hiçbir vakit dans içki kadın ahlaki ve manevi fevzaların levazımat-ı medeniyyeden addine imkan kalmaz. Medeniyetin fayda mefhumuyla ve insaniyet mefkuresiyle tevem bulunmasına nazaran heyet-i ictimaiyyemize na-mütenahi zararlar tevlid eden tereddiyatın sirayeti kendiliğinden zail olur. nur tefessüh etmek üzere olan insaniyete yeni bir ruh yeni bir şevk yeni bir hayat verdi. Bu da İslamiyetti. alim-i ilmiyyesiyle ruh-ı beşeri teşfiye ve tesliye eden rehasıyla hayat-ı ictimaiyyenin vaz-ı tabiisini takviye ve mütemadiyen tersin eden nüfuz ve murakabesiyle serabalud çöllerde ıssız badiyelerde susuz vadilerde ibtidai nim-vahşi bir teşekkülü müdhiş bir inkılabla medeni sında nurlu mamureler peyda oldu Ceziretül-Arab asırlarca görmediği bir huzur ve istikrarı müşahede eyledi. Gittikçe daha kesif zulmetleri parçalayan nur-ı İslamiyet çölleri gülzar-ı irfan bilad-ı emn ü emana tahvil ederek her maniayı cehaleti zulmü şirk ve ilhadı yes ve sefaleti dağıtarak Nil kenarlarına Suriye vahalarına Bizans kapılarına İran ovalarından Keşmir dağlarına kadar ileriledi. Putların ateş-gedelerin cehl ve taassubuyla zulüm ve teaddinin kanlı sahaları nurun adaletin münkad-ı fazileti oldu bu nur ile dalalet diyarları irfan ve fazilet menbalarına tahavvül etti... Bu nur ile ihtirasattan kalbleri körleşen amalar gördü hak sesini ihmal yen dilsizler söyledi... Dünkü nim-vahşiler zavallı esirler mavera-yı Hindi hakiki medeniyete isal etti... Bugün de aynı kuvvetle intişarına asla halel gelmemiştir. Ancak alemi gittikçe esasatından uzaklaşarak edvar-ı cahiliyetin zulmetlerine temayül gösterdi say ü amel yerine sefahet ve atalet hakim oldu cehalet ileriledi. Bunlar müslümanların azmini say ü amelini gayretini ilim ve irfanını tesanüdünü servetini zaafa uğrattı. Ke-malat için bais-i reha olan bu esaslarda hakiki müslüman medeniyetlerinin müslüman hakimiyetlerinin inkırazına mal oldu. Bu da gayet tabii idi. Fakat ruh-ı İslam safiyet-i asliyyesinden hiçbir şey zayietmediği için bu maddi ziyalardan masun kaldı. Ve yine vakt-i mukadderinde bütün revnakıyla şaşaa-dar olmaya namzeddir. İslamiyet medeniyet-i hakikıyyeyi neşrederken ama-yı cehl içinde yuvarlanan garb alemi son zamanda gözlerini açtığı zaman karşısında bir Endülüs medeniyeti gördü. Bu medeniyet garbın bu günkü terakkiyat-ı aliye ve medeniyyesinin temelini teşkil etti. Fakat ruhunu imtisas edemediği için aid yarım ve zahiri bir medeniyet halinde isbat-ı vücud eden medeniyet-i hazıra insaniyeti mesud edemedi. Garb medeniyetinin yukarıda evsaf ve kıymetini izah etmek istediğimiz tezahürat ve tecelliyatı yanlış telakkiler neticesinde heyet-i ictamaiyyemiz arasında da hakiki şeydir. Fazilet ve insaniyetin bu gibi efal ile terakki değil tedenni edeceğini akl-ı selim sahibi her insan anlar ve farmasonluğun mahiyet-i hakikıyyesini keşf etmekte güçlük çekmez. Maamafih biz ikinci bendimizde bir garaib ahvalin ancak makasıd-ı hakikıyyeyi setr etmek ğu hakkındaki sözleri nazar-ı itibara alarak beyan-ı hakikatte devam edeceğiz. Bütün bu işarat ve derecat bütün bu tezahüratın bir hedefi bir gayesi olması pek tabiidir. Farmasonluğa kaddem farmasonlar bünyan-ı ictimaiyi ber-heva etmek ya kabiliyetleri olup olmadığını tedkik ediyorlar. Fransız müverrihlerinden Luis Blank s nam eserinde farmasonluk hakkındaKarilerimize bu gayyalar hakkında ita-yı ma’lumatı münasib görüyoruz. diyor. Hakikaten farmasonluğun dehhaş tarafı budur: Derin ve la-yenkatıictimai ve siyasi bir faaliyet-i ihtilaliyye. Hanri Martinin bu hususta pek doğru bir sözü var. Diyor ki:Farmasonluk ihtilallerin tezgahıdır.Nitekim Feliks Peyat aynı sadeddeFarmasonluk ihtilalin kilisesidir.diyor. O takdirde farmasonların efal-i hayriyye ile meşgul olduğuna dair olan vahi sözler ile kendimizi aldatmayalım. Masonluğun idare-i hükumetle meşgul olmadığını her azanın temayülat-ı siyasiyyesine hürmet ettiğini farmasonluk ancak siyasi ve ihtilali bir cemiyettir. Her faili odur. Farmasonluğun başında bulunan adamlar ki onun kalbi ve ruhudur ancak bir maksad için çalışırlar: O da yukarıda beyan ettiğimiz vechile farmasonluğu İhtilallerin FabrikasıyahudKilisesiyapmaktır. Bunu kati delillerle isbat edeceğiz. Levis Blank farmasoluğun teşekkülü hakkında mütalaat-ı atiyyeyi dermiyan ediyor: Birçok krallar ezcümle Büyük Frederik malayı almak ve önlüğü takmaktan hoşlanmışlardı. Çünkü masonlukta bundan daha yüksek derecelerin bulunmadığına öğrenmişlerdi. Bu krallar farmasonluk hakkında itab-ı zihin etmeye ihtiyac hissetmemişler binaenaleyh en aşağı derecelerde kalmışlardı. Onlar bu mudhike-i müsavat Garb taklidciliğinin tahrib ettiği ictimai emrazın büsbütün tehlikeye düşürdüğü mümeyyizat-ı yeniden inkişafı kıymet-i ahlakıyyemizin teessüsü için medeniyet-i İslamiyyenin kemalinden ve esasat-ı rasine-i yoktur. Gittikçe daha vahim bir şekil alan tereddiyat-ı Farmasonların ihtifalatı ziyafetleri zahiren dehşetavedir. Ziyafet salonu localar gibi adilerin enzarından muhtefi bir yerdedir. Salon cabeca ezhar pirayedardır. Evvela zat-ı mübeccel yaniMüfettişkardeşini çağırarak eyler. Bunun üzerine birinci ve ikinci müfettişler ihvana hazırlanmalarını beyan ederler bunlar da toplanırlar. Yemek esnasında yedi kere idare-i akdah edilir. Badeler lanan ihvan muntazaman ayakta dururlar. Bayraklarını yani sofra havlularını sol kollarına atarlar toplarını yani kadehlerni zat-ı mübeccelin ita eyleyeceği emre binaen doldururlar. Ba’dehu hazıruna hitaben:Arkadaşlar cümlemiz bahş-ı sıhhat etmeye başlayacağız en parlak en alevli ateşi ikad edeceğiz haydi kılınçlarınızı yani yemek bıçaklarını sağ ellerinizle tutunuz kaldırınız kılınçlarla ifa-yı selam ediniz kılınçları sol ellerinize alınız!tarzında bir nutuk irad etmesini müteakıb bütün kılınçlar yekdiğerini selamlar. Bu manzaranın karşısında acaba hande-i istihza-yı ketm etmek kabil midir? Beşeriyetin ıslahı gibi yüksek gayeler etrafında dolaşan bu adamların bu gibi garaib zade-i faziletidir. Binaenaleyh farmasonluğun kuvveti günden güne izdiyad etmekte silahları çoğalmakta ve memleketler onun kucağına atılmaktadır. Bütün bu beyanattan farmasonluğun ne yaman bir cemiyet-i hafiyye olduğu anlaşılıyor. O tezahüratın arkasında muhtefi maksadlar meydana çıkıyor onun yıkıcı ve öldürücü makasıdı aşikar oluyor. Bilhassa nazar-ı dikkate alınması iktiza eden cihet yukarıda nakl ettiğimiz beyanatın birtakım efrad tarafından alel-amya irad olunan sözlerden ibaret değil farmasonluk localarında takarrür eden bir mesele-i mühimmenin efkar-ı umumiyyeye telkinatından ibaret olduğunu derpiş etmektir. Bu mesele-i mühimme milel-i hazıranın kuva-yı siyasiyyesini ele almaktan ibarettir. Locaların vazifesi insanları saha-i siyasiyatta boğuşmaya alıştırmaktır ki bu mücadelenin neticesinde farmasonluk nail-i meram olacak. Bu hususu Belçikanın Grand Oryantında izah edenler şu mütalaatı der-miyan etmişlerdi: Farmasonluğun hedefi localarının dahilinde birtakım prensipleri kabul ettirmek değildir. Masonluk bütün heyet-i ictimaiyyeyi istihdaf etmektedir. Localar birtakım mekteplerdir ki insanlar orada adilerle bilhassa siyasiyat sahasında keyfiyet-i mücadeleyi tahsil ederler. Bu iki madde de mezheb-i fıkhiyyemize tevafuk etmemektedir. Sabıkan da beyan olunduğu üzere ahkam-ı zevcesini bizzat tatlik edebilir tefrik için her halde mahkemeye müracaatına hacet yoktur. Bir erkek mahkemeye giderek:Zevcem benim hayatıma kasd ediyor. veyaZevcem rabıta-i zevciyetin devamına imkan bırakmayacak surette bana zulüm ediyor.diye dava edecek!. Bit-tabi’ bu iddiası isbata muhtac. İsbat ederse ne ise ya Daha sonraları farmasonluğun sırrı hakkında: Karanlık esrar-alud müdhiş bir kasem ile ölüm korkusuyla bir sır telkin ediliyor birtakım işaretler öğretiliyor. Böylece her mason nerede bulunursa bulunsun arkadaşını tanıyor. Acaba su-i kasd mürettibleri bundan başka nasıl olur? diyor. Fransız ve Belçikalı masonlar bu hususta Levis Blank masonluğun tarihi hakkında bir nutuk irad ediyorken diyor ki:On sekizinci asırda din davalarını ibtal edip sükun ve zulmet içinde çalışan arkadaşlarımızın himmetine hayran olmamak elimizden gelmez. Onların hafiy bir surette çalıştıkları iddia ediliyor. Belki öyledir. Fakat locaların amakından hürriyet müsavat uhuvvet nidaları işitilmeye başlandığı zaman ihtilal tamam olmuştu. MüteakıbenŞimdi farmasonluğa yeni bir ruh sereyan etti. Her tarafta masonlar mabedlerini tesis ediyor mektepler inşa ediyor ve alem-i adinin karşısında mevkilerini tersin ediyorlar. Bundan maada asrımızın her hareketinde büyük bir faaliyet ibraz ediyorlar. diyor. Bundan maada farmasonlar edyan ile harb ettiklerini sarahaten beyan etmekten çekinmemişlerdir. Albert Juli büyük farmason ictimaindaFarmasonluk çalışsın ma-fevkat-tabiiyyat ile muharebe devam etsin ve hiç vakit geçirmeden mesail-i ictimaiyye-i mühimmeyi tetebbu etsin.diyor. Farmasonluğun siyasiyat ile mesail-i diniyye ile hiç alışı verişi olmadığını ilan edenler bu beyanattan sonra ne derler? Maamafih biz Belçikalı farmasonların beyanatını dinlemekte devam edelim: Farmasonluk siyasiyat ile iştigal etmediği takdirde bu vasiteşkilatın bu azim inkişafatın lüzumu ne? Farmasonluğun tarihi delalet ediyor ki o daima siyasiyat kendisini göstermiş buhranları izale etmiştir. Mesele bununla da kalmıyor. Diğer bir mason Farmasonluğun azim menabi-i kuvveti vardır. Onun müdhiş bir gövdesi bin başlı yüz bin kollu bir mevcudiyeti vardır. O bütün teceddüdat-ı ictimaiyyenin masdarıdır. Bütün efkar-ı cedidenin menba-ı feyyazıdır. Pek vasiadımlarla ilerleyen demokrasinin ruhu onun Zevceynden birinin müştereken ikametlerine mani olacak surette cezaya mahkumiyeti. Zevceynden birinin diğeri aleyhine fil-i cinayette bulunması. Zevcin zevcesini döğmeyi adet edinmesi. Zevcinin adem-i rızasına rağmen zevcenin hanesi haricinde gecelemesi veya eğlence mahallerinde gezmesi yahud diğer erkekler ile şüpheli surette münasebette bulunması. Zevcesini beş sene müddetle bila-muavenet terk etmesi iftirak-ı ebdan Zevceynden birinin tebdil-i din etmesi. kuk ederse diğeri mahkeme-i aidesine bil-müracaa tefrik kararını istihsal edebilir. Bunlardan başka innet cinnet bazı emrazın vücudu isnad-ı zina iskat-ı cenin akamet hükumet aleyhinde su-ı kasd bir müddet gaybubet silk-i ruhbaniyete süluk gibi şeyler de Isevilerce esbab-ı Mülga Hukuk-ı Aile Kararnamesinin Isevilere aid bulunan nci maddesi bu esbabdan bazılarını ihtiva etmekte beş seneden fazla ceza ile mahkumiyeti yahud diğerinin hayatını tehlikeye ilka edecek efale mübaşereti de bu cümleden idi. Bunlar bize işbu yeni Hukuk-ı Aile Layihasındakiinci maddeler ile esbab-ı talakı gösteren diğer bazı maddelerin menşei sünuhatını kısmen anlatmış olmuyor mu? Bu madde ahkam-ı şeriyyemize muhaliftir. Zevcinin mütehhil bulunmasından dolayı ikinci zevcenin tefrikıni talebe şeran hakkı yoktur böyle bir tefrikın şer-i şerif nazarında hiçbir hükmü olamaz. Binaenaleyh bu tefrika rağmen zevciyet kema-kan baki kalır bu halde zevce gidip başka bir erkekle akd-i izdivacda bulunacak olursa bu başka bir mahiyeti haiz olamaz. Teaddüd-i zevcat müessesesini hedm için bu gibi gayr-ı meşruçarelere müracaat edilmesi elbette bir heyet-i İslamiyye için büyük bir günahtır. Bir kadın hin-i izdivacda düşünmeli eğer kendisiyle akd-i nikahda bulunacak erkeğin müteehhil olmasına razı değilse indel-akdİstediği vakit nefsini tatlik edebilmek şartını dermiyan etmelidir. Böyle bir şart dermiyan haricine çıkıldığı takdirde böyle bir rabıtanın idamesine Halbuki ahkam-ı şeriyyemize göre zevc kendisine karşı böyle bir su-i harekette bulunmaya cüret eden bir kadını bizzat tatlik ederek işin içinden çıkabilir mesele de bir hadise-i tarihiyye mahiyetine inkılab etmemiş olur. Kadına gelince bu da eğer bidayet-i akidde emr-i talaka malikiyetini şart ittihaz etmiş ise nefsini tatlik ederek kendisini elim gördüğü bir vaziyetten kurtarabilir şart ittihaz etmemiş olduğu takdirde de mahkeme-i aidesine bil-müracaa hukuk-ı meşruasını taht-ı temine aldırabilir; yoksa behemehal tefrikıni taleb edemez. Bir kere zevceye böyle bir salahiyet verildi mi artık bundan Ancak kütüb-i Malikiyyeden ile haşiyelerinde ve de muharrer bir meseleye nazaran fukaha-yı Malikiyyeden bazılarına göreZevce salahiyettar olan hakime bil-müracaa zevci tarafından zulüm ve tahkire maruz kaldığını isbat ederse talebiyle beynleri tefrik edilebilir. Maamafih bu mesele sair fukaha-yı kiramın ara-yı mehaziri müstelzim olduğundan şayan-ı kabul olamaz. Lahika: Vaktiyle Isevilerce rabıta-i nikahın izalesi salahiyet-i beşeriyye haricinde görülmüştü bilahare ilcaat-ı cuda geldi garb ve şark kiliseleri bazı esbabdan dolayı rabıta-i nikahın mehakim-i ruhaniyye tarafından izale edilebileceğini kabul etti. El-yevm Ortodoks kilisesi kanunlarınca esbab-ı tefrikden bir kısmı şunlardır: Zevcin müebbeden mahkumiyete giriftar olması. Zevceynden birinin hayatına diğerinin su-i kasd etmesi. Zevceynden birinin gerek hanesi içinde ve gerek haricte başkasıyla gayr-ı meşrumünasebatta bulunması. Ermeni hukukıyyununa göre de şunlar esbab-ı talaktandır: Zevceynden birinin kürek cezasıyla yahud nefy-i müebbed veya muvakkatle mahkumiyeti. Zevceynden birinin diğerine zulüm ile muamele etmesi. Zevceynden birinin velev bir defa olsun fil-i zinayı Zevceynin taban adem-i imtizacları. Zevceynden birinin tebdil-i din etmesi. Rum kilisesince de şunlar esbab-ı fesihten maduddur: Zevceynden birinin zinadan dolayı mahkumiyeti. adalet öyle alel-ıtlak bir adalet değildir. Ezcümle muhabbet-i kalbiyye gibi şeyler insanın yed-i ihtiyarında olmadığından bu gibi hususatta adalet taharri edilemez. b yurulmuştur. Bu ayet-i kerime pek güzel gösteriyor ki teaddüd-i zevcatın meşruiyeti için elde olmayan daire-i ihtiyara dahil bulunmayan hususatta adalete riayet edilmesi şart değildir. Elverir ki zevcenin mümkinül-ifa olan hukukuna riayet edilsin kendisi muallak bir halde yani ne kocalı ne de kocasız imiş gibi bir vazıyette bırakılmasın. Fil-hakika bu babda erkeklerden daha ziyade adalet lerinden kendi ihtiyar-ı ahlakıyyelerinden fazla bir yük tahmil edilmiş bulunur bu ise erkekler hakkında bir zulüm demektir. Ahlakıyyundan Çiçeron diyor ki:Son derece adalet son derece bir adaletsizliktir: Kendi hukukunu sonuna kadar takib etmek bu hakkı son derece bir şiddetle de olmayan hususatta temin-i adalete muktedir olamayacağından dolayı- ikinci bir kadınla izdivacdan feragat ederse son derece bir adalette bulunmuş olur -ki bu bizce fart-ı ihsan demektir- fakat bu adalet; bazı kere kendisinin gayr-ı meşruahvale temayül etmesine sebebiyet verebileceğinden adaletsizliğe inkılab edebilir. Kezalik bir kadın da zevcinin tekrar teehhülüyle muhabbetinin veya servetinin inkısama uğrayacağını düşünerek zevcini bu teehhülden mena çalışırsa kendi hakkını kendi menfaat-i şahsiyyesini bu kadar şiddetle araştırsa şüphe yok ki daire-i adaleti tecavüz etmek tehlikesine maruz kalır.İşte bu hikmete binaendir ki şeriat-i adilemiz adaletin bu gibi makus tecelliyatına meydan vermemek için teaddüd-i zevcat hususunda alel-ıtlak adaleti şart kılmamıştır. Madem ki; nazm-ı mübini bu hususta her vechile temin-i adaletin kabil olmayacağını beyan ediyor o halde eğer her vechile adalet şart olsa idi teaddüd usulü tamamen men edilmek icab ederdi. Halbuki nazm-ı etmediği takdirde ise artık zevcinin müteehhil bulunmasından dolayı iştikaya hakkı kalmaz. Eğer ikinci kadına böyle bir salahiyet verilmesi her halde muvafık görülüyorsa bu hususta başka bir madde tanzim edilerek şart-ı mezkur ile akd-i nikah tarikı irae edilebilirdi. Artık meşrusurette temini kabil olan bir maksad-ı ictimai için de -ahkam-ı İslamiyyemize nazarangayr-ı meşruolan bir tarika tevvessüle hacet kalmazdı. Maamafih biz hin-i akidde böyle bir şart dermiyan edilmesini de -kadınların menfaatleri namına- esasen muvafık görenlerden değiliz. Kadınlar taban kıskançdırlar öyle kolay kolay ortağa razı olamazlar bu babdaki halet-i ruhiyyeleri kendilerini kendi menfaatlerine muhalif bir semte sevk edecek bir kuvvettedir. Binaberin birçok kadınlar zevclerinin ikinci teehhüllerinden münfail olarak tefrik cihetini ihtiyar eder kendilerini nimet-i nikahtan mahrum bırakırlar. Fakat bilahare peşiman olur yaptıklarına nedamet ederler hayfa ki bu nedamet fayda vermez. Eğer güzel düşünülür ise hiçbir kadın kendi zevcinin meşrusurette hareket ederek ikinci bir kadınla izdivacda bulunmasından dolayı o kadar müteessir olmamalıdır. Asıl müteessir olacak mesele başkadır o da zevcin gayr-ı meşrusurette hareket etmesi birtakım aludedamen kadınlar ile kesb-i münasebette bulunmasıdır. Bazı kimseler diyorlar ki:Müteaddid zevceleri olan bir erkek bunların hakkında her vechile temin-i adalete kadir olamaz binaenaleyh bu teaddüdü menedecek her türlü tedabire tevessül etmelidir. Halbuki bu fikir ıtlakına nazaran doğru değildir. Bu hususta kıyas-ı nefs de caiz olamaz. Zevceleri arasında temin-i adalete muktedir bir hayli zevat bulunabilir. Hatta bu babdaki adaletin bir hadd-i meşruisi vardır. Bu Bir kadının tayin olunur. Bu hakemler nizave şikaka sebebiyet veren ahvali araştırır bunların izalesini temine zevceynin aralarını telife çalışırlar. Fakat müctehidin-i Hanefiyyeye göre hakemler zevcin vekaletini haiz olmadıkça tefrika hüküm edemezler. Bu cihet hakemlerin daire-i salahiyetinden haricdir onların vazifeleri mücerred zevceynin beynini ıslaha çalışmaktan ibarettir yoksa tefrik değildir. Esahh-ı rivayata nazaran İmam Şafii ile Ahmed bin Hanbel hazretlerinin ictihadları da bu merkezdedir. Fakat kütüb-i Malikiyyeden ile şerhinde ve haşiyesi de mufassalan beyan olunduğu vechile mezheb-i Malikiye nazaran hakemler bu tefrik salahiyetini haizdirler. Bunlar evvela zevceynin aralarını ıslaha çalışırlar bu kabil olmadığı takdirde şeraitine tevfikan hükm ederler artık bu hüküm lazım litenkid [lazım li-tenfiz] olur. Vaktiyle mülga Hukuk-ı Aile Kararnamesi de bu kavli ahz etmişti. İşbunci maddede ise tefrik için yalnız müracaat edileceği beyan olunuyor. Demek ki bu maddede gösterilen her hangi bir sebepten dolayı zevceyn arasında nizave şikak zuhuru sabit olursa bunlardan yalnız birinin talebine binaen hakim tefrika hükmedebilecek. Halbuki ahkam-ı fıkhiyyemize nazaran -zevcin adem-i muvafakati halinde- hakim bu tefrik salahiyetini haiz değildir. Maahaza bu maddenin birçok tezvirata meydan vereceği ve tahdidi arzu edilen iftirak hadiselerini tezyid edeceği de şüphesizdir. Teaddüd-i Zevcat mıştır. MüslümanlığınTeaddüd-i Zevcatı emr ettiği daima söylenilmektedir. Garb müelliflerinin eserlerini okuyanlar Müslümanlığın Avrupaya ne kadar fena ve hakikate ne kadar mugayir bir şekilde gösterildiğini keşf etmekte tereddüd etmezler. Bilhassa Avrupa papasları kendilerine tabiSürülere hakiki Müslümanlığı göstermemek ve Müslümanlığı en menfur karikatürlerle irae etmek yolunu ihtiyar etmişlerdir. Müslümanlığın gayr-ı kabil-i ihfa olunan mehasinini örtmek için bu papaslar ellerinden geleni yapmışlardır. Bunlara nazaran Müslümanlık hiçbir şey yapmamıştır. Müslümanlar cihanın terakkisine amil olmuşlarsa bu mahza eski Yunan edebiyat ve ulumunun ihyası sayesinde hasıl olmuştur. Fikri hareketlerin ancak Müslümanlık sayesinde başladımünifiyle ayet-i celilesi buna mesag veriyor. Artık tezahür ediyor ki şari-i mübinin bu meselede şart kıldığı adaletten maksad; temini kabil olan bir adaletten başka değildir. Yoksa muhal olan bir şart talik suretiyle teşri-i ahkamda bulunmak şari-i hakim hazretlerinin şan-ı azametine layık olmaz. El-hasıl: Zevcinin mücerred müteehhil olmasından dolayı ne birinci ne de ikinci zevcenin tefrikıni talebe şeran hakkı yoktur. Yapılacak böyle bir tefrik gayr-ı meşrudur. Bunun neticesi ise meşrubir aileyi inhilale uğratmaktan ve bil-akis gayr-ı meşrubir ailenin teessüs edebilmesine cevaz vermekten başka bir şey değildir. Doğrusu kadınlar biraz da diğer-gam olmalıdırlar biraz da zatüz-zevc olmak nimetine nail olmayan hemşirelerini düşünmelidirler. Garbda hod-gamlık felsefesinden mülhem olan kadınlık hayatı teaddüd-i zevcat usulünden bir izzet-i nefs meselesi çıkarıyor. Halbuki İslam felsefesinin ilham ettiği diğer-gamlık faziletine mazhar olanlar için böyle bir düşünceye mahal yoktur. Hod-gamlık felsefesinin revac bulduğu bir yerde cemiyet-i insaniyyenin bir kısım efradı ahlaken pek elim bir sefalet içinde yaşıyor. Diğer-gamlık felsefesinin hükümran olduğu bir muhitte ise böyle bir sefaletin tevessüüne o kadar meydan kalmıyor nezahet ve iffet üzerine müesses bir medeniyet-i fazılanın inkişafı da ancak böyle bir muhitte kabil olabiliyor. Bu madde cay-ı nazardır. Zevceyn arasında herhangi bir sebepten dolayı nizave şikak zuhur edip de zevc bizzat talaka tevessül etmediği takdirde: ayet-i celilesi mucebince tarafeynin ehlinden akrabasından olmak üzere hakim tarafından iki hakem fenalık addolunmuyordu. Bugün hıristiyanların vahdet-i zevce taraftarlığı Hıristiyanlığın eseri değil teceddüdat-ı ra Hazret-i Muhammed kavanin-i İslamiyyeyi teblig buyurduğu zaman teaddüd-i zevcat edyan tarafından tesis olunup kaffe-i akvam tarafından kabul olunan bir adetti. Bu adet en eski zamanlardan beri müesses bulunuyor. Hiçbir din hiçbir müessese-i ictimaiyye onu takbih etmemiştir. Bu günkü Hıristiyanlığı ve Yahudiliği tadil eden bir din göremeyiz. Akvam-ı hazıranın en eski tarihlisi en eski medeniyetlisi en eski din ile mütedeyyini Hindulardır. Hinduların kavanini ve dini hadsiz kaydsız teaddüd-i zevcatı ibaha etmektedir. Ancak hıristiyanlar ve Yahudiler peygamberlerinin ve mukaddes seleflerinin takib ettikleri hatt-ı hareketten ayrılmışlardır. Sair enbiyadan bahs etmesek bile Hazret-i Musanın bir zevceden fazla aldığını söyleyebiliriz. Hazret-i Isa essenlerin tarikatine salik olmuş rahib yaşamış fakat eslafı olan Musa ve Süleyman yahud kendi ecdadının adeti aleyhinde bir şey söylememişti. Hatta Hazret-i Meryemin bile bir ortağı rivayet olunmaktadır. Hazret-i Muhammedin hedef-i risaleti -mesavi-i ictimaiyye ve rezail-i ahlakıyyeyi izale; ve her zaman na hadim kavanini teblig etmekti. Hazret-i Muhammed hatemül-enbiya idi. Risaleti cihan-şümuldü. Teblig ettiği bütün kavanin insanlığa hitab ediyordu. Yani insanlığın fıtratını inkar etmiyor onu itikadat-ı sahiha ve ahlak-ı kavime ile ila edecek en mükemmel vesaiti teşkil ediyordu. Sair müceddidin-i diniyye ile enbiyaKadını guya insan değilmiş guya beşeriyetin nısfı değilmiş gibi tamamıyla ihmal ettikleri halde din-i İslam her meseleye ne kadar itina ettiyse kadın meselesine de o kadar itina göstermiştir. Hazret-i Muhammed kadın meselesinin gayr-ı kabil-i ihmal olduğunu ihmal edilmemesi lazım geldiğini görmüştür. Bundan başka din-i İslam izdivac meselesi ve izdivac meselesi dolayısıyla vahdet ve teaddüd-i zevce meselesiyle meşgul olmuştur. Din-i etmemiş onların teaddüd-i zevcat adetiyle meluf olmaları aleyhinde bulunmamıştır. Hazret-i Muhammedin bu hususta telakki ettiği vahy-i ilahi bu mealdedir: ğını Hıristiyanlığa aid nice nice hurafatın bununla hak rın mektepler kütüphaneler tesisiyle tamim-i maarif rı üzerine Müslümanlığa hücum yeni bir safhaya girdi. Garblılar akaid ve müessesat-ı İslamiyyeyi mugayir-i hakikat bir şekilde göstermeye başladılar Müslümanlığın en müfrit Cebriliği öğrettiğini söylediler müslümanların Hazret-i Muhammede perestiş ettiklerini iddia ettiler müslümanların Mesihden nefret ettiklerini ilan eylediler Müslümanlığın köleliği idameye çalıştığını dermiyan ettiler; Müslümanlık nazarında hayat-ı ahiretin behimi ve şehevani bir hayat olduğunu garb kadınlarını Müslümanlıktan tenfir etmek için bu dinin kadınlığı alçalttığını teaddüd-i zevcatı ve kadınların hapsini icab ettiğini iddia ettiler. Bütün bu yaygaranın sebebi Hıristiyanlığın nur-ı İslama karşı bir gün duramayacağı kanaatidir. Hıristiyanlık hurafata mübtenidir. Müslümanlık hakaik üzere müessestir. Hıristiyanlar ancak Hıristiyanlıktan uzaklaştıkları zaman terakki ettiler. Müslümanlar ise Müslümanlığa sımsıkı sarıldıkları zaman yükselmişlerdi. Hıristiyan papasları biliyorlardı ki Kuran-ı Kerim vahy olunduğu şekilde mahfuz kaldıkça bir gün Avrupanın inanını feth edecek ve kema fis-sabık Avrupaya hakim olacaktır. Garblılar Kuranın Resul-i Ekrem Efendimize vahy olunduğu gibi mahfuz olduğundan onu su-i tevil etmenin Tevrat ve Zebura olduğu gibi Kuran-ı Kerime insan eli karışmamıştır. Bugün de her insan o kitaba müracaat eder ve haiz olduğu hukukun neden ibaret olduğunu anlar. Ahd-i Cedid ise kadınların hukukunu mevzu-ı bahs etmemiştir. Kitab-ı Mukaddes tesmiye olunan kitapta Musa ve Isanın tabilerine vahdet-i zevceyi tavsiye ettiklerini gösterecek hiçbir şey yoktur. Kadın kadın olmak haysiyetiyle Hazret-i Isaya hiçbir hakkını hiçbir menfaatini medyun değildir. Hazret-i Isa gönderilmemiş olsa idi kadınlık alemi bundan hiç müteessir olmazdı. Belki memnun olurdu. Çünkü Hazret-i kurtulurdu. Çünkü bu havariler Hazret-i Isanın kadın yüzündenİdama duçar olduğunu söyleyecek derecede ileri varmışlardı. Taaddüd-i zevcat Hazret-i Isa ve onun havarileri tarafından menolunmamış tadil edilmemiş hiçbir nizam ve kanuna tabitutulmamıştır. Isadan sonra teaddüd-i zevcat hıristiyanlar arasında asırlarca devam etmiştir. asır mukaddem Hazret-i Muhammed bas olunduğu zaman Hıristiyanlık aleminde teaddüd-i zevcat bir bir kadın almakla evamir-i İslamiyyeye riayet etmiş sayılırlar. Maamafih şöyle bir sual varid olabilir: Müslümanlık birtakım kuyud ve şurut dahilinde dahi niçin teaddüd-i zevcata müsaade etti? Bunun cevabı: Müslümanlık böyle yapmamış olsa her zaman ve her mekan için muvafık olan bir din halinden çıkardı. Müslümanlık yalnız şark yahud yalnız garb için gönderilmiş bir din değildir. Şarka da garba da şimale de cenuba da her asra ve her millete gönderilen bir dindir. Taaddüd-i zevcat müsaadesini bahş eden ayet-i kerime Uhud muharebesini müteakıb vahy olunmuştu. Rical-i İslamiyyenin birçoğu şehid olmuş erkeklerin adedi tenakuz etmişti. Birçok genç kızlar yetim ve muhtac-ı himaye bir halde kalmıştı. Kuran-ı Kerim eytamın himayesi ve onlara aid menafiin sıyaneti için gayet kati ahkam vazetmiştir. Eski Arapların adeti yetim kızları arzuları hilafına alarak onların malına hakim olmaktı. Kuran bunu menetti. Bir yetim kızı almakla ona zulüm etmek endişesi varsa kocalarını zayieden kadınlar yahud yalnız kalan diğer kadınlarla evlenmek evladır. O halde ortada teaddüd-i zevcatı bir zaruret haline getiren bir vazıyet hasıl olmuştu. Kadınlar erkeklerden fazla idi. Cemiyet-i beşeriyye o suretle müteşekkildir ki bazı zamanlar erkekler daha fazla zayioluyor. Harb-i Umumi Avrupada da böyle bir vaziyet vücuda getirmiştir. Hazret-i Muhammed bir peygamberdi bir ahlakçı idi. Gayr-ı meşruvalideleri tanıyamazHarb Yavrularını teşvik edemez fıtrat-ı beşeri çiğneyemezdi. Kadınlar için münferid hayat hayat-ı tabia değildir. Hal-i sıhhatte olan bir kadın münferid hayata mecbur edilirse tabii arzularını ihmal etmenin cezasını çeker. Asri ve mütefessih heyet-i ictimaiyye fuhuş üzerinde tereddüd edebilir. Fakat din-i mübin tereddüd edemez. Binaenaleyh din-i mübin teaddüd-i zevcata kuyud ve şurut ile mesag verdi. nin sefalet içinde ve pek fecibir vaziyette kaldıklarını evvelce yazmıştık. Ahiren İlahiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti bir ictimaakd ederek temadi etmekte olan bu elim vaziyetin bir an evvel ıslahı çarelerini düşünmüş ve bir istirham-name tanzim ederek matbunüshalarını Sure-i Nisanın bu ayet-i kerimesinin meali şudur: Yetimlere karşı adaletkarane hareket etmekten endişe ederseniz iki üç dört kadın nikahlayınız. Fakat onların arasında icra-yı adalet etmekten endişe ederseniz bir kadın alınız yahud mülk-i yemininiz olanları alınız. Doğru yoldan ayrılmamak için bu daha evladır. lamak müsaadesinin istihrac olunduğu yegane ayet-i kerime budur. Bu ayet-i kerimeyi izah etmek lazımdır. Evvela bu ayet-i celilenin teaddüd-i zevcatı emr etmediği aşikardır. Bu ayet-i kerime teaddüd-i zevcata ancak müsaade ediyor. Bu müsaade kati bir şart ile zevceler arasında icra-yı adalet şartıyla veriliyor. Aksi takdirde ancak bir kadınla evlenilecektir. Bütün edyanın bila-istisnaVahdet-i Zevcefikrini hiç tanımadığı bir zamanda Peygamber-i İslamınfevahideten [bir tek]kelimesini irad etmesi şayan-ı hayret değil midir? Bu emrin kati olmadığını söyleyeceksiniz fakat bu emrin fıtrat-ı beşere karşı gelmemek şartıyla kati olduğunu isbat edeceğiz. Garbın cahil muharrirleri teaddüd-i zevcatın halis bir emr-i İslami olduğunu beyan etmekle kalmazlar. Bundan başka her müslümanın bu emre riayetle mükellef olduğunu binaenaleyh bir zevceden fazla kadınlarla izdivac etmesi lazım geldiğini beyan ederler. Garbı her hususta taklid etmekde olan Japonya garblıların bu cehaletini de kopya etmiştir. O da teaddüd-i zevcatın her müslüman Herkesin malumudur ki cemiyet-i İslamiyyenin bütün esasat-ı ictimaiyyesi Kuran-ı Kerimden alınmıştır. Teaddüd-i zevcat müsaadesi yukarıki ayet-i kerimeden müstahrecdir. Kuran-ı Kerimde bu ayet-i kerimeyi teyid edecek diğer bir ayet yoktur. Binaenaleyh evvel be-evvel bu nokta tavazzuh ediyor ki Müslümanlıkta teaddüd-i zevcat müslümanlara farz değildir. Bil-akis teaddüd-i zevcat müsaadesinden istifade ederek zevcat arasında icra-yı adalet etmeyenler bir günah işlemiş; çünkü Kuran-ı Kerimin icra-yı adalet için verdiği emre muhalefet etmiş olurlar. Acaba başka hiçbir din teaddüd-i zevcatı bazı şerait dahilinde bir günah addetmiş midir? Garbda kadınlar arasında icra-yı adalete imkan bulunmadığını söyleyenler Müslümanlığı kabul eder ve bir zevceden başka bir zevce daha alacak olurlarsa şüphesiz günah irtikab etmiş olurlar. Bunlar izdivac hususunda edecek dini ma’lumat ile mücehhez yetiştirilmiş olsa bile sair fakültelerin parlak istikbaline rağmen İlahiyat Fakültesinin atisi muzlim bulunması ve füyuzat namına mezunlarını oraya rağbetten müstagni bırakacaktır. Darul-fünunumuzun diğer şubelerinden bulunan Edebiyat ve Fen Fakülteleri Yüksek Muallim Mektebi namı altında iaşe ve terfih edilmekte Tıb Fakültesi Sıhhıye Vekaletinin emri altında leyli bir hayat geçirmekte Hukuk Fakültesi için de leyli bir kısım ayrılması teemmül olunmaktadır. Binaenaleyh cihan milletlerince levazım-ı asriyye ve medeniyyenin en mühim ve ictimai bir rüknü olarak kabul edilen böyle bir müessesenin mütekamilen devamı yen bir mikdar maaş tahsisi ile beraber istikballerinden nevmid olan talebeye tesbit ve tayin edilecek füyuzat ve vezaif-i atiyyelerinin bildirilmesi hususunda delalet ve Vaktiyle bir müessesede tahsil ederken şimdiye kadar kitaplardan okudukları hakayık-ı ilmiyyenin hayat-ı hariciyyeye nasıl tevafuk ettiğini tedkik ile tefekkür sahasına girmiş olan fakir talebe bu gün yemekleri kesilmiş levazım-ı teshiniyye ve tenviriyyeden mahrum pek zavallı ve muztar bir hal karşısındadır. Zevk-ı irfandan ayrılmak istemeyen bu ilim muhiblerinin mahrumiyetten kurtarılması her vicdan sahibini memnun edecek bir hareket olur. Öteden beri milletimiz ilim ve irfana fevkalade hizmette bulunmuş taraf taraf darul-muallimler inşası ve müstevfi mebalig itasıyla ilim taliblerinin endişe-i maişetten azade olarak tahsil-i marifete gayret göstermesine çalışmıştı. Evkaf Müdiriyet-i Umumiyyesinde kuyud-ı atika tedkik edilecek olursa görülecektir ki: Mevcud vakıfların kısm-ı küllisini teberruedenler sultanlardan ziyade halk arasından yetişen kerem sahibi faziletkar ilim muhibleridir. Bunun için hiç olmazsa millet tarafından ilim sahiblerine nafaka olmak üzere tahsis kılınmış olan evkafın ma-vuzia lehine sarfı hem İlahiyat Fakültesi talebesinin iaşesini temin edecek hem de hükumet-i cumhuriyyemizin hukuk-ı halka tamamıyla riayetkar tabir-i mahsusuyla halkçı bir hükumet olduğunu bir kere daha herkese gösterecektir. Bu gün talebenin oturduğu medreseler sıhhatlerimizi dığı mühlik hastalıklardan kurtarmak için bu medreselerin talebe yurduna muvafık ve sıhhi bir hale ifragı ile vasait-i tenviriye ve teshiniyyesinin temini ve hatime-i maruzatımız olmak üzere biz İlahiyat Fakültesi müdavimlerinin hülasa-i istirhamı bulunan iva ve iaşe yahud münasib mikdar maaş tahsisi ile istikbalimizin temini millet vekillerine göndermiştir. Bir sureti elimize geçen bu istirham-namede ezcümle denilmektedir ki: İlahiyat talebesi mülga medaristen devren gelmiş ve medarisin ilgasına kadar iaşe ve iva suretiyle tahsil etmiş olan halk evladıdır. Bunlar ancak zevk-ı irfan ile medarisin pek de kafi olmayan bir iki lokmasına kanaatle rutubetli kubbeler altında ve nemli tahtalar üstünde ifnayı hayatı göze alarak tahsil-i uluma çalışmışlar ve bugün o gayret sayesinde İlahiyat Fakültesinin hakikaten ali derecede bulunan ders programlarını takib edebilecek bir seviye-i irfana yükselmişlerdi. Şimdi bunlardan bir kısmı tahsil hayatının her türlü meşakk u mezahimine iktiham ve sefaletle mücadele ederek günden güne gayelerine doğru müsbet adımlar atıyorlar. Ekseriyeti ise hayatın ihtiyacın bi-eman darbeleri karşısında zaruret ve sefaletin bar-ı elimi altında ezilmekte tahsil-i kemale hasr edecekleri kıymetli vakitlerini sedd-i ramak derecesinde nafaka tedariki için düşünmekle geçirmektedirler. Bu bi-çareler avaze-i şikayetlerini değil enin-i tazallümlerini duyurabilmek ve hassas bir kalbin heyecan-ı rahimanesinden istimdad eylemek üzere muhterem vekillerimize müracaat vaziyetinde bulunuyorlar. Milletin makesi olan kerim vicdanlar bir mutazallimin eninine karşı tabiidir ki bi-his kalamazlar. Aksi takdirde yani hasbet-talizavallıların derd-i ihtiyacına çare-saz olmak yürekleri kan dökerek terk-i tahsil mecburiyet-i elimesine maruz kalacakları zaruridir. Bu vaziyette bir zaruretin tahakkuku vatan evladından birkaç talisiz gencin devam-ı tahsil nimetinden mahrumiyetine nin fevkalade bir isabet-i nazarla tesis ettiği bir mebnayı marifetin talebesiz kalmak musibetini esasen sarsılmış olan maşeri akaidimizi infisaha doğru sürüklemek neticesini tevlid eden tehlikeleri haiz bulunmaktadır. Çünkü Darul-fünunun diğer şuabatı için liseler mahreclik vazifesini ifa edebildiği halde programların adem-i tevafuku ve ilahiyat tedrisatının mesleki mümtaziyeti ve yüksekliği dolayısıyla lise mezunları ilahiyat derslerini pek tabii olarak takib edemeyeceklerdir. Bunun neticesinde ise talebesizlik yüzünden maazallah fakültenin seddine yahud derslerinin şimdiki seviyenin dununa Fakültenin seddi memleketi garb merakiz-i medeniyyesinin hepsinde mevcud mühim bir müesseseden mahrum bırakacağı gibi derslerin sathileştirilmesi de fakülteden yecektir. Hatta dersler sathileştirilmiş yahud lise programları yükseltilerek mezunları ilahiyat derslerini takib Bizim Hilal-i Ahmerimiz de elbette böyle komite teşkil edip ilk yaza hazırlanmalıdır. Bu komite ahlak-ı diniyye-i lidir. Britanya tebeasından bulunan müslümanlar arasındaki mesail-i irsiyyede ahkam-ı İslamiyyeyi tatbik etmeyen Mısır Konsoloshanesi Mahkemesinin kararını Londra İstinaf Mahkemesi nakz etmiştir. Mahkeme bu nakzında beynelmüslimin ahkam-ı İslamiyyenin tatbiki lüzumunu zikreylemiştir. Hicaz- Hicaza muvasalat eden Hind heyet-i İslamiyyesinin Hicaz idaresi için dermiyan ettiği teklifat hakkında Hicaz gazeteleri tafsilat vermektedir. Bu tafsilata nazaran Hind heyet-i İslamiyyesi Necid Sultanı İbnis-suud ile Yemen bir kongre akdine davet etmesini İslam kongresinin Mekkede inikad etmesini kongrenin Hicazda bir idare-i cumhuriyye tesis eylemesini Hicaz cumhuriyyesinin dahilen müstakıl haricen amal-i İslamiyyeye muvafık bir siyaset takib etmesini İslam Kongresi tarafından bir karar verilemediği takdirde Hicaz ahalisi tarafından intihab olunan mümessillerin İbnis-suudun riyaseti altında toplanarak karar vermelerini teklif etmiştir. Son hafta zarfında Vehhabiler ve Haşimiler arasında muharebe vukubulduğuna dair haberler gelmemiştir. Maamafih Mısır gazetelerinin aldığı ma’lumata göre Şerif Alinin kuvvetleri haiz-i ehemmiyet değildir. El-haletü hazihi Medine ve Ciddeden maada Hicazın her tarafı Vehhabilerin elindedir. Rif Cihadı- Rif mücahidleri Resuliyi esir ederek İspanyolların son aylarda tesis ettikleri müdafaa hattıyla tekrar temas ettiler. El-haletü hazihi Rif mücahidleri İspanyollara karşı yeniden hücum için istihzaratta bulunmaktadırlar. Ahiren Rif mücahidi Muhammed Abdülkerim beyanatta bulunarak Rifistanın istiklalini tanımak şartıyla İspanya ile akd-i sulha amade olduğunu beyan etmiş Rif mücahidlerinin iki sene kifayet edecek esliha ve mühimmata malik bulunduğunu maamafih inayet-i hakla altı ay zarfında İspanyolların Fastan çekilip gitmelerinin kaviyyen memul olduğunu ilave eylemiştir. Rif mücahidlerinin ihraz ettikleri muzafferiyetler Ehl-i Salib gazetelerini ziyadesiyle müteessir etmiştir. Ezcümle gazetesi bu zaferin İspanyaya pek vahim bir darbe meselesinin nazar-ı dikkate alınması hususuna vesait ve mürüvvet-i kerem-karilerinin bi-dirig buyurulmasını tekrar ve tekrar makes-i millet olan vicdanınızdan Cenevredeki Salib-i Ahmer Cemiyeti Komitesi gençliğin maddi ve manevi Ahlaki terbiyesi meselesiyle Cemiyetlerinin birer komite teşkil etmelerini taleb etmiştir. Bu yazın beynelmilel bir heyet teşkil edilerek mesele-i mezkure beynelmilel bir surette tezekkür edilecektir. Bunun üzerine bazı memleketlerde hemen şimdiden müderrislerden etibbadan terbiye mütehassıslarından mürekkeb birer komite teşekkül ederek teati-i efkara başlanmıştır. Mekteplerimizde bugün hükümran olan buhran en ziyade usul-i terbiyeden mütehassıl değil mi? Bazı gençlerde görülmüş olan ve muaşerete taalluk eden ahval-i garibenin mesul-i hakikileri bile acaba o gençler midir yoksa onları terbiye ile mükellef olanlar mıdır? Bence asıl mesuliyet evvel emirde ailelere babalara analara saniyen mekteplere ve muallimlere aiddir. Bu iki ocak terbiyeyi zamin olamamışlar ise hayatta hiçbir tecrübe sahibi olmayan genç ne yapabilir? olmasıdır. Hakikaten terbiye hususunda Türkiye ne yapacağını bilemeyecek bir haldedir. Terbiye ile teveggul etmemiş bir iki evlad bile yetiştirmemiş birtakım beyaz gagalıların terbiye idarelerinde terbiye müesseselerinde amir ve müdir mevkiine geçmeleri bizim için telafi edilmez ihtiyatsızlıklardandır. Terbiyemizin uğradığı buhranın en başlı sebebi budur. Bu tecrübesizlik bu acemilik bu tatbikat cehaletidir. Gençliğin iki noktadan terbiyesine başlamak lazım geliyor. Biri maddi diğeri manevi ve ahlakidir. Terbiye meselesi bizim için pek mühimdir. Çünkü şaşkın bir haldeyiz. da intihabat ikmal olunacak ve hangi tarafın ihraz-ı galebe ettiği o zaman meydana çıkacaktır. Hindistan- Hindistan müslümanlarının memleketlerindeki teşkilat-ı İslamiyyeyi ikmal için vukubulan teşebbüsleri devam etmektedir. Hind müslümanları Hindistanı İngiliz tahakkümünden kurtarmakla hem kendi nefislerine hem bütün İslama ve bütün şarka en büyük hizmeti ifa edeceklerini anlamaya ve bu vadide bezl-i faaliyete başlamışlardır. Hind müslümanlarının bu hakikati idrak ederek bu vadide çalışmaları çok mühim bir eser-i intibahtır. Bu intibahın semeredar bir safhaya girmesini temenni ederiz. olduğunu söylemiş İspanyolların buna cesaret ve fedakarlıkla tahammül etmelerini tavsiye eylemiştir. Mısır – Mısırda öldürülen İngiliz serdarı Listakın katli dolayısıyla tevkifat devam etmektedir. Son posta muma ileyhi öldürenlerin istimal ettikleri silahlar keşf olunmuştur. Bunların yakında muhakemesi icra olunacak ve bu suretle İngiliz serdarının intikamı alınacaktır. Mısırda intihabat mücadeleleri devam etmektedir. Müntehib-i sani intihabatı ikmal olunmuştur. Yalnız müntehib-i sani intihabatında kimin ihraz-ı galebe ettiği anlaşılmamıştır. Maamafih pek yakınve aşka bi-ganedir. İnsanlar bu kadir ve kahirin kabza-i hükmünde müsehhar olduklarından dolayı bundan bizardırlar bunun mukabilinde aciz bir mevzu-ı muhabbete muhtacdırlar ki hayallerinde her an için bir medar-ı tesliyet teşkil etsin. Bu hisli hayal o hissiz hakikatin tesirini unuttursun. ubudiyeti mücerred bir emr-i ruhani ve vicdani addederler. Harekat-ı hariciyyelerini mabudlarının saha-i nazarından haric tutarlar. Celb-i menfaatleri def-i mazarratları Cebabirenin seyf-i satvetine servetlerin kudret-i teshirine boyun eğerler bu işlerde mabudlarının bir hükmü olmadığına kaildirler. Yalnız gönülleriyle kaldıkları harekat-ı hariciyyeleri durduğu veya amal-i hariciyyeleri tamamen makus ve menkus gittiği zamanlar aciz mabudlarıyla hasb-i hale girişirler haricdeki inkisarlarını bu suretle hayalen telafiye çalışırlar şayed bu sekrin zevkıyle hakikati unutabilirlerse kendilerini bahtiyar addederler. Hasılı dünyayı dinsiz dini dünyasız yaşamak Hıristiyanlık bu akide ile alakadardır. Bunun için onların kulları olan insanların günahlarını afv etmek onun şiarı olduğu halde kendi lahutiyetini haiz olan oğlunu kurban edip feda etmedikçe bunu bile yapamaz ve yapamamıştır Salib guya o lahuti fedakarlığın bir remzidir. Bütün selamet bu remzin bu aczin bu fedakarlığın içindedir. Ve iman-ı Nasraniyetin en mühim akidesi bundan Kudüsün fethi sırasında Hazret-i Ömerul-faruk radıyallahu anh efendimizin teşrifleri -malum olduğu üzere- tarihe şan veren mefahir-i İslamdan birini Bazılarını görüyor veya işitiyoruz ki yalnız hayır mabuduna perestiş ettiklerini söylüyorlar. Ve şer denilen hadisatın öyle bir alemde vukua geldiğini iddia ediyorlar ki bu alem hayır mabudunun mülkünden daire-i tesirinden büsbütün haric bir mevcudiyet-i kadire ve kahire teşkil ediyor. Bunların nazarında mabudun şartı kudret değil bil-akis acz oluyor. Bunlara göreİlah demek kendisinden istenildiği kadar hüsün ve hayır zevki istihsal edilir üzerinde arzu olunduğu kadar tasarruf olunur lehine aleyhine her türlü hareket yapılabilir ve acz-i mahzından dolayı sevilir sırf onun için hürmet olunur bir mevcud-i zihni veya timsalidir. Bunlara göreİlahbütün kuva-yı kainatın kavanin-i vücudun halik-ı külli olan zat-ı hak değil yalnız mevzu-ı muhabbet olabilecek ve ika-ı muhabbetten başka bir hassası bulunamayacak olan bir mahluk-ı aciz veya bir mevcud-ı hayalidir. Onlara göre kainatta bu ilah-ı aczin karşısına dikilmiş şerir bir hakikat vardır. Tabiat denilen o hakikat kadirdir kahirdir galibdir ancak kalbsizdir hissizdir mevzu-ı muhabbet değildir o sevmez sevmeyi bilmez. Binaen aleyh sevilmek de hakkı değildir. Her türlü menfaat ve zarar ondan çıkar ancak muhabbet Başmuharrir Sahib ve Müdir hakika papas bu sözünde bil-vücuh mütecaviz idi evvela kendi akidesini söylemek içinBizim ilahımız kimseyi Allah ism-i şerifi herhangi bir mabudun değil her şeye kadir olan ve şerik ve naziri bulunmayan mabud-ı hakkın Hak Tealanın ism-i celil-i hassıdır. Hak Tealadan maadaya perestiş edenlerin mabudlarınaBizim All hımızdemeye hakları yoktur. Her ism-i has kendi müsemmasına mahsustur. Nitekim Londraya Mekke demek bir sürç-i lisan değilse yalancılıktır. İşte halik-ı kül kadir-i küll-i şey olan Hak Tealadan başkasınaAllah demek de tıpkı böyledir. Hak Tealadan başka perestiş edildiği iddia olunan mabudlar ilah huda tanrı div gibi ism-i amiller ile yad olunabilirse de onlaraAllah demek bir taraftan yalancılık diğer taraftan akidesinin butlanını itiraftır. Binaenaleyh o papas da – Bizim mabud tanıdığımız ilah kimseyi idlal etmez – Hıristos kimseye dalalet veremezdiyebilirdi. Ve bunu söylerken itikad ettiği mabudun hidayeti vermeye de kadir olamadığını zımnen itiraf etmiş olurdu. Böyle demeyip de ilah-ı hakkın ismini söyleyerek demesi bir taraftan kendi ilahına Allah ism-i celalini vermek gibi bir yalancılık diğer taraftan Allah Tealaya acz küm ve iradesine iktiran etmeyen bir hidayet hidayet-i hakka olmadığı gibi dalalet de öyledir. Çünkü o hidayetin manası bir hidayet-i batıla o dalaletin mahiyeti bir dalalet-i kazibedir. Hakiki olmayan hidayetler ya madum veya zıdd-ı hidayet yani dalalettirler. Hakiki olmayan dalaletler de ya hiç veya zıdd-ı dalalet olan hidayet olmak zaruridir. Fil-hakika hidayet zannedilen dalaletler dalalet zannolunan hidayetler ne kadar çoktur. Zaten dalaletin en büyüğü menfaat diye zarara hayır diye şerre hidayet diye dalalete sarılmaktır. Binaenaleyh hakiki ehl-i hidayet Hakkın hidayetine eren hakiki ehl-i dalalet de hidayet-i Hakdan mahrum olan değil de nedir? Allah Hak Teala mefhumlarıyla hayrı hidayet ve dalaleti mukayese edebilecek biraz şuuru akıl ve mantığı olan kimseler bundan başka türlü nasıl düşünebilir? Evet Allah Teala isteyene hidayet ve isteyene dalalet verebilir. Ve bunları mecbur olmayarak dilediği gibi verebilir. Tarik-ı şerr ve dalalete koşanları ibtida irşad ve ihtar ile zecr u menmukteza-yı lutf u rahmet-i ilahi olduğu gibi ısrar emriyle ve bahşettiği akıl ve izan ile teşkil eder. O kadar ki müslüman olmayan muharrirler bile bunu büyük felsefi ve ictimai bir romanın mevzuu mezheben farmasonlardan olan Ferah Andon Oruşalim namıyla feth-i Arap ve Beyt-i Mukaddes vukuat-ı tarihiyyesi üzerine yazdığı mühim ve kurnazca bir romanında bu vakaya nükul-i tarihiyyesiyle temas ederek şöyle diyor: Hazret-i Ömer Beyt-i Mukaddesdeki asker kumandanlarının tayin ettiği bir günde Dimaşk dahilinde Havran şimalinde Cabiyede kendisine mülaki olmalarını yazmış idi haber-i kudum Şam askerine vasıl olunca herkes istikbaline şitab etmek istedi fakat Ebu Ubeyde merkezinden çıkmamak herkes için bir azimet olduğunu teblig edip muhacirin ve ensardan bir cemaatle Süfyan Ebu Ubeyde Halid bin velid kendisine mülaki oldular. Hazret-i Ömer bunları güzel atlara binmiş ipekli elbiseler giyinmiş bir halde görünce inip yerden taş alarak taşladı veNe çabuk fikrinizden döndünüz de beni bu kıyafetlerle istikbale geliyorsunuz. Galiba iki senedir karnınız doydu vallahi siz bunu iki yüzüncü sene başında yapsa idiniz sizi tebdil ederdim.diye tekdir etti cevaben ya emirülmümininBunlar yelamaa?dır.Yani parlayan ve düşman gözlerini kamaştıran silahlardır dedilerÖyle ise pek alabuyurdu. Bu suretle atlara bindiler Cabiyeye geldiler. Ertesi gün sabah namazından sonra Hazret-i Faruk güzel bir hutbe bir nutuk irad etti. Müslimini ittihada ve Cenab-ı Allaha şükr etmeye tergib ediyordu. ayetini okudu ki her kimi Cenab-ı Allah hidayet ederse hidayete eren işte odur ve her kimi idlal ederse artık onu irşad edecek bir dost bir sahib bulamazsın demek oluyordu. Bu sırada hazırun içinde hıristiyan papaslarından biri de vardıAllah kimseyi idlal etmez.dedi ve bu sözünü tekrar edince Hazret-i Ömer nunu vurunuz! buyurdu. Papas da sustu Ebu Ubeyde yavaşça Hazret-i Ömerin kulağınaCenab-ı Allah emire ömr ü afiyet ihsan buyursun çünkü inzar ve ihtar etmeden tecziyeye girişmedi halbuki herif tecavüz etmiş bulunuyordu bu derece müsamahamızdan dolayı bize muhaliflerimiz bile muhabbet ederlerse taaccüb olunmaz dedi. Ferah Andon hamişde Vakıdiden naklini kayd ettiği papas fıkrasıyla bir taraftan Hıristiyanlık akidesine tergib ediyor diğer taraftan son fıkrasıyla da muamele-i yürütmüş olurdu. Ve o zaman ceberut-ı ilahiye delalet eden bütün kainat içinde haiz-i emanat olan şu hür insan bulunmaz hürriyet ve ihtiyar kudretinden bir nişane görünmezdi. O takdirde Hak Tealanın sıfat-ı rahimiyeti esersiz kalmış olurdu. O derya-yı rahmete ise bu ataleti cebr ve tahmil edecek hiçbir hakim yoktur. Demek ki Cenab-ı Hakka hayırdan münfek olarak halik-ı şer ve şürur demek nasıl su-i edeb ise onun karşısında ayrıca bir şer ve dalal halikı ikame etmeye çalışmak da kudretine karşı bir tecavüzdür. Rabian papasın öyle demesi Allaha cebr ve aynı zamanda acz isnad etmek idi. Çünkü Allahın hiçbir taleb-i dalali isaf edemeyeceğini ve daima kullarını fiilen hidayete sevk ve cebr ettiğini söylemiş oluyordu. O halde bu cebr fiili karşısında dalal nasıl vakiolabilirdi? Demek ki -haşa- bir şerik-i mukabili vardı ve kendisi kullarını hidayete cebr ettiği halde dalalet halk eden bu mukabiline karşı muzaffer olamıyor aciz kalıyordu Hamisen: O papasın hal-i harb içinde mazhar-ı müsaade ve müsamaha olarak sığınıp girebildiği büyük bir mecma-ı ibadette böyle izhar-ı cehl ile mütecavizane ret-i Faruk iki kelime ile hem hakikati teblig edivermiş ve hem hilm ve afvını ibraz ile zübde-i adaletini göstererek mütecavize haddini bildirmiş idi. Şimdi böyle bir roman fıkrasının temas ettiği bir vaka-i tarihiyye üzerinde bu kadar tatvil-i makal edişimizin sebebinde karilerimizden bir kısmının taaccübe düşmesi melhuzdur. Fakat dikkat edince göreceklerdir ki beş on seneden beri memleketimizde o papasın sözünü tamim ve tervic için çalışan birtakım avamil peyda olmuştur. Onun o zaman bir daha ağzına alamadığı bu söz bu akide bu günkü varisleri tarafından tekrar olunup duruyor. Biz bunun an-cehlin mi? Yoksa an kasdin mi? yapıldığını bilmiyoruz. Fakat her ne olursa olsun onların mahiyet-i fikriyyelerini meydana koyup ehl-i hakkı elimizden geldiği kadar irşada çalışmak vazifemiz olduğuna kaniiz. Geçenlerde mahud ilhad mecmualarından birisi hayır ve şer ilahlarına Mecusilerin Yezdan ve Ehremenine dair propaganda yapıyordu. Diğer birisi de şöyle diyordu:Benim All hım sizinki gibi halik-ı şer ve fiten zül-intikam cebbar kehhar şedidül-ikab değildir ... Kudreti halık ve mürevvic-i şer olmaktan aciz olmasıyla hasıldır. İnsanların felaket ve mesaibine çare-saz olamadığı zamanlar onlarla beraber ağlar. İlah-ı muhabbet ve merhamettir cehennemlerin zebanilerin şeyatin-i lainenin buğzun husumetin nifakın halikı olmaktan lütf-ı irşadını bezl ettikten sonra buna rağmen kendilerini ateşlere atmakta ısrar edenleri o ateşte yakarsa kulunun talebini isaf etmek kereminden başka bir şey yapmış olmaz aynı zamanda dilerse o kulunu yakmaz ateşler lümde inletmekten hukuk-ı ibada tecavüz etmekten herkesin can mal ve namusunu payimal eylemekten zevk alan zalimlerin canilerin bu fiilleriyle taleb ettikleri akıbetleri Allah Teala kendilerinden dirig ederse adl-i tan en büyük bir hayırdır. Mazlumların intikamını alarak yaptıklarını yanlarına kar bırakarak mazlumlara karşı şer ve tecavüzlerini tervic etmekten başka bir şey yapamayan ve nihayet kendine perestiş eden mazlum kullarıyla beraber ağlamaktan başka elinden bir şey gelmeyen mabudun hayır ve muhabbet mabudu olduğuna nasıl ve melaneti yapıp da vicdanlarına hiçbir gubar-ı elem kondurmak istemeyen ehl-i şürurdan başka kim olabilir? Bu meseledeki bütün mugalatalar amil-i kesb ile amil-i halkı temyiz etmemekten neşet eder. Amil-i kesb; kul amil-i halk; Hak Tealadır. Allah Teala kullarını yaratmış ve onlara vesait-i kesbi bahş etmiş binaenaleyh bidayeten yalnız hayır ve hidayeti halk buyurmuştur. Onun için kulların kesb ve sayleri olmadan şer ve dalalet halk etmemiştir. Bu mebdehalk nokta-i nazarındandır ki Kuran-ı azimüş-şanda buyurulmuştur. Mertebe-i saniyede Cenab-ı Hak kullarının kesb ü sayleriyle alakadar olan asarı halk buyurur. Bu nokta-i nazardan mebdekuldur ancak hayr-ı mükteseb hayr-ı mevhubun inkişaf ile tezayüdü demek olduğundan bunda abdin mütemayiz bir mebdeiyeti yoktur. Fakat şer ve seyyieye gelince bu nokta hayat-ı beşeride bir nokta-i tahavvül ve inkılabdır kul kesb etmeseydi şer ve dalalete talebkar olmasa idi Hak Teala da şer ve seyyie yaratmayacak cehennem vücud bulmayacaktı. Şeytan da nokta-i nazarından buyurularak hasene Allaha seyyie nefs-i şer All ha nisbet edilir kesb itibarıyla da bilhassa şer ve seyyie abde nisbet olunur. Cenab-ı Hak dilese idi kulun kesbine müterettib hiçbir şey halk etmezdi. Veyahut yalnız şerri halk etmezdi. Fakat her iki takdirde fail-i muhtar kesb ve saye elverişli hür bir mahluk da halk etmemiş bulunur ve insanlar üzerinde icraatını cebren münezzehtir. O rahimdir fakat azizün zül-intikam değildir. O papasın sözlerini böyle şerh ve tafsil ile tekrar ederek Hak Tealanın kudret-i baliga-i samedaniyyesine karşı gayz ve nefret neşreden bu gibi sözler sahiplerinin mabudlarını hakdan maadada aramak zevkınden neşet ettiği ne kadar vuzuh ile görülüyor. İstiyor ki emel-i kül merci-i kül olan şerik ve nazirden mukabil ve münaziden münezzeh ve bulunan Hak Tealadan başka bir mabud bulsun. muhabbet söylemiş olsun. İstiyor ki hak denilen kudret-i mutlaka zalimlerin şerirlerin adaletle cezasını vermeye muktedir olamasın da aceze-i mazlumin ile beraber ağlasın dursun istiyor ki buğzları husumetler nifaklar hasılı şeytanın sevdiği bütün seyyiat avamili kudret-i Hakka galib olsun da kendisi devlet-i hakkın haricinde ve onların maiyyetinde icra-yı ahkam etsin. Şüphe yok ki hak hakim-i kül halik-ı kül kadir-i kül olmayan bir mabud-ı muhayyel halik-ı muhabbet olamayacağı gibi mevzu-ı muhabbet de olamaz. Çünkü onun halk edeceği muhabbeti karşısındaki zıdd-ı kadir derhal imha edecek onun da yes ve aczinden ağlaya ağlaya gözü çıkacaktır. Ah bu beşeriyetin ne kadar büyük cehalet ve dalaleti var ki en küçük bir işini bir acize tevdietmek istemez sonra döner öyle bir acizi mabud ilan eylemeye kalkar. Garb kütüb-i felsefiyyesi mebadi-i ahlakıyyeden bahs ederken Hıristiyanlığın mebhas-i ahlaka imanı bir unsur olarak ki din-i İslamda o imanın iman-ı hak olması lüzumunu öğretmiş ve hakka iman edilmedikçe hayr-ı alaya ve saadet-i kusvaya vusul mümkün olmadığını göstermiştir. Çünkü hakkın himayesinde olmayan her şey hiçtir hayrı yedinde tutan ancak kadir-i kül olan Hak Tealadır ve Allah ancak Odur bütün kainatta hüküm ve tasarrufu müstakıllen cari olan malikil-mülk Odur dilediğine mülkü veren dilediğinden mülkü nezeden dilediğini izaz lü şaibe-i aczden müberra olarak olan ancak Odur. Geceyi gündüze gündüzü geceye vasleden ölüden diri diriden ölü çıkaran dilediğini hesabsız merzuk eden Odur hayır; Onun hayır dediği şer; Onun şer dediğidir. Sevilecek olan ancak Odur ibadet edilecek olan ancak Odur ma-sivası hederdir. Hayır ve muhabbete talebkar olmak isteyenler evvel emirde Ona matlubları mütehakkık olabilsin. MÜBAREK MİRAC GECESİ Aleyhis-salatü ves-selam Efendimizin semavatı serair-i eflaki hakayık-ı ulviyyeyi nazm-ı celilinde işaret buyurulan emr-i samedani ile müşahede ve ledünniyat-ı avalimi guna gun tecelliyatıyla keşif ve teblig buyurdukları leyle-i mübarekeyi yarın akşam amme-i muvahhidin saadet ve huzur-ı vicdani ve zevk-ı manevi ile idrak ve iktitaf etmiş bulunacaktır. Mirac hayat-ı ictimaiyyenin kudsi ulvi hakiki bir nokta-i inkişafıdır. Çünkü namaz müslümanlara bu gecede farz kılındı. Fazileti cemaatle mukayyed ve hulus-ı tammeye vabeste bulunan namazın hayat-ı ictimaiyye hissiye ve vahdet-i harekatın yalnız başına reha-kar bir düstur-ı siyaset ve ulviyet olduğu ne kadar aşikardır. Namaz ittifak ve ittihadın kıymetini nifak ve şekavetin zillet ve haybetini fiilen izhar ve ilam eden bir vasıta-i necat takarrub-i ilallaha musıl bir şehrah-ı saadettir. Müslümanların namaz ve cemaatle mükellefiyeti aynı zamanda hayat-ı ictimaiyyelerinde feyyaz bir inkılabın ruhunu tesis etmiştir. Bu esas insanlara huzur-ı vahdaniyette bir emel bir gaye bir mefkure için aralarında fakir zengin çocuk ihtiyar alim cahil farkı olmaksızın tam bir müsavat ve kamil bir uhuvvet içinde rıza-yı ve umumiyyelerinde de müsavat ve uhuvvet dairesinde yek-vücud olmaya muhtac olduklarını öğretti. Bu emr-i celil erbab-ı ukule gösterdi ki Cenab-ı erhamür-rahimine arz-ı ubudiyet kasdıyla muayyen zamanlarda bir intizam ve huzur-ı tam içinde camilerde birleşen insanların maddeten ve manen mesud ve müreffeh olmaları için hayat-ı ferdiyye ve ictimaiyyelerinde de intizam-ı efale murakabe-i ictimaiyyeye hudud ve şurut-ı ictimaiyyenin det-i ezeliyyeden rahmet-i ilahiyyeden başka her şeyin bir hududu mevcuddur. Bu hudud ve şurut tecavüz edilirse nizam ve aheng-i umumi ve bin-netice huzur ve refah-ı beşeriyet mahv olur. Mirac millet-i İslamiyyenin rüyet-i mehasin ve dühul-i cennette ümem-i salifeye takaddümünü mübeşşirdir. Bu tebşirin aynı zamanda ila yevmil-kıyam kuvvet ve kudretini muhafaza etmesi meşiyyet-i sübhaniyye iktizasından olan din-i celil-i İslamın her mefkureye her tekemmüle tefevvukunu tahkim ve teyid eylemektedir. Ahirette bütün ümmetlere takaddüm edecek olan millet-i İslamiyye dünyada da her fazilete terakkiye kemalata elbette hakim bulunacaktır. Nitekim asırlarca cihan-ı marifetin yegane unsur-ı cevvalini müslümanlar teşkil etmişler ve faziletle medeniyeti idame ettirmişlerdir. Medeniyet-i hakikıyyenin alem-i insaniyeti reha-kar nuruyla zıyalandırdığı devirler ancak İslamiyetin safiyet-i asliyyesiyle her sahada neşr-i irfan ettiği zamanlardı. Zulmet ve cehalet içinde bunalan insaniyet; hürriyet müsavat adalet umdelerini ümmül-kitabdan taallüm etmiş ruh-ı beşeriyet gıda-yı manevisini ihtiyacat-ı vicdaniyyesini Kitabullahdan ahz etmiş ve etmekte bulunmuştur. Medeniyet-i hazıranınDemokrasikelimesiyle mahiyet ve menşeini tebdil ve ihfa ettiğini zannettiği esaslar desatir-i İslamiyyeden pek na-tamam olarak alınmış mefkurelerden ibarettir. Hürriyet müsavat adalet mefhumlarının menbaını Hukuk-ı Beşer Beyannamesinde arayanların su-i telakkilerini Kuran-ı Kerim en canlı edille ile tekzib etmektedir. Halbuki garbın Demokrasi düsturu hakikatte kağıd üzerinde kaldığı halde İslamiyet ruhunda fiilen asırlarca hükümran olmuştur. Maddiyat ulum ve fünun-ı aliye esaslarının vazve tedvini pek hod-pesend ve hak-naşinas olan garb heyet-i ictimaiyyyesince kendilerine aid bir şeref gibi gösterilmektedir. Fakat teyid-i ilahisiyle furkan-ı celil hepsinin me ba ve masdar-ı ezelisidir. Kuranın felekiyata hikmete nifesi perde-i gafletle kalbleri kararmamış olanlar için kafi ve vafi bir delildir. Esasen pusula tayyare ilm-i mesaha kimya-yı tahlili tafsili sadedimiz haricinde kalan birçok keşfiyat-ı aliyenin ulum-ı müsbetenin inkişafı doğrudan doğruya müslümanlara aid şereflerdendir. Çünkü müslümanlar beşikten mezara kadar -Çinde bile olsa- arayıp bularak ilmi tahsil ile mükelleftirler. Çünkü müslümanların hayatı daimi bir saydir. emr-i samedanisi müslümanların düstur-ı hayatıdır. Bu esaslara layık oldukları derecede atf-ı ehemmiyet eden müslümanlar bi-hakkın şeref-i İslamiyyeti ilaya medeniyeti tersine refah-ı beşeri temine muvaffak oldular. Hal böyleyken son asırlar zarfında İslam medeniyetlerinin yer yer inkırazı müslüman hakimiyetlerinin Garb alemi bu keyfiyeti İslamiyet teşekkülünün -haşaibtidailiğine kıymetsizliğine atf ediyor ve maatteessüf heyet-i ictimaiyyemiz arasında da bu kanaat-i sehifeye Fakat hakikat-i hal büsbütün başka bir şekildedir. din-i İslam değil bil-akis İslamiyet esasat ve desatirine tamamıyla mugayir bir surette tezahür eden sukut-ı manevi ve ahlaki sebep olmuştur. Bu mütearifenin delili tarihdir. Medeniyet-i İslamiyyenin ilim ve irfanın servetin kuvvetin en ziyade nail-i inkişaf olduğu zamanlar daima heyet-i ictimaiyye-i İslamiyyenin bütün manasıyla ruh ve şümulüyle dindar ve haluk olduğu vakitlere müsadiftir. Yine tarih ne zaman bir İslam diyarının bir müslüman milletinin idbar ve felaketini kayd etti ise behemehal din ve ahlakdan ve bin-netice yalnız onun şerait-i istikmalinden en mühimmi olan secaya-yı müessir olmuştur. heyet-i ictimaiyye-i İslamiyyenin tekamülünde nasıl bir rehber-i esas olduysa bugün de saadet ve refaha nailiyetle yüksek bir tekemmül yüksek bir irfan yüksek bir medeniyete nailiyet suretiyle rehamızı aynı ruhdan mülhem olarak temin edebiliriz. Bu leyle-i mübareke hürmetine müslümanlar nura-nur bir ufk-ı saadet ve sermedinin inkişafını Cenab-ı Vahibül-atayadan niyaz ve istirham eyleriz. Müslümanlığa Doğru Kitabullahın hedefi fikr-i beşerin melekat-ı muhtelifesini bizi tenvir eder: Kabiliyet ve kuva-yı beşeriyye Bunların keyfiyet-i istimali Bu hedefi tahakkuk ettirmek yolunda insanın All ha karşı ifa edeceği vezaif Bu münasebatın keyfiyet-i idaresi Hayat-ı ahiret. Sair kütüb ve sair edyan hakkında söz söylemeye hacet görmüyoruz. Onlara inananlar düşünsünler ve ellerindeki kütüb-i mukaddesenin bu mesail hakkında onları tenvir edip etmediğini derpiş etsinler. Halbuki Kuran ve İslamın izah ettiği başlıca mesail bunlardır. Bu mesail hakkında bizi tenvir etmeyen din hedef-i matluba vüsulü temin edecek yolu göstermeyen din bir vaz-ı ilahi olarak kabul edilemez. K a biliyat-ı Beşeriyye- Kuran-ı Kerimde yaniBiz muhakkak insanı ahsen-i takvim üzere yarattık sonra esfel-i safiline reddettikbuyuruluyor. eden her cüzinsanda mündemicdir. İnsan ala-yı illiyyine yükselebilir. Fakat aynı zamanda esfel-i safiline de sukut edebilir. Tabiatteki her şeyin daire-i terakkisi mahdud olduğu halde insanın saha-i terakkisi bi-hududdur. Bununla beraber insan bu şekilde de tedenni eder. Kabiliyat-ı beşeriyyenin ne olduğunu anlamak meselesi fikr-i beşeri işgal eden muzamat-ı mesaildendir. Bu meselenin muhtelif suretlerde halli ahlaki itikadi ruhani hayat için muhtelif kaideler vazına saik olmuş bu mesele muhtelif itikadların ve muhtelif siyasetlerin zuhuruna sebebiyet vermiştir. Tabii biz bu sahifelerde bu büyük meseleyi mufassal bir surette mevzu-ı bahs edemeyeceğiz. Şunu söylemek kafidir ki Müslümanlıktan mukaddem zuhur eden edyan ile felsefeler beşeriyete zulüm etmiştir. Her yerde insan pek deni arzular pek süfli ihtirasların suret-i mücessemesi tanınmıştı. İnsanın bedeni tarik-ı kerakkide tesadüf olunan en müdhiş mania zannolunuyordu. Bazıları insanı o kadar adi bir şekilde telakki etmişlerdir ki Günahın fıtrat-ı beşerde mütemekkin olduğunu söylemişlerdi. Artık insanın günahdan kurtulmasına azab-ı ebediden halas bulmasına bile layık görmüyordu. Mihnet ve meşakkat insanın nasib-i müstemadisi idi. Felaket ve ıztırabdan kurtulmanın yegae çaresi adem-i mutlaktı. Eski Veda felsefesi vücud-ı beşeri müstekreh bir zencir-i esaret telakki ediyordu. Zerdüştlük insanı hayır şer ilahlarının elinde bir oyuncak yapmıştı. Yunan felsefesi ise insanı Nemesis Muhtelif iklimler ve muhtelif zamanlarda insanlık hakkında perverde olunan bu fikirler türlü türlü kurbanlara türlü türlü işkencelere sebebiyet vermişti. Asri felsefe bunun aksini iltizam etti. Asri felsefe insanlık hakkında perverde olunan kadim fikirlerden insanlığı kurtarmak gördü. Bu yeni eski mütehalif fikirlerin ikisi de bir parça hakikati muhtevidir. Yalnız Müslümanlıktır ki insana hakiki mevkiini bahş eder. Kuran-ı Kerim insana akli bedeni ahlaki ruhani en mükemmel techizatın bahş olunduğunu onun günahdan azade olarak doğduğunu evamir-i ilahiyyenin kaffesini icraya layık ve her terakkiye namzed olduğunu beyan eder. Müslümanlık sinn-i sabavettte ölen çocukların doğrudan doğruya cennete gideceklerini söylediği halde Hıristiyanlık bu gibi çocukların papaslar tarafından yapılan merasime tabi olmazlarsa cehenneme gideceklerini söylerler. Bunların zumunca insan dünyaya günahkar olarak gelir binaenaleyh tathir olanmadan ölürse mutlaka cehenneme gider. Aleyhis-salatü ves-selam Efendimiz insanlığı en yüksek şahikaya ila etti. Peygamberimiz buyuruyor ki her insan tahir ala-yı illiyyineye yükselmeye layık olarak doğar. Hayat-ı uhreviyyenin her nimetine terakkilerin en yükseğine ihraz-ı liyakat her insanın hakk-ı tabiisidir. Fakat meselenin diğer şıkkı da ihmal olunmamıştır. bize bahşettiği her şeyi tahakkuk ettirmek ve süfliyetten kurtulmak için ne yapacağız? Kuran-ı Ke-rim bize bunu izah etmiştir. Hak Teala buyuruyor kiKavanin-i ler hiçbir vakit kesilmeyecek bir ecre yani daimi ve ebedi terakkiye nail olurlar.Kabiliyatımız ve nekaisımız bunSEBILÜRREŞAD - - larsa bizi irşad için gönderilen dinin nasıl olması icab ettiği meselesi meydana çıkar. Din bize öyle kavaid ve evamir vazetmelidir ki onları takib ettiğimiz takdirde kuvamız semere vermelidir. Biz pak bir fıtratla hayata geliyoruz. Günahlarımızı yıkayacak kana muhtac değiliz. bileceği bir şeydir. Binaenaleyh Kuran-ı Kerim Necatı yani zelle-i asliyyeden necatı hedef-i din olarak zikr etmiyor. Böyle bir necat ihtiyacını hissetmek beşeriyete bir hakarettir. Biz doğru yoldan ayrılıyorsak bunu bizim eserimizdir. Bizim günahkar olarak yaratılmamızdan kurtulmak manasını ifade edensalvationkelimesinin lisan-ı dinimizde mukabili Felahtır. Felahın manası muvaffakıyet tekamül kuva ve melekatı inkişaf ettirmek el-hasıl hayat-ı beşeriyyeyi semere-dar etmektir. K a biliyat-ı Beşeriyyenin Suret-i İstimali- Bu mukaddimat bize kabiliyatımızı nasıl işleteceğimizi gösterir. Bizim kabiliyatımızın hakiki mahiyetini ancak bizi yaratan Allah bilir. Binaenaleyh irşadımız için biz ona teveccüh ederiz. Bunun için Cenab-ı Hak bizi doğru yolu göstermenin kendisine aid olduğunu beyan buyu-ruyor. Fakat bizim fıtratımızın la-yetenahi melekatı haiz olduğuna hazakatine itikad etmek bizi baş ağrısından kurtarmaz. Din bize riayet olunacak kavanin evamir ve nevahi göstermelidir ki hayatımızı onlara göre tanzim edelim hedefimize doğru gidelim. Müslümanlığın manası budur. Kaffe-i enbiyanın ezcümle hazret-i İsanın da dini bu dim. Kanun ile amel eden kanunu öğreten melekut-ı semada en yüksek mevkii ihraz eder. Böyle hareket etmeyen en süfli mevkide kalırdediği zaman Müslümanlığı telkin ediyordu. Mesih Cebel mevizasında bu sözleri etmiyordu. Teaddüd-i Zevcat Hazret-i Muhammedin teblig ettiği kitab-ı mübin bir kitab-ı ilahidir. Teaddüd-i Zevcata aid olan ayat-ı Kuraniyye sair ayat-ı celile gibi bunun böyle olduğunu recede bir müessese olmadığını kabul ediyoruz. Çünkü aynı adamın zevceleri arasındaki mütekabil kıskançlık hayat-ı aileyi teşviş eder. Bu kıskançlık zevcin zevceler arasında icra-yı adalet edememesinden tevellüd ediyor. Binaenaleyh Kuran-ı Kerim bir insan bu kıskançlık seyyiesinden kurtulamazsa bir zevce ile iktifa etmesini emrediyor. nazm-ı celilini tefsir ediyorken teaddüd-i zevcatın suret-i katiyyede tahdidi lazım geldiğini beyan eylemektedir. İmam Fahreddin Razi İmam Şafiinin nokta-i nazarını teyid ediyor. yenin vücud bulmasından çok zaman evvel yaşadıkları muhtac-ı izah değildir. Yine sure-i Nisada buyuruluyor ki: YaniKadınlar arasında icra-yı adalete ne kadar hahişger olsanız da icra-yı adalet edemezsiniz. Binaenaleyh heva ve hevesinize büsbütün münkad olarak kadınlarınızdan birini ihmale uğratmayınız. Taaddüd-i zevcata kayd u şart ile müsaade veren ayet-i kerime ile bu ayeti tevhid ettiğimiz takdirde Müslümanlığın teaddüd-i zevcatı teşvik değil bil-akis onu teşvik etmediği ve teaddüd-i zevcat cevazıyla ancak fıtrat-ı beşeri Kuran-ı Kerim yetim bir kızı velisi alacak olursa her türlü zulmün vukuu muhtemel olduğunu binaenaleyh taht-ı velayetinde olan bir yetimi değil başka kadınları almanın daha muvafık olacağını beyan etmektedir. Müslümanlık köleleri azad ettiğinden Müslümanlık bunlarla beşeriyyenin muhtelif merahil muhtelif ahval ve şeraiti nazar-ı dikkate alındığından bir erkeğe bir kadından fazla almak müsaadesi bahş olunmuştur. Bu şekilde hareketle Müslümanlık teaddüd-i zevcatı edyan-ı sairede görülmeyen bir tahdide uğratmıştır. Fakat tahdidat vazıyla ettiği fenalığı da nazar-ı itibara alarak bir müslümanın zevceleri arasında icra-yı adalet şartıyla birden fazla kadınla mütekabil kıskançlıktan zulümden dolayı bir şikayet vukubulmayacaktır. Bir erkek zevceleri arasında icra-yı adalet edemeyecekse bir kadın alır. Aynı sure-i şerifenin diğer bir ayetinde kadınlar arasında icra-yı adaletin kolay bir şey olmadığı bir erkeğin kadınlar arasında icra-yı adalet edemeyecekse bile bile kadını ezaya uğrattığından dolayı mesul olacağı beyan olunmaktadır. Nisa Suresi Nisa Suresi Hazret-i Muhammed ile ashab-ı güzinin ne için bir zevce ile iktifa etmedikleri sorulabilir? Bu sualin cevabı: Arap heyet-i ictimaiyyesinin ve şerait-i zamaniyyenin vahdet-i zevceyi mümkün veyahut müfid kılmamasıdır. Teaddüd-i zevcat kendini iaşe veyahut himayeye muktedir olmayan kadınların hayat ve refahını temin edecek yegane vasıtaydı. O zaman beşeriyetin nısf-ı nisaisi hiçbir inkişafa mazhar değildi. Bir kadın idame-i hayat evinde imrar-ı hayat etmesi labüddü. Pederler kızlarını sevmezlerdi. Hindistanda olduğu gibi babalar kızlarını feda ederlerdi. Kızlar büyüyünce pederleri onları hemen evlendirmeyi düşünürlerdi. Kızlar evlenince kocalarına tahmil olunan bir yük olurlardı. Şayet bunlar dul kalacak olurlarsa kadın en müellim bedbahtlığa duçar olurdu. Artık gidecek bir yeri bulunmaz ve binaenaleyh maişetini temin etmesine imkan kalmazdı. Hindistanda dul kadınlar ölen kocalarıyla beraber kendilerini ihrak ederlerdi. Arabistan ve sair yerlerde dul bir kadının temin-i hayat etmesi koca bulmasına vabeste idi. Fakat esasen erkekler ekalliyette bulunduklarından Vahdet-i Zevce taraftarlığı iltizam edildiği takdirde kadınlar zevc bulmalarına imkan kalmıyordu. Bu şerait tahtında teaddüd-i zevcata müsaade edilmediği takdirde kadınların nasibi sokakta kalmak olurdu. Bu şerait tahtında ahlak ve ictimaiyat nokta-i nazarından teaddüd-i zevcat bir rahmetti çünkü heyet-i ictimaiyyeyi ve kadınları tedenniden kurtarıyordu. Hazret-i Muhammedin böyle hayır-kar bir müesseseyi kaldırmasına mahal yoktu. Kendisi ise şahsen teaddüd-i zevcatı kabule mecbur idi. Çünkü kocaları dava-yı İslam uğurunda ölen kadınların adedi çoktu. Şüheda-yı İslamın aramiline bakmak Hazret-i Muhammedin borcuydu. Bütün Arabistanın hükümdar-ı mutaı iken bile Hazret-i Muhammed en sade ve en mütevazıane bir hayat imrar ediyordu. Peygamberimizin menabi-i maliyyesi pek mahduddu. Fakat dava-yı İslam uğurunda terk-i hayat eden şühedanın zevcelerine hamiler bulmak mecburiyetinde olduğundan bizzat kendisi arkadaşlarına nümune-i imtisal olmuştu. Pederi Peygamberimizin en samimi dostu ve en fedakar arkadaşı olan hazret-i Aişeden maada Peygamberimizin bütün zevcatı dul kadınlardı. Taaddüd-i zevcat hiçbir vakit istifraş-ı nisvanın bir şekli addolunmamıştır. Muhterem ve zengin pederler bile kızlarını ortak olarak verirlerdi. Bil-akis teaddüd-i zevcat bir mania-i fuhuş olarak telakki edilegelmiştir. Hiç şüphesiz teaddüd-i zevcat gizli veya aşikar fuhuş ile hiçbir nokta-i nazardan mukayese edilemez. Bu gün teaddüd-i zevcat birçok memleketlerde menedilecek olsa orada heyet-i dın en çirkin sukuta uğrar. Sokaklara taşan ahlaksızlıkları durduran ve mahveden teaddüd-i zevcat hiç şüphesiz bir nimettir. Çocuk tevellüdatının tenakuzuna maniolan teaddüd-i zevcat elbette bir rahmettir. Birçok emraz-ı malumenin intişarına maniolan teaddüd-i zevcat hiç şüphesiz mahz-ı Maamafih bir an için Avrupada kadınların kendilerine bakacak hatta kocadan istiğna edecek derecede değildir ki. Dünyada teaddüd-i zevcata talib olan insanlar bulundukça cihan-şümul olduğunu iddia eden her kanun teaddüd-i zevcatı kabul etmek mecburiyetindedir. Müslümanlık vahidüz-zevce olan bir adamın müslüman olmadığını söylemiyor. Bil-akis vahidüz-zevce olan bir müslüman pek mükemmel bir Müslümandır. Nasıl ki vahidüz-zevce olan bir hıristiyan hıristiyandır. Şu farkla ki bir müslüman birtakım şeraita tebeiyetle meşrubir surette teaddüd-i zevcata mecbur olursa yine müslüman kalır. Fakat bir müslüman hiçbir zaman bir metres! kullanamaz. Hıristiyanlar ise bir hıristiyan bir zevceden fazla kadın alacak olursa Hıristiyanlıkla kat-ı alaka edeceğini halbuki iki yüz metres kullanacak olursa hıristiyan kalacağını diyanet-i Iseviyyenin ona hiçbir şey demeyeceğini söylerler. Ahalisi müslümanlardan ve sair milelden müteşekkil olan yerler için esasat-ı İslamiyyenin esasat-ı Iseviyyeden daha hayırlı olduğu aşikardır. Şeriat-i İslamiyyenin güzelliği şuradadır ki bir taraftan ahlaksızlığa maniolduğu heyet-i ictimaiyyeyi tathir ettiği gibi diğer taraftan teaddüd-i zevcatı da teşvik etmemiştir. Hindistan kadar ahali-i İslamiyyesi çok olan diğer bir memleket yoktur. Halbuki bunların arasında teddüd-i zevcat cevazından istifade edenlerin adedi binde üç veya dörtten ibarettir. Bu suretle Müslümanlık yetmiş milyon müslümanın hakikaten vahidüz-zevce olmasını temin etmiştir. Maamafih teaddüd-i zevcat ile hafi fuhuş mukayese edilecek olursa zerre kadar hiss-i ahlakisi olan bir adam fuhşu tervic edemez. Birçok ümera agniya ve sair zevatın teaddüd-i zevcat müsaadesini su-i istimal ettikleri şüphesizdir. Fakat bu Hıristiyanlık aleminde de vukubulmuştur. Hıristiyanlık vahdet-i zevcenin fena netayicinden nasıl mesul değilse Müslümanlık da teaddüd-i zevcat müsaadesinin su-i le kadın arasında münasebat-ı gayr-ı meşrua vukuudur. Müslümanlık hiçbir zaman buna müsaade etmez. Müslümanlığın kuyud ve şurut tahtında teaddüd-i zevcata müsaade etmesi bu afete karşı gelmek içindir. İslamın kavanin-i şeriyyesinde ehl-i İslamı utandıracak bir şey yoktur. Müslümanlık muhtac-ı müdafaa değildir. Bütün kavanin-i İslamiyye riayet edildiği takdirde insanlık için en hayırlı kavanindir. zevcat adetinin mevcudiyetinden bizzat kadının mesul olmasıdır. Çünkü teaddüd-i zevcat kadının rızasıyla vuku buluyor. Bazı kavanin teaddüd-i ezvaca müsaade ettiği halde bu adet kalkmıştır. Çünkü artık zevci olan bir kadın diğer bir zevce talib olmamaktadır. Teaddüd-i zevcatın mevcudiyeti kadının ona tahammül ettiğini gösterir. Tabiatin de teaddüd-i zevcata müsaid olduğu anlaşılıyor din-i İslam tabiati takyid eder tabiati ıslah eyler tabiati tadil eder fakat tabiati inkar etmez. Budilik Hindulik hakiki Hıristiyanlık tabiat-i beşeri inkara mütemayildi. Çünkü hepsi zühdü telkin ediyordu. Dünya bütün mehasiniyle bütün nimetiyle bütün ihtişam ve şanıyla bütün madde ve kuvvetiyle yalnız bir Mayadan bir hayal-i batıldan ibaretti. Hazret-i Isanın fikirleri yer yüzünde değil semada bir melekut-ı ilahi tesisini istihdaf ediyordu. Kendisi zühde hasr-ı hayat etmiş çoluk çocuk sahibi olmamıştı. Bugünkü insanlar müşarun ileyhi takib edecek olsalardı medeniyetten bir eser kalmazdı. Mesih ile Buda beşeriyetin nümune-i imtisali olacaksa bizzat nev-i beşer madum olur. Halbuki müslümanların her günkü dualarından biri de şu ayet-i kerimedir: YaniYa Rabbi! Bize bu dar-ı dünyada güzel ve iyi olan her şeyi ahirette de iyi ve güzel olan her şeyi ihsan et! Tabiat insanlara Saras namındaki kuşlara bahşettiği tabiati ihsan etmemiştir. Hindliler bit-tecrübe biliyorlar ki bu kuşların erkeği ve dişisi arasındaki muhadenet o kadar hararetlidir ki biri ölür veya öldürülürse diğeri hüzün ve mateminden ölür. Ne erkek ne kadın bu kadar devamlı bir muhabbete meftur değildir. Şayan-ı dikkattir ki vahdet-i zevce taraftarı olan garbda bu muhabbet teaddüd-i zevcat müsaadesinden müstefid olan şarktan daha azdır. Garb memleketlerinde ekseriyetle zevcler zevcelerinin vefatını müteakıb tecdid-i izdivac ettikleri gibi zevceler de aynı suretle hareket ederler. Halbuki şark memleketlerinde vazıyet bunun aksinedir. Zevcler ve zevceler irtihal edenlerin hatırasına hürmet ederler. Garbta zevc ile zevce arasındaki muhabbette devam yoktur. Fakat bu vaziyet ne vahdet-i zevce esasından ne de teaddüd-i zevcat cevazından ileri gelmektedir. zevcat taraftarı olduğunu söylüyor. Tabiat insanın müteadidüz-zevcat olmasını istediğini birçok şekillerde ifade ediyor. Fakat insanın tabiati tadile hakkı vardır. Teaddüd-i zevcatın fizyoloci nokta-i nazarından esbabı meşhur Monteskiyö tarafından tadad olunmuştur. Mumaileyh sıcak memleketlerde kadınların sekiz dokuz on yaşlarında kabil-i izdivac olduklarını kayd eder. Bu suretle bu memleketlerde çocukluk ve izdivac yekdiğerini takib eder. Kadınlar yirmi yaşında ihtiyarlarlar. Binaenaleyh akıllarının kemali güzelliklerinin devamıyla müterafık değildir. Bu memleketlerde teaddüd-i zevcat pek tabiidir. Hatta soğuk memleketlerde bile erkeklerin fuhuştan sıyanet-i nefs için teaddüd-i zevcata müracaat etmelerini Şopenhavr saraheten der ki:Hepimiz bir zaman yaşıyoruz. Madem ki her insan birkaç kadına muhtacdır teaddüd-i zevcatı kabulden başka çare yoktur. Bu hareket kadını hakiki ve tabii mevkiinde yaşatır ve bu suretle Avrupa medeniyetinin vücuda getirdiği kadın zail olur Avrupayı dolduran bedbaht kadınlardan eser kalmaz. Şopenhavr müteakıben der ki: Teaddüd-i zevcat hakkında münakaşaya hacet yoktur. Çünkü her yerde fiilen caridir. Asıl konuşulacak mesele onun tanzimidir. Teaddüd-i zevcatı tanzim eden yegane din ise ancak Müslümanlıktır. Bu madde birçok nukat-ı nazardan calib-i teemmüldür. Bu maddeye nazaran bir şahıs zevcesini tatlik edebilSEBILÜRREŞAD - - mek için her haldenci maddede muharrer esbabdan biri tahakkuk etmelidir sonra da tatlik ya hakim veya bir heyet-i hakemiyye huzurunda vukubulmalıdır. Demek oluyor ki bu şerait dahilinde ikaedilmeyen talaklar kanunen muteber olmayacak! Herhangi bir erkek kendisince gördüğü bir lüzum üzerine zevcesini tatlik etmiş olsa yine beynlerinde hal-i zevciyet kaim addolunacak bu tatlika rağmen yine aralarında ahkam-ı nikah cari olacak!. Layihada akd-i nikahın bir memur-ı resmi huzurunda meselesi de minval-i muharrer üzere takyid edilerek bununla talak hadiselerinin azalması gayesi istihdaf edilmiş fakat bu husustaki ahkam-ı aliye-i şeriyyemizi hiç nazar-ı dikkate almaya lüzum görülmemiştir. Bedihidir ki ahkam-ı şeriyyemize nazaran mükellef olan her erkek ehliyet-i talakı müstakıllen haizdir. Her erkek haiz olduğu bu ehliyeti bir şart ile mukayyed olmaksızın talakın şuhud huzurunda vukuu veya badet-talak talaka malikiyeti: misillü birçok ayat-ı Kuraniyye ve sair edille-i şeriyye ile sabittir. Vakıa talak devamı matlub olan bir aile rabıtasını kat bununla beraber yine li-hikmetin meşruve bunun takdiri de zevcin vicdanına diyanetine şahsiyet-i ahlakıyyesine mevdudur. Şüphe yok ki şeriat-i mutahharamazın ahkam-ı ulviyyesinden her biri beşeriyet hakkında aynı hikmet aynı maslahattır. Nasıl olmasın ki bu ahkamın şari-i azimi hakim-i müteal olan Allah Tealadır matla-ı tecellisi de vahy-i sübhanidir. Binaen aleyh bir müslüman bir hükm-i şerinin hikmet-i teşriiyyesine infaz-ı nazarda bulunamasa bile yine o hükme alem-i insaniyyet hakkında aynı rahmet olduğunda tereddüd etmez. Biz müslümanlar bu cihete kaniolmakla beraber ahkam-ı şeriyyemizin felsefesini hikmet-i aliyyesini taharriden de dinen memnudeğiliz. Belki bu taharri bir neviibadetten maduddur. Fil-hakika bu din-i hikmet-rehine mensub olmayan birçok mütefekkirinin de itiraf ettiği vechile bizim bilcümle ahkam-ı şeriyyemiz birer menhec-i ilmiye tabidir usul-i mantıkıyyeye muntabıktır edille-i akliyyeye birer felsefe-i aliyyeye müsteniddir. Bu ahkamın felsefesi tedkik edildikçe ulviyeti hikmet-i şeriyyesi piş-i tefekküratımızda daha ziyade tecelli eder durur. ulema-yı İslamiyye ahkam-ı şeriyyemiz hakkında birçok muhakemat-ı hakimanede bulunmuş ve bu ahkamın hükm-i şeriyyesine dair Hikmet-i Teşrinamıyla bir ilim bile tedvin etmişlerdir. Şimdi biz de talakın meşruiyetindeki ve ehliyet-i talakın erkeklere verilmesindeki hikmet-i şeriyyeyi biraz taharri edelim: Malum olduğu üzere nazar-ı İslamda nikah; şeri medeni bir akid olduğu gibi talak da vukuundan tamamen aile teessüs eder birçok mesalih-i hayatiyye kolaylıkla temin edilir. Binaenaleyh bu rabıtanın devamı şeran matlubdur. Talak ise bu rabıtayı izale ettiğinden şer-i enver nazarında mahzurdan hali değildir. Sahih bir sebebe müstenid olmaksızın vukubulan talaklar indallah mebguz; küfran-ı nimetten alaim-i hamakatten maduddur. Bunun içindir ki bu hususta bir hayli terhibat-ı diniyye vardır. Ezcümle Furkan-ı Mübinde: buyurulduğu gibi bir hadis-i nebevide de: varid olmuştur. Diğer bir hadis-i nebevide deTezevvüc ediniz fakat tatlik etmeyiniz çünkü talak öyle bir şeydir ki ondan Allahın arşı titrer.buyurulmuştur. Maahaza bu rabıtanın hiçbir vechile inkıtaedemeyeceğini kabul kabul etmek de muvafık-ı hikmet değildir. Zira; bazan aile hayatında öyle elim bir halet tahaddüs eder ki bu takdirde hal-i zevciyeti idameden matlub olan gaye fevt olur. Bil-akis talak zevceynden her birine yeni bir hayat ifaza eder birtakım mehazir-i ictimaiyyenin tevellüdüne maniolur fecibir vaziyetten kurtulmak ki şeriat-i İslamiyyede talak esasen hürmetten salim olmamakla beraber -zaruriyat-ı ictimaiyye icabatından olmak üzere- tecviz edilmiştir. Halbuki vaktiyle bazı gayr-ı müslim milletler nikahın kabil-i inhilal olmadığını ilan etmiş talakı tecviz etmesinden dolayı İslamiyeti tenkide cüret göstermişlerdi. Fakat bilahare hadisat-ı ictimaiyye Talak Suresi Bakara Suresi Bakara Suresi kendilerini ikaz etti de talakı kendi müessesat-ı medeniyyelerine talakın ahlaka gayr-ı münafi bir müessese-i ictimaiyye olduğunu itiraf etmektedirler. liyor ki:Fransada kanun-ı medeni ve örf talakı kabul ediyor ve kanun hilafına olarak örf rıza-yı tarafeyn ile talakı teshil ediyor. İzdivac bütün ahlaki kıymetini ve ictimai ehemmiyetini hür iradeler arasında tesis eden bir kendi vazifesini göremez böyle bir halde talakın ahlaken meşruolduğunu tanımaktan imtinamümkün müdür? Demek ki talaka muarız olan milletler muehharan talakı kabul kabul etmekle bu hususta bir hatve-i terakki atmışlardır. Belki ikinci hatve-i terakkileri de ehliyet-i talakın yalnız erkeklere aidiyetini kabul suretiyle tezahür edecektir. Ehliyet-i talakı yalnız zevcin haiz olması meselesine gelince: Bu da büyük bir hikmet-i şeriyye icabatındandır. Evvelen- Zevcenin ehliyet-i talaka malikiyeti esasen muvafık değildir. Bununçündür ki hiçbir millette kadınlara bu ehliyet verilmemiştir. Kadınlar -heyet-i umumiyyeleri ler. Bununla beraber fıtraten nahifdirler ziyade hassasdırlar pek çabuk münfail olarak rabıta-i zevciyetin inhilaline sebebiyet verebilirler. Artık bu hal ile beraber talaka salahiyetdar olmaları kendi menfaatleriyle de kabil-i telif olmaz. Maahaza bu hususta bir ruhsat-ı şeriyye vardır şayed bir kadın bu salahiyete malikiyetini arzu ederse bunu ibtida-yı akidde temin edebilir etmediği takdirde ise bu salahiyete yalnız zevcin malikiyetine razı olmuş demektir. Saniyen-: Talakı mahkemenin veya hangi bir heyetin takdirine tevdietmek de daima muvafık olamaz. İnnet gibi adem-i kefaet gibi hıyar-ı bülug ve fesad-ı nikah gibi hususatta mahkemeye müracaat zaruridir. Fakat her hangi bir talak ve iftirak için behemehal mahkemeye müracaat lüzumu kabul edilemez. Şüphe yok ki bazan mühim bir sebebden dolayı talaka lüzum görülür. Bu halde zevc talaka tevessül ederek büyük bir haileyi ber-taraf etmiş olur. Halbuki hadise mahkemeye veya hangi heyetin nazar-ı takdirine arz edilecek olsa vukuundan korkulan hailenin ber-taraf edilmesi çok kere temin edilemez. Farz edelim ki bir erkek kendi refikasının şime-i ismetle kabil-i telif olmayan bir hareketine muttaliolmuş artık onunla teşrik-i hayata imkan göremiyor. Şimdi ne yapacak? Kendisini talaka saik olan hareketi nasıl kabil olabilir? Ya isbat ettiği takdirde bu ailenin mevki-i da düşünmek icab icab etmez mi? Resmi bir heyet huzurunda sabit olan hicab-aver bir hadise şüphe yok ki ten kanunun tayin ettiği esbab-ı talak ve iftirak malum olduğundan keyfiyet kendiliğinden tezahür etmiş olur. Artık bu hadise o ailenin o aileye mensub olanların nasıye-i namus ve haysiyeti üzerinde bir leke olarak belki asırlarca yaşacaktır. Halbuki talak yalnız zevcin kanaatine vicdanına terbiye-i diniyye ve ahlakıyyesine havale edildiği takdirde bu gibi fezayihin tahaddüsüne meydan kalmaz. Şunu da ilave edelim ki çok kere bir şahıs her hangi bir sebep tesiriyle refikasını tatlik eder sonra da nadim olarak rabıta-i zevciyeti iadeye çalışır. Fakat hadise bir kere resmiyet kesb etti mi artık bu iade cihetine kolay kolay yanaşamaz. Bu hal ise bir zarar-ı ictimai demektir. Hele bu hususta zuhuru melhuz olan tezvirat ve mücadelatı ayrıca düşünmek lazım gelir. Salisen-: Zevc zevcesinin mehrini itaya nafakasını temine aile hayatının daha birçok mezahimini iktihama mecburdur. Artık bu kadar külfet mukabilinde hatta talaka müstakıllen malikiyeti neden çok görülmelidir? Rıza-yı tarafeyn ile akd edilen nikah yine rıza-yı tarafeyn şerifin kabul ettiği muhalaa usulü bu maksadı mutazammındır. Fakat her vakit rıza-yı tarafeyni istihsal kabil olabilir mi? Biraz tamik-ı nazar edilirse görülür ki bu cihet; zevcin hukukunu tahdid etmekle beraber talakın hikmet-i meşruiyetine de muhaliftir. Farz ediniz ki zevc talaka tevessülü icab eden hacalet-aver bir hadise karşısında bulunuyor. Halbuki zevcesinin rızasını temin kabil olmuyor bu halde zevc rabıta-i zevciyeti idameye mecbur olacak değil mi? Halbuki bu kabil mi? Böyle bir mecburiyet hiç şüphe yok ki bazı kere talaktan daha mühim bir facianın tahaddüsüne sebebiyet verir. Nitekim bizdeki şekl-i talakı kabul etmeyen milletlerin aile hayatında bu gibi facialar eksik olmuyor. İşte görülüyor ki her hangi nokta-i nazardan bakılırsa bakılsın ehliyet-i talakın yalnız zevce verilmesi aynı hikmettir. Deniliyor ki:Nasıl olur da zevcin bir sözüyle bir aile Bu itiraz ne kadar vahidir! Malumdur ki insanlar sair mahlukat arasında büyük bir şeref ve imtiyaza maliktirler. Bu şeref ve imtiyaz ise haiz oldukları ehliyetten neşet etmektedir. Ehliyetin tezahüratı ise ancak söz vasıtasıyla olabilir. Bir söz değil midir ki bir insanı bir saniye içinde ya pek büyük bir servete malik eder yahud pek azim bir servetten mahrum bırakır. Bir söz değil midir ki bir insanın bir anda ya büyük bir itila-yı şana mazhariyetine sebep olur yahud -efrad-ı ailesinin ne kadar perişan olacakları hiç düşünülmeksizin- cezayı dir ki nice kaviyyüş-şekime devletleri bir biriyle çarpıştırarak binlerce ailelerin mahvını intac eder yahud hunin muharebelere nihayet vererek insaniyeti nimet-i sulh ve salahdan müstefid eyler. Yine bir söz değil midir ki sahibini bir an içinde ya bir heyet-i diniyye ve daire-i kabulünden harice atar. Binaenaleyh bir söz ile bir lafz-ı talak ile bir ailenin inhilale uğrayabileceğini istigraba mahal yoktur. Sözün ehemmiyet-i mahsusası medeniyyelerini gaib ederek gayr-ı mükellef bulunan sair zi-hayat mahlukat kitlelerine iltihak etmiş olurlar. Deniliyor ki:Talak yüzünden bir ailenin çocukları perişan oluyor bunları sıyanet etmek menafi-i umumiyye müdahale etmelidir. Bu mütalea da tamamen doğru değildir. Vakıa çocuklar talak yüzünden mutazarrır olabilirler. Fakat bunların hukuku esasen mahfuzdur. Nitekim müdevvenat-ı fıkhiyyemizinKitabül-hıdanesi bu husustaki mesail-i hukukıyyeyi ihtiva etmektedir. Maahaza çocukları sıyanet bahanesiyle heyet-i ictimaiyyenin talaka müdahele etmesi ceği gibi- hürriyet-i şahsiyyeyi ehliyet-i hukukıyyeyi pek ziyade takyid edeceğinden şayan-ı tasvib olamaz. Şüphe yok ki çocukların ebeveyni onların hakkında heyet-i hassistir. Heyet-i ictimaiyye; kendi efradından birçok kimselerin pek sefilane bir halde yaşadığına birçok eşhasın pek fecişerait altında terk-i hayat ettiğine şahid olup dururken bunların hakkında kafi derecede şefekat ve himaye ibrazına müstaid bulunamıyor. Halbuki bir peder veya bir valide kendi mahsul-i hayatının saadetine herkesten ziyade çalışır felaketine herkesten ziyade iştirak eder icab ederse onun hayatı uğrunda kendi hayatını fedadan asla çekinmez. Bu bir halet-i fıtrıyyedir. Bir kimse insanlıktan tamamen tecerrüd etmedikçe bu halet-i fıtrıyyeden mahrum bulunamaz. Şimdi bu hal ile beraber bir şahsın talaka tevessül etmesi yahud badet-talak mühim bir sebebe müstenid olmak icab eder. Artık böyle bir şahsın talakına heyet-i ictimaiyyenin müdahalesi nasıl savab görülebilir? Heyet-i ictimaiyye; efradın talakına müdahale etmekten mümkün mertebe bunların önüne geçmeli değil midir? Bir memlekette halk elim bir ihtiyac içinde kalırsa bir memlekette işret gibi su-i terbiye gibi şeyler alabildiğine tevessüederse o memlekette birçok ailelerin inhilale uğraması pek tabii olur. Sarhoşluk gibi ahlaksızlık gibi şeyler önüne tesadüf eden her şeyi yıkıp sürükleyen bir seyl-i huruşana benzer. Bu afetin menbaını kurutmak lazımdır. Yoksa bunun tahribatına nihayet vermek için birtakım metin esasatı ortadan kaldırmak hiçbir muvaffakıyet temin etmez. Bil-akis bu cereyana daha büyük bir şiddet verir. Zaten bu gibi kudsi esasata vurulan darbeler değil midir ki birçok efradın bünye-i ahlakıyyesini tahrib ediyor da heyet-i ictimaiyye arasında nice mühlik cereyanlar vücuda geliyor. Hasılı talakı mahkemeye veya her hangi bir heyete tevdietmekle aile rabıtasının Geçenlerde yevmi bir gazete yazıyordu ki:İngiltere ve Amerika gibi aile hayatı en sağlam olan memleketlerde bile talak korkunç bir nisbette çoğalmıştır. Karı koca kodu mevzuu olmasından korkarak en küçük bir vesile maruf hukuk-şinaslarından Sir Tomas Graham talakın esbabı hakkında uzun tedkikatta bulunmuş ve tedkikatı neticesinde bir risale neşretmiştir. Graham bu risalesinde talakı muayyen birtakım sebeplere atf etmektedir. Amerika hukuk-şinası talakın önünü almak zevcelerin elinde olduğuna kanidir bunu için bilhassa genç kızlara nasihatte bulunmaktadır. Bizim kanaatimizce talak hadiselerini tahdid edecek şey evvela hüsn-i ahlakdır hüsn-i diyanettir hüsn-i terbiyedir. Sonra da ihtiyacat-ı hayatiyyeyi tehvin edecek mevaddın mevcudiyetidir. Bunlar bulunmadıkça aile hayatı hüsn-i suretle pay-dar olamaz. El-hasıl: Ahkam-ı şeriyyemize nazaran akıl ve balig olan her erkek ehliyet-i talaka maliktir. Onun bizzat dahilinde bir ruhsat veya tecdid-i nikah bulunmadıkça hal-i zevciyeti idame etmek artık caiz olamaz. Mahkemede veya hangi bir heyet huzurunda vukubulmayan bir talakın muteber olmayacağına ne sahabe-i kiramdan ne de sair müctehidin-i İslamiyyeden ve ne de efrad-ı müsliminden bir kimse kail olmamıştır. Nasıl olabilir ki bu talakın muteber ve meşruolması ayat-ı Kuraniyye ehadis-i nebeviyye ve icma-ı ümmet ile suret-i katıyyede sabittir. Üç yüz yetmiş milyonluk bir alem-i İslam bunun böyle olduğuna bin üç yüz kırk üç seneden beri kanive mutekıddir. Artık buna muhalif olarak vazedilecek bir hükmün mesuliyet-i maneviyyesini düşünmeli! Farmasonlar ve Zat-ı Bari Evvela farmasonluğun farmasonlarca nasıl anlaşıldığına atf-ı nazar edelim. Bir müverrih olduğu gibi bir farmason olan Hanri Martin farmasonluk hakkında bervech-i ati idare-i kelam etmişti: Farmasonluk bir cemiyet-i muvahhidedir. Her hangi dine tabiefradı kabul etmektedir ki hepsi hüriyet-i di-niyye mebdeini kabul etmiştir. Cemiyetin maksadı alem-i insaniyyetin hayrı ve bütün dünyanın terakkisidir. Farmasonlar bu maksadın tahakkuku için çalışan zevattır. Farmasonluk programındanKainatın Mühendis-i Azamını Fakat Hanri Martinin bu sözleri farmasonları pek kızdırmış Hanri Prison Paris locasında onun aleyhinde Kainatın Mühendis-i azamını tanımak farmasonluğun birinci nasibi olacak olursa hürriyet-i vicdaniyye hürriyet-i fikriyye teessüs edemeyecek demektir.cevabını vermişti. Bu cevap gazetesinin senesinin Kanunievvel nüshasında intişar etmiştir. Diğer iki farmason daha Göte ile Massol aynı mesele hakkında Farmasonluğun bu gibi nususu olduktan sonra bir mezheb-i dini olacağı aşikardır. Halbuki farmasonluğun bu gibi nususu yoktur. Bunu senesinde toplanan Farmason Cemiyet-i Umumiyyesinin raporlarından iktibas ettiğimiz satırlar da isbat eder. Raporda deniliyor ki:Farmasonluk esaret-i diniyyetulmuş bir müessedir.Faraziyat-ı tasavvufiyeden maksad zat-ı ecel ve ala olduğu yine farmasonların mükerreren Cenab-ı vacibül-vücud hakkındaNa-kabil-i tahakkuk bir faraziyyedir.demeleriyle sabittir. Görülüyor ki senesinde farmasonluğun cemiyet-i umumiyyesi sade edyan-ı münzeleye imanı değil Vacibül-Vücuda imanı bile ilga etmiştir. şekkil merkezi loca atideki kararı ilan eylemiştir: Farmasonluk mevcudiyet-i ilahiyyeyi tekid etmekle mükellef değildirdemişti. Bunun üzerine mesele tekrar Grand Oryant-Maşrık-ı Azamda Ceneral Milenitin riyaseti altında büyük bir ictimada gazetesinin beyanına göre münakaşa edilmiştir. Mezkur gazete diyor ki:Farmasonların uluhiyet-perest olduklarını ler mi? Makasıd-ı cihan-giranelerini ilan ettikten sonra böyle bir zilleti irtikab edecekler mi? Mesele bununla kalmadı. Farmasonların cemiyet-i umumiyyesindeKainatın Mühendis-i Azamıterkibinin muharreratın başına vazedilmesine muhalif olanlar farmasonluğun behemehal Allah lafzını tarif etmesini yahud ondan katıyyen bahs etmemesini talep etmiş farmasonluğun Allah lafzını istimal yahud ona ima etmekle dini bir mabede tahavvül edeceğini beyan eylemişlerdi. Buna rağmen ekseriyet yine o serlevhanın kalmasına taraftar olmuştu. Maamafih farmasonluğun ne olduğunu bilenler için böyle bir serlevhaya ne ihtiyac var? Bakınız Prodon hakkında Sergarison namındaki farmason nasıl idare-i kelam ediyor: Asrımızın en büyük mütefekkirlerinden Prodon farmason değil miydi? Evet farmasondu cümlemiz ona dest-i uhuvveti uzatmış ve bizimle beraber çalış demiştik. Bunların hepsi doğru. Prodon farmasonlar tarafından büyük bir hahiş ile istikbal olunmuştu. Çünkü Prodon Allah bütün fenalıkların aslıdır.küfrünü söylemiş Cenab-ı Hakka ne ile medyunuz?sualineHarb ile cevabını vermeye mecburuz demişti. Tabii farmasonluk böyle bir adama dest-i uhuvveti uzatır ve onunla teşrik-i mesai eder! Hele Liyej localarındaAllaha buğz ve nefret Allaha harb!diye bağıran gençler farmasonluğun en güzide ve en muhterem ricalidir. Görülüyor kiKainatın Mühendis-i Azamınamı altında farmasonlar edyanı imanı itikadatı imha ve istisal etmek için çalışıyorlar. Bu itirafatı da dinleyelim: Allah lafzı hiçbir manayı ifade etmeyen bir kelimedir. Biz sade edyanın fevkinde değil Cenab-ı Hakka aid her hangi imanın dahi fevkindeyiz. Ancak delilerdir ki Cenab-ı Hak hakkında konuşur ve bu gibi hülyalarla vakit geçirirler. Masonların ve masonluğun bu itirafatı ilhaddan başka bir şey değildir. Bu kadar izahattan sonra bizimle beraber aklı başında her sahib-i dinin bunu tasdik edeceği pek tabiidir. Farmasonlar ve Ebediyet-i Ruh Bir farmason gazetesi diyor ki:Ruhun ebediyetini kim tekid edebilir? Ebediyet-i ruhu isbata çalışanlardan hiç biri asırlardan beri buna muvaffak olamamıştır. Ve muvaffak olamayacaktır. Çünkü ruh bizzat kendini halk etmiştir. Sonra gazetesi deEbediyet-i ruh fikri hürriyet-i vicdana bir tecavüzdür.diyor. Belçikanın Grand Oryant-Maşrık-ı Azamı senesinde farmasonluğun bütün nusus-ı diniyye ve felsefiyyeden kurtarıldığını ve ısdar ettiği beyannamelerde ruh ve Allah hakkında söz geçerse bunun sırf anane-i nizamiyyeye riayetten ileri geldiğini ve hiçbir vakit FarmasonlarcaAncak mecnunlar cahiller ve aklen zaif olanlar Allaha ve ebediyet-i ruha itikad ederler. Şimdiye kadar serd ettiğimiz beyanat ve tedkikattan farmasonluğun mebadi-i esasiyyesi anlaşılmış ise de bunları bervech-i ati tayin edebiliriz: Farmasonluğun esası: Hareket-i fikriyyedir. Hürriyet-i mutlaka-i vicdaniyye. Farmasonluk kaffe-i nususun kaffe-i edyanın fevkindedir. Hürriyet-i vicdaniyye bütün edyandan üstündür. Farmasonluk faraziyat-ı tasavvufiyyenin kaffesinden muktebes bir müessesedir. Farmasonluk kaffe-i edyanın fevkinde değil aynı zamanda Nihayet diyorlar ki:Biz farmasonlar kendimizin papasları ve ilahlarıyız. Ve bu gayr-ı mahdud mükemmel ve cihan-şümul hürriyet bir haktır. Kavanin-i medeniyyeye nazaran değil kavanin-i vicdaniyyeye nazaran haktır. Herkes istediğine itikad eder. Farmasonluğun esası böylece taayyün ettikten sonra onun azim bir hata-yı felsefiye istinad ettiği tebeyyün eder. Böyle bir felsefeDin-i Tabiide bile cay-ı kabul bulmamıştır. Çünkü din-i tabiinin de teklifatı var. Bu teklifat mükellefin hürriyetini tehdid vicdanını takyid eyler. İşte farmasonluğun esasatındaki çürüklük bu noktadan başlıyor. Maamafih bir insana istediğini yapmak olup bitmez. İnsan kendisini teklifatın kaffesinde azade kılıvermekle mesela:Benim canım elli kadına malik olmak kavanin-i medeniyyenin huzurunda heba olur gider. Teklif-i diniyye efradın arzusuna tabideğildir. Feraiz-i mir-i ilahiyye efradın hürriyetini takyid eder. Ve efrad ancak bu kuyuda tebeiyetle sırat-ı müstakimde giderler. Binaen aleyh farmasonluğun hürriyet-i mutlakası gayr-ı mevcuddur. Bu hürriyet-i mutlaka insanları ancak reybilik ve La-kaydilik gayyalarına sevk eder bütün edyan-ı münzeleyi inkar ettirerek idlal eyler binaen aleyh farmasonluk dinen merdud olup bir ferd-i mütedeyyin katıyyen farmason olamaz. Görülüyor ki farmasonluk din aleyhinde açılmış bir muharebe-i ciddiyyedir. Fakat en garib cihet farmasonluğun zat-ı Bariden mahrum bir ahlakı telkin etmeye çalışması ve böylece gençleri itikadat-ı diniyyeden ayırmaya uğraşmasıdır. Farmasonlar diyorlar ki:Ahlak farmasonluğun ruhudur. Fakat bu ahlak dinsiz olacak. Bunun adı: Müstakıl ahlak!tabii bu müstakil ahlak ilhadın bir şekl-i digeridir. Farmasonların bu müstakıl ahlaktan umdukları netice de işte bu:Terbiye-i diniyyeyi imha etmekçünkü onların zumunca itikadat-ı diniyye gençler için lüzumsuzdur. Allaha itikad etmek insanın derecesini tenzil eder Bu beyanat ParisinSükunet-i Kamile Çiçeğilocasında Bundan maada Anie de Lordre locasındaBir mason çocuğuna nasıl bir terbiye vermelidir?sualine cevaben locanın hatibleri bir noktada ittihad etmişlerdir: Çocuklarımıza nusus-ı fevkat-tabiiyyeye müstenid olmayan bir terbiye vermeli. Çocuklarımıza tabiati tedkik ve takdis etmeyi öğretelim. Massol senesinde inikad eden Mason Cemiyet-i Umumiyyesinde irad ettiği nutukdan: Farmasonluk nusus-ı diniyyenin kaffesinden müstakil bir mekteb-i ahlakidir. Çocuklarım bana her ne vakit Allah nedir? diye sorarlarsaOnun hakkında bir şey bilmiyorum. demişti. Yine aynı mesele Belçikanın Grand Oryantında mevzu-ı bahs olmuş ve localar atideki cevabı ita eylemişti: Terbiye-i diniyye çocukların inkişaf-ı kuvasını tatil eden ve bütün talimat-ı ahlakıyye mantıkıyye ve akliyyeyi Belçika localarının Grand Oryanta irsal ettikleri cevaplara binaen maddelik yeni bir kanun vazedilmişti ki: Birinci maddesi:Terbiye-i diniyyenin kamilen izalesi çocuğunu mektebe göndermeye icbar etmekşeklinde Bu iki maddenin arasındaki rabıta-i müdhişeyi mülahaza ediniz. Bu iki maddeye binaen bu ahrar-ı izamın arzuları hasıl olduğu takdirde her peder ve mader çocuğunu terbiye-i diniyyeden mahrum mekteplere göndermeye mecbur olacak! Farmasonlar gayelerine ermek için teşebbüsat-ı filiyyede bulunmuşlardır. Bakınız:Kısm-ı azamı kızlardan müteşekkil çocuk evliya-yı umuruyla beraber farmasonluğa müracaat ederek taleb-i himayet eylemişlerdir. Bu yetmiş dokuz çocuğun zekası nazariyat-ı diniyye mezrea-i istikbale gars edecek! senesinde masonlar atideki kararı ittihaz ettiler: Fransız masonları diğer memleketlerdeki arkadaşlarının muarra bir terbiyenin revacını temine çalışacaklardır. Bu karar heyet-i teşriiyye tarafından tasdik edilmek üzere Jul Simona gönderilmiştir. Brükselde Belçika farmasonluğunun üstad-ı azamı Veyr Hacinin şerefine rekz edilen heykelin resm-i Kapıları açınız açınız. Heykel gittikçe büyüyor. Hür terbiyenin talipleri içeriye girsinler. Bu heykel-i irfan yeni devrin küşadını ilan ediyor. Onun mabedi nedir? İlim! Onun Allahı nedir? Hürriyet! Artık katıyyen nususa ittibaedilmeyecek gözleri körleştiren bağlar çözülecek. Zulümler tahakkümler kalkacak. Farmasonların firifte-i igfali olan en mühim unsurlardan biri de kadınlardır. Zavallı kadınlar! Massol bu hususta diyor ki: Muayyen bir terbiye ile kadınlar nihayet tahakküm-i diniyi kaldırmaya muvaffak olacaklardır. Çocukları kendilerine Kainatın halikı kimdir? Hayat-ı uhreviyye var mıdır?deyinceÖyle bir şeyden haberimiz yok diye cevap vereceklerdir. Farmasonların kadını vesile-i muvaffakıyet ittihaz etmelerinin sebebini Albert Liroy izah ederek:Kadın elde edilemeyince erkekler üzerinde icra edilen tesirat muzmahil olur.diyor. Giresunda intişar eden gazetesi yazıyor: Hanüman-suz bir yangının her yetiştiği eşyayı yakıp kül eden kara dumanlara sarılmış hevl-nak alev ve ateşleri gibi mübarek vatanımızın her tarafını kaplayan ve mütemadiyen muhit-i tahribini büyüteniçkibeliyyesi yüzünden genç orta ve ihtiyar... Yalnız nüfus-ı umumiyyemizin değil fakat iman ve anane sıhhat ve ahlak say ü amel aile ve ocak... Ve nihayet en hayati varlıklarımızın birçok mühim teşkilat ve azası... Dehşet-engiz bir fecia içinde mütezayiden yanıyor ve mahv oluyor... Büyük küçük içiyor erkek ve hatta... Kadın diyemeyeceğimiz karılar ve yirmisine varmış kızlar içiyor... lık fuhuş ve fesad. İçki yüzünden her türlü denaet ve namusuzlar... Temiz ve asil vatanımızın heva-yı saf ve sükunetini kasırga süratiyle istila... Canavar dehşetiyle necabet-i ahlakıyye ve cevahir-i ismetimizin ciğerlerini parçalıyor! Türkler içiyor Rumlar kazanıyor Türkler sarfediyor Rumlar topluyor Türk ve müslüman evleri yıkılıyor ve satılıyor Rum ve ecnebi ve Yahudiler ticarethaneler tesis bankalar imar ve aileler ihya ediyor.. Şehidlerimizin kanları bile daha kurumadı harblerle ve açlıktan yıkılan evlerimizin abad olması henüz uzak... Yüz binlerce muhacirler eytam ve aramil hala yerleşemedi... Böyle biri yer bini bakarken İstanbulda ziyafetler yılbaşı eğlenceleri dans balo müsamereler gırla gidiyor. Acaba hangi refah ve hangi saadetimize rağmen eğleniyoruz?.. Hülasa: İçki ve fuhuş yüzünden evlerimiz eşyalarımız satılıyor mahkemelerimizi cinayetler talak intihar ve tecennün ve bunlardan mütevellid binlerce hukuk davaları açlık ve işsizlik sirkat ve dolandırıcılık vekayii dolduruyor. Emraz-ı sariye etrafa saldırıyor. Bu suretle de zaten hiç olan iktisadiyatımız servet ve sıhhatimiz ve mütemadiyen zayıflayan ictimai ve ailevi varlığımız ve ocaklarımız yıkılıp sönüyor... Ve bütün bu felaketler re vererek yakıyor yakıyor... Darul-fünun hadiselerinin tevalisi dolayısıyla muhtariyetinin takrir bu hafta Ankarada Türk Ocağında bir ictima akdine bais olmuştur. Darul-fünunun eski müderrisleri olan bazı mebuslar ezcümle Yusuf Akçura Ahmed Agayef ve Hamdullah Subhi beyler muhtariyeti müdafaa hususunda nutuklar irad etmişler ve Darul-fünunun atisi hakkında teminat vermişler. Gazeteler bu meseleyi ve bu nutukları mevzu-ı bahs ederek mütalaatta bulundular. Ezcümle Son Telgraf diyor ki: Bu bahis etrafında asıl mesul olanların günün birinde herkesi itham edip felaketin önüne yine kendilerinin geçeceklerini söylemeleri kadar gülünç bir şey var mıdır? Darul-fünunun bugün vardığı menfi ve muzmahil hedefin sebebini yalnız son vukuatta arayanlar oldukça hata ederler. Eğer Darul-fünun sukut halinde ise düşmüş ve tedaviye muhtac bir vazıyete girmiş bunun illeti ne talebenin iki ay evvelki tramvay nümayişleri ne üç hafta evvelki bar hadiseleri ne şu ne budur. Darulfünun belki en aşağı beş seneden beri sukut halinde idi. Evet bu sukutun veya yükselemeyişin sebepleri senelerce evvelden başlamıştır. Bu sebeplerin yanında ise dün Ankara Türk Ocağında onun lehine gösteriş yapanlar vardır. Türk Darul-fünunu mensub olduğumuz milletin halet-i ruhiyyesine zihniyetine medeniyetine ve irfanına müsaid bir tarzda inkişaf etseydi eminiz ki bugün orada yalnız ilmin saltanatı yalnız güzel fikirlerin hükümranlığı yalnız irfandan gelen tevazuun ve tekamülün basitliği görülürdü. İstenilen şey de bu idi. Halbuki öyle olmadı dün zavallı hastanın karşısında hiçbir şey duymayarak yalnız gösteriş yapmak için söz söyleyenler cakalı vaadlerde bulunanlardır ki kimi en yabancı milletlerin uzak telakkilerini Moskof reayası zihniyetini kimi ilimsiz talakatini hiçbir şey ifade etmeyen mütehakkim belagatini oraya soktuklar ve orada saltanat kurmak hevesine düştüler. Kimseye değil bize Türk irfanına yazıkdır. da şöyle diyor: Şu Darul-fünun için ne kadar nazar-ı dikkati celb ettik. Nihayet şimdi meselenin bir alaka uyandırdığını alıklık geliyor. Merakiz-i ulum ve maarifte bir Darulfünun binası bile görmemiş ve öyle bir Darul-fünunda bir kürsü önünde oturmamış bir adam hikmet-i Huda nabit oluyor en yüksek bir müessesenin teşkilat-ı esasiyyesi hakkında ta yukarıdan emir vermek mevkiine çıkıyor. Ne bileni getirmek var ne bilene sormak var. Varidatımız bu garib ahval içinde beyhude yere sarf olunup gidiyor. Bu memleketin yapacağı iş öğrenip öğretip cehaletin önüne geçmektir. Yoksa bu cehalet bizi tehlikelere doğru sürükler götürür. gazetesi de diyor ki: Maarif sahasında yegane inkılab bazan başa geçenlerin şahıslarındaki farka inhisar etti. Eski dünyada maarif nazırları gerçi cahildi fakat resmi kalemi resmi hokkaya batırarak devlet mürekkebiyle makamlarından hafifmeşreb kadınlara davet kartları yazmazlardı ve sünnet düğünlerinde omuz oynatıp göbek atmazlardı. Bu sahada inkılab bazan kapısı açılan bir meyhane havası gibi burunlara çarptı. Bedmest alayları gibi bu yolları kesen baş yaran cam kıran kafalar şu baş döndürücü havanın harekete getirdiği zavallı insanlar değil midir? Sokak ahlakındaki bu inkılab Fikirde Ruhda beklenilen Darul-fünun Emini İsmail Hakkı Beyin Ankarada görülmektedir. Yegane müessese-i irfanımız olan Darulfünunun bu tezebzüb ve inhitattan kurtarılmasını herkes temenni etmektedir. MısırSon posta Mısırdan gelen gazetelerin verdiği malumata göre Camiul-ezher Külliye-i İslamiyyesine müteallık mesaili derpiş etmekte olan Mısır encümen-i vükelası ahiren vazifesini ikmal ederek raporunu heyet-i vükelaya takdim etmiştir. Encümen-i vükela tarafından takdim olunan raporda birçok teklifler dermiyan olunmaktadır. Tekliflerin en mühimlerini bervech-i ati hülasa ediyoruz: -İbtidai Darul-mualliminler ile Darul-ulum Kaza-i Şeri medreseleri Camiul-ezher Külliyesine ilhak olunaSEBILÜRREŞAD - - caktır. Fakat bu mektepler Maarif Nezaretinin idaresi altında kalacaktır. Darul-ulum ile İbtidai Darul-mualliminler Camiul-Ezher şeyhi Mısır müftisi müessesat-ı diniyye müdiri tedrisat-ı ibtidaiyye müftisi darul-ulum müdiri darul-ulum heyet-i tedrisiyyesinden iki zattan müteşekkil bir meclis-i idarenin murakabesi altında bulunacaktır. - Gelecek sene-i dersiyyeden itibaren medaris-i diniyyenin programına ibtidai mekteplerde tedris olunan sair dersler de ilave olunacaktır. Medaris-i diniyyenin edebilmelerini temin için bir sınıf küşad edilecek ve buraya devam edenler bir ehliyet şehadetnamesi ihraz ederek ibtidai mekteplerde muallimlik edebileceklerdir. - Medaris-i diniyyenin tali kısmında liselerde tedris olunan bütün dersler okunacaktır. Medaris-i ilmiyyenin aksam-ı taliyyesinden neşet edenlerin liselerde Arapça ve din derslerini tedris etmelerini temin için bir sınıf-ı mahsus küşad olunacak ve oraya devam edip ihraz-ı ehliyet edenler muallim olarak tayin edileceklerdir. - Camiul-ezherde ikmal-i tahsil edenler üç sene müddetle mütehassisin mektebine dahil olurlar. Buradan çıkanlar Doktorayı haiz addolunurlar. - Programların derhal tadiline başlamak üzere Şeyh Hüseyin Veli Şeyh Muhammed Şakir Şeyh Mahmud ed-Dinari Şeyh Mahmud Ebul-uyun Ali Bey elGeylani Muhammed es-Seyyid Bey ve Şeyh Hüseyin el-Gamraviden müteşekkil bir heyet memur edilmiştir. Mısır gazetelerinin verdikleri bu malumattan Camiulezher gibi muazzam bir külliyye-i İslamiyyenin nihayet Mısıra şitab eden tullaba kapılarını açan bu muazzam müessesenin yeniden canlanması bütün müslümanları memnun edecek bir harekettir. Mısır hükumetinin teşebbüsat-ı ıslah-perveranesinde devamı memuldür. Son posta ile gelen Mısır gazetelerinin verdiği ma’lumata göre Mısırda müntehib-i sani intihabatı icra olunmuştur. Bu intihabatta Zağlul Paşanın riyaseti altında el-Vefdül-Mısrinin ihraz-ı ekseriyet ettiği anlaşılmaktadır. Mısır gazetelerine nazaran Zağlul Paşa yüzde seksen nisbetinde bir muvaffakıyet kazanmıştır. Maamafih her halde intihabatın son safhasını beklemek lazımdır. Zira muhalifler de ihraz-ı ekseriyet ettiklerini iddia ediyorlar. Rif Cihadı- Ahiren Rifistanı ziyaret eden bir ecnebi muhabir bu mücahidler diyarındaki müşahedatına dair mühim makaleler yazmıştır. Bu makalelerden anlaşılıyorki Rif zimamdaran-ı umuru kamilen yüksek tahsil görmüş mütehassıs ve liyakatli zevattandır. Rif ordusunun Başkumandanı Emir Muhammed mühendislik tahsilini zattır. Müşarun ileyhin kudret-i askeriyyesini İspanyolyollara karşı ihraz ettiği muvaffakıyat isbat etmiştir. Müşarun rinde tutunabilmeleri için hiç olmazsa bir milyon asker kullanmaları icab ettiğini çünkü Ceneral Rivera hattının Mareşal Hindenburg hattından uzun olduğunu beyan etmektedir. Müşarun ileyh tahşidat ve teşkilat-ı lazımenin Emir Abdülkerim ise muhabir-i muma ileyhe sulh şeraitinden bahs etmiştir. Bu şeraitin hülasatül-hülasası Rifistanın bila-kayd u şart istiklalini tanımaktır. rilmektedir. İran Başvekili Serdar-ı Sipeh Rıza Han İran şahının ve veliahdinin umur-ı hükumete müdahalesinden şikayet ederek İran meclis-i millisine bir muhtıra takdim etmiştir. Verilen ma’lumata nazaran İran şahı İran ordularının başkumandanı olduğundan müşarun ileyhin muvafakatini istihsal etmeden orduda ıslahat-ı lazımeyi yapmaya imkan kalmamaktadır. Binaen aleyh Rıza Han yapılması icab eden ıslahatın adem-i tehiri için meclisin bir çare bulmasını taleb etmiştir. İran başvekilinin bu talebini tedkik için ictimaeden encümenler müşarun olmasını teklif etmektedirler. Bu babda bir layiha-i kanuniyye ihzar olunarak meclis tarafından müzakere olunacaktır. Hindistan- Hindistandan Hicaza gönderilen heyet-i mıştır. Hicaz hükumeti bu heyetin Mekkeye gitmesine müsaade etmemiştir. Sebebi Hind heyetinin Hicazda bir idare-i cumhuriyye tesisini teklif etmesidir. muvaffakıyetin miftahıdır. İrfan-ı beşer ve tecrübe-i beşer hiç şüphesiz insanları irşad eder. Fakat beşerin irfan ve tecrübesi irşad-ı ilahinin yanında yaya kalır. İnsanların hedefi insanlığı hayvanlıktan temyiz eden kabiliyetleri vaniyetine hadim olduğu pek aşikar bir hakikattir. İnsanların kuva-yı hafiyyesini inkişaf ettirecek müellefat-ı beşeriyyenin muhteviyat-ı nafiası pek azdır. Binaen aleyh irşad-ı ilahiye müracaat lazımdır. Kuran-ı Kerim bize ağır ve müşkil kavaid-i hayat talim etmektedir; insanların akıllarından istifade etmelerini temin edecek vasiesaslar telkin eylemektedir. Kuran-ı Kerim bize la-yetegayyer kavanini öğretiyor. Zaten keşfiyat-ı ilmiyye de bize aynı şeyi öğretmiyor mu? Bizi la-yetegayyer kavanine irşad etmiyor mu? Bu kavaninden her birinin tatbiki bizi müstefid eder. Saha-i tabiatte doğru olan bu esas itikadiyat ahlakıyat ve ruhaniyat sahasında da doğrudur. Riyaziyatta mütearifeler ve faraziyeler ile başlıyoruz. Bunların bir kısmı evvel emirde bize doğru gibi görünmezse onları doğru farz ediyor ve bin-netice onların doğru olduğuna kanioluyoruz. Acaba ahlaki ve ruhani terakkide bu mütearifeler ve faraziyelerden müstagni kalabilir miyiz? Kalamazsak Kuran-ı Kerimin bize böyle mütearifeler ve faraziyeler öğrettiğini bilmeliyiz. Kuran-ı Kerim bize birtakım hudud ve merahil gösteriyor. Fakat bunun mabadi bize aiddir. Kuran-ı Kerimin yegane hedefi bizim muhakememizin hüsn-i istimalini hata ve savabı tefrika muktedir olmaklığımızı temin etmektir. Fakat bunun gerisini biz yapacağız. Bu hatt-ı hareketin makuliyetini bir kimse inkar edebilir mi? Hıristiyan misyonerleri ellerindeki kitapların böyle irşaddan mahrum olduğunu görerek bu nakisayı menfi bir meziyet gibi göstermek mekle beşerin hürriyet-i iradesine müdahele ettiğini söylerler. Halbuki insanlar muhakemelerini hüsn-i istimal ve dalaletten tevakki etmeleri için muayyen bir tarikı takibe mecburdurlar. Kavanine itaat edebilmek için insan derslere ve tecrübelere muhtacdır. İnsan günahtan nasıl sakınacağını kanuna muhalefetten nasıl tevakki edeceğini bilmek mecburiyetindedir. Bunu bir misal ile tavzih edelim: Faraza birinin paraya ihtiyacı var. Bunu gayr-ı meşruvesait ile temin etmek günahtır. Fakat insan kendi parasından bir hisse ayırıp muhtaçlara vermeyi yağma etmek aklına gelmez. Yemek içmek ve sair müştehiyat da böyledir. Yanlış bir istikamette hareket eder kendimize aid olmayan şeylerle müştehiyatımızı tatmine teşebbüs edersek hata etmiş oluruz. Halbuki müştehiyatına hakim olan bir insan hiçbir vakit başkalarına aid olan şeylere göz dikmez. Müslümanlar nefse hakimiyet kudretini sıyam ile ihraza çalışırlar. Sıyam açlık değildir. Birkaç saat açlığa mukavemet açlığı tatminden ictinab kendimize aid mekulat ve meşrubat nefse aid olan dersler ve temrinleriİslamın Beş Rüknü salat sıyam zekat hacdır. hakeme ve iradelerine istinad etmeleri birçok fenalıklar tevlid eder. Halbuki bir müslümanLa ilahe illallah Başmuharrir Sahib ve Müdir demekle muhakemesini irade-i ilahiyyeye münkad etmektedir. Kendi vaktimizin kıymetine atf ettiğimiz mübalagalar onu sair insanların hayrına sarf etmekten tehaşimiz dünya için tevlid-i mazarrat edecek en mühim sebeplerdendir. Fakat beş vakit namaza devam etmek bütün vaktimizi mahza kendi işlerimize tahsis etmekten bizi meneder. Bize rıza-yı bariyi kazanmak insanlığın hayrına çalışmak için vaktimizi vakf etmemizi öğretir. Yemek içmek kadınlarla düşüp kalkmak dünyanın kavanin-i cezaiyyesinin ihtiva ettiği kabahatlerin dörtte üçünü teşkil eder. Halbuki fariza-i sıyam insanları bütün bu fenalıklardan kurtarır. İnsanların mal ü menale perestiş etmeleri şerrin en büyük menabiinden biridir. Fariza-i zekat buna maniolmaktadır. Fariza-i hac bütün liğini insanların yeryüzünde yekdiğeriyle mücadele ve muharebe için değil yekdiğeriyle mütesanid yaşamaları Halık Mahlukun MünasebetiUluhiyet mefhumu seciye-i beşeriyyeyi tekvin eden en büyük amillerdendir. Zat-ı ecel ve alaya dair bütün bildiklerimiz edyanın bize tarif ettiği sıfat-ı ilahiyyesinden ibarettir. Kudemanın uluhiyet telakkisi insanlara muhabbet ilham edecek bir mahiyette değildi. Bunlar gazab-ı ilahinin ancak kurban takdimiyle teskin olunacağını zannediyorlardı. Hazret-i şekilde devam etmiştir. Hazret-i Isa halikla mahlukun peder ve oğul mevkiinde olduğunu söylemek istemiştir. Bilahare Sen Pol bu akideyi alt üst ederek putperestlerin akaid ve telakkıyatını ihya etti. Gazab-ı ilahiyi teskin için veledüllahın kanını dökmesini icab ettirdi. Ancak biset-i Muhammediyye ile bu telakkıyat zail oldu. Kuran-ı Kerimin ilk suresi olan Fatiha kaffe-i esma-i hüsnanın menbaı olan sıfat-ı ilahiyyeyi beyan eder. Müslümanlık nazarında insan pak bir fıtratla doğar. kabiliyetleri haizdir. İnsanın bu kabiliyetleri dolayısıyla Allahın ilk sıfatı rububiyettir. Rab; yaradan besleyen muhafaza eden inkişaf ettiren demektir. Binaen aleyh Cenab-ı Hak insanların kuva-yı hafiyyesini inkişaf ettirir kemale isal edecek derecede onları tanzim ve techiz eyler. Fakat bunun için bizim vücud bulmamızdan mukaddem mevcudiyetimizi temin edecek birçok şeylerin bulunması lazımdır. Bize şems ve kamerin ziya ve harareti lazım hava lazım bulutlar ve saire lazım. vel temin eden zat-ı ecel ve ala rahmeti bi-hudud olan Rahmandır. Allahın üçüncü sıfatı Rahimdir. Amal-ı salihamıza bin misli mükafat ile mukabele eden Odur. Cenab-ı Hakkın saye-i rahmaniyyetinde hayatımız için yerde gökte ne varsa hepsine nail oluyoruz. Rahimiyeti sayesinde amalimizin mükafatını ihraz ediyoruz. Cenabın dördüncü sıfatıMalik-i Yevmiddindir. Cenab-ı Hak din gününün maliki olduğunu söylüyor ve bu suretle adaletin haşin kaydıyla mukayyed olmadığını beyan buyuruyor. Şimdi mesela elimizde böyle bir kitab-ı münzel bulunmadığını ve tabiat-ı muhitadan istiknah-ı marifet edeceğimizi farz edelim. Muhakkak görürüz ki tedkik-i tabiat ile vasıl olacağımız netice bize ancak Müslümanlığın öğrettiğini öğretecek tadad ettiğimiz bu dört sıfat-ı Taaddüd-i Zevcat Hicins Higgins diyor ki:Müslümanlığın teaddüd-i zevcat müsaadesini hıristiyanlar Hazret-i Muhammede hücum için bir vesile ittihaz ediyor ve Hazret-i Muhammedin bu müsaade ile etbaının ezvak-ı süfliyyesini tatmin ettiğini söylüyorlar. Teaddüd-i zevcat müsaadesinin bu kadar tan ve teşnia vesile ittihaz edilmesinin hakiki sebebi mechuldür. Hazret-i Süleyman ile Hazret-i Davud adidüz-zevcat idiler. Bilhassa mezahib-i muhtelife-i masyus Thomasius teaddüd-i zevcatın her zaman her yerde hükümran olduğunu isbat ediyor. Yalnız şarkın her tarafından değil garbın her tarafında da teaddüd-i zevcatın şayiolduğunu gösteriyor. Eski Yunanlılar arasında teaddüd-i zevcat şayidir. Plotark bunu zikr etmektedir. Oripides Euripides ve Eflatun teaddüd-i zevcatı müdafaa etmişlerdir. Romalılar teaddüd-i zevcatı menetmediler. Mark Antoninin ve Arkadyus devrine kadar bütün imparatorlukta teaddüd-i zevcat devam etmiş Arkadyusun devrinde yani badel-miladde ilk defa olarak menolunmuştur. Bu memnuiyeti müteakıb imparator Valantyen bir emirname ile bütün tebeasının arzu ettikleri takdirde müteaddid zevceler alabileceklerini ilan etmişti. Bu devrin tarih-i kenisaisinin tedkiki neticesinde aba-i Ise-viyyetin teaddüd-i zevcat aleyhinde bir itirazda bulun-dukları görülmemektedir. Büyük Kostantinin oğ-lu Valantiyanus Konstantiyusun müteaddid zevceleri vardı. Fransa Kralı Kloter Clotaire müteaddid zevceler almıştı. Muma ileyhin oğulları Heripanus ile Hepirkos babalarının hatt-ı hareketine imtisal etmişlerdi. Bunların müSEBILÜRREŞAD - - teaddid zevceleri olduğuna Sen Oresperçenus şehadet ediyor. Bunlara Pepen ile Şarlmanı Luter ve oğlunu de Alman imparatoru Şarlmanın ahfadından yedinci Artolfosu Frederik Barbarossayı Fransa kralı Filib Teodosu ilave edebilirsiniz. – Danyel Fransız krallarının adidüz-zevcat olduklarını Teodobertin evli olmasına rağmen zatüz-zevc bir kadın olan Vizi Celdi de nikahladığını ve bu suretle ancak amcası Kloteri taklid ettiğini yazıyor. Jon Devenport diyor ki: Edyan-ı sabıkanın yalnız kabul etmekle kalmayarak mübarek addettiği bir adeti Hazret-i Muhammed tanzim etmiş teaddüd-i zevcatın Müslümanlık nazarında da caiz olduğunu beyan etmiştir. Binaen aleyh Hazret-i Muhammed hiçbir vakit teaddüd-i zevcatın müşevvik ve naşiri olmak töhmetiyle itham edilemez. Fil-hakika Hazret-i Muhammed teaddüd-i zevcatı tanzim etmiş öyle kanunlar teblig etmiştir ki bu kanunlar maslahat-ı ammeyi temin eylemiştir. Meşhur bir hıristiyan muharriri der ki:Hazret-i Muhammedin teblig ettiği manzume-i kavanin ve ahlak hayat-ı ictimaiyyenin en yüksek inkişafından en ibtidai haline kadar her vaziyetine letten bir millete intikal etmiş ona tevfik-ı hareket eden her milleti yükseltmiş ve temas ettiği her millete karşı onu faik ve hakim kılmıştır. lamiyye taçlı başlardan en adi tebeaya kadar herkesin üzerinde hakimdir. Dünyada görülegelen en yüksek en kıymetli ve en münevver şeriat diyanet-i İslamiyyede mündemicdir.diyor. lenler teaddüd-i zevcat cevazının mevcudiyetine rağmen bu hayatın mesudiyetine gıbta ederler. İslam hayat-ı zevciyyesine aşina olan garb kadınları bu hayattan memnuniyetle bahs ediyorlar. Taaddüd-i zevcat adeti gün geçtikçe zevale yüz tutmaktadır. Fakat bu adetin zevale yüz tutması ancak fuhşun adem-i tezayüdü şartıyla kabil-i sitayiştir. Memalik-i İslamiyyede meri olan vahdet-i zevce taraftarlığı zahiri değil hakikidir. Bütün dünyada hakiki zevce birliğinin takarrürü yine İslam için bir zaferdir. Şayet garb akvamı Harb-i Umuminin açtığı nüfus rahnesini kapamak için teaddüd-i zevcatı kabul edecek olursa bu da İslam için bir zafer olacaktır. Garb memleketlerinde Hıristiyanlığın esas-ı iman olmak üzere ileri sürdüğü teslis akidesini reddedenler Hazret-i Isanın kanıyla beşeriyetin reha bulduğunu iddia eden tereddi-amiz hurafata inanmak istemeyenler akıl ve vicdana hitab eden bir din arayanlar kabiliyet-i ameliyyeyi haiz ve peygamberin hayatında tamamıyla mütecelli bir ahlak peşinde koşanlar renk ırk memleket farkı gözetmeksizin insanlığı Rabbül-alemin olan Allahın lütuf ve inayetiyle revabıt-ı uhuvvet ve muhabbetle merbut görmek isteyenler el-hasıl garb memleketlerinde din-i mübin-i İslamı kabul etmeye hahiş-ger olanlar sırf bir İslam müessesesi olarak gösterilen teaddüd-i zevcat cevazından korkmamalıdırlar. Taaddüd-i zevcat mahza Müslümanlığın tesis ettiği bir adet değildir. Müslümanlık bu adeti teşvik bile etmez. Fil-hakika Müslümanlık vahdet-i zevceyi tanzim eden yegane dindir. Kitabullah hiç insan eli karışmaksızın payidardır. Son peygambere gönderilen son kitab-ı ilahi budur. Bütün dünya toplansa onun bir harfini değiştiremez. Kitabullahın ahkamından birini bütün İslam alemi birleşse tebdil edemez. Herkes o kitaba müracaat edebilir herkes o kitabı tedkik edebilir. Fakat hiçbir kimse Kitabullahın teaddüd-i zevcatı emr ettiğini yahud teaddüd-i zevcatı teşvik eylediğini gösteremez. teaddüd-i zevcat hakkında verdiğimiz bu mutavvel izahatı şöylece hülasa edebiliriz: Teaddüd-i zevcat belki insanlığın devr-i tufuliyetinden beri rayic olan bir adettir. Teaddüd-i zevcat adeti bu güne kadar ekseriyet-i beşeriyyenin tanıdığı ve hürmet ettiği bir adettir. Bu bir müessese-i diniyye olmaktan ziyade bir müessese-i mergubiyetini ihtiyacat ve şerait-i ictimaiyye takarrür ettirmektedir. Tabiatin beynel-beşer teaddüd-i zevcatı teşvik ettiği anlaşılıyor. Meşruve gayr-ı meşruaçık veya kapalı suretlerde teaddüd-i nisa her millet arasında her memlekette şayidir. Bizzat kadınlar teaddüd-i zevcata mütehammildir. Böyle olmasa bu adet vücud bulamazdı. Teaddüd-i zevcatın menafii de mazarratı da vardır. Gayr-ı meşrubir zarurette istifraş-ı nisvana kaldırım ahlaksızlıklarına karşı en müessir mania teaddüd-i zevcattır. Hiçbir müceddid-i ahlaki fuhşu teşvik etmek mesuliyetini deruhde etmeksizin bu adeti kaldırmaya teşebbüs edemez. Bu endişe olmasa teaddüd-i zevcat çoktan ilga edilirdi. Hıristiyanlık da dahil olduğu halde hiçbir din teaddüd-i zevcatı menetmemiştir. Hıristiyanlık papasları şarileri dinleri namına teaddüd-i zevcatı ilga etmekte haksızdırlar. Hazret-i Muhammedden başka bir peygamber teaddüd-i zevcatı tanzim ve tahdid etmemiştir. MüslüSEBILÜRREŞAD - - manlık en hayırkar ve müessir surette teaddüd-i zevcatı tanzim ve tahdid etmiştir. Kuran-ı Kerimden başka hiçbir kitab-ı ilahi zevce birliğini teşvik ve tavsiye etmemiştir. Teaddüd-i zevcat adeti zevale yüz tutmakla beraber Harb-i Umumi gibi birtakım felaketlerin bu adeti zail olacaksa Müslümanlığın tavsiye ettiği hakiki zevce birliği onun yerine kaim olmalıdır. Teaddüd-i zevcat hakikatte bir müessese-i İslamiyye değildir. teaddüd-i zevcattan daha fazla zevce birliği bir müessese-i İslamiyyedir. Bu ilk fıkra on sahifelik ve müellifin tabirinceOn üç asırdan fazla bir tarihin gayet muhtasar ve sathi hülasasıdır. Bu satırları imla eden ruh-i kin-alud daha derpey mükeşif olacak- kilise hem de düşman-ı İslam bir kilise günlüğünün ağır kokuları kariin ba-husus müslüman kariin şamesini bizar ediyor. Müellif hiç ümid edilmedik bir zamandaYeni barbar ve o ana kadar mechulbir kavmin yeni bir din ile İçine girilmez birtakım çöllerden birden bire meydana çıktığını haber veriyor. Dinimizin sürat-i intişarına fatihan-ı İslama karşı ca-becaBarbar Sürügibi tabirat-ı muhakkaraneyi ibzalden de geri kalmaksızın büyük bir hayretle bakıyor ve bu havarık-nüma intişarı bir yangına benzetiyor: alevlerin her eriştiği yerde kendine bir gıda bulan bir step yangını gibi Arabistanda çıkan yangın da pek az vakit içinde bahr-i muhit-i Atlasi sahillerinden Hindistanın müşemmes ovalarına kadar yayıldı. Ve bütün dünyayı ihata ve tahrib! tehlikesini arz etti. Diyor ki iltifatına hayır-hahlığına bi-taraflığına hakikaten hiç diyecek yok. Müverrihin bu kadar kısır basar sahibi olduğuna taaccüb olunur. Bir kere mücahidin-i İslam ba-husus sadr-ı evvelin ricali hakkında çok değil biraz malumat alınsa Barbar Sürütabirlerine ma-sadak olmaktan müteali oldukları derhal anlaşılır. Bunlar ne biçim barbar imişler ki dünyanın en mühim ve en medeni yerlerinde tesis-i hükumet etmiş her girdikleri yerde yerleşmiş fatihlik zamanlarına gelinceye kadar dünyanın en medeni tanılan akvamına galebe ile kendi medeniyetlerini ve birçoklarına lisanlarını bile kabul ettirmiş Avrupanın o tarihlerde barbar olan akvamını nur-ı ilim ve marifetleriyle tenvir eylemiş müessesat-ı ictimaiyyelerini İslamın bu günkü en aciz devresine kadar peyapey on üç buçuk asır idameye muvaffak olmuş bundan sonrası için de müellifin bile kendi itirafı vechile daha çok zamanlara kadar ümid-i zevalini kesmiştir. Sürü ıtlakına seza insanlar cemaati hangi diyarda medeniyetlerini dinlerini lisanlarını kendi mağlubiyetlerine kabul ettirebilmişlerdir? Tarih-i beşer insanlara hiçbir şey öğretmemiş ise şunu zihinlerine hakketmiştir ki kimin medeniyeti daha yüksek ise diğerine maddeten olmasa da manen galib oluyor. İşte Cengiz işte Hülagü. Galebat-ı askeriyyeleri bu kadar kati bu kadar parlak diyar-ı İslamı seraser tahrib etmek derecelerini bulmuş iken iki medeniyetin tesadümü madun mevkiinde olanın pek az sonra yere serilmesini intac etti. Kendilerinin ve müdhiş ordularının evlad ve ensali hep vahdet-i İslamiyye dairesine girdiler. Ve cümlesi din-i İslama medeniyet-i İslamiyyeye hadim can-sipar oldular. Roma Yunanistana galib geldi. Medeniyetini mahkumlarına kabul mü ettirdi? Yoksa Yunan felsefesinin mütehalif-ara ve efkarının müessesat-ı torluğu hakikatte bir Yunan imparatorluğundan başka bir şey miydi? Bunun da aksine İtalyaya şimalden hücum barbarların hangisi Latin ırkı içinde eriyep mahv olmadı? Her yerde ve her zamanda bila-tehallüf tecelli etmiş olan hakikat-i tarihiyyenin ehl-i İslam hakkında da tecelli etmesine mani-i ilmi ve akli acaba ne imiş? Medeniyeti diğer akvama kabul ettirenler eğer barbar sürü değil ise Ceziretül-Arabdan yeni bir din ile elde meşal-i nur ve hakikat olarak çıkanlar da -müellifin zumuna rağmenbarbar sürü değildir. Hilafı iddia garazkarlıktır. Bu harikulade zuhuru müellifin yangına benzetmesi de üdebaya yakışır bir teşbih olmasa gerektir. Çünkü yangının eseri harab ve izmihlaldir. Ateş uğradığı yerde beka ve saadet izi bırakmaz. Mücahidin-i İslamın eser-i muazzamı ise hala meydanda duran bir abide-i medeniyet ve rahat ve umrandır. Avrupada bile taassub-ı Nasraniyetle gözü kararmış olanları günden güne daha ziyade hayran edip duruyor. Müverrihimizin bu yangın teşbihine o kadar ehemmiyet verip bu vadide sözü uzatması İslamın Hıristiyanlık üzerine vakiolan galebat-ı mütekaddimesi ile hıristiyanların Ehl-i Salib muharebatındaki fecimağlubiyetlerine -bu hülasanın diğer satırlarından sarahaten anlaşıldığı üzere- yüreğinin pek yanmış olmasından ileri gelmiş olsa gerektir. Bu fıkra ile bundan sonra ki fıkralarda pek calib-i dikkat bir şey var. Bahsi hep Hıristiyanlık üzerine yürüterek hıristiyanlara karşı vakiolmamıştı. O devlet-i Sasaniyye gibi muazzam bir saltanatı da bir hamlede yere sermiş şark ve garbta birçok hükumetleri devirmişti. İslamın yegane gayesi sanki yalnız Rum saltanatına Toros dağlarından bütün telehhüfatını bu noktaya hasr edip iki din -evet boylu icale-i kalem edip durmuştur ki eserinin telifine saik aşk-ı Nasraniyet olduğunu bununla sarahaten göstermiş oluyor. İleriki fıkralarda da bu aşkın izlerine bol bol tesadüf edeceğiz. Bi-taraf müverrihlik bu mudur? Bakınız ne diyor: hıristiyan kavimleri akvam-ı saireyi ağzına almaya hiç ihtiyac hissetmiş mi! düştükleri acz u zaaf içinde bu azim herc ü merclere atılane seyirci durdular. Hiçbir şey yapamadılar. Hiç birinde yangını yani daire-i Biraz sonra da bütün kabahati Rumlara yani Ortodokslara atf ederek: Rumların rehavet ve ataleti Bizans imparatorlarının aczleri yüzünden Hıristiyanlık nüfusu çok vilayetler milyonlarca müminler yani hıristiyanlar gaib etmiştir. zuhuru bile kafirler yani müslümanlar eline geçmişti. Bu pek müdhiş bir felaket idi. Hiç buna çare-saz olamazdı. Gaib edilen yerlerin ve ruhların tekrar istirdadı için açılan azim mücadele yani Ehl-i Salib muharebatı hiçbir zaman o günden beri inkıtaa uğramamış ve bu güne kadar hala şarkda devam etmekte bulunmuş ise de Hıristiyanlığın seksen seneden biraz fazla müddet zarfında gaib ettiklerine mukabil on üç asırlık bir mübarezeden sonra istirdad ettiği şeylerin ne kadar az olduğu nazar-ı mülahazaya alınırsa istihsal edilen fevaidin yani müslümanları kırmanın ve mülklerini ellerinden almanın pek ehemmiyetsiz olduğu teslim edilir. Bu kadar adem-i muvaffakıyetten dolayı pek acı mülahazat dermiyanı kabildir. İslamiyetin on altıncı ve on yedinci asırda Türklerin Macaristanı feth ettikleri ve Viyana surlarını döğdükleri tarihler nail oldukları muzafferiyat da hesaba katılır adamcağızın anlaşılan bizimle görecek birçok hesabı var ve Hıristiyanlığın bunu ancak kısmen olabilir. Diye mersiye-hanlık ediyor. Bu türlü hayıflanmalar bi-taraflık hayır-hahlık davalarını tabii hiçe indirir. Hem de görülüp anlaşılıyor ki müellif cenablarındaki taassub alel-ıtlak bir hıristiyan taassubu değil de Rimpapaya sadakatle iman etmiş Ortodoks kilisesine de düşman halis muhlis bir Katolik papası taassubudur. Can u dilden arzu ettiği şinide-şu kaçırılmış ruhları istirdad edebilmek Bundan sonra ise: Bu muharibler kimlerdi? O müdhiş çöllerden onları dünyayı zabta kim sevk etmişti? Neden o kadar havarık fevaid neden o kadar azim ve tam oldu ki on üç asırlık bir mübareze ve bizim pek faik olan medeniyetimizin malik olduğu vesait-i müessire ve kaviyye bu büyük din ve medeniyet düşmanını geri sürmeye kadir olamadı? Acaba bizde bir noksan ve kusur mu var ki düşmanlarımız o noktada bize gayr-ı kabil-i inkar surette mütefevvik bulunuyorlar? Acaba bu noksan el an devam ettiği edemiyoruz? Gibi mühim sualleri soruyor da her nedense bu hususta kendi rey-i zatisini -hazır sırası gelmişken- izhara tasaddi etmiyor. O yalnız ada-yı İslam olanların asran bade asrın bize karşı vaziyetlerini gittikçe artan adavet-i müstemirrelerini bir lisan-ı tasvib ile nakil ve hikaye etmekle iktifa ediyor. Hem de nasıl bir lisan ile! birinci asır hıristiyanları kezalik müteakıb asırdakiler madılar. Izah etmek kendi kusurlarını bilmek demekti. Halbuki hiçbir millet böyle bir vukufa sahib olmamıştır. sualleri kendi kendilerine irad bile etmediler. Bunlar yalnız galiblerin yeni bir ibadete malik olduklarını buradaki İbadet kelimesi yerinde değil ve Isa de yanlıştır. Hata asılda mı yoksa tercümede mi bilmiyorum. Biz müslümanlar Isa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz gibi ülül-azm enbiyadan bir zat-ı azim-i zişanın biliyorlardı. Bu yeni ibadeti! bir peygamberin çıkardığına bu peygamberin Rum ve Latin papaslarının Hıristiyanlığını kaldırmak iddiasında bulunduğuna vakıf idiler. Bu peygamberin ismini işittiler. Fakat bunu telaffuz o kadar zordu ki isminin ne olduğunu bile katiyetle tahattur edemiyorlardı. Yeni dinin ateş ve kılıç ile intişar etmiş birçok kurbanlara mal olmuş olması ve Bizans ile Roma rahiblerinin Hıristiyanlığı aleyhinde gayet şiddetli davranması bu tavsifat müellifin hesabına geçirilmek lazımdır. Siyak ve sibak bunu gösteriyor. İslamiyete avam halkın muhayyilesinde gayet korkunç bir şekil verdi. En zalimane ve fena şeylerin bir timsali şeytani bir kizb ve hile gibi göründü. Prens cenabları müellifin bir prens olduğunu ağızdan ağıza işitiyoruz. hıristiyan ruhbanınınBu en müdhiş düşmanını her vasıta ile tezyif ve tezlil etmeye çalıştığını haber verirken: Bu düşmanın harika-alud muvaffakıyatı dünyanın gayetle matlub olan hıristiyanlaştırılmasına bir mania ve Hıristiyanlığın tevessüü için daimi bir tehlike teşkil ediyordu. Hıristiyanlık birtakım ilahiyat meseleleri ve politika ihtilafları yüzünden dahili ve akim nizalar içinde müşkilata müstağrak bulunduğu cihetle tehlike büyük Sözleriyle her vasıta ile yani iftira da dahil olmak üzere her vasıta ile din-i İslamı tezyif ve tezlil eden ruhbanı adeta haklı buluyor;Düşmana müttehid bir cephe arz edemeyenhıristiyanlara karşıMüttehid ve kavi düşmanlarınher gün yeni mühtedilerkazandığını ve müslümanların her gün çoğalıp hıristiyanların adetçe azaldığını yana yakıla anlatıyor. Ve hiçbir zaman hiçbir din hatta Hıristiyanlık bile bu kadar çabuk bu kadar tam bu kadar sürekli muvaffakıyetlere nail olamadığı yegane iman-ı hakiki olan Hıristiyanlığın imhasına azmetmiş şeytanın bir işi gibi telakkiedildiğini haber veriyor. Daha sonra da Muhammed sallallahu aleyih ve sellem ile din-i Muhammedi ve ümmet-i Muhammediyye hakkındaDehşet ile karışık kin ve nefretin günden güne arttığını vedahili bitkinlik tesiriyle müslümanlar hıristiyan akvamı zararına olarak fütuhatlarını artık tevsiedemez hale geldikleri zamanbile hıristiyanların müslümanlara karşı olan nefreti bir türlü soğumadığını ve bunca kıymetdar canları fedaya mal olan Ehl-i Salib muharebatının fayda vermediğini acı acı teşrih ederken: bu gün bile müslüman askeri Hıristiyanlığın en mukaddes mabedinde yani Kudüste Kamame kilisesinde sigarasını istihfakarane içerek Sen Sepolkar kilisesinde yine Kamame demektir. peygamber Muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem halifesi sıfatıyla Hıristiyanlık dinini kazanmak vazifesiyle mükellef bulunan bir kimsenin kudret-i hakimanesini temsil ediyor. diye yanık bir mersiye daha okuyor. Bu sözlerdeki garaz ve kin hatta tezvir el ile tutulacak derecede tecessüm etmektedir. Müslüman askerinin Kamame kilisesinde angarya olarak ifa ettiği bekçilik hıristiyanların kendi aralarındaki münazaat ve hatta mukatelata meydan vermemek için yine hıristiyan devletlerin talebi üzerine ittihaz edilmiş bir tedbirden ibaret Nöbet bekleyen neferin ise -başka bir mevkide de olsa- sigara içmeyeceği malumdur. Hele Hıristiyanlık dininin kökünü kazımak iftirasını bedahet-i hissiye reddeder. Eğer din-i İslamın böyle bir gayesi olaydı kahr ve istila günlerimizde köklerini kazır prens cenablarının mersiye-han olmasına bile meydan vermeyecek surette nam u nişanlarını ortadan kaldırırdık. İkide birde kılıç dini ateş dini tavsifleriyle kadrini aklı sıra tenzile çalıştığı bu dinin nasıl intişar ettiğini müsamahakarlıklarının derecesini T.W. Arnoldun bu yakınlarda Çerkeş-zade Halil Halid Beyefendi tarafından tercümesine himmet buyurulan ni mütalea etmesini müellif cenablarına tavsiye edersek pek de küstahlık olmaz. Hülasa-i tarihiyyenin bundan sonrası Hıristiyanlığın galebe zamanlarına aiddir. HıristiyanlığınKahramanane mücadelelerden sonra şedid ve zalimane bir mücadeleden bahs etmek istediğini elbette okuyanlar anlar. ya kadar nüfusu katl nefy ve icla veya irtidada icbar ettiğini söylüyor şu kadar kiİstanbulun ziyaıileMüslümanların Macaristanda hatta Viyana surları karşısında gözükmeleri pek pahalı bir fiata mal olduğunudüşünerek pek hayıflanıyor. Bundan sonra artık mevzu-ı bahs Türklerle hıristiyanların müsaraasıdır. Bu müsaraa Türklerin mağlubiyeti Macarlarla İslavların semere-i muvaffakıyetiolmayıp Hıristiyan medeniyetinin harici hududlarına çarpan şedid dalgaların sönmeye müheyya dahili ihtilacat-ı azimenin son raşeleriolduğunu hakikate bir dereceye kadar yaklaşarak itiraf ettikten sonra: Fakat Türkiyenin dahili inhitatı Avrupadaki muharebat-ı askeriyyeye nihayet verdiyse de hıristiyanlar bu gün hala devam eden o bati istirdad işine ve mücadeleye tekrar başladılarsa da muzafferiyet günü henüz uzaktır. Diyor. Müellifin hasretkeşi olduğu o muzafferiyet gününü kendisine de kavminin ahfad ve ensaline de ebeden Rabbim göstermesin! Zira ma-sebakdaki ifadatının siyakına nazaran Türkün kökü kazınmadıkça adamcağız oh! diye geniş bir nefes alamayacaktır. Daha sonraHasta Adamın henüz kuvve-i hayatiyyesi baki olduğunu Yunanlıların mağlubiyetinden istidlal edip -zahir bizi çar-çabuk mahv etmek için daha tedbirli davransınlar diye- Avrupa diplomasisini ikaza gayret ediyor. Ve: Avrupa diplomasisinin daimi nikbinliğini manası açık en çok ihlal eden mesele varsa o da budur. İslamiyet bu gün bile Hıristiyanlıktan sonra en kuvvetli dindir. Saliklerinin derin kanaatleri dolayısıyla Hıristiyanlık mezhebinin inkişafına karşı büyük bir maniadır. Daha birçok asır böyle kuvvetli halinde kalacaktır. Bu gün bile hıristiyan Avrupa malik olduğu na-mütenahi menabia rağmen İslamiyetde kendisinin medeniyetinin serbestçe mektedir.mütaleasını dermiyan ediyor. Ey muhterem karien bi-taraf! ve en hayırhah! dedikleri bir müverrihin yukarıki sözlerini tekrar oku da Müellif yukarıda intişar-ı din-i İslam esbabını guya istiknah etmek üzere beş sual irad etmişti. Üzerinden gayz ve husumet akan bunca sahifeler karaladıktan sonra bunların gerek bu fıkra içinde gerek bundan sonra ki sahifelerde -velev garazkarane yazılmış- cevaplarını beyhude arayacaksınız. Onun söylemeyeceği söyleyemeyeceği yalnız bu suallerin cevaplarıdır. mühtediler kazanmasını hıristiyanların adını azaltmasını girdiği yerde kökleşmesiniEn zalimane ve fena şeylerin timsalişeytani bir kizb ve hileşeytanın işi sözlerini prens cenabları tasvibkarane bir eda ile bize nakl edeceğine kendisinden daha munsıf diğer Avrupalı müelliflerin itiraf ettikleri hakikatlerden bazılarına kitabının mini mini bir köşeciğini açsaydı emin olsun ki sermaye-i taassubundan pek büyük bir şey eksiltmeksizin yine bi-taraflık davasını -gafilleri aldatacak kadar olsunları kadar mutaassıbdır. Onlar gibi haktan sakit olmaya ahd ü peyman etmiştir. Maahaza müsaadelerine intizar etmeksizin bu cevapları biz verelim: Din-i İslam vakıa bu zavallılara şaşkınlık verecek surette rülmeyen bir inkılab-ı azim yaptı. Fransa inkılab-ı kebirinden hasıl olan netayic-i azimeden her fırsat düştükçe bahs edilir durur. Onu büyük görmek de bir bakıma göre muhıktır. Fakat hukuk-ı beşer beyannamesinin vustanın o mübaret asırlarında din-i İslamın bağıra bağıra bütün insanların kulaklarına yetiştirmek zihinlerine yerleştirmek istediği desatir-i necat-bahşanın ancak on kan ve ateş bahasına sokulmuş hakayıkından bazılarıdır. Bir bedevi kavmin birden bire medenilere medeniyet üstadı oluvermesi elbette sebepsiz değildir. Fakat bunu yukarıda sayılan tıflane esbaba atf etmek gülünçtür. Bir değil ancak tuhaflık olmak üzere irad edebilir. Müellif aslen müslümanlarınderin kanaatleri dolayısıyla Hıristiyanlık mezhebinin inkişafına karşıniçinbüyük bir maniaolduğunu bit-tahlil araştırmak iktiza ederdi. Her halde şuna mutmain olsun ki -bir yerde ima ettiği üzerebuna sebep papasların ihtilafat ve münazaatı değildir. Bu nizave ihtilaf ila-yı kelimetullahı teshil etmiş olsa bile her halde sebeb-i yegane değildir. Hatta papaslar tehir etmiş olsalardı bile yine er geç mağlub olacaklardı. Çünkü bu dinin sebeb-i intişarı kendi zatında mündemic müminlerini ister istemez ileri götüren yabancılarını kendine meftun eden bir manevi kuvvettir. Bu din din-i fıtrattır. Onun tealimini beğenmeyecek fıtrat ve tabiat-ı insaniyye yoktur. Akidesi gayet sade olup her aklın bila-tereddüd kabul edebileceği tevhid-i üçtür üç birdirkazıyyesi ile hıristiyanlardaki diğer esrar-ı ve ferd ile cemiyetin nefine hadimdir. Müminler hep kardeştir. Beynlerinde tefadul yani bir kimsenin diğerinden ziyade ise efdal odur. Dünyaca hepsi hukukça tamamen müsavidirler. Bu din ırk renk farkı gözetmediği gibi kimsenin kimse üzerine ne ferdi ne sınıfi tahakkümünü kabul etmez. Allah ile kul arasında tavassut edecek ruhbaniyeti külliyen reddeder. Kimin ilmi daha çok ise diğerine reyen o tefevvuk eder. Hasılı herkes Allahın kuludur kimse kimseye kul olamaz. En büyük olan zattan en hakir ve vaziferde kadar herkes kanun-ı ilahi olan şeriat nazarında müsavidir. Nitekim huzur-ı hakimde bir Yahudi ile yan yana durup mürafaa olmaktan Aliyyül-murteza radıyallahu anhın nefsi iba etmemişti. Kezalik kim olduğu belirsiz bir bedeviye haksız yere bir tokat atan Gassani hükümdarına bedeviye mukabeleten bir tokat attırmakla icra-yı kısasda Hazret-i Ömer radıyallahu anh hiç tereddüd etmemişti. Emr-i bil-maruf ile nehy-i anil-münker her müslümanın mertebesine ilmine kudretine mevkı-i ictimaisine göre vazifesi olmadığı için bir bedevi Ömer radıyallahu anha ala melein-nasSen eğrilirsen seni kılıçlarımızla doğrulturuz!diyecek kadar hürriyet-i kelamını istimal etmiş ve buna kimse taaccüb etmemiştir. Bu din bütün mehasin ve fezaili emr bütün mesavi ve rezaili nehy eder. Kavaid-i şeriyyesinde hak nefe mukaddemdir. Avrupanın Romadan yadigar kalan hukukunda kaddüm eder. Fütuh-ı İslama dahil olan biladın ahalisi -her hangi deş ve Müslümanlık fevaidinin kaffesinden bila-noksan mütenaim olurlar. Cizye-güzar olmaya da razı olurlarsa pek hafif olan böyle bir vergi sayesinde kaidesine tebean müslümanların dünyevi nimet ve külfetlerine iştirak ederler ve dahili cebabirenin tasallutundan harici düşmanların tecavüzünden sıyanetlerini müslümanlar canlarıyla başlarıyla deruhde ederler. Ubeydetübnül-Cerrah radıyallahu anh cizye vermek şartıyla müslümanların zir-i hükmüne yeni girmiş hıristiyanları Bizans askerine karşı himaye ve müdafaadan esbab-ı askeriyyeye binaen sarf-ı nazar etmeye muztar kaldığı gün bunlara:Ber-mukteza-yı ahd borcumuz olan sizi müdafaaya imkan bulamıyoruz.diye cizyelerini bu duyulmamış vefaya meftun olarak cizyenin iadesine razı olmamışlar ve kalalarını bir gün evvelki efendilerine karşı müslümanların hesabına bizzat müdafaa etmişlerdi. Ömer bin Abdülaziz radıyallahu anh sulhen feth ettiği bir Türkistan şehri ahalisine karşı fatih kumandanının şerait-i sulhiyyeye pek riayetkar davranmadığı huzur-ı hakimde ahali ile badel-mürafaa tebeyyün ettiği için şehri ahali-i asliyyesine teslime karar vermiş ve askerinin kablel-feth bulunduğu yere çekilmesini emr etmiş ve şehir ahalisi bu merdane ve adilane hüküm ve karar üzerine tavan arz-ı teslimiyeti cana minnet bilmişti. Bu gibi vakalar hangi medeni kavmin tarih-i mefahirinde mukayyeddir? Bunları hangi Avrupalının havsala-i menfaat-perestisi Dinimizin bu sadeliği ve cana yakınlığı sayesindedir ki o büyük mücahidinin bu günkü ahlafı hükumetsiz fakir aciz ve her türlü teşkilattan mahrum oldukları halde bütün Avrupa ve Amerikanın o akla hayret veren satvet ve miknetine koca koca milyonlarına hasılı müellifin bahs ettiği o na-mütenahi menabiine dayanarak efradını çar-aktar cihana saldıran misyoner teşkilatı ile dünyanın her köşesinde karşılaşıyor ve papasların o sevgili canlarını ellerinden kapıyorlar. Hatta daha ileriye giderek ara sıra mühtediler kazanıyorlar. kemale dünyada duyulmamış ve belki bir daha duyulmayacak olan bu devre-i ulviyete çıkaran hep terbiye-i Muhammediyyenin sallallahu aleyhi ve sellem ifaza buyurduğu ruh-ı itila idi. Endişe-i nefsi unutturan ila-yı kelimetullah endişesi hakkı her şeyden üstün tutmak gayesi idi. sadr-ı evvelin ahlafı ise bu fezail ile mütehallik oldukça ilerilediler. Bunlardan tebaüd ettikçe de tebaüdleri nisbetinde gerilediler. Müverrih dostumuzun! hıristiyan düşmanı dediği müslümanlar -daire-i taatte bulundukça- hıristiyanlara hıristiyanlardan daha dost olmuşlardır.Din-i İslam kılınç sayesinde intişar etti. Hak olduğuna kanaat hasıl olaydı kılıç istimaline hacet kalmazdı.Nakaratını ikide birde frenkler tekrar ederler. Bu gün seyf-i İslam artık müslümanların elinden düşmüş yahud gılafına girmiştir. Müslümanlar da dünyanın her tarafında o müdhiş cebbar Avrupalılarla karşı karşıya burun buruna gelmişlerdir. Eski dünyanın o mahuf ceberuti devletlerin himaye-kerdesi olan İncil naşirlerinin o müdhiş milyonları Afrikada Hindde Malayada Okyanusyada ferd ferd değil de fevc fevc kabile kabile tevsi-i daire etmesine maniolabilir mi? Din ve akide sahasında Nasraniyet bu gün de mağlubdur. Demek ki İslamın mevizası kılıca topa tüfenge hatta paraya galib gelebiliyormuş. Demek ki asıl sebeb-i intişarı kılıç değil imiş. Hele bir hıristiyanın dinimiz için kılıç ve ateş dini demesi ve onunla tayib etmesi kadar ayıb bir şey yoktur. Din-i Muhammedi sallallahu aleyhi ve sellem bir şeriat tebşir ettiğiSahibül-hirave/Sceptrenebiyy-i alişandır. Ahkam-ı şeriati teyid ve ikame için -Frenk tabirinceasa-yı hükumeti kullanmıştır. Çünkü hükumet ve kuvvet olmasa propaganda tesiriyle ellerinden kaçacak ruhlardan dolayı prens cenabları kafasındaki adamlar müslümanları hiç değilse ila-yı kelimetullah etmekte rahat bırakmazlar. Binaen alelyh bir hükümet-i İslamiyyenin teessüsü elzemdir. Hükumet olunca da etrafında kılınç man karşısına geçince dahi elbette eli bağlı durulmaz harb edilir. Kılıç oynatılır. Lakin düşmanın kadınlarını çocuklarını ihtiyarlarını hatta papaslarını savmaa-nişinlerini öldürmeyen ağaçlarını kesmeyen ekinlerini tahrib etmeyen hülasa yalnız zarar verebilen muhariblere savlet edip maadasına taarruz etmeyen İslam hukuk-ı harbi ile bu asr-ı medeniyyette bile el an cari ve mamulün bih olan akvam-ı saire hukuk-ı harbini mukayese eden kimse din-i İslamın beşeriyete ne büyük hizmetler ettiğini -eğer insafı varsa- görür onaDin-i rahmetdemekte asla tereddüd etmez. Dinimize bu manaca kılınç dini demek doğrudur. Fakat ateş dini demek mahz-ı iftiradır. Çünkü her hangi canlı bir mahluku ihrak etmeyi nehy etmiştir. Asıl kılınç ve ateş dini Hıristiyanlıktır. O Hıristiyanlık ki İncilin -eğer sıhhat ve sübutu var ise- rivayete nazaran umur-ı hükumetle elini bulaştırmayarak rast gelen hükümranın zir-i itaatinde yaşamayı ve bir yanağa atılan tokattan sonra öbür yanağı çevirmeyi emr etmiştir. El an okuyup durmakta olduğumuz bu evamir-i Kılınç ve ateş dini Hıristiyanlıktır. Çünkü bu dinin müminleri müşrikinin tesavire ibadet-i ayinlerini kabul ettikten sonra şirk içinde perverde olmuş imparatorların kılıncına dayanarak Roma imparatorluğunu kana boyamış müşrikten ziyade hıristiyan namını taşıyan insanları kesmiş asa-yı hükumeti imparatorlardan papaslarına teslim etmiş saltanat-ı ruhaniyye namını verdikleri dünyevi saltanatın kuvveti ile nice nüfus katl etmiş ve nice canları yakmıştır. Otodafalar nice nice itikad mücrimlerini tevbeden sonra bile! ateşte çayır çayır yakmaktan vaz geçmemiştir. Asırlarca İspanyada hükümran olan müslümanlardan bu gün orada acaba kaç nüfus kalmıştır? İki kutbun arasını kaplayan koca Amerika kıtsının o cürümsüz günahsız sekene-i asliyyesi bu gün acaba nerede? Kılıç ve ateş dini Hıristiyanlıktır. Çünkü papasların guya ruhani olan saltanattan sıyrılıp bütün yeryüzüne hakim şevketli kuvvetli dünyevi hükumetler tesis eden hıristiyanların cebren medeniyete sokmak bahanesiyle Avrupalı olmayan akvamın topraklarını mallarını canlarını almak ve kendi aralarındaki hırs ve tamaa müstenid münazaatı fasl etmek için kullandıkları alat kılıç ile beraber top tüfenk mayın bomba mihenik ve muharrik gaz gibi hep ateşin edevattır. Müellifin zem ve teşniine karşı gayr-ı müslim muharrirlerden de insafa daha yakın ibarat ile istişhad etmeyi pek arzu ederdim. Fakat söz uzadığı ve isbatı matlub olan garazkarlık daha şu ilk fıkradaki kendi sözleriyle maa-ziyadetin sübut bulduğu için bundan vaz geçtim. kiramı daha ziyade işgale mahal yoktur. Büyük Millet Meclisinde Diyanet İşleri Riyaseti bütçesi münasebetiyle cereyan eden müzakereleri ehemmiyetine mebni aynen aşağıya derc ediyoruz: Abdullah Azmi Efendi Bu müessesenin devair-i devletin diğer müessesatı gibi hem-aheng olarak senin olmadığını zannederim. Bu müessesenin aheng-i tam içinde işleyebilmesi için bütçesinin kafi mikdarda bulunması icab eder. Başlıca vazifesi milletin ibadatına turmak ve milleti irşad etmek olan bu müessese; karşılık olmadığından dolayı bu vazifesini tamamıyla ifa edememiştir. Benim vekaletim zamanında bir Telif ve Tercüme Heyeti vardı. Bu heyet mütehassıs zevattan mürekkeb olup en mühim vazifesi felsefe-i garbiyye ve bazı asar-ı garbiyye ve diniyyeyi lisanımıza nakl etmek ve aynı zamanda Avrupanın din-i İslam hakkındaki neşriyatına mukabele etmekti. Bu heyet kısa bir müddet zarfında asar lisanımıza nakl ve neşriyatında her vechile meşkur mesai gösterdi. Bu gün bu heyet yoktur. Halbuki arz ettiğim vazifeler dolayısıyla bu heyetin vücudu elzemdir. Binaen aleyh bu heyetin teşkili içinncü fasıla bin liralık bir tahsisat vazını teklif ediyoruz kabulünü rica ederim. Mahir Efendi - Efendiler ictimaiyatta amildir. Mesela din bir müslümana istihkar-ı hayat ettirir. Riyaseti maiyyetine ulema-yı dinden mürekkeb bir encümen teşkil edilmelidir. Nasıl ki Maarif Vekaletinde bir Telif ve Tercüme Heyeti vardır. Bu gün dinimiz hakkında hakikate gayr-ı muvafık husumete müstenid asar neşredilmektedir. Bunları red ve cerh etmek için behemehal böyle bir heyet teşkili şarttır. Birtakım adamlar çıkıyor Kuran-ı Kerimi yanlış surette tefsir ediyor; diğeri çıkıyor serapa din-i İslam aleyhinde bir tarihi İslam tarihi diye lisanımıza nakl ediyor. lışı ayırmak için arz ettiğim heyetin teşkiline muvafakat buyurmanızı rica ederim. Bir de memurin-i diyanetten bazılarının maaşları pek azdır. Onların da tezyid-i maaşlarını rica ediyorum. Vehbi Efendi - Efendiler Teşkilat-ı Esasiyye Kanununun ikinci maddesinde Türkiye cumhuriyetinin dini din-i İslamdır denilmektedir. Fil-hakika efendiler hayat maddiyattan ibaret değildir. Eğer maddiyattan nin icabatını icra etmek üzere bir Diyanet İşleri Riyaseti teşkil etmişizdir. Şimdi bendenizin bu Diyanet İşleri Riyasetinden istediğim şey her şeyden evvel meslek ve bir sarık sırtına bir lata giyerek din alimiyim diye meydana çıkmasın. Bu gün köy imamlarını nazar-ı dikkate alacak olursak bunların yüzde yetmiş beşi okuyup yazmak bilmezler. Halbuki köylüler bu imamın her sözünü velev yanlış olsun nass-ı katıtelakki ederler. Binaen aleyh bendeniz Diyanet Riyasetinin bu mühimmeyi layıkı vechile atf-ı nazar-ı ehemmiyet etmesini bir defa daha rica ederim. Yapılacak tedbir köyün imamsız kalmasını intac etse de yine icra ve ittihaz olunmalıdır. Sonra muattal ve mesdud bir halde duran mescidleri akarat miyanına idhal etmelidir. Ondan sonra hatibler hutbeleri Türkçe okusunlar siyasetle uğraşmayarak ahlakıyattan bahs etsinler; sonra biraz da camilerin nezafetine dikkat etsinler. Süleyman Sırrı Bey - İki kuruşluk hademeden mi bekliyorsun bu işleri? Vehbi Bey – Ondan sonra tekkeler! Vaktiyle tasfiye-i ruh için tesis edilmiş olan bu tekkeler de bu gün muhtac-ı ıslahdır. Sonra müftiler meselesi: Her memurun bir yeri vardır. Müftinin ise yeri yoktur. Medresede oturur. Halbuki medrese müftinin yeri değildir. Onun için bu müftilere ya münasib bir yer tahsis edilsin ve yahud varsa boş kalmış olan metrepolidhaneler verilsin. Mazhar Müfid Bey Efendim geçende Raif Efendi banaSen de vaktiyle hoca idin!demişti. İşte hocalığımı unutmadığımı isbat için birkaç söz de bendeniz söyleyeceğim efendiler Kuran-ı Kerimin birçok Arapça tefsirleri vardır. Bu tefsirleri zanneder misiniz ki bir medrese mollası anlayabilsin. Bir hadisi anlayabilmek için evvela ilm-i hadisi taallüm ve tederrüs etmek lazımdır. Binaen aleyh ben istiyorum ki asrımızda zuhur eden mesalik erbabına cevap verecek bir şekilde bir tefsir yapılsın. Vehbi Bey arkadaşımız imamlardan bahs etti. İlmi olmadıklarını söyledi. Doğrudur. Fakat aldığı para nedir? Camilerin nezafeti işiyle uğraşanların da maaşları pek cüzidir. Onlardan nasıl fazla bir hizmet beklenebilir? Efendiler bu gün cevami-i şerifenin hali pek fecidir. Bunları tadada lüzum yok. Esbabını düşünüp çaresini bulmalıdır. Bit-tabi’ alakadarlar cevami-i şerifenin bu halde bulunmalarına razı değillerdir. Binaen aleyh ben çareyi bu işlere bakan kimselerin karınlarını doyurmakta buluyorum. Hülasa-i maruzatım; her şeyden evvel Kuran-ı azimüş-şanın yanlış tefsirlerden vikayesi en mühim bir vazifedir. Başvekil Fethi Bey- Efendiler Abdullah Azmi Efendi devair-i devletten olan Diyanet İşleri Dairesinin diğer devair-i hükumet ile hem-aheng olarak yürümediğini söylediler. Ve bunun için bir tedkik ve telif heyeti teşkili lüzumundan bahs ettiler. Fil-vakıböyle bir heyet lazımdır. Fakat bir heyet-i müşavere vardır. Bu heyet bu vazifeleri ifa edebilir. Kuranın tercümesi hususunda bu hususta tedbir almak lüzumuna kaniim. Abdullah Azmi Efendi Başvekil Beyefendi tedkik ve telif vazifesinin heyet-i müşavere tarafından temin edildiğini buyurdular. Halbuki Kuranı tefsir meselesi gibi bazı mesail behemehal teklif ettiğimiz heyetin teşkilini istilzam etmektedir. Diyanet İşleri Riyaseti Heyet-i Müşavere azasından Aksekili Hamdi Efendi- Mazhar Müfid Beyefendi neşredilen yanlış tercümeler hakkında Diyanet İşleri Riyasetinin ne yaptığını sual buyurdu. Tahsisat olmadığından riyaset yalnız bu tercümelerin muharref olduğunu bu gün kabul edildiği cihetle bit-tabi’ Diyanet İşleri Riyasetinin bu gibi şeylere karşı tedabir ve teşebbüsatı daha vasiolacaktır. Sonra heyet-i müşavere bazı din kitapları neşretmiş ve etmekte bulunmuştur. Neticede bütçenin heyet-i umumiyyesi hakkındaki müzakere kafi görülerek fasıllara geçildi. inci fasıllar aynen kabul edildi.ncu fasıl okundu. Rasih Efendi - Müfti müsevvidlerinin maaşları onar liradır. Bunların diğer devairdeki mukabilleri mümeyyizlerdir. Adedleri dahi beş. Binaenaleyh bunların maaşlarının yirmi beşer liraya iblagını teklif ve takrir takdim ediyoruz. Neticede Rasih Efendinin takriri reye vazve kabul edilerekncu fasıl lira zamm ile kabul olundu. nci fasıllar da aynen kabul olundu. nci fasıl ise tashihanncü fasıl aynen kabul olundu.ncü fasıl okundu. Telif ve Tercüme Heyeti teşkili hakkındaki Eskişehir mebusu Abdullah Azmi Efendinin takriri kıraat edildi. Bu heyetin vazifesi hakkında bazı mütaleat cereyan etti. Ali Şuuri Bey - Bendeniz en evvel bu heyetin Kuran-ı azimüş-şan ile ehadis-i nebeviyyeden ve i tefsir ve tercüme etmesi lüzumuna kaniim. Abdullah Azmi Efendi - Kuran-ı Kerimin tefsir ve tercümesiyle ulum-ı İslamiyyenin hitam bulmayacağını din-i İslam aleyhinde maddiyyunun yazdıkları şeylere cevap vermek lazım geldiğini müdafaa etti. Neticede Kuran-ı Kerim ve ehadis-i şerife Türkçe tercüme ve tefsir heyet-i mütehassısası ücret ve mesarıfı suretinde veüncü A faslı olarak bin lira kabul edildi. inci fasıllar dahi aynen kabul olunduktan sonra celse tatil olundu. Kuran-ı Kerimin tercümesi ve asar-ı İslamiyyenin neşri için Diyanet İşleri Riyasetinde bir tedkikat ve telifat heyetinin tesisi için Büyük Millet Meclisi tarafından verilen meşkur karar üzerineTürkçe Kuran-ı Kerim yazan Said Cemil Bey gazetesine bir mektup göndermiş ve kendisinin halisan li-vechillah Kuran-ı Kerimi tercüme ettiğini ve na-hak yere itirazlara uğradığını söylemiştir. Said Cemil Bey kendisine madde madde gösterilen tahrifat ve hatayatı unutmuş olacak ki tercümesine tekrar propaganda yapmaya kıyam ediyor. Mütercim-i muma ileyhin lisan-ı Kurana vakıf olmadığı binaen aleyh menabi-i ecnebiyyeden vücuda getirdiği tercümenin hata-alud olmamasına esasen imkan bulunmadığı aşikardır. Cemil Said Bey salahiyet ve ihtisasa hürmetkar olsa şüphesiz böyle işleri ehline bırakır hiç olmazsa hatayatı ve tahrifatı kendisine gösterildikten sonra tercümesini medh ü senada ısrar etmezdi. Bu da Cemil Said Beyin kendilerine gösterilen hataların ehemmiyetini de takdir edecek derecede haiz-i vukuf olmadığını göstermektedir. Bir mütercimin seviye-i ilmiyyesi bu merkezde olursa tabii ona söylenecek söz kalmaz. gazetesi yazıyor: Kadınların avukatlık doktorluk gibi son zamanlara kadar erkeklere münhasır kalan mesleklere intisab için senelerce ne kadar uğraştıklarını tafsile hacet yok hep bilirsiniz. Nihayet bütün medeni memleketlerde buna az çok da muvaffak oldukları mechulünüz değildir. Halbuki bu kadar say ü himmetlerle elde edilen bu muvaffakıyet hiç olmazsa avukatlık mesleğinde akim kalmaya mahkum oluyor. Son Fransız gazetelerinde verilen ma’lumat Fransada kadın avukatlığının iflas etmek üzere bulunduğunu gösteriyor. Fransa adliyesinde avukatlığa kabul ve baroya kayd edilmiş birçok kadınlar vardır. Fakat besbelli bunlar uzun müddetten beri müşterisiz kala kala bıkmaya birer birer meslekten çekilmeye başlamışlardır. Çünkü herkes davasını -ne kadar hukukşinas olursa olsun- bir kadına emniyet etmeye cesaret etmiyor. Paris adliyesinde daha birkaç kadın avukat vardır. Onların da pek yakında cinslerine daha muvafık meslekleri tercih edecekleri tahmin edilmektedir. Birkaç gün evvel Parisli avukat kızlardan dört tanesi daha avukatlık mesleğini terk etmeye karar vermişlerdir. bu hadiseden bahs ettikten sonra şunu Son zamanlarda bizim hanımlarımız da Avrupadaki hemcinslerinin hal ve vaziyetinden bi-haber erkeklerin her girdiği mesleğe dahil olmaya başladılar. Bu miyanda kadınlarımız arasında elbette avukat olmaya özenenler de vardır. Bu gibi hanımlar Paris barosundaki avukat kadınların halinden ibret alarak her erkek işine girmekten vazgeçerlerse sonra sukut-ı hayal ve ümidsizliğe düşmekten kurtulmuş olurlar. Lokanta meyhane bar ve emsali olan yerlerde rakının mahallere teblig olunmuştur. Rakının kadeh ile satılmasının meni üzerine bu yerlerin sahibleri yine bir çaresini bularak rakı itasında devam ve bu suretle bu yüzden karlarına zarar gelmemesini temin etmek istemişlerse de hükumet buna da meydan bırakmamış binaen aleyh bütün bu yerlerde rakının istimali menolunmuştur. Bu suretle rakı kuvvetli bir darbeye uğramış bulunuyor. Hükumetin bu tedabir-i saibesini kemal-i memnuniyetle kaydeder ve rakının bu suretle menini memnuiyet-i tammenin bir mukaddimesi addederiz. Ankaradan alınan ma’lumat ve Dahiliye Vekili tarafından gazetelere vukubulan beyanattan anlaşılıyor ki Şeyh Said namında bir sergerde devletin kuva-yı müsellehasına mukavemetle harekat-ı isyaniyyeye kıyam ve maalesef bu hareket tevessüetmiştir. Şeyh Saidin bu hareket-i isyaniyyesine bil-mukabele hükumet on iki vilayette idare-i örfiyye ilan etmiş ve asilerin tenkiline müeddi olacak tedabir-i lazımeyi ittihaz eylemiştir. Pek muazzam mücadelelerden sonra sulh ve müsalemete kavuşan milletimizin mesai-i sulhiyye ile yaralarını sarmaya hasr-ı faaliyet etmeye çalıştığı bir sırada böyle bir hadise-i ısyaniyye müvacehesinde bulunması çok müellim bir şeydir. Memleketin milletin sulh ve müsalemete tesanüde en ziyade muhtac olduğu bu sırada değil her hangi bir vakit böyle bir hadisenin vukuu asla kabil-i tecviz değildir. Binaen aleyh hükumetin bu hadiseyi süratle bertaraf etmeye muvaffak olmasını temenni etmek hükumete bu hususta her müzaherette bulunmak bütün efrad-ı millet için en büyük vazife-i vataniyyedir. Hakiki bir ruh-ı dininin muhafazası için Hazret-i Muhammed etbaına bazı vezaif-i ameliyyenin ifasını teblig etmiştir. Bunların başlıcaları bunlardır: Salat Sıyam Zekat Hac. cadele-i tabiat önünde aczi. Hayırhahlık hissi... Bunların hepsi Onun hayy ve kayyum rahim olan zat-ı kibriyaya kalbinden feyezan eden şükran ve muhabbetini ifade etmesini hissiyatın tezahürüdür. Maamafih bu teheyyücat yüksek bir inkişafın mahsulüdür. Bir vahşi tazarruatının neticesiz kaldığını görünce perestiş ettiği putu tedibe kalkar. Fakat bir unsur-ı uzviyi ihtiva eden edyanın ekserisinde hiyet-i sihriyyenin mahiyet-i ahlakıyyeye tefevvuk ettiği bazılarında da mefkure-i ahlakıyyenin pek nakıs olduğu görülür. Eski Hindu ayin-i dinisi zühde riayet ve kurban takdimi ile müterafık tazarruattan teşekkül ediyordu. Fikr-i dininin devr-i tufuletinde ilahenin de mevcudat-ı beşeriyyedeki müştehiyat ve ihtirasatı haiz oldukları zannolunuyordu. Binaen aleyh insan nasıl menafi-i maddiyyeye muhtac ise ilahenin de kurbanlara nezirlere muhtac olduğu tasavvur edilirdi. Rig Vedanın eski ilahilerinde bu fikir ifade olunmaktadır. telakkıyat-ı diniyyenin inkişafıyla hiç olmazsa mütefekkir ve müterakki dimagların nazarında terk-i dünya anlaşılıyor. Fakat ancak kan ile intikal eden bir Fazilet-i Hafiyyeye varis olduğunu iddia eden sınıf-ı ruhaninin halk üzerinde haiz olduğu nüfuz Brahma mezhebini kurbancı bir mezheb haline getirmiştir. Kurban yalnız ruhban tarafından birtakım usul-i sabite dairesinde kabul olunuyor ve bu esnada birtakım ilahiler teremmüm edilerek mihaniki bir şekilde birtakım ayinler icra ediliyor fakat bu ayinler şevk ve heyecan-ı diniden mahrum oluyor ve abidler kendi namlarına rical-ı ruhaniyye tarafından yapılan ibadetlere seyirci mevkiinde kalıyorlardı. En küçük hata bütün ayini bozuyordu. Bu mezhebde ubudiyet ve uluhiyete merbutiyet ruhu tamamıyla gayr-ı mevcud olmuş olsa suret-i katıyyede meydana gelmezdi. Fakat halk için ibadet kurbanlar ve nezirler takdiminden ibaret bir şey kalmıştır ki bu şekl-i onu ifa eden rical-i ruhaniyyenin hasailine vabeste idi. Halk yalnız ayinlerin tesirine itikad edecek ve ayinin esna-yı ifasında tahir olacaktı. Maki- Zerdüştilerle Sabiiler bir heva-yı ibadet içinde yaşarlardı. Zerdüştiler aksdırdıkça saçını tırnağını kestikçe yemeğini hazırladıkça lambasını yaktıkça... ibadet ederdi. Evvela Hürmüze niyaz edilir ondan sonra yalnız semavat ve arza anasır ve nücuma değil ağaçlara bilSEBILÜRREŞAD - - nan dualar günde belki bin iki yüz kere tekrar olunurdu. Mefkure-i ahlakıyye ise bir akl-ı kalilin nazarında muhterem olmakla beraber amme-i nasın dimağından silinen bir şeydi. Hayat-ı ruhaniyye rüesa-yı din tarafından ayıran hususi kudsiyet maniaları diğer sınıfları daha asil bir zevk-i ruhaniden mahrum etmişti. Makilerin iki türlü tıni ki ancak sınıf-ı ruhaniye mahsustu. Diğeri zahiri ki buna avam-ı nas da iştirak ederdi. Şeriat-i Museviyye ibadete dair birtakım evamiri muhtevi değildi. Ancak ruhbanlara öşürler vermek ve sürülerin doğurduğu ilk yavruları onlara ihda etmek sayesinde onlardan bir ayin öğrenilebilir ve bin-netice bir aile reisi şeriat-i Museviyyeyi ifa etmiş olmak haysiyetiyle Beni Fakat halk ile mürşidleri arasında uluhiyet hakkında bir fikr-i ruhani peyda olup Cenab-ı Hakkı insanlara teşbih akideleri inhitata duçar olunca ibadetin halık ile mahluk arasında bir vasıta-i ittisal olunduğu yani ibadetin mahiyet-i hakikıyyesi anlaşılmaya başlamıştı. Anane ve ibadet şeriat-i Museviyyenin bir emr-i sarihi bulunmasına rağmen Beni İsraili ibadet eden bir cemaat yapmıştı. Her gün üç saat yani dokuz on iki ve üç saatleri ibadete tahsis olunuyordu. Fakat ruhbanın ibadet-i ayinlerine riyaset etmeleri lüzumu ve bizzat şariden kavmine bir şey intikal etmemesi; ibadeti mihaniki bir şeye tahvil etmişti. Hazret-i Isanın zaman-ı zuhurunda nüshacılık Beni İsrail arasında ziyadesiyle şayidi. Kuran-ı Kerim YahudileriAyat-ı ilahiyyeyi satmalarındandolayı en acı kelimelerle muaheze eder. Hazret-i İsanın tealimi meleke-i diniyyenin diğer bir safha-i inkişafını temsil ederek ibadetin mahiyet-i hakikıyyesini kabul etmiştir. Kendi tarz-ı ibadetini telkin etmekle Hazreti-i Isa ibadeti teyid etmiştir. İlk havariler Cenab-ı Hakka ihlas ve hamd ü senaya çok ehemmiyet vermişlerdir. Fakat halkın muayyen bir kaidenin lüzumuna mebni mürur-ı zaman ile hıristiyanlar Cenab-ı Hakka vezaif-i ihlası ifa hususunda dalaletlere düşmüş ve bin-netice onları ibadetin mikdarını müddet-i devamını ve ıstılahatını bulmak hususunda sınıf-ı ruhbanın tahakkümüne duçar etmiştir. O zamandan beri ibadet kitapları tertib olunuyor türlü türlü münazaalar vukubuluyor meclisler ictimalar akd ediliyor iman ve vicdana müteallik mesailin halline çalışılıyor. O zamandan beri mihaniki ayinler icra olunuyor bütün haftanın gıda-yı ruhanisini temin için Pazar günleri kiliselere akın etmek adeti teessüs etmiş bulunuyor o zamandan beri ilk havarilerin hadimi tanılan papaslar Isanın bıraktığı miras-ı ruhaniye kendilerini sahib addediyorlar. yedinci asırda bütün bu fenalıklar şayibulunuyordu. Hazret-i Muhammed fariza-i salatı tesis ediyorken beşerin Cenab-ı Hakka muhabbet ve şükranını ifade etmek mevkut bir fariza yapmakla fikri madde cihanında sapıtmaktan vikaye edecek bir nizama tabitutmuştur. Salatın bu şekilde takriri İslam alemini bu farizanın keyfiyet-i gibi her musallinin zat-ı bariye karşı duyduğu bütün hissiyat-ı bahş etmiştir. Kuran-ı Kerim namazın ahlakı yükseltmek ve kalbi tathir etmek nokta-i nazarından haiz olduğu kıymeti en mükemmel bir şekilde beyan etmiştir: Sana kitaptan vahy olunanı tilavet et namaza müdavemet et muhakkak namaz insanı fahşadan aklen ve şeran mezmum olan her şeyden ve münkerden nehy ve meneder. Şüphesiz zikrullah en büyük ve en mukaddes vazifedir. Peygamberimizin duaları tealim-i İslamiyyedeki unsur-ı ahlakinin güzelliğini tezahür ettirir: Ya Rabbi! Beni imanda sabit-kadem kılman tarik-ı temayül etmeyecek masum bir kalb sahibi olmak için sana niyaz ediyorum. Doğruyu söyleyen bir lisan sahibi olmak ve senin bildiğin fezaile nail olmak için bargah-ı kibriyana müracaat eyliyorum. Malum-ı kibriyan olan bütün measiye karşı beni müdafaa etmen irtikab ettiğim günahları afveylemen için sana tazarruediyorum Ya Rabbi! Seni zikr etmek sana bütün kudretimle ibadet etmekliğim için bana yardım et. Ya Rabbi! Nefsime zulm ettim. Kullarının hatasını senden başkası afvetmez. Ya Rabbi! Senin rahmetine sığınıyorum rahmetini şayan gör. Gafur ve rahim yalnız sensin! Bundan başka Peygamberimizden mesur veDua-yı Davudtesmiye olunan bir duada deniliyor ki: Sure-i Ankebut Ya Rabbi! Bana muhabbetini ihsan eyle. O muhabbeti diğin amelleri işleyeyim senin muhabbetin bana nefsimden ailemden servet ü samandan daha aziz olsun. Hazret-i Alinin bu duası en yüksek ruh-ı ihlas ile meşbudurHamd O Allaha ki yegane mabud yegane mescud Odur. Ezeli ebedi rahmet ve kudreti bütün kainatı nur-ı hilkat Odur. Kulluğu ancak Ona ederiz ki her şeyden evvel vardı. Her şey yok olduktan sonra baki kalacak olan Odur. Kuddus sensin Ya Rab! Seven afveden mabud sensin. İstediğine kuvvet bahş edersin. Senin yükselttiğini kimse alçaltamaz. Senin alçalttığını kimse yükseltemez. Ezeli sensin ebedi sensin halık sensin hakim ve alim sensin! İlmin her şeyi kavramıştır. Rahmetin şamildir afv ü safhın cihanı kaplamıştır. Ya Rabbi felaketzedelere yardım eden musibet ren sensin! Kullarına yardım için daima hazırsın. Bütün esrar ve efkarı bilen sen her cemiyette varsın. Bütün fukaranın bi-çarelerin dostu sensin. Ya Rab! Tahasungahımız sensin zuafanın penahı sensin. Sadıkların tahirlerin yardımcısı sensin. İlahi! Muhafızımız müdafiimiz muinimiz sensin! Yardımını isteyenlerin hepsine yardım edersin. Ya Rabbi! Halık sensin biz yalnız mahlukuz. Padişah sensin biz senin kullarınızız. Yardımcı sensin biz senin yardımını arayanlarız. Gafur sensin günahkar biziz. Rahman ve rahim sensin biz karanlıkta bocalıyoruz. Senin nur-ı marifet ve sevr-i muhabbetini arıyoruz. Ya Rabbi! Muhabbet ve marifetini ihsan et. Günahlarımızı afvet. Bizi kurbünle be-kam et. Çin müslümanlarının ahval-i tarihiyyesi ve İslamiyetin Çine dühulü bize ne kadar mechul ise Çinde Müslümanlığın hal-i hazır ve istikbali daha ziyade mechuldür. Zaten bizden hiçbir zaman hiçbir kimsenin böyle bir maksadla Çin seyahati ihtiyar etmediği şüphesizdir. Avrupalılardan birçok heyetler ve hususi seyyahlar gönderilmiş ise de bunların kaffesi kendi devletleri tarafından siyasi ve diyanet noktasından doğru ve serbest bir fikir edinemedikleri eserlerinde İslama aid ma’lumat-ı sahihaya destres olamadıkları... Çin müslümanlarının adedi hakkında gösterdikleri istatistiklerin ve hesabların akıl kabul etmeyecek derecede farkı olmasıyla tebeyyün eder. Bu adamların bazıları Çinde bulunan müslümanları beş milyon bazıları yirmi beş milyon bazıları da altmış yetmiş milyon tahmin ediyorlar. Rus seyyahlarından Batanin namında gayet munsıf ve müdekkık bir zat Çin müslümanlarının seksen milyondan aşağı olmadığını iddia etmektedir. Bunlardan maada birçok misyonerlerin eserleri mevcud ise de onların maksadları malum olduğu cihetle esasen sözlerine itibar olunamaz. Ben Çine iki defa seyahat ettim. Bir kere tarihinde Çinin şimalinden cenuba doğru bütün sevahili dolaşarak mühim merkezlerin her tarafına uğrayarak ve da da garbdan şarka doğru esb-süvar olarak Türkistan-ı Çiniden münteha-yı şarka kadar tamam sekiz ay seyahat ettim. Müslüman ile meskun olan kıtaların ekserisinde on beş yirmi gün tevakkuf ederek temasta bulunduğum cihetle bir Türk seyyahı olduğum cihetle de müslüman kardeşlerimin samimi teveccüh ve iltifatlarına mazhar oldum. Bu seyahatimde esb-süvar olarak katetmiş olduğum mesafenin miktarı kilometredir. Şimendüfer Ben müslümanların mikdar-ı adedine dair bir söz söylemek fikrinde değilim. Yalnız diyeceğim ki o kadar vasi olan Çin vilayetinde hiçbir kıta yoktur ki az çok müslümanı bulunmasın yalnız Kumbel Hami Hanlığından Sedd-i Çini medhali olan Çay Göven nam mevkie kadar kilometrelik bir mesafede müslüman köylerine tesadüf olunmuyorsa da Çinliler de pek az bulunuyor. Maamafih bu arada on iki bin aile Çinlileşmiş Türk aşairi bulunuyor. Fakat bunlar hiçbir din ile mütedeyyin değildir. Kendilerine Kızılordu Türkleri deniliyor Türkçe tekellüm ederler reisleri Abdülhamid Bey Şemseddin namında bir zattır. Bunlar hakkında ayrıca tedkikatımı neşrederim ümidindeyim. Türkistan-ı Çini Müslümanları: Şimdi ibtida-yı seyahatim olan Türkistan-ı Çini hakkında biraz ma’lumat vermek fikrindeyim: Türkistan-ı Çini müslümanları umumiyetle Türkçe tekellüm ederler. Bunlar miyanında Çinli pek az bulunuyor. Bunların da kısm-ı azamı müslümandır. Bunlara Döngani derler yani rücudemektir. Mecusiyetten İslamiyete rücuettikleri cihetle Döngani denilmiş salabet-i diniyyeleri kavi gayet metin bir millettir. Ben bunlar hakkında olan tedkikkatımı dahi atiyen yazacağım. an-ı Çini Türkistan-ı Çini müslümanlarında teceddüd-i fikri hemen yok derecesindedir. Bir aralık İstanbul ile münasebatta bulunan bazı tüccarın himmetiyle mektepler filan küşad olunarak talimat-ı cedidede bulunacak muallimler celb olunmuş; fakat şimdi ulum-ı diniyye tedrisatından başka hiçbir şeyler yok. Medreseler gayet mebzul. Ulema çok. Yalnız Kaşgarda yüz otuz altı medrese ve binlerce talebe mevcuddur. Türkistan-ı Çini ulemasıyla esna-yı mülakatımda usul-i tedrisat hakkında birçok musahabelerde bulundum. Birçok münakaşalar ettim. Umumiyetle bir fikir üzerinde sebat ediyorlar: Rusya müslümanları yeni usul-i tedrisatı tecrübe ettiler otuz sene zarfında ma’lumat-ı diniyye namına hiçbir şeyleri kalmadı artık biz tecrübeye lüzum görmüyoruz diyorlar. Fil-hakika halkın ekserisi cahil. Okumak yazmak bilmezler. Okur yazar adamları ihtimal yüzde bir bile yoktur kendi miyanında okuyup yazmak bilmeyene de Türük derler. Zengin olup okuyup yazmak bilmezse Kara Türük derler. Hiçbir şey bilmez demek manasında imiş. Kumbel Hamide Ali Ağa namında agniyadan birinin hanesinde misafir bulunuyordum. Bir gün kendisine okuyup yazmak biliyor musunuz? diye sorduğum da Ben Kara Türküm elhamdülillahdedi. Hatta bunu iftihar makamında söyler gibi oldu. Zaten okuyup yazmak ihtiyacını dahi bir fazilet addetmedikleri anlaşılıyordu. Ali Ağanın ticareti Türkistan-ı Çiniden Şanghaya kadar uzandığı halde okuyup yazmak lüzumunu hisstemezse başkaları elbette ehemmiyet vermeyecekleri tabiidir. Umumiyetle müslümanlar miyanında Türke muhabbet fevkaladedir. Urumcide bizim Üsküdarlı Ayasofyada müezzin imiş Muharrem Bey namında bir hafıza tesadüf ettik orada teehhül etmiş çoluk çocuğu da var gayet güzel bir hayata malik. Yerli ahali tarafından fevkalade hürmet gördüğünü lisan-ı şükranla nakl ediyordu. Türkistan-ı Çini müslümanlarından son derecede memnun olduğunu hayatı temin edilmiş bulunduğunu Kumbelde Mevlevi Konyalı bir dedeye de rast geldik seksenlik bir ihtiyar. Sikkesi ve nayi yanında oranın hanı tarafından kendisine bir mikdar maaş tayin olunmuş sefalet çekmemiş herkes kendisine ihtiram etmekte haneye de gelerek nay üfledi. Bazı Farisi parçalar okudu kendisi ağladı. Başkalarını da ağlattı. Gayet hoş dinç bir ihtiyardı.Buralara nasıl düştün? diye sordum.Hazret-i Mevlananın fermanıyla geldimdedi. Umumiyetle Türkistan-ı Çini müslümanları misafirperver her yerde bu gibi garib misafirlere tesadüf olunur. Misafir kim olursa olsun hürmet ederler misafir şerefine mahsus ziyafetler tevali eder. Gayet hoş sohbetler olur. Ziyafetlerde ulemadan biri halkanın ortasında oturur ehadis-i Nebeviyyeden yahud başka kitaptan bir hadis okur diğerleri o hadis münasebetiyle teati-i efkar ederler münakaşalarda bulunurlar. Avam kemal-i ihtiramla dinler. Bazan misafiri de biraz imtihan ederler. Mühim meseleler açılır meclis hitamında huffaz tarafından bir aşr-ı şerif okunur. Her akşam birinin hanesinde bulunarak ictimaederler avam da dinlemek için gelir istifade eder. Türkistan-ı Çini müslümanları miyanında yekdiğerine muhabbet ünsiyet fevkaladedir. Kendi beynlerinde her ne gibi ihtilaf olursa olsun mahalle imamları ve ekabir-i ulema huzurunda hakem suretiyle davalarını fasl ederler şeri karara her iki taraf razı olur. Zaten Çin mahkemesine varsa bile ulemadan istifta olunarak hükmolunur. Hülasa umumiyetle Türkistan-ı Çini müslümanları kendilerini dünyanın en rahat yaşayan müslümanlarından addederler. Dünyaları mamur memleketin havası güzel harice ihtiyacları yok mekulat melbusat yerli metaından siyasi gaileleri yok gazetedir mecelledir hiçbir şeyden haberleri yok. Daha elli seneye kadar şimendüfer hattı görmeyecekler. Fil-hakika ihracat hakkında duçar-ı müşkilat oluyorlar. Fakat idhalat hususundaki miş olur. Türkistan-ı Çini gayet zengin bir memleket. Küçar civarında petrol çıkar. Umumiyetle o petrolü istimal ederler. Avrupa usulünde makineler istimal etmezlerse de petrolü kendileri istihsal ve kendileri temizleyerek tün köylere varınca mahrukat maden kömürüyle idare olunur. Şu suretle Avrupa israfatından salim kendi hayatı bir kıta. Evet milyoneri az fakat dilencise de hiç yok. Acaba bu adamlar bu gün medeniyet lüzumunu hissederler mi ve medeniyetin bunlara lüzumu var mı? diye sual olunursa acaba ne cevap verirlerdi? Rif Cihadı- Rif kahramanlarının ihraz ettikleri muvaffakıyat üzerine Fasta İspanyolların mevkii son derece sarsıldığından İspanya diktatörü ceneral Primo dö Rivera bir ricat hattı tesis ve kabaili yekdiğeriyle harbe sevk gibi planların iflası üzerine Rif kahramanı ve sultanı Abdülkerim yahud müşarun ileyhin biraderi ve Rif ordularının Başkumandanı Emir Muhammed ile görüşmek ve müzakeratta bulunmak istediğini beyan etmiştir. Sulh için Abdülkerimin Rif istiklal-i tammını şart-ı esasi olarak dermiyan etmesine mukabil İspanya diktatörü Rifistana ancak muhtariyet-i tamme verebileceklerini; çünkü Fasta gerek İspanya gerek Fransanın Fasta kudret-i harbiyyeyi haiz bir hükumet-i İslamiyyenin teessüsüne muvafakat edemeyeceğini beyan etmiştir. talibi arasındaki farka mebni her halde muma ileyh tarafından dermiyan olunan teklifatın adem-i kabule uğrayacağı ve Rif kahramanlarının mücahedelerinde devam ederek istiklallerini tamamıyla temine çalışacakları anlaşılmaktadır. Bazı ecnebi gazetelerin muhabirleri İngilterenin Rif kahramanlarına müzaheret ettiklerini yazmışlardı. Hatta Resulinin hezimetini bu müzaherete atf etmişlerdi. beyanatta bulunarak İngilterenin İspanyaya müteveccih olduğunu ve onun duçar olduğu müşkilatı bertaraf etmesini temenni eylediğini söylemişti. Rif kahramanlarına bir heyet-i sıhhıye göndermek üzere Mısırda teşekkül eden cemiyetin bir mikdar iane toplamaya muvaffak olarak irsal edeceği heyet-i sıhhıyeyi teşkile başladığını Mısır gazeteleri yazmaktadır. Her halde bu heyetin süratle teşekkül ederek Rif gazilerine yardıma şitab etmesi ziyadesiyle şayan-ı temennidir. Rıza Han ahiren Başkumandanlığı da ihraz etmiştir. Müşarun ileyh İran meclis-i millisine müracaat ederek salahiyetinin mahdudiyetinden dolayı İran ordusunda yapılması icab eden ıslahatın duçar-ı teehhür olduğunu beyan etmiş bunun üzerine meclis vaziyeti derpiş ederek evvelce şahın hukukundan olan İran Başkumandanlığı makamını müşarun ileyhe tevcih etmiştir. Rıza Han bu vazifeden dolayı meclise karşı mesul olacaktır. senesinin evvelinden beri Avrupada bulunan şahın tarafından telgraflar gönderilmiştir. Şahın bu davetlere Mısır – Mısırda yine en mühim mesele intihabat meselesidir. Fil-hakika Mısır intihabatı bir milli hadise halini almıştır. Bir taraftan Zağlul Paşanın gazeteleri müşarun ileyhin kahir bir ekseriyet kazandığını yazıyorlar. Mısırın her tarafından müşarun ileyhe yağan tebrik haberlerini neşrediyorlar. Diğer taraftan Meşrutiyet-perver Ahrar Fırkası kendi gazeteleri olan de sütun sütun telgraflar neşretmekte ve kendilerinin tık kati intihabatı beklemekten başka bir çare yoktur. Birkaç ay mukaddem öldürülen İngiliz serdarı Listakın hadise-i katli etrafında tahkikat devam ediyor ve bazı tevkifat icra olunuyor. Fakat henüz tahkikat hitam bulmamış ve maznunlar mahkemeye verilmemiştir. Tunus- Mısır gazetelerinde okunduğuna göre Tunus matbuatı azim bir tazyik altında bulunmaktadır. Matbuat Fransanın Tunus komiserinin yed-i tahakkümündedir. Mumaileyhin mücerred emriyle gazeteler müsadere olunuyor tatil ediliyor. Son seneler zarfında birçok Tunus gazeteleri tatil olunmuştur. Bunlar miyanında namındaki gazetelerle daha başka gazeteler vardır. Ahiren el-Mümessil namındaki gazetenin sahibi altı ay habse ve frank ceza-yı nakdiye mahkum edilmiştir. Maamafih bütün bu tazyikat müslüman gazetelere karşıdır. Fransız gazeteleri tamamıyla serbest bulunmaktadır. Suriye – Beyruttan alınan ma’lumata göre Beyrut ahali-i İslamiyyesi büyük bir ictimaakd ederek İslami bir cemiyet teşkiline karar vermiştir. teminini istihdaf eden Iraklılar ahiren namındaki bir gazete neşrine başlamışlardır. Gazetenin mesleği Hicaz – Cidde etrafında vukubulmakta olan muharebeler devam etmektedir. İngiliz gazetelerinin verdikleri ma’lumata göre Vehhabiler tarafından Ciddeye her sabah yirmişer bomba atılmış fakat bunlar mühim hasar tevlid etmemiştir. Bianen aleyh vaziyet-i askeriyyede şayan-ı kayd bir tebeddül yoktur. İngilizlerin Ciddeye tedkikatını ikmal ettikten sonra Londraya avdet etmiş ve müşahedatını gazetesine yazmıştır. Muma ileyh Vehhabiler tarafından ihraz olunan zaferin gelip geçici bir zafer olduğunu bunların devamlı bir idare tesis edemeyeceklerini beyan etmektedir. Hindistan- Lahordaki İşaa-i İslam yani Neşr-i İslam encümeninin asar-ı gayretinden biri de bu hafta gazetelerimizde mevzu-ı bahs olmuştur. Neşr-i İslam encümeni geçen Teşrinievvelde Almanyanın makarr-ı idaresi olan Berlinde esasını vazettiği cami-i şerifin inşaatını olunacak ve bu suretle hakaik ve meali-i İslamiyyenin neşri için Almanyada bir merkez-i irşad teessüs etmiş bulunacaktır. Berlin cami-i şerifi Berlinin en mükemmel bir yerinde yapılacak faaliyetinin tanzimini müteakıb neşr-i İslam encümeni Romada Vatikanın tahassungahında da bir cami-i şerif inşasına başlayacaktır. Neşr-i İslam encümeni şimdiden Berlinde namında bir İslam mecmuası neşrine başlamıştır. Talak Talak izdivac kanunlarına mülhaktır. Talakın yalnız nev-i beşere has bir şey olduğu anlaşılıyor. Tabiat hayvanat yahud tuyura zevcelerinden ayrılmalarını iktiza edecek bir hassasiyet bahş etmemiştir. Hayvanat ve tuyur içinde bir arkadaş ile iktifa edenlerin yekdiğerine karşı garizi bir sadakat ile imtizac-ı tıbaile meftur oldukları anlaşılıyor. Nev-i beşer ise muhakeme ve serbesti-i ödemektedir. Erkekler ve kadınlar şüreka-yı hayatlarını gösterseler bilahare aralarında ihtilaf vukuu yine çok muhtemeldir. Yekdiğeriyle geçinemeyen zevc ve zevcenin yegane sebeb-i ihtilafı sadakatsizlik değildir. Zevc ve zevcenin huyu ve zevki yekdiğerinden o kadar farklı olur ki bu hal hayat-ı zevciyyeyi alt üst eder. Sadi der ki:İyi bir adamın evinde olan fena bir zevce onun için bir cehennemdirkadın da erkekten daha mütehammil ve feragat-i nefse daha müsaid olduğu halde sevmediği bir erkekle imrar-ı hayata mecbur olursa aynı suretle müteessir olur. Kadının nazarında evi erkeklerden daha azizdir. Kadının çocuklarına muhabbeti de fıtraten daha fazladır. Umumiyetle kadının hissiyat-ı şefaatkaranesi ve zevcine merbutiyeti daha fazladır. Bu hususatta kadının erkeğe faikıyeti müsellemdir. Kadın; zevcini çocuklarını ve evini terk etmektense birçok zahmetlere tahammülü tercih eder. Kadınların bu seciye-i niseviyyesini nazar-ı dikkate alan yegane şeriat şeriat-i İslamiyyedir. Malum olduğu üzere Hindu dininden başka bütün edyan erkeğin zevcesini boşamasına müsaade etmiştir. Fakat Müslümanlıktan başka hiçbir din zevcenin hakk-ı talakını kabul etmemiştir. Zevclerin zevcelerini boşamalarını Yunanlılar Romalılar Beni İsrail ve hıristiyanlar kabul etmişlerdir. Ehl-i İslam içinde bazı fukaha müslümanlar için talakın mübah olmadığı ictihadında bulunmuşlar fakat bu nokta-i nazar kabul olunmamıştır. talakın gayr-ı sahih olduğuna dermiyan olunan delaili red ettikten sonra der ki:Talak fil-hakika memnudur. Fakat bazı şerait dahilinde mübah olur. Maamafih bazı fukaha talakın hiç mübah olmadığı fikrindedirler. Diğer taraftan Müslümanlığın kadına hürmeti o derecededir ki erkeğin bazı zaaflarını ve bedeni kusurlarını tadad ettikten sonraTalak kadının hukuk ve menafiini temin için lazımdırder. Şurası muhakkaktır ki Resul-i azamın talak kadar nefretle karşıladığı bir şey yoktu. Peygamberimiz buyuruyorlar ki: Helal olduğu halde nazar-ı ilahide menfur olan şey talaktır. Cenab-ı Hak yeryüzünde talaktan daha menfur bir şey yaratmamıştır. Bir talak oldu mu arş-ı ala titrer. Köleleri azad etmek kadar All hı hoşnud gerisini var git sen hesab et artık Peygamberimizin talaktan ziyadesiyle nefret ettiğini her müslüman bilir. Fakat şeriat-i İslamiyye cihanşümul ve her zaman ve her mekan için gönderilen bir şeriat olduğu için Hazret-i Muhammedin talaktan müteneffir olmasına rağmen talaka dair vaz-ı ahkam etmesi lazımdı. Fakat Resul-i azamın talaktan nefret etmesi ümmet-i İslamiyye için pek hayırlı olmuştur. Çünkü binBaşmuharrir Sahib ve Müdir netice yüz milyonlara balig olan müslümanlar arasında talak az vukubulmaktadır. Müslümanlar arasında talak mühimce bir hareket tanılır. Ve zevcelerini tatlik edenler beynennas itibarlarını zayiederler. Talaktan ictinab için ziyadesiyle dikkat etmeli. Çünkü talak mübah olmakla beraber Cenab-ı Hak talak vukuundan hoşnud olmaz. Talak kelimesinin telaffuzu bile kadını incitir. Bir insanı incitmek nasıl doğru olabilir. Talak mutlaka lazım olduğu zaman talak-ı selaseden melidir. Kadın hiddet ve istihkar ile ve sebepsiz tatlik olunmamalı. Bu hareket edeb ve nezaket dairesinde vukubulmalıdır. Talakı müteakıb insan sabık zevcesine bir hediye vermeli zevcesinin esbab-ı talakını başkalarına maruf bir zataZevcenden niçin ayrılıyorsundenilmiş o daZevcemin esrarını faş edememdemişti. Talakın bilfiil vukuunu müteakıb aynı zata zevcesini niçin boşadığı sorulmuş bu defa daSabık zevcem artık benim yabancımdır. Onun mesail-i hususiyyesiyle alakadar değilim cevabını vermişti... Müslümanlık talaka karşı manialar vazederek onu şiddet ve ısrar ile tahdide teşebbüs ettiği halde talakı suret-i katıyyede menetmemesi şeriat-i İslamiyyenin bir kavme ve bir zamana münhasır değil bütün akvam ve kaffe-i ezmana şamil bulunmasından ileri gelmektedir. Mattanın rivayetine nazaran Hazret-i IsaBen yalnız İsrailin gaib olmuş sürüsüne gönderildimdemiştir. Binaen aleyh Isanın talak kanunu ki Iseviyetin kadınlara dair yegane kanunudur Beni İsraile münhasır ve o zaman kadınlarının duçar oldukları vaziyeti ıslaha matuf idi. Matta İncili Hazret-i Isanın şeriat-i Museviyyeyi tebdil ve zevceyi tatlik için yalnız sadakatsizliği kabul etmesinden bahs ediyorken Hazret-i Isanın şu sözleri söylediğini kayd ediyor: Kalblerinizin katılaşmasına mebni Musa sizin zevcelerinizi bırakmanızı kabul etti. Fakat evvelce mesele böyle değildi. Ben de size diyorum ki zina müstena olmak üzere kim zevcesini terk edecek olur ve başka bir kadınla izdivac ederse zina irtikab etmiş olur. Tatlik olunan bir kadınla da tezevvüc eden zina şeriki olur. Buna karşı havariyyun dediler ki vaziyet bu merkezde ise kabul edeceği bir söz değildir ... Hıristiyan hukuk-şinasları Hazret-i Isanın teblig ettiği rivayet olunan bu maddeyi tevsia mecbur kalmışlardır. Çünkü bu madde medeniyet ve hayat-ı ictimaiyyenin bütün ihtiyacat ve bütün şeraitini kafil değildir. Hıristiyan Rusya ki Sovyet idaresinin teessüsünden mukaddem en mutaassıb hıristiyan memleketlerinden biri idi. Orada talak için sebep takarrür etmişti. Amerikada talak bir oyuncak haline girmiştir. İngilterede de sadakatsizlikten maada başka sebepler için de talakın kabulü lehinde büyük bir hareket başlamıştır. El-hasıl bütün medeniyet alemi talak hususunda esasat-ı İslamiyyeyi yani talakın sadakatsizlikten başka esbab için de vukuunu kabule mütemayildir. Müslümanlığın talaka aid kavaninini tedkik ediyorken bunlara müteallik olan ayat-ı celile-i Kuraniyyeyi nakl edeceğiz. Fakat buna şüruetmeden mukaddem bu nukatı daima göz önünde bulundurmalıyız: Müslümanlık cihan-şümul bir dindir. Müslümanlık şiddetle ve muvaffakıyetle talakı tahdide çalışır. Bilhassa Müslümanlık müslümanlarda çok yüksek bir ruh-ı dini vücuda getirdiğinden onların bütün harekatını murakabe eder. Talak kavanini izdivac ve hıdane kanunlarıyla birlikte tetebbuolunmalıdır. Bu ayet-i kerimenin manası:Hak Tealanın ayatından biri de size kendi nefsinizden arkadaşlar yaratmıştır ki onlarla nail-i huzur olasınız. Cenab-ı Hak aranıza meveddet ve rahmet koymuştur. Hiç şüphe yoktur ki izdivac cemiyet-i beşeriyyenin refah ve mesudiyetinde pek mühim bir amildir. Nev-i beşerin bekası ona vabestedir. Binaen aleyh talak cemiyet-i beşeriyye için ancak gayr-ı mülayim olabilir. Fakat bazı şerait dahilinde talak bir nimet-i ictimaiyye olur ve birçok aileleri sefalet ve felaketten kurtarır. bir bar teşkil ettiği zaman şüphesiz talaka müracaattan başka çare yoktur. Müslümanlıkta izdivac bir akiddir. Talak o akdin feshidir. Müslümanlık izdivacı tasdik için birtakım merasim vazetmemiştir. Rıza-yı tarafeyn mehir tayini iki şahid bir erkek ile bir kadını zevciyet rabıtasıyla bağlamaya kafidir. Akd-i izdivacın feshi için merasime ihtiyac yoktur. Mahkemelerde kirli çamaşırların meydana çıkarılması ve esrar-ı ailenin ifşa edilmesi gibi harekata Müslümanlık tahammül edemez. Müslüman bir zevc zevcesinden ayrılmak istiyorsa bu hareketin ismi talaktır. Bu hareket suret-i hususiyyede icra olunur. Talak zevcenin talebi yahud mütekabil itilaf ile vukubulursa buna Havle yahud Mübarat tesmiye olunur ve bunu hakim-i şeri icra eder. Akd-i izdivacı fesh için Müslümanlık şerait-i mahsusa vazetmez binaen aleyh her akd-i izdivacın kendi şerait-i mahsusasına göre feshine müsaade eder. Kadın kendini himayeye muvaffak olmazsa bile Kuran-ı Kerim onu bu ayetleriyle himaye eder. Kuran-ı Kerim erkeklere hitaben diyor ki: YaniBir zevcenin yerine diğer bir zevce almak ister de bunun yerine bir yığın altın vermiş olsanız bile ondan bir şey almayınız. Onu bühtan yaparak ve aşikar bir günah işleyerek nasıl alırsınız? Nasıl alırsınız ki her biriniz diğerine ifza etmiş ve kadınlar sizden muhkem misak almış bulunuyorlar ... Bu ayat-ı kerime Müslümanlığın menafi-i nisvana ne kadar riayetkar olduğunu gösterir. Kuran-ı Kerim mehir için Kantar kelimesi istimal etmekle mehre bir had tayin etmemektedir. Bunu müteakıb etmesini emr eylemektedir. Bu suretle talak kuvveti neva-ma kadının eline verilmemektedir. Kadın arzu ettiği takdirde evlendiği zaman yahud ledet-talak veya talak vukuu takdirinde alacağı mehrin talakı kendi elinde bulunduracak derecede yüksek olmasını temin edebilir. Sure-i Bakarada talak hakkında varid olan ayat-ı kerimenin meali bervech-i atidir: Talak iki kere olur. Ondan sonra zevcelerinizle iyi geçininiz yahud onlardan nezaketle ayrılınız. Onlara verdiğinizden bir şey alsanız mübah değildir. Meğer ki hudud-ı ilahiyyeyi adem-i muhafazalarından endişe edesiniz o takdirde ihraz-ı serbesti için kadının vereceği şeyde beis yoktur. Hudud-ı ilahiyye bunlardır. Bunları tecavüz etmeyiniz. Kim ki hudud-ı ilahiyyeyi tecavüz eder elbette zalimler onlardır. Böylece bir erkek zevcesini tatlik ederse bu kadın başka bir erkekle nikahlanmadıkça birinci zevcine helal olmaz. Kadın bundan boşanırsa ona varmasında beis yoktur. Eğer hudud-ı ilahiyyeyi ikame edeceklerini zannediyorlarsa! Hak bunları bilen bir kavim için beyan ediyor. Kadınları boşar da bunlar muayyen müddette varırlarsa ya onları hüsn-i suretle elde tutunuz yahud onlardan nezaketle ayrılınız. Onları incitmek ve hududu tecavüz etmek için zimmetinizde tutmayınız. Bunu yapanlar yok mu işte onlar kendi nefislerine zulm edenlerdir. Ayat-ı ilahiyye ile istihza etmeyiniz. Cenab-ı Hakkın size rayegan ettiği nimetleri sizi irşad için gönderdiği kitabı ve hikmeti düşününüz. Allahdan korkunuz ve Allahın her şeyi bildiğini biliniz. Sure-i Talakda buyuruluyor ki: Ey Nebi! Kadınları tatlik ettiğiniz zaman onları iddetleri olan Allahdan korkunuz. Kadınlar ancak bir fahişe irtikab etmedikçe onları evlerinden ihrac etmeyiniz. Onlar da evlerinden çıkıp gitmesinler. Hudud-ı ilahiyye işte bunlardır. Hudud-ı ilahiyyeyi tecavüz edenler kendi nefislerine zulm ederler. Bilmezsiniz ki belki Cenab-ı Hak ondan sonra onları yine birleştirir. Binaen aleyh iddetleri inkıza edince kadınları ya iyilikle tutunuz yahud iyilikle onlardan ayrılınız. İki şahid-i adil işhad ediniz. Şehadeti Allah için ifa ediniz. All ha ve yevm-i ahirete iman eden bundan müstefid olur. Allahdan korkanlara Cenab-ı Hak bir mahrec gösterir... Kendi ikamet ettiğiniz yerde kudretinize göre onları yiniz. Hamile iseler vaz-ı haml edinceye kadar onları Yekdiğerinize karşı iyilik etmeyi tavsiye ediniz. İhtilaf ederseniz başka biri çocukları ırdaedebilir. Vüsat hal sahibi olan haline göre infak etsin. Rızkı mahdud olan Cenab-ı Hakkın kendine ihsan ettiğinden fazla bir şey tahmil etmez. Allah usrden sonra yüsr Medhal - Bu fıkranın mevzuuİslamiyetin Hıristiyanlığa bilvasıta olduğu için bu karanlık ve gayr-ı mekşuf noktayı sözde izah oluyor. Fakat müellif cenablarının bu pek çetin hakkı iltizam eden ve meşhudün lehe adaveti her hal ve tavrında zahir olduğu halde ma-vakaa mutabık bazı sözleri mahza hukkamın şaşırtma zoru ile kisve-i ibhama bürüyerek mükrehen ve kerhen ağzından fırlatan bir şahid-i zur hali vardır.Asri medeniyetin Asyadaki daha kadim ve daha muhafazakar medeniyetler üzerindeki tesir-i inhilal-perveranesine müslüman kavimlerinin mukavemet göstermelerinde öyle galebe çalınmaz bir ride de muhafaza edecekimiş.İslamiyetin zuhurunu Hıristiyanlığın elinden müebbeden aldığı müminlerin mikdarıhıristiyan kilisesine bais olduğu manevi ve maddi zararların çokluğu yüzünden Hıristiyanlığın duçar olduğu mesaibin en azimi gibi telakkiettiğinden dolayı müellif hıristiyan kilisesini muhtac-ı tesliyet addederek le yüreğine biraz su serpmeye lüzum görüyor. Ve: İslamiyet Hıristiyanlığın hasta birçok uzuvlarını katederek ve onu müşkil bir imtihana sokarak Hıristiyanlığa bil-vasıta büyük bir hizmette bulunmuştur. Protestanlık reforması Katolikliğin inhitatını tahdid ve tevkif eden necat-bahş bir aksül-amel vücuda getirmemiş midir? Diyor ki bu na-şenide istidlalin kuvvetine doğrusu di-yecek yok. Demek ki Hıristiyanlık cemaatinden yüzlerce milyon halkın itizali veya diğer bir dine girmesi sayesinde necat bulmuş inhitatı tahdid ve tevkif edilmiş öyle mi? Bu ne acayib din ve akide imiş ki salikanı azalmadıkça rüsuh ve istikrar peyda edemiyor daha garibi varlığını kurtaramıyor? Dünyada dini gayr-ı dini hiçbir cemaat var mıdır ki hem-fikir ve hem-akide olan efradının azalmasıyla iftihar etsin? Her halde tesellinin bu nevi bütün manasınca züğürt tesellisidir. Bu kıyas-ı temsili gülünçtür. Hoş bu sözünün ciddiyetine kaili de etmesinden efrad-ı müsliminin çoğalması hesabına ervah-ı Nasraniyyenin azalmasından dolayı evvelce bize dinlettiği o kulaklar tırmalayan uzun ve na-mevzun mersiyeler ne idi? Ba-husus bu satırların daha mürekkebi kurumadan beş altı satır aşağıda papanın nazarında -tıpkı Protestanlık gibi- şizmatik yani ana kiliseden iftirak etmiş olan zavallı Rum kilisesine neden o kadar çatıyor? Akıl kantarına vurunca bu sözdeki tenakuz ap-açık görünür. Lakin müellifin burada istimal ettiği alet-i istidlal kavanin-i akıldan istinbat olunan kıyasat-ı mantıkıyye değildir. Onun burada kullandığı -tabir caiz ise- mantık-ı hissidir. Aklını hangi hisse zebun ettiğini tasrihe de hacet yok. Rum kilisesi İslamın intişarına mukavemet edemediği lığın zuhuru ise fütuhat-ı İslamiyyenin durduğu savlet-i mevzuda onlar hakkında keff-i lisan etmeyi tercih ediyor. Yoksa akide itibarıyla Katolikliğin nazarında mariz ve bu kilisenin selameti için vacibül-katuzuvlar olmakta elbette Protestanlığın Ortodoksluktan farkı yoktur. Müellifin istidlalinde biraz ciddiyet varsa İslama -farz bu ya!- bu gün yeni bir kuvvet gelip de hasta uzuv dediği şark kilisesini büsbütün ortadan kaldırsa bütün Ortodoksları müslüman etse bu yeni fütuhata da Katolikliğe necat-bahş oluyor diye sevinmesi lazım gelir ki bu farzın mihverinden oynatır zannederim. Çünkü daha bu söz kaleminden damlar damlamaz hemen: İslamiyetin medh u sitayişine dair bir eser yazmak fikrinde değiliz. Vazifelerimizden biri bu cidal-cu dinin beşeriyete verdiği gayr-ı kabil-i tasvir felaketleri na-mütenahi hataları hataların kime aid olduğu anlaşılamıyor bi-tarafane! hikaye etmek olacaktır. Sözleriyle nakus-ı istiğfarını çin çin öttürmekte istical bi-tarafane tabir-i nifak-aludunu da unutmaksızın bütün programı şu son satırlarda telhis edilmiş bulunduğu nasıl hesaplayarak atmak lazım geldiğini bereket versin ki yine müellifin lütf-ı delaletiyle öğreniyoruz. Fıkranın bundan sonrası şark kilisesinin zem ve takbihine aiddir.Rumların ve Rusların tabiolduğu bu Ortodoks Hıristiyanlığın yedinci asırdan yani zuhur-ı terakki göstermediğini hatırlattıktan sonra: bu gün mevcud olan muhtelif Hıristiyanlık şekilleri arasında Ortodoks mezhebi arz ettiği hareketsizlikten ve ala-halihi tevakkuftan dolayı en az nail-i muvaffakıyet olanıdır. Çünkü bu değişmemezlik bu vaziyette bir tedenniye muadil oluyor. Sözlerini ilave etmektedir. Öyle ya Katolikler İspanyadan Sicilyadan Maltadan Balear adalarından Macaristandan ziden ta Magrib-i Aksaya kadar bütün İslam ülkelerini kabza-i teshire geçirdiler. Protestanlar da Hindi Mısırı Cava adalarını hep aldılar hareketsiz durmayıp terakki ettiler de Rumlarla Rusların aralarında kalan Türkleri Ortodokslar hala bitiremediler. Bundan büyük vazifenaşinaslık delil-i acz u meskenet olur mu? Şimdi bu kabahatli mücrim kilisenin müslümanları Hıristiyanlığa bil-vasıta ne türlü hadim ettiğini anlatmaya sıra geliyor. Bakınız nasıl bir lisan ile. İslamiyet hiç zuhur etmemiş olsaydı bu mürteci ruhlu Ortodoksluk acayib! Katolik papasların liberal ve laik ruhlu olduklarını bu vesile ile öğreniyoruz o tarihden bu zamana kadar hükümran kalıp da kurun-ı vustanın en fena asırlarında bütün dünyayı tenvir etmiş olan o muhteşem Arap ve Acem medeniyetinin tevlidine meydan vermeseydi Asyanın garp taraflarıyla kurun-ı vusta Avrupası acaba ne halde bulunuyordu? sualini ilme hak ve hakikate tasadduk kabilinden irad ettikten sonra hemen: Burasını kimse tayin edemez. Şarkta seyahat eden bir adam Ortodoksların Katoliklik Protestanlık gibi sair hıristiyan mezhepleri karşısındaki geriliğini kendi gözleriyle görebilir. Cevap ve talilini yamayarak mezhebin geriliğini isbata yeltenmiştir. Müverrih-i müdekkıkımiz burada elfazı yekdiğeri makamında istimal ederek pek parlak bir mugalata yapıyor. Çünkü Ortodoksların geriliği başka Ortodoksluğun geriliği yine başka mana ifade eder. Müellifin kast ettiği gerilik Ortodokslara raciise hiç şüphe yok ki bu gerililik onca daire-i İslamın tevessüüne dünyayı tenvir etmiş olan o muhteşem Arap ve Acem medeniyetinin tevlidine meydan vermelerinden ibarettir ki eski zamanlarda Katolikler de Rumlardan fazla bir şey yapamadıklarına nazaran aynı töhmette onlarla müşterek bulunuyorlar. Yok eğer bu gerilik akideye aid ise delail-i akliyye ve vekayi-i tarihiyye her halde Katolikliğin aleyhinedir. Bir kere bütün mezahib-i Nasraniyyeye sari bir maraz-ı müşterek vardır ki o da mesail-i imaniyyenin akla münafat-ı sarihasına bakarak bunları mizan-ı akla vurmaktan nası tahzir etmekten ibarettir. MeselaBir üçtür üç birdirtevhid-i acibine İbnullahın tecessüd ve nefsini feda ettikten sonra nev-i beşeri halas etmek istediği halde yalnız bu akide-i acibeye iman edenleri kurtarabilmiş olduğuna kilisede esna-yı ayinde herkesin yediği ekmek başkası olmadığına itikad kabilindenEsrar-ı imaniyye dedikleri esrar-ı sebayı anlamaya akla yol vermekten ise aklı yolcu etmek daha münasib olacağına kail olurlar. Bu mesail üzerine imal-i zihin ve fikir edeni kafir sayarlar. Hıristiyanlık aleminde akıl ile imanın taaruzunu daima görüp yine daima aklı imana feda etmeye o kadar alışmışlardır ki en büyük ilahiyat uleması aklen kabul edemeyeceğimiz şeyi bi-hasebil-iman tasdik ederiz derler. Kant gibi en büyük ve en müteehhir olan bir feylesof bile akl-ı nazari yani edille-i akliyye ile sanki red ve ibtale çalıştığı vücud-ı vacib ve ahiret gibi hakayık-ı aliyyeyi akl-ı ameli yani delail-i imaniyye ile tasdik etmek lazım geldiğini bi-muhaba söyler. İşte bu maraz-ı müşterekin her gune arazını çekmekte Katolikliğin Ortodoksluktan hiç farkı yoktur. Fazla olarak Şemun es-Safanın Sen Piyerinvekili dedikleri papaya la-yuhtilik isnad ederek insanın saadet-i düneyviyye ve uhreviyyesini onun -cennet arsalarını para mukabilinde arşın arşın dönüm dönüm satmak raddelerine varan- hevesat-ı heva-perestanesine tabiaddetmeleri gibi havsala-suz itikadat ile alude bulunuyor ki Luteryanism Kalvinizm Anglikanizm gibi türlü namlarla Protestanlığa dahil olan nasaraya isyan bayrağını açtırmıştır. Zaten mugalatasının pek açık olması müellifi de biraz vesveseye düşürmüş olacak ki: ve şarkta seyahat eden adam bazılarına ihtimal ki haksız gibi gelecek bu tenkidin manasını takdir edebilir. Diye safsatasındaki ağırlığı aklı sıra bir dereceye kadar tamire çalışıyorsa da zahmeti beyhude kalıyor. Devam edelim: Rum milleti zuhur-ı İslamdan evvel bileHer türlü dinci asırdaki Rumlar bütün faaliyetlerini akim ilahiyat münakaşalarına hasr ediyorlarmış. İlk Hıristiyanlığın gayet yüksek mefkuresini ilk günahın ceza-yı ebedisinden tahlis için din-i hakikate celb etmekemelini tamamıyla unutmuşlarmışRumların ahlaki ve askeri iktidarsızlıkları gibi Sasaniler de ve dinleri de tedenni ve inhitat halinde bulunuyorimiş. İşte böyle bir zamandaİslamiyet nagehani surette meydana çıkmışimiş. Akim ilahiyat münakaşaları Katoliklerde de maaziyadetin var idi. Hala da vardır. Bunu Rumlar hakkında kusur sayması haksızlıktır. İlk günahın ceza-yı ebedisinden tahlisin ne demek olduğunu karilerimizin bir çoğu anlayamadığı için muhtasar bir izaha muhtacdır. Her hangi mezhebden olursa olsun hıristiyanlarca esrar-ı vacibdir iman etmeyen kafirdir: Cenab-ı Hak Adem babamız sallallahu aleyhi ve sellemi yaratıp cennete koyduktan sonra vakiolan zelle-i mahudesinden dolayı ümmül-beşer Hazret-i Havva ile birlikte kendisini oradan lanet etmiş!!! Bütün nev-i beşer kendilerinin işlemediği bir baba cürmünden hatie-i asliyye dedikleri masıyetten dolayı ebediyyen cehennemde yanmaya mahkum olmuş sonra Cenab-ı Hak bu günahkarlara acımış ama afva çare bulamamış nihayet oğlu! Mesihi sallallahu aleyhi ve sellem suret-i cesedaniyyesi ile bu dünyaya göndermiş. O da kendini çarmıha gerdirerek nev-i beşere feda etmiş hatta cehenneme girmiş ve böyle bir fedakarlıktan sonra bu cürümsüz zavallıların ancak bir kısmını yani Salibe ve muahharan kilise teşkilatının bulmamışları havsala-i akla sığmayan bu sırr-ı imaniye davet ederek zümre-i naciyyenin adedini çoğaltmak olduğu için Rumları bu vazifelerini ihmal ettiklerinden dolayı duçar-ı itab ediyor. Halbuki eğer hakikaten bitaraf ve munsıf ise mesail-i itikadiyyede iyi kötü aklını manlara bu anlaşılmaz sırrı telkin edememekte onları mazur görmesi lazım gelirdi. Çünkü bu gün bile misyonerler kendilerini himaye eden o namütenahi kuvvetler dest-i semahatlarının ibzal ettiği bunca milyonlar varken dünyanın her köşesinde ba-husus müslümanlarla karşılaşınca duçar-ı haybet ve mesaileri giriftar-ı akamet oluyor diye daima şikayet edip durmaktadırlar. Ağaca taşa tapan akvam-ı vahşiyye karşısında bile bu misyonerler müslüman tacirlerin telkinatı ile çarpışınca yüz geri etmek mecburiyetinde kaldıklarını itiraf ediyorlar. Garb kiliseleri için ayıb sayılmayan bir şey şark kilisesi için neden ayıb oluyor? haiz olduğu fezail ve kemalat-ı zatiyyesi eseri olmayıp harici sebeplerle vakiolduğunu anlatmak içindir. Alem-i var imiş de kendisince bit-tabi’ şayan-ı esef olan inkişaf-ı din-i İslam onun için saha-i imkana girmiş demek istiyor. Bundan sonraki satırları beraber okuyalım: işte o zaman İslamiyet nagehani surette meydana çıktı. Bir tehdid-i tahrib gibi meydana çıktı. Dikkat buyurulsunTehdid-i Tahribile tavsif ettiği şey bir sahife evvelDünyayı tenvir etmiş muhteşem vasfını kendisine reva gördüğü Arap ve Acem medeniyetini ... Maamafih Asya ve Afrika halkı için belki daha kabil-i idrak olmakla beraber Hıristiyanlığın esasatından daha az yüksek esasattan hareket ettiği halde bidayet-i tevellüdünden itibaren na-kabil-i mukavemet bir kuvvet dı. Bu da söz mü? Maksad Müslümanlığın Hıristiyanlık dinine karşı kolay bir zafer kazandığını isbat ise bu kadar zaif edille ile meydana çıkmak bir müverrihe yakışır mı? Daha yüksek esasattan hareket eden kimse ve yaşı kendisinden üstün olan esasata nasıl galebe edebilir? Haksız olarak maddeten ve kahren vakiolan galebatın muvakkat olduğunu bu zat acaba bilmiyor mu? Kanaatlerin çarpıştığı yerde madun olanın kanaati müsademeden sonra -bundan evvelki fıkrada itirafı vech ile- nasıl derin olabilir? Bizim bildiğimize göre hak daima galibdir daima alidir. Mükirinin inkarı da kahr u galebesi de olsa bu ... yeni din bu ınnin akvamı elektrikledi onları yeniden canlandırdı. Eski uzviyetlere yeni bir hayat nefh etti. Muhteşem bir medeniyet yarattı. Bi-gayr-ı hakkın yangına benzetilen sıfat-ı kaşifesi mahv u tahrib imiş gibi gösterilen Arap ve Acemin o muhteşem medeniyeti olmasaydı elbette şimdike muhteşem medeniyet de doğmazdı. Fakat insaf edelim Avrupa medeniyetini doğuran Hıristiyanlık mıdır? Bu günkü medeniyeteHıristiyan Medeniyetidenilmesi yanlıştır.Hıristiyanların Medeniyetidir. Hıristiyanların dini medeniyeti değildir. Papalar kendilerine rağmen tekamül ve teessüs eden bu medeniyetin medeniyet olduğunu kerhen kabul ve teslim etmişlerdir. Hiç akla cevaz-ı istimal vermeyen kilise kanunları akıl ve tecrübe üzerine müesses olan bir medeniyeti tervic edebilir mi? Vakıa Avrupadaki muhteşem medeniyetin babası Endülüs medeniyeti oldu. Fakat bu Katoliklik için acaba neye mal oldu? Bir kere Katolikliği parçaladı milyonlarca ervahı papanın daire-i übüvvetinden ihrac etti. Birçok Katolik hatta hıristiyan kalblerindeki akideyi tezelzüle uğrattı. Kurun-ı cedidenin ta bidayetlerinden on sekizinci asrın nihayetlerine kadar bu günkü parlak medeniyetin mübeşşirleri sayılan nice nice erbab-ı fikir ve kalemin canları kilisenin otodafe ateşleri içinde tazib edildi durdu. Vicdanlara casus olmak daiyesinde olan Engizisyon mahkemelerinin icraatı hep bu günkü muhteşem medeniyeti boğmak için değil miydi? Her halde din-i İslam medeniyet-i İslamiyyenin zahir ve muini olduğu gibi Nasraniyet şimdiki medeniyetin yardımcısı olmadı. Medeniyet-i İslamiyye din-i İslam ile el ele vererek terakki etti. Din ile ilim arasındaki rabıta gevşediği günden beri medeniyet-i İslamiyye de gevşedi. Medeniyet-i Nasraniyyeye ise bil-akis Hıristiyanlık müddet-i medide muarız kaldı. Garbda din ile ilmin arası açılmadıkça medeniyet yol alamadı. Orada engel olan dini yıkan ilim olmuştur. İki din arasındaki fark da işte budur. bu gün bile bu iman tesir-i inkişaf-perveranesi kısm-ı azamı itibarıyla sönmüş olmakla beraber dünyanın en büyük manevi kuvvetlerinden biri olarak payidar bulunuyor ve Asyada Afrikada Hıristiyanlık fikirlerinin galebesine karşı na-kabil-i iktiham bir hasar teşkil ediyor. Söz ne kadar eğilip bükülse kerhen teslim edilen bu netice pek doğrudur. Fakat -tahlil ettiğimiz üzere- mukaddimatı hep fasiddir. Ya Rabbi daima hamd ü senaya şayan daima hazır daima mevcud daima yakin olan ve her şeyi bilen sensin; her kalbde her ruhda yaşıyorsun. Marifetin her fikirde meknuzdur. Onun şebihi yoktur naziri yoktur birdir ezelidir hamd Ona edilir ki afv ü merhameti her günahkarı sarar ve Onu inkar edenlerin bile rızkını ihsan eder. Uyumaz uyuklamaz hayy ve kayyumdur. Rahmetinden bütün günahlarımızı afveder. Bütün mahlukatını sever. Rabbime şehadet eder peygamberinin doğruluğuna iman ederim. Salat ü selam ona ve onun al ve evladına... Bir İngiliz muharriri der ki:İslamın en büyük şanlarından biri mabedlerinin insan eliyle kaim olmamasıdır. Gök kubbenin altında her hangi bir yerde bir müslüman namazını kılar. Cenab-ı Hakkın namı zikr olunan her yer tahirdir. Bir müslüman ister evinde ister evinin haricinde olsun namaz vakti hulul etti mi ruhunun şükranını kemal-i samimiyetle atebe-i uluhiyete arz eder. İbadetin müddet-i devamı onun dikkatini itab etmez. Esasen onun ibadeti insanlığın kulluğunu Cenab-ı Hakkın azametini ve mahlukatın rahmet-i ilahiyyeye itimadını ifade eder. Müslümanların namazındaki ihlas ve ubudiyeti hıristiyanlar anlayamaz. Mazinin muhbir-i sadıkı olan anane Resul-İslamın esna-yı ibadette lerzan-ı heyecan olarak ağladığını bize haber vermektedir. Hazret-i Muhammedin Müslümanlığı bir sınıf-ı ruhban tanımaz. Maarif-i ruhaniyyenin inhisarını yahud halık ile mahluk arasında hususi kudsiyetlerin kaim olmasını kabul etmez. Her şahıs bir papas veya bir kahinin müdahalesi olmaksızın halikına kıyam eder. Menafii yed-i inhisarlarına almak isteyenlerin vücuda getirdikleri ne bir kurban merasimi ne de hususi ayinlere ihtiyac vardır. Her insan kendinin papasıdır. Hazret-i Muhammedin Müslümanlığı biri diğerinden daha yüksek olan bir insan kabul etmez. Avrupa mütefekkirleri ibadet-i İslamiyyenin mudıl olduğunu söylerler ve bundan şikayet ederler. Halbuki kelamullahın telkin ettiği ibadet gayet sade ve gayet yüksektir. Kuran-ı Kerim amal-i imanı takrir eder ki bunlar şehadetten salat ve zekattan sıyam ve hacdan ibarettir. Kuran-ı Kerim salatın keyfiyet-i ifasını tafsil etmemiş; fakat Peygamberimiz salatı nasıl eda etmişse müslümanlar da onu öylece ifa etmektedirler. Maamafih Kuran-ı Kerim Cenab-ı Hakkın ancak insanların takvasını istediğini beyan eyler: Yüzlerinizi maşrıka yahud magribe dönmeniz taat değildir. Taat ancak o kimselerin işlediğidir ki All ha ahiret gününe meleklere kitaba peygamberlere inanır sevdiği malını hısımlarına yetimlere bi-çarelere yolda kalmışlara isteyenlere bir de esir olanlara verir; namazı kılar zekatı eda eder; sonra muahede ettikleri zaman ahdini yerine getirenler hele sıkıntılı hastalıklı sıralarda ve harb zamanlarında sebat ve metanet gösterenler yok mu işte taatlerinde sadık olanlar bunlardır Huzur-ı kalb ile ifa olunmayan ibadetin bir faydası olmayacağı; yalnız bir kavme değil bütün insanlığa hitab eden kelimat-ı ilahiyyenin dudaklar ve kalb arasında bir vifak-ı tam hasıl olarak tertil olunması lazım geldiği beyan olunmaktadır. Hazret-i Ali anlamadan duymadan yapılan getirmeyeceğini beyan eyler.İmam Gazali Kuran-ı Kerimi tertil ediyorken akıl ve kalbin birlikte işlemesi eyler. Zeka onların manasını anlamaya kalb vazifenin buyurur kiCenab-ı Hak bir insanın amelinden altıda birini yahud onda birini kabul etmez ancak o kısmı kabul eder ki mümin onu anlayarak duyarak ve hakiki bir ittika ile ifa etmiştir. Hıristiyanlar tarafından vaftize Mısırlılar Yahudiler şark ve garbın edyanı tarafından temizliğe verilen ehemmiyet vezaif-i diniyyenin ifası için taharet-i bedeniyyenin lüzumunu gösterir. Müslümanlık da taharete bir ehemmiyet-i azime vermiş ibadet için taharetin lüzumunu bildirmiş aynı zamanda yalnız harici yani bedeni taharetin hakiki ihlası temin etmeyeceğini taharet-i ruhiyye ile Cenab-ı Hakka takarrüb olunacağını beyan etmiştir. kalblerini kibir ve riya ile dolduranlara karşı Peygamberimizin En mühim taharetin kalbi kabih temayülattan ve şayan-ı muaheze zaaflardan fikri günahkarane hatıralardan tathir olduğunusöylediğini beyan eder. Müslümanların hafızasında mehd-i İslamın hatırasını muhafaza etmek için eda-yı salat esnasında yüzlerin mukaddese çevirmeleri emr olunmuştur. Kaffe-i ehl-i İslamın her zaman hissiyat-ı diniyyelerini bir nokta etrafına toplamanın ne kadar tesanüd-kar bir tesir icra edeceği aşikar olduğundan ehl-i İslam Beytülharama müB teveccihen eda-yı salat ederler.Mekke-i Mükerreme müslümanların hafızasında mehd-i İslamı Peygamberin sabavetini ehl-i iman ile küffar arasında vukubulan mücadeladı putperestliğin imhasını vahid olan All ha lümanların aynı nokta-i mukaddeseye teveccüh ederek müttehid onun hissiyatıyla mütehassis ve aynı emellerle müteheyyic olduğunu ihsas eder bütün ümmet-i takdis ettiğini ihtar eder. Kabe-i Muazzamaya bu mevkii vermekle Hazret-i Muhammed insanların teheyyücat-ı diniyyesine bi-hakkın vakıf olduğunu göstermiştir. Sıyam aşağı yukarı bütün akvam arasında görülen bir müessesedir. Fakat eski zamanlarda oruca atf olunan fikir perhiz-karlık değil nedamettir. Yahudilikte bile sıyam mefhumunun feragat-i nefs yahud kesr-i nefs manasına telakkisi bilahare şüyubulan bir telakkidir. Fisagoresin taraftarlarıyla temas eden ve onların vasıtasıyla daha uzak şarkın zühd ve riyazatına vakıf olan Essenler Yahudiler arasında sıyamdaki mana-yı ahlakiyi telakkıyatı gibi bu telakkiyi de onlardan almış olması muhtemeldir. Hazret-i Isanın oruç tutması kiliselerinin oruç esasını kabul etmesine badi olmuştur. Fakat Hıristiyanlıkta oruç hakkında hakim olan fikir orucun izhar-ı nedamete hadim olması bir de Hazret-i Isanın taklid edilmiş olmasıdır. Bedeni bil-ihtiyar birtakım azablara duçar etmek sair kiliselerde olduğu gibi hHıristiyan kilisesinde yapılan şeylerdendi. Fakat maksad bedeni ve fikri faaliyetleri lümanlığın fariza-i sıyamı ihtirasatı takyid etmek gibi meşrubir maksadı istihdaf eder. Muayyen bir zaman için havassı tatminden ictinab ve kuva-yı hayvaniyyeyi sıhhi bir idareye tabikılmakla bu hedef tahakkuk etmektedir. Bedeni lüzumsuz ve faydasız bir surette tazib etmeyi Müslümanlık menhatta takbih etmiştir. Sıyam bedeni leri müsaid olanlara farz olunmuştur. Sıhhati müsaid olmayanlar hastalar dine tecavüz edenlere karşı ila-yı kelimetüllah ile meşgul olan asakir-i din hayza uğrayan kadınlar orucu kaza ederler. Yunanlıların Romalıların yanlar onların şehevat ve maasiye ne kadar daldıklarını bilenler sıyamın kıymetini takdir ederler insanların bilhassa nim-medeni akvamın temayülat-ı vahşiyyesini ne kadar zabt ettiğini bilirler. Bakınız Kuran-ı Kerim ne diyor: Ey iman eden kimseler! Sizden evvelkilere farz edildiği gibi size de sayılı günlerde oruç farz edildi. Memuldür ki bu sayede maasiden çekinirsiniz... İçinizden her kim Ramazan ayında hazır bulunursa onu oruçlu geçirsin. Kim hastalanır yahud yolcu olur da oruç tutamazsa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutar. Allah sizin için kolaylık murad buyurur. Yoksa hakkınızda güçlük dilemiyor. Sıyam gündüze münhasırdır. Geceleyin müslümanlar mutedilane bir surette yemek ve içmekle kendilerini tatyib ederler. Hazret-i Muhammedin isrine iktifa eden fukaha sıyam esnasında müşteheyat-ı nefsaniyyeden tecerrüd edilmesini tavsiye etmişlerdir. Müslümanlıktan mukaddem hiçbir din zekatı emretmemiş dullara öksüzlere bikes fakirlere muaveneti erkan-ı esasiyyesi miyanına koymamıştır. vermekten ibaret olan ziyafetler efradın iradesine bağlı Fukaraya yapılan bu ziyafetler az bir zaman zarfında ortadan kalkmıştı. Fakat kavanin-i İslamiyye her ferdi kendinden daha fakir komşuların ianesi için malından bir hisse itasına mecbur kılmıştır. Bu hisse kırkta bir yani yüzdetur ki kıymeti haiz her şeyden alat ve edevat ticaret kazancı ticari işlerden ve saireden alınır. Fakat zekatın itası gelir. Bundan başka bu malın insanın elinde bir sene bulunması gününde her aile reisi kendi namına efrad-ı ailesi namına Ramazan ayında kendi evinde ikamet eden ve oruçlarını orada bozan müslümanlar namına sadaka-i fıtır olarak bir mikdar buğday arpa hurma üzüm pirinç ve saire yahud bunların kıymetini verir. [ Bakara Suresi Sadakata müstehik olanlar bunlardır: Ne malı ne de kazanmaya kudreti olmayanFukaraile kazandığı şey nafakasına yetişmeyenMesakinZekatın kabzına nakline hıfzına müstahik olanlara tevziine bakan zekat memurları Rakabesini kurtarmak istediği halde buna imkan bulamayan köleler Na-meşrubir yere sarf etmemek şartıyla borca girip de ödeyemeyen kimseler Gönüllü askerler İslama ısındırmak için müellefetül-kulub gayr-ı meşrubir maksadla olmamak şartıyla sefere çıkan yolcular. Umumi sadakalar en kuvvetli ibarelerle Kuran-ı Kerim tarafından tavsiye olunmuştur.Müslümanlığın şan ve şerefi odur ki Hazret-i İsanınyalnız temenni olarak dermiyan ettiği şeyleri kavanin-i katıa olarak beşeriyete takdim etti. Fariza-i haccı ifa için müslümanların Mekke-i Mükerremeye gitmeleri her türlü mezheb ihtilafına rağmen müslümanların vahdet ve uhuvvetini muhafaza etmiştir. Bütün enzar-ı İslamiyyenin bir buka-i mukaddese üzerinde temerküzü cahiliyet asrında cihanı tenvir eden mukaddes ateşin kıvılcımlarını her müslümanın kalbinde Yol masrafına muktedir bulunmak Gaybubet müddetince evlad ve iyali geçindirecek nafakaya malik olmak Hac yolunda bir tehlike veya düşmanlığa maruz bulunmamak. Putperest Araplar arasında meşrugayr-ı meşru etime hakkında meri birtakım kati kaideler bulunuyor ve bunlar adeta Brahma mezhebinin kavaidine müşabih bir şiddetle tatbik olunuyordu. Peygamber-i İslam bazı Cenab-ı Hakkın size ihsan ettiğinden helal ve sıhhi olan etimeyi yiyiniz. De ki bana vahy olunan şeyler arasında bu sizin haram dediklerinizin içinde yiyen için ölmüş hayvan eti yahud akar kan yahud hınzır eti olmamak şartıyla gerçekten haram olanını bulamıyorum. Ölü kan hınzır eti sonra Allahdan başkasının ismiyle boğazlanan bir de boğularak yahud vurularak yahud yüksekten düşerek yahud bir hayvan tarafından süsülerek yahud canavar tarafından yırtılarak daha canı üzerinde iken yetişebilip kesilmeden evvel ölen hayvanat haram kılındı. Cenab-ı Hakkın size ihsan ettiği iyi şeyleri yiyiniz ve Allaha şükrediniz!içki kumar gibi hıristiyan milletlerin olan kebair ile ifratların kaffesi suret-i katıyyede men olunmuştur. Hazret-i Muhammedin tealimi kadar sade bununla beraber onlar kadar fikr-i beşerin terakkisiyle hem-aheng başka tealim bulunamaz. Peygamberimizin teblig ettiği kavaid-i diniyyenin hedefi heyet-i ictimaiyye fakat bunlar hiçbir vakit elastikiyetini zayietmemiştir. Hastalık gibi sebepler dolayısıyla bunların tatbikı tehir olunabilir. Kuran-ı Kerim der ki:Cenab-ı Hak sizin tır.Mesail-i hukukıyyede Peygamberimiz tarafından vazolunan esaslar ya kendisine sorulan suallere verilen cevaplar yahud birtakım fenalıkların defve izalesi Allahı düşünmekten uzaklaştıracak bir merasim yahud her dem terakki eden beşeriyetin vicdanını zincirleyecek bir kaide getirmemiştir. Müslümanlığın mecelle-i ahlakıyyesi dördüncü sure-i şerife olan sure-i Nisada ber-vech-i ati hülasa olunmuştır: De ki geliniz size Allahın haram kıldığı şeyleri beyan edeyim Allaha hiçbir şerik koşmayınız. Ebeveyninize öldürmeyiniz. Biz sizin ve onların da rızkını veririz. Fevahişin gizlisine de aşikarına da yaklaşmayınız. Cenab-ı Hakkın katlini haram kıldığı nefsi öldürmeyiniz meğer ki hak ile ola. Allah bunları size tavsiye etmiştir ki anlayasınız... Yetimin malına yaklaşmayınız. Meğer ki onu ıslah etmek isteyesiniz... Hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükm ediniz akrabanıza da karşı olsa adaletten ayrılmayınız... Ahd-i ilahiyi ifa ediniz. İşte All hın size emr ettiği bunlardır. Bunlara ittibaedinizsonra buyuEnam [Suresi Sure-i Maide rulur kiMübarektir onlar ki iman ederler ve Cenab-ı Hakka mütevazıane hamd ederler. Onlar ki iyilik yapmaya muvazabet ederler iffet ve taharetlerini muhafaza ederler emanat ve uhuda riayet ederler... Muhakkak Cenab-ı Hak size adaleti icra etmenizi iyilik yapmanızı emr eder. Akrabanıza haklarını veriniz. Cenab-ı Hak günah işlemenizi yanlış yola sapmanızı istemez. Hıristiyan müverrihlerinden biri bu suretle idare-i kelam ediyor:Iman ile hayır-hahlık zahiri ayinler ve müsbet farizalarla gayr-ı kabil-i telif demektir. Bunlar halk içinde hiss-i diniyi muhafaza için lazımdır. Hazret-i Muhammed de insanlığın umumuna daha mahsus bir telakki vermek için tealimine bazı menasik Biri vaftiz diğeri işa-yı mukaddes ayini.Hazret-i Isa daha uzun yaşamış olsaydı belki bunlara daha fazla ayinler ilave eder tealimini daha muntazam esaslara takım akaid ve mesail-i diniyyeyi takarrür ettirmek için birtakım ictimaların meclislerin akdini istilzam etmiş; fakat bu takarrür ettirilen akaid ve mesail fikrin hürriyeti karşısında hurd u haş olmuştur. Hazret-i Isa eserini na-tamam bıraktığından kavanin-i ahlakıyyeyi tanzim etmek vazifesi başka bir mürşide kalmıştır. Bizim halikımızla münasebatımız vicdani bir meseledir. Fakat diğer insanlarla münasebatımız müsbet kaideler üzerine takarrür etmelidir. İnsanların yekdiğerine karşı ifasıyla mükellef oldukları vezaifin temin-i ifası yide var mıdır? Din birtakım güzide vaizlerin irad ettikleri nutuklardan yahud hayal-perver birtakım dimagları tatmin için ortaya atılan birtakım nazariyelerden ibaret değildir. Din hayat kaideleri demektir. Dinin başlıca hedefi mevcudiyetimizin nihayeti olan kemale insanlığı yükseltmektir. Binaen aleyh mükellefiyat-ı ictimaiyye ve vezaif-i beşeriyyeyi tanzim eden insanları yekdiğerine yaklaştıran ve daha fazla yaklaştırmaya çalışan bir manzume-i ahlakıyyeyi getiren fikrin en yüksek riayetle karşılanmalıdır. Hazret-i Muhammed tarafından getirilen Müslümanlığı temayüz ettiren sıfat-ı kaşife onun akıl ve insanın ilham-ı ahlakisiyle itilaf eden en yüksek ve en büyük meali ve hakayıkı camiolmasıdır. Müslümanlık beşerin terakkisine dair nefsül-emre muvafık bir telakkiye müsbet birtakım kavaid-i ahlakıyyeyi manlık birtakım esasatın tesisini birtakım temayülatın tahakkuk-pezir olmasını fikre bir istikamet itasını ve bu suretle vicdanın zaman ve zemine göre tebeddül eden bir eseri olmak üzere cihan-şümul muhabbet ve cihanşümul uhuvveti telkin etmiştir. Peygamberimiz buyuruyor ki: Huzuruna çıktığınız zaman Cenab-ı Hakkın sizi nasıl tanıyacağını zannediyorsunuz?. Sizi çocuklarınıza muhabbetinizle akrabanıza muhabbetinizle komşularınıza muhabbetinizle ve sair insanlara muhabbetinizle tanıyacaktır. Halıkınızı seviyor musunuz? O halde evvela hemnevinizi seviniz! Cenab-ı Hakka takarrub etmeyi istiyorsanız? Mahlukatını seviniz. Kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi onlar onlar için istemeyiniz. Peygamber-i İslam en şedid sözlerle murdarlığı riyakarlığın alçaklığını nefsi aldatmanın fenalığını takbih etmiş en doğru sözlerle hakkın hayrın ve kardeşçe muhabbetin kıymetini ilan eylemiştir. Esasat-ı İslamiyyenin her millete her zamana muhayyerül-ukul bir şekilde intibakı; bunların nur-ı akıl ile liyyeyi gölgelendirecek bir zıll-i cehaletin bir perde-i esrarın bulunmaması... Bunların hepsi din-i İslamın en son inkişaf-ı dini olduğunu isbata kafidir. Esasat-ı bunları bir nevikabalık yahud bu günkü tarz-ı tefekküre yorlar. Fakat kavanin ve esasat-ı İslamiyyenin kıymet-i tarihiyyesi bir parça tedkik olunur ve hakikat bi-tarafane bir surette nazar-ı imana alınırsa o vakit bu münkirlerin ne kadar mutaassıbane hareket ettikleri anlaşılır. Din-i şı hayır-hahlığı bu adamlar tarafndan su-i tevile uğramış yahud taassub yüzünden bir kasd-ı mahsus altında Kuran-ı Kerim der ki:Iman edenler müslümanlar dan bir de Yahudiliği kabul edenler Sabiiler ve Nasranilerden onlar ki Allah Tealaya ve ahirete iman edip amal-i salihaya devam ederler onlar için ne bir korku var ne de onlar keder göreceklerdir. Buna benzer yüzlerce ayet Müslümanlığın felahı yalnız ehl-i İslama vaad etmediğini daha evvel gelen milletlerin de reha ve felaha nail olacaklarını göstermektedir. Yine Kuran-ı Kerim diyor kiHer ümmete bir şeriat ve bir tarik gösterdik. Allah isteseydi bütün insanları bir ümmet yapardı. Fakat Allah size gönderdiği şerayi-i muhtelife ile mutii asiden temyiz etmek ister. O halde amal-i hayriyyeye müsabaka edin. Hepinizin döneceğiniz All hadır. O da düştüğünüz ihtilafı size beyan edecektir. Nev-i beşerin vicdanına hakim olan bütün edyan beşerin hatt-ı hareketini tersim eden telakkıyatın ikisini de camidir. Yani eski felsefelerin çok kıymet verdiği haysiyet-i beşeriyye şuuru ile insanlığın günahkarlığı hissi müslümanı feragat-ı nefs ve cihan-şümul hayır-hahlığa sevk eder. Allahın kudretine muhabbetine rahmetine fezail-i ahlakıyyesini sabır ve tevekkülü meşakk-ı hayata karşı sebatı kahramanane bir surette tecelli ettirmesine badi olur. Bunlar müslümanı asabi bir endişe ile vicdanını hesabı çekmesine onu tahrik eden saikleri en şedid itina ile tedkik etmesine bir hayır ve şer mücadelesinde rahman ve rahim kadir ve alim olan zat-ı kibriyanın yardımına istinad eylemesine müeddi olur. Bazı edyanın insana tahmil-i vezaif eden esasatı kabiliyet-i ameliyeden o kadar mahrum fıtrat-ı beşeriyyeyi mübhem ifadelerine o kadar müşabihdir ki hakiki mücadele-i hayat sahnesinde faydasız olur.Bir dinin mahiyet-i ameliyyesi beşerin münasebat-ı müşterekesi hayat-ı yevmiyenin bütün şuuru üzerindeki tesiri halk üzerindeki nüfuzu işte onun cihan-şümullüğünü ölçmek anlamak için birkaç müstesna dimaga bakılmaz. Onun mahiyet-i hakikıyyesini anlamak için halkı tedkik etmeliyiz. Acaba bu din halk üzerinde derin tesiri haiz midir? Onların hukuk ve vezaif hakkında telakkilerini tanzim ediyor mu? Acaba bu din aktar-ı cenubiyyenin ücra bir adasına yahudKafrarlararasına götürülse onları yükseltir mi? Yoksa alçaltır mı? Sorulacak sualler bunlardır. Müslümanlıkta muazzam bir mefkure-perverlik en makul ameli kabiliyet ile ittihad etmiştir. Müslümanlık fıtrat-ı beşeri inkar etmez hakiki ve fiili sahanın haricindeki azab verici yollardan dolaşmaz. Müslümanlığın hedefi insanlığı mutlak mefkure-i kemale yükseltmektir. Müslümanlık bu hedefi bu hayatta nakıs olan fıtrat-ı beşerin hakikatini ele alarak tahakkuk ettirir veya tahakkuk ettirmeye çalışır. MüslümanlıkBir kardeşin sağ yanağına vurursa sol yanağını çevirdemiyor ve her muhtiyi hatası derecesinde cezaya uğratıyorsa da afv ve safh ruhunu telkin etmiş fenalığa iyilikle mukabeleyi emr eylemiş bulunuyor. Kuran-ı Kerim buyuruyor ki İnsanları All ha davet eden ve amal-i saliha işleyenden güzel sözü kim söyleyebilir?.... Hasene ile seyyie müsavi tutulamaz. Seyyieyi ondan daha iyi olanla def ediniz.Cennetten bahs ediyorken Kitabullah diyor kiCennet müttakiler için ihzar olunmuştur. Onlar ki refah ve muzayaka zamanlarında sadaka verirler hiddetlerine hakim olurlar ve afv ederler. Cenab-ı Allah ancak rahim olanları sever. Mütekellimin evvela tarik-ı tedribden yürümüş; his akıl kelam yani haber-i sadık olmak üzere üç nevi miyar-ı ilim kabul eylemiştir. His cüziyyat-ı eşyaya akıl cüziyyat-ı mahsuse arasındaki münasebat-ı umumiyyeye ve makulata kelam yani haber de vakıat-ı maziyye ve zaileye gaibe müteallik ilim daha doğrusu nakl-i ilim Akıl bunu huzurdan takib eder kelam da gıyaben takib eder. Biz hayatımız haricinde cereyan eden vukuat-ı tarihiyyeye kelam diyebiliriz. Kelamın haysiyet-i ilmiyyesi mahsuse aid olması itibarıyladır. Makulde haber heyetten bir cemm-i gafirinArz merkezidirdediğini tarihen haber-i sadık ile nakl etmek merkeziyet-i aleme siyetine ilmi ifade eder. Mütekellimin ıstılahında ilim tasdik demektir. Tasdik ise hükümdür. Şu halde ilmin künhü hüküm veya mebde-i külle olan sıfattır. Tasavvurat-ı mücerrede ilim değildir. Bunların ilim olması bir Sure-i Maide [ Fussılet Suresi tasdikin fezlekesi olmak itibarıyladır. Hissin bizde şerait ve keyfiyet-i husulü ne olursa olsun her his bir hüküm kü mebde-i ilmimiz evvela hisdir. Binaenaleyh bütün mütalaat-ı ilmiyyemizin mebdei hisdir. Her his bize senaiyet içinde bir izafet ile tecelli eder. Biz bu senaiyetin bir tarafına hasas veya alem bir tarafına mahsus veya malum arasındaki nisbete de his ve şuhud veya ilim deriz. Şimdi burada bu üçten her biri gerek müstakil addedilsin gerek küll-i vahid addedilsin her halde alel-ıtlak bir vücudun tahakkuku müteyakkındır. Yani gerek nefsi gerek aynı gerek her ikisi olmasını henüz tayine girişmekten tarz ve keyfiyat-ı vücuddan sarf-ı nazarla bir mevcudiyetin tahakkukunda artık şüphe yoktur. Çünkü adem-i mutlak içinde olmadığımız muhakkaktır. Vücud mefhumunun zaruriyeti bedahiyeti de bundan dolayıdır. tahakkuku öyle bir mebdedir ki bunda sofistailik ihtimali katıyyen münselibdir. İşte Dekartın:İdrak ediyorum demek varım.düsturu bu katıyetten münakis olduğu gibi sufiyye-i İslamın:Vücud-ı de bundandır. Hissi deyiniz akli deyiniz nefsi deyiniz ayni deyiniz hakiki deyiniz hayali deyiniz hasılı ne derseniz deyiniz her halde bir vücudun tahakkukuna hükm etmiş bulunursunuz.Birungibi hükümden ne kadar kalmış değilsinizdir. Bu yalnız hisbaniye-i kadime olan sofistaiyyeyi iskat etmekle kalacak bir mebdedeğil hisbaniye-i cedide ve ahireyi de ilzam edecektir. Çünkü onların mesleğince hiç olmazsa nefsiyet bir vücud-ı mütahakkıktır. Binaenaleyh nefsiyetin ayniyeti mütehakkıktır. Onun içindir ki hisbaniye-i ahirenin nefsiyet ve şeniyeti maneviyyeyiİdealizmi yahud nefsaniyeyi Sübjektivizmi mutazammındır. Bütün ilimler bütün mesalik-i felsefiyye işte bu mebdein taayyünatını izah ile iştigal eder. Bu sade bir iman değil tam manasıyla bir ilimdir. Ve bütün ilimlerin esası olan bir ilimdir veya ilim ve imanın nokta-i ittihadıdır. tefrik edemeyiz. Bu öyle bir mebdedir ki bizim en basit şuhudlarımızda mündericdir. Halbuki sade iman mavera-i şuhuda muntabık bir hükümdür. Mütekellimin mesleğinin asıl hususiyeti de işte en basit ve en ibtidai şuhudumuzdan iftirak etmeyen bu mebdein taayyünatı ile başlar. Gördük ki ilk mebde-i azimetimiz hissimizdir. Izah ettiğim vechile her ne olursa olsun bir vücud-ı mutlak mebdeini veren hissimizden taayyünata geçmek için biz evvela hissimizin tekerrürleriyle taayyünatını teksir ederiz. Ve kesret içinde tevafuk ve temayüz hisleriyle tecrübeyi ve tecrübeden itiyadı ediniriz. Bu suretle tecrübe ve itiyad bizim bütün ilimlerimiz olmasa bile bütün nokta-i nazarından hislerimizin sadukıyeti bu tecrübedeki hislerin birbirini murakabe-i mütekabilelerinden neşet eden hüküm ile takarrür eder ki bu hüküm de bir hiss-i şuuri ile müterafıktır. Evet hissin müeyyidi yine hisdir fakat buradan hisbaniyenin mugalatasına saplanmaya hak yoktur. Teyid eden his ile teyid olunan hissin vahdet-i cinsiyyelerini vahdet-i şahsiyyeyeye kalb ederek her hissin müeyyidi şahidi yine kendisi imiş gibi göstermek bir mugalatadır. Bir insanın verdiği bir haberi diğer insanların şehadetiyle teyid etmesi aynı insanın kendine şehadet etmesi demek olmadığı gibi bir hissin diğer bir his ile mesela rüyetin lems ile veya her birinin kendi cinslerinden müteaddid ferdleriyle teyid edilmesi bir hissin yine kendisiyle teyidi demek değildir. Bir hissi hisden başka bir şey ile teyide kalkışmak tenakuz olur. Tenakuzun butlanı da mukaddema tesbit ettiğimiz mebde-i evvelin zaruriyatındandır. Çünkü bu suretle bir teyid aramak la-teyid aramaktır. Zira teyid teekküd demektir. Teekküd ise bir cemameliyesi ile olur. Halbuki hilaf-ı cins adedlerin cemi hiçbir yekun ifade edemez. Başka bir şeyin his haline gelmeyen ifadesiyle bir hissin teyidini düşünmek his ile la-hissi ceme kalkışmak demek olacağından faydasız ve mütenakızdır. Eğer o şeyin yine his haline gelen bir ifadesiyle teyidi düşünülüyorsa hissin yine his ile teyidi lüzumuna avdet etmiş oluruz. Kant bu tenakuzu bir miyar-ı ayni bulmanın imtinaı şeklinde göstermiş ve bundan meyus olmuştur. Fakat böyle bir miyarın bulunmamasından dolayı meyusiyeti doğru değildir. Çünkü böyle bir miyarın mevcudiyeti farz edilse idi hiçbir kıymet-i teyidiyyesi olamayacaktı. O halde miyar olamayacaktı. Halbuki iki his birbirini teyid ettiği zaman her biri diğerinin nefsi olmadığı de haizdir. Binaenaleyh her his kendisine bir kıymet-i ayniyye isnad ettirirse de bu ayniyetin kıymet-i ilmiyyesi kendi isnadından değil onu teyid ve tevkid edebilmek salahiyetini haiz olan diğer hislerin şehadetinden neşet eder. Şu halde hisler kendi nokta-i nazarlarından bir ayniyeti haiz olduğu gibi birbirlerine nazaran da ayniyetleri teyid eylemiş bulunduğundan miyar-ı hakkın maliktir. Ve bu kıymet ve haysiyetle biz hislerimizin hatalarını ve galatlarını tashih ve sadukıyetlerini temin ve nihayet bir yakin elde ederiz. Böyle tecrübe tekerrürü ve bu suretle meleke ve itiyadın tekevvünü aklımızın teşekkülü demektir. Buradan itibaren akıl hislerin mutayat-ı yakiniyyesini mebdeolarak alıp vücud-ı mutlakın henüz hislerimize dahil olmayan taayyünatı hakkında hükümler vermeye ve alem-i manayı görmeye başlar. Aklın bilmeleke bir kuvve-i hads ve bedaheti varsa da bu hads ve bedahetin kendi hesabına bizzat bir mebde-i ilim olacağı cay-ı iştibahtır. Binaenaleyh bedihiyat-ı akliyye dediğimiz malumat yine mutayat-ı hissin hülasalarından ibaret yakiniyat-ı asliyye olabilir bundan dolayı akıl yalnız külliyatta değil cüziyatta da elindeki tahtaya bir de karşısındaki pencereye bakarak fiilen tecrübe ve tatbik etmeksizin zihnen iki imtidadı mukayese ederek birbirlerine intibaklarıyla hükmettiği ve bu hükmünü muvaffakıyetle tatbik eylediği zaman bir vakıa-i cüziyyede akıl ile hükm etmiştir ki alelekser akl-ı ameli böyledir. Senaiyet içinde bir izafet olarak tecelli eden hissimizin alel-ıtlak bir vücud mebdeini verdiğini inkara imkan kalmadı fakat hissimizde mündemic olan bu alel-ıtlak vücudun tayinine gelince bu hususta hissimizin verdiği nedir bunu evvel emirde kendisine söylemek lazım gelir. His madem ki bize senaiyet içinde bir izafet halinde tecelli etti demek ki hissimizin vücudu bir vücud-ı rabıtidir. Yani şahid ile meşhud arasında rabıta halinde tecelli eden bir vücuddur. Tarafeyni attığımız takdirde kendi mevcudiyetini temin edecek bir halde değildir. Binaenaleyh; bize tecelli eden şu umur-ı sülüse içinde vücudun tabir mazur görülsün merkez-i sikleti tarafeynden oluyor. Demek oluyor ki her his bize has ile mahsusün alim ile malumun birbirinde mütedahil olmayarak mütekabilen mevcudiyetlerini kendi vücudunun onlara tebeiyetini ifade eden bir vasıta-i rabıtadan ibaret bulunduğunu söylüyor ki biz işte bu tarafeynden her birine şey ve bu hisse ilm-i şuhudi ayn-ı yakin diyoruz. Bu hissimiz bütün manasıyla bir kıymet-i ayniyye ve yakiniyyeyi haizdir. Çünkü buradan aldığımız hüküm zannedildiği gibi hissin şerait-i vücudu haricinde bir şey gaibe eser-i hazırdan illet-i gaibesine mutabakatiyle hükm olmayıp hissin yine kendine mutabakatı hükmüdür. Hissi nefs-i hassasede tasvir gibi bir remz ve mahsus bu remzin medlul-i gaibi gibi mülahaza eylemek hissi halet-i şuhudda mülahaza eylemek değil hafızada mülahaza eylemektir. Hafızadaki hisde nisbetin bir tarafı kopmuş vaziyettedir. Onun için kıymet-i şuhudiyyesi maziye aiddir. Dünkü mahsusümüzün fil-hal mahsus-i kıymetini vermeyiz ve veremeyiz. Artık o his değil hayal-i hisdir. Hayal-i hissin mahsusünü ifadesi başka bil-fil hissin mahsusü ifadesi başkadır. Bil-fil hisde mahsus ile hassas-ı nefs hissin şart-ı mevcudiyetidir. Daha doğrusu hissin mevcudiyeti bunların mevcudiyetidir. Bunların bu mevcudiyeti de hayal-i hisde olduğu gibi mahsusün hassasda irtisam ile ve indimacı suretinde değil mütekabilen mevcudiyetleri suretindedir. Bil-fil hiss-i has ile mahsusü arasında bir izafet bir nisbet olarak arz-ı vücud ettiğinden tarafeynin vücudu vücud-ı hissin şart-ı kıyamı olarak zamanen beraber ve taban mütekaddim bir halde hazır ve mütecellidir. Bundan dolayı bir hisde vücud-ı cevheri ile vücud-ı arazi bize beraber meşhud olur. Tarafeynin vücudları bi-zatihi kaim vücud-ı asli-i cevheri hissin vücudu da tarafeyn ile kaim bir vücud-ı arzi-i nisbi olmak üzere tecelli eder. Bunun içinCevher mefhumu hadsi veya intikalidirdemek doğru değildir. Fil-hakika Kantın dediği gibi bizim şuhudumuzun şuuna inhisarını farz etmek tenakuzdan hali değildir. Çünkü an-ı şuhuddan biz yalnız şunu görüyor biliyor O halde onlar şuun değil cevherdir. Yok eğer başkasının taht-ı tabiiyetinde görüyor isek o halde şuunu cevher meşhud-ı aslimiz oluyor. Bizde arz veya şuun mefhumu hissimizin vücudu vücud-ı rabıtı olarak bi-gayrihi cevher mefhumu da aynı zamanda hassas ile mahsusün vücudları vücud-ı mevzui olarak bi-zatihi taayyün eylemesi sebebiyle hasıl olur. AHLAK DERSLERİ Bu ayet-i celile ahlakın üssül-esasıdır. İnsanın hilkatini hal ve Biz gerçekten insanı en güSEBILÜRREŞAD - - tedkik edenler için ukulü idrak mahiyetinde hayran bırakacak harikalar görmemek efkara dehşet veren birtakım halata şahid olmamak kabil değildir. Taharri-i hakikat istidadıyla mecbul namütenahiyi den mütemayiz bir mevkidedir. Halık-ı zülcelal insana melekiyetle hayvaniyet mertebesi arasında öyle bir mevkivermiş ki eğer o mevkiin hakkını gereği gibi eda edecek olursa melekler hadim-i amali felekler kemine paye-i kemali olur. Fakat vazife-i kümü altına girecek olursa öyle safil bir derekeye düşer ki behayimin en bayağısı bile süfliyetin zilletin bu derecesinden ezelden takdir ederek şanına layık olacak mertebe-i kemal ve rifate teali için lazım gelen kabiliyet ve istidadı Maamafih Cenab-ı Hakkın bir taraftan tasavvur edilebilecek meratib-i fezailin kaffesinin fevkine çıkabilecek ehliyet ve istidadda yarattığı insan doğru yoldan inhiraf ederse derekat-ı rezailin en pest paye sukut eder. İnsanın saadeti kendisine verilen kabiliyet ve istidad ile çalışıp kendisi için mukadder olan o mevki-i bülendi ihraz etmektir. O mertebeye vasıl olabilmek ise terbiye-i nefs semerat-ı nafiasını iktitaf ile elde edilebileceğinde bütün hukema müttefik olduğu gibi İslam da bunu natıktır. Bina-berin insanı kendisi için mukadder olan gaye-i kemale isal edecek tarik dinden müstefad olan ahlaktır. Ahlakın menşei hakkında birçok nazariyeler serd edilmiş olduğu malumdur. Bununla beraber ahlakın menşei hakkında sağlam bir fikir edinebilmek için nazarlarımızı beşeriyetin edvar-ı sabıkasına ircaetmemiz lazımdır. Fil-hakika insan nazar-ı taharrisini asar-ı salife-i insaniyetten hangisine doğru ircaederse etsin onlarda ha maverasında birtakım hakayık olduğunu anlamış efal ve eşya arasındaki hayır ve şerri hüsün ve kubhu rekat ve sekenatına hakim olan bir kanun-ı ahlakinin lüzumunu hissetmiştir. Fazilet ve rezilet hissi beşeriyet kadar kadimdir. Binaenaleyh bir hakikat olarak diyebiliriz ki: Hayat-ı beşeri tanzim eden muamelatın kavanin-i nazımesini lakıyyeyi vacibat-ı insaniyyeyi talim eden de yineDindir. Bunları beşeriyet vahy-i ilahi ile öğrenmişdir. Şekil ne olursa olsun mebadi ne kadar ileri götürülürse götürülsün her halde bunun menşei telkin-i semavidir. Bu cihetledir ki bazı muhakkıkin-i hukema dinin haricinde hiçbir ahlak tasavvur edememektedir. Zaten her dinin erkan-ı esasiyyesinden birini de kavaid-i ahlakıyye teşkil etmesi ve son peygamber Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem EfendimizinBen ancak mekarim-i ahlakı tamamlamak için bas olundumbuyurmaları da bunun delail-i bahiresinden değil midir? Bunun içindir ki! havass ve avamı hayran eden faziletlerin edvar-ı inkişafı daima akide ve imanın kuvvetli olduğu zamanlara tesadüf etmiş; bil-akis kalblerde de tesirini kaybederek rezail ve kabayih cemiyete hükümran olmuştur. Din ile ahlak arasındaki bu revabıt-ı kaviyye de isbat ediyor ki ahlak dinden müstefaddır. Dine müstenid olmayan ahlak hakikatte yok demektir. Evet kavaid-i ahlakıyye hangi kavimde matlub olan derece-i saadeti tekeffülden kasır kalmış ise bu cihetteki noksanı o kavmin ukalası felasifesi ikmale çalışmıştır. Fakat din üzerine müstenid olmayıp da sırf akla Sonra onu aşağıların aşağısına in- Yalnız inanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır.] nazm-ı celilinSEBILÜRREŞAD - - beşeriyet için hiçbir vakit vacibül-ittibaolamayacağı da bedihidir. Ahlakıyyun-ı İslamiyyeye göre ahlak dine müsteniddir. Kaide-i ahlakiyi yalnız akıldan değil belki aklın irşadıyla dinden istinbat ediyoruz. Esasen din-i İslam bir din-i ahlakidir. Din-i İslamdaki hikmet-i ameliyyenin muhtevi olduğu tafsilat her munsıf müdekkıkı hayretlere Din-i İslam en salim en metin bir felsefenin kabul edebileceği mebadi-i ahlakıyyeden hiç birini ihmal etmemiş; hürriyet mesuliyet vazife mebdelerini en vasi bir surette takrir eylemiştir. Alel-ıtlak ahlakın dinden ayrı olduğu -ve bizde de ayrı olmak lazım geldiğini- iddia etmek İslamın esasını bilmemekten başka bir şey ile tefsir olunamaz. tedkik edildikten sonra İslama karşı böyle bir iddianın gayr-ı varid olduğu kanaatindeyiz. Çünkü din-i İslam hürriyet-i şahsiyye mebdeini en kuvvetli bir surette takrir mesuliyet ve vazife esaslarını tesbit ve nüfusu tezkiye eden kalbleri levs-i rezailden azade kılan ukulü ziya-yı hak ile tenvir eyleyen; cemiyet-i beşeriyyenin muhtac olduğu her türlü levazımı tekeffül eden mutekıdlerine bundan füru-ı medeniyyeyi telakki türlü hikmeti şamil ittihada saik muhabbet ve şefekate Binaenaleyh milletimizin ahlak ve ictimaiyat sahasında ber-i hareket ittihaz eylemesiyle mümkün olabilecektir. Dinden ayrı bir ahlakın ukul-i sahihaya göre kıymeti hatta vücudu bile yoktur; esasen dinden ayrı bir ahlak hadd-i zatında ahlakın fıkdanı demektir. camivecaib-i insaniyyenin her nevini muhtevi bir Din-i AhlakbirDin-i Ekmelolduğunu ve binaenaleyh yacağını göstermek ve bu suretle gençliği ikaz eylemektir. Bunun için evvela felsefenin kabul eylemiş olduğu mebadi-i ahlakıyye ve bunun din-i İslamdaki mevkii; saniyen ahlak-ı ameliye İslamın verdiği ehemmiyet tafsil edilmiş ve en son nazariyelerin bile İslamın ahlaki düsturları karşısında çok nakıs oldukları gösterilmiştir. Çünkü nazariyat-ı felsefiyye payesi verilen bir yığın dışı yaldızlı efkar-ı beşeriyyeye kapılıp da din-i ilahinin hakayıkından bi-haber kalmak hiç şüphe yok ki ukaladan geçinen münevverandan sayılanlar için afv olunur şeylerden değildir. nin yegane mehazıKitabullahile Sünnet-i Resulullahdır. Fikirlerimiz doğrudan doğruya bu iki menbaile teyid olunmuş daha doğrusu bunlardan mülhemdir. Azeri Türklerinin doğma yurdlarını ellerinden alarak oturan Azeri köylü ve amelesini kuru dağlara sürmekle ikinci bir Dağıstan yaratan Hattıvücuda getiren Moskova Ruslar ile Türkler arasında siyasi adavetlerden başka derin milli-ictimai bir uçurum açmış ve bu iki milleti birer kanlı düşman vaziyetine sokmaktan başka bir netice elde etmemiştir zannederim. Medeni Hıristiyandünyasının her tarafında Yahudi milletine yertenküdariken şark-İslam memleketlerinde o cümleden Azerbaycanda serbest ve asude bir hayat sürüyor hatta milli Azerbaycan parlameninde Yahudilerden mebus mevcud olup Azerbaycan devlet müesseselerinde Yahudilere kapılar açık mektep milli Azerbaycan tarihi hiçbir zaman Türk-Yahudi İhtilafını hatırlamaz. Böyle iken bugün Moskova cihangirlerinin Sulh ve Müsalemetsiyasetleri sayesinde Azeri Türkler bu millete derin bir nefret kin ve adavet beslemektedir. Azeri Türklerin ön sırada duran rehberlerini ceneral muharrir siyasi adamlarını nazır zabit ve askerlerini yüzlerle katl ü idam eden bir Yahudi-Hacı İlyas konyine bir Yahudidir. Azerbaycan kooperatif iktisad ve sair sahalarında hakim olanlar Kepişteyn Tifiris Cagın Aminski ve bunun gibiler yine Yahudilerdir. Bugün Rusyada olduğu gibi Azerbaycanda dahi icra-yı rezalet eden kanlı müesseselere Moskova ekseren Yahudi tayin etmiş ve bunların eliyle Türk kanını akıtıyor Türk servetini çalıyor ve Türk Azeri haysiyetini tahkir ve Bu suretle yukarıda sayılanSulh ü Müsalemetler sırasına cihangir Moskova bugün bir deTürk-Yahudi Adavetini ilave etmiştir. Azerbaycan Darul-fünununda okuyan Azeri talebelerini kapı dışarı ettikleri bir zamanda Yahudilerin mikdarı bu mektepte beş yüzü geçmektedir. Milliyet meselesi böyle mi hallolunur? Belki Türk milleti istisna teşkil ediyor da kendi ana toprağına kendi hak ve hukukuna malik olmak hakkını kazanmıyor... Bugünlerde Azerbaycan halk maarif komiserliği heyet-i idaresi ilk ve orta mekteplerde Rus lisanı tedrisi meselesini müzakere etmiştir. Halk Maarif Komiserliği kararında deniliyor ki:Azerbaycan Ali Mektebi yalnız birkaç yıldan sonra Türkleşebileceğinden ve o vakte kadar ali mekteplerde tedrisat Rusça edileceğinden umum Azerbaycan mekteplerde Rusçanın tedris ve talimine pek büyük ehemmiyet vermek icab eder. Hal-i hazırda ibtidai ve orta mekteplerde tedrisat Türkçe olduğuna göre Türkler ali mekteplerde okumaktan mahrum bulunuyor. Maarif Komiserliği heyeti karar koyuyor ki: Azerbaycan arazisi dahilinde olan umum mektepler teknikomlar ve pedagoji mektepleri işbu okuma yılının tırsınlar Rusyayı ve Rus edebiyatını mükemmel öğretmek dernekler ve cemiyetler teşkil edilsin... Bu suretle maarif sahasında Ruslaştırma siyaseti tatbikatına resmen şüruedildiğine şahid olmuş oluyoruz. Çar temsil siyasetinin aynı olan bu siyaset aynı zamanda danci yıl ibtidalarında Seliha Novicler Kirof ve Krilofların tatbik etmek istedikleriAzerbaycanı Medenileştirmek Projesidir. Azerbaycan Merkezi İcra Komitesi ve Komiserler Şurası Latin hurufunun tatbikı hususunda vakiolan bir sonra gazetesi yarısını Latin hurufuyla tab edecek ve fırka ile hükumetin resmi naşir-i efkarı olmak üzere nam haftalık gazete her gün Latin hurufuyla büyük kıtada neşr edilecektir. Bundan maada rufuna çevrilip tabedilmesini Maarif Komiserliğine emretmişlerdir. gazetesinde yazıldığına göre geçen hafta zarfında bütün Hindistan milli fırkalarının Delhi şehrinde umumi bir konferansı akdedilmiştir. Bu kongrenin maksad-ı inikadı muhteliftir: Evvelen: Hindularla müslümanlar arasında vahdet-i amal vücuda getirmek. Saniyen: Bütün fırkaları her sene inikad eden Milli Kongrede teşrik-i mesaiye davet eylemek. Salisen: Sevarac yani Hindistan İdare-i Muhtaresi için bir layiha-i esasiyye hazırlamak ve binaenaleyh İngiliz hükumetinden Hindistan namına metalib-i müttehidede bulunmak. Mevlana Fazlulhasan Hasret Mevhani bu konferansa edilen bir suale bervech-i ati cevap vermiştir: Bu layiha hakkında hiçbir itimad hissi beslemem; çünkü Mahatma Gandi ile Hindistan muhibbi olan İrlandalı Madam Besent tarafından tervic edilmiştir. Binaenaleyh Bu tasavvur ancak Hindistana biraz kudret-i hakimiyet hilinde tutmak maksadına hadimdir. Milli kongrenin maksadı idare-i muhtarenin kanuni ve sakin bir surette istihsalinden ibarettir eğer İdare-i Muhtare kelimesinin manası baladaki tasavvuru ifade suretinde kabul ediliyorsa ve ben böyle bir tasavvurun hayyiz-i husule gelmesi hakkındaki müzakerata iştirak edeceksem o halde benim de İngiliz imparatorluğu dahilinde bulunmak şartıyla mezkur idare-i nim-müstakılleyi kabul etmekliğim ve binaenaleyh Hindistanın istiklal-i tammı hakkındaki tasavvuratımdan feragat eylemekliğim lazım gelir. Bunun kabulü ise bence mümkün değildir. vali-i umumisiz bir hükumet demektir. Halbuki benim fikrimce Sevarac yani istiklal-i milliHalk hükumetinin halk tarafından ve halk için idaresidemektir. Rüesa-yı milliyyeden Mevlana Azad Sübhani Mevlana Hasret Mevhaninin istiklal hakkında baladaki beyanatını teyid eylemiştir. |/\|