|\/| _____ Cild 21 - Unknown 124770 33688 7047 _____ Bu harp ki İslam için hayat memat harbi idi; bu mukaddes cihada iştiraki milletin maddi ma’nevi bütün kuvvetleri için en büyük bir vecibe telakki eden derhal esaret ve işgal altına düşen Darulhilafe’yi terk ederek Anadoluya geçti hizmete pek muhtac olan bu harim-i İslam’da neşriyat-ı ahraranesine devama başladı; tehlikenin ehemmiyetini düşmanların maksadını İslam’ın böyle tecavüz ve taarruza ma’ruz kaldığı las ve zafer yollarını dilinin döndüğü gücünün yettiği kadar anlattı; en müşkil ve buhranlı zamanlarda ye’s ve fütura düşmesinden korkulan zaaf-ı kalb ashabını azim ve iman izzet ve şehamet ayetleriyle irşada çalıştı; Anadolunun muhtelif vilayetlerinde dolaşarak risalelerle besiyetini müslümanlara mütehattim vazifeyi izah etti. El-hasıl uhdesine düşen vazife-i ret ve himmeti sarf etmekten asla geri durmadı; ve nihayet Cenab-ı Hakk’a binlerce şükürler olsun o da mes’ud günleri idrak şerefine mazhariyetle kam-yab oldu. Kitabullah’ın her vesile ile natık olduğu gibi Cenab-ı Halik-ı zülcelal vaadinde hulf etmez din-i ezelisine yardım edenleri mutlaka nusret-i Allah’ın dinini her noktasından semalara tevhid sesleri yükselen vatan-ı İslam’ı müdafaa için cuklarını el-hasıl her şeylerini bezleden bu mücahid millet için zafer en tabii bir hak idi. larına sapmaları ve yabancı birtakım milletlerin peşlerine takılmaları yüzünden olmuştur. Refah ve saadet-i maddiyye ile beraber en yüksek fazilet-i ahlakıyyeyi de te’min eden o esasat-ı aliyyeden uzaklaştıkça nikbet yüz göstermiş bu hususta tezayüd edip durmuştur. Bünye-i ictimaiyyenin esasındaki rasanettir ki bu kadar mesaib ve felaketlere karşı mukavemet kudret ve kabiliyetini ne bünye-i asliyyeyi inhilal tehlikesinden masun bulundurmuştur. Bu da ancak bu hey’et-i ictimaiyyeye mahsus bir meziyettir ki bünye-i asliyyesi bu rasanetten mahrum milletler için bu kadar mesaibin onda birine göğüs gerebilmenin imkanı yoktur. Şu halde milletin rehber ve mütefekkirlerine bundan sonra teveccüh edecek vazife bu kadar sağlam olan asırlarca devam eden muhacemata rağmen yıkılmayan bu bünye-i esasiyyeyi tahkime çalışmak; en tehlikeli en buhranlı zamanlarda da milletin vahdet-i ictimaiyye ve siyasiyyesini sat-ı ictimaiyyeyi en feyyaz bir surette tenmiye ve tersin etmektir. Zira mevcudiyet-i memleket ve milleti istihlas edecek müstemir bir kudretin ancak hey’et-i kün olacağını zaman ve hadisat bize pek ra’na bir surette göstermiştir. Takallübattan husule gelen retlerin müstemir ve mütemadi olanları ancak bu sayede husule gelmiştir. Binaenaleyh Allahın liyyemizin tecelliyat-ı mes’udesini müstemir bir hale koymak millet rehberlerinin ve mütefekkirlerinin en mütehattim vazifeleridir. Bu nokta-i nazardan tedkik edilirse görülür ki milletin ruh-ı müşterek-i asliyyesi ve secayayı esasiyyesi ahlak ve ictimaiyyat-ı İslamiyyenin verdiği terbiye-i ruhiyye ve seciyyeden başka bir şey değildir. Binaenaleyh hür ve müstakil bir millet ve hükumet halinde yaşamak için bu esasat-ı mensub olduğu din-i mübin sırf ahlak ve i’tikaBütün gelecek nesiller yeryüzünde mevcud bütün İslam milletleri ibret gözleriyle görsünler ki azim ve iman neler ne harikalar vücuda getirir! Asırlardan beri Ehl-i Salib muhacematına göğüs geren bu millet elinden bütün silahları alınarak memleketin bütün kapıları zabt edilerek çepçevre zincirle kuşatılmış olduğu halde yine esaret halkasına boynunu uzatmak zilletini kabul etmemiş yalnız göğsünde sakladığı üstüne titrediği ezeli ve ebedi imanıyla ortaya atılmış; toplardan mitralyözlerden daha kavi zırhlardan bombalardan daha metin olan bu iman silahıyla mücehhez olarak cihada girişmiş; az zamanda her şeyi tedarik etmiş hiç yoktan büyük büyük varlıklar husule getirmiş akıbet cihanı hayretlere düşüren bir zafer-i azim ihrazına muvaffak olmuştur. Bu öyle büyük bir nümune-i imtisaldir ki adetleri birkaç yüz milyonu bulan mahkum dindaşlarımız müdhişidir. Desatir-i İslamiyyeyi her kavimden iyi kavrayan ve ona tevfik-i harekette her milletten ziyade sadakat ve azim gösteren Türk bu fedakar unsur-ı miş ve bu mücahid milleti beynelislam en büyük şeref ve rif’atle mümtaz eylemiştir. Görülüyor ki buyuran Cenab-ı Halik-ı Kerim en müttaki olduğu için bu millete bu mükerremiyeti bahş etmiştir. Bugün üç dört yüz milyon Ehl-i Tevhid’in mahbub-ı kulubu sertac-ı mefhareti ve alemdar-ı zişanı olmak şerefi öyle her millete nasib olur mazhariyetlerden değildir. İnşaallah ilelebed milletimiz bu şerefe olan istihkakını gösterecek; cihad meydanlarında ve medeniyet sahalarında da göstermeye muvaffak olacak; yalnız maddiyat üzerine mübteni medeniyetlerin beşeriyete felaketten başka bir şey getirmediğini medeniyet-i hakikıyyenin ancak maddiyatla beraber ma’neviyatı da hem-aheng tutan medeniyet-i fazıla-i İslamiyyeden ibaret bulunduğunu Hiç şüphe yoktur ki İslam milletlerinin a’sar-ı ahirede musab oldukları felaketler hep kendi mebadi ve esasatlarına arka çevirerek dalalet yol ederiz. Muhtaç olduğumuz ıslahatı bize gösteren odur. Islahatımızın ikmalini ve muvaffakıyetle neticelenmesini Avrupaya borçluyuzkafasını taşıyan zevatın ve emsalinin memleketine haricden getirdiği kavanin ve müessesat ile bir asır kadar bocalayan hükumet-i Osmaniyye en nihayet milletin hürriyetini istiklalini saltanatını hilafetini el-hasıl her şeyini ecnebilere feda ettiği bir zamanda bin müşkilat ve mezahime rağmen rasanet ve metanet-i ictimaiyyesini muhafazaya kudretyab olan büyük milletimiz kendi ruhundan bir meclis doğurmuş ve mukadderatına bizzat vaz’iyet ederek cihana harikalar göstermiş başındakiler tarafından ecnebilere feda edilen her şeyini kurtarmaya muvaffak olmuştur. Bir taraftan mevcudiyet-i siyasiyyesini te’min ile uğraşırken diğer taraftan mevcudiyet-i ictimaiyyesini de tahkim ve tersine başlamış ve bu sayede mühim mühim eserler husule getirmeye muvaffak olmuştur. Demek ki milletin hakiki mümessillerinden tedüstur-ı Kur’aniyyesine tevfikan münhasıran müslüman evliya-yı umurdan mürekkeb bulunan Büyük Millet Meclis-i Alisi milletin ahval-i ruhiyye ve ictimaiyyesine uygun bir istikamet tutmuştur. Hiç şüphe yok ki bu istikametin hedef-i aslisi hey’et-i ictimaiyyemizin asırlardan beri ibtina etmiş olduğu esasat-ı İslamiyye dairesinde devletin takviye ve tahkimidir ki siyasi zafer kadar bu zafer-i ictimainin de kıymet ve ehemmiyet-i mahsusası vardır. Teşkilat-ı Esasiyye kanununda ahkam-ı şer’iyyenin kılınacak kavaninin fıkh-ı şerife yani ahkam-ı celile-i İslamiyyeye ibtina edeceğini takrir eden Büyük Millet Meclis-i Alisi bu esası yalnız kitaba yazmakla iktifa etmemiş bil-fil tatbike de başlamıştır: Bir taraftan İslamın men’ ettiği bazı münkeratı kaldırmış bazılarını da kaldırmak üzere levayih-i kanuniyye hazırlamış diğer taraftan da nasın ve zamanın ihtiyacatına evfak mevadd-ı fıkhiyyenin tanzim ve tertibi için Şura-yı İfta namıyla pek diyattan değildir. Bütün levazım-ı ve siyasiyye için müesses esasat ve desatiri de muhtevi bir medeniyettir; şu halde medeniyet sahasındaki veche-i istikametimiz de muayyendir. Hiç şüphe yoktur ki tamamıyla fıtri olan teavün-i isar yani diğer-gamlık üzerine müesses bulunan medeniyet-i İslamiyyemiz öyle menfaat üzerine teessüs etmiş veya sun’i olarak te’sis edilmiş diğer medeniyetlerle tesalüb edemez ve ümmet-i vasatta olmamız dolayısıyla medeniyetimiz münteha-yı ifrat ve tefrit olan medeniyetlerin vasatında ahz-ı mevki’ eyler. Binaenaleyh bugünkü müfrit aksülamel-i ictimaileri husule getiren avamil-i seyyieden hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyyemiz de nema-dar olamaz. yesini takrir ve tesbit ederken her şeyden evvel nazar-ı dikkat ve i’tinaya alınacak nokta-i esasiyye budur. Mazide milletin çektiği ıztırabat-ı ictimaiyye ve siyasiyye hep bu nokta-i esasiyyenin bünye-i devlette icra edilen bütün ameliyyeleri ıslahatadıyla memlekete sokulan bütün nizamat ve müessessatı tedkik ediniz husule getirmiş oldukları netayic-i ictimaiyye ve siyasiyyeyi nazar-ı tahribattan başka hiçbir salah husule gelmemiştir. Çünkü teşkil olunan müesseselerden beklenen gayeyi istihsal vaz’ olunan kanunlardan intizar olunan faydayı te’min için o müessesat ve kavaninin milletlerin ruhlarından akidelerinden muş olması en esaslı şarttır. Hiçbir zaman milletlerin hissiyat ve i’tikadatı kanunlarla değiştirilemez. Garb mütefekkirlerinden biri diyor ki:Bir kavmin müessesat ve kavanininin tebdiliyle ruhu ta’dil edileceğine inanmak en büyük hatadır. Müessesat bir şekl-i dahiliye muvafık gelebilmek hassasına malik fakat öyle bir şekil vücuda getirebilmeye na-kadir bir libas teşkil eder; ve işte bu sebepten bir kavim için pek iyi olan müessesat lörlük ediniz safhadaki rolleri biz pek güzel oynarız diyen ve:Biz daima Avrupaya müracaat şahın yahud hakim fırkanın te’siri altında kalmaktan kurtulamazdı. Halbuki ashab-ı kiram bile mesail-i mühimme hakkında fetva verdikleri zaman yekdiğeriyle istişare ederler Kur’an’dan ve hadisten istinbat-ı ahkam hususunda en büyük en mühim desatir-i İslamiyyedendir. tura tevfikan ifta salahiyetini de bir şura-yı fukahaya tevdi’ ediyor. Bu Şura-yı İfta İslam fukahasından yani İslam hukuk-şinaslarından teşekkül edecek ahkam-ı celile-i İslamiyyeyi nasın ve asrın ihtiyacatına göre takrir ve tesbit edecektir. Yoksa şimdiye kadar olduğu gibi ndan yahudden lamadıklarınaBu olamazcevabını verecek bir hey’et değildir. Bu hey’et bütün mezahib-i fukaha-yı cak; kanun-ı İslami olan fıkh-ı celilimizin nasın zamanın ihtiyacatına göre tecelli ve inkişafını ta’bir-i diğerle ezmine ve emkinenin ahval ve adatın tegayyürüyle yeniden yeniye tahaddüs eden şuun hadisatın fıkh-ı İslamiye cihet-i tatbikini te’mine yegane vasıta olacak bir hey’et-i aliyedir. Çünkü şerait-i hayatiyye her an teceddüd ediyor. Ve bunun neticesi olmak üzere muamelat-ı nasda mütemadi surette tahavvül edip duruyor. Eğer kavanin-i tabiiyye dairesinde mütemadiyen tahavvül etmekte olan muamelat-ı beşeriyyeyi tanzim ve muamelat-ı nasın ahkam-ı şer’iyye dairesinde cereyanını te’min edebilmek ve kavaid-i şeriate tatbik etmek kudretini gösteremezsek rupadan almalıyız.iddiasında bulunanlara ne diyeceksiniz? Eğer Büyük Millet Meclisi-i alisinin Şura-yı İfta vel konmuş olsaydı hiç şüphe yok ki bir asırdan beri mütemadiyen memleketimize sokulan garb usulleri Avrupa kavanin ve müessesatı giremezdi. En büyük söz Erzurum meb’usu Hüseyin Avni Beyefendinin sözüdür: − Beni Avrupaya gitmekten müstagni bırakınız! mühim bir müessese-i İslamiyye vücuda getirmiş bunun yanı başındaTedkikat ve Te’lifat-ı etmiş Tanzimatın harabeler haline getirdiği medaris-i süngüsüyle sahife-i afaka zafer destanları yazarken milletin ehl-i hal ve akdi de burada bünyan-ı millinin temellerini tahkim edecek böyle İslami abideler vücuda getirmiştir. Anadoluda intişara başladığı üç yıldan beri hiçbir dakika azmine fütur getirmeksizin mücahedat-ı neşriyyesine devam eden bugün yirmi birinci cildine başlarken milletin böyle her sahada mühim mühim zaferler istihsal ettiğini görmekle gaye-i ulviye vüsul hususundaki azim ve imanının bir kat daha arttığını hissediyor. Yirminci cildin son nüshalarına şöyle bir göz gezdirilirse Büyük Millet Meclisinin ve hükumetinin vücuda getirmiş olduğu teşkilat-ı cedide-i kalet-i Celilesinin bu teşkilat hakkında ihzar etmiş olduğu esbab-ı mucibe layihası sonra Büyük Millet Meclisinde cereyan eden müzakeratta müteaddid a’za-yı kiram tarafından bast edilen beyanat peka’la gösterir ki gerek hükumet gerek meclis bu teşkilat-ı esasiyyeye pek büyük ehemmiyet vermektedir. Meclis-i alinin halet-i ruhiyye-i İslamiyyesini göstermek i’tibarıyla büyük bir kıymet-i mahsusayı haiz olan bu müzakeratı aynen bütün enzar-ı millete neşr etmeyi en mütehattim bir vazife telakki etmiştir. Millet kendisini ebedi zillet ve esaretten kurtaran büyük bir zafer ve saadete bir ehemmiyet-i mahsusa atf ettiklerini görmeli ve iftihar etmelidir. Fil-hakika hükumetin ve meclisin bu teşkilat-ı himdir adeta bir inkılabdır. Şimdiye kadar ifta salahiyeti bir şahsa aid idi. O zat nasıl anlarsa zıları da mesail-i mühimmede hükumetin padi münasebattar değildi. Bunun içindir kiTanzimat ve Islahatnamı verilen ve bu yolda tedvin ve teşkil edilen kanunlar müesseseler buhranı tezyid etmekten ve milletle zümre-i müdiranı arasındaki uçurumu biraz daha derinleştirmekten başka bir netice vermedi. Bu hususta ulema-yı millet de garplılaşmak taraftarları kadar belki de onlardan ziyade mes’uldür. Çünkü esasat-ı İslamiyyenin her türlü ihtiyacat-ı beşeriyyeyi kafil olduğunu ortaya koymak ve isbat etmek onlara düşüyordu. Ulema zamanın ihtiyacatını ilmin efkarın terakkisini nazar-ı dikkate almadılar esasatı bırakarak cüz’iyatla uğraşmaya başladılar. Tanzimatçılar müessirat-ı hariciyye ve muhitiyyenin te’sirinden azade bir mahiyet-i müstakille olmadığını nazar-ı dikkate almadılar. Tanzimatçılar şu hakikat-i ilmiyyeden tegafül ettiler ki: Hüviyet-i milliyye: Akaid lisan adat ve saire gibi bir takım müessirat-ı kaviyyenin hülasa-i mütemessilesidir. Milel ve akvam üzerinde hükm-i anifini icradan hiçbir zaman hali kalmayan bu müessirat-ı kaviyye ve müteselsilenin hükümden iskatına kalkışmak şüphe yok ki muhali imkana takrib ile uğraşmaktır ve bunun neticesi hizlan ve hüsrandır. Bu müessirat kendisine karşı vuku’ bulan her türlü harekatı şiddetle tedmir eder. Bütün milletlerin kuvvetine serfüru’ etmeye mecbur oldukları bu müessirat ve avamilin istihkarı hüviyet-i milliyyenin hüviyat-ı saire tarafından ifna ve temsiliyle neticelenir. Bir millet ki kendisini muhafaza-i hüviyyet kaydından azade görür artık onun için tarik-i terakkide muhafaza-i istiklal uğurunda mücahedata girişmeye mahal yoktur. Çünkü o mevcudiyet-i müstakıllesini fedaya razı olmuş kendisini bir gıda gibi başkalarının dide-i iştihasına arz etmiş demektir. Evet tanzimatçılar bu hakayıkı hiç nazar-ı ehemmiyyete almadılar başka milletlerin kanunlarını müesseselerini memlekete getirmekle yeni bir millet vücuda getirebilecekleri zehabına düştüler; fakat ilme hakayık-ı tabiiyyeye karşı olan bu hareket memlekete felaketten başka bir şey getirmedi. Eğer bugün millet burada milli bir meclis milli bir hükumet teşkil edip dehüviyet-i milliyyesini muhafazaya azmetmemiş olsaydı milletin ne hürriyet ve istiklal-i siyasisi kalacaktı Hakikaten İslam uleması son asırlarda na-beca taklid vadisine saptılar; fıkh-ı celil-i İslamın o yüksekliğini o inceliğini layıkıyla tecelli ettiremediler; rupa hukuk-şinasları nazari ameli şayan-ı hayret eserler vücuda getirdikleri halde bizim ulemamız o na-beca taklidden ayrılamadılar. Halbuki zaman durmadı yürüdü. Avrupa hukukunu tahsil eden bir zümre peyda oldu. Ve bunlar orada okuduklarını burada tatbika kalkıştılar. Bit-tabi’ bir hey’et-i ictimaiyyenin esasat-ı hukukkıyyesi diğer bir hey’et-i ictimaiyyede tatbik olunamayacağından bu hareket tezebzüb-i ictimaiyi husule getirdi. Bunun neticesidir ki bir asırdan fazla zamandan beri milletimiz dümeni kırılan bir gemi gibi dalgalar arasında çırpınıp duruyor bir türlü sahil-i selameti bulamıyor. İslami kanunlar İslami telakkiler yerine Avrupa kavanin ve müessesatı kaim olmaya başladığı zamandan beri devletimizin hayat-ı siyasiyyesine tari olan buhran-ı milletin hayat-ı ictimaiyyesine de müstevli olmaya başladı ve o günden i’tibaren bir takım emraz-ı Mütefekkirin-i siyasiyye zümresi arasında baş gösteren bu maraz-ı ictimai neticesi olmak üzere ortaya çıkan tanzimat inkılab ve ıslahat mes’eleleri devleti büsbütün girdaba sevk etti. Marazına şuuru lahık olan bir vücudun ilk hadise-i ruhiyyesini beka-yı nefsi hakkında bir ukde-i iştibaha tutularak fikrinde tevehhüm iradesinde fütur göstermek müdhiş bir helecan ve ıztıraba düşmek olur ki bu hal alel-ekser emrazın şeff ü teşhisine ve ıslahatın tatbikine aid levazımın gereği gibi temyizine mani’ olmaktan hali kalmaz. duçar olan zümreyi yanlış bir yola saptırdı; devletin kendi bünyesine muvafık tedaviden zühul ettirerek kuvvetli ve salim gördüğü devletlere tahassür ve taklide sevk etti. Binaenaleyh devlet herhangi müessesat ve kavaninin ıslahına girişmişse hemen hepsinde eskisini yıkmak ve yenisini temelinden bina etmek sevdasına düşmekten kurtulamadı. Vakı’a bu kafa ile eski dediği kendi milli kanunları milli müesseseleri yıkıldı; fakat yerine konmak istenen şey milletin ne bünye-i asliyyesi ne de ahval-i ictimaiyye ve ruhiyyesiyle feda edemez; ve etmemelidir. Ayniyetini ve bekayı hüviyeti muhafaza etmek şartıyla tahavvülat ve teceddüdatı kabul eder; ve etmelidir. Cem’iyat-ı beşeriyyede bu ayniyet ve tevafuku beraber nizam-ı tahavvülata hakim olup duran esasat cem’iyatın kavanin-i asliyyesidir. Şüphe etmemelidir ki şer’in ve kanunun kıymeti sebat şümulündedir. Bunun içindir ki kavaninin tahavvülat-ı seriası efradın ruhunda bir hiss-i istihfaf tevlid eder. Fakat şu mühim nokta da hatırda olmak lazımdır ki şer’ ve kanunun kıymetini bi bir şaibe-i ye’sden de vareste olmalıdır. Binaenaleyh bir millet ve devlet asrın icabatı olan tahavvülat ve teceddüdata tabiolmak bununla beraber hüviyet-i milliyyesini de muhafaza edebilmek hem sabit hem de tedricen neşv ü nemayı idare etmelidir. olarak usul-i sabite altında füruat-ı cedidesini tefri’ edip gitmek ister. O kadar ki tahavvülat içinde hüviyetini ayniyetini idame edebilmek için asırdan asra uğradığı tahavvülatı ruhuna hazm ettirerek kendini ta’mir ve tecdid etmesi ümmet için bir ni’met olacağı bazı ehadis-i şerifede haber verilmektedir. Kaldı ki kavanin-i asliyyenin hayatı zi-hayat zekalar zi-hayat vicdanlarla kaimdir. Yalnız kitap sahifelerine gömülmüş kalmış olan kavanin-i asliyye bil-fil hayattan ve hayata te’sirden mahrumdur. Bu o kadar bedihidir ki bunu anlamamak nazm-ı celiline ma-sadak olmak lazı dır. Bir millet için kavanin ve şerayi’-i asliyyesini Devlet-i Osmaniyyenin son asır zarfındaki ahval-i umumiyyesi tedkik olunursa görülür ki daima kavanin-i asliyyesinden uzaklaşmak usul-i sabitesini ihmal etmek gibi şayan-ı esef bir dalalet vücuda getirilen bütün kavanin ve müessesat ne hüviyet-i milliyyesi! Binaenaleyh bu meclisin burada teşekkülü yalnız milletin hayat-ı siyasiyyesi değil hayat-ı ictimaiyyesi nokta-i nazarından da fevkalade mühim bir hadise-i tarihiyyedir. Millet bu hareketle gerek istiklal ve hürriyet-i siyasiyyesinden ve gerek hüviyet-i milliyyesinden hüviyet-i milliyyesini teşkil eden anasırdan bir zerre bile feda edemeyeceğini bütün cihana göstermiş oluyor. Şurası muhakkakat-ı ilmiyyedendir ki alemde bütün mevcudat bir tegayyür ve tegayyür içinde bir beka ve tevafuk arz etmektedir. Her şey daima değişiyor tahavvülden tahavvüle geçiyor ve bu tahavvül içinde yine bir beka bir tevafuk bir vahdet arz ediyor. Kanun-ı tabiatin yani Sünnetullah’ın yoktur. Hayat-ı beşer de böyledir. O da her an tahavvül ve tegayyür arz ediyor hiç durmayıp değişiyor. Fakat bu tahavvül bir tahavvül-i mutlak değildir ayniyet ve beka-yı vahdet içinde bir tahavvüldür; yahud tahavvül ve tegayür içinde bir vahdet-i ayniyyettir. Bir ferd tahavvülden tahavvüle geçmek suretiyle yaşayıp dururken ayniyeti devam-ı hüviyetini muhafaza edemediği son bir tahavvül ile alem-i emvata karışır. Binaenaleyh hayat tahavvülatsız teceddüdatsız cereyan etmiyorsa ayniyet ve tevafuksuz hiç cereyan edemez. Ferdler zaruri ve tabii olan tahavvülatla beraber hüviyetlerini de muhafaza edemedikleri tahavvülat ile alem-i emvata karışırlar. Bu da Sünnetullah’ın kanun-ı ilahinin muktezasıdır. Bunda da tebeddül ve tahavvül yoktur. aynı kanunun taht-ı te’sirindedir. Hangi devlet olursa olsun tabii olarak ma’ruz kalacağı tahavvülat ve teceddüdat ile beraber ayniyetini hüviyetini zayi’ ettiği gün sahne-i hayattan çekilmiş olur. Binaenaleyh bir devlet zaruri ve tabii olan tahavvülat ve teceddüdatı kabul ederken mutlaka hüviyet-i milliyyesini zayi’ etmemeye çalışacaktır. Bir devlet ve millet için asrın muktezası olan tahavvülat ve teceddüdata tabiolmak ne kadar lazımsa kendi hüviyet ve ayniyetini muhafaza etmek de o nisbette lazımdır. Ondan hiçbir şeyi milli ruh ile kaynaşamamış bu sebeple devlet ve millet mütemadi bir ıztıraptan kurtulamamıştır. Kavanin-i şer’iyye ve müessesat-ı İslamiyyenin ehemmiyetden ıskatı yüzünden husule gelen buhran-ı ictimai milleti hüviyet-i şahsiyyesinden Şuun-ı medeniyyenin mazi hal ve istikbal arasındaki aheng-i ittisali muhafaza edilemediği için yeniden vaz’ olunan ahkam kavanin-i asliyyemize aykırı kalmış ruh-ı ictimaiye temas edememiş bu sebeple memleketimizde kanun muhabbeti şeriat muhabbeti kadar teessüs edememiştir. Madem ki böyledir; şu halde tahavvülat ve teceddüdat viyyetimizi de muhafaza ve te’min edebilmek için kavanin-i asliyye ve usul-i sabitemizden uzaklaşmamak kanun-ı milli ve medenimiz olan fıkh-ı celilimizin zamanın icabatına maslahatın iktizasına göre tecelli ve inkişafını te’min edecek esbaba tevessül eylemek bizim için en esaslı ve en hayati bir mes’eledir. Her an tahaddüs eden şuun ve vekayie göre vaz’ edilecek kanunların nazariyat-ı fıkhiyye mucebince tahlilat-ı amika ile mevki’lerini ta’yin edecek kütüb-i fıkhiyye meydana getirmek lazımdır. Başka suretle İslami telakkilerimizi nin-i asliyyenin hayatı bu suretle kabildir. Alisi bu müessese-i İslamiyyeyi bu şekilde vücuda getirmiştir. BinaenaleyhŞura-yı İftabir hey’et-i lelden muhafazasının yegane kafili olan fıkh-ı İslamiyi zamanın icabatına göre tecelli ve inkişaf ettirecek bir hey’ettir. Bu hey’et-i aliyyenin mahiyeti teayyün edince oraya intihab olunacak zevatın haiz olması icab eden ehliyet ve evsaf-ı ilmiyye kendi kendine tezahür eder. Şura-yı İfta a’zaları huffaz-ı mesail olmaktan ziyade dekayık-ı kitab ve sünnete ruh-ı şeriate akval-i eimmeye iktiza-yı zamana ve mesalih-i ibada vakıf erbab-ı ilim ve ihtisastan mürekkep olmalıdır. Tekrar ediyoruz bu hey’et muayyen bir fetva kitabından bulabildiği bir mes’eleyi tesvid ve tebyiz edecek bir hey’et değildir; tegayyür-i zamanın teceddüd-i şuun ve mesalihin tezayüd-i ihtiyacatın iktiza ettiği ahkamı takrir ve tesbit havadis ve havayic-i ictimaiyyemiz aheng-i ittisalini te’min ve mezahib-i muhtelife erbabı arasında neş’et eden fukahanın akvalini cem’ ve telfik ederek bu akval içinde maslahat-ı nasa ve ruh-ı şeriate tevafuk edenleri temyiz ve tefrik edecek olan bir hey’ettir. Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’et-i İlmiyyesine gelince Şer’iyye Vekalet-i Celilesinin esbab-ı mucibe layihasının tedkikinden anlaşıldığına göre bu hey’et de başka bir nokta-i nazardan yine aynı gayeye İslamın neşr u tealisine müslüman medeniyetinin inkişaf ve terakkisine ne beynelislam tearüf husulüne çalışacaktır. Bu hey’ete tevdi’ olunan vezaif bunun bir İslam akademisi mahiyetini haiz olduğunu gösteriyor. Bir kere bu hey’et hakayık ve meali-i İslamiyyeyi neşr edecek; saniyen akvam-ı ahval-i cek; salisen müslümanların terbiye-i diniyyesine ve mezaya-yı fazıla-i İslamiyyenin inkişafına çalışacak. Bunlar o kadar mühim vazifelerdir ki hey’et bu vezaifi kısmen olsun ifaya muvaffak olduğu takdirde bu millete en büyük hizmeti yapmış olacaktır. tin tekamülünü istihdaf ettiğini daima söyleyip duruyoruz. Fakat bunları her kısım halka anlayabileceği lisanla anlayabileceği surette anlatmak lazımdır. Kitabullah yalnız raflarda saklanmak bir de ölülere okunmak üzere nazil olmamıştır. Ahkamı bilinip tatbik edilmek için şeref-nazil olmuştur. İsm-i mübareki anıldığı zaman en büyük huzu’ ve huşu’ gösterdiğimiz aleyhis-salatü ves-selam Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerini o cihan-değer sözlerini herkese bildirmek en mütehattim vazifemizdir. Elbette hakayık ve meali-i Bunda bütün halkın hissesi vardır. Herkes kendi seviyesine kendi idrakine göre nasibini almalıdır. Biz şimdi dalalette bulunan diğer dinler ashabını efrad ve akvama İslam’ın mehasinini fezailini mealiyatını anlatmak derdindeyiz. Bu hususta müsta’celen yapılması mübrem olan bazı şeyler vardır. Mesela bugün umum için muhtasar bir mühim vazife matbuata terettüb etmektedir. Bu miyanda da kendi omuzlarına yüklenen vezaifin ehemmiyet-i mahsusasını takdir etmektedir. İnşaallah bu cildimizde o vezaifi hakkıyla Bugün gerek burada İslamın merkezinde gerek diğer diyar-ı İslamiyyede mühim tebeddüller halas-ı istiklale doğru mühim hareketler tevali edip duruyor. İslam devletleri İslam milletleri arasında biganelikler tearüfe vahdete münkalib oluyor. Münasebat-ı siyasiyye ve fikriyye başlıyor. Bu gayet mühim bir an-ı tarihidir. Bu samimi temas ve münasebetleri tanzim etmek onlara bir şekl-i mahsus vermek İslam matbuatının İslam mütefekkirlerinin en mütehattim vazifesidir. Bunun Asya ve Afrikadaki matbuat-ı İslamiyye arasında esaslı münasebat te’sis etmek mübadele-i efkarı taht-ı te’mine almak lazımdır. Sonra bütün diniyye ve ictimaiyeyi müzakere etmek üzere büyük bir İslam kongeresinin in’ikadını da te’min etmek elzemdir. Sonra İslam devletleri arasındaki münasebat-ı siyasiyyeyi Avrupa hukuk-ı düvel esasatından bizimle hıristiyan devletleri arasındaki münasebattan farklı bulundurmak zaruridir. Bunun için İslam milletleri İslam devletleri arasındaki münasebat-ı siyasiyyeyi İslam esasat-ı hukukıyye ve siyasiyyesine göre tanzim etmek bir hukuk-ı beynelmilel-i İslami tedvin etmek lazımdır. Bu da İslam matbuatı için mühim bir saha-i tedkikdir. Sonra yeni teşekkül eden ve etmek üzere bulunan bazı İslam devletlerinin teşkilat-ı siyasiyyelerinde kendilerini ecnebi eşkal-i siyasiyyesine kaptırmamaları için İslam teşkilat-ı siyasiyyesine ve bunun asr-ı hazırda ne suretle tatbik olunabileceğine dair tedkikat-ı ilmiyyede bulunmak da dir. Eazım-ı mütefekkirin-i İslamiyyeden merhum Prens Said Halim Paşanın bu bahse dair geçen cildimizde tefrika ettiğimiz eseri ilk def’a olmak üzere mevzu’ hakkında yazılmış şayan-ı dikkat ve ehemmiyyet bir eserdir. Bu vadi-i ilimde tedkikatı daki vahdeti te’min eden esasat-ı ictimaiyyenin menbaı bir olduğu gibi esasat-ı siyasiyyenin menbaını tevhid etmekte de azim faydalar vardır. surette Kur’an-ı Kerimin tercüme ve tefsirine pek ziyade ihtiyaç vardır. Bu en mütehassıs zevattan mürekkep bir hey’et-i mahsusa tarafından yazılmak ve bütün İslam lisanlarına tercüme olunmak lazımdır. Bilahare de mufassal bir tefsir ihzar olunmalıdır. Bundan başka ehadis-i sahihayı tefrik raftan bunlar hazırlanır iken diğer taraftan da bir İslam muhitil-maarifi tahrir ve neşre başlamak en zaruri bir keyfiyettir. Ecnebiler tarafından bizim böyle en mübrem olan bir İslam muhitilmaarifinden mahrumiyetimiz pek azim bir kusur ve noksandır. Sonra yeryüzünde mevcud üç dört yüz milyon müslüman hakkındaki ma’lumatımız nedir? Bunlar hakikaten var mı yok mu? Var ise nerelerde ve ne mikdarda bulunuyorlar hayat-ı ictimaiyye ve siyasiyyeleri ahval-i iktisadiyye ve maişetleri nasıldır? İ’tikadları din-i celil-i İslamı anlayışları suret-i tatbikleri bize benziyor mu? Hangi lisanlarla tekellüm ediyorlar? Hangi devletlerin taht-ı idarelerinde bulunuyorlar? Bunları lazımdır. Beynelislam tearüf husulü münasebat te’mini neye mütevakkıftır? Bunlar hep tedkik olunup bilinecek mesail-i mühimmedir. Sonra terbiye ve fezail-i İslamiyyenin inkişafı tüler vaizler bu hususta en mühim amil olabilir. Onların delaletiyle her tarafta teşekkül edecek muhafazasına ihtimam ederler. El-hasıl hey’et-i ictimaiyyemiz bu ilmi hey’etlerden pek mühim hizmetler beklemektedir. Büyük Millet Meclisi hüviyet-i milliyyemizi garblılaştırmak kafasına hatime çekti. Artık ortada hiçbir hail kalmadı. Bin şu kadar seneden beri milletin ruhunda la-yezal bir surette yerleşmiş olan İslami mebde’lerini İslami telakkilerini kemal-i hürriyet ve serbesti ile inkişaf ettirmek tatbik eylemek zaman-ı mes’udu geldi. Bir taraftan Büyük Millet Meclisi bu esaslar dahilinde çalışırken diğer taraftan milletin her sınıfındaki rehberlerin mütefekkirlerin mütehassısların aynı gayenin husulüne bezl-i mesai etmeleri lazımdır. Bu hususta en Birinci cildden yirminci cild nihayetine kadar koleksiyonu fiyatı elli liradır. Posta ücreti idarehaneye aiddir. in maa-posta ücreti birinci kitabın birinci kısmı ikinci kısmı üçüncü kitap kuruştur. Merhum Prens Said Halim Paşanın külliyat-ı asarını muhtevi olan maa-posta ücreti kuruştur. Kağıtsızlık yüzünden birkaç hafta ha teehhür ederse ma’zur görülmesi rica olunur. Aboneleri hitam bulan zevat irsalatın devamını arzu ettikleri takdirde abone bedellerini göndermeleri sahiplerinden şimdiki adreslerini bildirmeleri rica olunur. Kezalik fikir ve irfan i’tibarıyla da beynelislam bir vahdet te’sisine çalışmak elzemdir. Maarif ve efkar hususunda yekdiğerine büsbütün aykırı beka ve devamı pek güçtür belki de bir gün vahdetin büsbütün kırılması melhuzdur. Onun te’sis etmek de lazımdır. Böyle bir İslam darulfünunu Alem-i İslamın her tarafından gönderilecek talebe ve para ile bu darul-fünun pek muazzam bir müessese-i İslamiyye olabilir. Bunun te’mini de matbuat-ı İslamiyye için mühim bir vazifedir. Bit-tabi’ bu fikri ve ictimai münasebat miyanında münasebat-ı iktisadiyyeyi de ihmal etmek kat’iyyen caiz olamaz. İhmal değil buna a’zami ehemmiyet atf etmek lazımdır. Bu husus hakkında geçen cildimizde müteaddid makaleler vardır. Bu yolda neşriyatta bulunmak da matbuatın vezaif-i mühimmesindendir. El-hasıl yirmi birinci cildine başladığı bu mühim an-ı tarihide pek mühim mesail-i muhtelife-i İslamiyye karşısında bulunduğunu takdir etmektedir. Öyle mes’eleler ki bunların hall ü te’mini hem bizi hem bütün edecektir. Bit-tabi’ bu hususta uhdesine düşen vazifeyi gücünün yettiği kadar Bundan dolayıdır ki ahkam-ı dinin esrarını anlamayanları şifa ve rahmet olan beyyin ve beliğ hüccetleri serd eylemek maksadıyla şu eseri yazdım.Şüphe yoktur ki Cenab-ı Hak müttekin ile beraberdir. Şimali Amerika hükumeti Harb-i Umumi’nin beş senesi zarfında içkiyi men’ etti. Bu harbe lundu. Ancak gerek harp müddetince bu memnuiyetin verdiği neticeleri ta’kib eden gerek harpten evvel bu afete karşı muhtelif vesait ile mücadelede bulunan Amerika hükumetidir ki muharebe hitam bulur bulmaz diğer devletler gibi davranmamış bilakis sulhten sonra da içkiyi kat’i ve umumi bir surette men’ etmiştir. Amerika hükumeti içki isti’malini men’ ettiği gibi satılmasını yapılmasını da men’ etmiş ve recede ki yeni vaz’ olunmasına rağmen tatbiki hususunda Amerika mahkemeleri tarafından hiç eser-i merhamet gösterilmeyen bu kanuna karşı gelenlerle hapishaneler kapılarına kadar dolmuştu. Başmuharrir Sahib ve Müdir Bismillahirrahmanirrahim Hadi-i hakim ve fettah-ı alim olan Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena ve onun bütün halaikı irşad ve mekarim-i ahlakı tetmim ve ikmal için gönderilen Resul-i muhteremine salat ve selamdan sonra derim ki: Cemahir-i Müttefika hükumetleri tarafından Amerikada içki beliyyesine karşı durmak ve bu yüzden oradaki nüfus-ı beşeriyyenin ma’ruz bulunduğu felaketleri izale eylemek maksadıyla sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in müskiratı suret-i kat’ıyyede tahrim ve bunu ümmü’l-habais telakki eylediği tarihden i’tibaren görülmemiştir. Amerika hükumat-ı müttehidesi Harb-i Umumi esnasında içkiyi kat’iyyen men’ yüzünden hasıl olan netayici gördükten sonra bu afete karşı gayet şiddetli davranmaya başladı. Tabiidir ki o bir hıris-tiyan hükumeti olmak i’tibarıyla bu hareketinde ne Kur’an’ın hükmüne inkıyad etmiş ne de müslümanları taklid eylemiş değildir. Ancak kayd etmiş olduğu bir takım hadiseler bir takım bi tedkikler karşısında artık bu müdhiş afeti ihmale ve onun her taraftan te’kid ve teyid olunan hasaratı önünde tecahüle mahal görmemiştir. Kanunievvel tarihinde sadır olan kanunda biranın tedavi maksadıyla bile isti’mali men’ ediliyordu. İşte bu emrin sadır olduğu gün bütün Amerika hükumat-ı müttehidesince garblıların tabiri vechile tam birkupkuruluktarihinin mebdei oldu. Bu emir Amerikalılar üzerinde yıldırım isabet etmiş gibi müdhiş bir te’sir husule getirdi. Artık gece gündüz uyanık bulunan zabıtanın nazarından gizlenmekten başka çare bulamadılar. Lakin memleketi bu mühlik afetten tamamıyla kurtarmaya azm etmiş olan hükumet onun bulunabileceği gizli kapalı ne kadar yer varsa hepsine nüfuz etti. Ucuz pahalı ele geçirdiği bütün müskiratı nehirlere denizlere döktürdü. Bir halde ki Amerika matbuatı müsadere edilmekte olan içkilerin geceleyin dökülmesini zira bunların gündüzün alenen naklinde yeni kanuna henüz layıkıyla ısınamamış olan halkın derdini tazelemek mahzuru bulunacağından bu cihetin idare olunmasını belediye dairelerinden temennide bulunan mektuplarla doldu. Bir de o aralık halkın ecnebi gemilerine gidip gelmeleri hükumet ricalinin nazar-ı dikkatini celb etti. Bunun üzerine anladılar ki bu gayr-ı tabii ziyaretlerden maksat bulabilecekleri meşrubat-ı küuliyye ile teskin-i iştiyakdan başka bir şey değilmiş. Hatta bazı ecnebi gemileri talebin bu şiddeti üzerine getirebildiği kadar muhtelif nevi’den içkiler nakleder ve Amerika sularında uzun müddet kalarak hem ahalinin parasını çeker hem de sırf insaniyeti himaye için vaz’ olunan bu memnuiyet kanununu hükümden iskat eylemeye çalışırdı. Amerika hükumat-ı müttehidesi bu halden haberdar olunca memleket dahilindeki kanunun Amerika sahillerine üç mile kadar yaklaşan ecnebi gemilerine de tatbikine karar verdi ve Avrupa devletlerinin protestolarına rinden i’tibaren bu kanunun kemal-i şiddetle tatbikinde ısrar etti. Ancak kendi sefineleri dahilinde bulundukça Amerika hükumat-ı müttehidesi kanununa tabiolmayacakları haysiyetiyle bu gemilerin kaptanlarıyla mürettebatına kifayet edecek mikdarda içki bulundurmasına müsaade letlerin en ilerisinde bulunan Amerikalılar tabii bu kanundan çok müteessir oldu. Lakin hayat-ı memnuiyetin vücuda getirdiği te’sir-i azimi gören hükumet ceraim ve cinayatın azalması ve halkın birçok münkerattan uzak durması hususundaki te’sirini de alenen müşahede ettiği içindir ki bütün habaisin bütün nefsani hevesatın anası olan daha teşdid etti. Amerika matbuatında görülen son yazılardan anlaşıldığına göre bu memnuiyetten fena halde sıkılan Amerikalılar kendilerini şu suretle avutuyorlarmış: Elbette tababetin vereceği kararlar bu tazyika bir çare bulacak ve tedavi maksadıyla biraz şarap isti’malinin zaruri bulunduğuna dair etıbbanın vereceği hükme karşı mahkemeler bir şey diyemeyecektir! Zavallı ayyaşlar uzun müddet boyunlarını uzattılar kendilerini ukubat-ı kanuniyyeden kurtaracak ve mi’delerine beş on damla olsun içki girmesine medar olacak bu tıbbi kararları beklediler durdular. Lakin etıbba desatir-i hıfz-ı sıhhat miyanında hiçbir düstur görmediler ki bu vücudu bitiren ahlakı kemiren zehirlerin hatta hastalar tarafından isti’malini zaruri gösterebilsin. Zira hiçbir hastalık yoktur ki ona karşı tababette küulden müstağni kılacak bir deva-yı nafi’ bulunmasın. Amerikalılar tabiblerinden hiç beklemedikleri bu hali görünce yavaş yavaş ümidsizliğe düştüler nihayet bira bu memnuiyetten hariç kalır ve ulema-yı tıb bunu semm-i katil addedilen diğer maz diye müteselli oldular. Büyük şirketler bir sene evvel Amerika çarşılarını bira tufanı içinde boğmaya hazırlandılar. Yalnız bir ihtiyat olmak üzere evvelce mahkemelerin bu hususta vereceği kararı beklediler. Maamafih beklenilen bu kararın aleyhte çıkacağını asla hatıra getirmediler. Ne büyük ibrettir ki din-i İslamın azamet-i hikmeti bu protestan memleketinde ikinci def’a olarak bir daha tecelli etti: Amerika mahkemeleriyle reis-i cumhur Doktor Hardingin metanet-i re’yi bunların bütün tatlı hülyalarını bütün cazib emellerini alt üst etti. Evet sadır olan karar birayı da diğer içkiler miyanına idhal ediyordu. Binaenaleyh reis-i hükumet Harding tarafından - - ediyordu. Maamafih mehakimin bu kadarcık bir müsaadekarlığı da sefain-i ecnebiyye şirketleri tarafından ikame olunan davalar neticesi olarak Amerika ile diğer ecnebi memleketler arasında münasebat-ı ticariyyenin büsbütün münkatı’ olmasına meydan vermemek içindir. El-hasıl zikrettiğimiz tarihten i’tibaren ecnebi gemileri Amerika şimali sahiline üç mil yaklaştıkları takdirde bu yeni kanuna tabitutuldular. Amerikada zuhur eden bu salah cereyanı diğer milletleri de içkinin mazarratları hakkında ğer memleketlerdeki matbuat muttasıl müskirat hakkında neşriyatta bulunuyorlar. Bunun menfaati mazarratı hakkındaki muhtelif re’yleri sayıp döküyorlar. Devletler arasında Amerika hükumetinin tuttuğu yola gitmek isteyenler bulunuyor. Ancak o şiddet o kat’ıyet gösterilemiyor. gazetesi sene-i hazıra Teşrinievvelinin birinde neşrettiği nüshada şöyle diyor: Norveçte içkiyi men’ için bir kanun vaz’ı hakkında başlayan hareket gittikçe şiddetleniyor. Norveç Hariciye Nazırı Feristiyanyada bir nutuk irad ederek ispirtolu meşrubatın men’i ve sefainde bulunacak bütün içkilerin müsaderesi zaruri olduğunu bildirdi. Doktor Şarnberg nazırı te’yid ettikten sonra şu sözleri ilave etti:Norveç hükumeti kendisiyle Fransa İtalya ve İspanya memleketleri arasında müteaddid muahedat-i ticariyye mucebince külliyetli mikdarda ecnebi dukça içkinin men’i kanunu bir hayalden ibaret kalacaktır... Aynı gazete şu ma’lumatı verdikten sonra zikr olunan ticaret muahedenamelerindeki içkilere aid fıkranın ta’diline intizar olunduğunu ilave ediyor. Amerika ve Norveç hükumetleri tarafından verilen kararlar arasındaki fark şudur: Norveç hükumeti bu memnuiyeti kendisine yüzde on dört nisbetinde ispirto bulunanlara kasretti diğerlerine men’i henüz teşmil etmedi. Maamafih Norveç hükumetinin şu suretle hareketinden maksat Amerikalılar gibi ani bir teşebbüsle içkinin önüne geçmektense bu gayenin tedrici bir surette elde edilmesinden ibaret olsa gerektir. sinde bu mes’ele için ahalinin re’yine müracaat zaruretini gördü. Ve aynı senenin Teşrinievvelinde etti: Memnuiyet taraftarı bulunanlar aleyhdarı olanlar kişi idi. Şu iki yekunun tedkikinden içkiyi suret-i kat’ıyyede men’ etmek görülür. Zira pek yakın senelerde bunların mikdarı naçiz bir ekalliyetten ibaretti. Şu halde asla şüphe yoktur ki hiç de uzak olmayan bir atide bu mikdar-ı kahire bir ekseriyeti bulacak ve milyonlarca mak hususunda Amerikalı hıristiyan kardeşlerine peyrev olacaktır. Malumdur ki Sovyet hükumeti de Amerikalılar’ın Amerikada yaptığını aynen Rusyaya tatbik etti. İçkiyi kat’iyyen ortadan kaldırdı. Meyhaneleri müskirat fabrikalarını kapattı evlerinin bir köşesine gizlenerek içmek isteyenleri bile kemal-i şiddetle ta’kibden geri durmadı. yan hükumetlerince ittihaz edilmiş ve edilmekte bulunan tedbirlerdir. İşte bütün bu mücahedeler kendilerine hiçbir semavi kitap ile Kur’an-ı Hakimin o katil zehirler hakkındaki beyan-ı şafisine benzer bir tebliğ-i ilahi vuku’ bulmayan milletlerin meydana getirdiği işlerdir. Pekala! Bu hususta acaba müslümanlar ne yaptılar? O müslümanlar ki kendileri için Tanrılarının Kur’an’ında Peygamberlerinin siretinde selef-i salihlerinin tarz-ı hareketinde bütün şek ve tereddüd perdelerini yırtan ve diğer Ehl-i Kitab’a nasib olmayan na-mütenahi düsturlar vardır. Heyhat akvam-ı İslamiyyenin ekseriyeti bu ğini muhafaza etti durdu. Halbuki beşeriyetin halasına doğru koşan bu kuvvetin başında bulunması pişdarı olması icab ederdi. Zira elinde kendisini tecrübelerle vakit geçirmekten müstağni kılacak ona en yakın bir felahı te’min edecek surette bütün mekarim-i ahlakı cami’ ve Halik-ı hakimin bütün esrar-ı hikmetine ma’kes bir kitab-ı mübin bulunuyordu. Evet maalesef akvam-ı İslamiyyenin ekseriyeti bu hacaleti mucib hareketsizliği irtikab etti. fiyat ile bir yığın mutavvelat ile uğraşıp duruyorlar. Halbuki Cenab-ı Hak kendilerini biçaregan-ı müsliminin feryadına koşmak ağlayanların bulundukları mevkie getirmişti. Bizler düşmanlarımızla alış-verişi kesmek kumaşlarını ve sair mahsul-i san’atlarını rağmen- memleketimize sokmamak çarelerini düşünüyoruz da neden hayatımızı zehirleyen bünye-i ictimaiyyemizi temelinden sarsan içkiden vazgeçmeyi hatırımıza getirmiyoruz? İktisad edelim. İsraftan sakınalım diyoruz. Pekala! Nezih ruhları öldüren insanda ahlak namına bir şey bırakmayan şu meyhaneler kadar paramızı esirgeyecek hangi yer tasavvur olunabilir? Teavün şirketleri sendikalar gibi müesseseler vücuda getirmek suretiyle düşman esaret-i neden müskirat uğurunda feda ettiğimiz etekler dolusu servetin bir kısmını olsun müslümanların ve bütün diyar-ı İslamın selametini kafil olacak bu gibi hayırlı cihetlere vermeyi hatırımıza getirmi-yoruz? Milli sanayii teşvik etmek yerli ma’mulatından elbise giymek arzusunu besleyenler için acaba nesc-i ilahi olan bedenlerini de içkinin dest-i tahribinden sıyanet etmek lazım değil midir? Evet bütün dünyadaki müslümanlar bugün hürriyetleri istiklalleri uğurunda ne kadar şedaid varsa iktiham etmekten geri durmuyorlar. Lakin gayelerine nasıl varabilecekler ki her tarafta pusu tutmuş içki orduları bu zavallıların elindeki memleketleri almak cemaatlerini vahdetlerini tarümar etmek için düşmanlarına yardım edip duruyor? Şu mukaddimedeki sözler yaralı bir sinenin lar söyleyeceğini söyleyecek. Bununla beraber hakikate karşı yürümekten başka bir şey yapmış olmayacak. Lakin doğru yola gitmek isteyenler cekler ki mü’minlerin sadrına şifa olacak kitab-ı mübinin ezeli bir hikmetini tenvir edecektir. Ankara hükumet-i milliyyesinden başkasını görmedik ki kalksın da beşeriyetin başına bela kesilen eser-i hayat göstermiş olsun. Misal isterseniz işte koca Mısır gözümüzün önünde duruyor. O Mısır ki sinesinde Cami’-i Ezher gibi kadim en muazzam bir müessese-i dini barındırıyor; o Mısır ki binlerce minaresinden yükselenFelaha Koşun!nidaları kainat-ı İslamı Kerim okunuyor; mekteplerinde hafızlar kari’ler kemal-i tertil ile Kitabullah’a müdavim bulunuyor. hiçbir sokağından geçilmez ki müslümanlara yakışmayacak Müslümanlık adabıyla te’lifi kabil olmayacak bu münker ibtilanın asarı nazar-ı hamiyyeti ağlatmasın! Ben iki senedir müslümanlar hatalarından vaz geçerler tarik-ı sedada dönerler diye bekliyordum; Mısır Tunus Cezayirle diğer diyar-ı adab ve ahlak-ı İslamiyyeye irşad hususunda garb matbuatının tuttuğu yolu tutar diyordum; hiç olmazsa dindaşlarımızda yukarıda mücahedelerini hikaye ettiğimiz hıristiyan milletlerini taklid ederler ümidinde bulunuyordum. Ne acı bir inkisar-ı hayaldir ki Mısır kıbtileri arasından yetişmiş sahib-i fazilet bir zatın içkiye karşı mücadele temennisi yolundaki yazılarından başka kimse tarafından bir hareket görmedim. İşin asıl garibi şudur ki: Bu temenni müslümanlar tarafından kaç İskenderiyeliden başkası da’vet-i vakıaya naba da’vet Kur’an’ın emr etmediği beşir-i nezir sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in vaktiyle tebliğ buyurmadığı bid’atlerden imiş! Bundan daha garibi var: Bütün cihan-ı beşeriyetin gözü önündeki bu ibretler bu cereyanlar bu hareketler her gün Mısır Tunus Merakeş Suriye ve Irak ve sair müslüman diyarında şeyhülislamların kulağına çarpıyorken bir türlü kendilerini kasıyla dinin ve müsliminin başına gelen felaketlerden gafil veyahut mütegafil muttasıl hila Ef’al-i alihiyye hüküm ve mesalihle muallel olduğu gibi ef’al-i beşer de muallel bi-l-a’razdır. Cihanda abes hiçbir şey yoktur. Vücuda getirilen ve getirilecek olan her şeyde bir illet bir maslahat bir maksad ve gaye vardır. Ve işler daima o gayeye göre vücuda getirilir. Gayeden mahrum olan işler abestir. Fil-hakika illet-i gaiyye zamanen muahhardır. Fakat zihnen mukaddem olduğunda şüphe yoktur. Bir şeyi yapmazdan evvel hangi maksada göre yapacağımızı ilk önce düşünürüz. Maksad tamamıyla teayyün ettikten sonra işe başlarız. Gaye vesileyi ihzar eder. Vesile gayeye göre yapılır. Alemde her şey bir mevcuddur. Gayeyi te’min edemeyen vesail hükümden sakıttır. Şu ufak mukaddimeden sonra asıl maksada şüru’ etmek icab eder. Acaba medreseler nedir ne zaman ve ne maksad anlaşıldıktan sonra işe nereden ve ne suretle başlamak lazım geleceği tavazzuh edecektir. Medreselerin ne olduğu ve ne gibi bir maksada göre vücuda getirildikleri vuzuhla anlaşılabilmek için maziye irca’-ı nazar etmemiz lazımdır. Malumdur ki: Bugün memalik-i İslamiyyenin hemen her tarafına serpilmiş olan medreseler maziye doğru uzandıkça adeta mahruti bir şekil irae ediyor. Tabiin sahabe asırlarında ise medrese namıyla bugünkü şekilde bir müesseseye tesadüf edilemiyor. Ekrem Efendimizdir. İlk mektep ve medrese de Mescid-i Nebevidir. Zat-ı Nebi; hem muallim hem müfti hem de kadi idi. Binaberin bu vazifelerin hepsi bir yerde ifa ediliyordu: Ki o da Mescid-i Nebevi idi. Cenab-ı Risalet-meab Efendimiz dünya ve ahirete müteallik ahkamı sahabelerine tebliğ etmişler ve onlar da Kur’an ve hadisi ve bunlardan teşa’ub eden veya ona bina kılınan ilimleri halka öğretmişlerdir. Kur’aniyye sayesinde ma’kulat ve ameliyat sahalarında pek çok müctehidler yetişmişti. Her şu’be-i fende yüzlerce binlerce erbab-ı ihtisas kitap ve sünnetten binlerce ahkam ve desatir istinbat etti. Mütemadiyen tahavvül ve tezayüd etmekte olan zamanın icabatı olarak tezayüd ve tekessür eden etmenin cihetlerini pek iyi bir surette görebildiler. cehlin netayic-i vahimesinden tahziri iledir ki: Her şu’be-i ilim ve fende mütehassıslar yetişti; bunları ta’lim için de bilahare bu yolda müesseseler vücuda getirildi. Fakat şimdi işaret olunduğu üzere İslam’ın ilk devirlerinde mektep ve medrese namıyla bir müesseseye ihtiyaç yoktu. Ulema derslerini ya cami’lerde veya kendi evlerinde veyahut hususi dershanelerde verirlerdi. Mezahib-i muhtelifede yetişen eimme-i müctehidin ile tabib-i şehir Ebu Bekir Razi Farabi İbni Sina Gazali Fahreddin Razi gibi eazım-ı ulema ve hukemanın yetiştiği ve ulum-ı muhtelifenin i’tila bulduğu devirlerde bile bugünkü şekilde müstakil bir mektep ve medrese yoktu. Fakat zamanın en mükemmel surette tedris ediliyordu. Ulum-ı şer’iyye ve hikemiyyenin tedris ve neşri maksadıyla te’sis edilen ve her birerleri i’dadisi de beraberinde başlı başına bir darul-fünun halini almış olan medreselerin bidayeti beşinci asr-ı hicrinin evailine tesadüf ediyor. Fil-hakika alem-i İslam’da ve bütün cihan-ı ma’rifette büyük bir nam bırakmış olan Nizamülmülkün te’sis ve inşa eylediği meşhur Medrese-i Nizamiyye İslamiyet’te ilk te’sis edilen medrese olarak gösteriliyorsa da evvel başlayan ve gittikçe cihan-ı İslam’ın her tarafında tekessür eden bu İslam darul-fünunları her şu’be-i ilim ve fende mütehassıs mümtaz ve mütebahhir eazıma menşe’-i feyz olmuş yüz binlerce eazım bu darul-fünulardan iktibas-ı feyz ü kemal etmiştir. Medeniyet-i edvar-ı şa’şaadarında te’sis edilmiş olan bu darul-ulumlarla bunların yetiştirdiği eazımın esamisi kaydedilecek olsa ciltler doldurmak icab eder. Alem-i İslam’ın yegane müstakil hükumeti olarak teessüs eden Osmanlı Devleti de hükumat-ı sabıkanın eserine iktifaen maarif-i umumiyyesini mecra-yı medarise tevdi’ etmiş olduğu cihetle pek yakın bir zamana kadar bu mühim müesseseler kaffeten fünunun yegane darüt-ta’limi olmakla maarif-i umumiyyeyi bi-hakkın temsil edegelmişti. Medaris-i İslamiyyede ulum-ı şer’iyye dürus-ı müdevveneden bir şu’be olup fünun-ı saireye de aynı derecede ehemmiyet verilir ve mesleğinde mütehassıs tabibler riyaziler hey’et-şinaslar yetişerek maarif-i milleti müessesat-ı saireden müstağni kılardı. Milletin uleması fukahası hep buradan yetişirdi. Hukkamı vüzerası bu darululumlardan feyz alırdı. Bilahare fünun-ı tabiiyye ve riyaziyye terakkıyat-ı zamaniyye ve keşfiyat-ı cedide ile tevessü’ ettiği halde medaris-i İslamiyye ve avamil dolayısıyla bu terakkıyata bigane kalmış bununla beraber ulum-ı şer’iyyeden olan fıkh-ı şerif gittikçe genişleyen muamelat-ı beşeriyyeye kafi derecede ileri götürülememiş daha doğrusu maksad-ı şari’den gaflet edilmiş olduğundan bir zaman sonra hissolunan ihtiyac-ı teceddüd başka namlarla başka müesseseler küşadına badi olmuş ve işte ancak bu sebepledir ki maarif-i salime girememiştir. Bir vakitler devletin en dirayetli vezirlerini en büyük sadr-ı a’zamlarını bu müessese-i ilmiyye yetiştirir iken bilahare ulum ve fünunun mukaddimat ve tekamülatına her an teceddüd eden zamanın ihtiyacatına yabancı kalması yüzünden bu müesseseler evvelce haiz olduğu mevki’-i bülendi büsbütün kaybetmiştir. Medaris-i İslamiyye terakkıyat-ı asriyyeyi ta’kib ve teceddüdat-ı tedriciyye ile yaşamış olsa idi şüphesiz milletin ruhuna uygun olmayan yabancı bir teceddüde ihtiyaç görülmeyecek ve bugün memleketimizde amal ve ahlak-ı mütebayine perverde eden iki unsur-ı irfan karşılaşmayacak ve bu suretle biri kavanin-i şer’iyyeye diğeri kavani-i ecnebiyyeye istinad eden iki hakim iki mahkeme de bulunmayacaktı. Zamanın ihtiyacatını asrın dan sonra memlekette vücuda getirilen te’sisat ve nizamat şüphe yok ki millet ve memleketin duçar olduğu felaketlerin mebdeini teşkil etmiştir. Artık o zamandan i’tibaren en büyük kanun-ı medenimiz olan fıkh-ı şerifin yerine ecnebi kanunları mehakim-i şer’iyye yerine tarz-ı ecnebide teşkil edilen mahkemeler medaris-i İslamiyye yerine programları ecnebiler tarafından tertib edilen yabancı yahud yerli bir takım müesseseler kaim oldu. Bu suretle hem kavanin ve müessesat-ı devlette ikilik hadis oldu hem de irfan ocakları olan medreseleri ihmal etmek yüzünden uğramış olduğumuz dini ictimai ahlaki zararlar hemen hemen gayr-ı kabil-i ta’mir bir hale geldi. Bu halin daha ziyade devamı -maazallahİslam ahlakının İslam ictimaiyatının büsbütün rine istinad eden mütefessih ictimaiyatının getirilmesini esaslı bir tarz-ı ekmelde tensik etmek ve bu suretle ahkam-ı İslamiyyenin hakimiyetini te’min eylemek zarureti vardır. Medarisi ne suretle tensik edeceğiz teali ve tekamülüne nereden başlayacağız? Medaristen matlub olan gaye tesbit edildikten sonra bu suallerin cevapları da kolaylaşacağından şimdi bu cihet izah edilmek lazımdır. Bugün binlerce köylerimiz vardır ki kendilerini tenvir ve irşad edebilecek imamdan hatibden hatta ezan-ı Muhammedi okuyacak müezzinden mahrumdur. Müslümanlık her mesafe-i kasirada bir fakihin her on sekiz saatlik mahalde dini müdafaa edebilecek bir mütekellimin vücudunu zaruri gördüğü halde on sekiz gün gidip de yine bu evsafı haiz bir zata tesadüf edemeyeceğimiz yerler -maatteessüf- pek çoktur. Umur-ı ifta ile meşgul olanların ekseriyet-i azimesi de o makam tirmişlerdir. En bedihi hakların bile muhafaza ve müdafaası hasmın mücehhez bulunduğu kuvvetle mücehhez olmayı istilzam eder. Bugün karşımıza çıkanlar en yeni silahla mücehhezdirler en yeni nazariyat-ı ilmiyye ve felsefiyye ile ortaya atılıyorlar şu halde akaid-i İslamiyyeyi muhafaza ve müdafaa edebilmek için bu asrın icab ettirdiği malumat ile mücehhez binaenaleyh bugünkü asrın ulum-ı hikemiyye ve felsefiyyesiyle mücehhez bununla beraber hikmet-i İslamiyyeye vakıf tüb eden bir vecibedir. Ve bunları yetiştirecek olan da ancak medreselerdir. Şu halde bugün medreselerden matlub olan gayeyi şu suretle hülasa edebiliriz: halkımıza rehberlik mürşitlik edebilecek imamlar hatibler vaizler müderris ve muallimler yetiştirmek; Kurra ve hafızlar yetiştirmek; Ruh-ı şeriate vakıf zamanın ihtiyacatını müdrik fakihler müctehidler müftiler kadilar yetiştirmek; Ruh-ı Kur’ana vakıf sünnet-i Nebeviyyenin tefasilini alim müfessirler muhaddisler yetiştirmek; vuku’ bulan her türlü tecavüzata karşı müdafaatta bulunabilecek hukema ve mütekellimin yetiştirmek; retle hülasa edebiliriz. Maamafih imam hatib vaiz müderris muallim deyip de geçivermemeliyiz. bir mürşid olmak yahud Kur’an-ı Kerimi tefsir edebilmek ve ayat-ı Kur’aniyyeyi layıkıyla anlayabilmek; bu asrın muhacim ve mu’terizlerine karşı dini müdafaa edebilmek için birçok fenleri bilmeye de ihtiyaç vardır mesela: Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ve hulefa-yı raşidinin siyer-i şerifelerini bilmeyen; bil-cümle ümem ve akvamın hususat-ı diniyye ve şuun-ı val-i aleme vakıf olmayan bir insan mümkün müdür ki: İslamın cihan-ı beşeriyyette yapmış olduğu inkılab-ı azimi ruh-ı beşere olan te’sirat-ı mühimmesini layıkıyla idrak edebilsin! baayı tamamen tedkik etmiş ruh-ı İslama vakıf müftilere ender olarak tesadüf olunur. Hafızasında birkaç mes’ele-i fıkhiyye olanları fakih addediyoruz. Hele istinbat-ı ahkam metruk bir hale gelmiştir. Zamanımızda müftiler de müsteftiler gibi mukalliddir; ve bunu kendileri için büyük meziyet addederler. Halbuki İslamiyetin ulviyetini herkese gösterebilmek kavanin-i İslamiyyenin hakimiyetini te’min eylemek için bugün yeniden yeniye tahaddüs eden şuun ve hadisatı fıkhımızın hadiselere göre hükümler verecek fakihler müctehidler lazımdır; ve bunu yetiştirecek olan da şüphe yok ki medreselerimizdir. Sonra ulum-ı ve hadis ilmi de bugün adeta mensi bir haldedir. ve ehadis-i şerife ile tevaggul edenler pek azalmıştır. Halbuki daimi bir surette Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i şerife ile meşgul olacak zevatın bulunması behemehal zaruri bir keyfiyettir. Asri ulum ve fünunu da görmüş ve bu suretle ruh-ı Kur’an’ı anlamış müfessirler ehadis-i nebeviyyeyi epeyce tedkik etmiş muhaddislerdir ki esasat-ı söküp atacaktır İslamı esasından yıkmak maksadıyla teşekkül etmiş olan hey’etlerin Kur’an-ı Kerim hakkında yazmış oldukları cildler dolusu kütüb ve resaili reddetmek ve Kur’an’ın muhtevi olduğu hüküm ve mesalihi ortaya koymak elhasıl onun bir kanun-ı akvam olduğunu isbat etmek muhaddislere şiddetle muhtacız. Bunları yetiştirecek olan yegane müessesenin medreseler olduğu vet uzaklaştıkça i’tikad hususunda beynelislam bir takım teşettütler ihtilaflar baş göstermiş ve Yunan felsefesinin intişarı üzerine fikirlerde de bir başkalık husule gelmiştir. Bunun içindir ki: Müdafaa ve muhafazadan mahrum olan en kuvvetli bir hakkın bile ziyaa uğrayacağını takdir eden ulema-yı İslamiyye akaid-i İslamiyyeyi vuku’bulan tecavüzlerden sıyanet etmek maksadıyla o zamanın silahıyla mücehhez olmak o zamanın icab ettirdiği ulum ve fünunu tahsil etmek lüzumunu hissetmişler ve bu suretle ilm-i kelamı vücuda ge Bütün bu mütalaat ve mülahazatı nazar-ı dikkate alarak diyebiliriz ki: Biz ulum-ı şer’iyyeden hiç birini feda edemeyeceğimiz gibi ulum-ı akliyye ve fünun-ı asriyyeyi de ihmal edemeyiz. Bunların hepsi bizim malımızdır ve bize lazımdır. Zamanın ihtiyaçlarını şuunat-ı ictimaiyyede ki inkılabat ve tahavvülatı da daima göz önünde bulundurmak zaruretindeyiz. Bununla beraber şurasını da itirafa mecburuz ki: Bu kadar teşa’ub etmiş olan ulum ve fünunun hepsini bir insanın layıkı vechile öğrenmesi hatta bir şu’be-i ilmi bile tamamıyla ihata edebilmesi hemen hemen imkansızdır. Binaenaleyh medaristen matlub olan gaye göz önüne getirilerek medarisin ona göre derecata tefriki ulum ve fünunun da derecat-ı medarise taksimi ve her birerlerinin ehemmiyeti ve maksada derece-i taalluku nisbetinde ayrı ayrı ihya edilmesi lüzum-ı mübremi kendiliğinden meydana gelir ki eslaf-ı mazhar-ı muvaffakıyyet olmuşlardır. Şu halde eslaf-ı izamımız tarafından pek ulvi bir maksatla vücuda getirilmiş ve maatteessüf bir aralık duçar olduğu ihmal ve la-kaydi yüzünden kat’-ı nazar hin-i teessüslerindeki intizamın bile peyderpey ziyaını intac eylemiş olan bu mühim ve İslami müesseseleri hayat-ı İslamiyyemize hadim kılabilmek için şekl-i hazırında hayli ta’dilat yapmak iktiza eder. Çünkü –Darulhilafe medreseleri bir dereceye kadar istisna edilmek şartıyla– memleketin her tarafında mevcud medreseler şekl-i hazırıyla bu gayenin istihsalini te’minden uzaktır. Medaris-i mevcude gayeye göre derecata ayrılmamış olduğu cihetle köydeki medrese ile merkez-i vilayetteki medrese beyninde bir fark yoktur. Hepsi aynı derecededir. Esasen -tamamı- on iki sene üzere müretteb olan bu müesseseyi ikmal edebilecek olanlarla müddet-i muayyeneyi itmam etmeksizin terk-i tahsil edecekler için müsbet ve muayyen bir şey de yoktur. Binaberin hangi noktadan düşünülse medaris-i mevcudenin gayeye göre derecata tefrikı ve dürus-ı lazımenin de o yolda tertib ve taksimi zarureti hasıl oluyor ki eslaf da bu yolu ta’kib etmişlerdi. Binaenaleyh medreselerde tarih ve coğrafyayı umumi tarih-i din-i İslam tarih-i düvel-i İslamiyye coğrafya-yı İslam gibi ilimler mutlaka okunmak lazımdır. İlm-i edyan kadar ilm-i ebdanı bilmek de bir İslam için zaruri olduğu cihetle terbiye ve hıfzıssıhha ilimlerine vakıf olmak da bir medreseli için lazımdır. Bugünkü nazariyat-ı felsefiyyeyi bilmeyen edyan-ı saireye ve bilhassa ve e vukuf-ı tammı olmayan bir İslam alimi nasıl olur da mu’tekıdat ve ictimaiyat-ı İslamiyyeye karşı vuku’ bulan ve bulacak olan hücumlara müdafaatta bulunabilir? Siham-ı i’tirazın nerelerden geldiği hangi hedefe tevcih olunduğu bilinmedikçe ona karşı mukabele Binaenaleyh bugün medreselerde bütün aksamıyla felsefe-i hazıra ilm-i ictima’ tarih ve felsefe-i edyan okutmak ve ilm-i kelam başka bir tarzda tedvin ve tedris olunmak icab eder. ziyadedir. Fakat birçok mesaili hıfz etmiş olmasından dolayı bir insana fakih denilemez. Fakih ve müctehid olabilmek için fukaha-yı İslamın mesalikine desatir-i fıkhiyyenin müstenid-i ileyhi olan kitap ve sünnete vakıf olmak nasih ve mensuhun ne demek olduğunu bilmek menat-ı hükmü anlamak bilhassa muamelatın hüküm ve mesalihini bilmek ve bu suretle hadisat ve şuunatı desatir-i İslamiyyeye tatbik edecek bir iktidarda olmak iktiza eder. Bununla beraber kavanin-i şer’iyyeyi kavanin-i mevzua ve akvam-ı sairenin kanunlarıyla mukayese etmek aynı zamanda tahsil eylemek icab eder. Binaenaleyh medreselerde fıkh-ı Hanefiden başka başka mezahib-i sairenin de fakihleri fukahanın tarih ve meslekleri kavani-i mevzua ve garb tarih-i hukuku hikmet-i teşri’ ilm-i iktisad gibi fıkıh ile alakadar olan fenlerin de okunması zaruridir. Kur’an-ı Kerimde kemal-i kudret ve hikmete delalet eden ve dolayısıyla arza semaya hayvanat ve nebatata; yeryüzünde yaşamış akvam-ı lerin ma’nalarını layıkıyla anlamak bunları tefsir edebilmek için mevalid-i selaseye ilm-i hey’ete ulum-ı riyaziyyeye ilm-i ahval-i beşere vakıf olmak Bu suretle darul-hilafe medreseleri açılmış olan beş on yer müstesna olmak üzere her tarafta tahsile nihayet verilmiş ve bu yüzden köylülerimiz cenazelerini yıkayacak bir imamdan bile mahrum bir hale gelmiştir. Fil-hakika medreselerin kapanması yüzünden halkımızın ma’ruz kaldığı bu felaketleri düşünen Büyük Millet Meclisi üç yüz otuz yedi senesinde her tarafta bulunan medaris-i ilmiyyenin açılmasına karar vermiş ve bu hususta bir nizamname de tanzim olunmuş ve müsaade üzerine birçok yerlerde medreseler tekrar açılmış ve tahsil başlamıştır. Bugün birçok köylerde bile eski medreseler açılarak talebe toplanmış ve bir nevi’ tahsile devam olunmaktadır. Halbuki medarisin eski yani gayr-ı ma’kul şekliyle bugünkü medaris-i ilmiyye –Darul-hilafe değil– arasında bir fark varsa o da ders programlarına bazı fenlerin de ilave edilmiş olmasıdır. Bu medreseler açılır iken gaye ve ihtiyaca göre derecata tefrik mes’elesi düşünülmemiştir. Bir köydeki medrese ne ise merkez-i vilayetteki de odur. Program aynı dersler aynı müddet-i tahsil aynıdır. Fakat bu dersleri kimler okutabilecek; kaç müderris istihdam olunacak bunların te’min edilecek bu medreseleri ikmal edecek olanlar ileride ne olacak? Biri Darul-hilafe diğeri Medrese-i İlmiyye namında bir daireye mensub aynı mahalde yan yana bulunmasındaki hikmet nedir? Bunlar cidden muhtac-ı tedkikdir. Binaenaleyh mühmel bırakılmış olan bu cihetler ariz ve amik düşünülerek seri’ bir karar verilmek her halde hayat-ı İslam noktasından zaruri bir keyfiyettir. Köylere kadar serpilmiş olan medreselerin böyle gayeden uzak ciddi murakabeden mahrum bir halde devamı ileride bu müesseselerin büsbütün sukutunu intac edeceğinden korkulur. Halkımızın medreselere fart-ı muhabbetine karşı bu müesseseleri bu halde bırakmak elbette muvafık-ı hikmet ve maslahat değildir. Halk hükumeti halkın arzularını tatmin etmek mecburiyetindedir. Bugün halk medreselerin ciddi surette ihyasını istiyor. Birçok yerlerde halk tarafından medreseler yapılıyor ki halkımız hakiki ğini idrak ediyor demektir. Binaenaleyh bu müesseselerden matlub olan gayenin istihsal olunaMalum-ı alileridir ki bereket-i ilm ü hüner kesret-i feth ü zafer cihetiyle mümtaz bir devir telakki edebileceğimiz Fatih Sultan Mehmed asrında medaris mühim bir tertib arz ediyordu. O zaman şimdi olduğu gibi her medrese aynı derecede değil idi. Hazret-i Fatihin hikmet-i hükumete evfak bir surette vücuda getirdiği medreseleri zamanımıza tatbik etmek istersek onları ibtidai tali ali ve ihtisas medreseleri olmak üzere dört kısma ayrılmış görürüz. Tarik-ı ulemaya salik olacak talibin-i irfan sıra ile haric ve dahil ve musıla medreselerinde mukaddemat-ı ulumu tahsil ve ulum-ı aliyeyi ikmal ettikten sonra ihtisas maksadıyla Sahn denilen ve bugünkü teşkilata nazaran bir darul-fünun mahiyetinde olan medreseye geçerdi. Bu medrese sırf mütahassısin yetiştirmeye mahsus olduğu cihetle müteaddid şu’belere biyat-ı Arabiyye tefsir ve hadis... bunların hepsi ayrı ayrı medreselerde tahsil olunuyordu. mal-i malumat eyleyen bir talib-i irfan tabiiyat gibi riyaziyat gibi tababet gibi ulum-ı akliyye tahsil edecekse Musıla-i Süleymaniyeye Süleymaniye Tetimmelerine; edebiyat-ı Arabiyye gibi fıkıh gibi kelam gibi ulum-ı şer’iyye iktisab eyleyecekse Fatih Tetimmelerine dahil olurdu. Binaenaleyh medarisin devr-i i’tilasında daima ihtisas ve gaye nazar-ı dikkate alınmış; gerek medarisin gerek dürus-ı mürettebenin tefrik ve taksimi ona göre yapılmıştır. Yukarıda arz olunduğu üzere devr-i Kanuniden sonra medreselerde yavaş yavaş hissolunmaya başlayan inhitat bilahare medreselerde en sakim usullerin tatbikıyle neticelenmiş ve bu suretle medreseler büsbütün ihmal olunmuştur. İ’lan-ı meşrutiyeti müteakıb medarisin ıslahı ve talebe-i ulumun terfih-i halleri zaman zaman mevzu-i bahs olmuş bu hususta hikmet ve maslahata göre bazı tedabir ittihaz ve hayli fedakarlık ibraz olunmuştu üç yüç otuzdan sonra neşr olunan Medaris Kanunu ve Medaris Nizamnameleriyle başlayan ve medarisin devr-i i’tilasındaki usule yaklaşmış olan esaslı ıslahat araya girmiş olan Harb-i Umumi felaketiyle ileri götürülememiş ve yine bu badire-i uzma neticesi olarak Anadoludaki medaris-i ilmiyye büsbütün seddolunmuştur. üç devreye ve binaenaleyh Anadoluda bulunan medarisin üç kısma tefriki ve bunlara Medrese-i Ula Medrese-i Taliyye Medrese-i Aliyye isimlerinin verilmesi ve her kısma aid programların da o suretle tertib edilmesi münasib görülmüş ve merbut cedvelde programlar o suretle irae olunmuştur. Darul-hilafe olmayan mahallerdeki medreseler de aynı taksime tabiolmak lazımdır. Şu kadar ki her medrese teşkilatı olan yerde her üç kısmın bulunması yukarıda arz olunan esbab dolayısıyla muvafık-ı maslahat değildir. medrese-i ulada bir iki talebenin tahsili köylü tarafından deruhde edilmeli ve suret-i intihab ve Şimdiye kadar çıkan medarise aid bil-cümle ta’limat kavanin ve nizamat yeni baştan tedkik edilerek müderrisin ve talebenin hukuk ve vezaifi ve medreselerin tekamül ve terakkisi ile yakından alakadar olacak usul-i idare ve tedrisini murakabe altında bulunduracak hey’at-ı ilmiyye esaslı bir surette tesbit olunmalı; On iki sınıf üzerine müretteb olan Darulhilafetil-aliyye Medresesinde ikmal-i tahsil eden veya bu derecede kudret-i ilmiyyeye malik bulunduğu bil-imtihan sabit olanlardan ulum-i şer’iyye ve lisaniyyenin şuabatında kesb-i ihtisas ümniyesinde bulunacaklara menşe’ olmak ve dört şu’beyi muhtevi bulunmak ve ileride adedi üçe ye yani bir İslam Darul-fünunu bulunması tensib ve her sınıfın programları merbut cedvelde gösterilmiş ve teferruat-ı idare ve tedrisiyyesine aid ta’limatname-i mahsus derdest-i tezekkür bulunmuştur. Bu İslam Darul-fünununun muhtevi olduğu şuabat ber-vec-i atidir: Tefsir ve Hadis Medresesi; Fıkıh Medresesi; Kelam Medresesi; Lisan ve Edebiyat Medresesi. Ef’al-i ibadın muallel bil-a’raz olduğunu söylemiştim. Bunda şüphe yoktur. Bir talebe daha başlangıçta iken derecat-ı tahsilin nihayetinde ne gibi maddi bir mükafata nail olacağını bilmeli ve ikmal-i tahsil edince bil-fil bilmesi için ber-vech-i ati mukarreratın ittihazını zaruri görüyorum: Medarisi muntazam ve esaslı bir hal-i mükemmeliyyete teşkilatı -ta’dilat-ı mukteziyye ile- esas ittihaz olunmalı. Vahdet-i idarenin mücerreb olan menafi’-i adidesi ve ayrı ayrı namlarla aynı gayeye hizmet etmesi lazım gelen iki müessesenin yan yana bulunmasının mahzurdan gayr-ı salim olması hasebiyle darul-hilafe teşkilatı icra edilmiş olan mahallerde mevcud bil-cümle medaris DarulHilafetil-Aliyye Medresesi unvanı altında tevhid edilerek iktisad olunacak para kasaba nahiye ve bazı köylerde küşad edilen medreselere tahsis olunmalı. Müteaddid medrese olan mahallerde medaris-i mevcude komisyon-ı mahsus ma’rifetiyle hasıl olacak varidatı ihtiyaca göre bir veya iki medreseye tahsis ve bu suretle elde kalan medreseyi ve bu suretle medresenin hayatı idame ve mümkün mertebe talebenin iaşesi te’min olunmalı; Medaris-i İlmiyye Nizamnamesine göre ahali tarafından küşad edilecek medreselerde maksad ve gayeye göre bir program ta’kib olunmalı idare ve intizam i’tibarıyla darul-hilafeler esas tutulmalı ve medarise aid evkaf bittevhid bazı mühim yerlerde medreseler leyli yapılmalıdır. Bir mahalde açılan medrese kaç sınıflı ise medreseler de ona göre olmalı ve her ne suretle olur ise olsun maaş verilen müderrisler kendilerine tevdi’ edilen dersleri okutmaya mecbur tutulmalıdır. Ulum-ı aliyye ve aliyyenin on senede tahsili kabil olabileceğine nazaran medaris-i mezkure hem ulum ve fünunun enva’ ve derecatı ve medreseden matlub olan gaye i’tibarıyla taksimine medar olmak hem de müddet-i kamileyi itmam eylemeden medreseden müfarakat edeceklerin derece-i tahsillerini tayine ve müktesebat-ı rını te’mine esas olabilmek üzere bu müddetin Medrese-i Ulada ikmal-i tahsil etmiş olanlar köylere nahiyelere müderris; bazı cesim köylerle nahiyelere imam ve hatib muallim olabilmeli ve bu medreseyi ikmal etmedikçe ne kadi vaiz olabilmek için de mutlaka Külliye-i İslamiyyeden me’zun olmalı ve Medresetül-kudat ve tefsir şu’belerine ilhak edilmeli. Her ne olur rin bulunması hem medresenin ehemmiyetinden mani’dir; binaenaleyh ayrıca bir Medresetül-kudat ve Medresetül-irşada lüzum yoktur. Medaris bu suretle tevhid ve füyuzat tevsi’ edilince artık imamların hatiblerin muallimlerin vaizlerin müfti ve kadiların menşei yalnız medreseler olacak ve bu suretle bu İslami müesseler evvelce haiz olduklar ehemmiyeti yeni baştan Cihet-i evkaftan da vuku’ bulacak esaslı muavenetle medaris tevhid ve programlar ihtiyaca göre tanzim edildikten sonra hiç şüphe yok ki medaristen yetişenler hayatta lazım olan ma’lumat-ı umumiyyeden bigane kalmayacakları gibi hem ulum-ı şer’iyye ve akliyyede hem de fünun-ı cedidede mütebahhir zevat yetişebilecek ve bu müesseseler bütün ma’nasıyla birer darut-ta’lim olacaklardır. Bunun için seri’ ve kavi adımlarla yürümek lazımdır. On üç on dört seneden beri medarisi mükemmel bir usule irca’ etmek için vuku’ bulan teşebbüslerin layıkıyla semeredar olamamasında birçok avamil mevcud olduğunda şüphe yoktur. Bendenizce bunun en mühim amili bu gibi umumi mesaili muayyen ve mahdud eşhasın teşebbüsatına terk etmektir. Fil-hakika bunun ne derece mahzurlu olduğu düşünülerek vaktiyle Islah-ı Medaris Nizamnamesine heyyinen şu madde ilave edilmişti: İşbu cetvelde tevsian veya tebdilen icrasına lüzum görülecek ta’dilat ders vekilinin taht-ı riyasetinde a’zası medrese müdir ve muallimlerinden olarak canib-i Meşihatten tefrik ve tayin olunacak la-ekal otuz zevattan mürekkep bir encümen-i mahsus tarafından ifa olunur. ona nail olmalıdır. Binaenaleyh medarın her kısmından çıkacak olan efendilere mahsus füyuzat bir nizamname ile tesbit olunmalı. Bununla beraber medarisin herhangi derecesini ikmal eden muafiyet ve müsaedat-ı askeriyyeye nail olmalı ve buna mukabil de esna-yı tahsilde ta’lim ve terbiye-i askeriyye mecburi olmalı. Diğer dersler gibi bu da mütehassıslar tarafından muayyen günlerde talebeye gösterilmelidir. Muhtac-ı ıslah görülen şeylerden biri de talebenin kıyafeti mes’elesidir. İntizam ve vahdetin daha ziyade te’mini için mesleğe delalet eden yeknesak elbiseye ihtimam olunmak da Fil-hakika herkesin kisvesini serpuşunu takyid etmek hatırımızdan bile geçmez. Fakat adeta bir sınıfın alamet-i farikası olan ziy ü kıyafeti o sınıfla alakası olmayanların taşıması hiçbir suretle tecviz edilemez. Her ikisi de zabit olduğu halde bir bahriyelinin serpuşunu zabıtan-ı berriyyeden birinin taşıması bile tecviz olunmazken bir bakkal bir kahveci hatta herhangi meslekten matrud birisi başına sarık sarabiliyor. Bunun meslek-i ilmiyi ne derece tezlil edeceğini bilmem ki söylemeye hacet var mı?.. Binaenaleyh meslek-i ilmiye ve derecat-ı medarise mahsus olan serpuş ziy ü kıyafet her halde tefrik olunmalı; Medariste okunacak fenlere mahsus kitaplar te’lif olunmalı. Arapçayı en kısa bir zamanda belleyebilmek için yeni usulde sarf nahiv ve kıraet kitabı lazımdır. Diğer fenler de böyle. tahsil edemeyeceği bir fen yoktur. Bir fen için senelerce emek sarf edip de yine ona aid esaslı bir fikir edinemeyenler mutlaka kabiliyetsizlikle ğından ileri gelmektedir. Bir fenni tahsil için en muvafık usul evvela tahsili matlub olan fennin müttefekun-aleyh olan mesailini sade bir şekilde bellemeli; saniyen muhtelefün-fih olanları görülmeli; sonra da o fennin felsefesine ihtilafatın menşeine ve bu ihtilafatın istinad ettiği edillenin tedkikine geçilmelidir. Binaenaleyh maksada göre medariste okutulması muktezi kitapların bir an evvel vücuda getirilmesi esbabı istikmal olunmalıdır. medarisin her kısmındadan i’tibaren ta’kib olunması iktiza eden programı teklif ederken pek mühim ve hayat-ı İslamiyyemizle derin ve kavi bir alakası olan bu mes’eleyi tedkik ve kat’i bir karar altına almak için atideki zevattan mürekkeb muvakkat bir şura-yı ilmi teşkil edilmesini teklif etmeyi de muvafık bulmuştur. Müdiriyet-i Umumiyyenin teklif-i vakıını ariz ve amik tedkik edecek olan mezkur şuranın bir an evvel ictimaa da’vet olunması menut-ı re’y-i samileridir. Ol babda rağmen Makam-ı Meşihate gelen ve ders vekaletinde bulunan her zatın keyfi hareketleriyle darul-hilafe programlarının alt üst olduğu görülmüştür. Halbuki böyle bir milletin hayatına taalluk eden mesail-i muazzama birkaç şahsın düşüncesi ber gider. Böyle mes’eleler yakından alakadar olan bir hey’et-i ilmiyye tarafından müzakere ve münakaşa edildikten sonra bir karara rabt edilmeli ve sonra kim gelirse gelsin o kararı tatbika mecbur olmalıdır. İşte bunun içindir ki Tedrisat Müdiriyet-i Umumiyyesi Muharrem ve Teşrinievvel tarihli Medaris Nizamnamesinin sekizinci maddesinin verdiği salahiyete ve yukarıdaki mütalaata istinaden medarisin terakki ve tekemmülüne aid düşüncelerini tesbit ve Başmuharrir Sahib ve Müdir ve tasarrufatın hangi nevi’ ahkama tabiolacağı hakkındaki ta’mikat-ı müfritaya daldılar. Hülasa fukahanın şarap hakkındaki yazılarını tedkik edenler yalnız bunları görürler de aili rabıtaların parçalanması hayat-ı ictimaiyyenin dayandığı rükünlerin gevşemesi sefahetlerin cinayetlerin alabildiğine yayılması vücudların çürümesi ana karnındaki yavruların yeni doğan çocukların müdavatı müşkil ruhi bedeni bir sürü hastalıklara afetlere varis olması gibi işret yüzünden meydan alan aşağıda tafsil edeceğimiz şeylerin hiçbirine tesadüf edemezler. Şayet fukaha hamr ayetinin zahiriyle iktifa etselerdi de bu te’vilata dalmasalar ve ortaya çıkardıkları hilafiyat ile mes’eleyi tahammülünün haricine sürmeselerdi hiç şüphe yoktur ki müslümanlar ne böyle muharremat ile yüz göz olurlar ne de kendilerini rast gelen milletler tarafından kolaylıkla hazmedilebilecek zavallı bir lokma haline getiren bu acz-i maddi ve ahlaki içinde kıvranırlardı. Şimdi en salahiyettar şahsiyetler tarafından serd olunarak Amerika hükumetinin içkiyi suret-i kat’iyyede men’ için istinad ettiği re’yleri kararrenilecek ber ibret de yalnız aklı başında olanlar içindir. Temhid Ömer bin el-Hattab radıyallahu anh günün birinde:Ya Rabbi! Şarap mes’elesini bizlere kafi derecede izah buyur.demişti. Aradan çok geçmeksizin nazil olan ayet-i kerimede hamr evvela Şeytan işi olmak üzere murdar bir şeyvasfıyla tavsif edildikten insanlar arasına kinler adavetler sokacağı gibi namazdan ve Allahı anmaktan alıkoyacağı da bildirildikten sonra kat’ıyyen tahrim buyuruldu. Lakin fukaha ayet-i kerimenin mantuk-ı münifi raptırmealindeki hadis-i şerifi kabul hususunda birleşemediler deŞarap nedir? Nebiz de şarap nev’ine dahil midir? Üzümden yapılan müsellesin pişmiş nebizin hükmü nedir? İçine şarap konulan kaplar için ne denilecektir?diye tedkikata giriştiler. Daha sonra içenlere tayin olunacak ceza ile bu cezayı tatbik için şarabın kaynamış yahud köpürmüş olması lazım gelip gelmeyeceğine ve hangi nevi’ içkiden sekrin meşrut olduğuna ve haddi mucib sarhoşluğun derecesi neden ibaret bulunduğuna ve saireye dair uzun boylu mübahesata koyuldular. Tıpkı nebiz ile alınan abdestin nebiz ile izale olunan murdarlığın kezalik sarhoş tarafından vakiolacak muamelat yor; bakınız ne diyor:İsterse intihar derecesine varsın kendi nefsine zulmeden insanla bizim ne alışverişimiz var? Gayrın hükukuna taarruz umumun asayişini mutazarrır etmemek şartıyla surette ölesiye içmek hakkıdır. Nasıl ki ihtiyarıyla olduktan sonra aklından iradesinden şerefinden el-hasıl bütün fezail ve mevahib-i insaniyyesinden tecerrüd edebilir. Hem de hiç mes’ul ve muateb olmamak şartıyla. Asayiş-i umumiyyenin muhafazasına ve sarhoşların gerek buna karşı hürmetsizlikten gerek başkalarının hukukuna tecavüzden men’i mes’elesine gelince hükumat-ı muntazama bu babda iktiza eden tedabirin ittihazı için idare adamlarına salahiyet-i kamile vermiştir. Hükumet sarhoşu ayılarak kimseye zararı dokunmayacak bir hale gelinceye kadar zabıta merkezlerinde mevkuf bulundurur. Bir cinayet yahud cürm işledikten sonra eline geçirdiği sarhoşları da kendisinin surette cezasını almak üzere mahkemeye sevk eder. Binaenaleyh içki yüzünden cem’iyat-ı beşeriyyenin görebileceği zararı hükumetle mahkeme bu suretle men’ etmiş oluyor. Lakin evinin dört duvarı arasında çıldırasıya hatta ölesiye hakkımız olabilir? İşte bu söz kanuncuların sözüdür ki doğru gibi görünmekle beraber eşkal-i mugalatanın en parlağına nümune addedilse şayandır! Bana gelince ben milletlerin selameti maksadıyla vaz’ olunan kavaninin usul ve nazariyatı arasına böyle sıhhatleri harab edecek nesilleri kesecek dimağlardaki muvazeneyi bozacak ve ümmetlerin hem kendilerinin hem de hayat-ı ictimaiyyelerinin sermaye-i bekası olan erkan-ı ahlakı yerlere serecek felsefelerin girmiş bulunmasından cidden korkarım. Madem ki cem’iyetler ferdlerden teşekkül ediyor efrad ile cem’iyetleri birbirinden ayırmak fesad-ı akla delalet eder. Zira ferdler nasılsa onların vücuda getireceği cemaatlerin de böyle olacağı bedihidir. Binaenaleyh ümmetlerinin saadetine vakf-ı vücud etmiş olan kanuncuların herkesten efrad fezahatlerin her nev’ini rezaletlerin her Beşerin hukukunu tanıyan efrada hürriyet veren Fransa ihtilalinin asar-ı seyyiesinden olmak üzere iki müdhiş afet berk ziyasının fezadaki sür’ati intişarıyla bütün alem-i insaniyyeti kapladı. Bir halde ki akvam-ı garbiyye tarafındanGeri Kalmış Ümmetleradıyla anılan müslümanlardan başkası için bu iki beladan halas imkanı yoktu. Mühlik lakin te’siri bati bir zehir zi-hayat bedenlerdeki damarlarda nasıl sinsi sinsi yürürse Hayat-ı ictimaiyyenin temellerine ana duvarlarına layıkıyla yerleşmeden kimseyi a’razından şüpheye bile düşürmedi. müdhiş mukaddimelerini en önce duyan onu vaktiyle kendisi için şiar-ı terakki nişane-i temeddün larla Avrupanın şimal ve vasatındaki akvamdır. Evet uzun müddet nefislerine zulüm eden bu milletler hayat-ı ferdiyye ve ictimaiyyelerinin esasatını yıkacak sarsıntıları nihayet duydular; ve o tatlı sarhoşluktan ayılınca gördüler ki içki efradın ahlakı ve sıhhati üzerinde kapanmaz rahneler açmış; baktılar ki sinirler atıl dimağlar perişan ömürler süreksiz; anladılar ki aili hayata kasd etmiş Allah tarafından tabiat tarafından idamesi emr olunan ehli rabıtaları nesebi alakaları bütün koparmış atmış; baktılar ki birçok cinayetler ortada yüzüyor bir sürü hastalıklar meydanda geziyor. olunca akıllarına gelen her vasıta ile içki aleyhinde mücadeleye başladılar. Kat kat vergiler almak dınlar intihab etmek satılan müskirattaki ispirto mikdarını tahdid eylemek hekimler tarafından tarafa yaymak gibi Amerikaca Avrupaca ma’ruf tedabirin hiçbirini bırakmadılar. Alman esatize-i irfanından Eştaynır içki yüzünden zuhur eden vak’alarla bu ibtilanın hayat-ı Ferdin Kendi Tasarrufatındaki Hürriyetinazariyesinden dolayı bütün kanunculara hücum edi şeklini irtikab edebilecek surette başıboş bırakıldıkça o muayyen olan cezalar ne cemaatlere ne de mesalih-i ammeye hiçbir menfaat te’min edemez. Bir adam sarhoş olur başkalarını ızrar eder. Bunun üzerine mahkeme tazmin yahud ceza-yı nakdi yahud alelade habs ile hükümde bulunur. Peka’la! Bu gibi tedabir-i mania acaba o sarhoşla emsalini içkinin kendilerini sevk edeceği büyük küçük ceraimden alıkoyacak mı? Ayyaşlar tarafından vukua getirilerek hakimlere sevk edilen hadiseleri ta’kib edenler pekala bilirler ki mahkemelerin bu babda verdikleri cezalar asayiş ve hukuk-ı amme nokta-i nazarından hiçbir faydayı mucib olmamaktadır. Ba-husus sarhoşluk halinde ika’-ı cürm edenlere karşı müsamahakarlık medeni milletlerin mahkemeleri ların beraetine hükmeder. Ne cürümlerini nazar-ı mek cihetine yanaşır. Ümmetlerin anasır-ı mürekkebesini teşkil eden ferdlere cemaatlerin ruhunu öldüren bu zehirleri mübah gördükten sonra artık kanuncuların cem’iyat-ı beşeriyyeyi esirgemeleri umumun saadeti üzerine titremeleri nerede kalıyor? Sonra ellerindeki vesaitin cem’iyetleri mes’ud etmeye kafi geleceğini nasıl iddia ediyorlar bir türlü aklım ermiyor? - - BenKendi Tasarruflarında Efradın Suret-i Mutlakada Hürriyetinazariyesini hurafe kabilinden telakki ediyorum. Zaten bunun böyle olduğu günün birinde herkesçe anlaşılacaktır. İşte Bolşevik Rusya bu hususta diğerlerinden evvel davrandı. Uzanmak isteyen ellere vurdu. Haddini aşan ferdi iradeleri birçok kuyud ile bağladı. Kanuncular nazarında kavanin-i medeniyyenin esas ve ruhu addedilen hürriyet-i mutlakaya hiç aldırmadı. Diğer taraftan Amerika Hükumat-ı Müttehidesi de içkiye karşı o müdhiş hücumlarını gösterince Rusları kah Asya akvamına kah barbar sürülerine kavaflarının dayanmaya çalıştıkları bütün çürük deliller yıkıldı gitti. Kanuncular bilmelidir ki işret mübtelaları tarafından bütün mukarrerat acze mahkum olmuştur. Gözleri önündeki ihsaiyatın eskilerini yenilerini bir kerecik olsun nazar-ı tedkikten geçirselerdi ceraimi cinayatı alabildiğine ta’mim hususunda karşı desatir-i medeniyye tarafından takrir edilen lelden ve cem’iyat-ı beşeriyyeyi işret mübtelalarının cinayatından sıyanet hususunda hiç faydası olmadığını görürlerdi. Bilitzterir Hapishanesi tabibi Doktor Bayer tarafından tutulan ihsaiyat cetveli elimde duruyor. Yalnız alelade kabahat ve cünhalar değil büyük mikyasta hırsızlıklar çoğu yankesicilik olmak üzere haydutluklar yağmacılık kasdıyla kundakçılıklar ekseriyetle işret mübtelaları tarafından Doktor müdmin olmayanların yani gece gün-düz içmeyenlerin sarhoşlukla irtikab ettikleri ce-raimi tedkikten sonra hapishane mevcuduna gö-re nisbeti şu suretle tesbit ediyor: Mingezberg de emraz-ı asabiyye tabibi Doktor Hucuhubenin senesinden az evvel tutmuş olduğu ihsaiyat cetveli bimar-hanesindeki mecnunların yüzde otuzunu içki mübtelalarından olarak gösteriyor. Artık bu hastalar için eczasından Binaenaleyh’den i’tibaren olan nisbeti tedkik edecek olursak şöyle buluruz: yüzde takriben beşte birini Menafi’ ve selamet-i umumiyyeye karşı ika’ ettikleri cürümlerden dolayı muhakemeye sevk olunan bu mücrimleri mahkemelerin tebri’e ederek başı boş bırakmaları yüzünden cem’iyetlere anlaşılmıştır. Kanun vazı’larına şayan bir hareket varsa o da gayata verilecek ahkamın vesaile de teşmili ile muhaddir müsekkin şeylerin ve diğer ispirtolu mamasıdır. Zira bu gibi mayiatın gerek doğrudan doğruya serian gerek tedrici bir surette müessir olan vesaitle meydana getirdiği zararlar kendilerince malumdur. müctehidlerin mezhebinde zeriaları seddetmek gayat ve makasıda verilecek hükümleri vesaile de vermek ümmehat-ı usuldendir. Avrupadaki kavanin-i medeniyye vazı’larıyla bunlara peyrevlik edenler bu düstura tevfik-ı hareket etseler de mikdarının azlığına çokluğuna bakmayarak bütün meşrubat-ı küuliyyeyi men’ etselerdi ne kadar Maamafih ben daha ileriye giderek ispirtolu meşrubat tedavi için de kullanılmamalıdır diyeceğim. Zira aşağıdaki fetava-yı tıbbıyyeden anlaşılacağı vechile yeni hatta eski ilaçlar arasında hekimleri hastalara küul vermekten müstağni kılacak pek çok şeyler vardır. Şer’iye Vekaleti Tedrisat Müdir-i Umumisi fazıl-ı muhterem Aksekili Ahmed Hamdi Efendi hazretleri tarafından bugünlerde ve namında iki mühim eser neşr olunmuştur. İsimlerinden de anlaşıbulundukları ümmete menfaatleri dokunmak hiç olmazsa şerleri dokunmamak şöyle dursun tımarhaneye sevk olunmazdan evvel nefislerine çocuklarına çoluklarına cemaatlerine milletlerine karşı ika’ ettikleri ziyanları tahmin etmek o kadar müşkil bir iş değildir. İçkinin iradeyi zaafa a’sabı vehne uğratması yüzünden ruhi ve asabi hastalıklar artıp duruyor. Mahkemeler ise cinayet ve cünha irtikab etmiş birçok kişilerin tahliye-i sebiline bu gibi arızaları vesile ittihaz ediyor. Onları muaheze ve mes’ul edilmeyecek hastalar sırasına koyuyor. Halbuki bunlar hasta değildiler. Kendi kasdı ihtiyarlarıyla ve hakekatı tartmak için evet sırf yalnız bunun fıtri muvazene-i akliyyelerini kendi elleriyle bozdular. Pekala kavanin-i medeniyye ile o kavanini müdafaa edenler bu hastaların ika’ edeceği ceraimden cem’iyet-i beşeriyyeyi sıyanet için ne yaptılar? Bu gibi mücrimler kendilerinin intibahını başkaların da ibretini mucib olabilecek surette tecziye olunmak üzere mahkemelere sevk olundukça emraz-ı asabiyyeleri sebebiyle sebilleri tahliye edildi. Binaenaleyh bunlar da asayiş-i umumiyye ile bildikleri gibi oynamak başkalarının hukukuna istedikleri gibi sataşmak imkanını buldular. Ne herifler hapsedilerek şerlerinden milletleri korunabildi ne diğer meyhane kurbanlarına vesile-i intibah olacak bir gune ta’zirde bulunuldu ne de ayyaşlara sırf içki içtiklerinden dolayı bir ceza tayin edildi. Şu satırları yazarken gözümün önünde Almanya hükumetinin resmi bir ihsaiyat cetveli duruyor. Ayyaşların ika’ ettikleri ceraime karşı mahkemeler ve kanuncular tarafından gösterilen müsamaha ve istihfafın ne derecelere vardığını ve bu halin ümmet hakkında ne ağır bir cinayet olduğunu bildireceği için iktibasında be’s görmüyorum. - - Hazret-i Peygamberin vücuda getirdiği inkılab-ı azim – Müslümanlık bir vicdan-ı ictimaidir – Ve müessisi Hazret-i Muhammeddir – İslam nazarında enbiya her türlü meayib ve nekayisten münezzehtir kütüb-i semaviyyeye iman – Asl-ı Tevrat ve İncil yoktur – Elde bulunan Tevrat muharref İncil ise sonradan yazılma bir kilise tarihidir – Kur’an-ı Kerimin bir harfi bile tahrife uğramamıştır. Ahirete iman İslamın erkan-ı i’tikadiyyesindendir – Ahiretin imkan-ı aklisi – Fikr-i kıyamet hususunda akıl ve felsefenin dini te’yidi – Adalet-i caktır – Ahirete iman hakkında Kantın nokta-i nazarı – Mes’uliyet ve adalet hislerinin yevm-i ahiretin varlığına delaleti – Hilkat-i ula ile neş’et-i saniyyenin mukayesesi – Beka ve ebediyete karşı ve felsefenin vazifesi imkanı taharridir – Ahiretin vuku’ ve tahakkuku hakkında ihbar ve nükul-i sahihanın lüzumu – Ahireti inkar aklın salahiyeti haricindedir – Yevm-i ahiret hakkında enbiya-yı Müslümanlıkta ahlak ve ictimaiyat: – Ahlakın esası dindir – Sırf akıl üzerine müesses ahlak umum beşeriyet için vacibül-ittiba’ olamaz – Ahlakı dinden başka esaslara istinad ettirmek tir – İhtiyar ve irade-i cüz’iyye – Kadere iman mes’elesi – İslam’da mes’uliyet mebdei – Hıristiyanlıktaki ma’sıyet-i asliyye nazariyesini İslam reddeder – Peygamber bile mes’uldür – İslam nazarında gayr-ı mes’ul yalnız Cenab-ı Haktır – Akliyyunun ahlakı vazife mebdei üzerine istinad ettirmeleri – İslamda vazifenin menşei din olması – Ahlak hususunda felasifenin ortaya koydukları esasları Müslümanlığın daha mükemmel bir surette vaz’ ve takrir etmiş olması – Akliyyunun Vazife için ifa-yı vazifekaidesi – Bu hususta vazifenin derecatı. Müslümanlık esasları: – Müslümanlık bütün beşeriyetin dinidir – Müslümanlık bütün enbiyayı ve kütüb-i mukaddeseyi tasdik eder – Müslümanlık muamelat-ı dünyeviyyeye müteallik ahkamı lacağı vechile eserler pek mühim ve İslam için çok faydalıdır. Diyebiliriz ki: Şimdiye kadar bu mevzu’da böyle bir eser neşr olunmamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Maarif Vekaleti Te’lif ve Tercüme Hey’et-i İlmiyyesince de mazhar-ı takdir olan bu eserlerin ehemmiyeti hakkında fazla bir şey söylemeyerek yalnız mündericatını zikr ile iktifa edeceğiz. Birinci eserin mündericatı bervech-i atidir: Tedeyyün mefhumu insanlarda fıtridir - Selamet-i fıtriyyenin ziyaı yüzünden husule gelen dalalet-i beşeriyye- İnsanlara hidayet yollarını gösterecek peygamberler gönderilmesi ­ – Edyan ve şerayiin tedrici tekamülü – Din-i kemal. lar mı? Avrupa mütefekkirlerinin Hıristiyanlık aleyhinde bulanmalarının saik-i aslisi – Din-i Nasara’nın tahrif edilerek bir yığın hurafe haline hükemasının tabiat-i beşere muvafık bir dine hissettikleri dir – Fıtri tabii umumi din ancak Müslümanlıktır – İslam mugayir-i tabiat olan ma’siyet-i asliyye nazariyyesini reddeder – İslamın uluhiyet hakkında tamamıyla fıtri olan akaid-i esasiyyesi – Teslis gayr-ı tabii bir telakkidir – Vahdet-i ilahiyye akidesi huzurunda ilim ve felsefe de boyun eğmektedir – Zat ve sıfat-ı ilahiyyenin künhünü tasavvur hususunda akl-ı beşerin aczi – Akide-i tevhidin ruh-ı beşere verdiği hürriyet ve istiklal – Papayı yeryüzünde Allahın vekil-i mutlakı telakki eden Hıristiyanlık beşeri tezlil eder – Melaike hakkında İslamın akidesi - Hukümet-i lisine melek unvanı veriyor – İslam kiliselerdeki resimler şeklinde bir melek tanımıyor – Her göremediğimiz şeyi inkar edebilir miyiz? Ruh akıl görülemiyor -fakat vardır- Elektrik de görülemiyor – Her görülemeyen şeyi ilim reddedemez – Enbiyaya iman – Zaman zaman dalalete düşen beşeriyete peygamberler vasıtasıyla Allah hidayet yollarını göstermiştir – Vahiy ve ilham – Vahyin ta’rifi – Vahyin imkanı – Nübüvvet ve risalet mertebesi – Vahyi inkara kalkışan mülhidlerin davaları gayr-ı ilmidir vahyin vukuu – Vahiy ve nübüvvet şuun-ı sabite-i tarihiyyedendir – Hatemül-enbiya – Havarık-ı Muhammediyye te’hir olunur. İhtimal İslamiyetin tabi’leri üzerindeki nüfuz ve te’sir-i fevkaladesi bu derin his ve tesanüd ve ittihad ile kabil-i izahdır. Başka hiçbir din ve akide yoktur ki: Salikleri üzerine İslamiyet kadar sıkı ve kavi surette dest-i hükm ve nüfuzunu vaz’ etmiş olsun. İslamiyet Hıristiyalık’tan Brahman dininden pek azim sahalar zabt etmişMaci yani Zerdüştlüğü de dünya yüzünden kaldırmıştır. Halbuki: Henüz hiç vakıolmamıştır ki: Bir millet bir kere müslüman olduktan sonra din-i Muhammediyi terk etmiş olsun! Evet bir millet-i katl ve ihrak ile ma’dum edilebilir; lakin mahv ve ma’dum olmak tabii irtidad etmek değildir. sese-i mühimme ve hayatiyye ile pek metin ve nafiz surette taht-ı te’mine alınmıştır. Bunlardan biri Hac yani Mekke ve Medineyi ziyaret vazife-i diniyyesi diğeri ise Hilafettir. Garb aleminde hüküm-ferma olan fikr-i umumiye mugayir olarak ma neşr eden Hilafetten ziyade Hac müessese-i diniyyesidir. Hazrte-i Muhammed Haccı bir vazife-i ulviyye-i diniyye olarak emretmiştir; ve her sene la-ekall hacı cihan-ı İslamın her köşesinden hareketle Hicaza vasıl olurlar. Orada Mekkenin Ka’be-i kudsiyyesi önünde her ırka her millete her lisana ve her hars-ı medeniyyete mensub insanlar birbirine tesadüf ederek müşterek bir hiss-i dini bir ateş-i iman vecdi içinde mezc olurlar ve Hacı unvan-ı fahrını hamilen vatanlarına avdet ederler; bu öyle bir unvandır ki: Sahibi için ömrü olduğu müddetçe bütün dindaşlarının hürmet ve tekrimini calib olur. Haccın ehemmiyet ve ma’na-yı siyasisi aşikardır. Hac hakiki ve müselsel birİslamiyet Kongresidir ki: Bu kongrede cihanın dört köşesinden gelen da muhtevidir – Müslümanlık akla pek büyük tekfir mes’elesi gayet güçtür – Müslümanlıkta tahakküm-i diniSaltanat-ı Ruhaniyyeyoktur – Müslümanlık tekamül-i beşeri istihdaf eder – Hürriyet-i şahsiyye Müslümanlıkta en büyük esastır – Müslümanlık tekamül-i ferdi ve ictimaiyi te’min eder – Müslümanlıkta müsamaha-i diniyye hürriyet-i mezhebiyye mühim bir esastır – ruştur. Taşra için beşer kuruş posta ücreti zammolunur. Amerika profesörlerinden Ludrob-Stüdvardın ahiren unvanıyla neşrettiği eser Ali Rıza Seyfi Beyefendi tarafından Türkçeye tercüme edilmiş ve saha-i intişara vaz’ olunmuştur. Şayan-ı dikkat efkar ve mütalaatı muhtevi bulunan bu eserin mahiyeti ve Amerika muharrirlerinin alem-i İslam hakkında nasıl düşündükleri hakkında bir fikir vermek maksadıyla mezkur eserin İttihad-ı İslama dair faslını ehemmiyetine mebni aynen nakl ediyoruz: İttihad-ı İslam fikri ki en vasi’ ma’nasıyla bütün mü’minin arasındaki yek-vücudi ve tesanüd hissidir ta Hazret-i Muhammed zamanından beri cari ve mevcuddur; o zamandaki: Hazret-i Muhammed na uğraşan vatandaşlarına karşı birbirine habl-i metin-i iman ile bağlanmışlardı. Hazret-i Muhammede göre müslümanlar arasında bir tesanüd-i uhuvvetkarane esas ve kanununun mevcudiyeti ehemmiyet-i fevkaladeyi haiz addolunmuş ve bu uhuvveti kulub-i müslimine öyle amik ve metin surette vaz’ ve tesbit etmeye muvaffak olmuştur ki: on üç asırlık bir müddet-i medidenin müruru bu hissi fark olunur surette tahfif ve tenkise sebep olamamıştır. Bugün bir müslüman uhuvvet ve tesanüd bir hıristiyan ile diğer hıristiyan arasında mevcud olandan çok kuvvetlidir. Şüphesiz müslümanlar da birbirileriyle şiddetli mücadeleler muharebeler ederler. Lakin bu mücadelat ve muharebat adeta bir aile kavgası mahiyetini nadiren tecavüz edip harici ve küffar tecavüzat ve istilaları önünde hemen terk veya lı padişahlarında mı kalması; yahud Mekke Şerifine mi nakli veya büsbütün ortadan kaldırılması mı muvafık olacağını kemal-i şevk ve ümidle muhakeme ediyorlar. Bu şüphesiz pek dar ve düşüncesizce bir külfettir. Hilafet müessesesi bugün alem-i İslamiyyette elbette mazhar-ı hürmet ve tekrim bulunuyor. Lakin devr-i ahirin kurnaz ram üzerinde yürüyorlar. Onlarca mütehakkık bulunuyor ki: Bugün ittihad-ı İslam hareketinin kuvve-i muharrikesi hilafette değil fakat Hac gibi ve şimdi bahs eyleyeceğimiz Senusiyye tarikati gibi müessesat-ı diniyyede mündemiçtir. Şimdi burada devr-i ahirdeki İttihad-ı İslam hareketinin şuun ve mukadderatını mütalaa ve ta’kib edelim: Vehhabilik hareketi idi. Necid hıttasında Abdülvahhab tarafından teşkil olunan Vehhabi hükumeti Mekke halifelerinin dini demokrasi mahiyetindeki hükumetlerinin tam bir modeli idi. Ve Abdülvehhabın şevketli şakird ve halefi olan Suud; mutaassıb maiyyetini iki belde-i mukaddese üzerine sevk ettiği zaman bu beldelerin zabtı bütün alem-i İslamiyetin tasfiyesi fetih ve tevhidi bu muazzam emellerinde mazhar-ı muvaffakıyet olamamakla beraber yukarıda beyan ettiğim vechile şimali Hindistan ve Afganistan gibi menatık-ı baidede derin te’sirat-ı siyasiyye uyandırmaktan geri kalmadı. Bütün bu hareketler umumiyetle hükumat-ı siyasiyyenin inhitat-ı siyasilerine ve hükümdaran-ı İslamiyyenin tereddi-i ahlakilerine karşı birer protesto mahiyetinde bulunduklarından hep Vehhabilik hareketinin aksam-ı mütemmimesinden hücum etmemiş oldukları cihetle bu hareketler Garblıların korkusundan ve onlara karşı kin ve nefretten mütevellid değildi; yaklaşan tehlike-i On dokuzuncu asr-ı miladi evasıtında ise hal ve vaz’iyet esasından tahavvül etti. Fransızların Cezayir’i istilası Rusların mavera-yı Kafkası zabtı İngilizlerin bütün Hindistanı yed-i hükümlerine almaları mütefekkirin-i İslamiyyeye kanaat murahhaslar tarafından din-i İslamın mehamm-ı umuru münakaşa edilip müdafaa ve neşr-i din planları ve tertibatı tanzim ve vaz’ olunur. İşte bu sahadadır ki: Teceddüd-i İslam’ı kuvvet ve şiddetle vücuda getirmek isteyen rüesadan hemen hepsi yani Abdülvehhab Muhammed bin Senusi Cemaleddin Afgani ve daha birçokları vazife-i müstakbeleleri emrini gayr-ı kabil-i mukavemet surette Hilafet hususuna gelince: Hilafet hususiyle ilk günlerinde muazzam bir vazife-i tarihiyye etmiş olup onun macera-yı tarihiyyesini mukadderat-ı mütebeddilesiyle yukarıki sahifelerde bir nebze tedkik etmiştik. Hilafet Bağdadın Moğollar tarafından tahribinden sonra adeta bir gölge mesabesine inmiş ve azameti tekrar ihya edildi. Osmanlı padişahları hilafet unvanını üstlerine almışlar ve bütün sünni alem-i İslam tarafından Halife-i Resulüllah tanınmışlardı. Bununla beraber bu İstanbul halifeleri Mekkede ve Bağdadda alem-i ve tekrime mazhar olmadılar. Hususiyle Arapların nazarında Osmanlı padişahlarının hilafeti daima bir butlan-ı tarihi ve dini gibi görünmüş ve bu işe hiçbir zaman rıza-yı tam göstermemişlerdir. Şüphesiz Sultan Hamid-i sani hilafetin şöhret ve nüfuz ve şevket-i kadimesini iade ve bu zatın iktisab ettiği muvaffakıyetler hilafet unvanının varis olduğu te’sirden ziyade ittihad-ı tiği cereyan-ı umumi neticesi idi. İttihad-ı İslam hareketinin hakiki rüesası Abdülhamide karşı ya sırf resmi bir ihtiram göstermişler; yahud Şeyh Senusi gibi açıkça bir vaz’ıyet-i hasmane almışlardı. Bu hakikat Abdülhamidden bir nevi’ rafından anlaşılamamıştır. Hatta bugün bile birçok garb müdekkikini ittihad-ı İslam hareketinin nokta-i hilafette temerküz ettiğini zannederler. Ve görüyoruz ki: Yine birçok Avrupalı muharrir ve müellifler ittihad-ı İslam hareket-i muazzamasının kanatlarını ta kökünden kesmek için hilafetin şevket ve kuvvetini kaybetmiş Osman den mahrumiyetleri idi. Bu ihtilallerin kıyamların cümlesi sekene-i mahalliyyenin birdenbire sinesinden fışkırmış hadiseler idi ki: Bu halk şüphesiz aynı mahiyette amal-i taassubkarane ile ateşlenmiş oldukları halde ortaya müretteb birer plan vaz’ eden ve muayyen bir programa tevfikan hareket eyleyen merkezi bir reisten mahrum idiler. Bu kıyamlar başlıca esrarengiz Mehdi akidesi neticesi idi. Mehdi ve mehdilik ilk müslümanlara tamamıyla gayr-ı malum idi Kur’an-ı Kerimde dahi bu hususa aid bir nişaneye tesadüf olunamıyor. Lakin ehadis-i nebeviyyeden müsteban olduğuna göre peygamber el-Mehdi unvanını haiz bir zatın cihana geleceğini bu zatın küre-i arzı adalet ve re’fetle dolduracağını haber vermiştir. İşte bu sebepten İslamın necat-ı umumisini te’min cihanı küffardan tathir ve bütün müsliminin saadet-i daimisini te’sis eyleyecek olan mülhem minellah bir zatın zuhuruna aid olan umumi ümid ve akide-i mahsusa hadis oldu. Bu akide tarih-i İslamı suret-i amikada müteessir kılmıştır; muhtelif zamanlarda bir takım mutaassıb rüesa ve eşhasel-Mehdi Sahibül-vakt ves-saaolmak cuşan ve ateşin hiss-i kabul ve itaatine mazhar olmuşlardır; nitekim: birtakım Mesihlik davası güdenler de Yahudileri aynı suretle heyecan ve harekete getirmişlerdi. Binaenaleyh Avrupalıların tasallut ve istilalarına karşı hissettikleri haşyet ve fayda vermez hiddet ve tehevvür içinde bütün Mehdi akidesine habbe-i ümidlerini çevirmeleri tabii idi. Lakin Mehdi ihtilali de hadd-i zatında yapıcı ve daim kalıcı bir kudret irae edemedi. Bu adeta bir saman ateşi idi ki: Ötede beride nagehani kemal-i şiddetle alav-paş olmuş sonra birdenbire sönüp yanıldıklarını anlayan müslüman kitlelerini eskiden fazla münkesirül-cesaret ve atıl terk eylemişti. lam mefkuresinin daha akıllı ve muhakemeli saileri tarafından iyice fark ve idrak olunmuştu. Avrupanın müretteb ve muntazam kuvvet ve şevketine karşı mahalli ve düşüncesizce yapılmış en şedid harekat ve ihtilalat-ı taassubkaranenin nihayet mezleka-i acz u mağlubiyyete düşmesi hakikati mütefekkirin-i İslamiyyeyi ikna’ etmiş idi ki: Eğer İslamiyetin Avrupa boyunduruğundan verdi ki; İslamiyet hakimiyet-i garbiyye altına düşmek tehlike-i hailesi önünde bulunuyor. Ve böylece ancak o zamanda İttihad-ı İslam hareketi garba karşı şimdiye kadar muhafaza ettiği hasmane vaz’ıyeti eyledi. Evvel emirde garba karşı gösterilen mukavemet gayr-ı muntazam gayr-ı merbut idi. Orada burada Cezayirdeki Abdülkadir ve Kafkasyadaki Şeyh Şamil gibi kahraman şahsiyetler Avrupalı müstevlilere karşı pek parlak ve muhteşem bir surette cenk ettiler. Lakin bu zevat bütün müslümanların hürmet riayet ve dualarını celb etmekle beraber maddi bir muavenete mazhar olamadılar ve bu yardımsızlık yüzünden mağlub oldular. Garba karşı hissolunan nefret ve haşyet aleddevam tezyid-i şiddet ediyordu; ve bin sekiz yüz yetmişten sonraki seneler bütün alem-i İslamın bir taassub-ı şedid-i fi’li mevcesiyle çalkandığına şahid oldular. Cezayirde kabail isyanı vukua geldi; bütün şimali Afrikada birçok mutaassıb zevat-ı azize türeyerek cihadlar va’z ve tavsiyesine giriştiler ki: Bunlardan en büyüğü Sudan-ı Mısride vukua gelen meşhur mehdi ihtilali idi. Bu ihtilal ta on dokuzuncu asrın son senelerinde Lord Kiçner tarafından Hartum kasabası-nın zabtına kadar İngiltere hükumetinin en şiddetli mesaisine karşı mukavemet ve idame-i mevcudiyet etti. Afganistanda dahi mühim teheyyücat-ı taassubkarane husul bularak hemen Hindistan müslümanları arasında te’sirat-ı azime hasıl etmiş bu iki hususta da İngilizlere hayli mezahime malolmuştu. Asya-yı vustada/merkezide dahi merkezi zi-kudret Nakşibendiye tarikati olmak olur. Aynı mahiyette bir taassub-ı dini hareketi zahir olmuş bu hareket şarka doğru Çin Türkistan-ı Çinide gerek Çinin Yannan kıt’asında Çin müslümanlarının pek şiddetli kıyamlarını ve ihtilallerini intac eylemiştir. Felemenk Hind-i Şarkisinde dahi bir ihtilalat silsilesi hadis olup bunların en vahimini Açin harbi teşkil eylemişti. Bu harb asla bitmez surette uzanıp gitmiş hatta bugün bile tamamen nihayet bulmamıştır. Devr-i mezkurda hadis olan teheyyücat-ı şedide-i fi’liyye ve ihtilaliyyenin en nazara çarpan noktası bunların tertibat ve teşkilat-ı mukaddime miyyeye malik olupMukaddimtesmiye edilen rüesa taht-ı idaresindeki zaviyelere münkasem bulunurlar ki bu mukaddimler İhvan yani ashab-ı tarikat üzerinde mühim bir hüküm ve nüfuza maliktir. Lakin Senusiye gibi yeni tarz uhuvvet-i tarikatler umur-ı diniyye ile pek az meşgul oluyorlardı. Bu tarikatlerin iştigalatı hemen büsbütün dini ve müttakıyane mutasavvıfane mahiyette zikreden dervişlerde olduğu gibi azim bir vecd ve dı. Bu tarikatler şayet bazan siyasi te’sirat icra etmişler ise bu da pek nadir ve sırf mahalli olmuştu. Tarikatler arasındaki rekabet ve kıskançlık sebebiyle bunların müttehiden hareketleri de gayr-ı mümkün idi. Bu eski tarz tarikatler bugün de pek kesir olarak mevcud iseler de yeni usul uhuvvet-i İslamiyye hey’etlerine vaz’ olunmadıkça nüfuz ve te’sirat-ı siyasiyye icrasından uzaktırlar. Yeni usul tarikatlerin zuhuru on dokuzuncu asr-ı miladi evasıtına müsadif olup bunlardan her cihetçe en mühimmi Senusiyyedir. Bu tarikatin müessisi olan Seyyid Muhammed Sünusi takriben tarih-i miladında Cezayirin Müsteganem şehrinde tevellüd etmiştir. Hamil olduğu Seyyid unvanından dahi anlaşılacağı vechile nesl-i peygamberiden olmakla mader-zad bir şeref ve haysiyeti haiz idi. Müşarun ileyh daha pek genç medresesinde tahsil-i ulum-ı diniyyeden sonra bütün Şimali Afrikada bir seyahat icra edip bu esnada mevcud olan dini su’-i isti’malatın ve seyyiat-ı ahlakıyyenin red ve terki için mütemadi vaaz ve nesayihde bulunmuştur. Seyyid Muhammed ba’dehu ifa-yı fariza-i hac eylemiş Mekkede tesadüf ettiği Vehhabi vaiz ve muallimlerin telkinatı müşarun ileyhte mevcud olan bir kat daha şiddetlendirmişti. Seyyid Senusinin birDin-i Saf İslamtarikati tertibat-ı vasiasını bu esnada tasarlamış olması agleb-i ihtimaldir. Müşarun ileyhte Afrika-yı şimaliye avdetle Trablusgarbda yerleşti ve ilk zaviyesi olan Zaviye-i Beyzayı orada yani Derne cibalinde te’sis etti. Müşarun ileyhin şahsiyeti o kadar kurtulması lazımsa uzun uzun istihzarata mesai ve kuvanın evvel emirde tertib ve teşkilat-ı mahsusa altına alınmasına lüzum-ı kat’i vardır. Yine bu mütefekkirin taakkul etmişler idi ki: Müslümanlar bu’ eyleyip hatta garbtan birçok şeylerin servet ve şevketin de ahzını icab eder. Bütün bunların da fevkinde olmak üzere yine bu mütefekkirin-i bir teceddüd-i dini safhası geçirmek lazımdır ve bu teceddüd-i dini devre veya safhası gerek hürriyet ve halas harbi için ve gerek onu ta’kib eyleyecek ta’mirat ve teşkilat devresi için mevcudiyeti elzem olan kuva-yı ahlakıyye ve ma’neviyyeyi tevlid ve perveriş-yab eyleyecektir. İşte bu noktada ve ittihad-ı İslam taraftarları ile İslam hürriyetperveranının Mu’tezile-i Cedidenin mefkureleri zübde-i tasavvurları birbirine yaklaşıyor. Her raf ediyorlar. İki taraf da İslamiyetin yeni bir hayat ile batıldan ari olarak kuvvet ve safiyet-i asliyyesiyle tecelli etmesini tabir-i vasiiyle bir teceddüd-i diniyi arzu eyliyorlar. İki fırkanın arasındaki tabiat ve mahiyette olması lazım geleceği noktasında hadis oluyor. Hürriyet-perveran-ı İslam fırkası etmesi lüzumuna kail oluyorlar. Diğer cihetten yorlar ki: Hakiki ibtidai İslamiyet Hazret-i Peygamberin tebliğ ettiği din-i asli teceddüd-i matlub alem-i İslam garbın yalnız metodlarını esasat ve usul-i ameliyyesini ve muvaffakıyat ve terakkıyat-ı maddiyyesini kabul etmelidir. Meş’ur ve müretteb bir ittihad-ı İslam hareketinin başlangıcı takriben on dokuzuncu asr-ı miladi evasıtına tesadüf eder. Bu harekette iki safha tebellür etmiştir: Birincisi mesela Senusiyye gibi yeni tarzdaki uhuvvet-i İslamiyye tarikatleri mütefekkirin-i İslamiyyenin vücuda getirdikleri propagandadır. Biz evvela uhuvvet-i İslamiyye tarikatlerini nazar-ı mütalaaya alalım: Dini tarikatler İslamiyette asırlardan beri mevcud hangisinin imanı daha kavi olduğunu anlamak cud bütün müridanın muvacehesinde bu iki çocuğa oradaki yüksek bir hurma ağacına çıkmalarını söyledi çocuklar ağacın tepesine çıkınca bunlara Allah ve peygember namına kendilerini oradan aşağı atmalarını teklif etti. Çocuklardan küçüğü o anda kendisini kaldırıp aşağı attı. Ve zemine düştüğü zaman hiçbir şey de olmadı. Çocukların büyüğü ise kendisini atmamıştı. Binaenaleyh el-MehdiNefsini irade-i İlahiyyeye teslimden havf etmeyenoğul bu vechile pederinin halifeliğine hak kazandı. Ömr-i tavili müddetince Senusiyyül-Mehdi gayet ali bir hikmet ve kiyaset ve adl ü ittika ibraz ederek pederinin kendisini intihabda ne kadar haklı olduğunu isbat eyledi ve uhuvvet-i Senusiyye hudud ve kudretini daha çok tevsia muvaffak oldu nafiz ve müessir teşkilatta kudreti o kadar büyük kafile müridler Zaviye-i Beyzaya hücum ettiler. O suretle ki: İktisab ettiği nüfuz ve kuvvet Trablus Türk me’murin-i hükumetini sür’atle endişeye düşürdü. Ve münasebat-ı mütekabile gerginleştiğinden Seyyid Muhammed merkezi faaliyetini Libya Bingazi çölünün mıntıka-i baide-i cenubiyyesinde Cerabub vahasına nakl eyledi. miladında Seyyid Muhammed Senusi vefat ettiği esnada ortaya koymuş olduğu teşkilat-ı diniyye ve ictimaiyye şimali Afrikanın kısm-ı a’za-mında mevcud ve hüküm-ferma bulunuyordu. Seyyid Muhammedin başladığı işi umumiyetle Senusiyyül-Mehdi namıyla malum oğlu bilainkıta’ kuuda ne vechile istihkak kesb etmiş olduğunun burada beyanı Senusilerin halet-i ruhiyye ve i’tikadiyyelerini tasvir ve tavziha hizmet edecektir. Seyyid Muhammedin iki oğlu vardı ki: ElMehdi bu iki çocuğun küçüğü idi. bunlar henüz yirmi yaşına gelmemiş çocuklarken pederleri Küul a’mak-ı bedene doğrudan doğruya dalarak orada şu tasvir ettiğimiz hasaratı vücuda getirir ve tahavvüle tahallüle uğramadan evvel yüzde beşinden ona kadarı teneffüs tarikıyla harice çıkar; mütebakisi de vücuda bildiği gibi yerleşip Taharriyat ve tedkikat-ı amika neticesinde anlaşılmıştır ki bedenin hüceyrat ve zerratı içinde hüceyrat-ı sadriyye ile hüceyrat-ı meneviyyeden başkası küule karşı durabilecek kudreti gösteremiyor. Bununla beraber küul ile bedenin anasır ve hüceyratı arasında vukua gelen teamül-i kimyevi erbab-ı tedkik için henüz gamız bir sır halindedir. Küul adalata ev’iyeye a’saba dimağa izam derunundaki iliklere el-hasıl bütün ensac-ı bedene taarruz eder. Evet bunların hiçbiri o korkunç beliyyenin tecavüzünden azade kalamaz. Maamafih en seri’ ve en bariz te’siratı kuva-yı akliyye ile his ve hareket merakizinde görülür. Hatırı sayılacak mikdarda küul içilince dimağ ile nüha’-ı şevki vazifelerini ifada teehhura uğrar. Kuvva-yı akliyye arasından küulün ilk kurbanı olanlar da muhakeme ve teemmül kuvvetlenir. Evet ruhlu içkiler kullanıldığı an için etraf-ı bedenin hareket ve faaliyete olan temayülünü Küul Zehirdir Tababet küulü de içerisine küul karıştırılmış bütün ruhlu içkileri de zehir aksamından addeder. Hatta demin söylediğimiz gibi hem tedrici hem onu tesemmümün ikisini birden meydana getirdikleri için bunları afyon kokain morfin gibi şeylerden daha mühlik görür. Zira sonrakilerin bir kısmı kullanılır kullanılmaz te’sir ettiği halde diğer kısmı damarlara sereyan etmezden evvel te’sirini göstermez; çünkü deveran-ı demden başka bir vasıta ile ecza-yı bedene nüfuz edemez. da kökleşir ve deveran-ı demin vesatatına muhtaç olmaksızın en derin hüceyrata en gizli zerrata kadar dal budak salar. Çünkü arz ettiğimiz vechile dahil-i bedende sırf kendi fıtri kuvvetine kendi seyyal-i ruhuna güvenerek tayy-ı merahil eder gider. etmezden evvel hüceyrat-ı vücuda sokularak onların ya helakini yahud zaaf ve harabisini intac eder. Zira kendilerini halet-i zülaliyyeden halet-i cübniye getirerek bu suretle hüceyrat-ı hayvaniyye ceyratı için maye-i beka olan sudan mahrum bırakır. Başmuharrir Sahib ve Müdir arttırır. Lakin biraz sonra adalatın üzerine çullanarak ağırlaştırır uyuşturur. Kezalik dimağı atalete sevk eder. Melekatındaki intizama halel getirir. İçen adam artık uyuklayan sayıklayan kimselerin gördüklerinden başka bir şey görmez olur. Biraz sonra bu hal geçer lakin kendi eliyle kendi hayatına kasdeden bu caninin başına binayı mevcudiyetini yıkacak bir sürü avamil musallat eder de öyle geçer. İşret mübtelalarından bazıları su yahud diğer mayiat ile tahfif edilmiş ispirtonun şiddeti kırılacağı cümle-i asabiyye üzerinde eskisi gibi müessir olamayacağı vehminde bulunuyorlar. Esatize-i fenden Şimidberg bu zannın butlanını tonun te’sirinden ne a’sab ne anasır-ı beden alem-i bedende ifa ettiği vazifelerle bunların his ve ha-reket elçileri olduğunu bilen kezalik kuvayı ma’neviyye ile mevcudat-ı hariciyye arasındaki rabıtanın bunlarsız devam edemeyeceğini kestiren hatta ehşada guddelerde hüceyrelerde sahası fatır-ı hekimden başkasınca mechul daha birçok hizmetleri olduğunu idrak eden insanlar cümle-i asabiyenin fesadı yüzünden vücuda tı çekerler. Artık küulün bil-umum vücud ve bilhassa a’sab üzerindeki te’siri bu derecelere vardıktan sonra hayat-ı ictimaiyyede açacağı rahneleri kıyas edebilmek bizim için kolaylaşmış demektir. nasıl ceraim ve cinayata sevk ettiğini sonra cem’iyet-i beşeriyyeyi bunların şerrinden sıyanet hususunda hükumetlerin mahkemelerin nasıl aciz kaldığını yukarıda söylemiştik bundan böyle sözümüzü sırf küulün atideki mevad ile olan münasebetine hasr edeceğiz: Sıhhat. Hayat-ı beytiyye bilhassa hayat-ı zevciyye. Zina ve fuhuş. Ticaret sanayi’ vesait-i nakliyye. Hükumet hazinelerindeki para. retle telhis edilebilir: a- Ensice-i bedeniyyeyi neşv ü nemadan alıkoyarak ve yavaş yavaş ifsad ederek vakitsiz ölümlere sebep olması. b- Vücudu hastalıklara bilhassa cihaz-ı hazmi hastalıklarına karşı mukavemet edemeyecek hale getirmesi. c- Uğradıkları hastalıklardan hususiyle frengi ve emsali emraz-ı vahimeden hastaların güçlükle şifa bulması. d- A’sabın dimağın nüha’-ı şevkinin ensicesini fesada vererek emraz-ı asabiyye ve akliyye namı altında muhtelif hastalıklar tevlid etmesi. h- Ayyaş nesillerinin maddi ve asabi türlü türlü Almanyadaki ihsaiyyat gösteriyor ki içki doğrudan doğruya yahut dolayısıyla yılda kırk binden kırk beş bine kadar Alman öldürüyor. Sonra şifayab olmalarını men’ yahud işkal ettiği hastaların mikdar-ı senevisi de bir buçuk milyona çıkıyor. İngiliz sigorta şirketlerince tutulan ihsaiyat cetvelleri ispirtolu içkilerin daima içenlere saldırmakla kalmadığını i’tidaline sahip olanların da hiç içmeyenlerden daha az yaşadığını gösteriyor. Kezalik Alman ihsaiyatına göre içki yüzünden emraz-ı asabiyye ve akliyeye tutulanların mikdarı suret-i mutlakada aynı emraza musab olanların üçte birine baliğ oluyor. Yani a’sab ve ukul-i beşer üzerinde yalnız başına küulün tahribatı diğer bütün esbabın vücuda getirebileceği hasarın yarısına varıyor! Büyük küçük her cem’iyetin saadeti müteşekkil bulunduğu efrada kanunları tarafından te’min edilen himaye derecesindedir yani her ferde kendi vezaif-i ictimaiyyesini en mükemmel en müfid bir surette ifa kudretini verecek bir himayet nisbetindedir. Maamafih bu sözümüzle alelade muamelatta halktan bir kısmının diğerine tecavüzünü men’ etmiyoruz. Maksad bundan çok vasi’ çok büyüktür. bildiğine kuvvetten düşürdüğü için artık girdikleri ağır işlerin altından kalkamaz hale geliyorlar. Bu sebeptendir ki sarp dağlara tırmananlar ağızlarına senesi idi Berlinde hiç görülmemiş bir sıcak oldu. İşte bu hadise bütün fabrika amelesiyle çiftçileri fena halde yordu. Sonra her işçinin derece-i tahammülünü meydana çıkardıktan başkaİçki yorgunluğu giderir kuva-yı bedeni tazeler gevşeyen sinirleri dinlendirir.vehminde bulunan sarhoşları utandırdı. Berlin değirmen fabrikaları başmühedisi tarafından o zaman verilen takrir bu hususta bizim Ağustosun ikisinde hararet dereceyi bulmuştu. ateşleriyle fezanın uzanmış alevden dilleri arasında durmaksızın taşıyorlar sürüklüyorlar yoğuruyorlar pişiriyorlardı. Hararet bir mertebeye çıktı ki Berlin vusta Afrikanın bir parçası kesildi zannettik. Bununla beraber adamlarım durmayıp çalışıyorlardı. Sözlerimde yalan yahud mübalağa bulunacağı hatıra gelebilir. Lakin mahz-ı hakikattir ve izahı pek kolaydır. Çünkü ben bunlara başka içki namına bir şey içirmiyordum. Bira ve sair içkilere müsaade eden diğer müessesatın amelesine gelince onlar ya hiç çalışamadılar ya pek az çalışabildiler. Münih Mebahis-i Akliyye ve Ruhiyye Cem’yeti son zamanlarda neşrettiği bir takrirde şöyle diyor: Şarabın men’i sebebiyle Harb-i Umumi senelerinde zail olan yahud zevale yüz tutan hastalıklar sulhü müteakıb yavaş yavaş yeniden baş göstermeye yüz tuttu. Münih Tımarhanesindeda de hasta vardı. Harb-i Umumi’yi müteakıb şarabın men’i üzerine bunların mikdarı azalmaya başladı.daü geçmedi. Ve tımarhaneye sevk olunanların mikdar-ı vasatisi ayda dört kişiyi aşmadı. Harb hitam bulduktan sonra halk eski tabiatlerine rücu’ ile ikinci def’a olarak şaraba koyulunca bu adeddede çıktı. Eylül’ünde bu müesseseye getirilenlerin mikdarı kişi idi.de vasatisi de oldu. Eylülü’nden i’tibaren geçen beş Hayat-ı ictimaiyye tabiidir ki uzuvların harekat ve sekenatıyla vücud bulur. Bu harekat ve sekenat asabiyyedir. Binaenaleyh ne zaman bu cümle gerek maddesi gerek keyfiyeti i’tibarıyla salim bulunamayacak olur ise şüphesiz kendisinden sudur edecek fikirler iradeler de muhtel olur. Bu sonrakilerin yet eder ve işte o vakit cemaati vücuda getiren aileler ferdler sağlam bir hayatın hiçbir zevkinden mütena’im olamaz. Madem ki cemaatler efraddan müteşekkil ailelerin hey’et-i mecmuasından başka bir şey değildir ferdlerle o ferdlerin sıhhatini bitiren uzuvlarını muvazene-i asabiyyelerini fesada veren ilel ve emraz menba’ları arasına girerek evvelkilerine siper olabilecek desatir ve nizamat-ı ictimaiyye mevcud değilse nasıl olur da bu cemaatlerin işi yoluna girer? Bir millet ki omuzları bu hastalıklar yüzünden tarh edilen ağır teklifler altında ezilir; bir millet ki beytülmalındaki mevcuduyla çiftçisinin işçisinin alın teriyle ödediği vergilerden iktisad edilen bütün ma-meleki bu uğurda heder edilir; hiç o milletin hayat-ı ictimaiyyesi için selamet ümid olunabilir mi? Bütün cem’iyetlerle bütün hükumetler içkinin vücuda getirdiği tahribatı gözüyle görüyor bunun sıhhatçe kuvvetçe ne kadar ziyanlar açtığını nefsindeki tecrübesiyle bilip duruyor. Öyle iken bunların birini görmüyoruz ki işret kurbanlarının elinden tutmak bu uğurda sıhhatini aklını kaybedenlere yurtlar hastahaneler te’sis etmek için sarf etmekte olduğu nakdi vakti himmeti bu beliyyenin büsbütün ortadan kaldırılmasına tahsis etmiş bulunsun. Bakınız üstad-ı şehir Liberyilin ne doğru söylüyor: İşçi kendi kollarının kendi faal kuvvetlerinin meydana getirdiği semerat-ı mesaiyi henüz devşirmeden bir de görüyor ki bu kuvvetler içki yüzünden yıkılmış altı üstüne gelmiş gitmiş! Ruhlu içkilerin en bariz tahribatı askerlerle işçiler gibi san’atları icabı çok mesai sarf eden insanlarda görülüyor. İspirtolu mayiat bunları ala rini işretin akıbet-i hüsranından kurtarsın hem hayat-ı ictimaiyyeyi bu afete karşı sıyanette bulunsun. Yalnız Likörgun vaz’ettiği kanunu istisna etmek lazım geliyor. Sarhoşluk halinde zevc ile zevcenin mukarenetini men’ eden bu kanun tarih nazarında milli ve ictimai kavanin-i sıhhatin en mükemmellerindedir. Şayet Homer çıkıp da bu mayiin ayyaşlara intihar ve saire gibi cinayetler edebiyat-ı kadime alemi şarabın takdisinden ve biri birinden cazib na-mütenahi vasıflarından başka şiir namına bir şey görmeyecekmiş! Hülasa; ne kurun-ı ula ne kurun-ı vusta tarihleri bize tek bir adamdan başkasının ismini haber vermiyor ki şarabın henüz farkına varılan gizli mel’anetlerini daha o devirlerde kemal-i vuzuh ona isnad olunan menafia rüçhanını idrak etsin; sonra bu mayiin şeytani ve murdar bir şey olduğunu binaenaleyh kendisinden sakınmadıkça insan din namına beşere tebliğde bulunsun. İşte o tek o eşi yok adam Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemdir. Evet o Resul-i muazzam şaraba karşı öyle muhik öyle şiddetli bir hücumda bulundu ki nuranur izlerince yürüyen sahabesi de günahların en büyüğünden saydığı bu mayiin adına ümmül-habais dedi. Halbuki öbür taraftan yüzlerce milyona varan diğer bir yığın beşer sıhhatlerine hayatlarına nesillerine ika’ ettiği su’-ikasdlardan gafil bir halde durmayıp şarabın yadını takdis ediyordu. Diyorlar ki;Meşrubat-ı küuliyye karbon müvellidül-ma’ müvellidül-humuzadan mürekkebtir; bu anasır ise vücuda lazım olan harareti vücuda getirmek için zaruridir. Nasıl ki şeker mevadd-ı neşaiyye mevadd-ı dühniyye gibi şeylerde mevadd-ı ihtirakıyyeden terekküb etmek i’tibarıyla aynıdır. ki ispirtolu mevad ile saydıkları ecsam arasında azim fark var. Şarabı teşkil eden anasırın ihtirakından vücud için hararet hasıl olacağını düşünürken şunu hatırlamıyorlar ki: Şeker yağ mevadd-ı neşaiyye gibi şeylerin hilafına olarak şarabın asar-ı semiyyesi içilir içilmez yani karay zarfında adedlerin şu suretle tezayüdü görülüyor: bunların çoğu da Bavyera birası içenlerdir. Korkulur ki emraz-ı asabiyye ve akliyenin bu nisbet-i müterakkıbesi harpten evvelki haline avdet eder de içki yüzünden aynı gürültüler aynı kavgalar aynı cinayetler yeniden meydan alır. haftalıkne göntenid müşahedelerimizden anladık ki ispirtolu içkilerin te’siri kimyevi tedkikatın göstermiş olduğundan fazladır. metrelik koşu ve yüzme yarışı için seçtiğimiz müteaddid adamlar üzerinde tecrübeler icra ettik. Bunları ayırırken ahval-i bedeniyyelerini nazar-ı dikkate aldıktan başka havası iklimi birbirine benzeyen memleketlerden olmalarına da deniyyeyi mühim surette düşürüyor. Binaenaleyh müsabakadan evvel azıcık küul içilmesi vücudun faaliyetini artırır galebeye hizmet eder tarzındaki zannın butlanı sabit oldu. Tabiidir ki bu netice yalnız idman yarışçılarını alakadar etmez. Vezaifül-a’za ilminin adalat ve a’sab kısmıyla uğraşan talebe için çok müfid olacağı gibi bütün tali ve ali mekteplerde hususiyle sanayi’ ve hendese mekteplerinde tatbiki lazımdır. Eski zamanlarda halkı içkilerden tenfir için birtakım adamlar ortaya çıkardı. Lakin bunlar bütün hitabelerinde ya müskiratın zararları içinden pek bedihi olanlarını sayardı; yahud aklı başında kimselerin böyle şeylerden sakınması münasib olacağını söylemekle iktifa ederdi. O devirlerin ret yüzünden beşeriyeti saran felaketlerin derecesi hakkıyla takdir edilemiyordu. Bunun içindir ki Sokrat Eflatun ve emsali gibi şarabı sevmeyen ve aleyhinde bulunan büyük feylesoflarla badesine peymanesine neşvesine hammarına ayrı ayrı neşideler okuyan havas ve erbab-ı ilmin aynı asırda ictima’ ettiğini görürüz. Sonra hukemanın verdiği nasihatlerle irad ettiği sohbetler gibisi yoktu ki bu şarap meftunlarını temayülat-ı nefsaniyyelerinden alıkoyabilsin de hem kendile lamiyet’teki avamil-i hayatiyyeden birini teşkil etmektedir. Alem-i İslamın her kısmında bu tarikatin mensubini mevcuddur. Arabistanda Senusiyye müntesibini pek kesir olup tarikat Mekke ve Medinenin hayat-ı diniyyesinde dahi te’sirat-ı amika icra eylemiştir. Bununla beraber Afrikayı şimali hıttası el-an Senusiliğin mihrakını teşkil ediyor. Fastan Somalilanda kadar bütün Afrikayı şimali bunların zaviyeleri yani Locaları ile mestur olup cümlesi suret-i kat’ıyyede Senusi şeyhinin ikamet ettiği zaviye-i kübraya merbut bulunurlar. Senusilerin büyük zaviyeleri Cufta Libya çölünün ta kalbgahında kaindir. Bu esrarengiz mevkii şimdiye kadar ancak bir Avrupalının gözü görebilmiştir. Çorak ve büsbütün çıplak havi olduğu ma’dud kuyuları yekdiğerinden birçok mil mesafelerle ayrılmış çöl ile muhat olduğu halde Senusilerin şeyhi bir mevkı’-i mahfuz ve tecerrüdde bulunarak evamirini oradan şimali Afririkanın her noktasına istediği gibi isal eder. Bu vasi’ ve çıplak çölün yolları ancak tecrübeli mahir Senusi kılavuzlarınca malum olup bunlar ise efendilerine hıyanet etmektense en müdhiş işkenceli binlerce ölüme duçar olmaya hazır ve teşnedirler. Senusilerin bugün icra etmekte oldukları hüküm ve nüfuz pek derindir. Mahalli zaviyeler öyle sadece bildiğimiz tekyeler localar mahiyetinde değildirler. Bu zaviyelerde Mukaddim yani Muallimden başka birer de Vekil yani Mülkiye ve İdariye Me’muru vardır. Bu me’murlar yalnız zaviye sakinleri üzerinde değil muhitlerindeki akvam ve cemaat üzerinde de re’y ve fikirlerine göre Senusiyyenin ilka ettiği hürmet ve huşu’ o mertebededir ki: Mukaddim veya Vekil tarafından telaffuz edilen bir kelimeye tamamıyla riayet ve cud Avrupa müstemlekat hükumetlerinden başka hafiy ve lakin kavi diğer bir hükumet mevcuddur ki: Gerek İngiltere gerek Fransa ve İtalya müstemlekat idareleri daima bu hükumet-i hafiyye Diğer taraftan Senusiler de Avrupa hükumetleriyle doğrudan doğruya münazaata tutulmamaya dikkat eylerler. Senusilerin fatinane durbinane ve müdebbirane siyasetleri cidden hayrete fi’ unsurlara tahallülünden evvel vukua gelir. Zavallılar bu gibi vehimlerini te’yid için sarhoşun yorlar. Halbuki hesapları yanlış! Zira mizan-ı hararetle icra edilen muayene gösteriyor ki hararet artmıyor; ancak ispirto sath-ı bedene yayılmış damarlarla evride-i şa’riyyeyi genişletiyor; binaenaleyh husule gelen boşluğu doldurmak için kan fazla mikdarda harareti hamil olarak bedenin dahilinden satha doğru hücum ediyor. Ev’iye-i demeviyye içinde en çok müteessir olanı insanın yüzüne yapılmış olanlardır. Bunun içindir ki sarhoşların en kırmızı en hararetli yerleri yüzleridir. Şimdi dahil-i bedenden gelen kanın sath-ı cilde tevzi’ ettiği hararet hava-yı haricinin hararetine faik olacağından içen adam bu sıcaklığı bütün vücuduna şamil sanır sebebini de içtiği ispirto bilir. A’mak-ı bedeninden cildine yayılan hararet alel-ekser pek fazla olduğu için zavallı sarhoş vücudunun ta içinden bir üşüme bir titreme geldiğini duyar da bir kerecik olsun sebebini anlayamaz. kendi fıtri tahribatını ika’ etmeden evvel bedende fasilesine katmış ve asar-ı meş’umesi i’tibarıyla azını çoğunu ayrı tutmamıştır. Hayatının kısm-ı ahirinde Senusi el-Mehdi merkezini Libya çölünün daha cenubi kısmına Cufa nakledip senesinde orada vefat etmiş onun yerine birader-zadesi Ahmed eş-Şerif kaim olmuştur ki bugün Senusiyyenin şeyhi reisi bulunan bu zatın şayan-ı dikkat kudret ve mezayat sahibi olduğu anlaşılıyor. Senusi tarikati; takriben seksen senelik bir faaliyet-i muvaffakiyet-karane sayesinde bugün İs durendişane bir zabt-ı nefs siyaseti güttüğünü men fe-yevmen ve uzun senelerden beri sekinetle teenni ile ve büyük bir i’tidal-i demle ilerliyorlar; azim kuvvetler iddihar ettikleri halde bu kuvvetleri vakt-i münasibinin hululünden bir an evvel olsun izhar ve iraeden istinkaf eyliyorlar. Halbuki: Bu müddet zarfında Senusiler bütün şimali Afrikayı zaviyeleriyle mektepleriyle kaplamakta Mukaddim ve Vekillerinin taht-ı hükmünde olarak halkı taallüm ve terbiye etmekte ve cenuba doğru ilerileyip milyonlarca putperest zenci kabaili din-i İslam’a idhal eylemektedirler. tiyet-i mütezayidesini her şeyden mükemmel surette fında İslamiyet’in akvam ve mileli İslamiyet’e Şüphesizdir ki: İslamiyet her zaman edyan-ı saire mensublarını kendi sinesine çekmekte büyük bir kudret göstermiştir. İslamiyet’in ilk günlerinde bu kudret cidden şayan-ı hayret fevkalade idi ve hatta eyyam-ı inhitatında bile te’sir-i hidayetkarını asla büsbütün kaybetmedi. Bütün kurun-ı vusta esnasında İslamiyet Hindistanda ve Çin ülkesinde geri kalmadığı gibi Türkler tarafından da metin surette Balkan şibih-ceziresinde neşr ve te’sis olundu. On dördüncü asr-ı miladi ile on altıncı asr-ı miladi arasında İslamiyet naşirleri Afrikayı garbi Felemenk Hind-i Şarkisi ve Filipin gibi memalik-i baidede muvaffakıyat-ı azime kazandılar. Maamafih umumi nokta-i nazardan bakıldığı halde İslamiyet şüphesiz inhitatında devam etmiş ta ki on sekizinci asır zarfında gaye-i Maamafih; teceddüd-i İslam hareketinin ilk nefesi kül altında kalmış olan neşr-i din ateşini yeni bir alev ile uyandırdı ve Avrupadan başka cihanın her hıttasında gayet vasi’ cenahlarının hududunu aşarak tekrar o azametle ilerilemeye başladı. Her müslüman bir dereceye kadar maderzad bir naşir-i din bir misyoner olup dinini gayr-ı müslim komşuları muhiti arasında adeta bir sevk-i tabii ile neşreyler. Binaenaleyh neşr-i miyye tarafından değil aynı zamanda kafile kasezadır. Senusiyye tarikati yarım asırlık bir müddetten beri bir kuvvet-i azime mahiyetini iktisab etmiş bulunduğu halde gaye-i asliyyeyi istihdaf eden maceraperestane bir teşebbüste asla bulunmamıştır. Afrika kıt’asının nukat-ı muhtelifesinde vukua gelen dini kıyamların birçoğuna o mevakı’da mutavattın Senusilerin iştirak ettikleri şüphesizdir. Bundan başka Senusiler İtalyanın Trablusgarbı istilasında ve Harb-i Umumi’de dahi muharebata iştirak ettiler; lakin Senusi tarikati hiçbir zaman suret-i muayyene ve resmiyyede meydan-ı mahsusaya çıkmadı. Hakikatte Senusi tarikati yalnız hükumat-ı hıristiyaniyyeye karşı değil hükumat-ı İslamiyyeye karşı dahi teenni-i müdebbirane ile memzuc mütekebbirane bir ihtiraz tavrı ibraz eyliyordu. Senusiyye tarikati ef’al ve harekatında daimi bir Senusilerin güttükleri bu te’hir teenni ve ihtiyat siyaseti kendilerinin atıl ve tenbel olduklarına asla delalet etmez bilakis Senusiler ellerindeki esliha-i ruhaniyye ve diniyye ile faaliyet ve gayret-i daime halinde birçok Afrika kabail-i vahşiyyesini taallüm teşkil ve din-i İslama idhal ediyorlardı. Senusilerin programı evvela müslüman Afrikayı yekdiğerine kaynatıp yekvücud ettikten sonra bütün alem-i umumi-i İslamı ilk halifeler zamanında olduğu gibi bir imamet-i İslamiyyeye kalb eylemektir ki bütün mü’minini cami’ olacak bu imamet mükemmel bir ittihad-ı İslam vücuda getirecektir. Lakin Senusilerin i’tikadına göre bilmesi için daha evvel derin esasi bir teceddüd-i dini ve ahlaki devresi geçirmesi lazımdır. İşte Senusiler taht-ı hüküm ve te’sirlerine giren halkın adat ve ahlakını ıslah ve tasfiye ederek bu gayeye doğru yürüyorlar aynı zamanda Sahra vahalarının daha iyi zer’ini kuyular hafrını kervan yolları üzerinde menzilhaneler te’sisini ve ticaretin terakkisini teşci’ suretiyle ahalinin şerait-i maddiyye ve iktisadiyyesini de ıslaha gayret ediyorlar. Sudanlı mehdi taraftarlarının kan dökme ve tahrib politikasını Senusiler istikrah ile telakki etmişler ve Şeyh Senusi bu suret-i hareketi takbih eylemiştir. Bütün bu beyanatımız Senusiyye tarikatinin bu ana kadar misli görülmemiş surette müdebbirane on sene sonra Niyasaland dahilinde hiçbir karye kalmadı ki: Cami’ imam ve hocaya malik olmasın! Bu hıttata İslamiyet’in intişarı açıkça Avrupalılara hasmane bir tarzda vakıolduğu halde İngiliz me’murları harekete başka yerlerde fırsat-ı zuhur vermek korkusuyla men’ ve tahdidi cihetine gidememişlerdir! Birçok Avrupalı müdekkıkin korkuyorlar ki: İslamiyet’in Afrikada Zambeziyi geçerek Kap müstemlekesine dahil olması ancak bir zaman mes’elesidir. Ve İslamiyet’in bu büyük kazançları yalnız putperestliğin ziyanına olmamıştır. İslamiyet Afrikada Afrika hıristiyanlarını da kendi dairesine misyonerlerinin hıristiyan yaptıkları birçok ahali terk-i din ile İslam oluyorlar; diğer cihetten Afrikanın şark köşesinde İslamiyet’e karşı bu ana kadar bir ileri karakolu hizmetini ifa etmiş olan Habeşistan kilisesi de etrafında yükselen tufan-ı lunmaktadır. Habeşliler cenk cebr ve cidal ile değil hulul-i muslihane ile müslüman ediliyor. Elli altmış sene evvel aralarında tek bir müslüman bulunmayan cesim kabileler bugün kısmen yahud külliyen müslümandırlar. ve intişar İslamiyette mündemic olan kudret-i resinin ihtimal en şayan-ı dikkat bir nümunesini teşkil eder. Lakin cihanın aktar-ı sairesinden göstereceğimiz bir iki misalden de anlaşılacağı vechile İslamiyet’in bu mahiyetteki muvaffakıyatı yalnız Afrika kıt’asına münhasır kalmış değildir. Rusya Tatarlarının mahza sa’y-i zatileriyle dahil oldukları devre-i terakkiden başka bir yerde bahsedilmişti. Ancak bu o kıt’ada tecelli eden teceddüd-i İslam hareketinin ancak bir safhasından esaslı ve şayan-ı dikkat gayret-i hidayet-karanedir. Malum olduğu üzere bu Türk ve Tatarlar uzun müddet Rusların taht-ı tahakküm ve istibdadında bulunmuşlardı. Bu müddet esnasında Rusya Ortodoks kilisesi bunları baştan başa hıristiyan etmek üzere mesai-i azime ve musırra sarf etti; hatta bazı cihetlerde adeta muvaffak olduğu da müşahede edildi. Lakin Rusya Türk ve Tatarları file seyyahlar tacirler ve fakir ve mütevazi’ muhacirler dervişler tarafından dahi ileri götürülür. Bu kaydımız İslam tarikatleri hakkında bilhassa doğrudur. Ve bunlar arasında Senusiler neşr-i İslam gayretiyle en ziyade temeyyüz etmişlerdir ve Afrika sahrasının vahalarından bu tabii müslüman manastırlarından binlerce Senusi dervişler şu’ledar nazarlar heyecandan şişmiş sinelerle ve aynıyla kurun-ı vustanın fakir rahibleri gibi bir gayret-i diniyye ile tutuşarak hareket edip mu’cizat-ı İslamı neşr ü ta’lime azimet etmektedirler. Geçen asr-ı miladi zarfında İslamiyet’in garbi ve merkezi Afrika zencileri arasında nail olduğu terakkıyat cidden fevkaladedir. Her ciddi ve hakiki Avrupalı müdekkık bu hususta aynı mahiyette beyanatta bulunmaktadır. Bundan yirmi sene mukaddem bir İngiliz pek doğru olarak demiştir ki: Muhammedilik Afrika dahilinde şayan-ı hayret bir surette intişar ediyor; orada putperestliği ortadan kaldırıyor Afrikada terakki-i İslamiyyete karşı Hıristiyaniyet propagandası bir hayal bir masaldır. Yine bir Fransız protestan misyoneri aynı halet-i ruhiyye ile diyor ki;İslamiyet’in seyri bazan duçar-ı betaet olmakla beraber asla tevakkuf etmeyerek Afrikanın kalbgahına yürüdüğüne şahid oluyoruz. Müsadif olduğu bütün mevani’a rağmen bir dakika yorulmaksızın tarik-ı azmini ta’kib ediyor. Hiçbir şeyden korkmuyor. İslamiyet hatta en ciddi rakibi olan Hıristiyaniyeti bile kin ve nefretten tamamıyla ari bir nazarla görüyor; çünkü: Muzafferiyetinden o derece emin bulunuyor. Hıristiyanlar Afrikanın fethi hayali ile meşgul iken müslümanlar bu işi yapıyorlar... Afrika kıt’asında İslamiyet’in cenuba doğru olan seyr ü terakkisini en beliğ surette irae için bir hadise-i mühimme zikrediyoruz: Bir iki sene evvel İngiliz müstemlekat me’murin-i hükumeti tamamıyla nagehani olarak Afrikanın Niyasalande kıt’asında İslamiyet’in bir sür’at-i azime ile intişar ettiğini keşf eylemişler ve ya Zengibar Arapları tarafından idhal olunduğu anlaşılmıştır. Bu Araplar esasen neşr-i İslamiyet man her tarafta olduğu gibi Çin kıt’asına da yetişti. Müslümanlar tarafından birtakım ihtilaller vilayetinde hem de Türkistan-ı Şarkide bu diniyye ile taharrük eden Çin müslümanları her zaman olduğu gibi pek mehib ve şedid bir kudret-i cengaverane ibraz ettiler. Şarki Türkistan müslümanları Yakub Bey namında muktedir bir serdar bulmuşlardı. Vekayi’-i mezkure neticesinde gerek Şarki Türkistan ve gerek Yannan eyaletleri birkaç sene için istiklal-i tam kazandılar. Bu vekayi’ o kadar ehemmiyetli bir safha arz ediyor idi ki: Vekayii dikkat ve vukuf ile ta’kib eden birçok garb ricali ihtilalcilerin hareket-i bir hükumet-i İslamiyye teşkil ve Çin imparatorluğunu baştan başa teshir etmek üzere olduklarına kanaat eylemişlerdi. Yakup Beyin şöhreti bütün alem-i İslamı tuttu. Osmanlı padişahı müşarun ileyhe iltifatlar ve elkab-ı tekrimiyye ibzal eyledi. Lakin nihayet Çin hükumeti senelerce süren pek müdhiş muharebeler ve tüyler ürpertici katliamlarla bu hareket-i muazzamayı külliyyen itfa etmeye muvaffak oldu. Hadise-i mezkureden beri ve katliamlar neticesinde adedleri çok azalmış olan Çin müslümanları kudret-i asliyyelerini henüz iktisab edemediler. Lakin bu halkın gayret-i diniyye ve kuvve-i ma’neviyyesi el-an sağlam kalmıştır ve adedleri en az tahmine nazaran milyonu tecavüz eyliyor. Binaenaleyh: Çin müslümanları böyle müdhiş bir darbeye hedef olmuş bulunmakla beraber istikbal-i İslamiyette kemal-i ehemmiyetle dahil-i hesab edilmesi lazım bir unsurdur. Ancak geçen asr-ı miladi zarfında İslamiyet’in münhasır değildir. Yine geçen asr-ı miladi zarfında Hindistanda dahi ve terakkıyatına devam etmiştir. Diğer taraftan Hind-i Şarki cezairinde Felemenk müsta’meratında da hal-i faaliyette ve tevessü’dedir. Avrupalıların aktar-ı cihanda tahakkümü İslamiyet’in intişarını ta’vik edecek yerde bu hususa muavenet ediyor. Çünon dokuzuncu asr-ı miladi bidayetinde ve kısm-ı evvelinde uyanmaya başlayınca teceddüd-i dini hareketi buralarda hissolununca hemen hıristiyan edilmiş biraderleri arasına sokulup uğraşmaya başladılar ve pek kısa bir müddet zarfında mümanaatlarına ve çarlık idare-i şedidesinin tedabir-i terhibiyyesine zalimane mücazatına rağmenyollarını şaşırmış kardeşlerinden kısm-ı a’zamını yine İslamiyet’e idhale muvaffak oldular. Bundan başka Tatar misyonerleri Rusyanın menatık-ı şimaliyyesindeki putperest Türk-Fen kabailini de İslam etmeye başladılar ve bu keyfiyet Rus hükumet-i cebbaranesinin bütün mümanaatlarına hatta mezalimine karşı vukua geldi. Diğer cihetten Çin hıtta-i baide ve vasiası dahilinde dahi on dokuzuncu asır zarfında kuvvetinin fevkalade bir huruşani ve inkişaf arz ettiği görülür. İslamiyet’in Çin hududlarına muvasalatı en eski zamanlara müsadif olup Arap tacirleri hatta aylıklı Arap askerleri Çinde İslamiyet’in ilk naşiri olmuşlardı. A’sar-ı medideden beri Çinli kadınlarla vakıolan izdivaclarına rağmen ilk Çin müslümanlarının ahfadı bugüne kadar asıl Çinlilerden fark olunur derecede ihtilaf etmekte ber-devam kalmışlar ve kendilerini ayrı Çinlilere müteferrik bir kavim addeylemekte bulunmuşlardır. Çin müslümanları başlıca cenubdaki Yannan vilayeti ile daha yukarıdaki vilayat-ı dahiliyyede toplu bulunurlar. Diğer bir İslamiyet merkezi de bugün Çin hükumetine tabibulunan Türkistan-ı Şarki yahud Çin Türkistanıdır. Burası asıl Türk ancak on sekizinci asr-ı miladide zabtolunabilmiş fından Çin müslümanlarına iyi muamele gösterilmekte nefsine mukarin olan etvar-ı mütecellidaneleri Çin hükumetini endişeye ilka ettiğinden müslümanlara evvelden verilmiş olan imtiyazatı ibtal etti. Ve onlar hakkında ta’kibat ve tazyikat-ı şedideye tevessül eyledi. On dokuzuncu asr-ı miladi ibtidasında teceddüd ve intibah-ı İslam nefha-i mu’cizekarı o za daha ziyade korktuklarından hakkında ta’kibat tazyikat-ı şedidede bulundular. Cemaleddin bir müddet Hindistan zindanlarında yattıktan sonra sene-i miladiyyesine doğru Mısıra gitti ve A’rabi Paşa tarafından Avrupalılar aleyhine senesinde İskenderiyeyi işgal edince vakit kaybetmeksizin Seyyid Cemaleddini Mısırdan tard eylediler. Müşarun ileyh seyahatlerine devam ederek nihayet İstanbula vasıl oldu ve orada kendisinin ittihad-ı İslam siyaset-i mahsusasını te’sis ile uğraşan Abdülhamid-i Saninin himayet-i civan-merdanesine mazhar oldu. Padişah bittabi’ Seyyid Cemaleddin tarafından teshir edilmiş ve onu ittihad-ı İslam teşkilat-ı merkeziyyesi riyasetine getirmişti? Abdülhamidin ittihad-ı vaffakıyet olmasında Seyyid Cemaleddinin gayret ve himmetinin medhal-i azimi bulunduğu ağleb-i ihtimaldir Seyyid Cemaleddin son an-ı hayatına kadar faaliyet ve gayretini kaybetmeksizin senesinde çok yaşlı olarak vefat etti. Seyyid Cemaleddinin hülasa-i efkarı ve ta’limatı ber-vech-i ati beyan olunabilir: Alem-i Hıristiyaniyyet ihtilafat-ı ırkıyye ve milliyyesine rağmen şarka hususiyle İslamiyet’e hasm-ı müttehid olup aynı suret-i müttehidede hükumat-ı İslamiyyenin mahvına teşebbüs etmişlerdir. Piyer Lermitin ruh-ı mutaassıbı ile beraber Ehl-i Salibler el-an mevcuddur. Kalben Hıristiyanlık el-an İslamiyet’i mutaassıbane bir kin ve çok tarzlarda tezahür etmiştir. Mesela: Kanun-ı beynelmilelde olduğu gibi ki: Bu kanun önünde milel-i Müslimeye milel-i Hıristiyaniyyenin akran ve müsavisi muamelesi reva görülmez. Hıristiyan hükumetleri hükumat-ı İslamiyye aleyhine icra olunan muhacemat ve tecavüzatı ma’zur görüp buna sebep olarak da hükumat ve milel-i İslamiyyenin medeniyette geriliğini barbarlığını gösterirler; lakin yine o hükumat-ı Hıristiyaniyyedir ki memalik-i İslamiyyede icrasına teşebbüs edilen her hareket-i teceddüd-karaneyi her mahiyette ıslahatı boğmak için bin türlü vesait hatta icab ederse harb ve kıtal bile isti’mal eylerler. kü müslümanlar demir yolları postalar teşkilatı matbuat gibi müessesat-ı medeniyyeyi İslamiyet propagandasının neşrinde pek müfid avamil olarak kullanıyorlar. Şimdi devr-i ahir İttihad-ı İslam hareketinin meşhur Cemaleddinin şahsı ile alakadar olan kısmını mütalaa ve tedkik edelim: Seyyid Cemaleddin Afgani unvanından dahi anlaşılacağı vechile ırkan Irani değil Afganistanlı olmasına rağmen takriben on dokuzuncu asr-ı miladi ibtidasında Hemedan şehrine yakın Aşkabadda tevellüd etmiştir. Diğer cihetten namına izafe edilenSeyyidunvan-ı tekrimi de nesl-i Nebeviden olduğunu binaenaleyh kendisinde Arap kanı da olduğunu i’lam eder. Gayet keskin bir zeka manyetizma kuvvetinde bir cazibe-i şahsiyye mebzul bir kuvvet ve gayretle mütehallik olan müşarun ileyhin hayat ve faaliyeti pek fırtınalı vekayi’-i muhtelife ile meşbu’dur. Müşarun ileyh büyük bir seyyah olup yalnız bütün memalik-i İslamiyyeyi seyr ü teftiş ile kalmamış memalik-i garbiyyeyi de iyice tanımıştı. Bu seyahatler ve buna munzam olan mütalaat ve tetebbuat-ı vasiası neticesinde Seyyid Cemaleddin gayet muazzam bir mecmua-i malumat iktitisab etmiş ve bu ilim ve irfanı faaliyet-i mütemadiyyesinin safahat ve şuabat-ı müteaddidesinde suret-i müessirede kullanmıştır. Zaten maderzad bir propagandist olan bu zat umumun nazar-ı dikkatini celb etmiş memalik-i İslamiyyeden hangisine gitmiş ise pek kuvvetli olan şahsiyeti şedid heyecan-ı efkarı mucib olmuştur. Cemaleddin es-Senusinin tarz-ı hareketine mugayir olarak diniyat ile pek az meşgul olup mesai ve Cemaleddin İslamiyet’in başında dolaşan hükumat-ı garbiyye tehlike ve tahakkümünü vüs’at-i lazımesiyle ilk his ve müşahede eden ilk müslüman yet durendişane vesait-i müdafaa ihzarına hasr eyledi. Avrupa hükumetlerinin müsta’merat valileri me’murları tarafından Cemaleddin pek az müddet zarfında tehlikeli bir müşevvik ve müheyyic-i efkar bir iğtişaş müteşebbisi sıfatıyla tanılıp mimlendi. Bilhassa İngilizler bu adamdan müstebid bir saltanat-ı mutlaka meftunu olan Abdülhamid en ehemmiyetsiz hususatı kendi arzusuna göre kararlaştırmaya çalışmış halbuki ekseriya kendisinin i’tikadat-ı batılasından evham ve hayalatından nasıl istifade edileceğini bilen pek müstaid müdahinler tarafından idare olunmuştur. Abdülhamid senesinde taht-ı Osmaniye pek müşkil ahval arasında kuud etmişti. Memleket Rusya ile felaket-engiz bir harbe girişmek üzere idi. Hükumet ise Türkiyeyi asri bir devlet haline getirmeye çalışan ve garbın her nevi’ teceddüdat-ı siyasiyyesini memlekete tatbik eden bu cümleden olarak ortaya bir de parlamento vaz’ etmiş olan rical-i devlet elinde bulunuyordu. Lakin Abdülhamid pek az müddette bütün bu safhaları tebdil etti. Rusya harbinin hitamını ta’kib eden perişaniden bil-istifade parlamentoyu mutlaka ve müstebide mevkiine is’ad eyledi. Şimdi mevki’-i istibdadında iktisab-ı selamet eden bu zat kendi siyasetini nesc ve istikmale koyulmuştu ki: Bu siyaset ibtidasından beri bir muayyen evvel gelen padişahların hareketine mugayir olarak Abdülhamid haiz olduğu Makam-ı Hilafeti vasi’ makasıd-ı siyasiyyesinin istihsalinde kullanmaya karar vermiş bulunuyordu. Osmanlı imparatorluğunun reis-i siyasisi olmaktan ziyade alem-i İslamın reis-i ruhanisi olduğunu ileri sürerek ve buna istinad ederek bütün müslümanların muavenet-i fi’liyyesini isticlaba ve bu muavenet vasıtasıyla Osmanlı İmparatorluğu aleyhine niyat-ı tecavüzkarane beslemeleri muhtemel olan Avrupa hükumat-ı muazzamasını tahvife teşebbüs etmişti. Abdülhamid az müddet zarfında gayet etraflı bir İttihad-ı İslam propagandası teşkilatı vücuda getirdi; ki bu teşkilatın icraatı başlıca hafi ve entrikalı idi. İstanbul Cemaleddin gibi mutaassıbinin ve garb düşmanlarının Mekke-i Mükerremesi makamına kaim oldu. Ve buradan birçok müntehab me’murin-i hafiyye hareket edip alem-i İslamın en baid köşelerine Halife-i İslamın haber-i ümidini ve küffar tahakkümünden bir gün olup tahlis-i giriban edileceği müjdesini isale başladılar. İslamlara karşı nefret ve kin bütün milel-i HıAlem-i Hıristiyaniyette her hiss-i İslami ve müslümanların terakki teali emelleri temeshur addolunur ve bin türlü müfteriyata hedef edilir. Avrupalılar kendi vatanlarındaMilliyetperverlik veVatanperverliktesmiye ettikleri şeyi şarkta oluncaMutaassıblıktelkib ederler. Garbda İzzet-i NefisGurur-ı MilliŞeref ve Namus-ı Millidenilen hissiyata şarkta tecelli edinceŞovenizm tesmiye olunur. GarbdaHiss-i Milli Milliyet Duygusudiye ta’ziz ve takdir olunan hasisalar şarkta görülürseEcanib Düşmanlığı addedilir. El-hasıl Cemaleddinin birçok seneler kemal-i fazilet ve belagatle ve büyük bir nüfuz ve te’sir-i kat-ı istilaiyyelerinden dolayı yayılan nefret ve haşyet-i memzuce nazar-ı dikkate alınırsa Abdülhamid o harisane ittihad-ı İslam siyasetini dülhamid devr-i ahirin en acib şahsiyetlerinden biridir. Yüksek bir zeka ile muttasıf bulunmakla beraber fikrinde adeta cinnete mütekarib ve garib dolambaçlıklar vardı. Harisane ve pek büyük planlar fikirler besleyerek bunları muzlim ve muavvec usullerle mevkı’-i fiile koymaya çalışmıştı. Bu usuller ekseriya kurnaz bir Makyavelizm tarzı ta’kib etmekle beraber bazan da mudhik surette hamakat-perverane idi. Fıtraten bir daimi bir te’sir bırakmış ve kemal-i ciddiyetle dahil-i hesab edilmeye liyakat kazanmıştır. Jön Türk ihtilali hal ve vaz’ıyeti pek ziyade teşviş etti. Pek az sonra da İran ihtilali vukua gelerek hıtta-i şarkıyyenin aksam-ı sairesinde de buna müşabih alametler zuhur etti. Ve bu vekayi’ birdenbire ortaya meşrutiyet-perverlik milliyet-perverlik ve hatta igtişaşat-ı ictimaiyye gibi yeni yeni kuvvetler çıkardı ki: Bunlar alem-i İslamiyette çoktan beri gizlice tenemmüv etmekte olduğu halde tezahür etmemişti. Bu yeni kuvvetleri aşağıda teferruatıyla tedkik ve mütalaa edeceğiz. Şimdi burada tedkik olunacak husus bu kuva-yı müteaddidenin ittihad-ı İslam hareketi üzerine icra ettikleri te’sirat-ı memzuce ve mu’dıladır. Hadisat-ı ma’ruza sebebiyle ittihad-ı det için mahrum kalmış ve bir tereddüd-i efkar ve intizamsızlık devresi hadis olmuştu. Ancak bu müddet-i fasıla kısa oldu.de muş ve yine sür’atle ileriye yürümeye başlamıştır. Bunun sebebi ise garb tazyikatının teceddüd etmesi vilayetine pek hicabsızca hücum etmişde Türkiye üzerine hücum ederek Türkiyenin Avrupa arazisini İstanbul surlarına kadar koparıp almış onu adeta kötürüm ve bütün i’tibar-ı siyasiden mahrum bir halde bırakmıştı bundan maada yine bu mühim ve meşbu’-i vekayi’ senelerde Fransa da Ağadir buhranı neticesi olarak Fas kıt’asını pençesine geçirmişti. Ve böylece ancak ristiyanların öyle taarruzlarına ve istilalarına hedef olmuşlardı ki: Bunlar ehemmiyet ve vehamet nokta-i nazarından gayr-ı mesbuk olduğu gibi bilhassa müslümanların fikrince külliyen haksız sebepsiz idi. mafih; Abdülhamid hükümdaran-ı İslamın kısm-ı Şeyh Senusi Abdülhamidin gaye-i makasıdından şüphe ettiği gibi fikir ve mütalaasının selametine de i’timad edemiyordu. İslam hürriyetperveranına gelince ihtiyar ettiği müstebidane reden dolayı her tarafta Abdülhamide muğber müteneffir idiler. Binaenaleyh: Şayet Abdülhamid bir cihad-ı mukaddes i’lan edip de alem-i seydi suret-i umumiyyede mazhar-ı itaat ve muavenet olacağı şüpheli bir mes’ele idi. Maamafih: Abdülhamid ittihad-ı İslam his ve fikrinin bütün alem-i İslamda intişar ve takviyesine hizmet-i mühimmede bulunmuştur. Bu umumi nokta-i nazardan mumaileyh muvaffak olmuştu ve bu gayretine Makam-ı Hilafeti işgal etmekte bulunmasından ziyade garba karşı hissetmekte olduğu havf ve nefret sebep olmuştu. El-hasıl bu vechile hükmedebiliriz ki: Abdülhamidin ittihad-ı Hayat-ı Beytiyye Bilhassa Hayat-ı Zevciyye üzerinde açtığı rahneleri mühimsemiyorlar; bu rahnelerden sonra erkan-ı ailenin yıkıldığına karşı mütegafil bulunuyorlar. Halbuki kendileri de o elim akıbetlerden azade değiller! Aklı başında bir adamın el sunduğu kadeh daha dudaklarına değmeden vücuduna yabancı bir ruh sereyan eder. Bir ruh ki nefhası bütün akıl fikir bağlarını çözer; azmi tamamıyla didikler; sonunda o aklı başında adamı hevesatının şehevatının elinde zebun eder bırakır. Artık bu adam kalkar kendi yuvasında oturmuş kocasına karşı hıyaneti hatırından geçirmeyen vefalı zevcesinin hukukuna hürmetsizlik ederse hiç de şaşılmamalı. Zaten pek az ayyaş görülür ki karısından başkalarına sarkıntılıktan çekinsin yahud aili vazifelerini hakkıyla ifa edebilsin. Zira işret meclisleri kafalara mütehakkim kesilir akılları baziçe eder nefsani hevesleri ayaklandırır nefsine terbiyenin yahud dinin hakim kılabildiği zevaciri ortadan kaldırır. Sonra ancak o an için hoşuna giden şeylerden maadasını şarhoşa unutturur. Ne refika-i hayatıyla ciğer-parelerini düşünmesine ne de bağlı bulunduğu ahidleri misakları hatırlamasına meydan verir. lislerinde kadın erkek birçok hoppa mizaclar bir sürü hafif akıllar bir yere gelir. Şarap dillerdeki ukdeyi çözdükten yüzlerdeki hayayı sıyırdıktan kafaları buram buram hülyalarla tütsüledikten sonra artık sineler hikmet ahlak mev’izalarına tahammül edemez olur. Kulaklar bu gibi nahoş seslere karşı sağır kesilir; bila-ihtiyar hevesatının arkasından sürüklenmesine de sarhoş için bir mani’ kalmaz. Ayyaş karıları kocalarının bütün bu hallerini pek iyi bilirler. Lakin biçareler bir taraftan talakın dehşeti diğer taraftan heriflerin şirreti korkusuyla hiç münakaşa cihetine yanaşmazlar. Sade kıskançlık hislerini tevlid eden esbab ile boğuşup dururlar. Kah kendilerini aldatmakla meşgul olurlar kah çaresizliklerini görerek seslerini kısarlar. Nihayet iş bir dereceyi bulur ki zavallıların tahammülü tükenir işte o zaman kıskançlık saikasıyla en tehlikeli yolları tutmakta hiç tereddüt etmezler. Sabrı mekaneti bittiği zaman kıskanç kadın en korkunç bir mahluk kesilir intikam hissinin zebunu olur; artık içki yüzünden ailesine vefası kalmayan çoluğunun çocuğunun ihtiyacını te’mine eli varmayan kocasından hıncını almak için hiçbir hareketten çekinmez. Sinesinde yanan kin Başmuharrir Sahib ve Müdir CİLD - ADED - - SAYFA ki bir evin gıdasına sarf edilen paranın üçte birinden pek az aşağıdır; maamafih mesken ücretinin tamamından müdhiş surette fazladır. Evet Berlin amelesi bu hususta Baden köylülerinden daha iyi bir halde bulunuyor. ev üzerinde kemal-i dikkatle icra edilen tahkikat gösteriyor ki bir evin içkiye verdiği para bütün masrafının yüzde mikdarındadır. Ancak bu kadar paranın ziyaı idare-i beytiyyeyi sarsmaz ma’nası anlaşılmamalı. Zira bin-nisbe azlığıyla beraber bu para evin tenviri teshini masrafından çok tuttuğu gibi bütün melbusat masarıfından kat kat ziyadedir. Artık i’tidale iktisada riayetle içilmişken bu kadar vahim neticeler hasıl olursa ya o ayyaşların hali ne olmak icab eder düşünülsün ki bu yüksek olmayan kazançlarını içkiye vermekten çekinmedikleri gibi Cumartesi akşamları ücretlerini alır almaz evlerine uğramadan doğruca dadanmış oldukları meyhanelere giderler; küp diplerinde bu paranın yarısını bırakıp kafayı tütsüledikten sonra da kalkar ya fuhuş tuzaklarına yahud kumar zaman kopar. Hülasa bu adamlar karılarının yanına döndükleri vakit ellerinde üç beş saat evvel aldıkları haftalıktan pek az bir şey kalmış bulunur. Zavallı kadınlar işretin dest-i gasbından kurtulabilen bu bakıyyeyi alarak bir taraftan tenvir teshin su mesken borcunu ödemeye diğer taraftan da çoluğun çocuğun nafakasını toplamaya çalışırlar. Çok def’alar eldeki yamalık bu hayati kapayamaz. Bunun üzerine biçare analar ailenin zaruri olan nafakasından kesmeye mecbur olur. hati sarsılmaya başlar. Evet yurtlarında sefaletin eliyle açılan gedikleri tıkayabilmek için fabrikalara mağazalara gidip çalışmak lüzumunu duyan kadınlar yok değil. Lakin acaba bunun bir faydası var mı? Zira müşahedat ile sabit ki: Ayyaş aile reisleri karılarının işle birkaç para kazandığını görür görmez evin nafakasından o mikdarı kesiyorlar. Binaenaleyh kadınların bu suretle didinmelerinden kendi yuvaları hesabına kazandıkları bir şey varsa o da çocuklarının kocalarının ve doğrudan ve gayzı yatıştırmak için başvurmadık vasıta bırakmaz. daki rabıta bu hale gelirse o refakatin mahsulü olan yavrucakların nasibe-i hüsranını siz düşünün! Aile hayatı perişan olur da baba ile ana arasındaki karşılıklı hürmet şefkat duyguları kalkarsa bu felaket evvela kendi yavrularının sonra bu yavrulardan teşekkül eden bütün bir cem’iyetin hırman ve haybeti için ne müdhiş bir amil olmak betler saçıyor; öyle fitneler öyle münaferetler meydana getiriyor ki ne mürafaayla bastırılmasına ne de münakaşa dairesinde kalmasına imkan var. Sonra hiçbir şeyi sakınmayan alevlerini her tarafa saçan bu felaketten evdeki ma’sum çocukların asude kaldığı pek nadir. Doktor Mankmüller Almanya hükumetince ayyaş ailelerin elinden alınan çocukları muayene etmiş üçte ikiden fazlasının başlarını yaralı görmüş. Bu yaralar ise hep aileleri efradının sarhoşlukları zamanında alınıyormuş. Zaten bir kere bu suretle gevşeyen mukaddes rabıta-i zevciyyenin devam-ı vücudunu ümid etmek nasıl hata ise bu perişan muaşeretten gelecek zürriyetin de ruhu bedeni en müdhiş hastalıklardan azade kalacağına değildir. Böyle bir aile çocuğunun ilk edineceği tabiat huysuzluk anaya babaya karşı hürmetsizliktir. Ebeveynini tahkir eden bir çocuk tabiidir ki büyüyünce başkalarına hakaretten asla geri durmayacaktır. Zira varlığının hayatının veliyyin-ni’meti olduklarını bildiği iki vücud hakkında hürmet hissi duymamış bir mahluk için kendisi ile aralarında hiçbir rabıta olmayan diğer insanlara karşı ta’zim ihtiram gibi vazifelerle alakadar olmamak zaruridir. Bundan başka içkiden en çok müteessir olan aili mesailden biri de idare-i beytiyye mes’elesidir. Groberle Karibin daima içen evleri hesaba almamakla beraber neşrettikleri ihsai cetvellerde pek kahir hakikatler göstermişlerdir: Köylü tabakasına mensub evlerin yüzdesi şehri masraflarının yüzdeünü içkiye veriyor CİLD - ADED - - SAYFA verdiği para müskirata bezl ettiğinin beşte biri bile değil. Maamafih içki mektepler kitaplar matbuat gibi terbiye ve maarif yollarına sarfı icab eden paranın büyük bir kısmını yutmakla doysa ne a’la! Yukarıda söylediğimiz gibi o müskirat içilen evdeki bütün çocukların vücudlarını dimağlarını kuvvetsiz bırakarak zavallıları tekemmülden neşv ü nemadan alıkoyuyor. İşte ibtidai ve tali mektepler hakkında tutulan ihsaiyatın gösterdiği bundan ibaret. Ali mekteplere gelince mes’ele delilden bile müstağni. Evet Talebe Cem’iyetleri Kanunu Almanyada birçoğunun istikbalini haybetlere hüsranlara mahkum eden elim neticeler vermiştir. Bu kanun ruhlu meşrubatı ağzına koymayanları da içki kurbanları arasına girmeye ve intisab ettiği cem’iyet tarafından mezvu’ karara göre guna gun hastalıklara ma’ruz bulunur; vücudları sirayet-i maraza mukavemetten aciz kalır; derslere devam edemez imtihanlarda muvaffakıyet gösteremez olur. etmiş ve o irfan ve medeniyet diyarındaki gafil gençler tarafından bu nur ve edeb asrında hem kendilerine hem milletlerine reva görülen zulmü yakından müşahede etmiş kimseler şu söylediğimize tamamıyla vakıftır. Alman tabibi üstad-ı şehir Koh diyor ki:İçkilerin mahiyetini anlamak isteyenler bunlarda beşer tedavi maksadıyla içilecek mikdarın neden ibaret olacağını yahud içindeki ispirto yüzde ne kadar olmak lazım geleceğini sormasınlar. Yalnız gerek ferdleri gerek cemaatleri i’tibarıyla bütün cinayetlere dair ilimden ihsaiyattan fetva istesinler. Ruhlu içkiler emraz-ı vahime ordusundan cinayat-ı muhtelife menbaından başka bir şey değildir. Sonra küul öyle bir taundur ki zürriyeti teşekkülünden evvel boğar; cenini ya haml ya vaz’-ı haml esnasında öldürür; içlerinden diri doğabilen olursa onun da beşiğine musallat olur; doğruya kendilerinin işine hasretmeleri lazım gelen kıymetdar zamanı haricde geçirmelerinden Vakı’a dışarıda çalışan kadınlardan bir kısmı yuvasından ayrı bulunduğu müddetçe çocuklarını komşusuna bildiğine şuna buna emanet bırakıyor. Lakin ekseriyeti bulan diğer kısmı da ciğerparelerini mahrumiyetlerin felaketlerin ölümlerin pençesine tevdi’ etmekte muztar kalıyor. Bu sebeptendir ki uyanık hükumetler bu gibi çocukları ailelerinden alarak emsali bedbahtlar için mekteplerine vermektedir. Evet amele ücreti artırılırsa yuvalar salah kesb eder analar da esbab-ı rahatın zaruri kısmını tedarike imkan bulur vehminde bulunanlar olmuştu. Lakin tecrübe gösterdi ki ücretler ne kadar artarsa evlerin felaketi de o kadar artıyor zira para ziyadeleştikçe içki hevesi de ziyadeleşiyor. Nasıl ki nafakayı biraz yoluna koymak maksadıyla kadınların bütün vesait-i mümkineye müracaatları da aynı netice vermişti. Mesela kadın oturduğu evin odasını yahud odanın bir kısmını rast gelen adama kiralamak suretiyle çocuklarını ihtiyaç içinde ölmekten kurtarmaya azmetti. Bunun üzerine kendisini kocasını yavrularını bir yahud yarım oda içinde hapsederek yuvasının daha doğrusu yatağının yarısını öyle bir sürü yabancılara vermek çoğu serserilerle ahlak-ı sefile sahipleridir. Artık yuvanın içinde dönüp dolaşacak yer kalmaması bir sürü yatağın sımsıkı sıralanması ve bu hüviyetleri mechul yabancılarla o zavallı aile efradının daima temasta bulunması yüzünden meydan alacak akıbetleri tahmin pek o kadar müşkil olmasa gerek. Şimdi bu ev halkı için esbab-ı rahatın kısm-ı a’zamından mahrumiyetle beraber ailenin iki reisi arasına haklı yahud haksız yere kıskançlık ve mütekabil i’timadsızlık girmesine gelince bunlar bahs ettiğimiz ıztırarın en çabuk yetişen meyvesidir ki dünyada bunun kadar acı bir şey yoktur. umumiyyeye vurduğu darbeyi hesaba almalıyız. Tedkikat ile sabit ki bu evlerin irfan uğurunda CİLD - ADED - - SAYFA Şu verdiğimiz tafsilat evlilerden birçoğunu bedbaht eden evladsızlığın hikmetini izaha kafidir sanırım. Evet erkek kadına kadın erkeğe zulm eder her biri kısırlık töhmetini ötekinin üstüne atmak için uğraşır. Halbuki ortada kısırlık yok beyinsizlik var huveynatı öldüren zehirlere riyor ki içenlerin ifrazat-ı meneviyyelerindeki huveynat mikdarıyla içmeyenlerinki arasında müdhiş bir fark mevcud. Evvelkiler huveynatın yüzde elli beşini kaybettikleri halde bu nisbet ikincilerde yüzde on beşi geçmiyor. Halk bu gizli hastalıktan gafil; sonra şarap içilir içilmez ecza-yı bedende ani bir hareket hissi uyanması şehevani hevesatın faaliyete gelmesi çoklarının gafletini ve bu afete araştırsalardı o zehirli kadehlerin kendilerine ve nesillerine ika’ etmekte olduğu cinayatın derecesini öğrenirlerdi. Üstad-ı şehir Sevlifan ruhlu içkilerin ayyaş zürriyetleri üzerindeki te’siratını tedkik etmiş; bunlarla müteverrimlerin bir de içmeyen sağlam adamların zürriyeti arasında mukayese yürüterek şu cedveli meydana getirmiş: Ben kendi meşhudatımla anladım ki sıhhi ve alelade izdivacların ancak yüzde dokuzu evlad vermiyorken bu nisbet sarhoşların teehhülünde yüzde on dördü buluyor. Doktor Şvakhofrun hikaye ettiği bir vak’ayı şuracıkta zikretmek pek münasib olacak: lirim ki hayatında üç def’a evlendi. İlk kocası tıpkı kendisi gibiydi sağlamdı içmezdi. Bundan üç evladı oldu ki üçünün de sıhhati ahlakı mükemmel vücudları her türlü arızadan masun idi. şayet beşikteki taarruzundan da kurtulursa yaşar ama en vahim hastalıklara en müzmin arızalara mahkum olarak yaşar. rine gelince kuvvetlerini yitirir; illetlerini artırır faaliyetlerini azaltır iradelerini felce uğratır; umumi ve şahsi mes’uliyetlere karşı hiç şuur bırakmaz. Sonra frengi verem gibi korkunç hastalıkların zahiri olur ya hastaları bir an evvel helak Maamafih biz bu müfredatın tesbitiyle uğraşacak olursak cildlerle yazı yazmamız icab edecek. Onun için içkinin yalnız hayat-ı tenasüliyye üzerindeki te’sirini söyleyeceğiz. Çünkü bu cihetin mechul kalmasında halk için büyük tehlikeler var. Bedende mevcud elyaf ve hüceyrat ile guddeler ve bu guddelerden vuku’ bulan ifrazat üzerinde ecsam-ı garibenin ne gibi te’sirler husule getirdiği üstad-ı şehir Nikolonun tecrübeleri sayesinde meydana çıkmıştır. Gerek bu zatın gerek üstad Bertholiht ile diğerlerinin taharriyatından anlaşıldı ki insanın mayiat-ı meneviyye ifrazına mahsus cihazı üzerinde küulün bariz te’siri var. Küul bu cihazı bozarak cenin teşekkülünü te’min edemeyecek bir hale getiriyor. Hayvanlara küul içirildikten sonra ifrazat-ı meneviyyeleri defeat ile muayene edilerek neticede görülmüş ki ceninin maye-i hilkati olan kuyruklu adeselerhuveynat-ı meneviyyeya hiç yok yahud sağlam cenin vücuda getiremeyecek bir halde. Üstad Bertholiht birçok cemaatler üzerindeki müşahedatını şu suretle icmal ediyor: Ayyaşların a’za-yı bedeni başkalarınınkinden evvel zaaf ve atalete uğrar. meneviyyenin yüzde sı huveynat-ı meneviyyenin çoğundan hali bulunur. rüd etmesi işret mübtelalarında başkalarından çok evvel başlar. Kadın küul içerse ceninin teşekkülü için vücudu şart olan büyeyzaları harab olur. CİLD - ADED - - SAYFA yüzdesi doğarken ölmüş;sı muhtelif yeyeü verem ve diğer emraz-ı uzviyyeye mübtelasi canisı çocukluğunda nüha’-ı şevki iltihabatıyla ma’lul zuhur etmiş. Bundan başka küul süt ifraz eden guddeleri de zaif düşürür. Evet ayyaş babaların kızları az sütlü olur. Büyüyüp çocuk doğurdukları zaman ekseriyetle ya sütleri büsbütün çekilir yahud yavrularını besleyemeyecek derecede azalır. Tecrübelerle le babalarının içip içmemesi arasında muttarid bir münasebet var. Aileler üzerinde icra olunan tedkikattan şu netice hasıl olmuş: İçki içmeyen anaların sütü hal-i tabiide oluyor. Babalara gelince bunları dörde ayırmak lazım geliyor: Hiç içmeyenler Muayyen zamanlarda ve i’tidal ile içenler Durmayıp içenler ze nispetle şu mikdardadır: Gelelim bir de bunun meme emen çocuklar üzerindeki te’sirine: Gerek sütü büsbütün çekilen gerek idare etmeyecek kadar az gelen validelerin çocukları ya süt analarına verilir ki ne baş belası oldukları herkesçe malumdur; yahud hayvan sütlerinden başka sınai ve kimyevi sütlerle beslenir ki bunlar da en büyük musibettir. Anaları tarafından emzirilen çocuklarla diğerleri arasında icra edilmiş en son ihsai tedkikat gösteriyor ki bu sonrakilerin çoğu sütten kesilmeden evvel ölüyor; ölmeyip kurtulanları cılız kalıyor. Askere alınma zamanında icra edilen muayene-i tıbbıyye de bunu müeyyiddir. adamın vefatı üzerine vardığı ikinci kocasına gelince o içerdi. Kadının ondan da üç çocuğu oldu. Birincisi babası gibi alabildiğine içtikten sonra genç yaşında veremden öldü. Halbuki o zamana kadar o evde bu hastalık görülmüş değildi. ayyaş ve sefil sürüleri arasına katıldı gitti. Üçüncüsü a’sabından muzdarib ve babasının hastalıklarından birine varis olarak doğdu. Ancak ne babası ne de ağabeyleri gibi işrete kapılmadı. veyninin merhametini celb etti de içki gibi derdini büsbütün artıracak şeylerle ülfetine meydan bırakılmadı. Kadının ikinci kocası da ölünce üçüncü birine vardı ki işret etmez vücudu sağlam olan bu adamdan da sapsağlam üç çocuğu oldu. Artık küulün zürriyet üzerinde ne yaman te’siri olduğunu ve bu korkunç zehri içen babalarla analar kendi ciğer-parelerine karşı ne ağır cinayet gerek bunun sayılmaz derecedeki emsalinden pek güzel anlayabilirler sanırım. Vakıa zaman olur ki ayyaşların içmeyenlerden ziyade çocuk sahibi oldukları görülür. Ancak bu ma’sumlardan birçoğunu ya ana karnında cenin ya beşikte sabi halinde iken o günakar elleriyle ecele kurban verirler. Şayet bu yavrucaklar yaşayacak olursa yine o günahkar eller yüzünden biçarelerin hayatı katil cürsumelere türlü türlü hastalıklara suret-i mütemadiyyede ma’ruz olur durur. Üstad-ı şehir Deme İsviçrenin Bern şehrinde bulunmuş bunların arasında nüfusun adedi ve afiyetin derecesi i’tibarıyla bir muvazene yürütmüş. Hiç içmeyenlerin evladından yüzde seksen çocuklarına gelince bunlardan yüzde on sekizi hal-i tabiide çıkmış; on ikisi henüz küçük iken çelimsizlikleri yüzünden ölmüş; sekizi ahmak on üçü sar’alı beşi kanbur beşi muhtelif arızalara mübtela beşi a’sab ve iradelerindeki zaaf ile beraber Mösyö Lö Granparsda işrete mübtela aileyi nazar-ı muayeneden geçirir: Çocukların CİLD - ADED - - SAYFA Lakin Balkan Harbinin zuhuruyla alem-i İslamın hiddet ve infiali bütün hududları tecavüz etti. Çinden tutunuz da ta Kongoya kadar bütün gayret-i diniyye sahibi müslümanlar heyecanlarından nefes bile almaksızın Balkan şibihlerini dikmiş idiler; nihayet Türklerin haber-i felaketi duyulunca alem-i İslamın enin-i tehevvür ve teellümü her tarafta şiddetle aks-endaz oldu. Bir müteayyin Hindistan müslümanı aşağıki satırlarla aktar-ı cihandaki dindaşlarının hissiyat-ı elimesini pek iyi beyan eylemiştir: Yunan kralı yeni bir Ehl-i Salib emrediyor; Londra mehafil-i hükumetinden hıristiyan taassubunu cuşan kılmak için nidalar yükseliyor; Petersburg besi üzerine rekz eylemekten bahsediyor. Bunlar bugün böylesini söylüyorlar yarın bu sözleri Kuds-i Şerif ile Cami’-i Ömer hakkında da söyleyeceklerdir. Ey kardeşler! Şu hususta ittihad-ı efkar hasıl ediniz ki: Hep Hazret-i Halifenin sancağı altına cem’ olup dinimizin selameti için canını feda etmek her mü’minin vazifesidir! Hindistan rüesa-yı İslamiyyesinden diğer meşhur bir zat da İngiltere rical-i hükumetine şöyle hitab ediyor:İngilterenin rical-i hükumetinden şunu rica ediyorum ki: Milyonlarca müslüman tebeanın şiddet-i tehevvürü alev-riz olup felaketi intac etmeden evvel İngiltere hükumeti Türk düşmanlığı siyasetini tebdil etsin... Hepsinin en ma’nidarı o zaman müslümanlar tarafından menfur garb akvamına karşı muavenet-i mütekabile ve tesanüd dahilinde hareket etmek üzere Asya putperest akvamına vakıolan teklif ve müracaat idi. Bu şayan-ı taaccüb olduğu kadar gayr-ı mesbuk bir hadise idi. Hazret-i Muhammed Zeburu Tevratı ve İncili kemal-i hürmetle telakki edip kendisine mülhemminellah olan Isa ve Musa peygamberlerin makamına kaim addeylemiş ve tabiiyetini Hıristiyanlar rıyla riayet-i nesebiyye iraesine sevk etmiş iken diğer milel-i gayr-ı müslimeyi Putperestler diye muateb ve büsbütün gayr-ı makbul görmüştü. Müslümanlar tarafından Hazret-i Peygamber’in bu evamiri daima i’tina ile tutulmuş olup müslümanların hıristiyanlara karşı hissettikleri nefret kin gerek içenlerin vücudunda gerek hayat-ı ların sayılması kabil değil. Maamafih biz yine birçoğunu bildirmeye çalıştık. Ahval-i mezkurenin İslamiyet üzerindeki te’siri pek azim oldu. Ye’s ve tehevvürle memzuc bir mevce-i infial baştan başa alem-i İslamda çalkalandı. Ve şüphesiz ki: Bin-netice İttihad-ı İslam fikir ve hissi tekrar tezahür etti. İşte bu ahval elli seneden beri ittihad mürevviclerinin vaaz ve Cemaleddin Afganinin ihtaratını bundan fazla kuvvetle te’yid için neye ihtiyaç vardı? Netayic-i mukaddere hemen tezahür etti. Türkler ile Arapların pek fena geçindikleri yekdiğerini sevmedikleri Trablusgarbda iki kavim nagehani bir İttihad-ı İslam ateş-i heyecanı içinde yekdest-i vifak ve uhuvvet oldular; ve İtalyan müstevliler orada öyle şedid ve asabiyetkarane bir müdafaaya tesadüf ettiler ki: Bütün alem-i gibi Avrupalı müddekkikinin fikirlerinde de mühim Nazırlarından Gabriyel-Hanutu soruyordu ki: Acaba müdafaasız Trablusgarbın zabtı İtalya bu işte yalnız Türkiye ile değil İslamiyet ile uğraşmaya mecbur oldu. İtalya topu yuvarlamaya başladı bu hem kendisi hem de bizim için pek fena bir mukaddimedir!İngiltere ile Rusyanın alem-i İslamda kuvvetli bir tehevvür ve güftügu hasıl etmiş aynı zamanda Fas istiklalinin Fransız pençesinde sönüp gitmek üzere bulunması elem-engiz bir infial ile münakaşa olunmakta bulunmuştu. CİLD - ADED - - SAYFA Şarkın ruhu uyanıyor ve garb istilasının tufan-ı huruşanını def’ ve tard ediyor... Ey Hindistan evladı; Bize zekavetinizle hars ve irfanınızla ve servetinizle muavenet ediniz! Bize siz Hinduların kudreti hukuk-ı vatanisi ve hukuk-ı tevarüsleri olan kuvve-i ervah ayaklansın... Harb ma’buduna dualar istirhamlar yükselsin; dualar ki: Hakkın kuvvet üzerine galebesini müsterham bulunsun! Binlerce ma’budlarınızı çağırınız ki: Düşman ordularını mahv eylesin... Müslümanların putperestlere karşı evvelden beri gösterdikleri vaz’-ı muameleye hakikaten vakıf olan zevat için bir müslüman kaleminden çıkmış olan yukarıki satırlar cidden veleh-engizdir. Bu sözlerde büyük büyük emeller meknuz olduğu gibi amal ve hissiyat-ı mezkure yalnız Hindistan müslümanlarına münhasır kalmıyor. Çin müslümanları arasında da böyle hissiyat meşhud oluyor Türkistan-ı Çinide intişar eden isminde bir gazete bütün Çinlilerin garb tecavüzat ve istilasına karşı kardeşçe ittihad etmesini tavsiye eyliyor:Avrupa gittikçe hırs ve tamaını arttırdı; Bu Avrupa bizim istiklal ve hürriyetimizi mahv edecek ve vakt-i merhununda gayretkarane hareketle şedid bir mukavemete hazırlanmaz isek bizi büsbütün ezecektir. Çin ihtilalinin pek karışık olan ilk devresinde Çin müslümanları vatandaşlarına karşı evvelden beri ittihad ettikleri biganelik vaz’ıyetini terk ederek Budi ve Konfüçyüs mezahibine salik vatandaşlarıyla birlikte o kadar sadıkane çalıştılar ki Cumhuriyet Fırkası Reisi Doktor San Rit Sen kemal-i memnuniyyet ve minnetle atideki tebliğ-i resmiyi neşretti:Çin ahalisi müslüman vatandaşlarının hürriyet ve asayiş uğurunda ibzal ettikleri muaveneti müebbeden unutmayacaktır. Harb-i Umumi zuhur ettiği esnada ehl-i İslam cavüzatına karşı müteheyyic müslümanlar arasındaki ve Avrupa tahakkümüne karşı bir vakit olup açılması mutasavver harbde kendisi için serbestçe Asyalı müttefikler aramakta idi. Şerait-i ma’ruzaya nazaran Türkiyenin harbe dühulü ve halife-i İslamın cihad-ı umumi i’lan etmesi üzerine her tarafta müslümanların silah başına koşmamış ne kadar kuvvetli olursa olsun mesela Hindular Budistler ve aksa-yı şarkın Konfüçyüs mezhebi salikini gibi putperestlere karşı hissettikleri nefret ve istikraha nazaran pek hafif bulunmuştu. Müslümanların etvarında bu husustaki ilk tahavvül senesi Rus-Japon harbi esnasında meşhud oldu. İslamiyet’in hıristiyan milel-i garbiyyeye karşı hissettiği havf ve nefret o zaman o kadar büyük idi ki: Bir Asya milletinin Avrupalılara galebesi birçok müslümanlar tarafından kemal-i şevk ve heyecanla alkışlanmış bu hususta galiblerin putperest olduğu bile nazar-ı dikkate alınmamıştı. Birçok gayretli müslümanların kahraman Japon milletini daire-i İslamiyyete idhal fikir ve hahişine düşmeleri ittihad-ı İslam hareketinin temayülat-ı kaviyye-i hidayet-karanesine pek muvafık idi. Bu maksadla propaganda gazeteleri te’sis misyonerler intihab olunup Abdülhamid de Japonyaya bir ittihad-ı İslam hey’etini hamil bir sefine-i harbiyye gönderdi. Bütün alem-i mübaheseler cereyan ediyordu. senesinde bir Mısır gazetesi şöyle yazıyordu:İngiltere altmış milyon müslüman tebeasıyla bu ihtidadan tevahhuş ediyor. Ortada müslüman bir Japonya bulunduğu halde İslamiyet siyaseti baştan başa duçar-ı tahavvül olur...ve alem-i İslamın diğer ucundan Çinli bir müslüman şeyh de şöyle demişti:Eğer Japonya bir vakit pek büyük bir hükumet olmayı ve Asya kıt’asını kıtaat-ı saireye hakim kılmayı istiyorsa bu maksad ancak din-i mübin-i İslamı kabul etmesi sayesinde mümkün olacaktır. Tabii bir müddet sonra bu İslamiyet gayretkeşlerine malum oldu ki: Japonya İslam me’murinini bir nezaket-i mütebessimane ile hüsn-i kabul etmekle beraber İslamiyet’i kabul için hiç de niyeti yoktur. Lakin herhalde gayr-ı müslim Asya akvamıyla münasebat-ı vedad-karane hasıl edecek lümanları bu cihete daha ziyade sevk etti. İslamların hissiyatında hasıl olan tebeddülün derecesi bu esnada Hind müslümanları tarafından putperest Hindlilere vakı olan müteaddid müracaatların tedkikinden müsteban olabilir. Bunlardan pek ma’nidar suretteŞarkın Haberitesmiye edilmiş olan bir nümune aşağıya nakledilmiştir: CİLD - ADED - - SAYFA hakiki müslüman bile olmayıp mülhid Yahudilerden mürekkeptir. Dur-endiş müslümanlar Almanların uğuruna ateşe yanmak istemiyorlardı; Almanyanın aleme hakim olmak politikasını da onlar için ancak hakim ve efendilerini tebdil etmekten le boğuşmaya kendi kendisini zayıflatmaya ve müstakbele aid niyatını tamamıyla izhar etmeye bırakmak daha muvafık idi; bütün bu esnada disini takviye edip fırsatını intihaz edecekti. Versay Muahede-i Sulhiyyesi Avrupalıların makasıdının öyle bir inkişafı idi ki:İttihad-ı İslam rüesası da programlarını mükemmelleştirmek ve taraftarlarının ittihad-ı ma’nevisini te’min eylemek üzere bu inkişafat ve ifşaatı beklemekte hep bir ağızdan itiraf ettiler ve hareketleriyle de te’yid eylediler ki; şark-ı karib ve şark-ı vusta üzerine atmış oldukları pençelerini kat’ıyyen gevşetmek niyetinde değildirler. Harb esnasında akd olunmuş bir takım hafi muahede-namelerle Osmanlı İmparatorluğu muzaffer Düvel-i Müttefika [Mütelife] arasında taksim olunmuş ve işte bu hafi muahede-nameler Versay Musaleha-namesinin esasını teşkil etmekte bulunmuştu. Bundan ma-ada daha harbin bidayetinde Mısır İngiliz taht-ı himayesinde i’lan edilmiş ve Versay Konferansı avanında İngiltere İran ile öyle bir i’tilaf akd etmiş idi ki: Bu vechile İran dahi zahiren değilse de hakikaten ikinci birİngiltere Mahmisi olmuştu. Neticeten şark-ı karib ve şark-ı vusta bu ana kadar hiç vakıolmadığı vechile Avrupalıların tahakküm ve tagallüb-i siyasisi altına düşmüştü. Lakin kalkanın diğer tarafı da var idi. Harb seneleri esnasında düvel-i müttefika sayısız def’alar küçük milletlerin te’min-i hukuku ve bütün beşeriyetin hürriyeti esaslarına müstenid bir yeni cihan teşkil etmek üzere harb edilmekte olduğunu resmen bütün şark diyarlarında hazine gibi kapışılmış hatıralarda hıfz olunmuştu. Binaenaleyh şark bu ali esasat ve beyanata göre değil fakat cihangirlik maksadına müstenid muahedat-ı hafiyye üzerine bir sulh akd olunduğunu görünce büyük bir olmaları birçok kişileri pek ziyade müteaccib etmek lazımgelir. Lakin şüphesizdir ki: Halifenin cihad i’lanı o zaman düvel-i mü’telifenin alemi siz te’sirsiz kalmamıştı. Hakikat-i halde düvel-i mü’telife idare veya kontrolü altında bulunan bütün memalikte heyecan hasıl olup alaim-i iğtişaş görülmüştü. Birçok misallerden ancak birkaçını ta’dad edelim: Mısırda azim heyecan ve iğtişaş hasıl olmuş ve bu mühlik hareket Mısıra ancak kuvvetli İngiliz orduları doldurulması sayesinde ber-taraf edilmiş değilse de boğulmuştu. Trablusgarb ateş-i ihtilal içinde kalarak İtalyanlar palas pandıras ta sahillere kadar sürülmüşlerdi. İranın Türkiye ile birleşmesi ise ancak Rusya ve İngilterenin tam vaktindeki müdahale-i fi’liyyeleri ile men’ edilebildi. Hindistanın şimal-i garbi hududu sahne-i harb olmuş ve rub’ milyonluk bir İngiliz-Hindistan ordusunun vücuduna ihtiyaç göstermişti. DüvelMüttefikanın [Mütelifenin] Asya ve Afrika kıt’asındaki müstemlekat ve müsta’meratının senesinde cümleten ihtilale kıyam etmelerine ramak kalmış olduğu Büyük Britanya hükumeti tarafından suret-i resmiyyede itiraf edilmiştir. Ve eğer milel-i İslamiyye rüesası her tarafta Cihad!kumandasını ağızlarından çıkarsalar idi korkulan bu ihtilal şüphesiz vuku’ bulurdu. Lakin bu kumanda verilmedi. Bilakis hariçteki sahib-i nüfuz rüesa-yı İslamiyye umumiyetle Türkiyenin hareketini takbih ettiler ve mutaassıb İslam kitlelerinin heyecanlarını teskin için ellerinden geleni yaptılar. Bu rüesanın vaz’ ve hareketi metanet ve tedbirlerini ne de bu zamanın garba karşı kat’i bir mücadeleye girişmek için münasib olmadığını anlamışlardı. Bu rüesa-yı İslam henüz esbab-ı maddiyyece hazırlanmamışlardı. Ve ne kendi aralarında ne de müstakbelde müttefikleri olacak milel-i gayr-ı müslime ile iyice anlaşmamışlardı. Bundan başka bir müşevvik-i ma’nevi de noksan rinde ma’hudCermanyada i’mal olunmuştur markası mevcuddur. Biliyorlardı ki bu darbeyi ortaya koyan genç Türkler güruhu Avrupalılaşmış mürtedlerden ibaret ve hatta birçokları CİLD - ADED - - SAYFA Maamafih ittihad-ı İslam yalnız Avrupa tecavüz ve istilasına karşı birsiyasi aks-i ameldeğildir. Bu hareket esasen müslümanı müslümana bağlayıp Hıristiyaniyet alemi a’zasını yek-diğerine rabt eden rabıtadan pek ziyade kuvvetli olan amik hiss-i ittihaddan rabıtalardan tevellüd etmiştir. Bu rabıtalar ma’na-yı hakikisiylesırf dini değildir. Alem-i İslamın bir başından diğer başına kadar adat-ı mahalliyye ve an’anat tahallüf etmese [etse] bile vezaif-i aile ve ef’al-i ictimaiyye esasen müsavidir.Hakikat şudur ki: İslamiyet sadece bir akide-i diniyye değildir. İslamiyet tam bir nizam-ı ictimaidir. Kendine mahsus bir felsefeye bir harsa ve bir sınaata malik bir medeniyettir. Bu medeniyet rakibi olan medeniyet-i Hıristiyaniyyeye karşı vakiolan mücadele-i medidesi neticesi olarak kendi kendisinden haberdar hüviyetini müdrik birvahdet-i müteazziyye olmuştur. lümanlar pek kuvvetli surette merbutturlar. İşte bu ma’na-yı vasii nokta-i nazarından ittihad-ı Hatta en serbesti-i efkar sahibi müslümanlar bile ve siyasi ittihad-ı İslam hareket-i irtica’karane ve mutaassıbanesini ne derece takbih eyleselerbeynel-İslam tesanüd ve ittihadın lüzum-ı kat’i ve esasiyyesine kuvvetle mu’tekıddirler. Hindistan müslümanları arasında hürriyet-perver rüesadan olan Ağa Han diyor ki: Savab ve meşru’ bir ittihad-i İslam vardır ki: Her samimi ve mu’tekıd müslüman bu ittihada mensubdur; bu İttihad-ı İslam ümmet-i Muhammedin arasındaki ittihad-ı ruhani ve harsidir. Bu hakiki ruhani ve harsi ittihad aled-devam büyümeli kuvvetlenmelidir çünkü Hazret-i Muhammed ümmeti için bu ittihad hayat ve ruhun temelidir... Garb harsına tamamıyla aşina ve terakkıyat-ı garbiyyeyi kabule hahiş-ger hür fikirli zevat-ı münevvere-i İslamın ittihad-ı İslam hususundaki mütalaası bu yolda olursa cahil muhafazakar ve mutaassıb olan İslam kitle-i umumiyyesinin efkar paymal ve tezlil edilmesine karşı bu ana kadar misli görülmemiş surette mütehevvir olmuştur. Bin-netice o diyarlarda bütün iklim-i şarkı bir mış olan mütehevvirane bir azim ve karar vücud bulmaya başladı ki bu ancak karibüz-zuhur bir fırtınaya takaddüm eyleyen temevvücata teşbih olunabilir. Görülen alaim o kadar vahim ve mühlik den evvel bile birçok Avrupalı şark mütetebbi’leri ciddi korkular ibraz eylemişlerdi. Misal olarak mesail-i İslamiyyede haiz-i ihtisas ve salahiyet olanLeon-Gayetaninin beyanatını derc ediyoruz. Mumaileyh senesinde harbin şark üzerinde Bu ihtilac İslam ve şark medeniyetini ta esasından lerze-nak etmiştir. Çinden Bahr-i Sefide kadar bütün şark alemi ihtilac ve heyecandadır. Her yerde Avrupalılardan nefret ve onlara karşı kin ateşi gizli gizli yanıyor Fastaki hoşnudsuzluklar Mısırda Arabistanda ve Libyada Milliyet-perverler Mutalebat ve Teşebbüsatı denilen hadisat bunların hepsi aynı hiss-i amikın tezahürat-ı muhtelifesidir; ve bunların müteveccih oldukları maksad şark aleminin Avrupa medeniyetine karşı kıyam ve isyanıdır. Bu sözler o vakitten beri alem-i İslamda vaki olan hadisatın adeta peygamberane bir ihbarı demektir. Çünkü hadisat-ı ahire münhasıran bir İttihad-ı İslam hareketinden ziyade milel-i müslimenin milliyetperverane amal ve mutalebatı mütalaasını milliyet-perverlik babına ta’lik ediyorum. Maamafih şunu da der-hatır etmeliyiz ki: Müslümanların İttihad-ı İslam hareketiyle milliyet-perverlik hareketi -dahili ihtilafları ne olursa olsun- hariçten vakiolan Avrupa tazyikıne karşı bir nokta-i ittihada doğru yürüyor ve her iki tarafta tahlisini aynı derecede arzu ediyorlar. Hakayık-ı mesrudeyi hatırımızda tuttuğumuz halde haydi şimdi İttihad-ı İslam hareketinin ahval ve şerait-i hazırasını mütalaa edelim: siyle Harb-i Umumi ile akd olunan muahedeler yüzünden pek ziyade takviye ve teşdid edilmiştir. CİLD - ADED - - SAYFA tesanüd ve ittihadın kuvvetlenmesini murad ediyorum. Bu fikr-i tesanüd ve ittihad münasebat ve muhaberatın bu derece kesb-i sür’at ve suhulet ettiği şu son devrede hiç de ehemmiyetsiz bir unsur değildir. Bizim on dokuzuncu asır Ehl-i Salib hahişgerlerinin nazar-ı dikkatine matbuat-ı ehemmiyetini vaz’ etmek isteriz bu matbuat-ı kıt’asına şamil olup muhteviyatları da kari’lerinin kalb ve fikrine bizim gazetelerin kari’lerine yaptığı te’sir ile kabil-i kıyas olmayacak surette derin olarak saplanır kalır. Türkiyede Hindistanda Cezayirde yevmi ve mevkut matbuat pek mühim bir nüfuz ve ehemmiyet iktisab etmişlerdir. Avrupalıların İslamiyet hakkında düşündüğü kararlaştırdığı ve mevki’-i icraya koyduğu her şey bu matbuat tarafından yıldırım sür’atiyle efkar-ı ta göbeğine ta hattı-ı istivaya kadar naklederler ki: Bu haberler oralarda pek müstesna bir tarz-ı münakaşa ve müzakereye tabiolur. Cem’iyetgahlarımızda ziyafet konaklarında parlayan küçük bir kıvılcım git gide korkunç alevler peyda eder; binaenaleyh: Zahiri bir sükunet ve atalet perdesi arkasında saklanan tehlikelere gözlerimizi kaparsak gayr-ı kabil-i afv bir hiffet irtikab etmiş oluruz. Kırımda intişar eden gazetesinin Buradan da kemal-i mübalaga ile Kalküta şehrinde münteşir gazetesine hareketinin hey’et-i umumiyyesi perişan rişteler ve gayr-ı mer’i rabıtalarla yekdiğerine merbuttur. Lakin hükumat-ı Hıristiyaniyye-i garbiyyenin tazyikat ve tecavüzat-ı mütemadiyyesi yüzünden bu müteferrik ravabıtın yekdiğerleriyle birleşip bir hey’et-i mutasallibe teşkil etmesi ve ortaya bir Harb-i Umumi çıkarması pek kolaydır. Vamberinin yukarıki satırları yazdığı tarihten beri hal ve vaz’ıyet daha pek fazla gerginlik kesb eylemiştir. Avrupa tahakkümüne karşı müslümanların tehevvür ve infiali kesb-i tezayüd eylediği gibi geçen asır zarfında adeta malum bile olmayan milliyet-perverlik amal ve hissiyatıyla büsbütün alevlenmiş ve bugün eline müessir prove hissiyatı nasıl olmak lazım gelir? Garb tarafından gelen istilaya ve tecavüzat-ı mütemadiyyeye karşı tevellüd eden hikmeti aşikar ve haklı havf ve avamı arasında garb tahakküm-i siyasisinden değil fakat taassub-ı diniden ve medeniyet-i garbiyyeye karşı adavetten mütehassıl bir hiss-i müstakbel de mevcuddur. Ancak bu taassub ve adavet vekayi’-i sabıka-i tarihiyye sebebiyle hususiyle bu asır vekayiiyle dembedem alevlenerek nihayet bugün garba karşı hissolunan dini harsi ve siyasi düşmanlığı bütün sulh ve müsalemet-i alemi şiddetle tehdid edecek bir halet-i müstemirre-i ruhiyye hüviyetini iktisab etmiştir. Biz vaz’iyet-i hazıranın mehalik-i ciddiyyesini istisgara çalışarak kendimizi aldatmamalıyız. senesinde Almanların sevk ve teşvikıyle Genç Türkler tarafından meydana gelmemesi hakiki bir cihadın zuhur etmeyeceğine bizi inandıracak bir delil addolunmamalıdır. Mesela harb esnasında Osmanlı ordusunda hizmet etmiş olan bir Alman zabiti diyor ki:Cihad-ı mukaddes büsbütün boş çıktı; çünkü zaten cihad mukaddes değildi...birçok müslümanların cihad-ı mukaddesteki maksad-ı ca’li ve mahsusu hissederek ondan nasıl ictinab ettiklerini yukarıki sahifelerde arz etmiş idik. Maamafih bütün İslamiyet alemini hakimiyet-i garbiyye hükumet-i Hıristiyaniyye altında bırakan musalaha-namelerle tetvic olunan daimi müselsel Avrupa tecavüzleri bütün müsliminin kulubünde felaket-engiz neticeler verebilecek tehevvürat-ı me’yusane uyandırmakta ber-devam oluyordu. Bir cihad-ı mukaddesin zuhuruna sebep bütün esbab ve avamilin çoktan beri muazzam bir mecmu’ bir küme teşkil ettiğine şüphe yoktur. Daha bundan yirmi seneden fazla mukaddem alem-i İslamı herkesten iyi ve sahih surette tanıyan Armenyus-Vamberi Avrupayı İslamlar aleyhine böyle ulu orta tahakküm ve istila politikası ta’kib etmekten tahzir eylemiş idi. senesinde mumaileyh yazıyor idi ki: Vakit geçtikçe bir Harb-i Umumi tehlikesi daha fazlalaşıyor. Şurasını unutmayalım ki: Mürur-ı zaman hasmın kuvve-i mukavemesini hayliden hayliye tezyid etmiştir; bu sözümle son seneler esnasında milel-i İslamiyye arasındaki fikr-i CİLD - ADED - - SAYFA lar yani kurun-ı vusta esnasında Hıristiyanlıkta efkar ve irfanı zulmetlerde bırakan dar Skolastik telkinata taassuba efkar-ı batılaya bağlanılması yüzünden duçar-ı sukut olmuştu. Lakin bu zatın fikrince İslamiyet dahi artık devr-i teceddüdüne giriyor irfan-ı garbdan öyle bir kuvve-i müşevvika alıyor ki: Bu medeniyet-i İslamiyyeyi yeni yeni faaliyetlere sevk edecektir ve bunun alaim-i barizesi her tarafta görülüyor... Sör Teodor Morison İslam liberallerinin vaz’iyetini tasvir etmiştir. Garb hakkında efkar-ı gayr-ı müsaide perverde eden ittihad-ı İslam taraftarlarının nasıl hissiyat ile meşbu’ oldukları Yahya Sıddiki isminde bir Mısırlı tarafından namlı eser-i malumda iyice ortaya konulmuştur. Bu eser iki cihetten şayan-ı dikkattir: Evvelen muharriri tamamıyla Avrupa tahsili görmüş bir adam olup Fransanın Tulon Darul-fünunundan bir hukuk diplomasını haizdir ve Mısır hakimlerindendir. Yahya Sıddiki fil-hakika eserini mücadele-i ahireden hemen bir nesil evvel yazmış ise de Avrupa harbinin gayr-ı kabil-i ictinab olduğunu daha o zamandan pek a’la fark eylemiş idi. Mumaileyh diyor ki: Bu hükumat-ı muazzamanın müdhiş teslihat-ı azime yüzünden kendilerini iflasa sevk ettiklerini görünüz; bu hükumat-ı muazzama yekdiğerinin kuvvetlerini meydan okuyucu nazarlarla süzüyorlar yekdiğerini tehdid eyliyorlar; aleddevam münfesih ve mütebeddil olan ittifaklar akd ediyorlar ki: Bu ittifaklar dünyayı herc ü merc edecek ve onu harabeler ateş ve kanla kaplayacak müdhiş darbelerin sebebidir! İstikbal Allahındır! Ve irade-i ilahiyyesinden başka hiçbir şey baki ve daim değildir. Yahya Sıddik garb alemini mütereddi / decenere addediyor diyor ki: Acaba bu hal rehber-i kemalat-perverimiz olan garb aleminin artık zirve-i tekamül ve terakkıyatına vasıl olmuş bulunduğunu mu irae ediyor? Acaba Avrupa iki üç asırlık hadden efzun sa’y ve himmeti neticesi olarak kuvve-i hayatiyyesini büsbütün sarf etmiş mi bulunuyor? Tabir-i diğerle acaba Avrupa daha şimdiden darbe-i tereddiye hedef olmuştur da vazife-i temdin ve terakkisini kendisinden daha az müpaganda vesaiti de geçmiştir. Mesela Vamberinin bahsettiği ittihad-ı İslam mürevvici matbuat cidden şayan-ı hayret bir tekamül ve inkişafa mazhar olmuştur. senesinde bütün alem-i te yok idi. Bunların adedi senesinde e baliğ olupde bini tecavüz etmiştir. Müslümanlar efkar ve hissiyat-ı mütekabilelerini teati emrinde telgraf şimendüfer ve sair vesait-i tesriiyyenin kıymetini tamamıyla takdir etmişlerdir. Her İslam memleketi diğer memalik-i İslamiyye cirler ve posta muhaberatı sayesinde doğrudan doğruya muhaberatta bulundukları gibi gazeteler kitaplar risaleler beyannameler ve saire vasıtasıyla da bil-vasıta muhaberat ve münasebatta bulunurlar. Bağdadda Tahranda Nişaburda Asıl mesleğe mensub ittihad-ı İslam propagandacılarına gelince ve daha hususi olarakTuruk-ı Diniyyeye mensub olan kısmına nakl-i kelam olunursa bunlar halkın asabiyet-i diniyyesini tahrik etmek üzere her tarafta dolaşıp kaynaşmaktadırlar. Tacirler vaizler talebe-i ulum ulema amele sailler fakirler dervişler lerce tebdil-i kıyafetler altında dolaşarak bu me’murin-i hafiyye cihanın bütün ekaliminde müslümanların mazhar-ı kabul ve tekrimi oluyorlar ve şüpheye düşen Avrupa müstemlekat me’murinine karşı daima muhafaza ve idare ediliyorlar. Bütün bunlara ilaveten bugün alem-i İslamda her tarafa münteşir bir kanaat vardır ki: Gerek liberaller ve gerek müfrit milliyet-perverler / şovenisler –pek muhtelif sebeplere binaen olmakla beraber– bu kanaate merbut bulunuyorlar. Bu kanaate nazaran: İslamiyet tekrar bir teceddüd / Rönesans ve azamet-i cedide devrine dahil olmaktadır. Teodor Morison diyor ki: Hiçbir müslüman yoktur ki: Medeniyet-i İslamiyyenin ölmüş bulunduğuna yahud gayr-ı kabil-i teceddüd ve inkişaf olduğuna inansın. Filhakika medeniyet-i İslamiyyenin devr-i idbara düşmüş olduğunu tasdik ederler ve kabul ederler ki: Mazisini lüzumundan fazla tekrim ettiği CİLD - ADED - - SAYFA faaliyet var bir cevvaliyet var ki: Bu yirmi beş sene evvel büsbütün mechul idi. Bugün şarkta hakiki bir efkar-ı umumiyye mevcuddur... Müellif sözlerini şöyle tamamlıyor:Şimdi helım ve ümid edelim ümid edelim! Bugün şehrah-ı terakkiye girmiş bulunuyoruz. Bundan istifade edelim... Bizde bu inkılabı hasıl eden bizzat Avrupanın zulüm ve istibdadıdır. İnkişaf ve terakkıyatımızı te’min ve teceddüd-i İslamı tesri’ eyleyen amil de Avrupa ile olan temasımızdır. Bu hal tarihin tekerrüründen ibarettir. Bütün muhalefet ve mukavemetlere karşı irade-i ilahiyye vukua geliyor. Avrupanın Asya ahalisi üzerinde olan vesayet ve hakimiyeti yavaş yavaş lafzi bir mahiyete giriyor Asya kıt’asının kapıları Avrupalıların yüzüne kapanıyor! Önümüzde öyle bir rih-i alemde misline tesadüf olunmamıştır. Bir devr-i cedid önümüzdedir!. Bu asır ibtidasında ittihad-ı İslam taraftarlarının halet-i ruhiyye ve fikriyyesi böyle olursa Harb-i Umuminin vukuuyla bu halet-i fikriyyenin kanaatin ne derece kesb-i kuvvet ve teeyyüd ettiği kolayca anlaşılabilir. Harb-i Umumi neticesi olarak garbın kuva-yı maddiyyesi hayliden hayliye kesb-i zaaf ettiği gibi muahedat-ı sulhiyyenin suret-i tertibi ve hükumat-ı galibe arasında zuhur eyleyen münazaat sebebiyle şarklılar nazarındaki de hasar-zede oldu. Fransa İngiltere ve İtalya ile şarktaki peykleri arasında şarka aid hadis olan rı ümide düşürecek pek çok fikirler tevlid etmiş Avrupalıların efkarında da bu efkara mütenazır endişeler peyda olmuştur. Fransa meşahir-i erbab-ı kaleminden biri ahiren vatandaşlarına karşı şu satırları yazmıştı: İslamiyet bizim kendi aramızda vaz’ ettiğimiz müsta’merat ve müstemlekat hududlarına hiç ehemmiyet vermiyor...ve sonra şu ihtarda bulunuyor: Cemaleddin Afganinin meydana koyduğu duğu üç seneden beri Hindistanın mikdarına varan müslümanlarının Türkiyenin daha gürbüz ve daha sağlam milel ve akvama mı tevdi’ eyleyecektir? Benim fikrimce hal-i hazır Avrupanın evc ve gayet-i kemal ve i’tilasını irae eder ve onun bugünkü i’tidalden haric inkişafat-ı müstemlekatiyyesi bir kuvvet ve kudret değil fakat bir zaaftır. Avrupa bugünkü şa’şaa-i azamet ve kudretine ve manzara-i haşmetine rağmen eskisinden çok zayıf çok münkasem olup musab olduğu hastalığı ızdırabı perişaniyi de nazar-ı haricden ihfaya muktedir olamıyor. Artık mukadderatı gayr-ı kabil-i ictinab surette tezahüryab olmaktadır!... Avrupanın ekalim-i şarkıyyede vukua getirdiği temas ve tesadüm bize maddi ve ma’nevi cihetlerce hem çok iyilik hem çok fenalık etmiştir. Ahlaki ve siyasi nukat-ı nazardan fenalık hasıl oldu. Mücadelat-ı mütemadiyye ile bitab düşmüş parlak ve müreffeh bir medeniyet yüzünden tereddiye duçar olmuş bulunan milel-i İslamiyye gayr-ı kabil-i ictinab surette zaaf ve keselana mübtela oldular lakin bu milletler henüz bitmiş mahv olmuş değildirler! Top kuvvetiyle taht-ı hükme alınan bu milletler hatta Avrupalıların onları ma’ruz bıraktıkları idare altında bile ittihad ve tesanüdlerinden bir şey kaybetmemişlerdir... Avrupa ile temasımızın bizim için gerek maddi gerek ma’nevi iyiliği de mucib olduğunu söylemiş idim. Islahat taraftarı ve müteceddid müslüman hükümdarlarının tebeaları arasında mahza kuvvet ve şiddetle hasıl etmek istedikleri nuyor. Bizim müslümanların şu yirmi beş sene zarfında ulum ve fünunda edebiyat ve sınaattaki terakkıyatımız o derece büyük olmuştur ki: Elli sene sonra bu cihetlerce Avrupalıların ka’bına vasıl olacağımızı ümid edebiliriz. Hicretin on dördüncü asrının hululüyle bizim mes’ud asır bizim intibah ve istikbal-i azimimizle temeyyüz-yab olacak! Her ırk-ı mevata mensub bütün müslümanları yeni bir nefha canlandırıyor. Bütün müslümanlar sa’y ve san’at ve irfanın ehemmiyetini müdriktirler! Cümlemiz seyahat etmek ticaret etmek bir iş görmek taliimizi tecrübe etmek ve mehalikle uğraşmak istiyoruz. Şarkta müslümanlar arasında hayret-engiz bir CİLD - ADED - - SAYFA Müslüman hürriyet-perverler bir cihad-ı mukaddesin şark ile garb arasında derin bir uçurum açarak garb fikr-i terakki ve tekamülünün şarka sereyanına mani’ olacağını bildikleri halde bile eylemektedirler. hayattan biri belki pek ehemmiyetlisi de iki tasfiye-i din hareket-i mutaassıbanesinin yani İhvan ve Selafiyye tarikatlerinin sür’atle zuhur ve terakkisidir. İhvan tarikati takriben on sene mukaddem dahili Arabistanda yani Necidde zuhur etmiş olup Vahhabiliğin bir tebarüzüdür ve nukat-ı esasiyyesinde Vahhabilikten tehalüf etmez. Tarikat-i İhvaniyyenin terakkıyatı o kadar seri’ olmuştur ki: Bugün bütün Necid kal’asını çöl Arabistanının en kaviyyüş-şekime hükümdarı olan Bin Suud vardır ki: Bu zat yüz sene mukaddem Vahhabi hareketine riyaset eden Suudun neslindendir. Rivayet olunduğuna nazaran İhvan tarikati mensubininin taassubu fevkaladedir ve programları eski Vahhabilerinki gibi bütün alem-i vücuda getirmek hülyasıdır. Selafi hareketine gelince: Bu da Hindistanda hatta Arabistanda surette zuhur ve intişar eylemiş lakin son birkaç sene zarfında sür’at-i azime ile alem-i İslamın her tarafına intişar etmiştir. Bu tarik de İhvan tarikati gibi hadd-ı zatında tasfiye ve taassub taraftarıdır ve tabi’leri ekseriya derviş tarikatlerine mensub bulunuyor. Bu hadisat bütün ahval-i saire ile birlikte nazar-ı mütalaaya alınırsa şark sulh ve müsalemeti hakkında iyi alametler addedilemez. bu kadar malumat kafidir. Şimdi de bu hareketin ticari ve sınai cihetlerini yani İktisadi İttihad-ı tice-i nüfuz ve intişarıdır. Yarım asır evvel alem-i bulunuyordu. Şeriat-i İslamiyye ahkamından olan faizin memnuiyeti gibi şerait bugünkü ma’nasıyla hayat-ı iktisadiyyeyi imkansız kılıyordu. Mevcud olan cüz’i ticaret ve sınaat yerli hıristiparçalanmasına karşı gösterdikleri heyecan-ı mümanaat-karaneden müsteban olur. Bu heyecan ve iğtişaş yalnız Hindistana münhasır değildir bütün alem-i İslamda umumi olup Sör Teodor Morisonun şu sözleri bir mübalağa değildir: İngiltere efkar-ı umumisinin şarkta hadis olan vekayiin derece-i vehametini anlayacağı vakit hulul etmiştir. Türkiyenin parçalanmasından dolayı alem-i İslam baştan başa ateş-i tehevvür içindedir. Kabil ve Kahire gibi çok uzak merkezlerde şedid igtişaşların zuhuru bu şamil ve vasi’ hiddet ve tehevvürün asar-ı barizesidir. Ben Hindistan müslümanlarıyla otuz sene müddet pek yakından hal-i temasda bulundum. Binaenaleyh Türk manların hissettikleri gayet şedid hiddet ve tehevvürden etmekliği kendime bir vazife addeylerim. Pekala anlaşılıyor ki: Versayda ictima’ eden diplomatlar Türk yurdu haricinde Türkleri seven ve acıyan kimse yoktur zannında idiler. Bu felaket-engiz bir hatadır. Bugün İslamların ne derece müdhiş bir infial ile mütehassis olduklarını anlamak kafidir. Bizzat Hindistanda Peşaverden tutunuz da Arkuta kadar bütün İslam alemi Türkiye mes’elesinden dolayı korkunç bir kazan gibi kaynayıp tütmektedir. Zenaneler dahilinde kadınlar bu mes’eleden dolayı ağlıyorlar. Hayat-ı adiyelerinde umur-ı siyasiyyeye ehemmiyet vermeyen tacirler dükkanlarını yazıhanelerini bırakarak nümayişler tertibine istid’alar protestolar tanzimine koşuyorlar. Hatta Deobend ve Nedvetül-Ulema gibi şimdiki hayat-ı cihandan tebaüd ve lakaydileriyle ma’ruf olan mehafil bile uzletgah ve ibadetgahlarından İslamiyet’in bu suretle tahrib ve ifnasını protesto eylemek üzere boşanmaktadırlar... Hal ve vaz’ıyetin en bariz olan mahiyeti şu addolunabilir ki: Ahval-i ahire münasebetiyle müslüman hürriyet-perverleri efkar-ı garbiyyeyi ahz ve telakkiye hahiş-ger ve ittihad-ı İslam akidesinin şovenizm ve irticai temayülatına muhalif olmakla beraber Avrupanın vaz’ıyet-i mütecavizanesi onları ittihad-ı İslam ve milliyetperverler ile hiç olmazsa muvakkat bir ittifak akdine sevk ediyor. CİLD - ADED - - SAYFA vesait-i nakliyye ve muhaberesi ise müslümanları şimdiye kadar asla vakıolmamış bir suhuletle seyahat etmeye ve cihandaki dindaşlarıyla halet-i temasta bulunmaya muktedir kılmıştır. Yeni nevi’ sınıftan müslümanlar; toptan satıcı tacirler vapur sefaini sahipleri iş adamları bankerler hatta fabrika sahipleri ehl-i san’at ve komisyoncular sür’atle meydana gelmektedirler. Bunlar öyle bir nevi’ bir sınıftır ki: Bir asır hatta yarım asır evvel Bu iki sınıf efradı yekdiğerini pek mükemmel surette anlıyor. Bunlar yekdiğerine hem uhuvvet-i müştereke-i İslamiyye ile bağlı hem de garb aleminin rekabetine karşı mukavemet-i müşterekeye mecburen zahir olduklarından mesailerini surette tevhid eylemektedirler. Bu sahada hürriyetperveran yetperverler hep bir nokta-i iştirak ve ittihad etrafında toplanıyorlar. Bu sahada siyasi fesadlar garb aleminin kuvve-i müsellehasına meydan okuyarak kanlı muamelat-ı teskiniyyeye uğramak tehlikesi yahud körcesine bir irtica’ hususatı mevcud değildir. Bilakis bu sahada sadece garbın mugayir-i kanun addedip men’ine cesaret eyleyemeyeceği muslihane ticaret usulleriyle müslümanların el ele vererek gaye-i iktisadiyye için çalışmaları vardır. Öyle ise; acaba iktisadi ittihad-ı İslam’ın suret-i mahsusada kabul etmiş olduğu iktisadi program neden ibarettir? Bu sualin cevabı kolayca verilmiştir. Ticaret ve sınaatin menafii hıristiyanların eline geçecek yerde müslümanların eline girecektir. Garb sermayesi müslüman sermayesi tarafından tard edilecektir. Bilhassa Avrupalıların elinde memalik-i İslamiyyede mevcud olup memalik-i türen arazi maadin ormanlar şimendüferler gümrükler imtiyazatına nihayet verilerek İslamiyet’in menabi’-i tabiiyyesi üzerine kapanmış olan Avrupa pençesi kırılacaktır. mahiyettedir. yanlarla yahudilerin elinde idi. Bundan başka şarkın bütün hayat-ı iktisadiyyesi garbın rekabet-i alem-i İslamdaki fütuhat-ı siyasiyyesine daha tam ve mükemmel bir fütuhat-ı iktisadiyye rekabet ediyordu. Avrupanın makine ma’mulatı ucuz ve mebzul emtia tufanı her yeri istila etmiş bulunuyor. Bunun arkasından da Avrupa sermaye-i nükudiyyesi geliyor idi ki: İstikraz edilmeye hazır ve mahalliyye de bir def’a istihsal olununca tahakküm ve hulul-i siyasi için yolu açıyordu. Maamafih: Siyasette olduğu gibi iktisadiyatta dahi Avrupa muvaffakıyetinin mükemmeliyeti nihayet bir fikr-i mukavemet tevlid etti. Garbın alem-i İslam iktisadiyatınca olan mağlubiyet ve noksanı serbestçe ve ederek bu esaret-i ladı. Durendiş müslümanlar etraflarında bir tarz-ı hayat ve mesai vücuda getiriyorlardı ki: Bu tarz-ı hayat ve mesai İslamiyet’i iktisaden zaman ile mütenasib bir seviyeye getirebilirdi. Garb usulleri tetebbu’ ve taklid olundu. Şeriatin irae ettiği memnuiyetlerden ya tecahül edildi yahud ondan kurtulmanın çaresi bulundu. Bu mesainin semeresi garb mi’yar-ı iktisadiyyesine doğru calib-i nazar bir terakki suretinde meşhud oldu. Bu terakki tabii el-an ibtidai kademelerinde bulunuyor. Ve en ziyade nazara çarptığı memleketler Hindistan Mısır ve Cezayir gibi garb te’siratına en ziyade ma’ruz bulunan kıt’alardır. Lakin alem-i İslamın her tarafında yürüyor. Bu inkılab-ı iktisadinin teferruatı tebeddülat-ı susunda münakaşa edilecektir. Bizi burada alakadar eden cihet onun ittihad-ı İslam’a taalluk eden safhasıdır. Ve bu safha pek ma’nidardır. hiçbir sahada saha-i iktisadiyatta olduğu kadar mütebariz bulunmamıştır. Müslümanları birbirine rabt eden dini harsi ve an’anevi rabıtalar sayesinde müslümanlar alem-i İslam’ın hangi noktasına gitseler kendilerini az çok kendi evlerinde gibi addederler. El-yevm mevcud olan garb misyonerlerin mütalaa salonlarıyla kütüphane ve matbaalarını seddetmiştir. Buna rağmen misyonerler tarafından bir taraftan Protestan mezhebini kabul edenleri mensub oldukları hükumetlerin tebeası misillü himayeyi vaad ve diğer taraftan da dinlerinde salabet gördükleri İslamların akidelerini tezelzüle uğratmak için bazı müessesat küşad etmek suretiyle mücadelelerine devam ve aynı zamanda para ile ikna’ edebildikleri müslümanları da kendi hem-dinlerine karşı istihdam etmişlerdir. Ancak ihtiyar olunan fedakarlık ile mütenasib bir semere istihsal ve İslamların meyl ve rağbeti celb edilemediğini müşahede ve teşebbüsat-ı mümasilenin faydasızlığını idrak eden İngiltere hükumetinin bu siyasetten feragati üzerine saha tamamıyla Amerikalılara intikal ve inhisar etmiş ve bu gibi misyonerler ekseriyet i’tibarıyla suretle celb-i i’timad ettikten sonra hafiyyen siyasi suretiyle gayelerine vüsul tarikini ihtiyar eylemişlerdir. Genç Hıristiyanlar Cem’iyeti hakkındaki bütün malumat ve ihtisasat cem’iyetin tamamıyla bir misyoner teşkilat ve ruhuyla meşbu’ bulunduğu noktasında tecelli ve temerküz etmektedir. Cem’iyetin şarkta beynelislam böyle ta’dil edilen ekanim-i selaseyi ifham edenmüsellesişareti de maksat hakkında mücmel bir fikir vermek mahiyetini haizdir. Misyonerler Amerikan Bible House Müessesesi tarafından doğrudan doğruya ve selamet-i i’tikadı karşısında İncil tevziatı ve Protestanlık hakkında mev’izalar i’tası suretiyle bir muvaffakıyet te’mininden izhar-ı acz eden misyonerler genç dimağları kolaylıkla sayd ve tatmin edebilecek daha cazib ve terakki-perver programla mevki’-i faaliyete geçmişlerdir. İşbu nevi’ faaliyetin en yeni bir enmuzeci işte bu cem’iyettir. Cem’iyetin hafiy ve celi iki nizamnamesi vardır. asında tab’ edilmiş birinci nizamnameye göre cem’iyet faaliyetini bila-tefrik-ı cins ve mezheb Memleketimizde Şeairi-i İslamiyyeyi Nasıl Yıkıyorlar Amerika Genç Hıristiyanlık Cem’iyetinin İstanbulda ve Anadoludaki faaliyeti ifsadatı hakkında mukaddema uzun uzadıya neşriyatta bu miyyesi tarafından neşr olunan matbuat-ı ecnebiyye hülasalarının son numarasında bu hususa dair çok mühim bir makale görülmüştür. Aynen müslümanların enzar-ı ibretine vaz’ eder ve bu müdhiş tehlikeye karşı lazım gelen tedbiri ittihaz hususunda herkesi düşünmeye düşündüğünü bildirmeye da’vet ederiz. Amerika Genç Hıristiyanlar Cem’iyetinin İstanbuldaki teşkilat ve faaliyetine dair istihsal edilen malumata nazaran Protestanlığın neşir ve ta’mimine hadim bir misyoner teşkilatından ibaret bulunan mezkur cem’iyet mukaddema İngilterenin şarkda ta’kib ve bilahare feragat ettiği neşr-i Iseviyyet vesilesiyle umur-ı devlete müdahale teşebbüsatının yeni bir zeylidir. Ortodoks ve Katolik himaye siyasetiyle hükumet-i Osmaniyyenin Rusya ve Fransaya ittibaen İngiltere hükumeti de memalik-i Osmaniyyede himaye edecek bir unsur aradığı için Islahat hatt-ı hümayununun bahş ettiği müsaedattan bil-istifade tarihinde Kudüste bir Protestan ma’bedi inşası hakkında taleb ettiği müsaadeyi Babıali iki sene i’tada taallül göstermiş iken İngiltere hükumetinin tevali eden ısrarıyla senesinde nihayet bu ma’bedin rika ve İngiltereden gelip Kudüs havalisinde yerleşen misyonerler vasıtasıyla Protestanlığın neşrine başlanmıştır. Bir müddet sonra İzmir ve edilerek bu vadideki faaliyet tedricen tevsi’ ve tarihinde İslamiyet aleyhinde alenen tefevvühat-ı galizanede bulunmak derecesine kadar Bundan dolayı beynelislam nümayan olan asar-ı galeyan üzerine hükumet-i Osmaniyye CİLD - ADED - - SAYFA nan misyoner mektebinde sırf Türkçe tedris edilmekte ve her sene buradan neş’et eden kadın erkek on beş yirmi misyoner Türkiyenin muhtelif şehirlerine i’zam kılınarak salifül-arz şekilde efkar-ı mahsusalarının hayyiz-i husule isalini te’mine çalışmaktadır. Maahaza anlaşıldığına göre misyonerlerin Anadoluya kabulü men’ edilirse mektebin seddi beynlerinde takarrür etmiştir. Misyoner talebe tedkikat ve tefahhusatta bulunmak üzere pansiyoner olarak bazı haftalar birkaç gün Türk aileleri nezdinde kalmaktadırlar. Bu mektepteki misyonerlerin birisiHazret-i Muhammedin hakikatte mevcud olmadığını ve o namda yalnız yalancı bir adam bulunduğunu söylemek gibi türrehatta bulunmuştur. Bu insanlar fırsat buldukça İslamiyet ve Hazret-i Muhammed aleyhinde galizane hücumlarda bulunmakta ve Türk mekteplerinde veya Türk gençleri huzurunda bulundukları zaman– Ben Musa Isa veya Muhammede tapmam zekaca benden yüksek olan benim ma’budumdurtarzında idare-i kelam ederek evvela muhataplarının peygamberimiz hakkındaki fikirlerini sarstıktan ve kendilerinin serbest fikirli ve muhibb-i zeka oldukları fikrini telkin ve i’timadlarını ihraz ettikten sonra tedricen Hıristiyanlık hususundaki maksad-ı aslinin te’minine sa’i olmaktadırlar. Cem’iyete a’za kayıd olunanlardan alelıtlak din ve hassaten din-i İslam hakkındaki fikir ve mek ta’kib ettikleri usul icabındandır. Gençlerin bu-na dair tarz-ı telakkilerini öğrendikten sonra aki-delerini zir ü zeber etmek için muayyen usullerle gayeye doğru ilerilemeyi ve muhatablarını eylemeyi mukaddes bir vazife telakki etmektedirler. A’zadan bu suretle alınan raporlardan dilerince büyük bir ehemmiyet atfedilmekte ve telkinat esnasında muvaffakıyetlerini te’min ve teshil edecek bir muhabbet makamında bunlardan Bununla beraber Türkler miyanında kendilerine mümaşat eden Selim Sırrı Cenab Şahabeddin ve dava vekili Burhaneddin Beyleri cem’iyetlerine da’vetle bunlara konferans verdirmek suretiyle misyonerlerin maksadları muhık halkı Protestanlığa teşvik ve tergib esasatına ibtina ettirmekte ve bu maksad mezkur nizamnamenin m’iyeti Kitabül-mukaddes muktezasınca Hazret-i edenleri ve mezheb ve hayatlarında müşarun ler miyanında Hıristiyaniyeti tevsi’ için ibraz-ı faaliyet edenleri bir araya getirmeye cehd eder mealindeki ikinci fıkrasıyla vazıhan münfehem olmaktadır. Maksad-ı zahiriye gelince: Bu gençleri icab-ı asriyyeye göre yetiştirmek kendilerine lisan musiki terbiye-i bedeniyye ta’lim ve sair medeniyyeyi telkin etmekten ibarettir. Cem’iyet bidayet-i faaliyetine müsaid bir muhit olmak üzere Beyoğlu cihetini intihab eylemiş ise de bilahare maalesef müslümanlardan gördüğü rağbet ve teveccühe binaen İstanbul cihetinde de şu’beler küşad etmek lüzumunu hissetmiş ve Çarşıkapısında Kadıköyünde Kabataşta birer şu’be vücuda getirmiştir. Bu şu’beler erkeklere mahsus olduğu halde mahza gençlerin rağbetini tahrik için müslüman kızlarının şu’belere devamları hassaten te’min edilmiştir. Ba’dehu gerek binaların adem-i müsaedesinden mütevellid mahzurun ve gerek erkek kadın bir arada bulunmasından dolayı müslümanlar arasında hasıl olan su’-i te’sirin izalesi için Cağaloğlunda Hasan Fehmi Paşa merhumun konağıyla Kadıköyünde diğer bir bina kadınlar şu’besine tahsis olunmuş ve yalnız Cağaloğlu şu’besine kırkı mütecaviz Türk kızı a’za kaydedilmiştir. Cem’iyet o civarda kendi faaliyeti için vücudunu muzır telakki ettiği Divanyolunda Kadınları Çalıştırma Cem’iyet-i binayı elde etmeye uğraşmış ise de muvaffak olamamıştır. Bu husustaki teşebbüsatın kesb-i rasanet etmesi ve muvaffakıyetin te’mini zımnında Bible House tarafından İstanbul cihetinde muazzam bir Hıristiyan Cem’iyeti binası inşa edilmek üzere Türbede vakıTürk-Alman Dostluk Yurdu arsasının füruhtu için zaman-ı sadaretinde Ferid Paşaya müracaat ve bu hususta teshilat taleb edilmiştir. olmak üzere Üsküdarda Selamsızda teşkil olu kızlarımızdan şeyh naibi efendinin ve esbak meb’uslardan Mehmed Arif Beyin kerimeleri bu cümleden olmak üzere zikredilebilir. Maamafih Mehmed Arif Beyin kerimesi bir İngiliz tayyare yüzbaşısıyla da izdivac etmiş olduğuna nazaran keyfiyet-i tanassurunda aşk ve alakanın da dahl ü te’siri olması muhtemeldir. Bu suretle tanassur ettirilenlerin adedi yetmişe baliğ olduğu söylenilmekte ganda maksadıyla tasni’ ve işaa edilmiş olması da müsteb’ad değildir. Tanassur edenlerden Tal’at namındaki şahıs Gedikpaşadaki Amerikan Mektebinde her Pazar günü konferanslar i’tası suretiyle sıbyana Protestanlık telkinine me’mur edilmiştir. Bütün bu teşebbüsatın Türk ve müslüman kalblerini kanatacak daha feci’ ve elim safahatı vardır. Cağaloğlunda küşad edilen Kızlar Şu’besi tarafından arasıra kır alemleri tertib edilerek kızlarımız hususi otomobiller ile Arnavudköy ve Bebekte kain Amerikan kolejlerinin bulunduğu sırtlara götürülmekte ve o tenha mahallerde yalnız Rum ve Ermeni gençleriyle oynamaya terk edilmektedirler. Bu tehlikeli hareket yüzünden maatteessüf Rum ve Ermeni gençleri tarafından bazı kızlarımızın namuslarının heder edildiği de mervidir. Misyonerler en ziyade sıbyanın protestan olarak yetiştirilmesi daha süheyl olduğunu nazar-ı dikkate alarak Fenerbahçe civarında Çiftehavuzlarda Hasan Rami Paşanın köşkünü iştira ve zükur ve inas iki yüz şakirdlik leyli ve nehari bir ana mektebi küşad etmişlerdir. Mezkur köşkün edilmekte iken na-tamam bırakılan Evkaf Mektebinin hükumetçe küşadına mani’ olarak sahada tamamıyla yalnız kalmak için bu bina-yı iştira etmek istemişlerdir. Çünkü misyoner mektepleri mahaller intihab edilmektedir. Aşiyane-i peder ve maderde hengam-ı sabavetlerinin ma’neviyatlarına ihtimam ve terbiye-i diniyyeleri itmam edilen gençlerimizin tanassur etmeleri müsteb’ad ise de memleketimizde misyoner teşkilat ve makasıdına vakıf olmayan ve ekseriyeti teşkil eden ailelerimizin henüz nik u bedi tefrikten aciz ve sıgar-ı sinnleri i’tibarıyla olduğu fikrini hakim kılmaya ve bu gibi zevatın muavenetleriyle halk ve a’zaları üzerinde icra-yı te’sir ve icra-yı nüfuz eylemeye çalışmaktadırlar. Hatta bi-taraf bir şahidin ifadatına nazaran geçen sene Cenab Şahabeddin Beye hayat-ı Hazret-i Nebi hakkında hassaten bir konferans verdirilerek Rum ve Ermeni hazırundan bazıları tarafından serd edilen i’tirazat an-kasdın cevapsız bıraktırılmak suretiyle müslim müdavimlerin sıdk-ı nübüvvet-i Muhammediyye hakkındaki imanları tezelzüle uğratılmak vadisine gidilmiştir. Cem’iyetin me’murları Türklük İslamiyet ve millet aleyhinde bulunanlardan intihab edilmiş kimselerdir. Hatta bu babdaki malumat-ı mütemmimeye göre Amerikan Protestan Kilisesi tarafından satın alınarak Türkleri misyonerlik ve Protestanlığa ihzara me’mur edilmiş dinsiz Türkler de vardır. Bunlar İslamların rabıta-i diniyyelerini kat’ etmek maksadıyla neşriyatta bulunmaya konferanslar i’tasına devam ederek ücretlerini misyoner şirketi olan Bible Housedan almaktadırlar. Çünkü Protestan kilisesi diğer bir dini kabule daha müsaid gördüğü için propaganda tedir. Cem’iyet dahilinde tanassur için tatbik edilen usulün evvel emirde a’zadan bazılarını İncil sınıflarına da’vetle vehle-i ulada hissiyat-ı diniyyelerini tahrik etmemek için Zeburu mütalaaya başlayarak oradaki misyonerlerden birisinin müretteb olduğu vechile Zeburun kendilerince ve İslamlarca da makbul olan pek yüksek kavaid-i ahlakıyyeyi ve gençler için pek mühim malumat-ı müfideyi cami’ bir kitap olduğu beyan edilmesi üzerine kıraete cehren devam ve bu esnada Hazret-i Davudun filan bahis hakkındaki fikri ne olabileceği hazırundan istimzac ve en ziyade müslümanların fikirlerini öğrenmeye cehd ve gayret etmekten ve bilahare hiçbir fikir ve i’tiraz dermiyanına müsaade olmaksızın İncilin telkin ve tedrisine mübaşeret eylemekten ve şu’beler dahilinde sinema sayesinde müslümanlardan bazı genç kızlarla erkekleri tanassur ettirmişlerdir. Çarşıkapısında Amerikan Hastahanesinde müstahdem Tal’at ve kapıcı Şevki ve cem’iyetin katibi Şerif ile genç CİLD - ADED - - SAYFA rini celb ve kamplarına da’vetle ameli bir tarzda Hıristiyanlığı telkin ve tedris etmek istemektedirler. Bundan bir müddet mukaddem Misyoner Muavenet Komitesi muhtac-ı muavenet olan Darulfünun gençlerinin esamisiyle şahısları hakkındaki kanaat ve tahassüsatı havi bir defter taleb ve Darul-fünun kurbünde talebeye mahsus bir lokanta küşadıyla kendilerini meccanen it’am etmek ve bu suretle vicdanlarını satın almak istemişlerse de bu talepleri Darul-fünun emaneti tarafından reddedilmiştir. Maarif mekteplerinden birinde İngilizce muallimi olan Suriye müslüma nlarından Necib Hamade Beyin taht-ı idaresinde Çarşıkapısında Amerikan Hastahanesi ittisalinde Amerikan Gençler Kütüphane ve Kıraathanesi namında bir mahal te’sis edilmiştir. Burada gazete kitap resail-i mevkute ve saire meccanen okunmaktadır. Bundaki gayenin de her şeyde olduğu gibi gençleri buraya alıştırdıktan sonra kendilerine tedricen Hıristiyanlığa müteallik kitaplar okutmak ve cem’iyete iştirak etmeleri için teşvikat ve tahrikatta bulunarak Hıristiyanlığa imale etmekten Kizb ve riya şeklinde olsa bile muhatablarının meslek ve meşrebine göre hareket etmek misyonerlerin başlıca şiarlarıdır. Icabına göre mütedeyyin mutaassıb dinsiz namuslu namussuz sefih mütefennin doktor edib şair mühendis elektrikçi sporcu rollerini kemal-i muvaffakıyetle Cem’iyet memleketimizde spor sahasında da mühim bir faaliyet ibraz etmektedir. El-yevm eden spor mecmuasının Genç Hıristiyanlar Cem’iyetinin naşir-i efkarı olduğu mezkur mecmua de sabit olmuştur. Diğer taraftan cem’iyet saha-i Cem’iyetin i’lanlarının birinde me’mur ve müstahdeme ve iş arayan gençlere muavenet ettiği mezkurdur. sesatından kısm-ı a’zamının müdirleri cem’iyete dahildir. Bu i’tibarla müracaat edecek gençlerden ancak cem’iyetin a’za-yı kadime ve mutiakendilerine telkin edilen esasatı pek kolaylıkla ahz ve kabule müstaid bulundukları bir yaşta çocuklarını bu gibi müessesata tevdi’ etmek suretiyle muzır bir unsur olarak yetişmelerine sebebiyet vermeleri tehlikesi daima mevcuddur. Bunun için bir taraftan mümkün mertebe bu muzır icraatın men’ine çalışırken diğer taraftan Hindistanda yapıldığı gibi halkı bu hususta tenvir ve irşad ve Protestanlık propagandasından mütevellid dalaletten vikaye edecek mukabil ve milli bir teşkilatın vücuda getirilmesi hakikaten elzem görülmüştür. Henüz pek küçük yaşta iken Protestan veya Katolik herhangi bir ecnebi mektebine giden sıbyanın Protestan veya Katolik olmayacakları farz edilse bile nef’-i memleket namına bunların kaybedildiğini kabul etmek icab eder. Çünkü almış oldukları terbiye ve telkinatın te’siri altında dinimize ve memleketimize karşı lakayd ve bigane kalacakları ve yahud taassub-ı dini ve milliden ari olarak bir vaz’-ı feylesofane ve insaniyet-perverane ahzına çalışacakları şüphesiz görülmüştür. Tanassur edenlerin tahsil-i ibtidailerini ecnebi mekteplerinde görmüş olanlardan mürekkeb bulunması dahi bu hakikati te’yide hadim delailden bulunmuştur. Misyonerler suret-i haktan görünerek mekteplerimize de hulul ile büdçelerini muallimlerin maaşatını suret-i idareyi mektepler dahilindeki takayyüdat-ı diniyyeyi ve tedrisat-ı diniyyenin ne derecede olduğunu ve talebeye namaz eda ettirilip ettirilmediğini tahriren sormuşlardır. Bazı zı mektep müdirleri misyonerlerin bundaki maksatları mekteplerimizin ahval ve idare-i dahiliyyelerini ve vaz’iyet-i maliyyelerini anlayarak hücumlarını zaif bulacakları noktaya tevcih etmekten Şimdiye kadar maarif sahasındaki faaliyetleri cümlesinden olmak üzere dostluk perdesi altında mektep muallim ve talebelerini cem’iyetin şuabatına da’vetle kendilerini celb ve teshir ve i’timadlarını lebeyi kazanmak daha kolay olacağı için evvel emirde muallimleri zehirlemeye çalışmakta ve en ziyade Daruleytam ve Daruşşafaka mektepleriyle defter ve emsali şeyler tevzi’ ederek teveccühle Ruzgar ve yağmurların girdiği kerpiç duvarlar arasında birçok dolaştıktan sonra görünen ehram şeklindeki bir çatı bize Şelçuk abidesinin pek yakınında bulunduğumuzu bildirdi. Basit duvarların çevirdiği bir makberenin dar ahşap kapısından girince Selçuk san’atının bariz fakat basit unsurlarını havi bir kapı ile karşılaştık. Kapıdan üzeri kubbeli murabba’ bir avluya giriliyor ki bunun üç dıl’ı üzerinde loş ve serin hücreler ve bir dıl’ında da mescid vazifesini gören bir sahın vardır. Sahnın dış kenarındaki her üç kapıdan binaya mülasık olan ve Gazi Atabeyin medfun bulunduğu Selçuk tarzındaki türbe dahiline girilir. Binanın duvarlarıyla içerideki hücre kapılarının pervazlarında i’tinasızca kullanılmış olan taşlar daha eski bir medeniyetin üslubu ile işlenmiş. Binaenaleyh abide milli gururunu muhafaza etmekle beraber kendinden evvelki devirlerin metrukatını basit birer malzeme mahiyetinde kullanmaktan çekinmemiştir. Asil bir sipahi ailesinden olan delilim binanın dışarısında pek laubali bir eda ile: -İşte dev kızı buradadedi. Bu; ma’bedin şark köşesinde başı çatıyı tecavüz eden ve göğsüne kadar olan kısmı duvar içinde kalan bir yarım heykel-büst idi. düşerek elim şakaklarımda titremeye başladım. Mihrabıma bir haç şekli çizilmiş Ka’beme bir nakus asılmış kadar halecanlar ızdırablar içinde bunaldım. Şu ma’bedin etrafında sarı yapraklı kitapları koltuğunda yaşayan ve yaşamış olan hocalar bütün ölüler ve diriler hepsi acaba hangi kasvet altında bunu görmediler ve görmüyorlar? Onların kalbinde hangi mechul ve esatiri bir sihir var ki dinlerinin bu mukaddes çatısına basan heykelin ağırlığını duymadılar ve duymuyorlar? Senelerin geçirdiği bu perişan çehre yedi asırdan beri daima basit ve beşeri zinetleri tercih eden bir ırka acaba neler ilham etti de bir din abidesinin böyle yüksek bir mevkiinde kalabildi. Evet öyle asırlar ki bu ırk yalnız dini uğurunda taşkın bir fedakarlıkla dünyanın dört köşesinde sından olduğuna dair tavsiyeyi hamil bulunanlar müessesat-ı mezkurece iltizam ve tatmin edilmektedirler. Bilhassa şerait-i hazıra dahilinde cem’iyetin aksa-yı faaliyeti pek muzır ve muvaffakıyetini te’mine pek müstaid görülmektedir. Tarz-ı tatbiki ber-tafsil arz edilen faaliyetin ve tevessül edilen tedabir-i muhtelifenin veçhesi yalnız bir maksad-ı diniye inhisar etmiş olsa hürriyet-i vicdan ve din-i İslamın metin ve layetezelzel nevamis ve kavaidine istinaden bu akim teşebbüsat pek o kadar haiz-i ehemmiyet olamazsa da bunların aynı zamanda bir fikr-i siyasiye hizmet ettikleri mütemekkin hıristiyanları siyaseten hükumet-i metbualarından tefrik ile Türkiyeyi hıristiyanlar arasında mukasemeye uğratmaktan ibaret bulunduğu ve bu gayeyi te’min için haricde ve hususiyle Amerikada Türklerin barbarlıklarına ve hıristiyanları katl ettiklerine dair propaganda yapmak suretiyle Türklük aleyhinde bir hiss-i mek noktasında mütecelli olmaktadır. Bulgaristanın i’lan-ı istiklalinde Rumeli Hisarındaki Rober Kolejde Bulgar gençlerine yarım asır mütemadiyen istiklal ve Türklere karşı husumet mefkuresinin telkin edilmesinin pek büyük bir dahli olduğu gibi Pontusculuk hareketlerinde de yirmi seneden beri Merzifonda icra-yı faaliyet eden Amerikan Mektebinin mühim bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Misyonerlerin ekserisinin aslı ve menşe’leri Ermeni olması ve Divanyolundaki şu’besinin de milli Ermeni rengi olan sarıya boyanması cem’iyetin ruh-ı ma’neviyatını izhara hadim delailden addolunabilir. Mor dalgalı Gelincik dağlarının eteğini zümrüdin bir saçak halinde saran Agros şirin bir nahiye. Kasabayı ve içindeki Selçuk san’atının kıymetli bir ma’bedini örten yeşillik ona ruhani bir heybet vermiş. Mes’ud bir mazinin bugün ancak hazin ve sakit hatıralarını saklayan bu şehre yaklaştıkça eski bir türbenin harimine girerken duyulan hisler altında kalınıyor. CİLD - ADED - - SAYFA letlere karşı size bir rüchan hakkını verirsem burada bir İslam ma’bedinin yüksek bir köşesinde bulunduğum halde o bayağı isnadlarınızın adi niz. Benim bu deruni sesimi bile duymayacağınızı bilen Türk ırkı silahını elinden bırakmıyor ve bırakmayacak; İslam aleminin bu kahraman alemdarı süngüsünü gözlerinize uzatıyor ve uzatacak; hissiyatını namusunu koruyor ve koruyacaktır... Bu mehib hitabe ruhumda inlerken gür sakallı dinç ve müheykel ecdadımın huzurunu hissederek: -Evet bunu buraya koymakla siz haklısınız dedim ve heyecanlar içinde ayrıldım. Garblılaşmak taraftarlarının gayelerinden biri de Latin harflerinin kabulüdür. Her fırsattan bil-istifade bu mes’eleyi ortaya atmakta bu hususta da büyük bir teşevvüş husule getirmeye çalışmaktadırlar. Hiç münasebeti olmadığı halde kabulü hakkında kongre riyasetine bir teklifde bulunmaktan çekinmemişler; kongre reisi Kazım Karabekir Paşa hazretlerinin bu mes’ele hakkında beyanatta bulunmasına bais olmuşlardır. Müşarun ileyhin beyanat-ı vakıfaneleri ehemmiyet-i mahsusayı haiz olduğu cihetle bervech-i ati aynen naklediyoruz: Bu mes’ele maarife taalluk ettiği için bizim kongremizin iştigal edeceği mesailin haricindedir. Fakat çok zamandan beri bu mes’ele vakit vakit ortaya atılmaktadır. Bendeniz de bunun künhüne kadar uğraştığım için müsaadenizle birkaç söz söyleyim: Bu fikir bir zamanlar Avrupada herc ü merci mucib oldu. Bu cereyan evvela orada başladı. Bizim Latin hurufatı alınmalı imiş! Orada bazı arkadaşlarımız bu fikrin mürevvici oldular. Fakat neticede bunun felaketli olduğunu anladılar ve peşiman oldular. Bu fikrin müdhiş bir felaket olduğunu Arnavud kavmi de pek geç olarak anladı. Maatteezanlarını dinletti. Dinin sade ve sehil adabını bütün bunalmış ve susamış ruhlara sundu. Öyle asırlar ve günler de oldu ki onun birçok ma’bedlerine çanlar asıldı türbeleri küfrün kaba çizmeleriyle tekmelendi ikliminde ismetler yırtıldı namuslar parçalandı. Bütün bunların fevkınde bu mevzua-i küfr müstehzi ve haşin çehresiyle burada nasıl kaldı ve kalıyor? Heykel duvarın iri taşlarını sarsarak yüzünü şarktan garba çevirdi. Soğuk ölümlü çehresinde heyecanlar başladı. Çatlamış dudaklarını açarak: eden sefil ırklar yedi asırdan beri hürmetle bırakıldığım köşemden dönerek tarihin ağır ve hakim sesiyle size hitab ediyorum ki: Faziletine riya hilmine zillet gayretine taassub dediğiniz Türk ırkının sefil düşmanları! Engizisyonların Sen Bartelmilerin kanları yüzünüzde dünyanın her tarafında din namına yaktığınız ma’bedlerin yeşil alevleri alnınızda duruyor. Zelil ve muzdarib bir ekseriyet-i avam üzerine kurduğunuz menfaat saltanatının namütenahi eninleri semaları aştı. Hepinizin tırnaklarında daha dünkü ekmek mücadelesinde koparılmış Burunlarınız ufuklara dikilmiş yeni bir av taze bir kan arıyor değil mi? Arayın! Açlar arayın! Yalnız paslı dişlerinizi kapatmaya çalışarak hücum edeceğiniz avlara adi ve sefil isnadlarda bulunmayın. İgfal edeceğinizi zannettiğiniz tarih yor acı ve hakaret-amiz bir renkle gülüyor. Yüksek muhteşem saraylarınız pür-nur şehirleriniz zümrüdin ovalarınız size bir hakk-ı huzur verebilir; müzelerinizdeki kıymetli taşlar kitaplarınızdaki muhit malumat idarenizdeki dakik naklarınıza hilkatin bu latif bahşayişlerini siper ediyorsunuz. Kanını emmek istediğiniz ırkın hesabını müzelerinden abidelerinden soruyorsunuz. Fakat işte o taptığınız heykellerden birisi olan ben sizin o müdebdeb salonlarınızda başka mil Latince harfler kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün memleket herc ü merce girer. Her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız tarihlerimiz ve binlerce cild asarımız bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan harfleri kabul ettiğimiz gün en büyük felakettir. Derhal bütün Avrupanın eline güzel bir silah verilmiş olacak bunlar alem-i sını kabul etmişler ve hıristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytanet-karane fikir budur. Arkadaşlar kucaktaki çocuklardan başlayan birçok yüzlerce yetimler bugün şark cephesinde ve asker arkadaşlarımızın bizzat kendileri veya aileleri tarafından okutuluyor. En gabi bir köylü çocuğuna biz bir ay ile üç ay arasında kendi hurufatımızı ve gazetemizi okutuyoruz. Alkışlar Binaenaleyh bizim hurufatımız okunmaz değil belki hurufatımız dünyanın en güzel şekilli ve öyle latif resmidir ki hiçbir lisanda bunun kadar tenevvüü nazara sevim verecek yazı yoktur. bir nokta daha var ki bendeniz ecnebilerle zımız öyledir ki onlarla karşı karşıya aynı şeyi not ederek ecnebiler aynı sahifeyi yazıncaya kadar ben on sahife yazar ve işimi bitirirdim. Almanca ve Fransızca hurufat hep böyledir. Sonra bizim dilimizi terennüm edecek hiçbir Latin harfi yoktur. Bugün Fransızca huruf o kadar karışıktır ki bizim dilimizi kabil değil terennüm edemez. Bu mes’ele inceden inceye tedkik edilmiştir. Binaenaleyh istirham ediyorum zararlı olan bu gibi mesaili bırakalım böyle fikirler içimize girmesin. Sonra büsbütün lal ü ebkem olur ve bütün alem-i İslamı üzerimize hücum ettirir ve kendi aramızda birbirimizi yeriz. Gerçi bu teklif hiç şüphe etmiyorum ki samimiyet ve hüsn-i niyyetle verilmiştir. Fakat başka taraflardan da pek fena fikirler içimize zerk ediliyor. Bunlardan kendimizi sıyanet edelim. essüf arz ederim ki Azerbaycanlı arkadaşlarımız da bu felakete bugün düştü. Bu hususta hususi olarak bizden de fikir soranlar oluyordu. Biz bunun vehametini ve bu harflerin değiştirilmesinin bugün küre-i arz üzerinde yaşayan üç yüz elli milyon ehl-i İslama aid olduğunu söyledikse de onlar anlaşılmaz bir şekl-i huruf kabulü noktasına doğru yürüdüler. Arkadaşlar bugün hangi ecnebi ile görüşseniz lisandır kolaydır fakat harfleri fenadır.Bunlar bütün ecnebilerin ağzında ve sizinle ilk görüşen bir ecnebinin size telkin edeceği şeylerdir ve bu fikir ekseriyetle gayr-ı İslam insanlardan ibaret olan birtakım tercümanlar vasıtasıyla her tarafta ve hassaten İstanbulda ecnebilere telkin edilmektedir. Bunlar bir ecnebi ile temasa geldiler mi Türkçenin yazısı gayet zordur. Ve öğrenilmez. derler. O ecnebiler de bu sözleri aynen kabul ederler. Bizi kemirmek isteyen ve maatteessüf rifler tarafından zerk edilen ve şeytanet-karane olan bu fikirler bizi seven ve ırkımızla temasa gelen ecnebilerce şayan-ı kabul görülememektedir. Zira bizi seven Avrupalılar ve Avrupadan mülkümüze gelmiş ve saf köylülerimizle ve yahud muşlardır. Ve bu meftuniyetlerini gizlemezler. Çünkü Türk misafirperverdir. Sadıktır sözünde durur fedakardır. Misafirine karşı elinden geleni yapar. Bu haslet dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Binaenaleyh bizi seven bu insanlar Avrupalı veya Amerikalı olsun bu hain ve iltizamkar tercümanlar vasıtasıyla bizim lisanımızı öğrenmek dahi arzu etse bizim lisanımız güçtür diye propagandaya ma’ruz kalınca öğrenmekten vazgeçer. Halbuki bir kavme iktisaden bağlanmak o kavmin lisanına hakim olan insanların çokluğu ile mütenasibtir. Bugün Amerikada kaç bin Amerikalı bizim dilimizi bilse bizim bütün emtiamız oraya gider ve bu suretle külliyetli servet te’min edilir. Binaenaleyh bugün bir kuvvet vardır ki o kuvvet bütün cihana karşı bu propagandayı yapıyor: Türk yazısı güçtür okunmaz. Bendeniz bu mes’ele ile bizzat uğraştım. Ve Arnavudluk ihtilali içinde bulundum. Acaba bu Bu saydığımız korkunç kuvvetlerin pişdarı ise behimi hevesleri yatıştırmaktaki azim kudretinden dolayı fuhuş ve zina beliyyesi oldu. Bu yüzler karası illet öyle elim akıbetler doğurmuştur ki alelacele yazılmakta olan şu eser tafsilinden acizdir. Onun için sözümüzü bunun asıl mevzu-i bahsimiz olan içkilerle münasebetine hasr edeceğiz. Yukarıda söylediğimiz gibi sarhoş aileler kazançlarından büyük bir kısmını içkiye sarf ettiklerinden ellerinde kalan cüz’i para oğullarıyla kızlarının terbiyesine muktezi masarıfı ödeyemiyor. bilhassa ağzı burnu yerinde olanlarını bir suretle maişet aramaya sevk ediyor. Tabii bunların çoğu kendilerine refah ve asude bir hayat te’min edebilecek hamiler mutavassıtlar bulamıyorlar. Halbuki naz u naim içinde yaşamak maişetin yorucu şedaidinden müteneffir bulunmak beşer için fıtri bir meyildir. İnsan hevesatını kolay bir tarzda tatmin imkanı görünce artık ağır işler altında ezilmeyi kat’iyyen istemez. Hele kadınlar bu hususta erkeklerden müfrittir. Zira hayat-ı zevciyyeyi onlara sevdiren kalbleriİçki ve Fuhuş On dokuzuncu asrın inkılabcı kanunları tarafından ortalığa yayılan ve garb akvamından bazılarınca terakkıyat-ı medeniyyenin en yüksek delailinden sayılan bir maraz-ı ictimai var ki medeni hayatı kemiren illetlerin en murdarıdır. Garb medeniyeti bu ictimai felaketi her tarafa yayarken o diyarın kanun vazı’ları tarafından nıyordu ve Avrupalılar içinde bunun sirayetinden beklenen hareket şu idi: Mekarim-i ahlakı mertebe-i tekamüle çıkarmak için gelen semavi dinlerde garbın rezailini taklide kat’iyyen mani’ hükümler bulacaklardı; Avrupalıların bu eğri büğrü bid’atleri arkasından gitmeyecekler bu sefil bu namus yıkıcı müesseseleri kendi ma’sum topraklarına sokmayacaklardı. Heyhat gerek bu maddi medeniyetin parlak zevahirine gerek garbın on dokuzuncu asırdan beri yaymakta olduğu ilhadi felsefelerine kapılmak yüzündendir ki şark bu ictimai felaketlerden bu ruhi hastalıklardan bu dini afetlerden birçoğunu seve seve sineye çekti! Başmuharrir Sahib ve Müdir Madam Tarnovoski hem anaları hem babaları tedkikatına istinad ile diyor ki:Bunlar tedkik ettiğim fahişelerin yüzdeundan aşağı değildir. Bununla beraber ispirtolu içkilerin saha-i tahribi fuhşu teshil ile mahdud kalmadığı gibi kadın dediğimiz o nazenin o rakik cinsin büyük bir kısmını elden ele dolaşan birkaç para mukabilinde tasarruf edilen satılık meta’ derekesine indirmekle de bitmiyor. Heyhat bu bedbaht mahlukatın hayatı üzerinde öyle korkunç te’sirler husule getiriyor ki en metin kafalar izalesinden aciz kalır en katı yürekler merhamete gelir. Evet genç bir kız bu sürüye katılır. Evvela guna gun vasıtalarla yavaş yavaş hevesatı gıcıklanır hafif içkiler verilerek serkeşliği giderilir tabiati yumuşatılır. Lakin sonraları iş büsbütün ma’kus bir mahiyet alır. Artık bu kızın kendisine meyleden erkekler arasında içmesi kat’iyyen neşve tahsili şudur: Etrafındakileri adam akıllı sarhoş ederek semahat damarlarını galeyana getirmek ceplerini kapalı tutan düğümleri çözmek el-hasıl ayık zamanlarda veremeyeceklerinin kat kat fazlasını şimdi kendilerinden çarpabilmek. hanelerde balozlarda istihdam olunur. Vazifeleri rerek çelebiye namütenahi kazanç te’minidir. Çünkü yerlerinden çıkarılmamak için herifi memnun etmek mecburiyeti var. Ba-husus o bulundukları sefahet yurdu sefihlerin çapkınların bütün servetleriyle akın akın taşındıkları meşhur bir yer olursa... Evet bu sefil müesseseler erkekleri avlamak lar da kapıdan içeri dalanları kadehlerle bardaklarla şişelerle kendinden geçirererk ceplerinde ne varsa tamamıyla soyar. Daha sonra yine çelebiyi hoşnud etmek için ellerindeki şikarı muttasıl yolmak nöbeti gelir. Artık şampanya şişeleri açtırmak viskiler asır-dide şaraplar ısmarlamak şerait-i vuslat şeklinde ileri sürülür. Çelebiye gene analık muhabbetini veren avamil ara sında öyleleri var ki bu arzulardan mahrum kalmalarını karşı kendilerine nefret vermektedir. Aynı sebeplerden dolayıdır ki zinet ve taravetlerine hadim olacak bütün mevad kendilerince zarurat-ı hayatiyyeden hatta ictimai mevcudiyetlerinin şeraitinden telakki olunur. Hem bu hususta şehirde oturanlarıyla köylerde badiyelerde yaşayanların hiç farkı yoktur. Bu arzunun tatmini ise kadının fazla paraya parayı verebilecek her menbaa sokulmasını icab ediyor. İşte o zaman karşısına dikilen içki zavallıyı tamamıyla baştan çıkarmaya en murdar şeyleri nazarına hoş göstermeye başlıyor. Diğer taraftan delikanlılar da bu ihtiyaç içindeki kızların zihnini her vasıta ile yavaş yavaş çelmeye bakıyorlar. Yola getiremediklerini evvela hafif içkilerle sonra ufak tefek hediyelerle aldatıyorlar. Çok geçmeden küul bu biçareleri o genç erkeklerin Artık bu zavallı kızlar da cansız birer meta’ gibi elden ele gezdikçe kudret-i fatıranın insana bir cemal-i la-yezal olmak üzere verdiği bütün izzetlerine şereflerine veda’ eder gider. Sonra analar babalar içinde kızlarının felaketini ta’cil edenler var. Bunlar hal-i hazırdaBeyaz Esirnamıyla ma’ruf olan tarzda fuhuş evlerine giderek kızları satıyorlar. Bu suretle fısk u sefahate dalmış erkeklere zahir olarak kendilerinin bütün arzularını yerine getirmekte içki için büyük bir güçlük kalmıyor. İhsaiyat gösteriyor ki fuhuş ve zina kurbanlarının çoğu içki içen evlerde yetişmiş kızlardır. Newyorkda sene-i miladiyyesinde icra edilen ihsai tedkikat bu cümledendir. O zamanlar orada fahişe varmış. Hükumet bu kadınları yetiştiren ailelerin hayati ye vasıl olmuş: fahişeden her zaman içen babaların kızları her zaman içen anaların kızları dık da su’-iisti’malden sakınaydık! Heyhat kendi anasır-ı mevcudiyyetine kendi şerait-i hayatiyyesine kendi hissini iradesini idrakini te’min eden manzume-i asabiyyesine karşı cinayet işlemekten çekinmeyen beşer bu kıymetdar vesait üzerinde de tıpkı bedeninin a’sab ve anasırı üzerindeki gibi tasarrufa başladı. Vücuduna musallat ettiği ispirtolu içkileri bunlara da yükledi ve bu suretle birçok nüfus-ı beşerin birçok servetin birçok eşya-yı ticariyyenin harabisine sebep oldu. bu münakalat en müsaid bir vasıta ittihaz edildi. Bundan da cem’iyat-ı beşeriyyenin birçoğu taunlar vebalar kadar müteessir oldu. Hele Avrupa hükumetlerince bu hususta ihtiyar edilerek el-an devam olunan hareket ne yaman bir fezahattir! Garb sermayedarları gemileriyle demiryollarıyla bu içkileri muttasıl şarklı akvamın arasına taşıdılar durdular. Bir halde ki şarkın isti’marına ve şarklıların istismarına dair Avrupa hükumetlerince ta’kib olunan maksadı aradan çok geçmeksizin küul onların hesabına te’min ediyordu ve bu sersem cahillere aid diyarın birçoğunu garb hakimiyetine peşkeş çekti! Sonra küul büyük küçük bütün fabrikalarda çalışan amele arasında taammüm ettiği gibi vesait-i nakliyye müstahdeminini de öyle bir sardı ki gerek bu işçilerin gerek işlerin içki yüzünden ma’ruz kaldığı tehlikeler artık sükut ile geçiştirilemeyecek dereceyi buldu. netindeki hud pek vahim akıbetlere uğramak tehlikesinden hiçbir zaman azade değil. Görecekleri iş için behemehal dikkat tedbir çeviklik lazım olan fabrika amelesi tutup sarhoş oluyor tabii ispirtodan sinirleri gevşeyince vazifenin icab ettiği basireti ihtiyatı gösteremez oluyor. Binaenaleyh her an için bir makine kazasının tehdidi altında kalıyor. Hiçbir muhataraya uğramadığı farz olunsa bile adalatına çöken fütur ve uyuşukluk sebebiyle hem işin hem işçinin lince o bunların sağdığı altınları arkalarından öyle bir toplar ki zavallı işret kurbanlarının koynunda koltuğunda neleri varsa tamamıyla köşedeki demir kasaya aktarma olur. Sonra bu gibi müesseselerde sermayelik eden kızların sersem avlamak para soymak için tuttukları yol daima iğrenç bir sürü vak’alara cinayetlere sebebiyet veriyor. Nasıl ki yukarıda saydığımız esbab ve avamil saikasıyla bu kızların alabildiğine içmeleri madamel-hayat haybetler sefaletler içinde sürünmelerini intac ediyor. Zindanlarda bimarhanelerde bu tali’siz mahluklar ne kadar çok! Sonra yine bunların şehirlerde ika’ ettikleri guna gun fenalıklardan hayat-ı ictimaiyye ne müdhiş bir surette müteessir! Bunu gitmeli de mahkemelerden zabıta idarelerinden sormalı ve bu sürü sürü mahlukatın nasıl bedbaht ne kadar sefil olduklarını sonra ruhi bedeni akli ne gibi hastalıklar içinde yaşadılarını zabıta hey’et-i sıhhiyesiyle tımarhane hekimlerinden öğrenmeli. Görülüyor ki milletler bütün kudretlerini şu üç şu’benin terakkıyatına sarf ile muttasıl icad edip keşfedip duruyorlar. Bu keşif ve icad ise Fatır-ı Hakim tarafından beşere elektrik ve buhar kuvvetlerini kendisinin yeryüzünde medar-ı istihlafı olan akıl ve iradesine ram etmek ve bu iki kuvveti bütün şuun-ı hayatiyyesinde istediği gibi kullanabilmek mazhariyeti verildikten sonra başladı. Memleketlerin yakını uzağı müterakkisi mütedennisi arasında guna gun münakale vesaiti o kadar çoğaldı ki her millet hatta her ferd dünyanın öbür ucundaki insanlarla kendi arasında bir karabet bir münasebet hissediyor. Hele Harb-i Umumi’nin zuhuru üzerine hiçbir şey bilmeyenlere hatta küçücük çocuklara varıncaya kadar herkes arzın kutupları arasındaki ma’murelerin çöllerin toprakların suların şebekelerle birbirine bağlı olduğunu; katarların gemilerin tayyarelerin tellerin telsizlerin tıpkı vücud-ı beşerdeki uruk ve a’sab gibi bütün küre üzerine yayılmış bulunduğunu öğrendi. Ne olurdu bu kıymetli vesaitin yalnız mehasininden ledi. Ve öyle bir meyl ve tarraka ile kayaların üzerine oturtdu ki korkudan yüreği ağzına gelen yolcuların denize dökülmesine pek az bir şey kaldı. O korkunç gecenin koyu karanlıkları içinde bunalan önde arkada ümid-i halas namına bir varıyor kimi de bi-sud sayhalarla fezayı bizar edip duruyordu. Şayet bir aralık inayet-i ilahiyye sarhoş kaptanın uğuruna kurban olmuş gitmişti. Bununla beraber fabrikalarla tezgahlarda zuhur eden kazalar gemilerle demiryollarındakinden az değildir. Bu hadiseler ba-husus amelece kahvaltıdan sonra bir de akşamları yani ikindiden guruba kadar süren zaman esnasında sıklaşır. Nitekim örf ve adetleri icabı olarak amelesinin eden bira fabrikalarında bu kazalar cidden kesirü’l-vuku’dur. Üstad-ı şehir Vayherohle seneleri arasındaki zamana aid olmak üzere Münih şehri için ihsai tedkikatta bulunarak şu neticeye varmış: Bira yapanlar arasındaki vefeyat suret-i umumiyyede mevti intac eden diğer esbaba nisbetle yüzdeü buluyor. Bu vefeyattan maksadımız bira fabrikalarındaki amelenin bedava bularak alabildiğine bira içmeleri sebebiyle uğradığı kazalardan ileri gelenlerdir. den senesine kadar geçen zamana aid olmak üzere ispirtolu içkilerin te’siri hakkında yalnız bira fabrikalarındaki kazalar ameleye nisbetleu buluyor. Halbuki diğer fabrikaların mecmuunda bu mikdartür. İşte Kohlin amele arasında vuku’ bulan kazaların işretle ne derecelerde alakadar olduğunu bundan istintac ediyor. Maamafih sigorta şirketleriyle ispirto fabrikalar şirketleri bu hususta bize pek mühim hakikatler bildirmektedir. Almanya amele merkezlerinden Zid Rahone mukarreratı tecrübe kabilinden olselameti mahrum bir halde bulunuyor. Kimi buhar kimi benzin kimi elektrikle işleyen muhtelif makinelerin başındaki işçilerle bunları kullananlar içki yüzünden o kadar felaketlere uğramaktalar ki kalemle tesbitine imkan yok. Bununla beraber bir iki misal irad etmeden geçmeyeceğiz. Demiryolu amelesine içki için müsaade olunmasındaki tehlikeyi Amerika şirketleri çok zaman evvel anlamıştı. Bunun için kendi müstahdeminine hatta iş başında olmadıkları hatta evlerinin dört duvarı arasında bulundukları zaman bile içki içmeyi suret-i kat’iyyede men’ etti. Almanyaya gelince demiryollar idaresi içkiyi yalnız vazifeleri başında olan yahud nöbetlerine hazırlanmak üzere bulunan işçilerine yasak etti; olunmak üzere ağır cezalar koydu. Tabiidir ki Amerikalılarla Almanlarca böyle bu karar ittihazına ancak amelenin sarhoşluğu yüzünden vukua gelen felaketler iğmaz-ı ayn edilemeyecek dereceyi bulduktan sonra lüzum görülmüştü. Evet trenlerin ekser müsademesi katarların yoldan çıkması kazanların patlaması makasçıların yanlış işaret vermesi gibi kazalar üzerine artık bu iki millet rical-i kanun tarafından bakmaksızın böyle kat’i ve şiddetli nizamnameler vaz’ına mecbur oldular. Amerikadaki büyük demiryolu şirketlerinden birinin müdiri diyor ki:İşçinin uyanık ve huzur-ı fikre malik bulunması lazım gelen vezaifte ferdin hürriyeti nazariyesi mevzu-i bahis edilmemelidir. Deniz yolcularını felakete sokmuş nice hadiseler var ki sırf kaptanların gemiyi idare edemeyecek ve kendilerine emanet olunan binlerce hayatı milyonlarca serveti tehlikeden koruyamayacak derecedeki sarhoşluğundan ileri gelmiştir. Misal olarak bir vak’a arz edeyim: Fransızların Niyagara sefinesinde üç kaptan vardı. Öyle iken gecenin birinde üçü de sarhoş oldular gemiyi dalgalara kaptırdılar. Yolcu dokuz yüz kişiden fazla idi. Nihayet şiddetli bir bora Niyagarayı Asya-yı Suğranın sığ sahillerinden birine sürük diğer taraftan da kendileri içerek iki katlı zayıf düşüyorlar. Etıbba-yı askeriyye tarafından ta’kib edilen tedkikat şarapçı tabakaları arasında askerliğe elverişli olmayanların muttarid bir nispetle arttığını göstermektedir. Kezalik ekseriyetini şehirli teşkil eden ayyaşlarla köylülerin sıhhat ömür kudret sa’y ve emraz-ı tenasüliyye cihetlerinden çok farklı bulunduğunu ihsaiyyat bildiriyor. Şimdi bu ihsai tedkikatı gözden geçiren adam hükmeder ki şehirlerde oturanlar arasında müstevli bir şekil iktisab etmiş afat ve emrazın birçoğuna ya doğrudan doğruya yahud dolayısıyla Madem ki her kavim için kendi saha-i mesaisini müdafaa ve san’at ticaret gibi bütün hayati şu’belerde sair akvama rekabet zaruridir; o halde sa’y ü amel erbabının esbab-ı sıhhatini şerait-i refahını istikmale çalışmak onları fütura zaafa düşürecek şeylerden sakınmak da zaruri olur. Zira altta kalan cemaatlerin mutlaka en cılız en dermansız en hastalıklı olması kanun-ı hilkat akıllısı rezailden en çok sakınansedd-i zerai düsturuna en ziyade sarılan münkerattan fezaihten en uzakta bulunan ümmettir. Hülasa Artık küulün ne müdhiş hasara sebep olduğu ve hayat-ı maişet mesleklerinin hiçbiri için bu afetin tahribkar te’sirinden kurtuluş kabil olmadığı buraya kadar söylenen sözlerden tamamıyla anlaşılmıştır. Şimdi de bir Amerikalı tarafından Versay Muahedesi’nin ferda-yı akdinde ileri sürülen mütalaatı nakl edeceğiz. Hatırlardadır ki o aralık vusta Avrupada yiyecek sıkıntısı tahammüllerin fevkine çıkmış bütün nazarlar Amerikanın merhametini bekliyordu: Avrupa bize el açıyor yaşayabilmeleri için zaruri olan gıdayı kendilerine göndermemizi istiyor. Halbuki memleketlerinin her tarafını saran bira fabrikalarına karşı bu semahati göstermeselerdi maişetlerini te’mine yalnız ellerindeki arpa kifayet ederdi. Avrupalılar biraz düşünse Amerika Hükumat-ı Müttehidesinden ibret alır. Çünkü bizim kendisimak üzere işçileri biraz tazyik etti iş arasında bira şişelerinin elden ele dolaşmasını memnu’iyet altına aldı. Bu tedbir üzerine amele kazası beş sene zarfında eskisinin üçte birine indi. amelenin kesretle kazaya uğramasındaki hikmeti anlamış olmalı ki ağzına içki koymayan müşterilerinden almakta olduğu şehri taksitler üzerinde yüzde beşten on beşe kadar tenzil icrasına karar verdi. Maamafih diğer sınai şirketler de amele kazasının sebeb-i tekerrürünü anladıkları günden beridir ki işreti ya büsbütün men’e yahud bu hususta bazı tazyikat icrasına başlamışlardır. Hayat sigorta şirketleri ağzına içki koymayanları ayırarak bir takım imtiyazat ile içenlerin üst tarafına geçiriyorlar. Tabiidir ki şirketlerin bu hareketi boşuna bir iş değildir. Zira istifadeleri olmadıkça maddi menfaatlerinden böyle mühim bir mikdarını feda etmeyi hatırlarına bile getirmezler. Sonra ispirtolu içkilerin fabrikalardaki hasaratı yalnız ameleyi buhar makineleri yüzünden gelecek kazalara ma’ruz bırakmakla kalmıyor; işçilerdeki meleke-i sa’y ve ameli kuvvetten düşürüyor. Meydana gelecek mahsul-i mesaiyi azaltıyor ki bunları evvelce de söylemiştik. Maamafih şunu da ilave etmeliyiz ki kuva-yı bedeniyyeyi ölçmek ni hükumat-ı mütemeddinece askere alınacak efradın tabitutulduğu muayeneden ibarettir. Binaenaleyh bu hususta istihsal edilen neticelerin bir kısmını bildirmek münasib olacak: Harb-i Umumi’den evvel Almanyadaki askeri muayenelerin netayici diğer milletlere nisbetle şayan-ı memnuniyet bir derecede idi. Maamafih bu da gönüllülerden yüzde ellisinin bir sene müddetle hizmet-i askeriyyeye elverişli olmadığını gösteren esbaba karşı çare düşünmekten mütefekkirleri alıkoyamamıştı. Doktor Roza askerliğe kabiliyet nokta-i nazarından kasap ve şarapçılarla bunların çocukları arasında bir mukayese yürüterek şu neticeyi buldu: Babaların yüzdedan yüzdea kadar hizmet-i askeriyyeye elverişli olduğu halde çocuklara gelince bu nispet nihayet yüzdeden e kadar çıkabiliyor. Çünkü babaların zaafı yalnız kendi içkilerinden ileri geliyor; halbuki çocuklar bir taraftan babalarının zaafına varis olarak kadar müessir olacağın düşünülsün. Şüphesiz o fabrikaların duvarları arasında buradakilerden kat kat fazla şeker ifna edilmektedir. İşte vusta Avrupanın ihatalı bir nazırı tarafından verilen şu izahat kendilerindeki en büyük bir derdin menşeini gösteriyor. Ancak nazır nutkunda hali tasvirden öteye geçmemekte. Galiba bütün muhitin üzerine haybetler felaketler saçan en mühlik bir menbaı derhal kapatmak zaruretini halka sarahaten söylemekten çekiniyor. Sonra birtakım adamlar görüyoruz ki ne sıhhi ne ma’kul hiçbir esasa dayanmaksızın içkinin devamına taraftar oluyor. Hükumetler müskiratı men’ edecek kanunu kabul ettiği gibi her sene milyonlarca altın ziyan ederlermiş. İşte içkiye alabildiğine müsaade için bu adamların elinde şu vahi mütalaadan başka bir istinadgah yok. Herifler müskiratı vasıta ederek hükumet hazinesini doldurmayı düşünüyor da bu yüzden milletin uğrayacağı namütenahi ziyanı hatıra bile getirmiyor. Sanki hükumetlerin gaye-i teşekkülü haram helal sırf para kazanmakmış! Ben bu kadar sahif düşünceli adamlarla münakaşaya lüzum görenlerden değilim. Zira kendi sözleri gösteriyor ki ne hükumetlerin maksad-ı te’sisi olan ictimai vezaife ne de milletlerin siyasetteki gayelerine dair hiçbir şeyden haberleri yok. Şimdi bir nokta kalıyor ki hükumetlerce varidatın ne gibi cihetlere sarf edildiği hakkında layıkıyla vukufu olmayanları tenvir için izah etmek bütün yanlış zanları yıkacağı gibi sahiplerinin fahiş hatasını yahud fesad-ı niyyetini gösterecektir. doğurduğu felaketleri kaldırmak için muhtelif hükumetlerle cem’iyetler tarafından sarf edilen paranın mikdarını müfredatıyla bildireyim. Lakin maalesef ihticaca salih me’hazlerin hiçbiri yanımda değil. Onun için her sene milyonlarca altın sarf olunan cihetleri icmalen derc ile iktifa edeceğim: lulini hastahaneleri. ne verebileceğimiz arpa Men’-i Müskirat Kanunu tarafından bira fabrikalarına karşı bütün anbarları kapamak suretiyle iktisad ettiğimiz mikdardan fazla olamaz. Avrupa bizden kömür istiyor; perişan cemaatlerin kudretsiz fertlerin bu taş yürekli kış yüzünden çekeceği mezahimi ileri sürerek merhametimizi celb ediyor. Sonra gerek münakalata aid bütün müeesselerin gerek sırf hayati ihtiyacatı te’min eden fabrikaların da kömüre son derecede muhtaç kaldığını söylüyor. İyi ama büyük küçük yüz binlerce şarap fabrikasına döktüğü milyonlarca kantar kömür pek a’la kendisini bu sıkıntıdan kurtarabilirdi.de Amerikanın yaptığı lılar şarap fabrikalarından iktisad ettiği kömürü memleketteki fukara-yı ahaliye meccanen dağıtarak o sene pek şiddet gösteren kışın elinden bi-çareleri kurtarmıştı. Vusta Avrupa şekere olan fart-ı ihtiyacından şikayette bulunuyor evvela çok az sonra müdhiş pahalı olması yüzünden fukara ile pek hali yerinde olmayanların çok elim vaz’iyette olduğunu anlatıyor maamafih aklı başında milletlerin mesleğini tutaydı başkalarına müracaattan müstagni kalacak mikdarda şekerli meyvelerin hatta milyonlarca kantar şekerin mevcud olduğunu görürdü. Dünkü Alman matbuatında okuduk. Baden Baden hükumeti ziraat nazırı erkandan müteşekkil bir cemaat huzurunda nutuk irad etmiş; Almanyayı ıztırar içinde bırakan esbabı uzun uzadıya şerh ettikten sonra şu sözleri söylemiş: – Elma armud üzüm gibi meyvelerin mebzuliyeti yüzünden Baden Baden şekerce imparatorluğun diğer aksamına faik olduğu halde bugün ona karşı müdhiş bir ihtiyaç içinde bulunuyor. Sebebi ise şudur: İçki fabrikaları türlü türlü müskirat istihsali için bu meyveleri korkunç surette da şeker sarf ediyor. Geçen sene icra edilen ihsai tedkikat bunların on milyon kantar şeker harç ettiğini gösterdi. Tatlı yemişleri pek mebzul bulunan Baden Baden bu halde olursa artık Almanya imparatorluğunun diğer meyvesi az parçalarına yayılmış büyük küçük namütenahi fabrikaların ne yaralarıyla tanınmaz bir hale gelmişti. Halet-i nez’ ve ihtizarda idi. İbni Mesleme:Ey Sa’d seni Resulullah arıyordedi. Sa’d nam-ı saadetittisam-ı nebeviyi işitir işitmez taze hayat buldu gözünü açtı şöyle dedi: – Hazret-i Resule benim selamımı tebliğ et. Şimdi revayih-i cennatı duyuyorum. Ey İbni Mesleme ashab-ı kiramlarına da selamımı tebliğ et. Kirpikleriniz taharrük ettiği müddetçe Hazret-i Resul-i zi-şana sadakat ve ihlas hususunda nezd-i baride ma’zur olamazsınız. Sa’d bin er-Rebi’ bu sözleri söyledikten sonra hal ve afiyet-i Resul-i Ekremi İbni Meslemeden sormuş ve bu endişe ile teslim-i ruh eylemişti. Radıyallahu anh. Abdullah bin Cahş ile Sa’d bin Ebi Vakkas Uhud muharebesine gelirler iken miyanelerinde ahd ü misak etmişlerdi: Sa’d bin Ebi VakkasYa Rabbi bir büyük müşrike muzaffer olayımdemiş ve Abdullah iseBen de büyük müşrike muzaffer olduktan sonra şehid olayım. Burnumu kulağımı kessinler. Ruz-i Haşrde Cenab-ı Hak:Burnun kulakların ne oldu?buyurunca:Ya Rabbi senin ve Resul-i Ekremin uğurunda kesildidiyeyim demişti. Müşarun ileyhima bu emellerine nail oldular. Abdullah şehid oldu ve şüheda miyanında burnu kulakları kesilmiş olarak cenazesi bulundu. Ensar-ı kiramdan Ebu Cabir cesedi pare pare edilmiştir. Hatta cenazeyi ancak parmaklarından teşhis edebilmişlerdi. Ammin-Nebi Cenab-ı Hamzanın cism-i şerifi yüzlerce parça edilmişti. Burnu kulağı kesilmişti. Hatta mübarek ciğeri çıkarılarak kanı emilmişti. Müşarun ileyhin hemşiresi Safiye geldi biraderini bu halde gördü. Sabır ve metanet-i İslamiyyesini göstererek ancak şöyle dedi:Bu belalar Allah Tealanın rızası yolunda vakiolmuştur. Allah Teala bana da sabır ihsan eder. Gazavat-ı nebeviyyede bazan kadınlar dahi harbe çıkarlar mecruhine hizmet ederler idi. Bazıları bil-fil mukateleye dahi girerler idi. Mesela Nesib binti Ka’b nam kadın Uhud gazasını işittiğini müteakıb mensub olduğu Mazin kabilesi Hepsi yahud kısm-ı a’zamı sarhoş aileler tepler. Ekseriyetle içki saikasıyla irtikab edilen fuhşun meydana getirdiği çocuklara mahsus şefkat yurdları. Bu çocukların çoğu sokakta bulunanlardandır ve muhtelif hastalıklarla ma’luldür. - Hükumetlerin ayyaşlar arasından muhtelif ceraim ve cinayat ile mahkum olanları doldurduğu hapishaneler ki tahkikatı henüz bitmeyenlerle doğrudan doğruya işret sebebiyle yahud dolayısıyla mahkum olanları bila-tefrik ihtiva eder. ralar verilmektedir ki hesap edilse muhtelif şarap vergilerinden hükumet hazinelerine giren varidat rıki fasıllarda bildirdiğimiz felaketlere bir de bunu katacak olursak tamamıyla anlaşılır ki müskirata müsaade olunmasını tervic edenler ya dal yahud mudılldir başka bir şey olmak ihtimali yoktur. Artık alem-i İslam yüzünü Allah’a dönsün; din-i mübinindeki esrarı anlasın; o hissiz o kansız mahluklar gibi olmasın kiKalbleri var lakin duygu nedir bilmezler gözleri var fakat görmezler; kulakları var öyle iken işitmezler; behimelerden daha şaşkındır; bunlar yok mu asıl gafillerdir. Hitam Uhud muharebesi mecruhlarından biri de Sa’d bin er-Rebi’ idi. Müşarun ileyh seksen yerinden yaralanmış vücudu delik deşik olarak şüheda içinde düşmüş kalmıştı. Muhammed bin Mesleme bu zatı arayıp bulmaya me’mur olmuştu. Ecsad-ı şüheda arasına girdi:Ya Sa’d Ya Sa’d!diye sesledi. Hiç ses gelmedi.Resulullah efendimiz seni arıyordiye bağırıncaŞühedanın me Sa’dı buldu. Vücudu birçok ok ve mızrak dide olup olmadıklarını sordu. Cenab-ı Ebu Bekir radıyallahu anh selamet ve afiyet-i risalet-penahiyi sallallahu aleyhi ve sellem tebşir etti. Müşarun hi ve sellem efendimizin afiyetleri beşaretinden sonra herhangi musibet haiz-i ehemmiyet değildir dedi. Kendisinin yetmiş yerindeki yarasından hiç şikayet etmedi. Radıyallahu anhüm ecmain. senesinde Haydarizade İbrahim Efendi hazretlerinin zaman-ı meşihatinde Anglikan Kilisesi Matbaa-i Diniyyesi tarafından Makam-ı Meşihate bir mektup gönderilmiş din-i İslamın esası ne olduğu fikir ve hayata neler bahşettiği mezahim-i hazırayı ne suretle tedavi ettiği dünyayı taklib eden kuva-yı siyasiyye ve ma’neviyye hakkındaki nokta-i nazarı neden ibaret olduğu hakkında dört mühim sual sorulmuş ve bunların cevapları istenilmişti. Müşarun ileyh bu mektubu Darul-hikmeye havale buyurmuş ve orada müteaddid a’za tarafından ayrı ayrı müstakil birer eser tahrir olunmuştu. Bilahare bu eserler Makam-ı Meşihatce tedkik olunarak içlerinden fazıl-ı şehir asıl ve esas olmak üzere kabul olunmuş diğer arkadaşlarının mesaisi bisud olmamak için onların yazdıkları eserlerden de bazı mebahis alınması tensib edilmişti. Bunun üzerine sabık Fetva Emini Ali Rıza Efendinin riyaseti altında sahib-i eser İsmail Hakkı Beyefendi ile tedkikat-ı şer’iyye a’zasından Ömer Nasuhi Efendilerden ibaret bir komisyon teşkil edilerek ikinci def’a olarak icra olunan tedkikat neticesinde yine müşarun ileyh fık olduğu anlaşılmış yalnız bir iki bahis ilavesiyle diğer eserlerden de pek az mebahis alınmış. Bu suretle eser-i mezkur son şeklini ihraz ederek tebyiz olunmaya başlamıştı. O sırada müşarun kül eden Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’eti a’zalığına intihab ve tayin buyurulması üzerine keye yetişti. Kah ok ve kah kılıç ile düşmana hücum eder şecaat-i İslamiyyeyi küffara gösterirdi. Müşarun ileyha on üç yerinden mecruh olduğu halde mukatelede sebat eyliyordu. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şüheda-i Uhudun pek vahşiyane taarruzata ma’ruz olduklarını görerek şöyle buyurdular: lerdir. Allah yolunda şehid ve mecruh olan hiç kimse yoktur ki Allah Teala onu ruz-ı kıyamette kan renginde ve kanı akarak ve misk rayihası gibi kokarak ba’s ve haşr buyurmasın. Düşmanın mezalimine karşı mukabele bilmisl emrinde dahi şu ayet-i kerime nazil oldu: Eğer siz düşmana eza ve cefa ederseniz ancak size eza ve cefa edildiği kadar ediniz. Eğer sabrederseniz sabretmek daha hayırlıdır. Uhud gazasından avdet olunuyordu. Kadın erkek kabail efradı sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’i ve ashab-ı kiramlarını istikbal ediyorlar vücud-ı saadetinizin afiyet ve selameti bize ni’met olarak kafidir. Mecruhin ve şühedadan naşi hiç de teessüf etmeyizdiyorlar idi. Uhud muharebesinde küffar-ı müşrikin mecruhin ve şüheda-yı İslamiyye canavarlar miyanında bile görülmeyen vahşet ve fecayii irtikab ettikleri halde Resul-i Rahim sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bunlara beddua etmeye bile tenezzül etmemiş;Ya Rab kavmimi müşrikin-i Kureyşi mağfiret et. Çünkü onlar cahillerdir. diye afv ve ıslahlarına dua buyurmuşlar idi. Hatta katil-i Cenab-ı Hamza Vahşi bile afv-ı amim-i Nebevilerine mazhar olmuştu. Yine Uhud muharebesinde Talha bin Ubeydullah yetmiş yerinden yaralanmış baygın bir halde yatıyordu. Hazret-i Ebu Bekir radıyallahu anh müşarun ileyhin ziyaretine vardı ve yüzüne su serperek uyandırdı. Cenab-ı Talha gözünü açarak kendi halinden hiç bahsetmeksizin sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu muharebede zararCİLD - - ve fudalasının da iddia ve isbat ettikleri vechile terakkıyat-ı fenniyye ve tekamülat-ı maddiyye hakiki medeniyetin de teali ve inkişafını te’min edememiştir. Mesela bunca terakkıyata rağmen Avrupada bugün ahlak yükselmemiş bilakis alçalmış den güne müdhiş bir sukut ve infisah yolunu tutmuştur. Avrupa milletleri arasında bugün dünden ziyade vifak ve hüsn-i amiziş yoktur. Efrad beyninde de revabıt-ı muaşeret her gün biraz daha gevşemekte binnetice sunuf muhasedat ve mücadelatı artmaktadır. Avrupa medeniyetini yalnız ma’mur şehirleri güzel sokakları yüksek binaları süslü kadınları eğlenceli tiyatroları ve kafe-şantanları ile ölçmeyip de ahlakının ictimaiyatının seciyesinin iç yüzüne nüfuz ederek anlamak isteyenler her halde bu medeniyetten pek çabuk teneffür ve tevahhuş ederler. Garb medeniyeti dediğimiz şeyin hakikati bu merkezde olunca bizler için Avrupanın nelerini taklid ve kabul ve nelerinden bilakis ictinab ve tebaud etmemiz lazım geldiğini tayin kolaylaşır. Garbın terakkıyat-ı fenniyye ve ilmiyyesinden her halde istifade etmeliyiz. Zaten fennin ilmin dini vatanı olmadığı gibi biz müslümanlarda Çinde de olsa ilme talib olunuz!hadis-i şerifi gibi nice evamir ve ahkam-ı celile mantukunca Buna mukabil ise Avrupanın ictimaiyatından telakkıyat-ı ahlakıyyesinden eşkal-i muaşeretinden son derecede ihtiraz ve ictinab etmeliyiz. Çünkü garb terakkıyat-ı maddiyyesiyle beraber telakkıyat-ı ahlakıyyesine de taklide çalıştığımız gün bünyan-ı mevcudiyetimizi tamamıyla yıkmış oluruz. Biz Türk ve müslümanların gerek milli gerek dini ahlakımız an’anatımız adatımız Avrupanınkinden çok farklı çok yüksektir. Zaten vesait-i maddiyye ve terakkıyat-ı ilmiyyeden mahrum olmamıza rağmen bugüne kadar hassa son mücahedemizde olduğu gibi fevkalade zaferler ihraz etmiş bulunmamızı dinimizin milletimizin kuvvetine ve bu kuvvetin bizlere bahş eylediği seciye ve salabete medyunuz. Bu hakikat asar-ı celile-i hazırasıyla sabit olduğuna göre biz bundan sonra akaidimize eskisinden daha ziyade glikan Kilisesine cevap vermek vazifesi buradaki Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’et-i İlmiyyesine teveccüh etti. Zaten eserin sahibi de bu hey’et a’zası miyanına dahil olmuştu. Şer’iyye Vekalet-i Celilesi tarafından eser-i mezkur miyye Hey’eti ile Şura-yı İfta a’za-yı mevcudesi tarafından müştereken bir def’a daha tedkikatta bulunularak müttefikan tasvib olunduktan sonra risale halinde basılmaya karar verilmiş ve ilk formaları tab’ edilmiştir. Yalnız bu eser mufassal olduğu cihetle daha kısa bir cevap yazılması Şer’iyye Vekil-i sabıkı tarafından Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Heyeti Reis-i muhteremi fazıl-ı şehir Şeyh Abdülaziz Çaviş Efendi hazretlerine havale olunmuş ve müşarun ileyh tarafından ayrıca bir eser tahririne başlanılmıştır. Cihanın her tarafında kemal-i ehemmiyetle tedkik ve mütalaa olunacak bu mühim eserleri vücuda getirmeye muvaffak olan müşarun ileyhima diler hazeratını bütün müslümanlar namına tebrik eder ve bu vazife-i mühimme-i İslamiyyenin Büyük Millet Meclisi hükumetinin yeni te’sis etmiş olduğu bir müessese-i aliyye tarafından ifasını da Müslümanlığın tealisi için bir fal-i hayr telakki ederiz. Kendi aramızda esaslı ihtilafları mucib olan mesailden biri de garblılaşmak veya şarklı kalmak mes’elesidir. Maatteessüf kendi içimizde de garblılaşmayı kemal-i samimiyetle arzu edenler var. Bu ictihadda olanlar Avrupayı tamamıyla taklid etmezsek her işimizde garbın arkasında gitmeye karar vermezsek memleketimizi terakki ettiremeyeceğimizi binnetice selamet ve tealiye erişemeyeceğimizi Avrupa terakkıyat-ı maddiyyece bizi çok geçmiştir. Bunu inkar eden yok. Bu terakkıyat-ı maddiyye garb memleketlerine umran servet ve refah getirmiştir. Bunu da görmeyen ve bilmeyen yok. Fakat yine bir takım Avrupa hukema Sırat-ı Müstakım-Mücelledatı bil-cümle ihvan-ı dine Ramazan-ı şerifi tebrik eder. kuvvetle sarılmalıyız ve ıslah ve teceddüd teşebbüslerimizi bu akaidi esasından tebdile değil ancak onun batıl olan ve zamana uymayan avarızını ta’dil ve ıslaha hasreylemeliyiz. yüksek insanlar için hakikaten calib-i saadet ve selamettir. Biz bu medeniyetin neşriyatını bi-hakkın takdir ederek ondan layıkı vechile yük milleti oluruz. Zaten Avrupanın terakkıyat-ı maddiyyesinden başka bir de ahlak ve adatını ahz ve kabule özenecek olursak evvel emirde şarklılıktan çıkmış oluruz. Fakat buna mukabil hiçbir vakit tamamıyla garblılaşmaya muvaffak olamayız. Yani tamamıyla cami’le kilise arasında kalmış bi-namazlara benzemiş oluruz. Kütübhanesi Neşriyatı Fiyatı Esami Müellifi Kuruş Başmuharrir Sahib ve Müdir efrad değil bütün alem-i mukadderatı üzerinde te’siratını izaha çalışacağız. Hazret-i Mesihin melekut-ı semadan fukara ve zuafaya getirdiği tebligat yeryüzünde yedi asır geçirmişti. Yeryüzündeki bütün devletler ve memleketler birer harabeden ibaretti. İnsanlar sefalete batmış kemal-i hahiş ile çoktan beri vaad olunan necatı bekliyordu. Şarkta olduğu gibi garbda da insan kitlelerinin yaşadığı sefalet ta’rife sığamayacak bir halde siyasiden mahrum idiler. Kaffe-i hukuk agniya ve akviya ile ruhbanın yed-i ihtikarında toplanmıştı. Akviya ile zuafanın agniya ile fukaranın büyüklerle küçüklerin tabiolduğu kanun bir değildi. Sasaniyanın zir-i idaresinde olan İranda bütün hakimiyet bütün servet rical-i din ile arazi sahibi olan dihkanların ellerinde idi. Köylülerle daha fakir sınıflar kanunsuz bir istibdadın esiri ray erkanı ve imparatorun ezvak-ı sefihanesine hadim sayısız me’murin servet ve hakimiyetin mes’ud sahibleriydi. Ahali ise en menfur sefalet çi feodalite teessüs etmişti fakat ahalinin kısm-ı a’zamı sayısız sergerdelerin kölesiydi. Çiftçilerin vaz’iyet-i tabiiyyesi de kölelikten başka bir şey değildi. Çiftçi ailesiyle eşyasıyla edevatıyla arazi sahibine aid ve arazi sahibi bunların üzerinde hakk-ı tasarrufu haizdi. Köylüler arazi ile beraber alınıp satılırlardı. Ve bir efendiden diğerine kabil-i tahvil ondan ayrılamazlardı. Şayet bunlardan biri firar eder yahud başkası tarafından ayartılırsa mesruk hayvanlar gibi istirdad olunurlardı. Gerçi bunların geçinmelerini te’min için kendilerine bir parça arazi verilirdi. Fakat bu da arazi sahibinin taayyüş olan bu bir parçacık yerden de mahrum edebilirdi. Bir çiftçi menkul gayr-ı menkul hiçbir şeyin sahibi olamazdı. Menkul veya gayr-ı menkul bir şey iştira edecek olsa efendisi müdahale eder ektiği yerden onu tard eder ve kendi hizmetinde kullanırdı. Boyunları ihata eden demirden bir yaka köleliğin alamet-i farikası idi. Köleler kelepçeler içinde bir yerden bir yere gönderilir bunlar domuzlar gibi müzahrafat ile tegaddi ettirilir ve domuzların ağıllarından daha murdar yerlerde iskan olunurlardı. Uzun bir zincire bağlanan elleri ayakları böyle bir halde idi. Fakat salonlarında yaşayan baronlar saraylarında dem-güzar-ı evkat olan piskoposlar kiliselerinde ikamet eden papaslar dı. Karanlık bulutlar Avrupa ve Afrikanın en güzel parçalarını sarmıştı. Her yerde en kuvvetlinin altında çiğnenenlere her tazyika duçar olanlara zerre kadar bir muavenette bulunmuyordu. Kilisenin tealimi cebbar kuvvetlerin elinden beşeri kurtarmaya muarızdı. Aba-yı Evvelin hükumat-ı mevcudeye mukavemeti en büyük günah olarak takbih etmişlerdi. Onlara göre insanların başına gelecek herhangi bir zulüm herhangi bir tazyik herhangi bir bela hakimlerinin zulmüne karşı insanların kıyamını tecviz etmezdi. Isanın hadimleri Hazret-i Mesihin reddettiği agniya ve cebabire ile teşrik-i mukadderat etmişlerdi. Bunlar feodalizm ile birleşmişler ve arazi sahibi baron lord olarak feodalizmin bütün bahşettiği fevaidden istifadeye koyulmuşlardı. Hıristiyan olmayanlara Musevilere putperestlere ve saireye gelince bunlar Hıristiyanlığın devr-i hakimiyetinde en feci’ vaz’iyette idiler. Bunların katliam edilmesi yahud köle olarak kullanılması tesadüfe bağlıydı. Hak namına hiçbir şeyleri yoktu. Ber-hayat bırakılmaları kafiydi. Bir hıristiyan hıristiyan olmayanla münasebet-i gayr-ı meşruada bulunsa -çünkü münasebet-i meşrua mevzu-i bahs olamazdı- diri diri ihrak olunurdu. Museviler hıristiyanlarla birlikte bir sofrada oturup birlikte yiyip içemezler aynı elbiseyi bile giyemezlerdi. Yahudi çocuklarının ana ve baba ağuşundan aşırılmaları Yahudi mallarının yağma edilmesi baronların papasların keyfine yahud halkın tahrik olunmasına tabidi. On yedinci asrın nihayetine kadar vaz’iyet bu surette devam etti. Fakat Hira Dağında inzivaya çekilen Peygamberimizin hürriyeti ve beşerin müsavat-ı fi’liyyesini kurtardığı zamandır ki yeryüzündeki milletlerin titreyen bir köle kafilesinin arkasından düğümlü bir kırbaçla bu bitkin biçareleri ta’kib eden tacir arasıra ağır darbeleriyle bunları sevk ederdi ki bu kırbacın darbeleri zavallıların derilerini yüzerdi. Böylece arkalarında paçavralarla erkekler kadınlar çocuklar bir memleketten bir memlekete sürüklenir; yollarda ayakları parçalanırdı. Şayet kırbaçlanan bir köle bihuş düşerse onu yere yatırırlar derisini yüzünceye kadar ölünceye kadar döğerlerdi. Şimali Amerikanın cenubi vilayetlerinde halas harbinden mukaddem zavallı zencilerin duçar oldukları fecayi’ Sudanda köleliği ilga etmek isteyenlerin man-ı i’lanına müsadif Hıristiyanlığın devr-i tahakkümünde kölelerin çektikleri felaketlere dair bize bir fikir verebilir. Hazret-i Mesihin üzerinden nüz alem-i medeniyetin en kuvvetli devletlerinin birinde hakiki veya mevhum esbab-ı siyasiyyeye binaen hapsolunan kadınların kırbaç altında öldüklerini görüyoruz. - - CİLD - ADED - - SAYFA lamın mebadisi ve vesaili ihtiyac-ı asra göre değişir. Hasım başkalaştıkça muanid değiştikçe ilm-i kelamın suret-i müdafaası da başkalaşır. Ancak liyye-i İslamiyye tebeddülden masundur. – Hasımlarımız iyi bilmeli ki İslam’ın hiçbir şeyden pervası yoktur. İslam kavanin-i muhkeme ve kat’iyye ile sabit olan kavaid-i ilmiyyeye asla muarız değildir. Akaid-i İslamiyyeyi müdafaa vazifesiyle muvazzaf olan ilm-i kelam asra göre mukarrer olan kavaid-i ilmiyyeyi ve kavanin-i felsefiyyeyi efkar esasına riayet ederek akaid-i celile-i İslamiyyeyi taarruzdan masun bırakır. Akaid-i İslamiyye fiyyeyi reddeder. Mezahib-i milliyye ve mesalik-i felsefiyyeyi istiknah eder. – Evet ihtiyaç vardır. Malum olduğu üzere ekseriyet-i uzmayı teşkil eden ehl-i sünnet ve cemaat arasında iki nevi’ ilm-i kelam vardır: Biri kudemanın ilm-i kelamı diğeri müteahhirinin hicride müteahhirin ilm-i kelamı beşinci asr-ı hicrinin nihayetlerinde zuhura başlamış idi. Kudema nihayetlerine doğru müteahhirin ilm-i kelamı ise altıncı asr-ı hicrinin sonlarında istikmal edilmiş idi. Hilafiyatın başlıcası kudema kelamında Mu’tezile eder idi. Müteahhirin mesail-i ma-ba’dettabiiyyede Hazret-i Peygamber aleyhis-salatü ves-selam Efendimiz’e ittiba’ ederek ma’kulat nokta-i nazarından usul-i felsefiyyenin usul-i dine muarız olabilecek bir kıymet-i ilmiyyesi olmadığını irae etmek cedel tarikıyle mezahib-i felsefiyye arasındaki tenakuzları meydana çıkarmak gayesini vesail mantıka mübayin olarak kabul olunmuş ve vesail mantıka mutabık idi. Maatteessüf bu erbabı bulunsa da yine bu asra göre kafi gelmeyecek zincir-i esareti tarümar oldu. Gerçi Peygamber-i tatbik ve icra etti. Geçen sene Büyük Millet Meclisi tarafından Umur-ı Şer’iyye ve Evkaf Vekaletine merbut olmak üzere teşkil edilen Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’et-i İlmiyyesi henüz a’zasını ikmal etmemiş olmasına rağmen büyük bir eser-i faaliyet göstermiş mühim mühim eserler neşrine başlamıştır. Hey’et-i müşarun ileyha namına neşrolunan nin tahrire başlamış oldukları büyük ve mufassal eserin birinci cildidir. Bu eser hakkında ayrıca izahatta bulunacağız. Neşrolunan ikinci kitap da hey’etin reis-i fazılı Şeyh Abdülaziz Çaviş Efendi hazretlerinin e dair mühim tedkikatı ihtiva eden bir risalesidir. Bunlardan başka a’zadan Ferid Beyefendinin ı İzmirli İsmail Hakkı Beyefendinin olmak üzere elile ı M. Şemseddin Beyefendinin de Fsı tab’ olunmaktadır. Bu eserler miyanında fazıl-ı şehir İsmail Hakkı Beyefendi hazretlerininı bir ehemmiyet-i mahsusayı haiz olduğu cihetle bu eser hakkında şimdiden bazı izahatta bulunmalarını müellif-i muhtereminden rica ettik. Üstad-ı muhterem sorduğumuz suallere cevap vermek lütfunda bulundular. Bütün müslümanları bilhassa münevver gençleri pek ziyade alakadar edecek olan bu eser hakkında müellif-i muhteremi dercediyoruz. – Ulum-ı asriyye ilm-i kelamda müsta’mel olan edillenin ahvalini ta’dil eder tevsi’ eder. İlm-i ke hiçbir nokta yoktur. En küçük teferruata kadar tarih-i İslam bu mes’eleyi gayet sahih ve mevsuk bir surette zabt etmiştir. Bu gibi mesail-i İslamiyye hakkında esaslı tedkikatta bulunmaya vakti müsaid olmayan ihvan-ı dinimize Kur’anın ne suretle cem’ olunduğu hakkındaki malumat-ı hakikıyye-i tarihiyyeyi arz etmeyi bir vazife-i mütehattime telakki ettim. Kur’an-ı mübin müneccemen yani vekayi’ ve du. Ve emr-i Risalet-penahi ile günü gününe hıfz ve tahrir edildi. Hazret-i Cebrail Kur’an-ı Kerim’i müstashaben nazil olduğunda ayet-i celilenin mevazıını tayin eylerdi. Sahib-i Şeriat efendimiz de vahiy katiplerine ol vechile tahrir etmelerini ferman buyururlardı. Ashab-ı güzin tarafından da bu suretle hıfzediliyordu. Kimisi mecmu’-ı Kur’anı kimisi de bazı ayat ve suveri ezberleyip bir kısmı da sahifelere ve ahyanen derilere tahta kemik gibi levhalara yazarlardı. ve gibi tergibat-ı seniyye te’siriyle Kur’an-ı Kerimin hıfz ve ta’limi vezaif-i diniyyenin akdemi addedilmiştir. Sonra hıfzedilen ayat-ı şerife zaman zaman huzur-ı Risalet-penahiye arz ve kıraet ile tahrir ve tesbitine ihtimam edildi. Hin-i vahiyde huzur-ı saadette bulunup da hıfz-ı Kur’an’a muvaffak olanlar orada bulunamayanlara ve her biri efrad-ı ailesine ve be-tahsis çocuklarına ta’lim ederlerdi. Bu cihet taraf-ı nebeviden de tenbih buyurulmakta idi. Biat-i akabeyi müteakıb nur-ı İslam Yesrib diyarında şu’le-nisar olmaya başlayınca derhal oraya da bir hey’et-i ta’limiyye gönderildi ki Mus’ab bin Umeyr onların reisidir. Nasıl ki feth-i Mekke üzerine Hazret-i Peygamber Mekkede de Muaz bin Cebeli bırakmışlardı. Kitabullah’ın müneccemen ve mufarrakan nüzulü hıfz ve tahririni teshil eyledi. Hatta bu sayede üç asırdan beri munkariz olmuş yerine yeni bir felsefe ikame olunmuştu. Bu halde ilm-i kelamın da yeni bir şekil iktisab etmesi tabii idi. İşte bu zarureti nazar-ı i’tibara alan Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Hey’et-i İlmiyyesi yeni bir ilm-i kelamın yazılmasını taht-ı vücubda görmüştür. – Yeni ilm-i kelam asıl maksud olan tevhid-i bari babında muhatabın anlayabileceği bir tarz kım delail-i cedide irae etmiştir. Tevhid-i barinin ekmel-i vesaili olan nübüvvet-i Muhammediyye babında ehl-i basairin süluk ettikleri havarık-ı hissiyye tarikınde felsefe-i cedideden istifade eylemiştir. Fen ile tecrübe ile isbatı kabil olmayan hususatın imkanını yeni mantık ile mantık-ı tatbiki kavaidi ile isbat eylemiştir. Neyi kabul etmiş yine an-bürhan reddeylemiştir. Herkesin korktuğu dairesinde müdafaa ikame eylemiştir. Felsefe-i hazıra ile lüzumu derecesinde beraber gitmiş hem mantık-ı suriyi hem mantık-ı maddiyi elinde tutmuştur. Yeni İlm-i Kelam – dört kitap üzere tertib olunmuştur. Dört kitaptan birinci ile ikincisi hey’etimizce tedkik olunmakla burada onlar tab’ olunmaktadır. Birinci kitap Mukaddimeyi ikinci kitap İlahiyatı üçüncü kitap Sem’iyatı dördüncü kitap bir Hatimeyi muhtevi olacaktır. İnşaallah pek yakın bir zamanda birinci ve ikinci kitaplar saha-i intişara vaz’ olunacaktır. Geçenlerde ceraid-i yevmiyyeden birinde Asr-ı Peygamberide Kur’anın cem’ edilmiş bulunmadığına dair bir fıkra görülmüştü. Cem’-i Kur’an mes’elesi hakkında esaslı tedkikatı havi Türkçe bir eser olmadığı için ara sıra bu hususta hataya düşen muharrirlere tesadüf olunmaktadır. Halbuki bu mes’elede şüpheli ve gayr-ı malum CİLD - ADED - - SAYFA ayet-i kerimesiyle ahval-i afifeleri tasvir buyurulan bu Kur’an hadimleri muallim olarak canib-i Risaletpenahiden kısım kısım kabail-i Araba gönderiliyordu. Ve gaza vukuunda iştirak ederlerdi. Sene-i hicriyyede ta’lim-i Kur’an için Necide gönderilen ve yetmiş kişiden mürekkeb bulunan bir hey’et-i muallimin yolda Bi’r-i Maunede ansızın şehid edilmişlerdi ki onlar da bu Ashab-ı Suffeden idiler. Şu izahatımızdan müsteban olacağı üzere huffaz-ı ashabın adedi binlere balig olur. Bunların adedini tahdid ve tayin mümkün ve caiz değildir. Buhari ile Müslimin lerinde tahriclerine göreAsr-ı saadette cami’ul-Kur’an olan ashab-ı kiram kimlerdir?diye Enes bin Malikten soruldukta EnesOnlar dört zattır. Dördü de ensardandır: Ubey bin Ka’b Muaz bin Cebel Zeyd bin Sabit Ebu Zeyddir buyurdular.Buharinin diğer tarikıyle tahric ettiği bir hadis-i şerifde Ubey bin Ka’ba bedel Ebud-Derda zikrediliyor ki bu ma’dud olur. Mezkurul-esami bu zevat-ı fazıla Kur’an-ı Kerimi nazil olduğu vücuh ve kıraatiyle lügat ve hurufuyla hıfzetmelerinden ve bila-vasıta doğrudan doğruya fem-i Risalet-penahiden ahz ve telakki buyurmuş olmalarından dolayı tahsisun bizzikr buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i sahihde Kur’an-ı Kerimin be-tahsis dört zattan öğrenilmesi emr ve tavsiye buyuruluyor ki Abdullah bin Mes’ud Salim Ubey bin Ka’b Muaz bin Cebeldir.Bunların taraf-ı Nebeviden ta’lim-i fukaha ve müfessirin-i ashab için mazmun-ı münifini zabt etmek bile müyesser oldu.Risaletmeab Efendimiz hin-i nüzulünde ayat-ı kerimenin mevazıını tayin buyurdukları gibi bütün sıhah ve mesanidde tasrih olunduğu vechile küll-i yevm salat-ı cehriyyede ve namaz haricinde mürettebül-ayat olarak kıraat buyurdukları suver-i şerifeyi ashab-ı güzin istima’ etmekte bulunduklarından nefs-i ayat-ı kerime gibi ayat-ı Kur’aniyyenin tertibi de zabt ediliyordu. Zat-ı risalet-penahi mütemadi hatm-i Kur’an buyurdukları gibi huffaz-ı sahabi de defeatle huzur-ı Nebevide hatmediyorlardı. Bu suretle ayat-ı kerimenin aid oldukları surelerde cem’i Kur’anın ilk cem’idir. Ve bu cem’ tevkifidir vahye müsteniddir. Ve bu mecma’-ı aleyhdir. Zeyd bin SabitinBiz Kur’an-ı Kerimi huzur-ı Peygamberide ri-ka’-ı mektubeden cem’ ederdikdediğini Hakim Müstedrekinde nakletmektedir ki ayat-ı müteferrikayı surelerde cem’ etmek olacaktır. Asr-ı saadette kesretle hafız-ı Kur’an yetiştiren mübarek bir mahal de Mescid-i Saadetin Suffesidir ki sundurmadan ibaret idi. Burası her guna amal-i dünyeviyyeden tecerrüd ederek hazret-i Kur’ana ibadet-i Rahman ve rıza-i Seyyidül-kevneyne vakf-ı hayat eden bir zümre-i fazılanın makarrı idi. Bu sebeple onlar Ashab-ı Suffe yad olunurlar. Emr-i iaşeleri sadakattan ve huzur-ı Nebeviye takdim edilen hedayadan te’min kılınan ve adedleri dört yüzü mütecaviz bulunan bu sabur haluk kanaatkar zevat-ı aliyye her dem ta’lim ve taallüm-i Kur’an ile meşgul olduklarından bu makam-ı mübareke asr-ı saadetin Darul-Kurrası deniliyor. Esteizü billah Ne olaydı Kuran [ Furkan CİLD - ADED - - SAYFA Bu mevzua temas etmek üzere Ağaoğlu Ahmed Beyin mecmuasında ahiren neşrettikleri bir makalede şark ve garb medeniyeti yekdiğeriyle karşılaştırılmış ve bugünkü alaim ve tezahürata müsteniden vazıh bir netice Garb medeniyetinin galib İslam ve Buda medeniyetinin maglub mevki’de olduklarını görüyoruz. Bu hadiseyi inkar etmek belahattir. Mağlubiyetimiz hem maddi hem ma’nevidir. Maddi olan kısmı o kadar bariz ve açıktır ki hepimizin beynimize hulul etti. Ma’nevi kısmı da üç yüz seneden beri başlamıştır. O zamandan beri kaç müstakil müslüman hükumeti kaldı. Bunlar garbla mücadelenin bir neticesidir. Hayatın maddi tecelliyatından başlayarak tarz-ı telebbüse kadar Avrupayı taklid ediyoruz. Avrupa medeniyeti her şeyi sürükleyip götürüyor. Binaenaleyh: Yegane çare o medeniyeti almaktır. Lakin medeniyet bir külldür. İlim ve hüner bundan ancak bir kısmını noksanları ve faziletleri ile kabul edilmeli. Yani kafamız kalbimiz tarz-ı telakkimiz zihniyetimiz yoktur. Evet biz garba karşı elim bir mağlubiyete uğradık. Yine mecra-yı ahlaki ve millimizde de bu mağlubiyete doğru gidiyoruz. Bunları inkar edecek değiliz. Fakat ruh-ı mes’ele harbde olduğu kadar ictimai sahada da med ve cezr irae eden mağlubiyetin vuku’ bulmuş olmasında değil bu mağlubiyet müvacehesinde nasıl sakim bir rü’yetle yanlış bir yol tutmak isteyişimizdedir. Alelıtlak mağlub olduk demek kafi değildir. Belki niçin mağlub olduğumuzu düşünmek gerektir. Her hastayı inhiraf-ı mizacından dolayı tedavisine lüzum görmeden mezara gömmek mi Bilhassa ferdi ailevi hayatta insan nasıl hastasının hayatıyla alakadar olması lazım gelirse hayat-ı ictimaiyyede münevver gençlerimizin de milleti ölümden ziyade hayata sevk edecek yolları bulması iktiza ettiğini kabul zaruridir. Hiçbir millet tasavvur olunamaz ki mağlub olduğu bahanesiyle asırların mahsulü olan tarih-i medeniyetini an’anatını terk edebilsin. Bizim için mağlubiyet zaruretiyle garba temessül etmek Kur’ana me’mur olmaları Kitab-ı kerim-i ilahiyi kamilen hıfzetmiş ve kitabeten de cem’ eylemiş bulunmalarından dolayıdır. Hazret-i Sıddikın irtihal-i Nebeviden evvel imamete tayini Hazret-i lazemeti Hazret-i Osmanın cami’ül-Kur’an olduğuna birçok ahbarın delaleti Seyyidina Aliyyül-murtezanın irtihal-i Nebeviyi müteakıb tarih-i nüzule tevfikan cem’-i Kur’an buyurmaları hulefa-yı erbaa hazeratının da meşahir-i huffazdan addedilmelerini iktiza eder. Asırların güzariş ve su’-i idaresi içinde bir lahza huzura nail olamayan efrad-ı millet arasında her gün yeni bir ihtiratla kesb-i kuvvet eder görünen; faikıyet vesaiti merasim ve intizam-ı zahirisi i’tibarıyla nazar-ı riba addedilebilen garb medeniyetine karşı bir temayül ve incizab hissedenlerimiz pek çoktur. Hissedenlerimiz diyoruz. Çünkü tedkik ve tahkika müstenid bir kanaatle hakikaten niçin takdir ve tercih ettiğini bilerek garbcı kesilenlerimizin kimler olduğunu bilmiyoruz. Tehi fikirlerin sevk-ı cehaletle maksad ve hedefini kaybetmiş kimselerin karı olan kör körüne bir taklidden başka medar-ı sübut olabilecek en ufak delile malik olmayan bu cereyanın vakit vakit ortaya çıkardığı münakaşa vesilelerine hakikatin izharı ve istinad ettikleri nukat-ı nazarın çürüklüğünü isbat için bir fırsat nazarıyla bakıyoruz. CİLD - ADED - - SAYFA sarf-ı nazar en yeni vekayie aid olan son zaferimizi madem ki -bütün dost ve düşmanın ittifak-ı kararıyla- silahlarımızın faikıyeti değil imanımızın kuvveti medeniyetimizin kabiliyeti doğurmuştur; şu halde cihan muvacehesinde ehliyet ve kabiliyeti en mu’cize-nüma misaliyle gösteren medeniyetimizi mağlub ve hakir görmek ondan uzaklaşmak istemek bütün ma’na ve şümulüyle Demek: Maatteessüf indiras ve atalete doğru gider görünen İslam aleminin bu sukutunu medeniyetinde esasat-ı ictimaiyyesinde değil daha başka zeminlerde aramak lazım geliyor. nacağımız da’vanın ifadesi ruhu buradadır. Aksinin münakaşasından pervamız olmadığı halde en samimi ve açık bir lisanla diyoruz ki: lam milletlerinin tedenniyat-ı hazırası esasat ve an’anat-ı İslamiyyeden uzaklaşmalarından mütevelliddir. Medeniyet-i İslamiyyenin İslamiyet desatir-i ler yabancı teamüller ikame olunmuştur. Bu keyfiyet bünye-i ictimaimizi aile teşkilatımızı temelinden sarsmıştır. Ruh-ı medenimize hassasiyetimize tevafuk etmeyen seyyielerin taklidlerin memlekete girdiği gündenberi teavün azalmış refah azalmış aile hayatı zehirlenmiş ictimai tesanüd parçalanmış cehalet daha umumileşmiştir. Beşeriyetin mal-i müştereki olan ulum-ı müsbetenin menfi ve marazi şekilde hululü mani’ ve engel ol-muştur. göre tehalüf etmekte olduğu gibi bünye-i ictimaiyyemize zerk edilmek istenilen iksir-i garbi de ruh his tarz-ı tefekkür teşkilat emzice i’tibarıyla vücudumuzda ancak bir zehir te’siri bırakacağından yükselmek yaşamak için ruh ve safiyet-i hakikıyyesiyle İslam medeniyetini ta’kib ve tatbikden başka halas çaremiz mevcud değildir. Esasat ve an’anat-ı İslamiyyeden uzaklaşmak kaydıyla tayin edilen sahanın şümulü ve vüs’ati ruhumuzdan esasatımızdan uzaklaşmak: İrade azim arzu-yı teali şecaat gibi mezaya-yı fıtriyyemizi zaaf ve acz meskenet zillet ve ruhsuzlukla mübadeleye rıza-dade olmak demektir. Nasıl ki: dört sene evvel bütün cihan nazarında maddeten ölmüş bir millet vardı. Öyle bir millet ki garb medeniyetinin bütün vesait-i maddiyyesi taassubu gayzı husumeti propagandası el-hasıl hey’et-i mecmuası karşısında mağlub olmuş bitkin bir hale gelmişti. O zaman da pek çok kimseler şimdiki gibiMağlubuz. Yaşamak için onlara mutavaattan inkıyaddan başka çare yokturdiyorlardı. Fakat bütün bu ruhsuz zaifül-vicdan müslüman Anadolu bütün garba karşı emsali na-mesbuk bir zafer kazandı. Bu harbi kazanan kuvvet ne idi? Top mu? Tüfenk mi? Düşmanlara faik hangi bir vasıtamız hatta hangi noktada adeden faikıyetimiz vardı. Hiç!... Ancak azim ve imanımız vardı ki bu da henüz aramızda bütün mehabetiyle yaşayan vekayii unutarak mağlubiyetine haksızca hükmettiğimiz medeniyet ve secaya-yı tebarüzünden başka bir şey değildi. Zalim Avrupa bugün hakk-ı hayatımızı tasdik mecburiyetinde kaldıysa kendilerine mutavaatımızdan garblılaşmaktan ileri gelmedi. Ve bu mücadelede garb yani hıristiyan medeniyetine mensub iki kitle çarpışmadı. Döğüşen şark ve garb idi. Öyle bir hakikat muvacehesindeyiz ki: Dünyanın mantığı iğlakı bunun kıymetini izale edemez. Garb medeniyeti bütün menabi’ ve vesaitiyle bizi öldürmek istediği halde İslam medeniyetinin muhassalası olan milletimizi yenememiş tabir-i digerle İslam medeniyetinin ruhu hey’et-i mecmuası olan bu mukavemet garb alemine Eğer mağlub ve imhaya mahkum olduğu iddia edilen medeniyetimizde bu hayat ve i’tila kabiliyeti olmasaydı eğer zannolunduğu gibi ölgün bir ruha sekim ve mütefessih bir medeniyete malik olmuş bulunsaydık acaba bu dört senenin tarihinde bir mevkiimiz coğrafya kitaplarında bir ismimiz bulunacak mıydı? Bin üç yüz senelik hak mücahedesi hak medeniyeti hak zaferi menakıbından tarihinden CİLD - ADED - - SAYFA hükumetinde esas olarak demokrasinin kaide-i ahlakıyyesini takviyeye lüzum görmüştür. Nöşatelde basılan anifü’l-beyan kitap demokrasilerde dini ve gayr-ı dini alelumum ahlakıyata büyük bir hisse ayrılmak lazım geleceğini ityan ediyor. Zannederim bu böyledir. Bir milletin efradı hakimiyeti üzerine alıp da millet ve memleketin umum vezafinde iştirak hakkını ihraz ettiği gibi ferdin vezaif-i ahlakıyyeye fazlaca riayet etmesi lazım geleceğini akıl kesdirir. Hakimiyet gibi büyük bir kuvvetde hissedar olmak şüphe yok her ferdin üzerine mecburiyyül-ifa bir vazife-i ahlakıyye tahmil eder. Bundan dolayı olmalı ki İsviçrede İngilterede Amerikada hissiyat-ı diniyye hiçbir cebr u tazyika hacet kalmaksızın umumi bir hiss-i milli şeklinde tecessüm ediyor. Bu hakikatin bizim için bilinmesi lazımdır. Çünkü hepimize meşrutiyetin i’lanında lüzumundan fazla bir ahlaki gevşeklik gelmiş idi. Hürriyet-i tefekkür kaidesi bize ef’al ve harekatta alelıtlak serbest olacağımızı zannettirmiş idi. Biz bu gayr-ı müfid serbestiyi hakimiyet-i milliyyenin muktezası addetmiş idik. Halbuki lazım gelir daha ziyade tahdid edelim. Diyebilirim ki bizde mesela müskirat isti’mali eskisinden daha ziyade arttı. Hatta müslümandan meyhanecileri millet-i lahare müslümanlardan meyhane sahipleri peyda olduğunu da gördük ve işittik. Bundan daha fena haller müşahede edildi. Şüphe yok ki bu demokrasiyi anlamamanın bir neticesidir. Bu demokrasi bit-tabi’ seciye gevşekliğinde te’min-i mevcudiyet edemez rahnedar olur. Demek ki demokrasiyi muhafaza edebilmek için metin ahlaki esaslara istinad etmek lazım gelir. Fakat bunu yoluna koyabilmek için yalnız doğrudan doğruya ittihaz olunan vesait kafi değildir. Mesela işret etmeyin kumar oynamayın demek te’min-i maksad edemez. İnsanları bu fenalıklardan vikaye edecek bazı ictimai meşguliyetler lazımdır. Kezalik kavaninin de etraflı olarak vaz’ı muktezidir. Yoksa te’dib-i şedid de kifayet edemez. Ben burada haber aldım ki işret men’ edilmiş olmakla beraber bazı yerlerde evlerde hususi en mühimmi harici te’sirat olmak üzere dahilen sefahet istibdad adaletsizlik sanayi’ ve ticarete rağbetsizlik atalet gibi medeniyetimizde tamamıyla aksi matlub olan radieleri de şamildir. İşte bunların ne gibi esbab taht-ı te’sirinde teşekkül ettikleri ve hey’et-i ictimaiyyemiz içinde ne suretle müessir olmaya başladıkları hadisat-ı tarihiyye ve edilmedikçe medeniyet çerçevesine dahil umdelerle onun haricinde kalan ve fakat sanki esas-ı ictimaimizde dahilmiş gibi telakki edilen neticeleri tefrik etmeye imkan olamaz. Halbuki bizim bütün tedkikatımızda en ziyade yanıldığımız nokta da bu tefrika muktedir olamayarak hakla batılı yekdiğerine karıştırmaklığımızdır. Yalnız gönül ister ki hakikat tezahür etsin. Fakat satıhbin bir idrakle yarım bir görüşle müteceddid görünmek sevdasıyla koca bir medeniyete ta’riz ve o medeniyetin üç yüç elli milyon nüfus-ı beşeri ihtiva eden salikleri rencide edilmesin. Nöşatelde basılan faydalı bir koleksiyona dahil bir risaleyi ahiren mütalaa etmekle iki mes’eleyi halletmiş oldum. Bu risalenin mündericatı bize bil-etraf taalluk ediyor. Ben görüyorum ki hakikaten demokrasi usulü cereyan eden memleketlerde hissiyat-ı diniyye fazlaca hükümran oluyor. Demokrası denir denmez bütün ef’al ve harekatta hadsiz bir serbesti hükmedeceğini insan zannediyor. Meğerse öyle değilmiş. Ben bu keyfiyeti İslamiyet’in mebadi-i bugüne kadar mer’i ve mu’teber olan ahkamında da buluyorum. O nedir? Şahsi ve hususi addettiğimiz bazı ef’ale şayet o ef’al çirkin ise buna karışmaya kendimizde salahiyet görmemektir. Halbuki İslamiyet’te böyle değildir. Bir kardeş size sizdeki fena halden dolayı ihtarat icra etmeye mecbadisi tidlal ediyorum ki İslamiyet o zamanki usul-i CİLD - ADED - - SAYFA kın herhangi bir hiss-i dini ile mütehassis olması herhangi bir şiar-ı dini ile mukayyed bulunması demokrasi ile kat’iyyen kabil-i te’lif değildir; bilakis bütün şiar-ı diniyye ve ahlikıyye halkın hürriyetine karşı gerilmiş birer zincirdir; bunları kırmak asrın muktezasıdır ve bu hissiyat ve şeairi muhafazaya çalışanlar gözlerini maziye rinde onların hakk-ı kelamı yoktur; halk din ve ahlak hususunda hadsiz bir serbestiye maliktir mesail-i diniyye ve ahlakıyye hey’et-i ictimaiyye bu hususta hiçbir kuyud-ı mania vaz’ edilemez... bazı muharrirlerin bu çürük ve mütefessih nazariyelerine Ahmed Cevdet Beyin şu mühim makalesi müdhiş bir sille-i te’dibdir. Fakat onlar böyle tokatlar karşısında sinmeyi pek güzel bilirler. Bu hakayıkı şayet başı sarıklı bir zat ortaya koymuş olsaydı kıyametler koparırlardı: Maddiyet-perverlik ile demokrasi bir yerde neden ruhaniyye ile idrak edilebileceği kendilerinde bu şerita bulunmayanların demokrasinin kadr u kıymetini takdir edemeyecekleri ne demekmiş? diye müteaddid makaleler gazeteleri kaplardı. Bit-tabi’ bu makalesinden dolayı Ahmed Cevdet Beyefendiye bütün hakiki müslümanlar müteşekkirdir. Geçen akşam Ankaradan yeni geldiğimi işiten samimi bir arkadaşım geldi.Bu gece biraz gezelim. Sana İstanbulun yeni Ramazan alemlerini göstereyimdedi. İstanbuldan ayrılalı üç sene olduğu kabul ettim. Teravihi Bayezid Cami’-i Şerifi’nde kıldık. Koca Bayezid kapılarına kadar dolu idi. Cami’den çıktıktan sonraDirekler arasına gidelimdedi. Veznecilere gelince tugyan etmiş nehir gibi müdhiş bir insan akıntısı karşısında şaşaladım. – Ne kadar kalabalık! daha pahalı satılıyor imiş. Kezalik meyhane kalkmış yine müskirat satılıyor imiş. Halbuki şimdi İsviçre evlerde dahi müskirat i’malini ceza-yı şedid ile men’ ediyor. İsviçre hükumeti tahkik etmiş ki evlerde etmiştir. Bizi de aynı neticeye vasıl olmaktan Allah saklasın. Eserin sahibi materyalizm maddiyet-perverlik ni ve şahsın bir mevcud-ı mutlak eseri olduğunu ve bunu idrak edemeyenler hürriyetin kadr ü kıymetini bilemeyerek demokrasiyi kolayca feda ettiklerini ve demokrasinin ancak kuvve-i ruhaniyye ile idrak edilebildiğini kendilerinde bu şerita bulunmayanlar demokrasinin kadr ü kıymetini takdir edemeyeceklerini ve son zamanlarda Avrupada şurada burada demokrasinin zaafa düşmesi ve hürriyetin kıymetiyle demokrasinin kıymeti yekdiğere merbutan takdir edilmemesi hep zaaf-ı ahlaki neticesi olduğunu isbat ediyor. Bu izahat bizim için de kıymetdardır. Zira yeni girdiğimiz demokrasiyi bihakkın tatbik edip onun fevaidinden müstefid olabilmekliğimiz için şahıslarımızı bir kat daha metin prensipler ile takviye etmekliğimiz lazımdır. O prensiplerin başında demokrat olan bir milletin her ferdine teveccüh eden kuvve-i ma’neviyyeye istinad vazifesi vardır. Bu makaleyi gazetesinin sahibi Ahmed Cevdet Bey Lozandan yazıyor. Ahlak mes’elelerine pek ziyade ehemmiyet veren ve zaman zaman böyle faydalı neşriyat ile irşadat-ı halisanede bulunan Ahmed Cevdet Beyefendinin bu mektubunu kariin-i kiramın çok dikkat ve ehemmiyetle mütalaalarını rica ederiz. Zira milletimizi büyük bir dalale sevk etmekte olan bazı muharrirler batıl da’vaları arkasında halkı sürüklemek için daima garbı dillerine doluyorlar;O diyar-ı medeniyyede şöyledir böyledir filan feylesof şöyle söylemiştir ictimaiyyundan filan zat böyle demiştir diye efkarı taglit hususunda türlü türlü hünerler gösteriyorlar. Onlara göre: Artık hal muhtelif suretlerde vuku’ bulan mesaiyi pekala biliriz. Fakat işin bu kadar az bir müddet zarfında bu derecelere varacağını doğrusu akıl almıyordu. – Evet ecnebi işgali olmasaydı belki iş bu derecelere varmazdı. Şimdi seni tiyatroya götüreceğim göreceksin ki orada da kadın erkek localarda birlikte oturuyorlar. Bu mantolar da çivilere asılıyor. – Ciddi mi söylüyorsun? – Kadıköy ve Tepebaşı tiyatrolarında ise localardan başka koltuklarda sandalyelerde de erkeklerle yan yana oturuyorlar. Bunun daha ilerisi de var: Birahanelerde beraber içenlere ne diyeceksin? Artık daha fahiş ve daha feci’ safhalarını söylemeyeceğim. İstanbuldaki fuhuşhanelerin adedini işitsen titrersin. Ecnebilerle teehhül eden müslüman kadınlarının isimlerini saysam tüylerin ürperir. Azizim tehlike saçağı sarmıştır. Eğer bunun önüne geçilmezse artık bu memlekette ahlak namına bir şey aramayın... Haydi tiyatroya gidelim de orada konuşuruz. OradakiMe’ser-i Medeniyye!yi gözünle görmüş olursun. Yanımızdaki locada üç kız bir erkek öbür yanımızdaki locada da iki kadın iki erkek gülüşüyorlar bazan Türkçe bazan Fransızca konuşuyorlar. Localar hep böyle erkek kadın karışık. – Nasıl terakkimizi medeniyetimizi beğendiniz mi? – Çok iyi! Zavallı Anadolu kadını: O orada yırtık çarığıyla rengi uçmuş yaşmağıyla kırık kağnısıyla yağmur altında çamur üstünde cebhane taşısın düşmanı denize döksün sonra burada da kendi ırkına kendi mezhebine nisbet iddiasında bulunan birtakım kadınlar kulaklarına binlerce liralık pırlanta küpeler kollarına altın bilezikler takarak ipeklere kadifelere bürünerek aktrisler gibi süslenerek erkeklerle bir arada tiyatrolarda birahanelerde zevk u safa içinde yüzsünler. Anadoluda şehid yavruları yiyecek ekmek bulamazken burada yine bu memleketin evladından sayılan birtakım adamlar avuç avuç liraları eğlencelere şeairi-i milliyyemizi tahribe sarf etsinler... Doğrusu terakkinin medeniyetin bu derecesine diyecek yok! Birader bu ahvali gören bundan müteessir olan bu rezaletlerin önüne geçmeye – Evet kadınlarla erkekler birlikte piyasa ettikleri yecek hale geliyor. – Üç senedir Anadoluda birçok şehirler kasabalar gezdim. Böyle bir hale hiçbir tarafta rast gelmedim. Anadoluda yalnız bir yerde kalabalık vardır ki o da ordugahdır. Her taraftan fışkıran elektrik ziyalarıyla gecesi gündüze dönen bu caddede kadın erkek o derecede kaynaşıyor ki yekdiğerine temas etmeden sürünmeden geçmek kabil değil. Arkadaşım ben ta Saraçhane başına kadar götürdükten sonra dönüp bir çayhanede oturduk. Şahidi olduğum ahval beni hayretler içinde bıraktı! Üç senede ne azim inkılablar olmuş! Anadolu halas ve istiklal mücadelesi yaparken ecnebi işgali altında bulunan İstanbul kadını da Birtakım kadınlar yatak odasındaki kıyafetlerle sokağa dökülmüşler. Gözlere çekilen sürmeler dudaklara sürülen kırmızlar yüzlere sıvanılan pudralar ta karşıdan fark olunuyor. Tuvaletli zülüfler şakaklara dökülmüş başlarda şapkadan başka bir nesneye benzemeyen bir şey! Enseler kollar göğüsler serapa uryan. Uçları dizlerde nihayet bulan kısa mantolar. Dizlerden aşağı şeffaf çoraplar.. altın elmas bilezikli kollar ya kocasının yahud yabancı bir erkeğin koluna sarılmış. Böyle çift çift ba’zan bir delikanlının etrafını birkaç kız almış. Konuşarak fıkırdayarak etrafa tebessümler saçarak akın akın bir aşağı bir yukarı piyasa edip duruyorlar. Ben önce bunları aktris yahud Rus kızları zannetmiştim. Eğer arkadaşım bunların müslüman kızları müslüman kadınları olduğunu söylemeseydi kat’iyyen inanmayacaktım. Müslümanlıklarına küçük bir emare bile yoktu. – Birader! Bu ne hal? dedim. – İşte böyle! dedi. Terakki medeniyet... Şimdi bunlar telakki olunuyor! – Peki! Nasıl oldu da üç sene içinde İstanbul bu kadar terakkiye mazhar oldu? – Bunun esbab ve avamili çoktur. Esasen bu cereyanın daha evvel başlamış olduğunu herkes gibi tabii siz de bilirsiniz. – Ma’lum. Harb-i Umumi zamanında ve ona tekaddüm eden devirde hürriyet-i nisvan için CİLD - ADED - - SAYFA bugün vatandan sonra vicdan ve ahlakımızın da kapılarını açıyoruz. Beni böyle me’yus söylendiren vak’ayı şuracıkta anlatmıştım. Önümde bir kadın grubu yürüyordu. Daha geride de dudaklarında bitmiş birer boynuzu andıran keskin bıyıklı herifler ta’kib ediyordu. Bu iki güruhun teati ettikleri kelimeleri buraya yazmaktan utanırım. Burada aile kızları yarınki anneler de vardı. Ve onların da birçoğunu bu maskaralıklara bulanmış bir halde gördüm. Benim aklımın ermediği bir nokta var o da sokakta bir genç kız hiç tanımadığı seviyesi ahlakı aslı nesli hakkında bir kelimelik ma’lumata bile malik olmadığı halde kendisine sataşan bir adama nasıl ne yüzle hangi düşünce laşışta candan ahbab oluverenleri gördükçe çileden çıkacağım geldi. Ben mutaassıb ve bir fikri muhakeme etmeden körü körüne kabul eder bir adam değilim. Fakat bir kadın gönlünden başlayarak vücudunun bütün aksamına kadar yapılan bir temellüke sahip edeceği erkeği kur’a çeker gibi kalabalığın içinden ani bir tahassüse esir olarak çekip alırsa bu hadisede bir iğrençlikten başka nasıl bir mahiyet kalır?... Rast gele çiftleşen hayvanlarda bile bir intihab mevcudiyeti muhakkak meden düşünmek bilmem nasıl kabil olur?... Kurdenilen aşk ihsaslarını resmi muaşeretlerine bir kaide gibi kabul etmiş milletler bile bizim bugünkü menfi hatta meş’um ve hevl-nak seviyemizden kat kat geridedir. Orada hiç olmazsa herkes dengini arar ve bir erkek kendi sınıfından de gözümle gördüm bir manav veya bir kasap çırağı mesela bir nazır haremine harf değil sahife-endazlık edip yapışıyor. İşin en felaketli tarafı kadınlar kendilerine sataşmayanlara da için lı facialarından bulanan gözlerimle melul melul efrafıma bakarken yanı başımda çınlayan çapkın bir kahkahanın billur neşteriyle kulaklarım yırtıldı. Dönüp baktım: Henüz çocuk denecek kadar genç bir kız arkadaşlarını dürterek beni gösteriyor: çalışan yok mu? İstanbulun ekseriyet-i azimesini teşkil eden yüz binlerce erbab-ı namusun ahlakına mukaddes şeair-i milliyyesine karşı hürmet göstermeye lüzum görmeyen bu zevk ve hevesine meclub mahlukların başıboş hareketlerine nasıl müsamaha olunabilir? Bunların hürriyetleri var da koca bir hey’et-i ictimaiyyenin hakk-ı hürriyyeti yok mu? – Azizim işte ecnebi işgal ve hakimiyeti altına düşen memleketlerin hali böyle olur. Geçen sene bizim polisimiz bu fenalıkları men’ etmeye kalkıştı da bizim ırkımıza bizim mezhebimize mensub olan bu kadınlar bu adamlar ecnebilerin himayesine sığındılar. Onun üzerine polis ekseriyet-i azimesini teşkil eden erbab-ı iffet ve namusun hissiyatını pek ziyade rencide etti. Fakat tahammülden başka çare yoktu. Hükumet-i milliyyemizin burada da teessüsünden sonradır ki hep bu fenalıkların önüne geçilmeye çalışılıyor müdhiş surette rencide eden ve hürriyet-i ictimaiyyemize şeairi-i milliyye ve diniyyemize pek büyük bir tecavüz teşkil eyleyen bu ahvalin de önüne geçer. – Ona şüphe etmeyiniz. Elhamdülillah Anadoluda bu fenalıkların bu münasebetsizliklerin hiç birisi yoktur. Büyük Millet Meclis-i Alisi müskiratı men’ etmiş Dahiliye Vekalet-i Celilesi de geçen gün adab-ı umumiyyeye riayet etmeyenlerin tecziye olunacaklarını ta’mim eylemişti. Emin olunuz ki Anadolunun her tarafında riayet olunan adab-ı umumiyyeye burada karşı gelenlerin kolunu bükmeye Büyük Millet Meclisi Hükumeti’nin kudreti yeter. Çok geçmeksizin bu fenalıkların kalkacağına benim şüphem yoktur. – İnşaallah... raf dolaşan kanlı fakat ölüm gibi ictinabı imkansız bir zairdir. Yalnız şurasını unutmamalıyız ki istila sade toprağa münhasır kaldığı müddetçe düşmanın kazancı mahdud olur. Yazık ki biz onlara CİLD - ADED - - SAYFA nümune-i imtisal olacak kadar yüksek bir eser-i fazilet ve şehamettir. Acaba o siyasi dalalet zamanlarında herkes Artık çare-i felah yoktur kendimizi bu yeni cereyanlara alıştırmaya bakmalıyız!deseydi bugün milletin şeref ve hakimiyetinden hürriyet ve Bunun gibi şimdiki bu mevzii dalalet-i ahlakıyye karşısında daArtık çare-i felah yoktur kendimizi bu yeni cereyanlara alıştırmalıyız.diyenler acaba o zamanki ictihad sahiplerinden farklı mıdırlar? O zaman nasıl yüksek ruhlar çıkarakHayır bu cereyan bir cereyan-ı dalalettir. Bu duracaktır! diye bağırmışsa bugün de milletin namuslu evladı bu rezail-i ahlakıyye karşısında sarsılmaz bir azim ve iman ile bağırıyorlar ki: – Efendiler bu bir cereyan-ı dalalettir. Ahlaksız milletler yaşayamaz. Şiraze-i ictimaiyyesi dağılan ümmetler felah bulamaz. Aile esasları yıkılan hey’et-i ictimaiyyeler beka-dar olamaz. Milletin yaşaması ve yükselmesi için bu dalalet-i ahlakıyyenin önüne geçmek lazımdır. Ve geçilecektir. Düşmanlara karşıVatanın kapılarını kapayan AnadoluVicdan ve Ahlakkapılarını da açık bırakacak değildir. Bugün matbuat-ı yevmiyyemize bu hususta da çok büyük vazifeler terettüb etmektedir. Zamanın nezaketini takdir ederek ahlaksızlığa karşı müttehiden hareket ile hükumetimizin vezaifini teshil etmek her müslümanın en mütehattim vazifesidir. Allah tarik-ı haktan sapanlara hidayet Harb-i Umumi’nin en büyük felaketlerinden biri bilhassa şark ve İslam memleketleri arasında birden bire muvasalat ve muharebatı inkıtaa duçar etmesi ve bu yüzden bunların bütün bu − Vah vah! Galiba matemde... Babası ölmüş olacak! diye kederimle alay ediyordu. Bir harf-endaz olmak felaketine katlanabilseydim o küçük hanıma: − Babam çoktan öldü; ben sizlerin haya ve namusunuzun matemini tutuyorum diyecektim. Bu yazıları yazan bu feryadlarda bulunan Mehmed Asım Beyin idaresine geçen gazetesinin seyyahıdır. Milletin afif ve namuslu evladından olan buSeyyahİstanbul sokaklarında gördüğü tereddi-i ahlak manzaraları karşısında duyduğu derin nefret ve elemleri tasvir ediyor. Bilmeyiz başkaları muharririn bu nefret ve elemlerine ne derece iştirak etti. Fakat bu rezaletlerden zaten müteneffir ve mütellim olmakta bulunan bizim gönüllerimize seyyahın bu feryadları çok te’sir etti. Ey yıkılan haya ve namusların matemini tutmakta olan müslümanlar! Görüyorsunuz ya? felaket-i ictimaiyyedir ki bunun karşısında oturup ağlamak değil neticesi izmihlalden başka bir şey olmayan bu müdhiş sukut-i ahlakın önüne geçebilecek tedbirler ittihaz etmek lazımdır. Evet fenalık hayli tevessü’ etmiş ve kuvvetli bir cereyan almıştır. Fakat şunu da unutmayınız ki Müslümanlık bütün cihanı şirk ve dalalet kapladığı bir zamanda teessüs etmiş bütün rezaili çiğneyerek en mülevves muhitleri fazilet güneşiyle nurlandırmıştı. İnsanlar zaman zaman fısk ve dalalet yollarına saparlar. En büyük en değerli mücahede bu fetret-i ahlak devirlerinde her türlü hakaretlere her türlü ızdırablara göğüs gererek fazilet seslerini yükseltebilmektedir. en canlı ve en yakın şahididir. Çoklarının burada ye’s ve fütura düştüğü yaşamak için ecnebi mandasına sığınmaktan başka çare kalmadığını bağıra bağıra söylediği zamanlarda Anadoludaki müslüman halkın yüksek ruhlarından fışkıran şehamet ve fazilet harikalar vücuda getirdi!.. Bu yalnız bizim için değil dünyada esaretin mahkumiyetin acısını çeken bütün milletler için bir CİLD - ADED - - SAYFA lerinin hürriyeti uğurunda hürriyet-i şahsiyyelerini feda ettikleri onların necatı yolunda hapishanelere tıkıldıkları onların da’vaları için esaretin bütün acılarını tatmakta devam ettikleri hemen hemen malum değil gibidir. Hindistanlıların kendileri esaret altında oldukları halde Hilafet-i İslamiyye ve mehd-i İslam ile merakiz-i İslamiyye ve bilad-ı Arabiyye uğurunda vuku’ bulan mücahedatından müslümanların haberi var mı? Müslümanların bunlardan haberleri yoksa bunun muvasalatın inkitaından yolların insidadından başka bir sebebi daha vardır ki o da Hindistanda akvam-ı İslamiyyenin beynelmilel lisanı olan lisan-ı din ile bir gazetenin intişar etmemesidir. Biz bu noksanı telafi etmek emeliyle yı neşre başladık. Hindistanda üç yüz milyon insan yaşamaktadır ki bunların yüz milyonu müslümandır. Mütebakisi vesenidir. Şüphe yok ki yüz milyonlarca insanlar birer avuç toprak bile atsalar düşmanlarını diri diri gömerler ve onlardan kurtulurlar. Halbuki bu üç yüz milyonluk kitleye İngiliz me’muruyla bin İngiliz askeri hakim bulunmaktadır. Fil-hakika bu pek garib bir şeydir. Fakat sebebleri çoktur. Ve bu sebepler sair şark milletlerini sukut ettiren esbaba mümasildir. Bu sebeplerin en birincisi Hindliler arasındaki münazaat-ı milliyye muhtelif taifeler arasındaki mücadelattır. İngiliz siyaseti Hindistana hakim olduğu dakikadan i’tibaren Hindliler arasında tefrikaları şiddetlendirerek hepsine hakim olmak yolunu ta’kib etmiş ve muvaffak olmuştur. Bundan dolayı Hindistanlılar mütemadiyen birbirleriyle didinip durmuşlardır. Bir müddet sonra Hinduların akılları başlarına gelmiş hükumetin hilesini anlamış ve binaen aleyh umumi siyasi milli bir cem’iyet teşkil ederek Hindistanın hürriyet-i siyasiyyesini istemeye başlamışlardı. Fakat müslümanlar hala uyuyor hala hükumetin elinde bir alet olarak kullanılıyor vatandaşlarına karşı husumetkarane hareket ediyor ecnebi hırslarının alet-i tatmini oluyor hürriyet ve istiklalin kendilerine iras-ı zarar ederek Hinduları üzerlevesait-i hazıraya rağmen yekdiğerinden haberdar olmamalarıdır. Tabii bunun yegane sebebi harb değildir. Çünkü harbe rağmen Cebel-i Tarık Boğazından Çin denizlerine kadar yollar açık olmakla beraber bu yollar bir tarafın elinde idi. Denizlere hakim olan İngiltere kendi menafiine uygun olmayan istihdaf ettiği harbi gayelere tevafuk etmeyen her şeye karşı bunları seddetmeye muvaffak olmuştu. İngiltere avamil-i ma’neviyye ve fikriyyenin zaferi ihraz etmek hususunda topla tüfenkten daha müessir olduğunu bildiğinden bütün turuk-ı muvasalat ve muharebatı sıkı bir kontrole tabitutmuş ve siyasi propagandaya fevkalade ehemmiyet vererek havadise istediği kalıbı veriyor hakayıkı gizliyor ve bu suretle zafere doğru gidiyordu. Osmanlı Devleti’nin Harb-i Umumi’ye iştiraki bu vaz’iyeti büsbütün sıkıştırdı. Çünkü İngiltere memalik-i İslamiyyeye hücuma başladığından Hindistanda vaz’iyeti pek nazikleşmişti. Hindistan müslümanlarının merakiz-i İslamiyyeye ve bilhassa son İslam devleti olan Osmanlı devletine karşı perverde ettikleri hissiyat malum olduğundan arasındaki bütün muhaberatı inkıtaa duçar etmiş şark-ı karibden Hindistana müheyyic bir tek haberin gitmemesine Hindliler tarafından ref’ edilen avaz-ı iştikanın Hindistana ulaşmamasına çalışmıştı. Mısır gazeteleri matbuat-ı İslamiyyenin merkezi ve bütün dünya müslümanlarının nokta-i tearüfüdür. Müslümanları yekdiğerinin ahvalinden en ziyade ma’lumatdar eden matbuat Mısır matbuatıdır. Fakat Harb-i Umumi i’lan olunur olunmaz Mısır gazetelerinin Hindistana girmesi men’ olunmuş ve bunlar askeri sansüre tabitutulmuştu. Ancak arasıra Hindistana gazetesi gelirdi. Bundan başka Hicazda neşr olunan muntazaman gönderilir ve rical-i hükumet tarafından siyasi ve askeri sebeplerden dolayı mevkuf olanlara bile meccanen tevzi’ edilirdi. Binnetice Hindistan ile alem-i İslam arasındaki bütün esbab-ı tearüf kat’ olunmuş Hindistanın mücahedatı haricde hemen hemen hiç duyulmamıştır. Evet Hindistanın refah ve rahat içinde yaşayan binlerce evladlarının haricdeki kardeş Bu pek mühim ve pek esaslı bir işti. Fakat senesine kadar bir şey yapılmadı. ya bu İslam vilayetine tecavüz etti ve oradaki müslümanların boyununa kılıcı dayadı. Bu muharebenin haberleri ilk def’a olarak Hindistan müslümanlarını sarstı ise de bunların uykusu böyle bir sarsıntı ile uyanıklığa mübeddel olacak gibi değildi. Böyle uzaktan gelen bir sarsıntıdan ziyade içten gelen bir sayha kafaları ve kalpleri uyandıracak bir sayha-i intibah lazımdı. Esasen Cenab-ı Hak böyle hab-ı gaflete vararak sekerat-ı mevt içinde yaşayan milletleri uyandırmak ve onlara nefh-i hayat etmek gibi muazzam işleri der’uhde edecek olanları göndermeyi esirgemez. Bazan intizar zamanları uzarsa da nihayet müceddidler zuhur ederek mensub oldukları milletlere taze bir hayat ifaza ederler. manların ictimai siyasi dini hayatında birdenbire bir inkılab vuku’ buldu. Pek kuvvetli bir hareket müslümanlara her hususta icra-yı te’sir etmiş ve pek kısa bir zaman içinde memleketin en nüfuzlu en sağlam kuvveti olmuştur. Bu hareketin başında Mevlana Ebulkelam Ahmed bulunuyordu. Müşarun ileyh bir taraftan asıl Müslümanlığı diğer taraftan müslümanları hürriyet ve istiklal uğurunda mücahedeye da’vet ediyor ve bu da’veti her tarafta kabul ile karşılanıyordu. Mevlana Ebulkelamın tercüman-ı efkarı mecmuası olduğundan bu hareket-i da’veteHilal Da’vetiıtlak olunmaktadır. Bu hareketin zuhur ve sür’at-i intişarı cidden muhayyerül-ukuldur. Çünkü bu hareketin sür’at-i mebni değildir. Çünkü her dakikada muhalifler kıyametler koparıyorlardı. Bir taraftan hükumet bu teceddüd ve intibah hareketini boğmak için elindeki vesaitin kaffesini kullanıyordu. Diğer taraftan bütün müessesat-ı milliyyeyi istila eden zümreler bu harekete karşı pek bi-eman bir şiddetle mücadele ediyorlardı. Ve bütün bu kuvvetli mukavemetlere karşı Mevlana Ebulkelam tek başına mücadele etmiş ve hepsini yenmiştir. Bir sene zarfında Ebülkelamın da’veti bütün Hind müslümanlarını tesrine musallat edeceğini zannediyorlardı. Bu fikir o kadar hakim idi ki yeni mekteplerden neş’et ederek ulum-ı asriyye ile tecehhüz eden ve kendilerinden memleket için bir hayır umulan gençler bile hükumete meyletmişler ve ahad-ı nasdan fazla memleketi mutazarrır eylemişlerdi. Çünkü bunlar cem’iyet-i milliyyeye girmeye ve ittihadı te’sis etmeye mani’ olmuşlardı. Hindistan müslümanlarının milliyeti Müslümanlıktır. Kendilerini mes’ud edecek yükseltecek yegane kuvvet din kuvvetidir. Fakat maalesef müslümanlar arasında onları uyandıracak onların ölü ecsadına faaliyet ve himmet zerk edecek bir da’vet-i diniyye vuku’ bulmuyordu. Malum olduğu üzere din namına bir intibaha saik olacak cemaat ulema ve meşayihtir. Halbuki bunlar da gaflet içinde idi. Din namına taklid din namına adatın tahakkümünü idameden başka bir şeye hadim değillerdi. Bundan dolayı saf ve halis din yerine bir sürü hurafelerle bid’atler kaim olmuştu. Kitabullah ile Sünnet-i seniyye mehcur nazar ve ictihad kapıları mesdud tahsil-i Kur’an Celaleyn ile Beyzaviye münhasır olduğu gibi sair ulum-ı diniyye de buna makis idi. Milleti ihya ile bir takım dini milli vezaif ile bir takım ictimai faaliyetlerle mükellef oldukları ulemanın hatırına bile hutur etmiyordu. Bilakis bunlar bu uğurda vuku’ bulacak her hareketiSiyaset!addediyor veUlemanın siyasetle ne alakası vardır? İlimle siyaset hiç birleşir mi?!diyorlardı. Daha fenası bir takımulema’-i suun türemesi birtakım fitneleri eylemeleri oldu ki bunlar bütün bütün ebvab-ı felahı kapadılar. Otuz seneden beri ulemanın ıslah-ı hal etmeleri namıyla bir cem’iyetin teşekkülüne saik olmuş fakat bu cem’iyetin mesaisi bir takım teferruata saplandığından esaslı hiçbir teceddüd yapılmamıştı. Halbuki evvel be-evvel milletin kalb ve dimağını ıslah etmek gerektir. Bunların salahıyladır ki bütün mevcudiyet kesb-i salah ederdi. Yani ulema-yı İslam ile münevver gençliği vezaif-i milliyye ve ictimaiyyesini ifaya da’vet iktiza ediyordu. Aynı zamanda bu da’vetin nüfuz ve kuvveti sair kuvvetlere sirayet ve cümlesini müteessir ederdi. CİLD - ADED - - SAYFA Ahmedabadda Hekim Ecmel Han hazretlerinin riyaseti altında toplanan milli kongrede kemalini bulmuştu. Bir müslümanın Hindularla müslümanlardan müteşekkil bir kongreye riyaset temesi en mühim karar Hindistanın amal-i milliyyesini tasaddi etmeksizin sukut ve müsalemet dahilinde umumi bir boykotaj i’lan ve tatbik etmesi idi. Bu boykotajın programı mevadd-ı atiyyeyi muhtevidir: Hükumet tarafından i’ta olunan elkab nişanlar ve me’muriyetlerin iadesi Hükumete aid mekteplerin terkiyle milli mektepler te’sisi Mehakim-i adliyyenin terkiyle bütün da’vaların milli mahkemelerde hall ü faslı Hükumet tarafından icra olunacak ıslahatı nazar-ı i’tibara almayarak mecalis-i teşriiyyeye adem-i iştirak - Ecnebi emtiasının bilhassa akmişesinin adem-i isti’mali - Hindistan askerlerinin dahil-i memlekette tahakkümü idame hariçte sair milletleri esarete düşürmek için kullanmakta olmasına mebni hizmet-i askeriyyenin terki. - Nihayet hükumete i’ta olunan vergilerin adem-i i’tası Tabii bu programın tatbiki müşkildir. Fakat tatbik olunduğu takdirde Hindistan istiklalinin düşmanlarını hak-i helake sermiş ve Hindistanı bi-hakkın kurtarmış olurdu. Esaret-i ecnebiyyeye duçar olup mukavemet-i müsellehaya iktidarı olmayan bir memleket için bu tarik-ı mücahededen eslem bir tarik bulunamazdı. Bilhassa iktisadi boykotaj Hindistan istiklalinin gasıblarını en çok düşündürecek Hindistana karşı pek mülayim davranmalarını icab ettirecek bir madde idi. Bu kongrenin hitamından bir müddet sonra Mahatma Gandi tevkif olunmuş ve altı sene hapse mahkum edilmişti. Gandinin son sözü sakin boykotaja devamdan ibaretti. Fakat senesi kongresinin ictimaında kongre reisi Das Gandi fikir dermiyan etmiş hükumete karşı boykotaj yerine bilakis hükumetle zahiren iyi geçinmek hir ve tevhid eylemiştir. Bunun üzerine hükumet mukavemetin beyhude olduğunu anlamış muhalifler de hak ve hakikate serfürudan başka çare bulamamışlardır. Son günlerde İngiliz gazetelerinin Hindistandan aldığı haberler maalesef müslümanları müteessir edecek bir mahiyettedir. Çünkü Mahatma Gandi ile Mevlana Muhammed Ali ve Şevket Alinin nihayetsiz fedakarlıklarla kurmaya muvaffak oldukları bünyan-ı vahdet ve ittihadın sarsılmaya ve bu büyük mücahidlerin Hindistan hareket-i milliyyesi için kabul edip tatbikınde fevkalade muvaffakıyetler ihraz ettikleri esasatın tebdil ve tahrife duçar olmaya başladığını görüyoruz. Hindistan gibi pek vasi’ bir memleketi teşkil eden ve her biri ayrı bir dine mensub ayrı bir lisan ile mütekellim şimdiye kadar ayrı menfaatler peşinde koşan senelerden beri yekdiğerine muhasım vaz’ıyette duran büyük kitleler arasında milli bir vahdet te’sisi birkaç senenin mesaisiyle olup bitecek bir iş olmadığı muhakkaktır. Ba-husus ki bu memleketin başında orada bir vahdet-i milliyyenin teessüsüsünü kendi menafi’-i hayatiyyesi namına en büyük tehlike addeden bir hakimiyet-i ecnebiyye bulunuyor ki her vasıta ile Hindistanı teşkil eden kitleleri çarpıştırmaya ve birini himaye ederek diğerini zaif düşürmeye çalışmaktadır. Fakat her maniaya rağmen Hindistanın münevver fikirli vatanperver evladını toplayan ve Hindularla müslümanları temsil eden teşkilat-ı milliyyenin Harb-i Umumiyi müteakıb yekdiğerine karşı her türlü mücadelelerden sarf-ı nazarla tevhid-i mesaiye karar vermesi ve bu kararını tatbika muvaffak olması Hindistanın hayat ve amal-i milliyyesi namına büyük bir terakki adımı teşkil ediyordu. Bu ittihad ve vifakın en bahir tecelliyatından biri Hilafet da’vasının bütün Hindistan tarafından nail-i müzaheret olması bütün Hindistanlıların Hilafet da’vasını müdafaada yekvücud bir kitle teşkil etmeleridir. Müslüman Hindlilerle gayr-ı müslim vatandaşları arasındaki bu ittihad ve tesanüd geçen sene CİLD - ADED - - SAYFA Hilafete müzaherete ve hilafet hareketinde devama karar vermişlerdir. Hindistanda şimdilik vaz’ıyet bu merkezdedir. Biz her halde Hindli dindaşlarımızın mütebassırane hareket ederek a’zami fedakarlıkla teessüs eden bünyan-ı vahdeti tersin etmelerini ve bir takım esaslı bir te’sir icra etmemesi için her türlü tedabiri distanda Mısırda ve sair yerlerde bir cay-ı tatbik bulunursa emin olalım ki İslam da’vası çok felaketlere uğrayarak emperyalizm siyaseti bir kere daha ihraz-ı zafer edecektir. Fakat emperyalizmin bu sefer ihraz edeceği zafer umum İslam hangi müslümanın bu zafere edna bir surette amil olmaması lazım gelir. Şayan-ı şükrandır ki Hindistandan alınan en son haberler ekabir-i İslamiyyenin müslümanlarla vatandaşları arasındaki her ihtilafı tesviye etmek için tedabir-i lazimeye tevessül etmişler ve Hekim Ecmel Han Doktor Ahmed Muhtar Ensari gibi muktedir ve fazıl zevattan müteşekkil bir hey’et bu işi der-uhde etmek üzere intihab olunmuşlardır. Bu zevat tarafından sarf olunacak mesainin müsbet ve müsmir bir neticeye dest-res olmasını kemal-i samimiyetle temenni ederiz. Memleketimizde şeair-i İslamiyyeyi yıkmak vazifesiyle mükellef olan misyonerlerin mesailelerini taht-ı te’mine almak için Lozan Konferansı’na kadar murahhaslar göndermek suretiyle ehemmiyetle nazar-ı ibret ve intibahını celb etmelidir. Düvel-i muazzama murahhasları da misyoner müessesatı hakkında muahedeye bir takım mevadd-ı mahsusa derc ettirmek hususunda me’muriyet kabul etmek menasıb-ı hükumeti millet-perverlerle doldurmak ve binnetice hükumeti bir program tatbikini tavsiye eylemiş ve bu esas üzere İstiklal ve Hilafet Cem’iyeti namı altında yeni bir cem’iyet teşkil etmiştir. Gandinin ta’kib ettiği boykotaj siyaseti pek az bir zamanda te’sirini göstererek düşman tarafını şaşırtmış ve onu pek şayan-ı dikkat zararlara giriftar etmiş olduğu aşikar olmakla bu siyasetin terkine ve hükumete karşı adem-i muvalat yerine muvalat siyasetinin tatbikine karar verilmesi Hindistan efkar-ı umumiyyesi üzerinde pek büyük bir su’-i te’sir icra etmiştir. Gandi tarafından ta’kib olunan siyasetin te’siratı Maphister ve Lankşayr muhitlerinde hissolunmaya başlandığı zamanda bu siyaseti terk etmek Hindistanda bir takım ihtilafat-ı dahiliyyeye ve Das tarafından teşkil olunan cem’iyete muhalif bir cem’iyetin te’sisi gibi Hind kuva-yı milliyyesini parçalamak gibi birtakım neticelere müeddi olacaktır. Esasen bu gibi ihtilafattan istifadeye hazırlanan ma’hud düşman var kuvvetiyle müslümanları Hindulardan ayırmak için birtakım fitneleri müslümanlarla vatandaşları arasında vahdet ve tesanüdü kökünden sarsan birtakım münazaalar vuku’ bulduğu gibi Rajpotda bunun emsali vuku’ bulmuştur. Rajpotlar putperes bir cemaat oldukları halde son senelerde din-i İslam bunlar miyanında intişara başlamış ve binnetice bunların yüzdei din-i İslamı kabul etmiştir. Bu Rajpotları putperestliğe iade etmek için bir cem’iyet teşekkül ederek faaliyete ibtidar ettiğinden müslümanlar çok müteessir olmaktadırlar. Son günlerde alınan haberler ise bu gibi ihtilafat ve münazaatın bastırılacağı yerde bilakis tezyid-i şiddet ederek müstevli bir hal almak teessüf olan cihet de budur. Maamafih bu gibi sarsıntılarla Hindistanda teessüs eden intibahın boğulamayacağına bu milli buhranların tarik-ı selameti bulmakla nihayetpezir olacağına eminiz. Maamafih bu buhranlara rağmen Hindistan müslümanları bütün mevcudiyetleriyle da’va-yı CİLD - ADED - - SAYFA Asyada bizden ayrılan topraklar mes’elesi münakaşa edilirken Hasan Bey Yemen vilayetini de işe karıştırmış ve ahalisi tarafından anavatana merbut kalmak hususundaki malum müracaatlara rağmen bu hıttanın da hükumetimizce Türkiyeden tamamıyla münfek addolunduğunu tazammun eden sözler söylemiştir. Halbuki Yemenin bizden infikaki geçen konferansta hiç mevzu-i bahs olmamış bunu İngilizler bile mevzu-i bahs etmemişlerdi. Bizim fikrimizce biz de bu mes’eleyi meskut geçebilir Yemenin bizde kalmasını sarahaten talep etmesek bile bizden fekkedilmesini iddia edenler de bulunmadığına nazaran artık bize aid olmadığını ikrara lüzum yoktu. İştedeninciye kadar olan mesailin müzakeresinde yalnız bu cihet bizim nazar-ı dikkatimizi celb etmiştir ki bu babda biz de kendi hesabımıza bir kayd-ı ihtirazi dermiyan etmeden geçmeyi muvafık görmedik. Yemen mes’elesini ve bu hıttanın kime aid olacağını şimdiye kadar İngilizler ve Fransızlar bile bu def’a mevzu-i bahs etmemişken bizim hey’et-i murahhasamızın damdan düşer gibi bu bahsi ortaya atmasına ne aklımız erdi ne de havsalamız kabul etti. Hey’et-i murahhasamızın her türlü hukukumuzu müdafaada gösterdikleri azim ve celadeti ve iktidar ve meziyeti çok takdir etmekle beraber durup dururken Yemenin bizden ayrı olduğunu söylemelerini kendi hesabımıza hiç de muvafık görmedik. Esasen hey’et-i vekile reisi Rauf Bey geçenlerde bir nutukta Yemenin ecza-yı memalikimizden olduğunu söylemişti. Hasan Beyin aksini söylemesindeki hikmeti anlayamadık. Darul-Fünunun ve Medreselerin Islahı Hakkında Bu haftaki akşam gazetelerinden biriTahsil ve terbiyenin umumiyetle fena ve ibtidai olduğunu bilhassa İstanbuldaki Darul-fünunun birkaç seneden beri maddi ve ma’nevi inhitatta buısrar edip duruyorlar. İ’tilaf devletleri tarafından teklif olunan bu maddelerin ez-cümleuncu maddenin kabulü halinde artık misyoner tehlikesinin önüne geçmek imkanı kalmayacağında şüphe yoktur. Onun için İsmet Paşa hazretleri bu mevadda şiddetle i’tiraz etmektedir. Misyoner teşkilatı içinde en büyük faaliyet gösteren Amerika Genç Hıristiyanlar Cem’iyetidir. Lozanda bulunan bu cem’iyet murahhasları kendi cem’iyetleri hakkında bir takım imtiyazat te’min etmek hususunda Amerika murahhasını elde etmişlerdir. Amerika murahhası Mister Grovun da bu cem’iyetleri müdafaaya hazırlanmakta olduğu istidlal olunmuştur. Bu mes’ele hakkında müslüman kari’leri tenvir etmek lütfunda bulunan sermuharriri Velid Beyefendi kardeşimiz Lozandan gönderdiği bir mektupta diyor ki:Grovun bu talebinin bizim tarafımızdan tervic edilebilmesine tiyanlar Cem’iyeti mütarekeden sonra kimseye sormadan gelip memleketimizde yerleşmiştir ki bu hal esas i’tibarıyla gayr-ı meşru’dur. Saniyen cem’iyet-i mezkure memleketimizde sırf Hıristiyanlığı neşr ve ta’mim için gelmiş ve şimdiye kadar birçok gençlerimizin ve bilhassa genç kızlarımızın ahlakının seciyesinin akidesinin bozulmasına sebebiyet vermiştir. Ortada bu misal varken artık bizim bundan sonra bu cem’iyet-i meş’umeyi memleketimizde yaşatmayacağımızdan zerre kadar şüphe edilemez. Değil mi?.. Fakat lesinin ta Lozan Sulh Konferansı’na kadar aksetmesi ve bu cem’iyetleri müdafaa için buralara kadar murahhaslar bile gönderilmesidir. Evet onlar kendi gayeleri uğurunda böyle diplomatlarıyla rical-i hükumetiyle birlikte yorulmaksızın yılmaksızın çalışıp duruyorlar. Ve onlar böyle çalışmakla kendi milletlerinin maddi ma’nevi menfaatlerine hizmet ediyorlar. Bunlar biz müslümanlar için büyük ibret dersleridir. Fakat dır. CİLD - ADED - - SAYFA ti nazar-ı dikkate alarak tevhid-i medaris teşebbüsatında bulunmuş olduğunu Ankarada iken haber almıştık. Müdiriyet-i müşarun iley-hanın nokta-i nazarına göre her şehir ve kasabadaki mevcud medaris evkafının birleştirilerek yine aynı şehir ve kasabada belağan ma-belağ ihtiyacı te’min edecek büyük bir medrese inşa ve te’sis etmek ve bütün talebe-i ulumu o medreseye toplamak pek faydalı telakki olunuyor. Tedrisat Müdiriyet-i Umumisi fazıl-ı muhterem Aksekili Ahmed Hamdi Efendi öteden beri bu mes’ele ile Bundan başka biri İstanbulda biri orta Anadoluda biri de vilayat-ı şarkıyyede olmak üzere üç büyük külliye-i İslamiyyenin te’sisi düşünülmektedir. Hatta Vanda Medresetüz-zehra namıyla muazzam bir medresenin inşası için yüz yirmi bin liranın tahsisi hakkında yüz altmış küsur imzalı bir takrir Meclis-i Milli Riyasetine takdim olunmuştu. Meclisin ta’tili münasebetiyle bu takririn müzakeresi teehhur etmiştir. Gerek diğer medarisin gerek bu külliye-i İslamiyyelerin programlarını ihzar etmek üzere Ankarada Şer’iyye Vekaletinde on beş kadar efadıl-ı ulema ve meb’usan-ı kiramdan mürekkeb Asri Medreseler Hey’eti teşekkül etmiş ve bu hey’et mesaisini ikmale muvaffak olmuştu. Gelecek sene-i tedrisiyyeden i’tibaren İstanbuldaki Medresetül-mütehassısinin bu yeni programa göre tedrisata başlayacağı me’muldür. Bu külliye-i İslamiyyelere aktar-ı muhtelife-i masarıfına talebe gönderen milletler tarafından da muavenet edileceği hakkında bazı salahiyetdar zevat ile görüşülmüştü. da büyük kudretler terakkiler göstermeye muvaffak olur. Hindistanda Yeni Bir İslam Gazetesi Hindistanın Kalküta şehrinde fazıl-ı muhterem Abdürrezzak el-Leknevi Efendinin riyaset-i tahririyyesi ve reisül-ulema Mevlana Ebul-Kelam lunduğunuyazıyor. Umumiyet i’tibarıyla tahsil ve terbiyenin fena ve ibtidai olduğunu maarifin henüz bir istikamet-i salime tutamadığını Anadoluda dahi gezdiğimiz her yerde gördük ve bunun esbab ve avamilini mümkün mertebe bulunamadığımız cihetle İstanbul Darul-fünununun son zamanlardaki inhitatı hakkında kafi malumata malik bulunmuyoruz. Ne hey’et-i tenin bu mülahazası hakkında bir i’tirazda bulunulmadığı cihetle inhitatın bir emr-i vakıolduğunu kabul etmek lazım gelir. Maamafih biz Ankarada iken de Darul-fünunun ıslahı lüzumu hakkında bazı sözler işitiyorduk. Din ve vatan haini Ali Kemalin Darul-fünunu maddi ma’nevi tahrib edecek icraatta bulunması; bazı muktedir müderrisleri çıkartması talebeye karşı hasmane bir tavır takınması inasa mahsus kısmı kaldırarak kızları erkeklerle bir arada bulundurmaya mecbur tutması herkes gibi Meclis-i Milli a’za-yı muhteremesini de müteessir ediyordu. Bilhassa milletin hayat-ı ictimaiyyesine karşı bir darbe mahiyetinde olan bu müşterek tahsil yüzünden husule gelen infial pek şiddetli idi. Ecnebi kuvvetlere besine o zaman Darul-fünun hey’et-i idaresinin mukavemet göstermemesini Ankarada bazı zevat ma’zur gördükleri halde bazıları da görmemek o zaman Darul-fünunun gerek maddiyat gerek ma’neviyatında ika’ ettiği tahribat maatteessüf pek az zaman zarfında bu müessese-i aliyyenin milletin en mühim bir rükn-i hayatıdır. gazetesinin yazdığı vechile bunu düşmüş olduğu umurun en mütehattim vazifesidir. Yine aynı gazete medreselerin tevhidiyle muazzam bir Darul-fünun vücuda getirmek lüzumundan bahsediyor. Hakikaten bu da halledilmesi lazım gelen mesailden biridir. Her tarafta medreselerin dağınık bir halde bulunması hakkıyla leti Tedrisat Müdiriyet-i Umumiyyesinin bu ciheetmesini muvafık görmüştür. Hekim Ecmel Han Arabistana gidemediği takdirde onun yerine Mevlana Seyyid Hacı Hurşid Hüseyninin gitmesi de takarrür etmişti. Hey’etin katipliğine Mevlevi Seyyid Haşim tayin olunmuştur. Bu hey’etin vazifesi Arabistanın ahvalini tedkik ve Türklerle Araplar arasında uhuvvet ve meveddeti tahkim için sarf-ı mesai etmektir. Hükumet-i Milliyyemize İftira Darul-fünun muallimlerinden Avram Galanti Efendi gazetesinde neşrettiği bir fıkrada patrikhanelerle hahamhanelerin vazifeleri tamamıyla ruhani olduğu cihetle intihabat işleriyle alakaları olmadığını söylüyor ki doğrudur. Yalnız Avram Efendi araya Hükumet-i Milliyyemizi de sokuşturarak diyor ki: Hükumet-i milliyye demokratik yaniHalk esasları üzerine istinad ettiği için yeni Türkiye nazarında her demokratik memlekette olduğu gibi yalnız efrad vardır. Dini akide ise tamamıyla vicdani bir mes’ele olduğundan devletin kavanin-i mecmuasıyla alakası yoktur. Avram Efendi bu beyanatıyla Hükumet-i Milliyyemize zannettiği gibi -mesela Fransada olduğu vechilelaik yani la-dini bir hükumet değildir. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti bir hükumet-i nunundaAhkam-ı Şer’iyyenin Tenfiz ve İcrası Meclis-i Aliye aid olduğu musarrahtır. Binaenaleyh tamamıyla müslüman olan ve esasat-ı İslamiyyeye fil icra ve tatbik etmekte olan hükumet-i milliyyemize karşı vuku’ bulan bu istinadatı reddeder. Ve Avram Efendinin hükumet-i milliyye-i İslamiyyemiz hakkında söz söylerken sözünü tartarak söylemelerini ihtar eyleriz. Ahmed Efendinin himayesi altında unvanıyla Arapça bir mecmua intişara başlamıştır. refikimizin makasıd-ı mühimmesi ber-vech-i atidir: Bilhassa camia-i İslamiyyeye ve bilumum camia-i şarkıyyeye da’vet. Memalik-i İslamiyye ve şarkıyye arasında bilhassa Hindistan alem-i İslam ve Arabistan arasında tearüf ve teavün rabıtalarını takviye ile her milletin faaliyetini kardeş milletlerin faaliyetiyle rabt etmek. sarf ettikleri mesaiyi tevhid etmek. Aktar-ı muhtelifede yaşayan mütefekkirin-i min ile ıslahat ve teceddüdat için dürüst bir hatt-ı hareket tesbit etmek. ve Afganistanda akvam-ı İslamiyye arasında dini ve ilmi lisan olan ve İslam hayat-ı ictimaiyyesinin canlanmasına en birinci vasıta olan lisan-ı Kur’anın terakkisine çalışmak. Makalat-ı ilmiyye neşriyle muhakkıkinin efkarını toplamakla tedkikat ile ulum-ı İslamiyyenin Hindli refikimizin bütün müslümanların gayesi olan işbu maksadları tahakkuk ettirmek için vuku’ bulacak mücahedatında muvaffak bil-hayr olmasını temenni ederiz. Türkler ve Araplar Arasında Uhuvveti Tahkim İçin Hind Hilafet Cem’iyetinin Tavassutu Bombayda intişar eden gazetesinin neşriyatından anlaşıldığına nazaran Hindistan Hilafet Cem’iyeti Gayada akdettiği senevi kongresinde Arabistana bir hey’et-i murahhasa Mevlana Abdülbari Mevlana Ebülkelam Azad Mesihülmülk Hekim Muhammed Ecmel Han Mevlana Abdülmecid Seyyid Süleyman Nedvi Seyyid Ahmed Hacı Sıddik Hatıriden teşekkül - - bahs olan ayet-i kerimenin ma-kabli olan ayetler bunu izah etmişti ki bunların halası zinette tayyibattan istifade de israf etmek fevahiş ve münkeratı irtikab eylemek insanlara karşı bagy ü tecavüzde bulunmak Hak Tealaya şerik koşmak putperestliğin hurafatına meydan vermek taklid veya ictihad ile rüesanın tahakkümü için Hak Tealanın göndermediği ahkam ile milleti tazyik etmektir. Aziz ve mes’ud herhangi millet bu öldürücü dalaletlere sapar ve bu fesadları irtikab ederse Hak onu mülkünden edecek zillete düşürecek olanları üzerine musallat eder. Musevilerin Romalıların ve başkalarının tarihi gözümüzün önündedir. Kimisinin mülkü tamamıyla zail oldu. Kimisinin bir kısmı elinden gitti. Aklı başına toplamazsa elde kalan da gidecek. Milletlerin bu nevi’ eceli seneler ve günlerle tahdid olunmazsa da ilm-i ilahide saatlerle mahduddur. Lisanda saat zamanın en küçük müddetidir. Binaenaleyh ayet-i kerimenin mealince bir milletin eceli geldi mi cezası ne bir lahza teehhür ne de bir lahza takaddüm eder. Esbab-ı helake sarılan bir millet helaki istemiş olur ki onun da bu talebe icabet edeceği muhakkaktır. Bugünkü Avrupanın esbab-ı helak olarak ta’dad ettiğimiz rezaile batmış olduğu halde gittikçe kesb-i kuvvet ve azamet ettiği ve buna mukabil Meal-i Münifi Her milletin bir eceli vardır; eceli gelince ne bir lahza ileri ne de bir lahza geri kalırlar. Her milletin bir eceli bir müddet-i hayatı vardır. Ecel iki nevi’dir. O milletlerin eceli ki Cenab-ı Hak onları hidayete da’vet edecek peygamberler gönderir bu da’veti reddederler inkarda Ad kavm-i Semud kavm-i Fir’avn ve ihvan-ı Lut bu suretle helak olmuşlardır. Bu nev’-i helak da’vet-i hususiyye ile gönderilen peygamberlerin akvamına mahsus idi. Da’vet-i umumiyye ile gönderilen hitabına mazhar olan hatemül-enbiya Efendimiz’in bi’setiyle hitam buldu. milletlerin zeval ve izmihlal ile hitam bulmazsa da mezellet ve esaret ile hitam bulan hayatıdır. Bu nevi’ ecel ictima’-ı beşeriyyeye ve umran-ı aleme aid sünen-i ilahiyyeye merbuttur. Mevzu-i Başmuharrir Sahib ve Müdir CİLD - ADED - - SAYFA nizama yahud daha iyi bir nizama tabiolan haktır ki o batılı izale edebilir!demişti. Maamafih bunların bu hali intikam-ı ilahiye mani’ değildir. Bu vaz’iyet te’hir-i ecel ile tehhur-ı azabın bir misalidir. Yoksa azabın esbab-ı men’inden değildir. Çünkü azabın men’-i vukuu hak ve adalete i’tidale sulh ü salaha rücu’ ile mümkündür. Avrupanın hukema ve uleması da buna vakıftır. Avrupa hukema ve uleması bu hakikate vakıf bunları tarik-i helakten çeviremiyorlar? Buna cevaben deriz ki: Bu hususta bizim halimiz onların halinden daha garibdir. Hak Teala bize kitab-ı mübininde dünyamıza ve ahiretimize müteallik her hususu bildirdiği ve Kitabullah’ın kulub-i mü’minin üzerindeki te’siri ulema-yı maddiyyundan herhangisinin sözüyle kabil-i kıyas olmadığı halde evamir-i ilahiyyeyi nasıl dinlemiyorsak onlar da öyle dinlemiyorlar dinleseler bile anlamıyorlar. Hayat-ı ferdiyyede nice nice doktorlar görülür ki müskiratın te’siratını tahribatını yakinen bildikleri halde yine içerler! Hayat-ı umumiyyede de aynı hal görülür. Biz Kur’an-ı Kerimimizin ve din-i mübinimizin ta’lim ve hidayeti sayesinde aziz ve kavi müstakil ve müttehid bir ümmet idik. Bir takım ihtirasat peşinde koşarak parçalanarak zaif olduk. Zaman bazı müslüman milletlere yardım etti bunlar da tü aramızda bize ayat-ı ilahiyyeyi hatırlatan bizi hayata da’vet edenler oldu. Ümeramız ulemamız halkımız dinlemedi; ve binnetice akvam-ı lümanların bundan sonra Kur’an-ı Kerimimizin gösterdiği rah-ı hak ve necatta yürüyerek ve daima tealim-i Kur’aniyyeyi rehber ittihaz ederek hayat-ı İslamiyyeyi ölümden zilletten esaretten kurtarmaya hasr-ı mesai etmeleri beklenir! Yoksa Avrupanın tarikına girmek bu milletlerin seri’ adımlarla gittikleri hedef-i intikam ve azab-ı Fısk u fesadın milletler üzerinde te’siratı efrad üzerindeki te’siratına müşabihtir. Mesela etıbbanın kaffesi içkinin muzır ve emraz-ı bedeniyye ve akliyeye sebep olduğunu beyan ve isbat etmekte müttefiktirler. Fakat içkinin kuvvetli bir bünye üzerindeki te’siri ile zaif bir bünye üzerindeki te’siri bir değildir. İçkinin mebzulen kullanılmasıyla az kullanılması arasında fark vardır. Sonra içkiler de mazarrat i’tibarıyla yekdiğerinden farklıdırlar. Etıbba-yı ictima’ da fısk u fücur da israfın milletleri ifsad edeceğini zulüm ve bagyin helakden olduğunu beyan etmektedir. Fakat Avrupa devletlerinin bu ictimai hastalıkların sür’at-i te’sirine a’raz-ı bedeniyyeye karşı kullanılan ilaçlar ve tedabir-i vakıyye gibi mukavemet edecek kuva-yı maddiyye ve ma’neviyyesi mebzuldür. Bunların en mühimmi nizam ile zulümde bile sünen-i ictimaiyyeye riayet zulme adalet kisvesini giydirecek vesail ve esbabı ilerletmek batılı ayn-ı hak göstermek fesadı salah şeklinde ibraz etmek zulme duçar olanlar miyanında dahi kendilerine yardımcı bulmak hatta birçokları yani hakimiyet-i ecnebiyyenin hakimiyet-i milliyyeye müreccah olduğuna ikna’ etmek gibi şeylerdir. Mısır şairi Hafız İbrahim evvelce Mısırda vuku’ bulan zulüm ile ecnebilerin zulmü arasındaki farkı bu beytiyle pek güzel ifade etmiştir: Ma’nasıBu zulüm evvelce anarşi halinde idi. Kellesi kulağı düzelerek nihayet muntazam bir zulüm oldu. Bir kere üstad İmam Şeyh Muhammed Abduha sorduk: – Niçin bu frenklerin şuun-ı diniyye ve siyasiyyelerindeki batıla hakkın darbesi inmiyor da payidar oluyor? Müfti-i merhum buna cevabenBunların batılı nizama tabiolduğu için yaşıyor. Onun gibi bir CİLD - ADED - - SAYFA şekilde tasvire saik olduğu da aşikardır. Afrikaya karşı beslenen ihtirasat bu kıt’anın şimalinde tatbik olunmak istenilen istimlak siyaseti Müslümanlığı şekl-i hakikisiyle göstermeye mani’ olduktan başka Afrikanın bu aksamını elde etmeyi arzu edince Avrupa devletleri nam-ı İslam’ı tezyife ve onu en karanlık renklerle göstermeye başlayarak esasen cehalet içinde yüzen ve ilm ü amel sahasında hiçbir mevkii kalmayan bu milletleri büsbütün sarsmaya hasr-ı faaliyet etmişlerdi. Bundan dolayı Müslümanlık aleyhinde kurun-ı vustada te’lif olunan eserlerin ihyasına ahkam-ı propagandaların tervicine başlanılmış ve bu uğurda nice nice matbuat ve neşriyat ile çalışıldıktan sonra İslam’ın medeniyeti kabule müsaid olmadığına akvam-ı İslamiyyenin Müslümanlık yüzünden Avrupa milletlerinin yükseldiği paye-i medeniyyete yükselemeyeceğine dair hükümler verildi. Ve böylece her ne zaman İslam alemine karşı tahakkuk ettirmek istedikleri bir garazları bulunduysa bu yoldan tecavüzata germi vererek bunu pek tabii telakki etmelidir. Milletlerin düşmanlarından düşmanlarını ezmek kırmak istemeleri bu hedefi tahakkuk ettirmeye hadim bütün vesail-i mümküneye başvurmasına düşmanlarını büsbütün başka bir şekilde göstermesine düşmanlarına en ağır istinadatı reva görmesine saik olabilir. Diyorlar ki: Din-i İslam medeniyeti kabul edemez ve müslümanlar Müslümanlığı ma’bedlere hasr etmedikçe garb milletleriyle rekabeti düşünmemelidirler! Böyle bir söz medeniyet ve siyasette hiçbir tarihi olmayan bir dine salik olanlar hakkında söylenebilirse de bunu müslümanlar hakkında söylemeye hiçbir imkan yoktur. Roma devleti ile ondan evvel veya ondan sonra teşekkül eden muazzam devletler ancak milletlerini tehzib ve camialarını tevsik eden maarifini yükselten kavaninin ıslahına teşkilat-ı siyasiyyenin peyderpey te’sisine hizmet eden On dokuzuncu asrın mebadisinden i’tibaren Avrupa seyyahları ve muharrirleri din-i İslamı tedkika onun sıfat-ı kaşifesini aramaya başlamışlardır. Avrupalı seyyah ve muharrirlerin bu tedkikatı İslam aleminde anarşinin hükümran olarak İslam vahdetini tarumar müslümanların ecdadından varis oldukları medeniyet-i sahihayı tahrib ettiği devre müsadiftir. Malum olduğu üzere akvam-ı İslamiyye on beşinci asr-ı miladinin sonlarından i’tibaren evvelki asırlardaki hayat-ı mıştır ki bunun sebebi Avrupa devletleri İslam’a mukavemet ve vesail-i mümkine ile İslam aleyhinde mücadele esasına mübteni bir program kabul etmişlerdi. O zamandan i’tibaren Endülüs müslümanlarının ye’si şiddetlenmiş engizisyon mahkemeleri bunlara karşı her türlü zulüm ve işkenceyi tatbik etmiş ve bunun üzerine orada kalan müslümanların bakıyyesi de dağılarak tarihin kaydettiği Hindistan Cavada ve merkezi Asyadaki İslam ümerasının da ahlakı bozularak istibdada başlamışlar ve bu suretle anarşi cehalet harabiyet gibi afetler intizam irfan ve umranın yerini tutmuştur. Garbi Avrupanın şarkta isti’mar siyasetini ta’kib etmeye başlaması üzerine Arap ticaretini Arap asarını imhaya çalışması mesela Portekizlilerin on altıncı asırda Kalküta Bahreyn adalarındaki buna yardım etmiştir. Son asırlarda müslümanlar bu felaketlerle mücadele edip dururken evvelce İslam memleketlerinde asırlarca ber-karar olan ulum ve fünun ve sanayi’ gibi zevahir-i medeniyyetle iştigale vakit bulamamış Avrupalıların şarkı tedkik etmek hevesine düştükleri on dokuzuncu asrın mebadisine kadar vaz’iyet bu şekilde devam etmiştir. İşte bu Avrupalılar İslam alemini balada ta’rif ettiğimiz şekilde görmüşlerdir. ların Müslümanlığa karşı duydukları eski adavetin din-i mübinimizi hakikate tamamıyla mugayir bir CİLD - ADED - - SAYFA Müslümanlıkta Tevhid kaidesinin takarrürüyle müluk ve ümeranın hukuku yıkılmış kendilevazifesini İç nizde hayra da’vet eden ma’rufu emreden münkeri nehy eden bir cemaat bulunsunKur’an-ı Kerim bu gibi ayat-ı kerime ile hürriyet-i kelamı hürriyet-i intikadı takrir etmiş rical-i siyaset ve rical-i idareyi hatta amme-i nası hesaba çekecek bir cemaat bulunmasını emretmiştir. Din-i İslamın seciye-i siyasiyyesi Risalet-penah efendimiz hazretleri tarafından Medine-i Münevvereye muvasalat buyurdukları zaman Musevilere ziretül-Arabda tamamen teessüsünü müteakıb Necran hıristiyanlarıyla mücavir ülkelere gönderdikleri tebligat-ı mühimmeden müsteban olmaktadır. Bu son vesika bütün İslam hükümdarlarının hıristiyan tebealarına karşı ta’kib ettikleri siyasetin prensiplerini muhtevidir. Hükumat-ı İslamiyye miyanında herhangi sebebe mebni bu desatirden ayrılan bulunmuşsa bunun sebebini ya o hükumetin yahud hükümdarının seciyesinde aramak lazımdır. Binaenaleyh ekseriya din namına söz söyleyen ve hareket eden zaruret-i siyasiyyeyi ber-taraf edecek olursak dünyada hiçbir dinin sair edyana salik olanlara karşı müslümanlık kadar insaf ile muamele etmediği tavazasırların müruruyla azamet ve satvet-i şahikalarına çıkabilmişlerdir. Hiçbir millet görülmemiştir ki bu maksatlar uğurunda ahkam-ı zamana tevfikan atılması iktiza eden zaruri adımları atmadıkça bir hisse-i medeniyet ve azamet sahibi olsun. Ve bu zaruri adımları atmak mes’elesi asırların hiç olmazsa birkaç neslin yapabileceği bir iştir. Fakat ehl-i Kur’an bu vadide muhayyirul-ukul harikalar göstermişlerdir. Adeta bir adımda hiçbir milletin erişemediği yaklaşamadığı bir gayeye varmıştır. Risalet-penah efendimizin zaman-ı bi’setinde Araplar darma-dağınık bir milletti. İslam’dan evvel Arapların bir gün bir kelime etrafında topladıkları ve bir memleket teşkil ettikleri bir din ile mütedeyyin oldukları görülmüş bir şey değil-dir. Bilakis Araplar birbirleriyle döğüşür kan da’vaları güder ve bu da’vaların uğurunda daima kan döker dururlardı. Arapların riayet ettikleri bir kanun siyasetlerini tevhid eden bir teşkilat ulum ve maarife ziraat ve sınaata ve iktisadiyata tevessül etmelerini te’min edecek bir nizamları yoktu. Peygamberimiz’in Medineden Mekkeye hicret buyurdukları zaman Arapların hali bu merkezde Mekkenin fethine kadar geçen müddet esnasında yani takriben on sene zarfında ne yaptığını tedkik edelim. Bu on sene zarfında sabit bir düstur Araplar arasındaki kan da’valarını Arap vahdetini tarümar eden unsuri asabiyetlerin kaffesini imha eden bir uhuvvet-i diniyye yeryüzündeki bütün emvalin sarfıyla bile tahakkukuna imkan olmayan bir ülfet vücuda gelmiştir. Bu on sene zarfında meşruti şura demokratik bir hükumet te’sis ederek cezai medeni kaffe-i hukukta hakim ile mahkumu fakir ile emiri müsavat-ı tamme dairesinde birleştirmiş ve bu nizam karşısında herhangi bir ferdin kavanin-i Kur’aniyyenin fevkine çıkmasına imkan bırakmamıştı. Çünkü Kur’an nazarında fevkal-kanun olmak eski zamanların krallara ve prenslere perestiş adetinin asarından başka bir şey değildir. CİLD - ADED - - SAYFA muamelenin pek semih bir insaf ve teveccüh ile mümtaz olduğunu görürüz. Acaba hangi unsur-ı fatih yahud hangi din-i galib taht-ı tabiiyyetinde olan milliyetlere Peygamberimiz’in bu te’minatından daha mükemmelini ki: Necran hıristiyanlarıyla mücavir ülkelere Allahın selamıyla peygamberinin ahdi canlarına dinlerine ve mallarına şamildir. Hazırlarla gaibler ve sairenin ayin-i dinilerini icra etmeleri hususunda hiçbir müdahale vuku’ bulmayacağı gibi hukuk ve istifadelerde hiçbir tebeddül vuku’ bulmayacak hiçbir piskopos piskoposluğundan ayrılmayacak hiçbir rahib manastırından kaldı Hindistan Bundan evvelki nüshamızda Hindistanın Kalküta şehrinde intişar etmekte olan Arapça refikimizin Hindistan hareket-i İslamiyyesi hakkında yazdığı ilk makaleyi derc etmiştik. nın ikinci nüshasından ikinci makalesini de bervech-i ati tercüme ediyoruz: Hilalin da’veti din ve siyaset namına vuku’ buluyordu. Bir taraftan bid’atler ve muhdesat-ı ve berahin-i akliyye ile tutunmaya da’vet ictihad ve nazar kapılarının açılmasına halis müslümanlığa Hilalin da’vet-i diniyyesi siyaseti de şamil idi. Burada din ile siyaseti teferruk etmekliğimiz ancak lalin da’veti tamamıyla dini bir da’vet idi. Hürriyet-i milliyye gibi esareti izale gibi istibdadı istisal müsavatı te’sis gibi esasat esasat-ı sahiha-i leketinde vahdet-i din üzerinde ısrar etmeye sevk etmiş olabilir. Fakat bizzat bu nizam-ı esasi en mükemmel insafı muhafaza etmiştir. Hıristiyanlarla Museviler bir kaide olarak ayin-i dinilerini icra hususunda hiçbir tazyika duçar olmamış ve dinlerini tebdile icbar edilmemişlerdir. Kendilerinden hususi bir vergi i’tası taleb olunduysa bu taleb hizmet-i askeriyeden afvlarına mukabil idi ki devletin himayesinden yükleri tahfife iştirak etmeleri bir vecibe-i haktır. Putperestlere karşı daha fazla şiddet isti’mal olunduğu göze çarparsa da bu sırf nazari sahaya münhasır olup umumi sahada kanun-ı umumi hangi zamanda bunlara karşı şiddet isti’mal olunmuş halkın ihtirasatında aramak iktiza eder. Gayr-ı müslimlerin İslam memleketlerinde elim şerait dahilinde yaşadıklarına dair dermiyan olunan köhne nazariyatı te’yid için fukaha-yı müteahhirinin mahdud nukat nazarından başka Kur’an-ı hakimin de bazı ayat-ı kerimesine işaret olunarak aleyhis-salatü ves-selam Efendimiz’in gayr-ı müslimlere müsaid bir nazarla bakmadıkları ve müslümanlarla gayr-ı müslimler arasında dostane münasebatı tervic buyurmadıkları gösterilmek ederken makam-ı istişhadda irad olunan ayat-ı beyyinatın zaman-ı i’lanında İslamın giriştiği hayat ve memat mücadelesiyle bu mücadelenin tarafından müslümanları Müslümanlıktan çevirmek tereddiye uğratmak için kullanılan hainane vesaiti ve mücrimane teşebbüsatı göz önüne getirmelidir. Öyle bir zamanda aleyhis-salatü vesselam Efendimiz’in arkadaşlarını akaid-i muhasama ashabının kurduğu feci’ ve münafikane su’ikasdlardan tahzir etmesi lazımdı. Mukayeseli tarih mütetebbi’lerinden hiçbiri aleyhis-salatü vesselam Efendimizi küçük bir cemaat teşkil eden müslümanların düşman hıyanetinden tahaffuzunu te’min etmesinden dolayı mucib-i itab göremez. Fakat Peygamberimiz’in gayr-ı müslim tebeaya muamelesini tedkik ettiğimiz zaman bu CİLD - ADED - - SAYFA durmaya bakıyorlar ve tarik-ı i’tizale sapıyorlardı. Maamafih zamanın bu taife-i Mu’tezilesi eski Mu’tezileden pek geridedirler. Çünkü eski Mu’tezilenin te’vilatı lisan-ı Arabın icabatından harice çıkmıyordu. Halbuki bu yenilerin te’vilatı bir takım tahrifattan başka bir şey değildi. Bunların birisi Alikerh Külliye-i İslamiyyesinin müessisi Seyyid Ahmed Handır. Fakat Hilalin mesleği bunların mesleği değildi. Hilal Kur’an-ı Kerimin kaffe-i ulum-ı beşeriyyeye ve nazariyat-ı cedide-i felsefiyyeye hakim olduğunu ulum-ı beşeriyye ile nazariyat-ı felsefiyyenin hak ve batıla mehek ve mizan olamayacağını çünkü yekdiğerini nakız olduğunu ve bizzat sübuta muhtac bulunduğunu bunların mebahis-i diniyyeye giremeyeceğini çünkü ıstılah-ı şer’isiyleRe’yolduğunu beyan ediyor ve kaffe-i usul ve füru’da mezheb-i selefe da’-vetle bunun hak ve ilim ve hikmet-i sahihaya mutabık olduğunu izah ederek ulum-ı semaviyye ile nazariyat-ı felsefiyye arasındaki mücadelenin Kur’an-ı Kerimin galibiyetiyle hitam bulacağını i’lan ediyordu. Hilalin beynelulema revacına sebep da’vet-i vakıasının kendilerine yabancı gelmemesidir. Gerçi Hilalin taklide karşı vuku’ bulan şiddetli hücumu ve ictihad kapısının açılmasına delalet etmesi cümud ve taklid taraftaranına ağır geldiği gibi ihya-yı sünnet ve izale-i bid’at için vuku’ bulan da’veti mutasavvıfe ve ashab-ı turuku da rencide etmiş idi. Fakat Hilalin mücahede-i sebatkaranesi ulema ve meşayihi de teshir etmiş ve ekserisi de ona iltihak etmiştir. Açıkta kalanların dığı gibi hiçbir ehemmiyetleri de yoktur. El-hasıl Hilalin da’veti istiklal-i siyasi ile teceddüd-i diniyi şamildi. Şimdi bu da’vetin esasatını kaydedelim: Cenab-ı Hak müslümanların maksad-ı millisini muştur. Müslümanlar bütün beşeriyete karşı hak ve saadetin şahitleridir. Bütün insanları hidayete isal ederler.Şehadetmüslümanların milli ictimai gayesidir. Bundan dolayıdır ki müslümanlar kis makasıd-ı esasiyye-i İslamiyyedendir. Hilalin şiarıMüslümanlıkla esaretin ister esaret-i bedeniyye yaşamayacağıdır. Akaid-i İslamiyyenin esası tevhid olduğundan tevhidin muktezası insanın ancak Cenab-ı Hakk’a kulluk etmesidir. Sair mahlukat edemez. Kur’an-ı KeriminTevhidhakkındaki tebligatının hülasası muvahhid olan insanın fikren ve bedenen hür ve müstakil olmasıdır. Müşrik ise ubudiyet-i fikriyye ve maddiyyenin zincirlerine bağlıdır. Hilal tarafından icra olunan da’vetin mihveri Kur’an-ı azimüş-şan idi. Herhangi mesele-i ilmiyye veya hikmet-i felsefiyyeyi kitab-ı mübinden istihrac ediyordu. Binaenaleyh Hilalin sahifeleri ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife ile doludur. Kari’ler bunları ezberler bunlarla istişhad ederlerdi. Hindistanın bütün mehafil-i ilmiyyesi Hilalin Kur’an-ı Kerimi anlamak için yeni bir devir açtığını ve Kitabullah’ı anlamadan okumaya bir hatime çektiğini kabul ediyorlardı. Hilal Kur’an-ı Kerimi tetebbu’ ve ihtiva ettiği hakaiki esasat-ı ictimaiyye ve hikemiyyeyi istinbat ve istihrac hususunda yeni ve cazib bir üslub ulum-ı Kur’anı tetebbu’ ve keşf için yeni bir takım mukaddimat ve usul vaz’ etmiş nazariyat-ı felsefiyye ve ulum-ı asriyyeden tevellüd eden şüphele vahy-i ilahinin yakin bürhan basiret ilim ve irfan olduğunu münkirler tarafından tutulan yolun zan reyb şek tahmin ve cehalet yolu olduğunu etmiştir. Binnetice Hilalin da’veti az bir zalümanlıktan uzaklaşan Müslümanlığı sevmeyen münevver gençliği de cezbe muvaffak olmuştur. Gerçi son zamanlarda yeni bir ilm-i kelamın asr-ı hazıra münasib bir tefsirin lüzumuna dair bazı sesler yükselmiş fakat bir şey yapılamamıştı. Çünkü bu bağıranlar ulum-ı asriyyeden ve medeniyet-i garbiyyeden çok ürkmüşler cesaret ve celadetlerini zayi’ eylemişlerdi. Bunlar ayat-ı kerimeyi bir takım te’vilat-ı vahiyyeye uy Müslümanlığın tealim-i esasiyyesindendir. Hindistanda müslümanların vatandaşlarıyla ittihad etmeleri menafi’-i vataniyye icabıdır. Fakat Hindistanı esir eden ecnebilerle ittihada imkan yoktur. Çünkü İslam buna mani’dir. Kur’an-ı Kerim der ki: - Avrupanın ihtirasatı yalnız Müslümanlığı ve müslümanları değil bütün Asyanın hürriyetini bütün şarkın hürriyetini tehdid etmekte dünyanın emn ü emanını çiğnemekte beşerin rahat ve huzurunu selbeylemektedir. Binaenaleyh şarkın garba karşı birleşmesi ve hayat-ı müstakıllesinin muhafazasına gayret etmesi lazımdır. Türkiye İslam devletlerinin sonudur. Dünyadaki bütün müslümanların onun bekasına hadim olmaları mevcudiyetini müdafaa etmeleri onun hayatını kendi menafi’-i hususiyyelerine tercih etmeleri lazımdır. Çünkü Türkiye asıl sair müslümanlar fer’dir. Asıl kurtulmazsa fer’ yaşayamaz. Arapça bütün yeryüzündeki müslümanların lisan-ı millisi vasıta-i tearüf ve ittihadıdır. Binaenaleyh Hindistan müslümanları Arapçaya çok ehemmiyet vermelidirler. Birçok seneler Habeşistanda bulunarak oranın ahvaline yakından vukuf hasıl eden seyyah-ı şehir Şeyh Tevfik Efendi hazretleri ile Ankarada görüştük. Habeşistan ahvali hakkında bize faydalı malumat verdiler. Uzun uzadıya görüşüp not almaya vakit olmadı. Yakında kendisi de sal malumat vereceklerini vaad ettiler. Şeyh Tevfik Efendi hazretlerini tanıyanlar kendisinin ne muhterem ne muktedir bir İslam mübeşşiri olduğunu pek güzel bilirler. Yemende Asirde icra-yı seyahat ederek rüesa-yı İslam araHayrul-ümem veHayrul-beriyyedir. Ve yine bundan dolayıdır ki yeryüzünde istihlaf olunmuşlar. Hayat-ı dünyada bir milletin irtika edebileceği en yüksek makam budur ki müslümanların milli gayesi bundan başka bir şey değildir. türeyen gasıpların esiri olmak Müslümanlıkla kabil-i te’lif değildir. Hürriyet uğurunda çalışmak mücadele etmek müslümanların vazife-i milliyyesidir. Müslümanlar ya serbest yaşarlar yahud şerefle ölürler. Müslümanlıkta bunun ortası yoktur. Çünkü Müslümanlık müslüman olan hukkamın ubudiyete inkıyad edenler hiç şüphesiz namaz kılsa da oruc tutsa da müslüman olduğunu iddia etse de hayat-ı İslamiyyeden mahrumdur. Hindistan müslümanlarının iki vazifesi vardır: Birincisi İslami umumidir. İkincisi millidir memleketlerine hastır. Birincisi Hindistan müslümanlarının memleketlerinin hududuna hasr-ı nazar etmeyerek bütün dünyaya bakmalarını hududundan vareste cihan-şümul bir uhuvvettir. Bir müslüman dünyanın herhangi tarafında mukim olursa olsun uhuvvet-i umumiyye-i memleket kayıdlarından mütecerrid müctemi’ bir hey’et-i beşeriyye olarak tecelli etmelerini te’min edecek teşkilatı vücuda getirmezlerse sırf milliyet ve memleket esasına ibtina edecek faaliyetleri bir fayda vermez. Binaenaleyh Camia-i İslamiyye hareketini takviye ederek milli ictimai vazifelerini gelir ki Kur’an-ı Kerimin emri de budur. Bundan başka müslümanların vazife-i vataniyyelerini de ifa etmeleri vacibdir. O da Hindistanı esaretten kurtararak istiklalini kazanmak ve bunun leri lazım gelir. Bilhassa müslüman olmaları haysiyetiyle hürriyet yolunda başkalarına nümune-i bulunmaları iktiza eder. Din-i İslam Müslümanlığa muharib olmayanlarla ittihada aleyhdar değildir. Sulh ittihad müsavat ve uhuvvet-i insaniyye CİLD - ADED - - SAYFA – Habeşistan Hazret-i Peygamberimiz efendimiz zamanından beri bir ehemmiyet-i mahsusayı haizdir. Ashab-ı kiramın ilk hicret ettikleri memzahime ma’ruz kalan ilk müslümanların ilticagahı Habeş diyarıdır. Kerime-i Risalet-penahi hazret-i Rukıyye damad-ı peygamberi Hazret-i Osman Hazret-i Alinin kardeşi Ca’fer gibi güzide ashabı sinesinde hıfz ve himaye eden Habeşistandır. Binaenaleyh Habeşistanın Müslümanlık tarihinde pek büyük bir mevkii vardır. Hazret-i Peygamberimiz efendimiz din-i İslamı kabul ettikleri için müşrikinin eziyet ve cefalarına dayanamayan ilk müslüman fedakarlarını kendi kavim ve kabilesine emniyet edemiyor. Habeşistana gitmelerine müsaade ediyor. Nasıl oluyor da kendi kabilelesinden kendi kavminden başka bir millete ashab-ı kiramını gönderiyor? Habeşte ne ruh var ki hiç tecrübe etmeden bu en kıymetli sahabilerini yabancı bir milletin yed-i himayesine tevdi’ ediyor? Maalesef müslümanlar bidayet-i İslamda ilk müslümanlara karşı büyük bir sadakat gösteren onları hıfz u himaye eden bu hamiyetli kavme layık olduğu mükafatta bulunamamıştır. Resulullahdan evvel orası Yahudiliği bilahare hıristiyanlığı kabul etmiş yani daima bir dine tabi olmuş bir kavim olduğu anlaşılıyor. Hakikaten ne garibdir İslamiyet Medine-i Münevvereden evvel Habeşistanda tecelli ediyor! Hazret-i Peygamber efendimiz Mekke Araplarının fazla tazyikıne ma’ruz kalınca yeni müslüman olanlar için artık Mekkede durmak kabil olmadığını görüyor onlara bir ilticagah arıyor Habeşistanı münasib görüyor. Hatta yar-ı gar-ı olan hazret-i Sıddikı bile oraya gönderiyor. Şu kadar ki hazret-i Sıddikın Mekkeden ayrılması Kureyş üzerinde fena bir te’sir yapıyor. Hazret-i Ebu Bekir deniz kenarına gelir gelmez Kureyş kabaili rüesasından bir zat karşısına çıkıyor: – Ya Eba Kuhafe! Sen nereye gidiyorsun? diyor. Sen ki misafirlerine hayvan kesmekle ziyafet verirsin. Sen ki çıplakları giydirirsin. Sen ki esirleri esaretten kurtarırsın. Senin gibi bir zat hicrete desin. Kabilem halkı seni himayeye kafidir... sında te’min-i vahdet hususunda büyük hizmetler Umumi’den bir sene evvel Habeşistana geçiyor. Orada bir müddet kitapçılıkla meşgul oluyor; sonra Habeşistan sefirimiz Mazhar Beyle tevhid-i mesai ederek Harb-i Umumi zamanında oralarda mühim işler görüyorlar; Mazhar Beyin vefatı üzerine üç sene kadar ona vekalet müslümanlarına tebşir eyledikten sonra kalkıp buraya geliyor. Bütün hayatlarını İslamın intibah ve tealisine hasretmiş muhtelif akvam-ı İslamiyye ile temas etmek ve o akvama karşı ecanibin aldıkları tavr u vaz’iyeti yakından görmüş olmak hasebiyle müslümanların elemini kendine derd edinmiş böyle müslüman seyyahlarının gördüklerini düşündüklerini etmek bütün müslüman gazetecileri için en mütehattim bir vecibedir. Zira her şeyden evvel yekdiğerinden bi-haber müslüman akvamı arasında tearüfün husulüne çalışmak lazımdır. Ne yapmak lazım gelirse yapılarak muhtelif vesaite müracaatla bu tearüfü te’min etmek bugünkü İslam mütefekkirlerinin omuzlarına yüklenen en mühim bir vazifedir. Hıristiyan misyonerlerinin ta memleketlerimize kadar gelerek nasıl çalıştıklarını görüyoruz. O yılmak bilmeyen misyonerlerin muttarid mesaisidir ki müslümanları yekdiğerinden cüda düşürmüş aralarındaki o sarsılmaz bünyan-ı vahdeti parçalamış bünyelerine türlü türlü husumetler nefretler dağılan bir kitap gibi perişan hale getirmiştir. Şeyh Tevfik Efendi hazretleri müslümanları bu hususta pek şiddetli muaheze ediyor. O muhtetelif etimiş olmak i’tibarıyla bizleri ne kadar muaheze etse yeri vardır. Keşke yüzlerce binlerce böyle fedakar seyyahlarımız olsaydı da bizlere karşı mütemadiyen muahezede bulunmuş olsaydılar. Hiç şüphe yok bu samimi muahezeler bizi daldığımız derin gaflet uykularından uyandırmış olurdu. Ey dostunu düşmanını seçemeyecek hale gelen müslümanlar! Kulaklarınızı veriniz dinleyiniz bakınız Şeyh Tevfik Efendi hazretleri o iklimler hakkında neler anlatıyor: CİLD - ADED - - SAYFA Bu gölde teraküm edip Mısıra giden suların cereyanı feyezansız zamanda saniyede metre mik’abdır. Feyezan zamanında ise cereyan metre mik’abına kadar yükseliyor. Bu feyyaz nehirlerdir ki İngilizlerin nazar-ı tamaını Habeşistana celb etmiştir. Şimdi İngilizler Sudanda yedi yüz kilometre vüs’atinde sun’i bir göl yapmak istiyorlar. Bundan maksad Nil-i ezrakın getirdiği gübreli çamurlu suyu orada alıkoymak ve Sudanda yeni bir İngiliz müsta’meresi vücuda getirmektir. Bu gölün imtiyazı alınmış mühendisler gelmiş işe başlamışlardır. Şimdi setlerin inşasına çalışılıyor. Bit-tabi’ bundan Mısır çok zararlar görecektir. Onun içindir ki Mısırlılar bu hususta çok bağırdılar çağırdılar. Fakat aldıran olmadı. Eğer hakikaten İngiliz planı mucebince bu göl yapılır Sudandan vasi’ mikyasda arazi irva edilirse Mısır hal-i hazırından fazla arazi iska edemeyecektir. Ve bit-tabi’ eski bereket de olmayacaktır. Atideki bu buhranı nazar-ı dikkate alan İngilizler şimdiden Mısırlıları o zamana hazırlamaktadırlar. Mesela az su sarfına alıştırmak için suyu gayet hesabla veriyorlar. Su kuyuları açılmasına teşvik ediyorlar. Halbuki Mısırın hayatı bereketinin ruhu Nil-i mübarekin getirdiği gübreli çamurlu sudadır. Gübresiz çamursuz su ile bit-tabi’ o bereket hasıl olamaz. Eğer Mısırlılar şimdiden bu İngiliz planını akim bırakacak bir vaz’ıyet husulüne muvaffak olamazlarsa bilahare Mısırın o kumlu çöllerini şimdiki gibi feyyaz tarlalar haline Mısır ki dünyanın her tarafından fazla nüfus yetiştiriyor. Bundan kırk sene evvel Mısırın nüfusu yedi buçuk milyon iken şimdi on dört milyona baliğ olmuştur. Bu hesabla bir asır sonra ne kadar olacağı düşünülsün. Bu kadar nüfusun hangi su ile ve ne kadar tarla ile idare edilebileceği endişesi şimdiden hissedilmektedir. Demek ki bu zavallılar da kendi menba’larından mahrum ve hicrete icbar edileceklerdir. İşte İngiliz siyasetinin bazı erbab-ı tefekkür Habeşistanı garb devletBöyle diyor ve Hazret-i Ebu Bekiri alıp Mekkeye götürüyor. Bilahare emr-i ilahi ile ikinci hicret vukua geliyor. Yeni müslümanlar Medine-i Münevvereye gidiyorlar. İslamiyet oradan Şam ve Irak taraflarına bıyla kalıyor. Şu kadar ki Habeş imparatoru Necaşinin bir muvaffakıyet oluyor. Hazret-i Peygamber Efendimiz imparatorun müslüman olmasından pek memnun oluyor. Bilahare Necaşi vefat ediyor. Hazret-i Peygamber Efendimiz Necaşinin haber-i vefatını Medine-i Münevverede işitiyor. Cenaze namazını gıyaben eda buyuruyorlar. İşte o zamandan i’tibaren Salat-ı Gaib kılınmaya başlanmıştır. Bilahare Habeşteki sahabi peyderpey Medine-i Münevvereye döndüler. Ondan sonra neşr-i din o kadarcık bir tohum-ı İslam telkin-i saadet sanki orada kafi görülmüştü. Sonraları Yemendeki müslümanlar ticaret dolayısıyla Habeşistana gittikçe Müslümanlığı da neşretmekten hali kalmadılar. Habeşistan bolluk bir memleket olduğu karşıya geçerler Habeşistanın nefis ve mebzul yağlarından feyyaz tarlalarından geçinirlerdi. Hakikaten Afrika kıt’asında en güzel yer en mu’tedil kıt’a Habeşistandır. Orası muhtelif mütemadiyen yağmurlar yağıyor. Hiçbir yerinde araziyi irvaya hacet yoktur. Kudret-i fatıra bütün rafından feyyaz nehirler akıyor. Oraları zümrüd gibi yem yeşil dağları ormanlarla muhat. Oradaki nehirlerin en büyüğü Nil-i Ezrakdır ki çamurlu Nil demektir. Bu nehir Fevcam dağlarından şiddetle feveran ediyor. Nebean ettiği mahalden tahminen seksen metre kadar yükseliyor. Sonra etraftan diğer nehirler de buna iltihak ederek seksen kilometre murabbaında büyük bir göl husule geliyor ve o göl Nil-i Ezrakın menbaı addolunuyor. Habeşin Emhari kısmı bu gölün ismine Tana derler. Tigıri kısmı ise Çana derler. Ma’nası bahr-i amik demektir. CİLD - ADED - - SAYFA Garb medeniyetinin bütün mesavi ve fezailiyle kabulü taraftarlarının başlıca gayelerinden biri de Türk ve müslüman kadınlığını her türlü kuyuddan azade hür ve serbest bir hale getirmektir. Buna rağmen senelerden beri sarf edilen elim mesai zariyye ile son günlerde tevessü’ eden bu cereyanın rih ve sonra istikbalin muzlim uçurumları muvacehesinde derin derin düşünmek her müslüman Günün herhangi saatinde Kadıköy Şişli ve İstanbulda yapılacak bir tedkikatta görülecektir ki: Kuyud-ı vicdaniyye ve ictimaiyyeyi bir tarafa bırakarak yalnız ve yalnız his ve zevki için muhitini ailesini hatta şahsi menfaatlerini bile unutan bir zümre var. Dall ve mudıll olan bu kitle bazan tiyatrolarda bazan sokaklarda en iğrenç bir açıklık ve lakaydi ile mukaddesat namı altındaki her şeyi çiğneyip geçiyor. Garbcılarımız bunaHürriyet-i Nisvanterkib-i mutantan ve muşa’şaını izafe ediyorlar. Fakat biraz idrak ve iz’an sahibi olanlar pek güzel görüyorlar ki: Hürriyete doğru koşan açık kadınlık hiç de fazilete tekamüle doğru gitmiyor. Belki bu hareketleriyle hem kendilerini hem de hey’et-i ictimaiyyemizi tefessüh ve inkıraza sürüklüyorlar. Hürriyetin İslamiyet nazarında bu zavallıların tahmin ve tasavvurlarından çok yüksek bir mevki’-i mu’tenası vardır. Lakin her hürriyet gerek eşhasa ve gerek hey’et-i ictimaiyyeye zarar iras etmemekle mükellef ve bu lazımenin behemehal te’miniyle mukayyeddir. Bunun için şeriat-i İslamiyye kadının tesettüre riayetini hicab ve nezahetini mekle ırki hissi ictimai ahlaki ve hatta siyasi bütün ledünniyatı şamil olmak üzere cem’iyette üssülesas olan aile teşkilatını mütekabil bir emniyet sadakat muhabbet ve menfaat umdeleri etrafında toplamış insaniyeti fazla sa’y ü amele tasarrufa fedakarlığa intizama hakimiyet-i nefse sevk etmekte bulunmuştur. Hilkatindeki zaaf-ı met-i Muhammede intibahlar versin. CİLD - ADED - - SAYFA ti kadınların müskirat isti’malinden tiyatrolarda bir zevk oyuncağı bir kukla gibi dolaşmasından her şeyden evvel kendi saadetlerini baltalıyorlar. Çünkü bugün açmak istedikleri kadın kendi zevceleri hemşireleridir. Mes’eleyi sade nazari sahada bırakmayarak en kör vicdanları bile intibaha sevk etmesi lazım gelen bu müdhiş hakikatleri madde zikriyle isbat etmek icab ederse: Son on senelik tarih-i ictimaimizin tedkiki kafi ve vafidir. Daha pek yakın bir maziye aid hatıratı göz önüne getirirsek aile hayatında hüsn-i muaşeretin geçimsizliğe hakim talak vukuatının nadirattan add edilecek derecede azaldığını fuhşun mahdud neslin kavi olduğunu görürüz. Halbuki mahkeme-i şer’iyye kuyudatı tedkik edilecek olursa son senelere aid binlerce on binlerce talak da’vaları en canlı bir bürhan şeklinde aile muaşeret ve teşkilatının yıkılmakta olduğunu gösterir. Merak edenler herhangi bir gün mahkeme divanhanelerini dolduran bu bedbaht kalabalığı gider bizzat görebilir. Dünkü faziletmend fakat bugünkü ser-azade kadınlardan kaç bininin vesikalı fahişe sınıfına sukut ettiğini anlamak için Sıhhıye Müdiriyetine müracaat kafidir. Emraz-ı zühreviyyeye gelince: Bunun tahribatını tasvire imkan bulabiliyoruz. Dispanserlerin ekserisi kadın olmak üzere akşamlara kadar dolup boşalıyor. Hususi muayenehaneler ise daha elim ve vahim serairle doludur. Henüz genç ve bakire zannedilen birçok kızların macera-yı hayatını söylemeye dilimiz varmıyor. Sonra bunların neticesi olarakNüfus istatistikleriyle sabit olduğu vechiletevellüdat nisbeti son derecede azalmış nesil cılız ma’lul kalmaya başlamıştır. Moda tuvalet masrafı olarak Avrupanın cebine giren ve bugünkü şerait altında gıdalarımızdan kesilen paralar bünye-i iktisadiyyemizde ne derin rahneler açmaktadır. El-hasıl kadının açılması ve alçalmasıyla duçar olduğumuz zararlara payan yoktur. Bu kadar vazıh ve sarih hakayık karşışında el-an yanlış yola gitmek isteyen aile reislerine ergen gençlere -ki asabi muhakemesindeki metanetsizlik hasebiyle kadın tabiaten harici muhitten uzaklaşmaya ve aile yuvasının şeraiti içinde saadet yolunu bulmaya mecburdur. Bir kadın ancak hanesinde hey’et-i ictimaiyyeye daha müfid olabilir: Zira kabiliyet-i hayatiyyesindeki adem-i mukavemet; kadını harici ihtirasat ve te’sirata karşı müdafaasız bırakacak kadar ehemmiyetli bir özürdür. Kendilerini bu sahada müdafaasız bırakanlar cem’iyet olamazlar. Zaaf-ı hissiyatı mantığa galebe çalan saadeti yuvası haricinde arayan kadın medeniyet ve cem’iyet için inkıraz mikrobudur. Ba-husus bu sukutu tervic edenler: Zevcesinin hemşiresinin efrad-ı ailesinin serair-i bedeniyyesini ve ismetini açık saçık umumun enzar-ı iştihasına -müteceddid görünmek sevdasıyla- arz edenler dişisini kıskanan himaye eden hayvanattan bile olsun ders-i ibret alamayacak kadar hissiz ruhsuz bir derekeye alçalmışlar demektir. Her teceddüd bir menfaat ve terakki mukabili sule geliyorsa buna ancak ve bi-hakkınTereddi namı verilir. Esasen ulum-ı ictimaiyye vazıhan gösteriyor ki: Tedenni ve sukut milletlerde evvela kadınlardan başlar kadının aile rabıtası gevşedikçe hey’et-i Senelerden beri tekamülünü medh ede ede bitiremediğimiz hür ve ser-azade kadınlık zümresi maaliyat sahasında acaba kaç hatve ilerileyebilmiştir? Bugünkü kadınlık acaba dünküler kadar ailelerine sadık mıdır dünkü validelerimiz kadar umur-ı beytiyyeye vukufları en esaslı vazifeleri olan evlad yetiştirmek ve büyütmeye aid malumatı ve hatta intizam-perverlikleri temizlikleri el-hasıl bütün ma’nasıyla kadınlıkları var mıdır? Hidemat-ı beytiyyesini haysiyet-şiken bir iş olarak telakki eden tuvaletten süsten gezmekten birçok sevilmekten birkaç Frenkçe lügat beş on çalgı havasından başka sermayeye malik olan kaç serbest kadınımız var ki biz de atiden bir şeyler beklemek hakkını kazanmış olalım? Cins-i nisvana aid bütün vezaifi mübtezel bir teşhirden şuurdan uzak bir açıklıktan medeniye Azerbaycan Türkleri ki -Akçuraoğlu Yusuf ve Ağaoğlu Ahmed Beylerin ta’birleri vechile- Asyayı vusta ve şimal Türkleri ile garb Türkleri arasında vasl hizmetini ifa edecek bir mevki’de bulunuyorlardı; yazı hususunda bizden Asya-yı vusta ve şimal Türklerinden ayrıldıktan sonra artık o hizmeti ifa şöyle dursun bilakis Azerbaycanın haciz bir vaz’iyete düşeceğini nazar-ı teessüfle görmemek kabil değildir. Yazı hususunda Azerbaycanda böyle bir iftirak ve i’tizal başladığını ilk def’a haber veren ve bu felaketin önüne geçmeye çalışan Kazım Karabekir Paşa hazretleri olmuştur. Müşarun ileyh şark cephesi kumandanı oldukları cihetle daha geçen sene bu muzır cereyana vakıf olmuş ve Ankara Maarif Vekaletini bundan haberdar eylemişti. Bunun üzerine Te’lif ve Tercüme Encümeni üstad-ı muhterem Samih Rif’at Beyefendinin ri’ele hakkında uzun uzadıya müzakeratta bulunmuştu. Hatta Ticaret Müdir-i Umumisi Vehbi Beyin Türkiye mekteplerinde de Latin hurufunun kabulüne taraftar olduğunu söylemesi diğer a’zayı pek mütehayyir etmişti. Ne gibi esbab-ı ilmiyyeye mebni Türkçe harfler yerine Latin hurufunu bazı şeyler de söylemeye kalkışmıştı. Bunun üzerine Samih Rif’at Beyefendi bu mes’ele hakkında gayet mühim bir rapor kaleme alarak hey’eti umumiyyede okudular. Samih Rif’at Beyin bu raporu azim bir kıymet-i ilmiyyeyi haizdir. Memleketimizde en büyük lisan mütehassıslarından olan müşarun ileyh elsine-i şarkıyyenin Latin harfleriyle yazılması gayr-ı mümkün olduğunu en vazıh delail-i ilmiyye ile ve en muktedir müsteşriklerin tedkikatı ile isbat eylemişti. Akçuraoğlu Yusuf Beyin bazı sual ve istizahları üzerine Samih Rif’at Beyefendi bu raporu biraz daha tevsi’ ederek sorulan suallerin ilmi cevaplarını da vermiş bu mes’eleyi hiçbir mu’terizin da bulunmuşlardı. Te’lif ve Tercüme Hey’eti ekseriyet-i azime ile Samih Rif’at Beyefendiyi bu raporundan dolayı tebrik ve takdir etmiş ve bunun derhal tab’ edilerek kadınlığın tereddiyatından mes’ul olan birinci derecede de erkeklerdir- hitab ediyoruz: Ey müslüman erkekleri! Kendi zevce hemşire ve aileniz efradına dahil genç kadınlarınızın perde-i hicab ve iffetini hetke alet olduğunuz müddetçe her şeyden evvel kendi saadetinizi kendi yuvanızı yıkmış oluyorsunuz... Ey gençler! Yarın rah-ı hayatınızda lane-i aşkınızda binlerce ihtimam ve şefekatle kabule hazırlandığınız hayat arkadaşlarınız bugünkü şuursuz ruhsuz binlerce kimseye bezl-i iltifat ve teşhir-i endam eden kızlardır... Bunlardan hangi aşkı hangi sadakat ve saadeti bekliyorsunuz?... kıskandığınız bin türlü rakik emellerle süslediğiniz hayat-ı aileniz ancak felaket ve azab uçurumlarıyla doludur! Azerbaycan Maarif Komiserliğinin bir ta’mimine göre bu sonbahardan i’tibaren bütün mekatib-i tedrisine başlanılacağını Tifliste münteşir komünist gazeteleri yazıyor. Demek ki müslüman ve Türk olan Azerbaycanlı kardeşlerimiz için beklenen felaket bugün tahakkuk ediyor. Bolşeviklerin pençesine düşen Azerbaycan Türkleri bu hususta bizden bütün müslümanlardan ve Türklerden ayrılıyorlar. Bundan sonra ne onların kitaplarını ve gazetelerini diğer müslümanlar ve Türkler okuyabilecek ne de bundan sonra orada yetişecek nesil leceklerdir. Ecnebilerin senelerden beri akvam-ı alesef Azerbaycanda filizleniyor. Son asırlar zarfında Rus çarlığının yapmaya muvaffak olamadığı tahribatı Bolşevikler bir iki sene zarfında ika’ ediyorlar. Çarlık Rusyası pençelerini üzerine attığı milletlerde hürriyet ve istiklal-i siyasi namına bir şey bırakmıyordu. Bolşevikler ise bununla hayat-ı ictimaiyyelerine de dest-i teaddisini uzatıyor. CİLD - ADED - - SAYFA nazarında her demokratik memlekette olduğu gibi yalnız efrad vardır. Dini akide ise tamamıyla vicdani bir mes’ele olduğundan devletin kavanin-i mecmuasıyla alakası yoktur. Hükumetlerin şekilleri din ile alakadar değildir. Bu gayet sarihdir. Müstebid eski Rusyanın resmi dini Ortodoksluk; meşruti İngilterenin resmi dini Protestanlık; cumhuri Fransanın resmi dini yirmi sene evvel laik yani la-dini olmuş olan Fransa son Harb-i Umumi’den beri la-dini olmaktan çıkarak geçen sene takdis edilmiş olan Jan Dark namında bir çoban kızının merasim-i diniyyesine geçen gün resmen iştirak etmiştir. Katoliklik; demokratik Türkiyenin resmi dini İslamlıktır. Bu memleketlerden bahsedildiğinde Ortodoks Rusya Protestan İngiltere Katolik Fransa Müslüman Türkiye deniyor mu? Tabii denmez. O halde gazetesinden iktibas ettiğiniz fıkraların neresinde bir Ladinilik gördünüz? Sizi böyle bir ma’na çıkartmaya sevk eden cihetin belkidini akide ise tamamıyla vicdani bir mes’ele olduğundan devletin kavanin-i mecmuasıyla alakası yokturfıkrası olduğunu kafamı cebrettikten sonra farz etmek istiyorum. Ben ise bu fıkrayı anasır-ı gayr-ı müslime tarafından varid olabilecek bir sual-i mukaddere cevap olarak yazdım yoksa düşündüğünüz gibi hükumet-i milliyyeye hükumet-i milliyyenin dini din-i İslamdır. Ve en büyük kuvveti İslamiyettedir. Bundan bilistifade ilave edeyim ki ben İslamiyet’in büyüklüğünü bilirim ve takdir ederim ve yirmi seneden beri onu kalemen ve kelamen müdafaa ediyorum. Hakkımda vuku’ bulan su’-i zanna cidden müteessifim. Bu teessüfüm mütareke esnasında Türklüğün İslamiyet’in ve hükumet-i milliyyenin müdafaası için ön safta bulunmuş olan yegane gayr-ı müslim olmaklığım i’tibarıyla daha büyük ve acıdır. Tavzih-i hakikate hadim olacak olan bu makalemin mecmuanızda neşrini rica ve takdim-i ihtiramat eylerim efendim. Sahib-i mektub Avram Galanti Efendi geçen hafta naklettiğimiz fıkradan Azarbaycana sair İslam ve Türk memleketlerine de gönderilmesini taht-ı karara almış ve Maarif Vekalet-i Celilesine takdim eylemişti. El-yevm basılmakta olup olmadığı hakkında malumatımız yoktur. Ümid ederiz ki Maarif Vekil-i Muhteremi evvel neşri için lazım gelenlere emir buyururlar. Zira bizim memleketimizde de garblılaşmak taraftarları miyanında ara sıra Latin hurufunun kabulü lüzumunu ileri sürenler görülmekte işitilmektedir. Ezcümle İzmir İktisad Kongresinde bile Latin hurufunun kabulü hakkında kongre riyasetine bir takrir verecek kadar cür’et gösterenler olmuştu. Bit-tabi’ bu fikirde bulunanlar sürmüyorlar; diğer birtakım mes’elelerde olduğu gibi Latin hurufunun kabulünü de garblılaşmak cereyana kapılıyorlar. Bu teklif üzerine kongre reisi Kazım Karabekir Paşa hazretleri irad ettiği bir nutukta hiçbir esas-ı ilmiye istinad etmeyen bu cereyanın mazarratlarını ta’dad etmiş ve böyle zararlı fikirlerin içimize girmemek lazım geldiği Eğer Azerbaycanda da ilim yerine siyaset kaim olmamış olsaydı eğer bu güzel memleketin rehberleri mazi ile alakalarını keserek tarihlerine dini ve milli ananelerine arka çevirmiş olmasaydılar belki onlara irşadat-ı ilmiyye ve milliyyede bulunmak kabil olurdu. Lakin heyhat; o din ve kaptırdılar. Mecmuası Müdiriyet-i Aliyyesine Muhterem efendim numaralı kıymetdar mecmuanızda numaralı gazetesinde intihabata dair yazdığım makalenin birkaç fıkrasını alarakHüdığınız bir makaleyi gördüm ve taaccüb ettim. Makalenizde bana hayal ve hatırımdan geçmeyen bir fikri atfediyorsunuz. Mes’eleyi tenvir etmek için mevzu-i bahs fıkraları tekrar buraya naklediyorum: Hükumet-i milliyye demokratik yani halk esasları üzerine istinad ettiği için yeni Türkiye CİLD - ADED - - SAYFA Şurasını da kaydedelim ki muhtelif vicdanların bir kader-i müştereki vardır. O kader-i müşterektir ki vicdan-ı külliyi te’sis eder. Din-i İslama halis bir nokta-ı nazarla bakılacak olursa edyan-ı muhtelifeyi temsil eden vicdanların dahi kader-i müşterekini ele almak ve kavanin-i devleti bu noktaya efradının müsavat-ı hukukunu te’min eylemek gibi bir hasisa-i adilesi olduğu da görülür. İşte din nokta-i nazarından bütün zühul bu cihette vakı olur. Beşeriyetin hala arayıp vasıl olmak istediği büyük gaye de bu noktadır zannediyoruz. Uzun bir fasıladan sonra ahiren Ankarada yeniden yeni faaliyet ve mesai çerçevesini bu def’a Antalya Meb’us-ı muhteremi Hamdullah Subhi Beyefendi çiziyorlar. Bundan sonra artık Altaylarla Kızılelmalarla Bozkurtlarla Cengizin yasalarıyla el-hasıl mazi ile alakasını kesiyor; Türk milletini geri çekmek isteyenlere karşıcihad yelkenlerini açıyor ondan sonra da: garb medeniyetini benimseyen ve bütün kurtuluş çarelerini o medeniyetin bize letleri ailesine sokmak isteyenlerin bir telkin vasıtasıdır. diye unun gayesini sarahaten gösteriyor. Birkaç sahife sonra Ağaoğlu Ahmed Beyefendi de Hamdullah Subhi Beyefendiyi te’yiden bu garblılaşmanınbila-kayd u şartolacağını söylüyor; diyor ki: Avrupa medeniyeti her şeyi sürükleyip götürüyor. Lakin medeniyet bir külldür. İlim ve hüner bundan ancak bir kısmını ihtiva eder. Bunun için garb medeniyeti bütün noksanları ve faziletleri telakkimiz zihniyetimiz i’tibarıyla ona uymalıyız. Bunun haricinde halas yoktur. Ahmed Beyefendiİhtilal mi İnkılab mı? müselsel makalelerininüncüsünde de millemaksadlarını karşı takdirkarane beyanatta bulunuyorlar. Gerek bu beyanat-ı hak-guyaneleri gerek İslamiyet’i millet ve hükumeti müdafaa hususunda sebk eden mesaisi mucib-i teşekkürdür. Bundan başka bizce ve yevmi matbuatımızca bilinmeyen bir şeyi yani Fransanın la-dinilikten çıkmış olduğunu bildirmek i’tibarıyla da mektuplarının ayrıca bir değeri vardır. Bizi hükumet-i milliyyemizi müdafaaya sevk edenYeni Türkiye devleti nazarında dinin kavanin-i mecmuasıyla alakası olmadığıisnadı idi ki sahib-i mektub bu ciheti de tashih etmiş olsalardı hakkında su’-i zanda bulunmaya ortada hiçbir sebep kalmış olmazdı. Müdekkık bir zat olduğu yazılarından anlaşılan Avram Galanti Efendi ümid ederiz ki yeni Türkiye devletinin teşkilatını ve kanunlarını tedkik ederken din-i mübinimizle kavanin-i devlet arasındaki mevcud ve la-yetezelzel alakayı da teslim ve itiraf etmek büyüklüğünü gösterirler. Sonra muma ileyhin bu mektuplarında da anlayamadığımız bir nokta vardır; diyorlar ki:Hükumetlerin şekilleri din ile alakadar değildir.Acaba bundan maksadları nedir? Böyle dedikleri halde hükumetlerin alaka-i diniyyelerini kaydetmekten geri kalmıyorlar. Binaenaleyh selb edilen alakanın bir alaka-i müsbete mi yoksa bir ala-ka-i menfiyye mi olduğu anlaşılmıyor. Bir deOrtodoks Rusya Protestan İngiltere Katolik Fransa Müslüman Türkiye denmez.diyor. Halbuki icabında denir. Alelekser bir şeyin evsaf-ı zatiyyesi kendisinden müsteban olacağı için tasrihine lüzum görülmez. Mesela müslüman Ahmed Efendi Katolik Jan... demeye ihtiyaç görülmez. Fakat her ne zaman iştibah vakıolur vasfın zatiyeti cay-ı şüphe görülürse bir kazıyye-i tahliliyye halinde dan dolayıdır ki bir vasf-ı dininin tasrihine lüzum görülmemesi alakasızlıktan değil alakanın tayin ve malumiyetinden neş’et eder. Devlet mefhumunun ifade ettiği şahsiyet-i ma’neviyye acabavicdansız bir şahsiyet-i camide zıra-i ilmiyyeye göre şahsiyet vicdan ile temayüz bul etmek ve o vicdanı mecmua-i kavaninin kuvve-i müebbedesi [müeyyidesi] telakki CİLD - ADED - - SAYFA müftehir tanımak istediğimiz bir zatı böyle başkalarının efkar ve müessesatını intihaba hazır bir vaz’iyette görmek o zaman gerek bizi gerek kendisini seven diğer dostlarını pek müteessir etmişti. Ne yalan söyleyelim biz bugün de müşarun nimseyen ve bütün kurtuluş çarelerini o medeniyetin bize intikalinde görenlerin Türk milletini garb milletleri ailesine sokmak isteyenlerin bir telkin vasıtasıyapması hiç şüphesiz bizim gibi kendisini seven bütün dostlarını da müteessir etmiştir. Bilmeyiz ne vakit böyle başka milletlerin arkasına takılmak hevesine nihayet verilecektir? Niçin kendi milletimizi beğenmiyoruz? Niçin Kendimize benzemekten başka düsturlar arkasında koşuyoruz? Milliyetçiliğin en büyük şiarı mensub olduğu milletin bütün mümeyyizatına samimi ve sadık bir surette merbut olmak ve başkalarına benzemekten şiddetle tevakki eylemek değil midir? Hem bunu acaba öyle kolay bir şey mi sanıyorlar? Garblı olacağızdemekle hemen iş olup bitiyor mu? Neden bizler daima kafamızı ifrattan tutacağız? Yazık değil mi? senelerce kalpleri saf ve temiz olan o zavallı gençleri Geri çekmekistedi; şimdi de başka diyarlara aşırmak istiyor? Kahraman milletimiz maddiyatta Avrupadan geri kalmışsa da ma’neviyatta ictimaiyatta ondan yüksektir. Bu kadar asil bu kadar yüksek seciyeli bir millet yeryüzünde bulunmaz. Böyle fıtrat-ı necibe sahibi bir milletin hayat-ı ne hayat-ı ma’neviyyeleri tefessüh etmiş milletlerin değil mi? Yazık değil mi? Tabiata karşı olan bu hareket ilimle fenle nasıl kabil-i te’lif olur? Acaba milleti garblılaştırmak isteyen bu zevat bilmiyorlar mı ki milletlerin ictimaiyatı kendi efkar ve akaidinin kendi ahlak ve secayasının kendi meşreb ve ahval-i ruhiyyesinin mevludüdür. Hiçbir millet diğer milletin ictimaiyatını taklid edemez. Ulum ve fünun-ı müsbetesini sanayiini alır; çünkü bunlar milletler arasında müşterektir hüviyet-i milliyyeyi tebdil edecek mahiyeti haiz değildirler. Lakin ictimaiyata gelince o böyle midir? Her milletin kendine mahsus bir ictimaiyatı timizin halası için garbın ulumundan fünun ve sanayiinden maadaİctimaiyatına da müracaat etmekten başka çareolmadığını söylemişti. Görülüyor ki müessisleri Türk milletinin ictimaiyatını beğenmiyorlar onu esasından değiştirmek Türkleri bila-kayd u şart garblılaştırmak istiyorlar. Bir zamanlarnu açtığınız zaman Kızılelmalarla Ergenekonlarla Cengize aid kasaid ki Cengizi güneşe bayrağı gökten parçalanma zümrüd-i nura teşbih ediyor; sonra insanı tarihi Cengize secde ettiriyor; göğü ona zeberced bir saray yapıyor; güneşlere aylara Cengizin tacını selamlatıyor; Cengize zaferden abideler diktiriyor; Cengizin çıktığı geniş tahtı kıble yapıyor; o Semavi Kahramanaİskenderi secde ettiriyor; sonra daUlu Hakanınbüyük ruhunu tahlil ediyor; oradanBir ırk bir millet aşkıyaratıyor; ve nihayet Cengizin oBüyük Gazanferin önünde Secde Yığınlarıylamuharrir son temennisini küreyi bir Kızılelma yapmalıydı ateş ve kan!... nun yeniGayelerine göre artık böyleTürk milletini geri çekmek isteyenlere karşıi’lan-ı cihad edilecektir. Şimdi ancak garb medeniyetinden garb ictimaiyatından bahsedilecektir. Yeni hedef orasıdır! SenelerceTürk milletini geriye çekmek isteyen tuttuğu yolun çoraklığını gördükten sonra şimdi Türk milletini Altaylardan Sen yahud Tayms nehirlerinin kıyılarına sürüklemek Muhterem Hamdullah Subhi Beyefendi geçen sene de Moskovanın vereceği fikirleri intihaba hazır bir vaz’iyet almıştı. Rus Ticaret-i Hariciyye Komiserliğinin Ankara Şu’besinin resm-i küşadı münasebetiyle orada Hamdullah Subhi Beyefendi Rus sefirine hitaben nutuk irad ederek demişlerdi ki: Siz bize bir şey vermek için geldiniz. Vereceğiniz şeyler fikirlerinizdir. Bize düşüncelerinizi anlatınız. Biz muhakeme etmek ve intihab eylemek Hamdullah Subhi Beyefendi gibi mensub olduğu kavmin bütün mümeyyizatına merbutiyetle CİLD - ADED - - SAYFA hassıslarının nokta-i nazarı! Şu halde nasıl olur da bu efendiler bir uzviyet-i ictimaiyyeyi değiştirmek sevdiği adamları böyle çoraklarda sergerdan gördükçe acıyacağı geliyor: Hem onlara hem de arkalarından sürüklenen zavallılara! Fakat çare yoktur hızını alıncaya kadar buselde önüne gelen taze fidanları sürükleyip götürecektir. Hemen Allah insaf ve hidayetler ihsan etsin de hak yolunu bize göstersin. Ahiren Fransanın Ruan şehrinde şayan-ı dikkat bir ictima’ vuku’ bulmuştur. Bu ictima’ Fransada ailenin maddeten ve ma’nen ıslahı mes’elesiyle ahlak olan ahvalden ailenin kurtulması ve aile hukuku mahfuz tutulması gibi mesail bu ictima’da söz söyleyen bir takım ekabiri işgal etmiştir. Eski vükeladan bir zatın söylediği sözler gayetle müessirdir. Malum ya Fransada çocuk az oluyor. Daha doğru tabir ile diyelim ki çocuk peyda edilmesinden çekiniliyor ve Fransız milleti üremiyor. Bu hale şahid olan akıller fazıllar endişe içindedirler. Bir gün bu milletin kudreti sairlerine nisbeten tenezzül edecek diye korkuyorlar. Bu zat Fransada ferdiyet hüküm-ferma olduğunu yani yalnız ben varım ve benim menfaatim vardır diğerlerinin vücudu ve menfaati yoktur felsefesi hüküm-ferma olduğunu ve cemaatin menfaati düşünülmediğini söyledikten sonra Fransa Kanun-ı Medenisine geçiyor ve bu kanunu beğenmiyor. Bu kanuna göre her bir Fransız sokakda bulunmuş bir çocuk gibi doğuyor ve gayr-ı müteehhil olarak vefat ediyor diyor. Şimdi burada gayet mühim bir şey söylüyor. Fransız kanunlarının bu hale gelmesine sebep Jan Jak Ruso felsefesi ve sonra Ansiklopedi Muharrirlerinin vardır ki diğer milletlerden onu tefrik ve temyiz eden bu ictimaiyat-ı mahsusasıdır. Ve bu uzviyet-i değiştirebilmek ne şunun bunun elindedir; ne de zarardan fevza-yı ictimaiyyeden başka bir faydayı mucibdir. Zira herhangi bir milletin ictimaiyatına temessül eden diğer millet kendi hüviyetini temessül ettiği milletin hüviyetine kalb etmekten başka bir şey yapmış olmaz. Garbın en büyük hukemasından Güstav Löbon İlmül-hayat mütehassısları laboratuvarlarının bütün muavenetlerine hizmetlerine rağmen bir nev’-i zi-hayatı tebdile asla muvaffak olamamışlardır. San’at-ı terbiyyenin vücuda getirmeye muktedir olduğu ta’dilat-ı basita-i hariciyye nakabil-i tebdilinden daha kolay mıdır? Müessesat-ı cedide vasıtasıyla cem’iyatı yeni baştan teşkil etmek bizim inkılab-ı kebirinkilere daima kat’i ve muhakkak görünmüştür. Bu imkan elhaletü hazihi sosyalistlerce de şüphesiz ve kat’i görülmektedir. Bunların hepsi de cem’iyat-ı beşeriyyeyi akl-ı nazari tarafından vücuda getirilmiş planlar üzerine yeni baştan inşa etmek arzusunda bulunuyor. Maamafih bu fikr-i esasi bir cihetten taammüm ve terakki ettikçe ilim de diğer cihetten gitgide bunun hilafını iddia ediyor. Müessesat bir şekl-i dahiliye muvafık gelebilmek hassasına malik fakat öyle bir şekil vücuda getirebilmeye na-kadir bir nev’-i libas teşkil eder. Ve işte bu sebepten bir kavim için pek iyi olan müessesat diğer bir kavme göre gayet fena ve meş’um olabilir. Bir kavmin müessesat ve kavanininin tebdiliyle ruhunun ta’dil ve ıslah edilebileceğine inanmak artık bir üknum haline gelmiştir. Latin akvamı henüz bu zann-ı fahişten farig olmamışlardır. Ve işte onların zafiyetine badi olan da budur. Latinlerin nüfuz-ı müessesat hakkındaki zann-ı vahileri tarihin en hunin bir ihtilaline milyonlarca adamların memat-ı dehşet-engizine bilumum müsta’meratımızın inhitatına ve sosyalizmin terakkıyat-ı tehdid-karanesine bais olmuştur. CİLD - ADED - - SAYFA mı Alman Kanun-ı Medenisiyle amel etmeye başlamış imiş. Huber ise kanun-ı medenisine İsviçrenin kendi adat ve ahlakını kendi terbiyesini kendi zihniyetini esas ittihaz etmiştir. Onun addolunuyor. Bunlar bu tafsilat bizim için birer ibrettir. Şeairi-i İslamiyyeyi yıkmak üzere İstanbulun muhtelif aksamında şu’beler küşad ederek faaliyete başlayan bu muzır cem’iyetin gençleri bilhassa genç kızları baştan çıkarmak onların hissiyat-ı diniyye ve milliyyelerini kökünden sarsmak hususunda yapmış olduğu fenalıklar hakkında Ankarada neşr olunan nüshalarında uzun uzadıya malumat vermiştik. Müesseselerinin devamını bir taahhüd-i düveli altına almak gönderdiğini de geçen hafta yazmıştık. Hayat-ı ictimaiyyemizi temelinden yıkmak üzere teşekkül eden böyle bir fesad ocağının herkesin gözü önünde sellemehüs-selam ika’-ı tahribat etmesine elbette dinine istiklaline sahib bir hükumet için tahammül olunur şey değildi. Teşekkür olunur ki hükumetimiz bu mes’eleyi nazar-ı dikkate alarak bu fesad yuvasını dağıtmaya azmetmiştir. Esasen bu cem’iyetin burada bidayet-i teşekkülünde hükumetten hiçbir müsaade istihsal etmeksizin teşekkül ettiği ve maksad-ı teşekkülünün şüpheyi dai bulunduğu hükumetçe icra edilen tedkikatdan da anlaşılmıştır. Binaenaleyh memleketin kanunlarına da riayete lüzum görmeyen bu cem’iyetin faaliyetini durdurmak hükumetin en mütehattim vazifesi olmuştur. Diğer taraftan mezkur cem’iyetin küşad ettiği mekteplere giden müslüman talebe ve talibatın pederlerine iblağ-ı keyfiyyet edilmekte ve çocuklarının muhafazası taleb edilmekte olduğunu da memnuniyetle haber aldık. Hükumet azmettikten sonra elbette bunun önüne geçebitafsilen bildiriyor. Fransız kanun-ı medenisini bugünkü ahval-i müessifenin sebebi olarak gösteriyor. Bu satırları okuyunca ben düşünmeye vardım. Lozan Konferansı mübahesatında bize bazı ecnebi hukuk-şinasları getirtilmesi ve bunlara bir de kanun-ı medeni tanzim ettirilmesi sözü geçmişti. Bu bir mühim mes’eledir. Avrupanın şurasından burasından gelecek erbab-ı hukukun Anadoluda yaşayan bir Türk kavmimin teamülünü te’min edebilecek bir kanun-ı medeni tanzim edebilip edemeyecekleri cay-ı sualdir. Bir memleketi ve ahalisini hiç tanımayan ecnebilerin o memleket ve ahalisi için nasıl muvafık kanun vaz’ edebilir olduklarını akıl kabul etmez. Biz mesela Fransız kanunlarını onların yanı başında bulunan aynı medeniyete salik İngiliz kavminin kanunlarına muvafık görmüyoruz. Birbiri arasında büyük farklar vardır. Bu böyle olursa Avrupa kanunlarının fikri bize nasıl uyar. Bir de bizim yaşayışımızda ya İslamiyetten nız ben varım başkaları yokturkaidesinin hükmettiğini göremiyoruz. İslamiyet ibadetten tutun da bir takım dünyevi umur-ı mühimmeye kadar cemaatin kendisinin ve menfaatinin mevcudiyetini esas ittihaz ediyor.Allahın kudreti cemaattedirkaidesini kabul ettikten sonra ibadetin cemaatle olması efdal olduğunu beyan etmiş zekatı sadakayı koymuş mirasda ailenin nice efradının hukukunu düşünmüş vasıyeti sülüs-i maldan mu’teber addetmiş şahsı mesavi-i ahlakıyyesinde gayr-ı mes’ul ve hür görmemiş hatta taksim-i ganaimde bile bu gibi kaideleri kabul etmiştir. O zamanki müslümanlar büyük adamlar idi. Ashabdan biri hafiyyen işlediği bir günahı açığa vurdurarak kendini recm ettirmiş idi. Hülasa bir memlekette yapılacak kanunların zihniyetini tayin mes’elesi bir memleketin saadet ve felaketi nokta-ı nazarından gayet mühimdir. eden meşhur hukuk-şinas Huber ahiren vefat etti. Bu zat memleketin kanun-ı medenisini on sene tedkikattan sonra tertibe muvaffak olmuştur. Onun tedvininden evvel İsviçre kanunlarının her biri bir başka te’sir altında kalmıştır. Hatta CİLD - ADED - - SAYFA Bu mütalaayı dermiyan eden alelade bir adam değil bir darul-fünun profesörü olduğunu düşünürsek bunun karşısında gülmek mi yoksa ağlamak mı lazım geleceğinde insan şaşırır. Yine bu darul-fünun profesörü diyor ki: Ernest Renan millet nedir? Mevzuu üzerine verdiği bir konferansta Avrupalılığı hemen hemen şöyle tarif ediyor:Biz medeniyeten Yunanlı hudiyiz.Ben Avrupayı bundan daha mucez ve mu’ciz bir tarif bilmiyorum. Romanın Yahudi dediği Avrupa dini bizim Hifdediğimiz din anlarsak tabii o hususta biz de Avrupadan ayrılmayız. Şu hesapça bizim de Avrupalı olmaklığımız için eski Yunan medeniyetini ve Roma kanununu bi-hakkın bilmemiz temsil etmemiz icab eder. Sahib-i makaleRenanın Yahudi dediği Avrupa dinini bizim Hanif dediğimiz din anlarsak şeklindeki ifade-i şartiyyesiyle maksadını biraz bulanıklığa sevk etmek istemiş ise de Yahudiyet ve İslamiyet’in Hanif kelimesinden anlaşılacak ma’naya göre yekdiğerinin aynı veya zıddı olmasını kabul eylemek tabiidir ki pek gülünç olacağından biz mir-i muma ileyhin maksadlarını herkesin anlayabilecek bir ifade ile şu yolda tavzih ediyoruz. Demek istiyorlar ki: hukukıyat nokta-i nazarından Romalı dinen Yahudidir. Bana göre de Müslümanlık Yahudilikten başka bir şey değildir. Şu hesapça Yunanlıların medeniyetini ve Romalıların kanunlarını almamız kalmıştır. Şunları da alalım tam bir Avrupalı olarak işin içinden çıkalım... Kari’ler zannetmesinler ki biz burada Kur’an’ımızın müteaddid yerinde mezkur olan Hanif kelimesinden maksad ne olduğuna ve ne mevki’de yan-ı barid olduğuna dair münakaşata girişeceğiz. Buna kari’ler de lüzum görmez. Mes’eleye atf-ı nazarımız yalnız mizahi mahiyettedir. Binaenaleyh sahib-i makaleyi biraz daha dinleyelim. Muma ileyh bu hükm-i ilmisini verdikten sonra hülasaten diyor ki: lir. Hey’et-i ictimaiyyeyi inhilal-i ma’neviyyeden masun ve mahfuz bulundurmak için işi yalnız nesayiha bırakmak kafi değildir. Bir taraftan irşadata devam etmek diğer taraftan da hükumetçe o fenalığın önüne geçmeye çalışmak lazımdır. Ancak böyle olursa fenalıklar ahlaksızlıklar kalkabilir. Zira kanunun men’ edemediği çok şeyler vardır ki hükumet onları men’ edebilir. Hükumetin oralara devam eden talebe ve talibat velilerineÇocuklarınızı muhafaza edin diye ihtaratta bulunması cidden şayan-ı teşekkürdür. hayırlı olan bu teşebbüsatında muvaffakıyat-ı fi’liyye hasıl olur. Maarif Vekaletindeki Te’lif Tercüme Dairesi klasik asarın Türkçeye tercümesine lüzum göstermiş ve bunu gazetelerle de i’lan etmiş. Bu münasebetle Darul-fünun muallimlerinden Necib Asım Bey tarafından yazılmış bir makale geçen günkü gazetesinde manzurumuz oldu. Bu makaleyi okur okumaz hayretler içinde kaldık. Muharrir Avrupalılardan geri kalmamızın esbabını keşfediyor! Hem ne mühim keşif! Şimdiye kadar hiçbir alim buna muvaffak olamamıştır! Bütün muharrirler müellifler İstanbulda Bizans ruhunun büsbütün sökülemediğinden şikayet edip durdukları halde Necib Asım Bey Bizans Darul-fünununu ­ –ki darul-fünunlar milletin ruhudur− yaşatmadığından dolayı Fatihi muaheze ediyor ve Bizans Darul-fünununun zans ilinin harsına sahib çıkmadığımızdanazim teessürler duyuyor. Diyor ki: Rumca ve Latince gibi garbın iki medeni dilini de bilen Fatihin İstanbulda Bizans Darulfünununu Patrikhane kadar himaye değil hatta vücuduna göz yumsaydı bugün burada kurun-ı vusta hayatı yerine asri bir irfan bulunur belli başlı garb milletlerinden tam dört yüz sene geride kalmaz idik. CİLD - ADED - - SAYFA Bir garib nokta da Avrupa terakkıyatındaki Rönesansın amili olarak Bizans Darul-fünunu müderrisleri gösterilmesidir. Halbuki İstanbulun fethi zamanında garbın Rönesans devri tam yüz yaşını ikmal etmişti. Gerek felsefi ve gerek edebi teceddüd nihayet bulmak yani tamamen takarrür etmek zamanlarına yaklaşmıştı. Diğer taraftan teceddüdat-ı edebiyye ve bediiyyeyi kucaklayıp götüren teceddüdat-ı felsefiyye ve ilmiyyede Bizanslılar pek geri idiler. İskolastikleri felsefe-i lahutiyye koyu ve sabit bir halde idi. Hatta Bizanslıların asar-ı felsefiyyesi yalnız felsefe-i lahutiyye olması dolayısıyla Arapçaya tercümeye bile lüzum görülmemişti. Ve mesela felsefe-i mücerrededen ibaret bulunan Eflatunun ve Aristonun bütün asarı tercüme edilmişti. Halbuki garbda İstanbulun fethinden vasıtasıyla İskolastik ile Aristo felsefesi arasında muhasemat başlamış kah on dördüncü asrın ibtidalarında Sen Tomanın gayretiyle İbni Rüşd mağlub olmuş kah on beşinci asırda Bale Darulfünununun muavenetiyle İbni Rüşdün Aristosu hakim olmuş ve bu ileri geri mücadelat-ı fikriyye müşahede tecrib ve istikra esaslarını tevhid ederek devr-i teceddüdü husule getirmiş ve bu vechile terakkıyat-ı ahire temelleri te’sis edilmiştir. Farz edelim ki Bizans daha yüksek bir mevki’-i fikri ve ilmide bulunsun; her halde bu ulema kilise mensubininden ibaret idi. Fatih ise Patrikhaneyi muhafaza etmekle Bizansın İskolastık uzviyetini tahrib etmiş olmuyordu. Bu halde neden bir mevcudiyet-i ilmiyye tezahür etmedi ve bize kısmen olsun müessir olmadı? En garib gördüğümüz diğer bir mes’ele de larına pek tıfılane cehalet isnadıdır. Ne kadar ted-kiksizlikdir ki Yunanca diye binlerce cild kitap tercüme eden ve garbın devr-i teceddüdünün amil-i esasilerinden bulunan İslam terakkıyat-ı mütekaddimesi bu kadar küçük ve ibtidai bir şekle konuluyor. Sahib-i makale inansın ki bu asar-ı mütekaddimemiz arasında bugün Hamiltonun mantığı ile boy ölçecek asar-ı mantıkıyyemiz mevcuttur. Her ne ise madem ki bugünkü Darul-fünunun fakat Bizansın harsına sahip çıkmadı. Bizansın kütüphanelerini yaktı darul-fünunlarını yıktı. Muallim ve müderrislerini def’ ve tard eyledi. Bu ulema Avrupaya gittiler orada Rönesans yani teceddüd devrini husule getirdiler. Eğer Fatih Bizans Darul-fünununu Patrikhane kadar himaye etmek değil vücuduna göz yumsa idi o ali darulfünunların bize ifaza edeceği nur-ı ilim ve irfan sene gerisinde kalmazdık. Rumca ve Latince lisanlarına vakıf olan Fatih taassuba kapılarak o kadar ulema ve fudala-yı Bizansiyyunu def’ ve tard etmesi sebebiyledir ki Lorfiryosun mantıka dair yazdığıİsagorgaya yani mukaddimeye türlü türlü i’laller yaparak aylarca asırlarca olacak uğraştığımız halde şu kelimenin ma’nasını olsun anlayacak bir adam bulamamışızdır. Sahib-i makale adem-i terakkimizin veya inhitatımızın amil-i aslisini keşf ediyor: Bizansın kabahatli de Fatih Sultan Mehmed. Biçare Fatih Patrikhaneyi muhafaza eylediği ve Bizans ruhunu tamamen imha etmediği için birçoklarımızın düşnamına ma’ruz. Bizans medeniyetiyle bizi tamamen aşılamadığı için de Necib Asım Beyin muahezesine uğruyor ve sırtına da kütüphaneleri yakmak darul-fünunları yıkmak gibi medeni bir cinayet yükletiliyor. Ve bu cinayet-i medeniyyeyi garb müverrihleri Fatihin Patrikhaneye olan teveccühünden dolayı beray-ı hatır söylemiyorlarmış! Bu hakikat-i tarihiyyeyi yalnız Necib Asım Bey meydana koyuyor. Bu gibi yüksek netayic-i ilmiyyeye vakıf olmamak ne kadar iyidir. Mesela bu hakikatler bundan on ay evvel ortaya konulsa da nazar-ı dikkate alınsa idi ayağımıza kadar gelmiş olan Yunanileri memleketimizden koğmak için ihtimal ki biraz düşünmek icab ederdi. Luid Corc ve rüfekasının Yunana bizi temdin etmek vazifesini tahmil eylemeleri keyfiyetinin ilim üzerine müesses olnan medeniyetinin bize ifazası bulunduğunu anlayarak heriflere adetaHay Allah razı olsundememiz lazımgelirdi. Ve Papulasların Esterkiyadislerin bir vazife-i temdin için geldik demeleri artık bize dağlar kadar giran gelmezdi. CİLD - ADED - - SAYFA Nebeviyyeye müsteniddir. Fiyatı buçuk kuruştur. Posta ücreti beş kuruştur. nam kitaptır ki koyun keçi inek manda tavuk hindi at gibi hayvanat-ı ehliyye yetiştirmenin dini ve ictimai fevaidi kelb ve hınzır gibi bazı hayvanat hakkında da malumat-ı nafia ve hikemiyyeyi muhtevidir. Yüzü mütecaviz ehadis-i Nebeviyyeye müstenidnamında sanayiimizin inkişafına hadim bir kitaptır ki yüzlerce ehadis-i şerifeye müstenid ve çok hakayık-ı ilmiyye ve fenniyyeyi muhtevidir ve derdest-i tab’dır. namında ticaretimizin inkişaf ve terakkisine rehber bir kitaptır ki yüzü mütecaviz hadis-i şerifi ve birçok vesaiki muhtevi Mahall-i tevzii İstanbulda Bab-ı Ali Caddesinde Reşid Efendi Hanında idarehanesidir. Avrupalı olmak için hemen Bizans Darul-fünununu harsına sahip çıkmaktan başka çare yoktur! Garblılaşmak taraftarlarının henüz halledemedikleri mesailden birisi de: Hangi garb milletini mukteda-bih tanımak lazım geleceği mes’elesi bu hususta tereddüde mahal yoktur: Yunan medeniyetini ve Roma kanununu temsil edeceğiz. Bizans Darul-fünununu ihya Bizans ilinin harsına tesahub edeceğiz. Gördünüz mü siz terakki ve inkişafımızı?.. Bakalım daha neler göreceğiz neler işiteceğiz?.. Ahmed Nazmi Efendi tarafından unvan-ı umumisi altında memleketin refah-ı iktisadi ve ziraisini teşvik uğurunda neşre başlanılan müfid kitapların birincisi: ve bu babda ma’lumat-ı nafiayı muhtevi yetmiş kadar ehadis-i Bir Arapın bir Aceme hiçbir rüçhanı yoktur. Meğer ki takva ile ola. Bu bülend-meaniyi bu kıymetdar demokratik ahkamıEy Nas sizi bir erkekle bir dişiden yarattık sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki yekdiğerinizle tanışasınız. Nezd-i ilahide en kıymetliniz en ziyade müttaki olanınızdır.mealindeki ayet-i kerime ileNe sizin arzularınız ne de Ehl-i Kitabın arzuları cay-ı tatbik bulabilir. Bir fenalık kerime muhtevidir. ye ile insanların gözleri açılarak haseb ve neseb veya asabiyet ve servet dolayısıyla yahud renk cağı anlaşılmış düstur-ı Kur’aniye nazaran insanların haiz oldukları fezail ve ihraz ettikleri mezaya ve ahlak ile yükseldikleri tebeyyün eylemiştir. Araplar arasındaki zuafa ile sairlerini kaffe-i efrad arasında bütün hukuku hürriyet uhuvvet ve müsavat dairesinde takrir eden din-i İslamı kabule sevk eden en mühim sebeplerden biri de budur. Araplar miyanında o dehriler bulunuyordu ki bunlar:Hayat-ı dünyadan başka bir hayat yokAcaba bugüne kadar hangi kanun demokratlık lebilmiştir? O kavanin-i İslamiyye ki bürehayı dünyanın en büyük imparatoru bile olsa irtikab ettiği cürmden dolayı mes’ul eder ve müstehık olduğu cezayı kendisine tatbik eder. Müluk-i Araptan Cebele bin el-Eyhemin Ka’beyi tavaf ettiği esnada eteğine basan bir a’rabiye vurması üzerine hazret-i Ömer Cebeleyi ceza-dide etmek hitabenHükümdaran ile avam arasında bir fark gözetmez misiniz?tarzında vuku’ bulan sualine cevaben Faruk-ı A’zamHayır!demiş ve bunun üzerine Cebele geceleyin firar ederek Bizansa Aleyhis-salatü ves-selam Efendimiz veda’ hutbesinde buyurmuşlardı ki: Ey Nas! Mü’minler kardeşten başka bir şey değildir. Bir müslümanın malı diğer bir müslümana helal olmaz. Meğer ki gönlünün rızası ola. Benden sonra birbirinizin boyununu vuran kafir olmayınız. Çünkü size öyle bir şey bıraktım ki ona tutundukça dalalete hiçbir vakit duçar olmazsınız. O da Kitabullahtır. Ey Nas! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Ademe intisab edersiniz Adem de topraktandır. Nezd-i ilahide en kıymetliniz en müttakinizdir. Başmuharrir Sahib ve Müdir CİLD - ADED - - SAYFA Roma şarkın hakiki impartorluğu değil ehemmiyetsiz bir memleketi idi. Orada boş gürültülerden başka bir şey duyulmuyordu. Garbda Ren nehrinin mansabından şarkda Tunanın mansabına kadar şimali cenubu tazyik ediyordu. İskandinavyalılar Danimarkalılar Trakya Makedonya Lombardiya ve İtalyaya birden bire inen Gotlarla Hunların izlerini ta’kib ediyorlardı. O sıralarda Asya-yı merkeziden Türkler zuhur ettiler. O Türkler ki bilahare şarki Romayı İstanbulun etrafında sıkıştıracak kadar onu tazyik edeceklerdir. Mösyö Renanın birinci asr-ı miladideki vaz’iyetini asırdaki köhne Roma imparatorluğu arasında hiçbir münasebet kalmamıştı. Şarki Roma tereddiye düşmüş inkıraza yüz tutmuş olduğu zaman garbi Roma askeri bir vahşet içinde münkerat ve rezaile batmış bir halde bulunuyordu. Asya o zaman Avrupadan daha sakin daha mutmain bir halde bulunmuyordu. Tibet Hind Çin muharebat-ı elime içinde idi. İran Asya-yı garbiyi elde tutan Roma ile mütemadiyen harb ediyordu. Afrikada şarki Romalılar Mısırın arazisini istismar nunun nabud olmasına ehemmiyet vermiyorlardı. El-hasıl her tarafı düşmanlık hisleri kaplamıştı. dı. Rüesa içinde hangisi harbe en çok taraftar ümidiyle onların peşine takılanların hadd ü hesabı olmuyordu. Bazı zahidlerin savmaalarında parıldayan hafif ışıklar da sönmüş kasırgalardan kurtulan felsefe tohumları da kalmamış olsaydı dev adımlarıyla her tarafı istila eden barbarlık kat’i bir vahşete inkılab ederdi. Maamafih dünyanın bir kısmı bu hareketten uzakta kalmıştı. Bunun sebebi bu arazide yaşayanların hazm ve feraseti değil medeni tesmiye olunan akvamın yaşadığı muhitten uzak bulunmasıdır. Bundan dolayıdır ki Araplar Avrupada görülmekte olan müdhiş fırtınadan haberdar olamıyor ve onun seslerini hemen hemen işitemiyorlartur yaşar ve ölürüz ve bizi dehr öldürür.derlerdi. Bunlar miyanında bir de sabii’ler vardı. Bunlar yıldızların tuluunu bekler ve onlara secde ederlerdi. Sonra Mecusiler vardı. Ateşe taparlardı. Daha başka mezheplere salik olanlar vardı ki bunlardan hiçbirinin salik olduğu mezheb ve din kendisine dünyada saadet uhrada selamet hayat-ı ictimaiyyede salah şuun-ı siyasiyyede bir sanları birleştiren tesviye eden adalet ve insafı hakim kılan Tevhid ile tecelli etti zulme duçar olanların kaffesi ona iltica ederek asırların zincir-i esaretinden kurtulmak istediler. yalnız Araplar istifade etmeyerek bilakis bunların bütün alem-i beşeriyyete yeni bir devir açtığını söylemekte hiçbir be’s görmeyiz. Bunu izah etmek Jul Labumun Kur’an-ı Kerime tertib ettiği fihristten hülasa etmeyi münasib görüyoruz. Muma Altıncı asr-ı miladide Hazret-i Muhammedin doğduğu zaman cihan iğtişaşlar içinde felaketlerle kaynıyordu. Avrupada Ari Vizigotlar İspanyada ve Fransanın cenub kısmında Klovisiyle ve oğullarıyla mücadele ederek şark imparatoru Jüstinyanusdan muavenet taleb ediyorlar sonra yardıma gelen fakat bilahare yardım ettikleri memleketin yalnız imdadına şitab etmekle kalmayarak orasını feth ettiklerini iddia eden kumandanlarla da muharebeye mecbur kalıyorlardı. Asıl Fransada Klovisin oğulları birbirine hıyanet ederek yekdiğerini öldürüyorlardı. Vizigotların kraliçesi Brunho ile Frenk kraliçesi Frididkond arasındaki uzun mücadele tarihe en feci’ sahifeleri ilave ediyordu. ediyorlardı. O zaman İngiltere vahşet kuvvetlerinin cehalet karanlıklarında cevelangahı olan bir mer’a idi. parçalanarak başı kalan bir heykel halini almıştı. Şarki Roma mazisinden uzaklaşan Garbi Romadan fazla eski tarihinden uzaklaşmıştı. Şarki CİLD - ADED - - SAYFA Asri tarihde bile emsaline tesadüf olunmayan şayan-ı dikkat bir hakikattir ki Mısırın fethinde Hazret-i Ömer hıristiyan kiliselerine vakf olunan emlaki kemal-i itina ile muhafaza ederek kiliselere terk ettikten başka sabık hükumetin papaslara verdiği aidatı te’diyeyi idame etmiştir. karşı ne kadar munsıfane muamele ettiğine o devrin hıristiyanları da şehadet ediyorlar. Hazret-i Osmanın zaman-ı hilafetinde Merv patriği Simon ismindeki Faris piskoposuna atideki sözleri yazmıştır: Cenab-ı Hakkın kendilerine melekut-ı arzı etmemektedirler. Bilakis bize dinimize yardım ediyorlar. Allahımıza ve eizzemize hürmet ediyorlar. Kiliselerimize manastırımıza hediyeler gönderiyorlar. En edna tahakküme bile meydan vermemek künü satın bile alamazdı.Ne imam-ı zaman ne de sultan bir zimminin bir mülkten hakk-ı mülkiyetini Müslümanlarla zimmiler kanun nazarında suret-i kat’iyyede müsavi idiler. nımız gibidir.En medenileri bile istisna edilmemek şartıyla birçok asri hükumetler İslam idaresini bir örnek ittihaz edebilir. Cinayetlerin tecziyesinde hakimlerle mahkumlar arasında da hiçbir fark yoktur. Bir zimmi bir müslüman tarafından yahud bir müslüman bir zimmi tarafından katl olunursa müslüman yahud zimmi aynı cezaya duçar olur. Gayr-ı müslim tebealarının refahiyetini te’min vazifesi mahza zimmilerin himayesini ve menafiini te’min olan birer daire-i hükumet vücuda getirmişlerdi. Bu daire-i hükumetin reisine Bağdadda Katibül-cehbaze Endülüste Katibüz-zimam deniliyordu. Evvelce gayet aşikar sebeplere mebni askeri kumandanlıklar gayr-ı müslimlere tevdi’ olunmazdı. Fakat vezaif-i sairede müslümanlarla mütesadı. Ceziretül-arab Hindin Çinin mevcudiyetini bilmiyor ve onun Asya ile münasebatı İranı geçemiyordu. Esasen İrandan haberdar olmaları den birinin Suriyeyi istila etmesi dolayısıyla vuku’ buluyordu. Haranın zabtı ve halkın biati üzerine Hazret-i Halid bin el-Velid bir beyanname neşr ederek hıristiyanların canlarını mallarını ve serbestisini te’min etmiş ve bunlarınNakuslarını çalmaktan eyyam-ı mahsu salarında haçlarıyla dolaşmaktan men’ olunmayacaklarınıi’lan eylemişti. meclisitarafından tasdik olunduğunu beyan etmektedir. Gayr-ı müslimler yeni kiliseler yeni ma’bedler ahali-i İslamiyye ile meskun olan yerlerde gayr-ı dullah bin Abbas hazretleri der ki: Ahalisi yalnız müslüman olan bir yerde İslama aid olmayan bir ma’bed inşa olunamaz. Fakat zimmilerin sakin oldukları yerlerde kendileriyle akd olunan mukavelata riayet etmeliyiz.Maamafih bu memnuiyet fiilen gayr-ı mer’i idi. Me’munun devr-i hilafetinde devlet-i Abbasiyye dahilinde yüzlerce sinagog ve ateşgededen başka on bir bin kilise bulunduğu rivayet olunuyor! Hıristiyanların müdhiş düşmanı olarak temsil olunan bu münevver halifenin meclisinde hakimiyeti altında yaşayan bütün milletlerin mümessilleri bulunuyordu. Yani bu mecliste müslüman Musevi Nasrani Sabii Zerdüşti mümessiller bulunduğu gibi hıristiyan kilisesinin teşkilatına göre nizamat-ı lazıme te’min olunmuştu. CİLD - ADED - - SAYFA sıfatıyla istikbal etmişlerdi. Şurada burada icra olunan mukavemetler ise mahza İran aristokratlığıyla rical-i dini tarafından icra olunuyordu. Zerdüştlük boyunduruğu altında yaşayan halk geçmişti. Basit bir hakikat-i ebediyyenin kabulü onları rehakarlarının seviyesine yükseltmişti. ın inci nüshası üstad-ı muhterem tab’ etmekte oldukları hakkında üstad-ı müşarun ileyh ile vuku’ bulan bir mülakatımızı ihtiva etmekte idi. İsmail Hakkı Beyefendi beyanatındaİlm-i kelamın mebadisini ve vesaili ihtiyac-ı asra göre değişir hasım başkalaştıkça muanid değiştikçe ilm-i kelamın suret-i müdafaası da başkalaşır. Ancak ilm-i kelamın makasıdı asla değişmez; akaid-i asliyye-i İslamiyye tebeddülden masundurdedikten sonra yeni bir kelamın daire-i şümulüne aldığı felsefenin üç asırdan beri münkariz olduğunu yerine yeni bir felsefenin ikame olduğunu binaenaleyh kelamın da yeni bir şekil iktisab etmesi tabii bulunduğunu beyan eylemişlerdi. İsmail Hakkı Beyefendi ın tarz-ı tahririnden bahis buyurarak Herkesin korktuğu İskolastik müdafaatı kaldırmış yerine metod dairesinde müdafaa sinde beraber gitmiş hem mantık-ı suriyi hem mantık-ı maddiyi elinde tutmuşolduğunu söylemişlerdi. Tabii üstad-ı muhteremin beyanatını bervech-i tafsil okumak isteyen kari’lerimiz ın mezkur sayısına müracaat edebilirler. Fazıl-ı muhterem Şeyh Muhsin Fani hazretleri üstad-ı muhtereme cevap vermekte ve yeni ilm-i kelamın yazılıp yazılmaması mes’elesini mevzu-i bahs etmektedir. Gönderilen makaleyi aynen derc ediyoruz. Bu mühim münazarayı kari’lerimizin dikkatle ta’kib ederek istifade edecekleri tabiidir. viyen tavzif edilirlerdi. Ve bu müsavat yalnız nazari değildi. Çünkü hicretin ilk asrından i’tibaren hıristiyanlarla Musevilerin en mühim me’muriyetlerde muvazzaf olduklarını görüyoruz. Abbasiler pek nadir istisnalarla din namına tebeaları arasında hiçbir fark gözetmezlerdi. Abbasilere halef olan hanedanlar da aynı misali ta’kib etmişlerdi. dükleri muamele gayr-ı müslim veya Avrupa devletlerinin zir-i idaresinde yaşayan müslümanların gördükleri muamele ile mukayese olunursa da tezahür edeceği şüphesizdir. Dehlinin Moğol padişahları devrinde gayr-ı müslim olan Hindulara ordu kumandanlıkları valilikler tevcih olunur ve bunlar padişahın meclisinde ahz-ı mevki’ ederlerdi. Acaba bugün bile muhtelif edyan ve milletlere mensub akvama hakim olan Avrupa imparatorluklarının her hangisinde alınmadığı söylenebilir mi? ves-selam Efendimizin ta’lim buyurduğu vechile nev’-i beşer arasında vahdet-i ilahiyye esasıyla de-i tevhid ile risalet-i Muhammediyyeye iman ettikçe Müslümanlık vicdan-ı beşere en vasi’ hürriyeti bahş eder. Bunun neticesi olarak İslamın mücahid mürşidleri nerede göründüyse ayaklar altında çiğnenen kitle-i beşer her tazyika duçar olan edyan-ı saire mensubini tarafından hürriyetin naşiri ve feci’ esaretlerin mahisi olarark kemal-i şevk ve meserretle istikbal olunmuşlardı. Müslümanlık bu esaretzedelere kanun nazarında müsavat-ı fi’liyye bahş ettikten başka i’ta edecekleri vergilere de bir hadd-i sabit tayin etmişti. ferine düşüren Kadisiye muharebesi İran halkının beşaret-i necatı idi. Nasıl ki Yermük ve Ecnadeyn muharebeleri de Suriyeliler Rumlar ve Mısırlılar an katliama duçar ettikleri Musevilerle bir bir ellerine düşürdükleri hıristiyanlar düstur-ı dinisi mışlar ve her yerde ahali müslümanları rehakar CİLD - ADED - - SAYFA Ceride-i İslamiyyesine CİLD - ADED - - SAYFA Vahiy Katipleri: Taraf-ı sami-i Risalet-penahiden bir takım ashab-ı kiram da vahiy katipliği hizmet-i mübeccelesiyle terfih buyurulmuştu. Onlar da evrak ve sahaif üzerine ahyanen de deri ve hurma ağacından ma’mul levhalara Kur’an-ı Kerimi yazarlardı. Kur’an-ı Kerimin kitabet ve tahririne asta Mekke-i Mükerremede ibtida-yı İslamda Kureyş tarafından vakıolan tazyika rağmen evlerde hafiyyen ictima’ ederek Kur’an-ı mübin müdarese ve mükatebe eylemeleri bu arzunun ne derecelerde hararetli olduğunu vazıhan gösterir. Hazret-i Ömerin İslamı da hemşire ve hemşirezadesinin böyle ta’lim ve taallüm-i Kur’an ile meşgul oldukları bir sırada üzerlerine varması ve kendini zabt edemeyip cazibe-i Kur’ana tutulması neticesidir. Esasen eş’ar-ı fasiha ve hutab-ı beliga hıfz ve tahrir etmek beynel-Arap şayi’dir. Muallakat-ı Seb’a bunun celi bir şahididir. Kus bin Saidenin meşhur hutbesi muan’anen nakl edilmiştir. Arabın bu kabiliyet-i fıtrıyyesine din-i mübin-i vermek mümkün olmadığı vazıhan anlaşılıyor. Enes bin Malik bazı merviyatındaBen bu hadis-i şerifi Resulullahtan işittim ve öylece yazdım ve kendilerine arz ettimdemeleri bu hiss-i necibin eseridir. Asr-ı Saadette tekmil Kur’an-ı Kerim karatis ve sahaif-i müteferrikaya yazılmıştı ve her sahabi bu elvah-ı şerifeyi hanesinde bulundurmakla teberrük ederdi. Yalnız bu suhuf-ı müteferrika bir arada mecmu’ değildi. Sahib-i Mevahib yirmi dört kadar vahiy katibi zikr etmektedir ki başta hulefa-yı erbaa bulunuyor. Mekke-i Mükerremede hizmet-i kitabete Abdullah bin Ebi Serh tayin edilmişti. Sonra neuzü billah irtidad etmekle feth-i Mekke günü demi heder kılınanlar miyanında bulunuyordu. Cenab-ı Zinnureynin şefaatiyle afv edildi. SonBizim gençliğin muhtaç olduğu kitap bir ilm-i haldir. Akaid-i diniyyeyi vaz’-ı ilahiye ve sünnet-i Resule göre tedvin edecek böyle bir eser bir müslümanın Allaha kendi nefsine ve insanlara karşı mükellef olduğu feraiz-i diniyye ve vecaib-i ictimaiyye ve vezaif-i ah Baki ihlas ve hürmet. CİLD - ADED - - SAYFA Kur’anın Daire-i İntişarı: Cenab-ı Münezzelül-Kur’anın din-i mübin-i İslamı gaye-i kemaline isal etmek suretiyle tecelli eden niam-ı ilahiyyesi pezira-yı hitam olunca vazife-i aliyye-i tebliğ de tamam olup Seyyidül-kevneyn hazretleri irtihal-i dar-ı beka buyurdular. O sırada ziya-ı Kur’an bütün Ceziretül-Araba intişar etmişti. Ve Yemen Bahreyn Umman Necid Tay Mudar Rebia Kudaa biladı ile Taif Mekke gibi birçok şuhur ve kasabatı tenvir etmekte idi. Bütün bu İslam muhitinde Kur’an hakkında beynelmüslimin edna bir ihtilaf yok idi. Hatta Tahavinin beyanına göre seb’a-i ahrufdan yalnız resm-i Kur’anın muhtemelatından olabilecek vücuh-ı Kur’andan maadası hakkındaki müsaade de hitam bulmakla mütekaribül-ma’na olan etmişti. Din-i İslam kadar hiçbir din ve Kur’an-ı azimüşşan gibi hiçbir kitab-ı semavi hizmet-i seniyyeden zarfında bu derece sür’atle intişar edememiştir. Daha doğrusu mebde’-i inkişaf Hudeybiye Musalahanamesinin tarih-i imzası veya feth-i Mekke i’tibar edilirse nur-ı Kur’anın intişarı nazar-ı tarihe nisbetle lemhetül-basar denecek derecede müddet-i kalilede vuku’ bulmuştur. Yukarıda izah olunduğu üzere Kur’an-ı azimüşşan Asr-ı Saadette hıfz ve tilavet cihetiyle cem’ edildiği ve bütün ayat ve suver-i Kur’aniyye tahrir olunduğu halde kitabet cihetiyle mushaf-ı vahidde mürettebüs-süver olarak cemedilmemiş miz canibinden bu suretle cem’i de emr olunmamıştı. Sebebi de bazı ayat-ı celilenin tilaveti nesh edilmek ihtimali idi. İrtihal-i peygamberi üzerine vahy-i ilahi nihayet buldu. Artık hiçbir ayet-i kerimenin nesh olunması ihtimali kalmadı. En son nazil olan ayet-i kerime ile irtihal-i Nebevi arasında güzeran eden dokuz gecelik bir müddet-i kalile bu emr-i mühimme kifayet edemezra sağlam bir müslüman oldu. Halid bin Said de vahiy katiplerinden ve sabıkin-i evvelinden olup biraderi Eban Hanzale bin Rebiül-esedi de vahiy katiplerindir. Muaykib Resul-i ekrem efendimizin mühürdarlığında ve şeyhayn hazeratının Beytülmal Eminliğinde bulunmuştur. Abdullah bin Erkam ez-Zühri vahiy katibi ve Resul-i zişan efendimizin pek mü’temeni idi. Taraf-ı ali-i nebeviden müluke ve saireye gönderilen mektupları da yazardı. Şurahbil bin Hasene de Mekke-i Mükerremede ilk vahiy katipliği edenlerdendir. Abdullah bin Revaha Ala’ bin el-Hadrami Zübeyr bin el-Avvam da hizmet-i kitabetle şeref-yab olan bahtiyarandandırlar. Medine-i Münevverede el-Ensari tayin buyuruldu. Ve bu me’muriyet-i aliyye irtihal-i peygamberiye kadar Zeydin uhdesinde kalmıştır. Bunlardan başka Ebu Süfyan ve oğulları gibi bazı zevat da ifa-yı kitabet etmişlerdir. Vahyin Medine-i Münevverede tevali ve teakubu bilhassa irtihal-i Nebevi senesi kesretle nüzul ve vürudu Zeyd bin Sabitin zaman-ı kitabetine müsadif bulunmakla vahiy katipleri zikr edildi mi Hazret-i Zeyd hatırlanıyor. Zeyd urza-i ahireye vakıf olmakla beraber fuzala ve fukaha-yı ashabdan bulunduğundan ahd-i sıddikda cem’-i Kur’an mes’elesi karargir olunca Ebu Bekr esSıddik radıyallahu anh ibtida Zeydi da’vet etti. Ve diyerek Zeydin hiddet-i nazarını kuvve-i zabt ve hıfzını emanet ve adalet-i tammesini ve bilhassa katib-i vahy-i Risalet-penahi bulunduğunu yad ve takdir ederek bu vazife-i mühimmeyi Zeyde tevdi’ buyurdu ki o sırada Zeyd yirmi beş yaşına vasıl olmamıştı. CİLD - ADED - - SAYFA binin cem’i ve keyfiyet-i cem’i kararlaştırıldıktan sonra Zeyd me’muriyetine kemal-i i’tina ile başladı. Ve evvela halife tarafından her kimin nezdinde üzerinde Kur’an-ı Kerim muharrer bulunan kıt’a varsa Mescid-i Şerife getirmesi i’lan edildi. Mescid-i Nebevide Zeyd bin Sabitle Ömer elFaruk Kur’an-ı azimüşşanın cem’ine mübaşeret edildi. Zeyd bu suretle rıka’ ve elvahda muharrer olanları taharri ve tetebbu’ ve kurra-i kiramın hıfzına müracaat etti. Yazılmış olarak buldukları hakkında mücerred yazılmış olmasıyla iktifa etmeyerek Resul-i ekrem efendimizden semaan telakki etmiş olan ashab-ı kirama arz ile huzur-ı saadette yazılmış olduğuna veyahut Kur’an-ı Kerimin nazil olduğu vücuh-ı seb’a cümlesinden bulunduğuna la-ekal onlardan iki zatı da işhad eyledi. Gerek Zeydin ve gerekse müracaat eylediği hafaza-i kiramdan her birinin vücuhuyla beraber Kur’an-ı Kerim hıfzında bulunduğu halde ihtiyar edilen bu tekellüfat ihtiyattan dolayı idi.Ve kimsenin gönlünde acaba Mushaf-ı şerife derc edilmedik ayet kalmış mıdır? gibi bir şüphe bırakmamak maksadına mebni idi. Zeyd diyor ki: Bu suretle ayat ve suver-i Kur’aniyyeyi tespit ederken sure-i Tevbenin ahirindeki ayetine geldiğimizde bu ayeti Beraenin ahirine kadar yalnız züş-şehadeteyn unvan-ı fahiresiyle şöhret-şiar bulunan Huzeyme bin Sabit el-Ensarinin nezdinde muharrer bulduk. Ve ondan başka kimse mektub olarak ibraz edemedi. Zat-ı Risalet-penahi vaktiyle Huzeymenin şehadetini şerife derc edildi.Hatta hazret-i Ömerin münferiden arz ettiği ayet-i recm derc edilmedi. Velhasıl Zeyd bin Sabit ile rüfekası lafzı delil-i kat’i ile sabit olan ayat ve kelimat-ı şerifeyi di. Ahd-i Ebi Bekir de vukua gelen beliyye-i irtidadı muharebede yetmişten fazla kurra-ı kiramın şehid olması üzerine cem’-i Kur’an mes’elesi kesb-i ehemmiyet eyledi.Nasıl ki Buharinin tahricine göre: Hazret-i Faruk Sıddik-ı a’zam efendimize müracaat ederekYemamede olduğu gibi daha birkaç muharebede kurra-i kiramdan böyle kesretle şehid verirsek Kur’an-ı Kerimin kısm-ı mühimmini zayi’ edeceğimizden bi-hakkın endişe ediyorum. Binaenaleyh ayat ve suver-i Kur’aniyyenin bir arada cem’ini emir buyurmanızı muvafık buluyorumdedi. Hazret-i Sıddik ise Sahib-i şeriatin yapmadığı bir emri biz nasıl yapabiliriz? diyordu.Hazret-i ÖmerinKur’anı muhafaza için bu hayırlı bir iştir.diyerek vuku’ bulan müracaat-ı mükerreresi üzerine Hazret-i Sıddik de bu teklifteki isabeti takdir etti. Ve bu vazife-i mühimmeye Zeyd bin Sabiti me’mur eyledi. Zeyd ketebe-i vahiyden ve mecmu’-ı Kur’anı hıfzetmiş zevattan olduğu anifen zikredilmişti. Zeyd vazifesinin ehemmiyetini takdir eyledi. O büyük hafız Vall hi bana yüce bir dağın nakli teklif edilseydi o bana bu vazifeyi ifadan güç gelmezdidiyordu. Hazret-i halife kemal-i zabt ve itkan ile meşhur olan hafaza-i sahabi Zeyd bin Sabit ile beraber keyfiyet-i cem’i müzakere etmek üzere Hazret-i Ömerin hanesinde ictima’ ettirdi. Furkan-ı müBu da o cümledendirdemek CİLD - ADED - - SAYFA nacak metin bir seciyenin istihsaline hizmet edecek yol din yoludur. Din-i İslamın ihtiva eylediği cihan-şümul hakikatler müvacehesinde ser-bezemin-i ta’zim olmayacak bir akıl tasavvur edilemez. En bedihi ve müsbet bir hakikattir ki: Dinsizler seciyeden mahrum zarurat ve menfaat-i ictimaiyye ve aileviyye hislerden mütecerrid zararları her nokta-i nazardan nef’lerine galib mütereddilerden taakkul temyiz ve bir gaye ta’kibinden başka bir şey olmadığından hayat ve mükevvenatı bütün ma’nasıyla nisbi addeden bir dinsiz için gaye dahi mefkuddur. Dinsizler daimi bir kararsızlık içinde hayatın muhitin ma’nasını idrake kabiliyeti olan havass-ı insaniyyelerini bizzat mefluç bırakmışlardır. Hissiyat-ı diniyyeden mahrum bir şahıs insaniyet mefhumunun haricinde yaşadığı gibi böyle bir hey’et-i ictimaiyye de sademat ve inkılabat-ı asriyye içinde duçar-ı inhidam olur bais-i saakayık ve fezail-i ulviyye ve en nezih ve dakik bir his ile gösterdiği halas ve necat yolları bütün tehi birer şu’ledir. Dindarane ve metin bir seciyeyi kalblerinde taşıyan ecdadımız harslarını bütün dünyaya tanıtmış nüfuz-ı maddi ve hükümranilerini Avrupa ve Asyanın ortalarına Afrikanın her tarafına ancak din-i İslamdan mülhem bir kuvvetle neşredebilmişlerdi. Arap-Türk Endülüs Hind medeniyetinin bugünkü enkazı bile maziye aid en eden bugünkü sukutun esbab ve sevaiki miyanında esasat ve an’anatımızın medeniyetimizin ruhu hilafına vakıolan harekatın birinci sırayı işgal eylediği gayr-ı kabil-i inkardır. Asrın efkar ve telakkıyat-ı felsefiyyesi ne kadar mütelevvin olursa olsun İslamiyet daima saf ve taze bir ruha ve kat’iyetin fevkinde mütebariz bir hakikate malik olduğundan her vakit için ziyadar kalacaktır. Müslüman gençliği uzaklaştığı dinine mahalline masruf ve müsmir bir azim ile sarılmalıdır. Gençlik akim felsefelerden sefahet ocaklarından derc edip kitabet hususunda delil-i zanniyi kafi addettiler. Zeyd bin Sabit anifüz-zikr mahtutattan ve kurra-i kiramın mahfuzatından cem’ ettiği suhuf-ı şerifeyi hazret-i Sıddika teslim eyledi. Halife-i müşarun ileyh de muhafaza etmek üzere nezd-i alilerinde alıkoydu. Ve irtihalinden sonra Hazret-i Faruka geçti. Ondan sonra da kerime-i muhteremeleri ümmül-mü’minin hazret-i Hafsa tarafından hıfzedildi. vazifeyi ifa edecek olan nesl-i hazırın bugünkü vaz’iyeti; metin bir seciye ile müstekar bir hedef-i mektedir. Muhtelif avamil ve te’sirat içinde teveccüh noktalarını tayin ve tesbite muktedir olamayan nesl-i hazır avare ve bi-gaye bir meşy ile müfid ve muzır her yeni cereyanı imtisasa müstaid görünüyor. Halbuki hey’et-i ictimaiyyemiz her şeyden evvel şuurlu müdrik hars-ı diniyi ihata etmiş bir gençliğe muhtaçtır. Muhit ve şeraitin tebeddülüyle mütevaziyen mazhar-ı inkişaf olması lazım gelen gençliğin en ehemmiyetsiz ictimai cereyanların inhinalarından müteessir olması basit ilkaatla tebdil-i istikamet kabiliyetini ibraz eylemesi pek ziyade calib-i dikkat ve teessürdür. Türk kelimesi evvel emirde İslamiyet müradifi olarak kabul olunmuştur. Binaenaleyh; Türk gençliği müslüman gençliği demektir. Ve yine bir olduğundan vezaif-i diniyye ve milliyye müttehid bir halde bulunmaktadır. Hayat-ı ferdiyye ve ictimaiyyenin tecelliyatı i’tibarıyla bu vezaif çok safahatı ihtiva eder. Gençliğimiz mu’tekid ve dindar olmalıdır. Hayatın en büyük gayesine ermek için ta’kib olu ahlakıyyeye malik olmayan bir genç müktesebatını mahalline sarf edemeyeceği gibi şahsına ve hey’et-i ictimaiyyeye karşı faydalı bir uzuv olamaz. Maatteessüf son nesil bu vadide şayan-ı gıbta bir halde bulunmuyor. Sunuf-ı saireye nisbetle müskirat isti’mali sefahethanelere müdavemet ahidde vefasızlık la-kaydi hodbini ve lüzumsuz bir tefahür gibi redieler nesl-i hazır arasında sühuletle bir mevki’-i kabul bulduğu görülmektedir. Gittikçe mütebariz bir şekil alan bu tereddiyat herhalde istikbal için hayırlı bir alamet ve nesl-i hazır için de mucib-i şeref bir şey teşkil etmez. Metin bir seciyeye malik olmak isteyen kimseler her şeyden evvel terbiye-i nefsin yolunu bilmelidirler. Nasıh olan mutlaka mütenassıh olmalıdır. Binaenaleyh; Müslüman gençliği nefsinde harekatında muhakemesinde ahlaki bir ıstıfa vücuda getirmelidir. Esasat ve an’anatını ırk ve adatını hakir görerek başka milletlere temessül eden bir hey’et-i de bu mütearifeyi yüzlerce def’a tekrar etmiştir. Bu bedahet meydanda iken nesl-i hazır şahsını temsil eden öz muhitinden müteneffirdir. His ve ruhumuza yabancı olan gayr-ı munis göreneklerle şahsiyet-i mahsusasını kaybetmektedir. Esasen münevverlerimiz bu taklidde garbın ulum ve fünun-ı müsbitesini değil telakkıyatımızın hissimizin aksi olan şekillerini iktibas etmiş oluyorlar. Tenevvürü şekle aid zannederek menfaat-i karşı büyük bir cinayet işlediklerine şüphe yoktur. Mazhar-ı terakkıyat olmayı istemeyen bir müsdiğerine karıştırılmamalıdır. Muhakkak olan bir şey var ise an’anatımıza aid her şeyi yıkmak istemekle beraber yerine hiçbir şeyi ikame etmeye muktedir olamayışımızdır. Cihet-i hususiyyeti ve yin ve gayr-ı şuuri bir taklidden kazanılacak yegane müsbet netice zarardan ibarettir. Bu babda alel-ıtlak birkaç misal iradı ne kadar şayan-ı merhamet bir hale geldiğimizi isbata kafidir. gayr-ı şuuri bir taklidden kurtularak cami’lerimizin saf ve ruhani kubbeleri muhitimizin mealiyatı Artık idrak olunmalıdır ki: Medeniyet felsefe-i medeniyye bol müskirattan sefil kadınlardan zahiri bir nezaket ve merasimden ibaret değildir. daniyye yekdiğerinden pek ayrı şeylerdir. Sair medeniyetleri temsil suretiyle de a’zami menfaat te’min eylediğine şüphe olmayan İslam medeniyeti hendese cebir kimya ve hikmete aid olan miştir. Fatih memalik-i şarkıyye ve garbiyyenin merrek kadar levazımat-ı cedbiyyeden ihtiyacat-ı şahsiyyeye kadar her cins levazımın kendi vesaitimizle kineler yoktu; fakat ecdadımızın el destgahlarıyla yaptıkları işleri garbın efkar-ı felsefiyye ve medeniyet-i zahiresiyle perverşiyab olduğumuz zamandan beri vücuda getirebildik mi? Hangi mütehassısımız elli dirhem gaz tasfiye hangi münevverimiz bir tek kibrit i’mal edebildi? Bütün dünyayı besleyecek bir kabiliyeti asırlarca muhafaza eden Anadolu ziraat ve felahatca kaç adım ve hatta yolları müessesat-ı hayriyyeyi cami’leri çeşmeleri medreseleri taamhaneleri hanları hamamları su yollarını ecdadımız yapmamış olsalardı bugün şiar-ı milliyi izhar eden hiçbir eser meydanda bulunmazdı. Şu halde her zaman ilmi müvacehesinde gençlik mütefekkir olmalı zarfı değil mazrufu görebilmek liyakatini kazanmalıdır. Mazide olduğu gibi hal ve istikbal için avamil-i muvaffakiyyet müslüman gençliğinin ruh-ı esasimiz dahilindeki tecellüd ve metanetinde mütekaddesata bi-hakkın merbut olmaktan ibarettir. Terakkıyat ve tealiyatın hepsi bu muhassılaya tabidir. Sırr-ı muvaffakıyyet ancak bu noktadadır. Müslüman gençliği saf ve nezih bir ahlaka malik olmalıdır. Metanet rasanet-i ahlakıyye mücadele-i hayat için en müessir bir silah şahsiyetler CİLD - ADED - - SAYFA Bir Avrupalının Konferansı Macar müsteşriklerinden Mösyö Felix Valyi tarafından Pariste Karneci müessesesinde İslam aleminin teceddüdü hakkında irad olunan bir konferansın metnine ahiren muttali’ olduk ve Avrupalı bir alim tarafından Avrupalı sami’lere kıymetli ma’lumat ve hakayıkı cidden calib-i dikkat gördük. Bilhassa İslam aleminin teceddüdü mezayasıyla kabul etmekten başka bir çare olmadığını dermiyan eden garb-perestlerimiz için bu Avrupalı fazılın dermiyan ettiği mütalaat ibretbahş bir mahiyettedir. Binaenaleyh bu konferansın en mühim noktalarını nakletmek faydadan hali değildir. Mösyö Feliks Valye Avrupanın İslam alemine adavetinin esbabını izah ederken diyor ki:Asırlardan beri Avrupanın şark hıristiyanlarını müslümanlara karşı müdafaada ısrarı evvela tesanüd-i dini ile saniyen akaid ve hayat-ı İslamiyyenin terakki-i beşeriye düşman olduğuna dair dermiyan edilen propagandalarla tahkim olunmuştu. Bundan dolayı Türklerden ve umumiyetle müslümanlardan asri medeniyet nokta-i nazarından hiçbir şey ümid olunmuyordu. Bu nazariyyeye göre İslam devletlerinin yerine hıristiyan devletlerini veyahut hıristiyan nüfuzunu ikame etmek alkışlamak iktiza ediyordu. Hamuliyet kaidesine ler bütün gayz ve nefretlerini Türklere tavsiye ederek Türklerin bir millet olarak ortadan kaldırılmasını tavsiye ediyorlardı. Efkar-ı asriyye tesmiye olunan fikirler namına tarihin en mekruh milleti telakki olunan Türkler bu suretle mahkum ediliyordu. Loyd Corc gibi Amerika Hariciye Nazırı Mister Hogs gibi Anglikan kilisesinin rüesası Anglosaksonların kaffesinde tezahür eden bu müdhiş husumetin esbab-ı tarihiyyesini taharri etmek uzun sürer. Bütün şarkı bilenler katliamın bu husumeti tahrike medar olamayacağını itiraf ederler. ÇünMesela tarz-ı millide mefruş olan oda ve salonlarımızı zevksizlik isnadıyla alafranga hale kalbettik ve bundan guya bedii bir his duyduk. Fakat yine bu güzel şeyleri binlerce mikroplarla mülemma’ sokak fotinlerimizle telvisten çekinmedik. Düşünemedik ki: Evvela sokaklarımızı temiz bir hale getirmek sonra da velev ki son derecede temiz olsun mikroptan tecerrüd mümkün olup olmadığını tayin ve tesbit etmek lazımdır. Eski ta’lim ve terbiyeyi köhneliği bahanesiyle beğenmedik. Lakin bu kadar münevverlerimiz arasından kaç gayretli çıktı da beş on mahalle mektebi küşad edebildi? Bunlardan başka bütün ma’rifetimizin nazariyat vadisinde dolaştığı fakat nik ü bedini tefrik ederek saha-i fi’le isale kafi metanet-i ahlakıyye ve seciyyeden mahrumiyetimizi sus bir hayatı bir tarihi bir medeniyeti el-hasıl her şeyi vardır. Bugün kendi dolayısıyla tedenniyata duçar olan medeniyetimizi yine kendi esasatımız dahilinde ıslaha mecburuz. Japonyalılar yarım asır zarfında garbın bütün terakkıyat-ı maddiyyesini ahz ve iktibas eylediler. Fakat bir Japon değil an’anat ve ruhunu ahlakını hatta kıyafetini bile tebdil etmedi. En mütekemmil bir ruh ve insaniyet şuuruna malik olan zaman için kafi bir menba’-ı hayattır. Gençlerimiz umumiyetle müsriftir. Eline geçen bir meblağın kabiliyet-i leri gençliği bab-ı hükumet etrafında toplamıştır. Me’muriyete gösterilen bu zaaf ve inhimak bütün gençlerimizi teşebbüsat-ı şahsiyye kabiliyetinden mahrum bırakmıştır. Ba-husus me’muriyet zihniyeti kabiliyet-ı ruhiyyeyi i’la edecek bir dereceyi asla göstermemiştir. Şerefsiz ve millete bar olan bir hayatın yerine alın teriyle kazanılmış bir sa’yin kaim olduğu gündür ki gençlik ruh ve an’anatını daha çok sevecek daha çok benimseyecektir. Gençlik İslamiyet’in kamaştırıcı nur ve irfanı içinde yükselmelidir ki azm ü cezmiyle hidayet-i ilahi ile beşeriyete en yüksek medeniyetin en celi hakikatin envarını serpmeye muvaffak olsun. CİLD - ADED - - SAYFA daima seleflerinden tevarüs ettikleri insaf ve hamuliyeti göstermişler ve asırlardan beri memleketlerinde bunca müessesat-ı ecnebiyyenin yaşaması da isbat eder ki mutaassıb milliyetperverlik onların eseri değildir. çok sahalarda teceddüd başlamıştır. Fil-hakika leyebiliriz. Nice nice mütefekkirler tarikat müessisleri daima ahlaki tetahhura hurafatı istisale çalışa gelmişlerdir. Fakat müessesat-ı İslamiyyenin esaslı ıslahı için iki şart lazımdır. Birincisi bu ıslahın Avrupa tarafından icra olunacak tazyik ile yapılmaması. millet-i İslamiyyenin icra etmesi. Bu vaz’iyette ise ancak Türkiye bulunmaktadır. Esasen Tanzimat-ı Hayriyyenin adem-i muvaffakıyyeti memalik-i ecnebiyyenin te’siriyle icra olunması ve müdahale-i ecnebiyyeye bir nihayet vereceği yerde bilakis o müdahaleyi takviye etmesi yüzündendir. Türkiyede Tanzimat devrinin başladığı sırada bir İngiliz müverrihi David Orkohart Avrupa diplomatlarının Londra Paris Petersburgda ihzar ve i’mal olunan teceddüdatı Türkiyeye tahmil etmelerinin hata olduğunu isbata çalışmış garb desatirini şarka tatbik etmenin mahz-ı hata olduğunu beyan eylemiş ve İslam an’anatının muhafazasını hararetle müdafaa etmişti. Orkohart Türkiyenin işlerine ve bilhassa ıslahata müteallik leb ederek milel-i İslamiyyenin tabii bir surette asri bir hale irtika etmesini tavsiye ediyordu. Fakat Avrupa diplomatları hiçbir vakit mes’eleyi cihan-şümul insani mahiyetiyle anlayamamışlar mes’elenin muazzam ve asil bir dinin necib ve tarihi milletlerin müdahale-i ecnebiyyeden masun kalarak mevcudiyetlerine aid mesail-i esasiyyeyi halletmelerine müsaade ile Avrupa ve Asyanın münasebatını tebdil etmek olduğunu idrak etmediler. lam kendi kuvvetiyle ve kendi müessesatıyla iskü şark hıristiyanları bu katliamlarda faal bir rol oynamışlardır. Sonra her milletin tarihinde bu gibi hadisat-ı müessife mebzuldür. Maamafih biz burada şark ile garb arasında tehlikeli bir adavet te’sis eden avamilin bazılarını serdedebiliriz. Bu avamil miyanında sınıf-ı ruhani birinci safı işgal eder. İhtirasat-ı iktisadiyye ise bazı sade-dilleri aldatacak bir takım nazariyat-ı insaniyyeye sarılmıştır. Şark mes’elesini ele alan sınıf-ı ruhani gizleyerek insaniyetin vahdet-i ma’neviyyesi gibi en asil temenniyatın tahakkukuna karşı gelmiştir. Müslümanlık ve onu Avrupanın kalbine götüren Türkler pek kısa bir müddetten beri bi-taraf tedkikat-ı ilmiyeye mevzu’ olmuşlardır. Çünkü on dokuzuncu asra kadar bir taraftan vesait-i tahkik pek mahdud idi diğer taraftan Avrupanın dimağı ruhani ve mezhebi taassublardan kurtulamamıştı ki el-an birçok mehafil bu taassubların esiridir. Misyonerlere gelince bunların ekseriyeti şarktan avdet edince hatta şarka gitmeden müslümanların aleyhinde tahrik-i husumetten istifade etmeyi düşünen şark hıristiyanlarından öğrenbaşlamışlardır. Bu yüzden İlm-i Din ile hiç münasebeti olmayan fakat Avrupanın en büyük kısmını husumet ve adavetle tahrik eden bir edebiyat-ı mahsusa teşekkül etti. Binaenaleyh İslam aleminde edebiyat ve efkar-ı diniyye hayat-ı ahlakıyyenin ve hayat-ı insaniyyenin i’tilasına çalıştığı ve İslam ulema ve münevverleri uhuvvet-i beşeriyyeyi telkin ve ta’lim ettiği zamanda hala İslama muhasım olan Anglosakson münevverlerinin Gladiston mektebini ihya ettikleri görülüyor. Denilebilir ki harbten mukaddem İslam münevverlerinin kalbinde hıristiyanlara karşı nefret-i hissi tamamıyla darul-fünunlarına devam ediyor orada tanıştıkları arkadaşlarıyla ravabıt-ı dostane te’sis ediyor el-hasıl eski nefretin yerine zeka-yı beşerinin faaliyet-i du. Bugün İslam mütefekkirleri garbın rehberliğine karşı geliyor ve garb müessesatına yüzlerini çeviriyorlarsa kabahat garbındır. Türkler şark-ı vustaya hakim olmak hususunda hulefa-yı Abbasiyyeye halef oldukları zamandan beri İslam aleminin göz bebeği mesabesindedirler. Türkler CİLD - ADED - - SAYFA Hilal tarafından icra olunan da’vetin neticelerine gelince bunlar pek mühimdir. En şayan-ı dikkat olanlarını izah edelim: Milli ictimai hareketle hiçbir münasebeti olmayan ilmi ve mutasavvıfe sınıfları daldıkları hab-ı gafletten uyanarak mesail-i ictimaiyye ile alakadar olmaya nafi’ işler hakkında müdavele-i efkarda bulunmaya başlamıştır. Hayat ve faaliyet-i sında hükümran olan tehalüf tehasüd ile bunlara mülazim olan taassub ve cümud gibi sıfat tedricen zevale yüz tuttu. uzaklaşan ve hatta nefret eden gençlikin da’veti üzerine Kur’anı tetebbua ve din-i İslamı tedkika rağbet ederek bu vadide ibraz-ı faaliyet etmiş ve bin-netice garb-perestlikte en ileri gidenlerden birçokları gittikleri yolun çıkmaz olduğunu anlayarak Müslümanlığa sarılmışlardır. Müslümanlar müstebidlere karşı hissettikleri şeyn-aver ubudiyyetten kurtularak hürriyet yoluna katılmışlar ve bu vadide o derece ilerilemişlerdi ki ne hükumet ne de muhafazakarlar bu cereyana karşı duramamışlar; artık gönüllerde mütemekkin batıl ve boş bir heybete istinad eden istibdadın kuvveti izmihlale duçar olarak yerine şehamet ve besalet hisleri kaim olmuştu. Bunun üzerine millet gasp olunan haklarını istemeye düşmanlara yardakçılık eden rüesayı tepelemeye başlamış ve bin-netice bunlar irade-i milliyyeye mışlardı. Memleketin salah ve selametine çalışanlar birliklerinin kuvvetlendiğini ve milletin kendileriyle timaiyye ve cem’iyat-ı umumiyyeye kuvvetli bir hamlede bulunarak bunları elde etmişler ve buntiklalini kurtarmış olan bir millet-i İslamiyye icra edebilir demiştim. Müslümanlığın birtakım doğmalara sımsıkı bağlı ve hayat-ı asriyyenin ihtiyacatına karşı ebkem an’anata malik olduğunu iddia edenler hareketten mahrum bir Müslümanlığın gayr-ı mevcud olduğunu unutuyorlar. İslam tarihinin bütün ha kudret-i temsiliyyesini izah etmektedir ki bu izahat elhak şayan-ı dikkattir. Mösyö Feliks Valine İslam aleminde yapılacak teceddüdattan bahsederken diyor ki: Müslümanların fabrikalar tezgahlar kurmalarına ticari ve mali teşkilat yapmalarına İslam şürekat-ı teavüniyyesini inkişaf ettirmelerine bilhassa her şeyden fazla İslam darul-fünunlarını ve medarisini ihya ve ıslah etmelerine müsaade edilmelidir. Fakat hiçbir vakit İslam alemine garb medeniyetinin nekayıs ve mesavisini tahmil etmeyiniz. Çünkü bizzat garb medeniyeti bu mesavi ve rezail yüzünden ölmektedir. Her cazibeden mahrum asri barakalardan müteşekkil ticari şehirleri icad eden Endüstriyalizmin şark ruhuyla hiçbir münasebeti yoktur. Müslümanlar elbiselerini dokumayı asri alat ve edevat ile arazilerini ziraat etmeyi fabrikalarını ve kendi ihtiyaçlarını tatmin etmeyi öğreneceklerdir. Fakat bu kadar. Onlardan hayatlarının sadeliğini fıtratlarının şi’rini selb etmeyi düşünmeyiniz. Şark mes’elesini diplomatlarla siyasilerin ellerinden alınız. Çünkü bunlar bu mes’eleyi asırlardan beri mütemadiyen zehirlemişlerdir. Bu mes’eleyi o alimlerin eline tevdi’ ediniz ki bunlar şarkta müverrihlerce kadar devam eden faikıyeti ihya ederler. Ancak on yedinci asırdan beridir ki İslam alemi inhitata duçar olmuştur. Ve bunun sebebi onun ulum-ı tabiiyyenin tekamülünü ta’kib etmemesidir. Muhakkaktır ki İslam alemini yalnız irfan i’la eder. Ve yalnız bu vadidedir ki garb şarka muavenet edebilir. Mösyö Feliks Valye daha başka mesaili mevzu’-ı bahsetmiş ise de bunları haiz-i ehemmiyet görmediğimizden nakline lüzum görmüyoruz. CİLD - ADED - - SAYFA kerimesi idi. Bunun neticesi olarak müslümanlar çok ilerilemişler o kadar ki kırk seneden beri cahedatında onları geçememişlerdir. leketlerine Türkiyeye ehemmiyet vermezlerdi. Bunların ekserisi Trablusgarb Tunus Cezayir Anadolu Kafkasya ve sair aktar-ı İslamiyyenin kiyeye Rum memleketi ve halife-i müslimin olan Türkiye sultanına da Sultan-ı Rum derlerdi ve ona dair nice nice garip hikayeler gülünç hurafeler rivayet ederlerdi. Gerçi Hindistan müslümanları Kafkasya hakkında birçok şeyler bilirlerdi. Fakat bu malumata göre Kafkasya Kaf memleketi idi. Ve dünyanın serhaddi idi. Devlerle siyah beyaz kadınların vatanı idi. l mecmuası bütün bu gibi hurafata sell-i seyf ederek Kafkasyanın bir lazım geldiğini izah eylemişti. Avam-ı müslimin bu hakayıkı idrak ettiği günden beri bu İslam memleketlerine bi-payan bir meveddet tutmaya başladılar. Müslümanlar infirad ve muhalefet siyasetinden feragat ederek sair vatandaşlarıyla birleştiler ve siyaset-i milliyyede amil olmaya başladılar. En Hararetli Mücadele Birkaç hafta mukaddem Mısırda evvela hükumetin tayin ettiği erbab-ı ihtisastan otuz kişi sır fevkalade komiseri arasında vuku’ bulan mükumetiyle Mısır hükümdarı arasında cereyan eden müzakerat ve hükümdarın kendi hukukunu te’min etmesi için vuku’ bulan mükerrer ta’dilat neticesinde kesb-i kat’ıyyet eden Mısır Kanun-ı Esasisi i’lan olunmuştu. Efkar-ı umumiyye-i Mısrıyyeye kanun-ı esasinin böyle elden ele dolaşarak her tarafından birtakım darbelere uğrayarak değil doğrudan doğruya bu işi deruhde ları işgal eden hainleri tard ve teb’ide muvaffak olmuşlardı. Bu uğurda en son muvaffakiyetBütün Hindistan Müslümanları Cem’iyetitesmiye olunan teşkilatın elde edilmesiyle kazanıl ten başka bir şey olmayan bu cem’iyeti de hakiki bir müessese-i milliyye haline koyarak kanun-ı esasisindenİngiltere devletine sadakatibaresini tayy ile yerine Hindistanın istiklal-i tammıibaresini koymuşlardır. Bu suretle bu İslam cem’iyetinin kanun-ı esasisiyle Hindistan Cem’iyet-i Milliyyesinin kanun-ı esasisi bir olmuştur. Bu hürriyet cereyanıyla beraber hak ve hakikat ve menafi’-i memleket uğurunda fedakarlık hisleri uyanmış ve herkes bilhassa erbab-ı iktidar ve salahiyet mücahede meydanlarına atılmışlardır. Bu zevat-ı aliyye miyanında bilhassa Aligerh Külliyesinden neş’et eden ve asri bir terbiye gören iki meşhur biraderi Mevlana Muhammed Ali ile Mevlana Şevket Aliyi zikredebiliriz. Evvel emirde Komred gazetesinin muktedir muharriri olan Muhammed Alie muhalefet etmiş ise de bilahare bu muhalefetten vaz geçerek ile teşrik-i mesai eylemiş ve aynı vadide mücahedatta bulunarak sahibi Mevlana Ebülkelam gibi o da kardeşi ile beraber tevkif olunarak hapsedilmişlerdi. Ve bütün Harb-i Umumi devamınca mahbus kalmışlardı. Harb-i Umumi’nin hitamını müteakıb tahliye olundukları zaman Hindistanın hareket-i hammed Ali ile kardeşi mahbusdurlar. Her ikisi el-hak İslama da Hindistana da en mühim büyük hidematı ifa ettiler. İlk fırsatta bu iki kardeşin tercüme-i halini neşredip kari’lerimizi tenvir edeceğiz. Milletin ahval-i ruhiyyesinden azim bir inkılab hasıl olur ki bu inkılab hürriyet ve istiklalin esasıdır. Evvelce milletin karşısında hissiyatını tahrik edecek kuvvetlerini işletecek onu himmet ve faaliyete sevk edecek bir gaye yoktu. Bundan dolayı himmetleri atıl kalbleri me’yus vanı ayet-i CİLD - ADED - - SAYFA müteakıben bir hey’et-i murahhasa tayin olunarak ahede akdedilecek bu muahede parlamento tarafından tasdik olunacak ve bu suretle İngiltereye göre Mısır mes’elesi halledilmiş olacaktır. Fakat asıl en çetin mes’ele buradan çıkıyor. Mısırda iyi kötü bir kanun-ı esasi i’lan olundu. mülsüz mevsimi olan bu yaz intihabat faaliyetlerinin hararetiyle bir kat daha kesb-i şiddet etti. Fakat sıcağa filan bakmayarak Mısırlılar intihabat faaliyetini hayırlı ve müsmir bir neticeye götürmek için elden geldiği kadar çalışıyorlar. Binaenaleyh bir iki ay zarfında intihabat hitam bularak Mısır meclis-i millisi toplanacaktır. da mevzu’-ı bahis değildir. Çünkü hal-i hazırda ehemmiyeti haiz fırak-ı siyasiyye içinde İngiltere tarafından Mısır istiklaline esas olarak i’lan olunan şeraiti kabul eden bir tek fırka yoktur. Saad Zağlul Paşa hazretlerinin tarafdaranı da Adl Paşanın tarafdaranı da bu esasata külliyen aleydar bulunmaktadırlar. Mısırdaki teşkilat-ı silis-i milli a’zalığına intihab olunacak zevatın da kamilen bu kanaatte olacaklarında hiç şüphe yoktur. Böyle bir meclis-i millinin i’timadını haiz olan bir hükumet de elbette aynı fikir ve kanaati besleyecek ve İngiliz şerait-i malumesini reddedecektir. girmiş oluyor. Bir taraftan da bütün Mısır bilakayd u şart istiklaline sahib olduğunu ve ancak bu esas üzere İngiltere ile müzakerata girişeceğini beyan öte taraftan İngiltere Mısırı işgal etmekte olan kuvve-i askeriyyesine istinaden bu icma’-ı milli ile mücadele edecek hakk-ı hayat ve hakk-ı şeyi yapacak ve bütün dünya hak ile zulmün bu mücadelesini temaşa eyleyecektir. bi-haber değildir. Bilakis birçok İngiliz gazeteleri bu vaz’ıyeti bütün dekayıkıyla tahlil ve ne yapılacağını şimdiden derpiş ediyorlar. gazetesi:Mısır parlamentosu tarafından İngilterenin şeraiti reddolunacak olursa Mısıra o şerait dairesinde istiklal bahşeden edecek irade-i milliyyeyi ihtiyacat-ı milliyyeyi tahakkuk ettirecek bir hey’et-i müessesan tarafından vaz’ olunmasını arzu ediyordu. Tabii efkar-ı umumiyyenin bu arzusu nazar-ı i’tibara alınmadı. Ve binaenaleyh kanun-ı esasi Mısırlıların istediği gibi değil zimemdaran-ı umurun gasıbların vaz’ ettikleri şekilde i’lan olundu. Kanun-ı esasinin i’lanı gibi bir hadise her yerde mühim ve muazzam bir hadise-i tarihiyye olarak karşılandığı halde her nedense Mısırda bu hadise-i mühimme hiçbir fevkaladelik ile karşılanmadı. Bu da bu hadisenin bir kere pek geç vuku’ bulmasından sonra bir eser-i milli olmaktan uzak bulunmasından ileri gelmektedir. Hakikaten bu hadise Mısırda pek geç vuku’ buldu. Mısırda idare-i mutlakayı idame ettirmek yesi milletin ihtiyacatı vaktinde nazar-ı i’tibara alınmadı. Mısırlılar memleketlerinde bir inkılab-ı yenin te’sisine uğraştıkları ve bu uğurda her fedakarlığı giliz askerisi diğer taraftan teşebbüsat-ı milliyyeyi menafi’-i şahsiyyelerine münafi gören anasır la mücadele etmişler ve Mısırlıların hakkını zor-ı bazu ile gasb etmeye bakmışlardı. Bi-naenaleyh bu sefer kanun-ı esasinin nakıs ve hatta irade-i milliyyeye münafi bir şekilde i’lanı hiçbir heyecan Kanun-ı esasi geçen senenin Şubat’ında olunan beyannameyi ta’kib eden ilk eserdir. İngiltere bu beyannamesinde Mısırın istiklalini üç şart ile tanıyordu: nı te’min etmek. kabul eylemek. kabul eylemek. Bu kayıdlarla mukayyed olan istiklalin ilanını müteakıb Mısırda bir kanun-ı esasi ihzar olunarak parlamento ictima’ edecek parlamentonun i’timadını haiz bir hükumet teşekkül eyleyecek ve CİLD - ADED - - SAYFA O zaman tarafeynin yani İngilizlerle Mısırlıların pek had bir mücadeleye girişecekleri aşikardır. Biz herhalde Mısırlı dindaşlarımızın muvaffakıyetini ve bu muazzez diyar-ı İslamiyyenin hukuki hürriyet ve istiklaline kavuşmasını temenni ederiz. Hind Hilafet Cem’iyetinin namı ve mesaisi memleketimizin hemen her tarafında ma’ruftur. Hukuk-ı milliyemizin muhafazası için teşebbüsat-ı mühimmede bulunan ve bütün dünyaya uhuvvet-i kiyeye olan i’timad ve teveccühünü gösteren en muazzam teşkilat-ı İslamiyyeden biri olan bu muhterem cem’iyetin esasat ve makasıdına dair Hindistanda intişar eden bir mecmuada elCamia refikimizde ma’lumat-ı atiyyeye muttali’ olduk. Nakl ediyoruz: sat-ı atiyyeye ibtina ettirmişlerdir: Şeriat-ı İslamiyye her zaman tamamıyla müstakil şevket ve kudret sahibi bilhassa arazi-i mukaddese-i İslamiyyeyi ve Ceziretül-Arabı muhafazaya muktedir bir devlet-i İslamiyyenin bulunmasını amirdir. Bu hükumet-i İslamiyyeye lisan-ı şeriatte Hilafet denilir bu devlet yer yüzündeki müslümanların merkez-i ittihad ve ictimaıdır. Şark ve garbdaki bütün müslümanların ona itaat ve muavenet etmeleri vacibdir. Makam-ı hilafet asırlardan beri Türkiyededir. Müslümanlar evamir-i diniyyeye imtisalen ona yardıma onu korumaya çalışırlar. yahud onların esaret-i ecnebiyyeye duçar olmasından korkulursa şeriat-i İslamiyye bütün müslümanların onu müdafaa etmesini ve bu vazife-i müdafaayı en yakın olanların ifa etmelerini emreder. Mütttefiklerin Osmanlı devletini taksim ve Suriye Irak Anadolu ve Trakyaya hücum etmelerine mebni Hindistan müslümanlarının ellerinden her geleni yaparak Türkiyeyi ve memalik-i beyannameyi ilgadan başka bir çare yoktur.diyor ki bunun ma’nası Mısırda İngiliz himayesinin te’sisi kanun-ı esasinin ilgası ve parlamentonun gazeteleri cevap vermektedirler. refikimiz Mayıs tarihli nüshasında diyor ki: İngiliz gazetelerinin bu gibi tehdidatı Mısırdaki vaz’iyeti Mısırlıların ahval-i ruhiyyesini hiç bilmediklerini zetesi de o kanun-ı esasinin i’lan olunduğu sıralarda demişti ki:Kanun-ı esasi üzerinde hasıl olan i’tilafı müteakıb Mısırda vuku’ bulan meserretkarane nümayişler İngiliz beyannamesindeki şeraitin tahakkuku namına hayırlı bir mukaddimedir.Bu gibi sözlerden anlaşılıyor ki onun İngiliz şeraitinin tahakkukuna hadim bir alet ve yahud istiklalimizi imha için bir basamak olarak kullanılmasıdır. İngilizlerinmeserretkarane nümayişlertesmiye ettikleri şeylerden bu gibi mevhum neticeleri istintac etmeleri abestir. Çünkü öyle meserretkarane nümayişlerin asıl esası yoktur. Olan biten hükumetin sakin ve samit bir tirak edenlerden hiçbiri kanun-ı esasiyi bir kelime olduğunu söyleyememiştir. Bilakis millet bu kanun-ı esasiyi adem-i memnuniyet ile karşılamış ve hakimiyetine hürmet Sudanı muhafaza etmeyen bu kanundan çok müteessir olmuştur. Mısırlıların İngiliz şeraitini kabul edeceğini tahmin etmek hiç doğru değildir. İstiklal-i milliyi ihlal edecek Sudanı Mısırdan ayıracak Mısırda herhangi beyanname veya i’tilafname Mısırlılar tarafında kat’iyyen kabul olunamaz. Ancak Nilin menbaından mansabına kadar Mısır ve Sudanın yan bir i’tilafnamedir ki Mısır milleti ve parlamentosu tarafından kabul olunabilir. Mısır mes’elesini hall için bundan başka çare yoktur. Millet lığı kabul etmeyeceğini mazide nasıl isbat ettiyse atiyen de isbat edecektir. Görülüyor ki Mısır mes’elesinin en hararetli safhası parlamentonun ictimaını ta’kib edecektir. CİLD - ADED - - SAYFA kurtuldu. Türkiye ile müttefikler arasında sulh akd olunduğu takdirde Türkiyeye aid mesail hitam bulmuş olacaktır. Fakat metalib-i saireyi tahakkuk ettirinceye Irak Filistin ve Suriyenin istiklalini tanıttırıncaya kadar Hindistan ile İngiltere arasında mücadele devam edecektir. Birkaç gün mukaddem telgraflar Hicaz hükümdarı Şerif Hüseyinin İngiltere ile akdettiği bir muahedeyi Hicaz hükümdarını İngiltere ile böyle bir muahede akdine sevk eden esbab az çok anlaşılıyor malumat alınmamıştı. Kahirede intişar etmekte olan es-Siyaset gamektedir: Melik Hüseyin herhalde İngiltere ile ittifak arzu etmekte idi bilhassa son iki sene zarfında kendisinden yüz çeviripden i’tibaren nakdi muavenetlerini kestikten sonra bu muavenetin tur. Hicaz arazisinin akameti dolayısıyla kendini geçindirecek menabia malik değildir. Hicaz Türkiyeden ayrıldıktan sonra İngiltere tarafından Türkiye aleyhine isyan ve i’lan-ı harb etmesine mukabil verilen para ile yaşıyordu. İngilterenin yardımını kesmesine sebep ise onunla Melik Hüseyin arasında zuhur eden ihtilaftır. Fil-hakika İngiltere senesi yazında istediği şartlarla Melik Hüseyine bir muahede akdi için meşhur Miralay Lavrensi Hicaza gönderdiği zaman Melik Hüseyin teklif edilen maddeleri Türklere i’lan-ı harb etmesine badi olan esaslara muhalif bularak kabulden imtina’ eylemişti. Maamafih mezkur muahedeyi imzada kendisine vekalet etmesini oğulları Emir Abdullah ile Faysala söylemiş ve her ikisi de bu emri infaz etmişlerdi. Mevaddı el-yevm hafiy olan bu muahede Arap da’vası başına en büyük musibetleri getirmiştir. Hakikatte Melik Hüseyin Hicaz tahtına çıktıktan i’tibaren İngiltere rüesa-yı umuruyla Ceziretül-Arab vasiyet-i Peygamberiye nazaran münhasıran müslümanların milli dini yurdudur. Şeriat-i garra gayr-ı müslimlerin Ceziretül-Arabda devlet-i ecnebiyyenin nüfuz hakimiyet veya vesayet müslümanlarının Ceziretül-Arabı muhafazaya gayret etmeleri vezaif-i diniyyelerindendir. Beyt-i Mukaddes emakin-i mukaddese-i İslamiyyedendir. Müslümanlar beyt-i mukaddesi kurtarmak için müttehid Avrupaya karşı mücadele ederek Ehl-i Salib muharebelerinin bütün felaketlerine tahammül etmişler fakat beyt-i mukaddesin gayr-ı müslimlerin eline düşmesine razı olmamışlardır. Binaenaleyh yer yüzündeki bütün müslümanların Beyt-i Mukaddesi kurtararak nüfuz-ı gibi Beyt-i Mukaddesi sıyanet için bütün vesail-i mümkineye müracaat etmeleri lazımdır. Haremeyn-i Şerifeyne hizmet ve emir-i hac tayini mahza Halife-i müsliminin vazifesidir. Hicazın met ve emaretin halife-i müslimin hazretlerinin yedinde bulunması lazımdır. Müttefiklerin tamamıyla tinab etmeleri ve Türkiyeyi bu haktan feragata sevk etmemeleri iktiza eder. Hind Hilafet Hareketinin esasatı bunlardır. Bu hususta Hind müslümanlarının metalibi de ber-vech-i atidir: Türkiye istiklal-i siyasi askeri ve iktisadisi herhangi bir kayıd ile mukayyed olmaksızın hür ve müstakil yaşayacaktır. Türkiye ve Anadoluda Yunanlıların caktır. Bu arazide ekseriyet-i kahire Türklerdedir bina-enaleyh bu arazi Türkiyeye aiddir. Suriye Irak ve Filistin tamamıyla hür ve müstakil olacaktır. Bu ülkelerde ecnebilerin hiçbir nüfuzu hakimiyeti vesayeti bulunmayacaktır. Bunlar Türkiye ile aralarındaki münasebeti kendileri tayin edecekler ve mukadderatını idareye muktedir olamadıkları takdirde vesaye hakkı münhasıran Türkiyeye aid olacaktır. Hindistan müslümanlarının İngiltereden istedikleri bunlardan ibaretti. Anadolu ve Trakya CİLD - ADED - - SAYFA seyin Filistini de Arapların cisminden ayırmaya kerhen muztar kalacaktır ki bu suretle bizzat kendisinin istediği Arap birliği ortadan kalkmış olacaktır. sahibi Ahmed Cevdet Bey Lozandan gazetesine atideki bendi yazıyor: Sorbon Darul-fünunu profesörlerinden Gabriel Seayın demokrasi halk usul-i hükumeti hakkında mecmuasında neşrettiği nefis bir makale felkalade nazar-ı dikkatimi celb etti. Vaktim olsa idi bu makaleyi bütün ahalinin büyük küçük herkesin anlayabileceği bir tarzda gayet sade ve halk Türkçesiyle tercüme edip ayrıca kitap şeklinde tab’ ettirir idim. Bundan böyle demokrasi usulünde yaşayacak olan halkımız halk için değil müdiran-ı umur denilen iş başındakilerin de bu eserden alacakları büyük ibretler vardır. Hakimiyet-i milliyye hakkında şu cümlelerini buraya derc edeceğim. Diyor ki:Kavmin yahud halkın hakimiyeti o kavmi teşkil eden şahıslar ve ferdler haiz oldukları iktidarı o iktidarı icradaki mil ettiği teşebbüs ve mes’uliyeti anlamaktan aciz tehlikedir. Monteskiyö demiştir ki böyle bir şekl-i hükumet ancak icra-yı fiil ve hareket ve tahaffuz ve beka esaslarını efradın fezailinde bulduğu surette payidar ve mümted olabilir. Bu cümleleri diğer cümleler ta’kib ediyor ve diyor ki:Bir memlekette idari bir inkılab ve tebeddül vücuda getirmek bir faydayı mucib olmaz. Asıl fayda oradaki halkta tebeddül ve inkılab peyda etmektir.Ve yine diyor ki:Bir kimsenin hal ve hareketi içinde yaşadığı ictimai muhitin fikirlerine hislerine batıl i’tikadlarına ihtiraslarına bağlıdır. Şimdi bir intihabat devresindeyiz. Zannediyorum ki bu cümlelerin ma’na ve mefhumları müArapların fikrini sormaksızın Araplar namına Bununla beraber Melik Hüseyin bir noktada meziyet göstermiştir. O da ittifaklara Arap memleketlerinin ketler muhtelif vekaletler altında bulunduğundan memiştir. O vechile ki yapılan ittifaklar her zaman kendiliklerinden sakıt olabilir. Ancak son muahede görünüşe nazaran mer’i ve mu’teber tutulacaktır. Muahedenin hutut-ı esasisi hakkında atideki malumat mevcuddur: Hicaz ve Irak ve Şarki Ürdünü havi bir Arap hükümat-ı müttehidesi teessüs edecektir. Hicaz kralı oğulları Faysal ve Abdullahın taht-ı idaresinde bulunacak olan bu memleketlerin üzerinde hakimiyet-i lafziyyeye malik olacak ve resmen Arap Melikiismini taşıyacaktır. Arap hükumat-ı müttehidesi haricde tek bir makam tarafından lik bulunacaktır. Her vilayet dahilen müstakil olacak ve bir kuvve-i bahriyye tekevvün ve münasebat-ı ticariyye ve siyasiyye teessüs edince mezkur memleketlerin vapurlarına ve sefarethanelerine hepsini temsilen Arap bayrağı çekilecektir. Fransanın bu hususta hiçbir i’tirazda bulunmayacağı ve bu Arap ittihadını İngiltere ile birlikte tasdik edeceği şüphesizdir. Acaba bir Arap ittihadı te’sisi için İngiltere neden dolayı Hicazla ittifak ediyor ve Fransa ne tasdik ediyor? Bunu sebeb-i aslisi Mustafa Kemal Paşanın muzafferiyetleri ve Irakla Suriyeyi tehdid eylemesidir. Hicaz kralı Suriye Lübnan ve Filistini tevhid ederek büyük bir Arap imparatorluğu teşkilini ve onun imparatoru olmayı tahayyül ediyordu. Onun içindir ki Suriyeyi Fransaya veren sulh muahedesini hala imzalamamıştır. Lakin İngiltere Fransanın Suriyede mevcudiyetini itiraf ve tasdik eylemiş olacaktır. Arap da’vasıyla meşgul olanlar nazarında Melik Hüseyinin mevkii bu yüzden çok müşkilleşecektir. Sonra Melik Hü Hindistan: gazetesinde okunduğuna göre Bombayda hilafet komitesi tarafından Hindistan ve memalik-i tertib ve Ramazanın yirmi birinci günü resm-i küşadı icra edilmiştir. Resm-i küşadda hazır bulunmak üzere Hindistanın en uzak yerlerinden birçok müslüman ekabir Bombaya gelmişlerdir. Merasime Kur’an-ı Kerimden bir sure tilavetiyle mübaşeret edilmiştir. Komite namına irad edilen nutukta sergiden maksad ecnebi melbusatın edilen kumaşlarla telebbüs etmek çarelerini te’minden tedbirlerle istihsal edilemeyeceği halkın yalnız Hari namı verilen yerli kumaşlara kanaat ve rağbet etmeleri husul-i maksada kafi olacağı beyan edilmiştir. Haydarabaddan da’vet-i mahsusa ile gelen Muhammed Alinin zevcesi komitenin da’vetine teşekkür ettikten sonra Hindistan ahalisinin hariçten gelen eşyayı mübayaa etmeyerek yalnız yerli kumaşlar iktisa eylemeleri lazım geleceğini ve ancak bu suretle esaretten kurtulacaklarını beyan etmiştir. Mevlana Fakirullah Abadi dahi bu mealde uzun bir hutbe irad etmiştir. Nutuklar bittikten sonra züvvar sergi dairelerini ziyaret etmişlerdir. Halife hazretlerinin Hindistan ahalisine ihda etmiş oldukları sancak hususi bir salonda teşhir edilmiş ve züvvarın bilhassa merak ve dikkatini da’vet etmiştir. Ayrıca bir salonda da Veli Süleyman Efendiler Ticarethanesi tarafından Ankara Sabunları namı altında Türk sabunları teşhir edilmiştir. Hindistan gazetelerinde okunduğuna göre Hindularla müslümanların vahdetini hılal etmeyi istihdaf eden bazı münasebetsiz vekayiin önüne geçilerek Hind vahdetini takviyeye ma’tuf mesai müsmir neticeler vermeye başlamış ve bu suretle ecnebi teşebbüsatı akim kalmaya mahkum edilmiştir. Esasen Hindistanlıların bu kiyaset ve dirayeti göstereceklerinden emin olduğumuzu evvelki tehabları düşündürüyor. Müntehablar için vazife odur ki müellifin dediği vech ile ellerine aldıkları lerine düşen mes’uliyeti edecekleri teşebbüsat ve teklifatı iyi anlamaları lazım gelir. Yoksa hakimiyet yine müellifin dediği vech ile umum ve ferd için bir tehlike olur. Monteskiyönün dediğine göre demokrasi halk hükumeti eğer icrayı fi’l ve te’yid-i beka esaslarını efrad-ı milletin fezailinde bulamaz ise o hükumet devam edemez ve tutunamaz. Fevkalade bir adamın zuhuruyla memleket kurtulmuş olmaz. Biz tarihimizde böyle adamlar görmedik değil. Fakat onların intikaliyle memleket eski haline ric’at etti. Zira ahalimiz yetişmemiş olmamış idi. Gabriel Seay hürriyet-i siyasiyye ile esaret-i gibi bir milletin dahi vesait-i hayatı kaybedeceğine terk-i hayat etmesi müreccah olacağını beyan ediyor. let demokrasi halk hükumeti halinde yaşayabilmek olmalı; ve madem ki ferd yaşadığı muhitin efkarına batıl i’tikadlarına ihtiraslarına göre meslek ve hususiyyeye fevkalade i’tina edilmeli ve yine madem ki her kişi kendine verilen kudretin mahiyetini anlamak mecburiyetindedir o halde maarifçe hürriyet-i siyasiyye ancak hürriyet-i iktisadiyye li rehber edinmeli aylıkla geçinenlerin mikdarı hadd-i asgarisine inmelidir. Demek ki memleketimizde halk hükumetini vücuda getirebilmek için üç esasa temessük lazımdır: Evvelen – Fezail-i ahlak için taassubdan ari ve hakiki bir Terbiye-i Diniyye. Saniyen – Halkta bir idrak hasıl olabilmek için Harsi Terbiye. Salisen – Siyasi hürriyet için İktisadi Terbiye. CİLD - ADED - - SAYFA Basradan gazetesine yazılıyor: Bundan altı ay evvel Musula takviye kıtaatı gönderildiği gibi Filistin ve Suriye muharebelerinde büyük yararlıklar göstermiş olan Faysalın küçük biraderi Emir Zeyd dahi oraya gitmişti. Musulun şark ve cenub-ı şarkisindeki dağlık arazide yaşayan aşiret reisleri Irak hükumetine karşı isyan etmişlerdi. Bunlardan Şeyh Mahmud isminde bir Kürd reisi tahriren istiman etmiş olduğundan Bağdadda ikamet etmek şartıyla afvedilecektir. nüshamızda oradaki vaz’iyeti tahlil ederken beyan etmiştik. Herhalde Hind vahdetini te’mine ma’tuf olan mesainin yakın bir zamanda kat’i bir muvaffakıyete Afganistan: zıyor: Afganistanın Türkiye ile münasebat-ı hazırası dikkatli ta’kibe şayandır. Türkler Afganlılarla olan münasebatlarını takviye ediyorlar. Afgan ordusu yalnız aşiret efradından mürekkep ise de bu ordunun zabitleri çoktur ve bu zabitlerin ekserisi genç Türk zabitleridir. Risalet-i Muhammediyye devrinde akvam-ı cihanın vaziyeti bu merkezde idi. Vaktaki Risaletpenah Efendimiz insanları kendilerine hukuk veren Şeriat-i Ahmediyye’ye davete başladı; asilzadegan ümera ve hükümdaran haiz oldukları hukuku ve nüfuzu zayietmekten endişe ederek mukavemette bulunmuşlar bilhassa Risaletpenah Efendimiz’i istihdaf eden her türlü eza ve mükemmel halk siyasetinin esası olan tevhide ve’s-selam Efendimiz’in esas daveti bu idi. Ve bu esası Sure-i İhlas ile neşr etmişti. Müslümanlık mü’minleri kardeş yapmakla kalmayarak gayr-i müslimlere de müslümanların haiz oldukları hukuku bahş etmiş gayr-i müslimlere hürriyet-i ibadeti te’min ettiği gibi müslümanlar tarafından kendilerine karşı vukubulacak teaddinin kısasını sair hukuklarına bir tecavüz vukuu takdirinde bil-muhakeme haklarına nail olmalarını te’min etmiştir. Çünkü Müslümanlık müslümanlara gayr-i müslimlerin mal ve canını haram kılmış onlarla akd olunan muahedat ve mukavelatın tamami-i tatbikını emr etmiştir. Binaenaleyh bir müslümanın bir müslümanı aldatması bir müslümana tecavüz etmesi bir Başmuharrir Sahib ve Müdir müslümana karşı nakz-ı ahd etmesi nasıl mubah değilse aynı şeyler gayr-i müslimler hakkında da mubah değildir. Düstur-ı İslam olan Kur’an-ı Kerim’de buna dair nice nice evamir-i şedide vardır. Cenab-ı Hak buyurur ki: Müslümanlık gayr-i müslimlere karşı tatbik olunacak muamelede bununla da iktifa etmeyerek gayr-i müslimlerin rical-i dinini kadınlarını ve çocuklarını himaye etmeyi emr etmekle kaffe-i efrad-ı beşer arasında tesanüd-i umumiyi te’min etmiştir. Nitekim; ayet-i kerimesinin delalet-i sarihasıyla bütün insanlar mütesaniddir. Ve bu hususda müslümanlarla gayr-i müslimler arasında beyazlarla siyahlar sarılarla kırmızılar arasında hiçbir fark yoktur. Din-i İslam gayr-i müslimlere bir cizye verdirmişse bu ancak canlarıyla mallarının himayesi CİLD - ADED - - SAYFA bunları ihata etmek isteyen Kitabullah’a müracaat edebilir. Tevekkülün manası bu adamların zannettikleri gibi olsa insanları tevekküle davet eden Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in herkesden evvel herkesden fazla her işi bırakarak iltizam-ı atalet etmesi iktiza ederdi. Halbuki peygamberimizin tarihi ile getirdiği Kitab-ı Mübin kendisinin Cenab-ı Hakk’a tevekkülle beraber çalışanların en faali ve mücahidlerin en gayretlisi olduğunu gösteriyor. Risalet-penah Efendimiz Din-i İslam’ı talime ömr-i seniyyelerinin kühulet devrinde başlamış olmalarına rağmen bir misal-i himmet bir nümune-i faaliyyet idiler. Bir tarafdan hıdemat-ı beytiyyelerini icrada muavenet ederler diğer tarafdan davaları hall ü fasl ederler cemaatlere ordulara kumandanlık ederler hendeklerin hafrında toprak taşırlar müşriklerle muharebe ederler Arab hey’etlerini kabul ederler zamanın hükümdarlarıyla mektublaşırlar müslümanların ahvalini tedkik buyururlardı. Cenab-ı Hakk’a tevekkül işini gücünü bırakmak rızkı kuvveti saadeti ataletle beklemek mesai yerine dua ve tazarruda bulunmak manasında olsaydı acaba Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz bunca zahmetleri ihtiyar eder miydi? Ve ikinci halifesi Hazret-i Ömer minberden ümmete; “Ey nas çalışınız; çünkü semadan altın ve gümüş yağmaz.” der miydi? Romalıların muazzam bir medeniyeti ve şanlı bir tarihi vardır. Fakat Romalılar ancak biçok lan nice nice kıyamlarından sonra bu mertebeye eriştiler. Bu mücadeleler bu ihtilaller vukubulmasaydı Romalılar o yüksek medeniyet yolunda hatve-endaz olamazlardı. Müslümanlık ise o Din-i Mübin’i kabul edenleri ani bir tebeddüle ani bir inkılaba mazhar ediyordu. O kadar ki huzur-ı risalet-penahiye giren kaba saba bir bedevi lisan-ı peygamberiden Kur’an’ı dinleyince huzur-ı nebeviden bambaşka bir halde çıkıyordu. O kaba saba bedevinin kalbi hikmet besalet siyaset şehamet kaynağı oluveriyordu. Risaletmukabilindedir ki bu himayeyi te’min etmedikleri takdirde onu tahsil etmezler. Maamafih gayr-i müslimlerin verdikleri bu “cizye” müslümanların hükumetlerine te’diye ettikleri vergilere nazaran hiç mesabesindedir. Ehl-i zimmet kaffe-i hukukunun himayesi mukabilinde hükumete ehemmiyetsiz bir para verdiği halde müslümanlar her sene servetlerinin büyük bir kısmını veriyorlardı. Bir müslüman hayvanatı tarlaları bahçeleri madenleri varsa her birinden hükumetin hissesini öder. Buna karşı hıristiyanların verdiği cizye kendi haklarında rahmetten başka bir şey değildir. Bu esasat-ı siyasiyye ve ictimaiyye ve bu kitab-ı muhkem ile birkaç sene zarfında en büyük hükumata istinadgah teşkil eden tedabir-i maddiyyeye teşkilat-ı ictimaiyyeye terakkıyat-ı ilmiyyeye hayat-ı mesudeye Kur’an-ı Kerim’in tervic buyurduğu tehzib-i ahlak dünyayı istihkar gibi fezaili ilave eden rahim siyasetler bülend medeniyetlerin temelleri kurulmuştu. Bundan dolayıdır ki Din-i İslam nereye hulul ettiyse onun sayesinde ticaret sanat ziraat seyahat kuvvet ve izzet siyaset ve riyaset hulul ediyordu. ğunu beyan etmek kadar fecibir hata tasavvur olunamaz. Gayr-i müslimlerden birçoklarının bu fikri dermeyan ettikleri ve onu müslümanların sebeb-i inhitatı telakki ettiklerini görüyoruz. Halbuki bunlar bir kere Kur’an-ı Kerim’e atf-ı nazar yahud Risalet-penah Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerini tedkik yahud Milad’ın Yedinci Asrı’ndan Avrupa’nın Miladi’ye kadar tealim-i Kur’aniyyeye tevfik-ı hareket edenlerin halini teemmül eyleseler böyle bir fikre sapmazlar ve onu müdafaa için bir tek bahane bulamazlardı. vik eden ayetler pek çoktur. gibi ayat-ı kerime pek çoktur ki CİLD - ADED - - SAYFA ve felsefe-i İslamiyyeyi soktuğunu müşahede ediyoruz. El-hasıl Müslümanlığı herhangi millet kabul etmişse derhal onun feyzinden istifaza etmiş ve onun taliminden istifade etmekte herhangi milletten geri kalmamıştır. Hazret-i Sıddik’ın irtihalinden sonra makam-ı tuhat-ı İslamiyye Ceziretü’l-Arab haricinde tevessüe başladı. Hıtta-i Iraniyye tulen ve arzen hakimiyet-i İslamiyyeye girdi. Şam el-Cezire Mısır diyarı kamilen feth edildi. Şu kura ve bilad-ı meftuhadan hiç birisi yoktur ki fethi müteakıb orada bir mescid bina edilmemiş ve derununa Mushaf-ı Şerif konulmamış olsun. Herhalde işbu mesacid-i mübarekenin her birinde masahif-i şerife istinsah ediliyor ve Kur’an-ı Kerim talim ve teallümüyle meşgul olunuyordu. Hele şarkan ve garben te’sis ve küşad edilen bütün mekatibde çocuklara Kur’an öğretiliyor ve hıfzına ihtimam ediliyordu. Hazret-i Faruk’un zaman-ı hilafeti bu suretle geçti. Onun ahd-i hilafetinde Mısır’dan hudud-ı vesia dahilinde binlerce masahif-i şerife zühd ü diyanetin bir timsal-i bi-misali olarak elyevm elsine-i ümemde caridir. Ömer ki Furkan-ı Mübin’in ma-beyne’d-defeteyn cemini kendisi ukul bu kadar fütuhat-ı cesime meydana getirsin ve bir idare-i adile te’sis etsin de Kitabullah’ın neşr ü tamimini ihmal eylesin? Buna ihtimal verilemezdi. Faruk-ı Azam’ın irtihali üzerine makam-ı hilafete Hazret-i Osman radıyallahu anh geçti. Fütuhat-ı Kur’an oraları da işraka başladı. Hulasa: Hulefa-yı selase zamanlarında birçok kurra’-i kiram Şam Irak İran Mısır Afrika taraflarına dağılmışlardı. Bu hamele-i Kur’an meyanında mesela Kufe’de Abdullah b. Mesud Baspenah Efendimiz’e refakat eden ashabın isimlerini bulup kable’l-İslam tarihlerini İslam’ı kabul ettikten sonra hallerini tedkik etmek kolaydır. Hatta Hulefa-i Raşidin’in ve onlara muasır olan ashabın tarihine atf-ı nazar etmek kafidir. Maamafih Müslümanlığın te’siri yalnız peygamberimizin devrinde onu kabul edenlerin üzerinde görülmekle kalmamıştır. Asr-ı Saadet’ten sonra Müslümanlığı herhangi millet kabul etmişse o ani inkılaba mazhar olmuş ve derhal kendisine kuvvet satvet bahş edecek ziraat ticaret sanat adalet edebiyat sanayi-ı nefise teşkilat-ı yükseltecek esbab ve vesaile sarıldığı görülmüştür. Müslümanlık’ın Arablar üzerinde yapmış olduğu cileri sonra memalik sonra Asya’nın göçebe akvamı sonra Çin milletleri üzerinde icra eylediği te’siratı nazar-ı dikkate alınız. Göreceksizin ki sanatı teşvik eden; Endülüs’e Afrika’nın kısm-ı azamına Suriye Irak Anadolu Hind Çin Merkezi Asya Bahr-ı Muhit-ı Kebir adalarına hakim olan bu akvam-ı İslamiyye Müslümanlığa bedavetiyle cehaletiyle zafıyla fakrıyla dağınıklığıyla dahil olmuş tealim-i İslamiyye derhal bu mil-letleri yükseltmiş onları ilim ve irfana medeniyet ve itilaya sevk eylemiştir. Bundan dolayıdır ki bütün edvarında Müslümanlığın mütedenni perişan akvamı itila ittihad ve adalet-i tamme sahasına intikal ettiren bir köprü olduğu söylenebilir. Onbirinci Asır’da Tatar akını İslam Alemi’ni tün ilim ve sanat müesseselerini de imha eylemiş müslümanların asırlarca devam eden mesaisinin eseri olan medeniyet-i İslamiyyeyi harab u türab etmişti. Fakat vaktaki Tatarlar Din-i İslam’ı kabul ettiler; ilim ve medeniyetin en kuvvetli zahiri oldular. Cengiz ahfadından Bereket bin Batu Han’ın Din-i İslam’ı kabul edince müessesat-ı Hülagu’nun biraderi Kubilay Han’ın Cemaleddin el-Feleki’yi Çin’e götürdüğünü ve onun vasıtasıyla Çin memleketine ulum-ı İslamiyyeyi medeniyet CİLD - ADED - - SAYFA nezdine varıp meşhudatını ber-tafsil anlattı. Ve; [ diyerek bu ihtilafa çare-saz olmal rını halife hazretlerine tavsiye eyledi. Hazret-i Osman ashab ve tabiini topladı. Sehavi’nin beyanına göre elli bin kişiye baliğ olan bu umumi “İşitiyorum ki bazı kimseler; “Benim kıraetim senin kıraetinden hayırlıdır.” diyorlar. Bu ise küfre yakın bir sözdür. Binaenaleyh ümmeti şu ihtilafdan kurtarmalıdır.” dedi. Huzzar ise halifeye; “Siz bu babda nasıl bir çare düşünüyorsunuz?” diye sorduklarında; “Ben nası mushaf-ı vahidde cemederek bu ihtilafın önü alınmasını düşünüyorum.” buyurdu. Ashab-ı kiram; “Pek ala isabet ediyorsunuz.” diyerek her tarafta suhuf-i Ebibekr’in kıraet ve tahriri ve ondan başka sahaifin terk edilmesi bil-ictimakarar-gir oldu. Huzeyfe ve amme-i müsliminin karar-ı vakıı üzerine halife-i müşarun-ileyh bade’l-istinsah iade edilmek üzere suhuf-ı Ebibekr’i Hazret-i Hafsa’dan getirtti. Ensardan Zeyd b. Sabit ile Kureyş’den Abdullah b. Zübeyr Said b. el-As Abdullah b. Haris b. Hişam hazaratına birkaç nüsha yazmalarını ve suhuf-ı Ebibekr’den aynen limede Zeyd b. Sabit ile aralarında ihtilaf vaki olursa ekser-i Kur’an’ın nazil olduğu lugat-i Kureyş üzere tahrir edilmesini Kureyşi olan üç zata tenbih eyledi. Yalnız ve lafızlarında “ha”sız olarak kıraet ediyor idi. Hazret-i Osman’a müracaat edildikde lugat-i Kureyş üzere birinci şekilde yazılmasını emr eyledi. Sehavi’nin beyanına göre bu dört zat suhuf-ı Ebibekr’den evvela dört nüsha yazdılar. Üç nüshası Kufe’ye Basra’ya Şam’a gönderildi. Bir nüshası da Medine-i Münevvere’de alıkonuldu ki katibü’l-vahy olmasına nazaran Zeyd b. Sabit’in yazdığı nüsha olması ağleb-i ihtimaldir. Ve bu nüsha beyne’l-kurra’ “el-İmam” unvanıyla şöhret-şiardır. Nüsha-i asliyye Hazret-i Hafsa’ya ra’da Ebu-Musa el-Eşari Şam’da Übeyy b. Kab ve Ebu’d-Derda’ gibi büyük hafızlar kari’ler bulunuyordu. hirlerde Kur’an-ı Kerim’in neşr ü tamimine mazmun-ı münifinin tefhim ve tefsirine vakf-ı nefs etmişlerdi. Şu kadar ki işbu kurra’-i kiramdan her biri kendi mushafında suver-i şerifeyi bir tertib-i mahsus üzere tertib etmişti. Sonra bunlardan her birisinin kıraetinde de ihtilaf var idi. Bundan başka luğat-ı Arabın ittisaına göre ahiren vücuh-i kıraet daha ziyade tevessüetmişti. Bu hal yekdiğerini tahtıeye badi oluyordu. Yukarıda Tahavi’den nakil ve izah olunduğu vechile arza-i ahire üzerine mütekaribu’l-maani olan elfazdan lugat-i Kureyşe mugayir olanlar terk edildiği halde buna vakıf olmayan bazı kurra’ mushaflarında o gibi elfazı muhafaza etmekte ve bir kısmında da ala-vechi’t-tefsir bazı kelimat-ı müdrece bulunmakta idi.Binaenaleyh suhuf-i Ebibekr’in mürettebü’s-suver olarak istinsah ve teksiriyle emsar-ı İslamiyyeye neşr ü tamimi ve onlara muhalif olan suhuf ve masahifin onlardan tashih veya izaleleri derece-i vücubda idi. Nasıl ki ahiren kibar-ı ashabdan Huzeyfe b. el-Yeman hazretlerinin nazar-ı dikkatini celb eden bir ihtilaf bu lüzum ve vücubun eda ve ifasını tesrive te’min eyledi. Şöyle ki: Yirmibeşinci Sene-i Hicriyye’de Ermeniye ve Azerbaycan taraflarının fethi maksadıyla Suriye ve Irak’tan tertib ve techiz edilen orduda Iraklılar Şamlılara karşı; “Bizim kıraetimiz sizin kıraetinizden dik.” diyorlardı. Kezalik ehl-i Şam da; “Bizim kıraetimiz hayırlıdır. Zira biz Übeyy b. Kab’dan öğrendik.” diyorlardı. Ve her iki taraf yekdiğerini hataya nisbet ediyorlar idi. Vakıa işbu iki imamın kıraetleri savab olup min-indillah tenzil buyurulan ahruf-ı seba cümlesinden madud idi. Tarafeynin yekdiğerini tahtıeye hakları yok idi. Buhari’nin tahricine göre asker meyanında bulunan ve bu hale yakından vakıf olup da bihakkın endişe eden Huzeyfe b. el-Yeman hazretleri Medine-i Münevvere’ye avdetinde hanesine gitmezden mukaddem doğru Hazret-i Osman’ın CİLD - ADED - - SAYFA Masahif-i Osmaniyye nokta ve harekeden mücerred olarak ve elif vav gibi bazı harfler resm-i Kur’an’da terk edilmek suretiyle vücuh-ı kıraatı muhtevi bir şekl-i hatti ile yazıldı. Çünkü matlub olan hıfz-ı Kur’an idi. Mücerred hat değil idi. Hulasa masahif-i Osmaniyye resmen ve şeklen müsbet kıraeten ve hıfzan mefruz bir surette cemedilerek vücuh-ı sebaya şümul ve Kitabullah’a ilka’-ı fesad ve şübehat imkanı tamamen menedilmiştir. Bu bahsi tavzihan ilm-i kıraet ve tabakat kitablarında ez-cümle nde bervech-i ati bir sual ve cevab kayd edilmektedir: “Şayed Kur’an kelam-ı beşer olsaydı onda ihtilaflar ve yekdiğerine münakız sözler bulunurdu.” ayet-i kerimesi Kur’an’da ihtilaf vukuunu menetmektedir. Halbuki nüzül-i Kur’an ve cem-i Kur’an hakkında şeref-varid olan hadis-i şerifler nazm-ı Kur’an’da cari olan ihtilafatı ihbar ve isbat ediyor? – Ayet-i kerimede nefy buyurulan ihtilaf daire-i icaz ve belağatine o neviihtilafatın fürce-yab-ı duhul olması müstebaddir. Ehadis-i seniyye yürdür ki min-indillah münzel olup fem-i risaletpenahiden ahz u telakki olunan masahif-i Osmaniyyeye derc edilen vücuh-ı kıraattan ve keyfiyet-i eda’-i kelimattan ibarettir ki bu neviihtilafın müstelzim-i rahmet ihtilafat cümlesinden olduğu yukarıda zikr edilmişti. Kur’an-ı Azimü’ş-şan üç defada cemve tertib edilmiştir. Birincisi ayat-ı Kur’aniyyenin tertibi ve aid olduğu surelerde cemidir ve bu cemResul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in huzur-ı seniyyelerinde vakidir. Bugün eyadi-i tevkir ve ihtiramımızda bulunan masahif-i şerifedeki ayat-ı beyyinat-ı Kur’aniyyenin tertibi onun aynıdır. İkincisi mücerred zıyave halelden muhafaza için Risalet-meab Efendimiz’den hıfz u zabt olunduğu gibi aynen suhuf-ı mutahharada tahrir ve cemidir. Bağavi’nin beyanı vechidevam edildi. Mekke’ye Bahreyn’e Yemen’e de birer nüsha gönderildi. Hatta rivayete göre halife hazretleri ordulara da birer nüsha gönderdi. İbnu Ebi-Davud’un rivayetine göre bu hey’et ilmiyyenin muhacirin ve ensardan olmak üzere on iki zata baliğ olması ve İbnu Abbas Enes b. Malik Malik b. Ebi-Amir Kesir b. Eflah hazaratının da bu hey’et-i ilmiyye cümlesinden bulunması nazar-ı dikkate alınırsa bunların muavenet-i kalemiyyeleriyle hayli masahif-i şerife istinsah edildiği vazıhan anlaşılır. Kur’an-ı Kerim’in bu ceminde suver-i şerife tertib edilmiş olduğundan bade-ma Kitabullah “mushaf” unvan-ı mübarekiyle yad edilmeye başladı. Sure-i Tevbe’nin bir sure-i müstekılle olduğuna veyahud Sure-i Enfal cümlesinden bulunduğuna dair bir emir ve beyana muttaliolamadıklarından her ikisi de emr-i cihada müteallik olan bu Halife-i salis masahif-i mektubeden mushaf-ı medeniyi ikra’a Zeyd b. Sabit’i me’mur etti. Abdullah b. es-Saib’i Mekke’ye Muğire ibni [Ebi-] Şihab’ı Şam’a Ebu-Abdurrahman es-Selemi’yi Kufe’ye Amir b. Kays’ı Basra’ya işbu emsar-ı erbaaya aid olan masahif-i şerifeleri mustashiben gönderdi. Ve bu masahifi tayin olundukları şehirlerde oralarda nice kurra’ ve huffaz yetişti. La-yuadd vela yuhsa mushaflar istinsah edildi. Masahif-i mevcude onlardan tashih edildi. Kabil-i tashih olmayanlar halifenin emriyle ihrak ve izale edildi. Kadi Ebu-Bekr Bakıllani’nin’da beyanı vechile masahif-i Osmaniyye Hazret-i Peygamber’den menkul ve maruf olan kıraat-ı sebayı kamilen camive muhtevidir. Arza-i ahireye tamamen muvafıktır. Bunun haricindeki kıraetler kamilen terk edilmiştir. Çünkü ashab-ı kiram masahif-i Osmaniyyenin suhuf-ı Ebibekr’den nakil ve istiktabına ve ondan maada kıraatın terk edilmesine müttefikan karar vermişlerdi ve bu karar ve icmadairesinde istinsah edilmişti. Suhuf-i Ebibekr ise vücuh-ı sebayı kamilen muhtevi idi. Ümmet için ondan birisinin naklini terk ve ihmal tecviz edilemezdi. CİLD - ADED - - SAYFA çırpındığımız bir esnada maşuka-i amalimizi niçin göremiyoruz? Bizi bu teessüflere bilhassa ictimaiyyunumuzun tuttukları meslek sevk ediyor. yeseye müstenid olmadıkça hiçbir vakit müsbet bir netice arz edemez. Halbuki bizim bütün münakaşat ve münazaratımız daima yek cihet bir manzara irae ediyor. Tedenniyat-ı hazıramızı şekl-i ictimaimize ihtiyacat-ı zamaneye kafi esasata malik olamadığımıza atf edenler için hakiki bir kanaat lazımdı. Bu kanaat de bugün Garb felsefesi Garb ictimaiyatı dahilinde gördükleri umdeleri İslamiyet esasatında aramak her iki medeniyetin ruhunda mevcud hakikatleri karşılaştırmak suretiyle husule gelecekti. Halbuki böyle olmadı. Felsefesiyle ictimaiyatıyla esasatıyla Şark ve Garb karşılaştırılmadı. Bunun içindir ki Descartes’ın Lamartine’in Montesquieu’nün kitablarından müstahrec sözlere birkaç sütun ilavesiyle bünyesiz mukayesesiz bir halde devam eden neşriyatın hiçbir kıymeti yoktur. Montesquieu’nün cemiyet hakkındaki herhangi bir mutalaası ilmi her şeyin fevkinde tutan ve kanaatini ancak bu tedkikat ve tahlilatın neticesine rabt eden bir insan için kafi gelemez. Seyyal ve mütehavvil olan felsefe el-yevm Garb’da muhtelif ve hatta mütezad cereyanlar almıştır. Acaba bunların hangisini kabul edeceğiz? Yoksa bir hakikatin ifadesi için yazılacak satırlarda mutlaka birkaç frenk ismi bulunmak mı lazımdır? Mesela: Auguste Comte’tan bahs edilirken bu hususda Farabi’nin İbnu Sina’nın kesin maksudu olan hakikat daha vazıh olarak tebellür etmez mi? Halbuki maatteessüf hukemayı unutmuşuz. Kütübhanelerde rağbetsizlik yüzünden toz toprak içinde kalan ümmehat-ı kütüb-i İslamiyyeyi acaba kaç münevverimiz okumuştur? Arabca’dan başka Garb’a aid her lisanı bilmek şerefini kazanan münevverlerimiz; “Bu kitabları lisan bilmediğimizden anlayamıyoruz.” demekle kendilerini tebrie etmiş olabilirler mi? En tabii bir kanun-ı ictimaidir ki; her ferd evvela le değil ayet hatta tek bir kelime bile Hazret-i Fahr-ı Risalet’ten mesmuve mahfuz bulunan mevziinden ne takdim ve ne de te’hir edilmiştir. Üçüncüsü sureler beynindeki münasebata riayet olunarak ve bu da aynen vücuh-ı kıraat-ı sabiteyi muhtevi olarak tertib ve cemidir. Bu da ziyade bekr’in nüshalarının tezyid ve teksirinden ibarettir. Tertib-i ayat bil-ittifak tevkifidir. Tertib-i suver-i şerife ekser-i ulemaya göre ictihadidir. Bir ferd tasavvur ediniz ki mutekıd sebatkar kanaatkardır. İnsanlığın daimi bir say-i muradifi olduğunu bilir ilmi yüksek tutar enzarı kemalattadır terakkıyat-ı sınaiyyeyi müdafaa-i ictimaiyye bais-i felah addeder evkat-i muayyenede Halik’ın huzurunda vakfe-i niyazda bulunmaktan mütevellid bir huzur-ı vicdana safiyet-i ruhiyyeye maliktir efkarı pür-nurdur. Herkese naficemiyete hadim bir uzuv olmak ister. Ruhen olduğu kadar şeklen de cismen de paktir. Ahvali dürüsttür harekatı her vechile şayan-ı itimaddır. Halim ve mütevazıdır. Fakat müdafaa-i din ü namus sırasında şecive cesurdur. Bütün muhitini kardeş tanır fakirlik zenginlik sınıf ve meslek farkını gözetmez muhabbeti ivazsız iyiliği kayd-ı menfaatten azadedir. Böyle bir zat için herkes bi-perva; “İşte hakiki bir insan!” der. Halbuki bütün bu evsaf ve kemalat Müslümanlığın sıfat-ı kaşifesinden başka bir şey değildir. Cihan-ı medeniyyet ve marifet için emsalsiz bir örnek olan bu ali muhassalanın İslamiyet muhitini baştan başa tenvir etmesi lazım gelirken asırlardan beri etrafımızı kaplayan kabus-ı zulmet daha ne zamana kadar imtidad edecek ne vakit ruhumuzu saran cehalet sisleri dağılacak da nur-ı İslam ile münevver olacağız? Teceddüd unvanı verilen tereddiyat-ı ruhiyyemiz CİLD - ADED - - SAYFA ğu takdirdedir ki muvazenet te’min edilmiş olur. Kadının vazife-i mevduası haricinde göstereceği tekamül hakikatte terakki değil tedennidir. Çünkü kavanin-i fıtrata isyandan başka bir şey değildir. Vazifesini layıkıyla ifa eden bir kadın sezavar-ı takdir ve tebriktir. Ancak böyle bir kadın hey’et-i ictimaiyyesine müfid olabilir. Zaten kadın bu vazifesini ifa edebilmek kabiliyetinde halk buyurulmuştur. “Kadınların terkib-i bedenisi çocuklarınkine yakındır bunun için kadınlar da çocuklar gibi müfrit bir hassasiyete maliktir. Sevinç elem korku gibi ihtisasat-ı muhtelifeden seriu’tteessürdürler.” Aynı zamanda kadınlar zinet ve cemalin zebunudur hiç birisi bundan haric kalamaz. ki: “Kadınların aklı bizimkinden ne kadar hafif zim ahlakımız tabiatinde değildir. Müsavatsızlık onun hasaisindendir. Kadın daima imtiyazata nail olmak ister…” Hayat-ı hariciyye dövüşmeden çarpışmadan mudarabe ve mukateleden ibarettir. Yani hayat bir kavgadır. Bu mübarezede galib gelenler kollarının kuvvetine vücudlarının metanetine itimad edenlerdir. Kadın rakik hissiyatıyla şefik kalbiyle ulvi temayülatıyla ancak mağlub mevkiinde kalır. Erkeklerle rekabete kalkışamaz. Bu ise hayat-ı hariciyyede kadının hüsranını ve daima sefaletini beşeriyyenin infisah ve izmihlali demektir. Kadın edvar-ı hayatiyyesinde erkeklerden ziyade birtakım hastalıklara maruzdur. Muhterem Emraz-ı Umumiyye Hocamız Süreyya Ali Beyefendi buyuruyorlar ki: “Emrazın husulünde cinsin te’siri gayr-i kabil-i inkardır; kadınlarda hayat-ı tenasüliyye farkları vardır. Cümle-i asabiyyeleri hassasdır. Kadının hayat-ı tenasüliyyesi uzviyetine her an müessirdir bütün uzviyetine hakimdir. Binaenaleyh kadınlar erkek hayatına alışamazlar. Hayatlarının en mühim kısmında bile –büluğdan tamse kadar uzviyetlerine hakim olan hayat-ı tenasüliyyeleridir. Büluğ erkekte başka kadında başkadır. Erkeklerde buhransız kadınlarda buhranlıdır. edebilir. Aza-yı tenasüliyye tarikı ile alınan intan erkekte başka kadında başka te’sir icra eder. kendi muhitini hissen ruhen ilmen alakadar eden cihetlerden tahassüse başlar. Bu cihetle lasil eden ve etmiş olan ilim adamlarımızı ve onların eserlerini lisanlarını yakından tanımış olalım. en ali dekaikını ihtiva eden asar-ı İslamiyyenin mevcudiyetinden bi-haber kaldıkça Garb hukemasından salahiyetle bahs etmek hakkına malik olamayız. Hal böyle iken kendi cehl ü kadir-naşinaslığımızı esasatımıza atf ederek garblılaşmaya çalışmak kadar bir cür’et tasavvur olunamaz. Yarım bir irfanla harimindeki nurdan gafil bulunan Garb medeniyeti tarafdarlarına her şeyden evvel esaslı tedkikata müstenid bir mukayese tavsiye ederiz. Okusunlar öğrensinler. Esasat-ı ka yerde bulabilirlerse eğer tekmil ihtiyacat ve müşkilat-ı beşeriyyeyi tatmine kafi olmayı asar-ı riz. Yoksa ilme tahlile istinad etmeyen körü körüne bir taklid ve Garbcılık her vakit kıymetten mahrum kalmaya mahkumdur. Bir Valide Olmaya Gayret Etmelidir ve hatta gazete sütunlarını işgal eden bir mes’ele var: Serbesti-i nisvan. Bunların fikirleri aşağı yukarı şöyle hulasa edilebilir: “Zamanımızın ahval ve şerait-ı hayatiyyesi büsbütün değişti. Kadınların da her türlü tegayyürattan azade olarak serbestilerinin te’mini ve hayat-ı hariciyyede erkekle el ele vererek terakki yollarında merhaleler katetmesi lazım geliyor. O vakit Avrupa milel-i mütemeddinesi gibi biz de tarik-ı medeniyyette Zavallılar kanun-ı fıtrata inkıyad etmekten başka çare olmadığını hiç de düşünmek istemiyorlar. Bilmiyorlar ki kadında bulunan her şey şaması lazım geldiğini gösteriyor. Kadının vazife-i asliyyesi aile hayatını idame ettirmektir. Erkek haricde kadın dahilde çalışır ve böyle oldu Erkeklerle kadınların “teşrih” nokta-i nazarından da azim farkları vardır: Tul siklet-i beden her ikisinde başka başkadır. Merkez-i hayat olan kalb kadınlarda gram daha hafifdir. Kadının harareti erkekten daha azdır. Çünkü cihaz-ı teneffüsü erkeklerden daha kuvvetlidir. Bu suretle kadının ihrak ettiği karbon mikdarı erkeğinkinin nısfıdır. En mühim olan dimağ farkına gelince: Yine teşrihen sabittir ki erkeğin dimağı kadının dimağından vasati olarak gram daha ağırdır. Asıl mes’ele kadınların dimağlarındaki “tearic”in azlığı ve “telafif”in daha az müteazzi bulunmasıdır. Erkekte nukat-ı müdrike kadınlarda teheyyüc merakizi daha mükemmeldir… Auguste Comte diyor ki: “Kadınlar müsavat-ı maddiyyeye nail oldukları vakit icrasıyla mükellef oldukları vazifeleri haleldar olur. Zira o vakit kadınlar fabrikalarda dükkanlarda çalışacaklar ve şedid mezahime maruz kalacaklardır vazife-i asliyyelerini yapmayacak ve yapamayacaklardır. Tabiatiyle erkekler ile aralarındaki muhabbet-i mütekabile infisah edecektir…” Ey İslam kadınları muhterem hemşireler! Fıtratın kanunlarına isyan etmekten vaz geçiniz. Kanun-ı tabiate tuğyan edenlerin cezası pek elimdir. Sizi zelil ve hakir etmek isteyen Avrupa’nın mütefessih ictimaiyatına ilan-ı husumet ediniz. Serbestinizi arzu edenler sizi en müdhiş esarete soktular. Hayatınızı zehr ettiler. Alude-i fakr u sefalet oldunuz. Sizi herkesin eğlencesi yaptılar. Sizi tiyatrolarda uryan sokaklarda açık saçık gezdirirken sinema perdelerinde dans ettirirken onlar maroken koltuklarından sizi nazar-ı şehvet ile süzdüler. Alemin maskarası ve şehveti uyandıran bir vasıtası oldunuz. Hüsn-i cemalinizden teşhir ettiler sukut ile mukabeleyi muvafık buldunuz. “Hürriyet-i mutlaka bahş edeceğiz” dediler; şimdi ise en müdhiş esaret olan “hayatın esiri”siniz. Ve… ana olmaktan çıktınız.. Fakat “Zararın neresinden dönülse kardır.” Geliniz hemşireler geliniz dininizin yalnız size münasib gördüğü analık tahtına cülus ediniz bırakın tiyatro localarını na-mahrem kucakları başkaları hammed’in ümmetindensiniz. O nebiyy-i muhKeza kadınlar için bir de haml mes’elesi vardır ve bunun da mühim bir takım avamili vardır. O vakit aza-yı tenasüliyyesinde hastalıklar zuhur eder. Ve çok asabi olurlar şedidü’l-infialdirler. Böyle bir kadın tabii bir iş göremez. İnkıta-ı tams mes’elesi de buhranlıdır. Cümle-i asabiyyeye aid hastalıklar husule gelebilir. O halde kadın hayat-ı tenasüliyyesinden vaz geçmeli ki erkek hayatına atılabilsin. Tabii bu da gayr-i kabildir.” Devr-i ırzada da kadın bir takım takayyüdat elemden vikaye etmek lazımdır. Makamat-ı siyasiyyede arzusunun husul bulması için bağıran bir takım müşkilat ve mezahime duçar olan bir kadının sütü bozulur ve çocuğun gıdası zülal-i hayati olan süt bu sefer semm-i katil gibi te’sir eder. O halde nasıl olur da bir kadın parlamento kürsüsünde bir kadın millet kürsüsüne çıkmış bir mad-de-i kanuniyyenin feshi veya tadilini taleb edi cana getirmek istiyor. Öteden çenesine ve mantığına güvenen bir hatib-i ateş-zeban bir mebus kalkıyor mebusenin iddialarını birer birer cerh u reddediyor… Kapak gürültüleri ıslıklar ve hatta bazan yumrukların savrulması meşrubir yerde o zavallının giriftar olacağı hal-i pür-melalini bir düşününüz teessür ve infialini bir kere ölçünüz emzikli ise sütünün ne kadar bozulacağını nazar-ı mütalaaya alınız… Validenin en mühim ve en zor bir işi daha kalıyor ki o da evladını terbiye etmek hey’et-i ictimaiyyeye hakiki bir evlad yetiştirmektir. Valideler mürebbi-i millettir: Ağuş-ı şefkatinde büyüttüğü terbiyesine ihtimam ettiği nev-zad belki yarın milleti kurtaracak bir kahraman olur. Valide bilmelidir ki salladığı adi bir salıncak değil mehd-i beşeriyyettir. Bu ulvi vazifeyi ancak valideler yapabilir. Çocuğun annesi aynasıdır. Gördüğü şeyi taklid eder avan-ı tufuliyyetinde fezail-i insaniyye telkin edilmeli ki afif ve faziletperver evlad yetişsin vatanına bir bela kesilmesin… Kendisi tabibe olmamış fakat milletin ictimai yaralarını tedavi edecek beşeriyete hizmette bulunacak üç-dört tabib yetiştiren analar iftihara yerden göğe kadar haklıdırlar. CİLD - ADED - - SAYFA telif asıllara muhtelif şekilli insanlara mensub olmalarıdır. Hindliler meyanında asıl Hindistan’ın mensub olanlar da vardır. Fakat bu ihtilaf-ı ırkiye rağmen Hindistan müslümanları uhuvvet-i diniyye Aralarındaki tesanüd-i dini pek yüksek bir mertebededir. Bunca asırların müruruna rağmen Hindistanlıların neseblerini ve ırklarını muhafaza etmeleri cidden şayan-ı hayrettir. Çünkü hakikaten bunlar bu kadar zamandan beri Hindistan’da tavattun ettikleri halde nereden geldiklerini ve hangi ırka mensub olduklarını bilirler. Bundan dolayıdır ki her zümre isim elkab ve bazı adad larının eşkalinden de bu ciheti teferrüs etmek kabildir. Hindistan müslümanlarına Hind ve vatandaşlarının birçok adetleri de sirayet etmiştir. Bunlardan biri de bir kabileye intisab etmektir. Hindular kendilerini dört kabileye taksim ederler: Brahman şetri/ksatriya vis/vaishiya şuder/sudra. Müslümanlar da dört kısma ayrılırlar: Şeyh seyyid Moğol bethan. Müslümanların Hindulardan farkı hiçbir kısmı hakir görmemeleridir. Halbuki Hindular nezdinde şuder/sudra tesmiye olunan sınıf “köpeklerden daha necis”dir. Bilakis müslümanlar nezdinde her sınıfın bir şerefi bir şanı vardır. Bu/bir sınıfa mensub olmayanlar nesebsiz şerefsiz addolunur. Ve binaenaleyh bir ehemmiyeti haiz değildirler. Yine Hindulardan müslümanlara intikal eden adattan biri de sanatları onunla meşgul olan bir takım zümrelere terk etmeleridir. Bir insan babasından varis olduğu sanatla meşgul olur. Bunlardan birine hangi kabileye mensub olduğunu sorsanız size berberlerden yahud dülgerlerdenim der. Fakat mali buhranlar nihayet eşraf sınıfına mensub olanların da bir takım sanayia intisab etmelerini intac etmiştir ki bundan yirmi sene evvel böyle işlerle meşgul olmak mucib-i ar idi. Bu kısımların her biri hakkında biraz malumat verelim: Şeyhler: Sadattan olmayıp Arabistan’dan gelenlerin kaffesine ıtlak olunur. Bunlar yekdiğeterem ki; “Cenneti annelerin ayakları altında arayınız” diye ferman buyuruyor. Siz ki Hadice annenizin kızlarısınız Katerina fahişeleriyle iddia-yı müsavata kalkışmayınız o rezileler ki hürriyet-i sefile neticesi olarak yıpratmış oldukları müşteri arıyorlar… İşte birçok misaller gözünüzün önünde… Siz erkeklerin esir-i zevk ve şehveti değil iyi bir valide olmaya gayret ediniz. refikimizden: halde tanımak ve iyi tanımak onların dini ictimai siyasi ilmi vaziyetlerini öğrenmek ister. Biz bu vazifeyi ifa etmek ve bu vadide yazacağımız makalata mukaddime olmak üzere Hindistan’ı teşkil eden akvam ve kabail hakkında bazı malumat-ı umumiyye vereceğiz. Müslümanlar ilk defa olarak Hindistan’a hulefa-yı Emeviyyeden sonra Velid b. Abdilmelik devrinde Sind tarikıyle dahil olmuşlardır. Bu gaziler Sind’i fethetmişler ve orada bir müddet ikamet eylemişlerdir. Sonra Afganistan Türkistan Moğolistan ve İran’dan gelen fatihler Hayber Geçidi’ni mürur ile bütün Hindistan’ı fetih ve orada muazzam bir devlet te’sis etmişlerdir. Binaenaleyh Hindistan’ın ilk müslüman fatihleri Arablar sonra sair müslümanlardır. Müslümanlar Hindistan’da istikrar etmişler orada tavattun eylemişler ve bu suretle Hindistan kelimenin bütün manasıyla bir İslam müstemlekesi olmuştur. Hindistan’ı dolaştığınız ve müslümanların şekillerini tedkik ettiğiniz takdirde renklerinin şekillerinin teşekküllerinin çok muhtelif olduğunu görürsünüz. Bunlar meyanında uzun boylu büyük kafalı geniş omuzlu beyaz renkli geniş gözlü velhasıl mehib şekilli insanlar göreceğiniz gibi esmer renkli kara gözlü sevimli yüzlü zeki necib insanlara da siyah renkli çirkin yüzlü şekillere de tesadüf edersiniz. CİLD - ADED - - SAYFA Müslümanlar İsviçre ve Roma’yı Feth Etmişler midir? Lozan’da bulunan meşahir-i muharririn-i Arabdan Emir Şekib Arslan Beyefendi ahiren Arabca bir refikimizde neşrettiği bir makalede müslümanların İspanya’yı feth ettikten sonra Fransa’nın cenubuna da yerleştiklerini ve İtalya’ya sarkarak Roma’yı hak ile yeksan ettiklerini bundan başka İsviçre’ye de girerek yüz seneden fazla İsviçre’nin bir kısmına hakim olduklarını ve Konstanz Gölü’nün etrafına kadar vardıklarını yazmıştır. Bazıları Roma’nın Arablar tarafından fethinin gayr-i malum olduğunu beyan ettiklerinden Hindistan’daki refikimiz Roma’nın Arablar tarafından feth olunmasının bir hakikat-i tarihiyye olduğunu yalnız müellefat-ı İslamiyyenin Avrupa’da vukubulan birçok fütuhat-ı diklerini ve Hindistan efazıl-ı ulemasından Ebu’lkelam Ahmed hazretlerinin müslümanların İsviçre’yi feth etmeleri hakkında bir eserinde beyanat-ı atiyyede bulunduğunu yazmaktadır: Vakta ki “Benü’l-Ağleb” Sicilya’da ve aksam-ı saire-i cenubiyyesinde sabit-kadem oldular ve Sardunya ve Malta Adaları hakimiyetlerine ram oldu İtalya’nın içerilerinde ilerlemeyi ve Roma’yı fethetmeyi arzu ettiler. Fransız müverrihi Reénbud ve müverrih Nael-Desvergers miladiyyesine kadar Arabların hücumları karşısında sarsıldığını hatta bir ketibenin Tiber nehrinin üzerinde vakiOstia’yı istila ettiği ve bu şehrin Roma’nın o zaman limanı bulunduğu daha sonra Roma’ya iki defa hücum ettiklerini ikinci defada şehrin havalisine muvasalet ederek papaların mukaddes ebniyesini hak ile yeksan eylediklerini zikr etmektedir. Amerika müverrihlerinden Draper İlim ve “Müslümanlar Roma’nın havalisine muvasalet ederek mukaddes kilisenin mezbahını yıkmışlar ve bundan dolayı papaların perestişkarları müdhiş bir buhrana duçar olmuşlardı. Çünkü bu mezbahın yıkılması papalarda tevehhüm olunan rinden bazı elkab ile temayüz ederler. Kimisine “şeyh-i sıddiki” kimisine “şeyh-i faruki” denilir ki Hazret-i Ebubekir’in ve Hazret-i Ömer’in sülalesinden olduklarına delalet eder. Hazret-i Ali’nin ahfadından olup Hazret-i Fatıma’ya mensub olmayanlar her ne kadar “seyyid”ler sırasında yad olunmayı arzu ederlerse de efkar-ı umumiyye bunları da “şeyh”ler meyanında tanır. Şeyhlerin ekserisi Hulefa-yı Raşidin’in Hazret-i Abbas ve Hazret-i Zübeyr’in ahfadındandır. Bazıları da Kureyş’e intisab ederler ve kendilerine “şeyh-i Kureyşi” denilir. Bazıları da yalnız ensara intisab ederler. Bunlara “şeyh-i ensari” denilir. Arab olmayan müslümanların kaffesi de “şeyh”lerden sayılırlar. Yalnız şeyh lakabını bir kayd ile takyid etmezler. Seyyidler: Evlad-ı Fatıma’dır. Hüseyni ve Haseni diye iki kısma münkasemdir. Herkes onlara hürmet ederler. Bunların isimlerine bir de “sir” kelimesi ilave olunur. Seyyidler sene-i miladiyyesinde Ferruh Mir Sultan devrinde mevki-i devam etmemiş ve kısa bir müddet zarfında fakr u zarurete düşmüşlerdir. Moğollar: Tatar ve Türklerle Türkistan ve Moğolistan’dan gelen kabailin kaffesi bunlara dahildir. İsimlerinin sonuna “bey” ve başına “mirza” kelimesini ilave ederler. Bu zümrenin Hindistan tarihinde mevkii pek mühimdir. Çünkü saltanat kurmuşlar ve bütün Hindistan’a hakim olmuşlardır. Bethanlar: Afgan neslinden olanların kaffesini camidir. Bunların lakabı “han”dır. Celadet ve şecaatleriyle meşhurdurlar. Bunlar da Hindistan’ı defeat ile fethetmişler ve Hindistan’a hakim olmuşlardır. sene-i miladiyyesinde bunlar Ahmed Şah’ın kumandası altında Hayber tarafından akın ederek Delhi’ye girmişler ve putperestlerin kuvvetlerini tarumar eylemişlerdir. Hindistan’ın İngiliz esaretine kolaylıkla düşmesine saik olan sebeblerden biri de putperestlerin bu hezimete duçar olmalarıdır. Bugüne kadar bethanlar celadet ve şecaat-i askeriyyelerini muhafaza etmektedirler. CİLD - ADED - - SAYFA makam-ı emarete getiriyor diğer taraftan İngilizler ona her türlü teveccüh ve muavenet-i maliyyede bulunuyor bundan başka Arablar da ona ları isyana davet edince emrine itaat etmişler müttefiklerin safına iltihak eylemişler Türkleri Ceziretü’l-Arab’dan çıkarmışlar müttefiklerle birlikte harbin son dakikasına kadar çalışmışlardır. Fakat Arablar Hüseyin’in vad ettiği vechile diyorlardı. Hüseyin bunlara İngiltere ile bu esasa müstenid bir muahede akdettiğini söylüyordu. Halbuki harbin hitamı üzerine Irak Filistin ve Suriye Arabları bu istiklal-i mevudu müttefiklerden mamış binaenaleyh Hüseyin’e dönerek elindeki muahedeyi ibraz etmesini taleb etmişler fakat Hüseyin’in elinde bir tek vesika-i resmiyye bir tek muahede-i hukukıyye hatta bir tek varaka-i siyasiyye bile bulamamışlardı!!! Şerif Hüseyin ikide bir de Mekke-i Mükerreme’de haftada bir kere neşr olunan gazetesinde Hicaz Irak Filistin ve Suriye’yi ihtiva ve Toros Dağları’na kadar imtidad eden bir Arab ahede akd ettiğini senesinde akd ettiği bu muahede dolayısıyla Harb-i Umumi’de müttefiklere disinden bu muahedeyi ibraz etmesi defeat ile Faysal’ın zaman-ı hükumetinde Şam ve Filistin’den Hicaz’a giden murahhas hey’etler bu muahedeyi ibraz ederek icabıyla hareket etmelerini müttefiklerden istemesini Hüseyin’den rica etmişler fakat bu ricalar hiç semere-dar olmamış ve Şerif Hüseyin yalnız el-Kıble gazetesinde yan ile iktifa eylemiştir. diyetini inkar etmekte Kıral Hüseyin ile hiçbir muahede akd etmediğini söylemektedir. İngiliz Avam Kamarası’nda Mr. ....... böyle bir muahedenin mevcud olup olmadığını istizah etmiş ve Hariciye Müsteşarı Mr. ....... İngiltere ile Şerif Hüseyin arasında hiçbir muahede bulunmadığını beyan ettikten sonra Kıral Hüseyin’in muahede azamet-i ruhaniyyeye pek ağır bir darbe idi. Bunlar fatihlerin mukaddes binayı çiğneyerek geçtikleri halde başlarına semadan bir saika düşmedidiğini ve papanın bunların ileri hareketini durduramadığını görmüşlerdi.” Ebu’l-kelam diyor ki: “ senesinde Arablar İsviçre’nin kapılarını açmışlar ve bütün Fransız sahilleri ellerine düşmüştü. Arablar İsviçre’de bir müddet kalmışlardır.” Mısırlı Bir Refikimizin Mühim İfşaatı “Hicaz Osmanlı Devleti’ne tabibir vilayetti. Her ay İstanbul hükumetinden on iki bin altın alırdı. Mekke-i Mükerreme emiri Hicaz’da hakimdi. Osmanlı Devleti onu ve Hicaz’ı askerleriyle muhafaza Vehhabilerin tecavüzatını def Hicaz’ın asayiş ve inzibatını te’min eylerdi. Harb-i Umumi’nin ilanı üzerine Şerif Hüseyin daiye-i istiklal ile Türkiye’ye karşı harekat-ı ihtilal-cuyaneye tasaddi eyledi. Şerif Hüseyin Hicaz’ın hakimi ve hamisi idi. Bugün de filen öyledir. Yalnız bir değişiklik var. Çünkü kendisine “emir” değil “melik” deniliyor. Fakat bunun akıl ve kiyaset sahibleri nezdinde ehemmiyeti yoktur. Şimdi herkes soruyor: Arab ülkeleri şerifin vahdeti mahfuz idi. Bugün ise bu vahdet tarumar oldu. Arab memalikinin her tarafı bir ecnebi devletin eline düştü. Arab vilayetlerindeki siyasi cereyana vukuf kesb etmek isteyenler şu hakikati bilmelidirler ki Şerif Hüseyin müttefiklerle pazarlık edememiştir! Şerif Hüseyin müttefiklerin tarafına iltihak ve leketinin istiklalini te’min edecek hiçbir sened almamıştır. Binaenaleyh badi-i emirde İngiltere kendisine dostluk gösterdiği zaman bu dostluktan leri hem İngilizleri elden kaçırmış ve tek başına kalmıştır. Halbuki vaktiyle bir taraftan Türkler sabık emir-i Mekke’yi azlederek Şerif Hüseyin’i CİLD - ADED - - SAYFA bu muahedenin akd olunmadığı ağleb-i ihtimaldir. Şerif Hüseyin belki Sir McMahon’un kendisine gönderdiği mektublardan birine ehemmiyet vermekte ve bunu bir sened-i resmi tanımaktadır. Halbuki bu mektubdaki ibareler mübhem ve her türlü tefsirata müsaiddir. Şerif Hüseyin bu mektubda varid olan sözleri Arab devleti şeklinde tefsir etmektedir. Halbuki Şerif Hüseyin o zaman isteseydi ya Türklere karşı ilan-ı isyan etmez yahud hiç olmazsa ilan-ı te’min edecek vesaikı elde ederdi! Anlaşılıyor ki Şerif Hüseyin elinde bir tek vesika bulunmaksızın harbe girdi. Harbe girdikten sonra da Şerif’in eline birkaç fırsat düştü. Fakat bunlardan da istifade edemedi. Çünkü’de Türkler Mekke’ye Şerif Hüseyin’e bir hey’et gönderdikleri gibi Akabe’de bulunan oğluna da diğer bir hey’et göndererek bütün Arab memleketlerinin istiklalini tanımak üzere müzakerata girmeyi istemişler. Almanya ve Avusturya da bu istiklali tasdik ve te’min etmeyi der-uhde etmişlerdi. Şerif Hüseyin isteseydi bu fırsattan istifade ederdi. Hiç olmazsa müttefiklerden şerait-ı münasibeyi koparabilirdi. Şerif Hüseyin Arabların istiklalini te’min etmeyi düşüneceği yerde bilakis Türkler tarafından vukubulan bu müsaid teklifi hemen İngiltere’ye ihbar ile iktifa etmiş takib edeceği hatt-ı hareket hakkında İngilizlerin re’yini sormuştu. Pek tabii olarak İngiltere kendisine Türklerle barışmamasını tavsiye etmişti. Binaenaleyh Harb-i Umumi’nin hitamı üzerine Şerif Hüseyin’in Hicaz’a döndüğünü görüyoruz. Çünkü Fransa Suriye mandasını almış Mısır’da eden es-Siyase refikimizden nakl ettiğimiz bu pek mühim ve pek kıymetli ve müessir hakaikı ihtiva eden makaleden Arab dindaşlarımızı Şerif Hüseyin’in nasıl aldattığı anlaşıldıktan başka Hüseyin’in yalnız hain değil bir de sersem menafi-ı milliyye ve İslamiyyeyi takdirden tamamıyla aciz bir şahıs olduğu tavazzuh ediyor. İslam’ın başına çöken bu musibetlerin zaman-ı idbarı herhalde uzak olmasa gerektir! tesmiye ettiği şeyin Sir Henry McMahon ile Şerif Hüseyin arasında vukubulan mükatebatta varid bazı mübhem ve gamız fikirlerden başka bir şey olmadığını ve bu mükatebelerin Harb-i Umumi’den mukaddem vukubulduğunu söylemiştir. senesinin Haziranı’nda Faysal Fransız ordusunun Şam’a girmesini müteakıb doğrudan doğruya Londra’ya gitmiş ve İngiltere Hariciye Nezareti’ne senesi muahedesinin bir suretini takdim ederek suret-i asliyyesinin Şerif Hüseyin nezdinde mahfuz olduğunu iddia eylemişti. bir muahededen katiyyen haberdar olmadığını ve nezdinde bunun bir nüshası bulunmadığını söyleyerek nüsha-i asliyyeyi görmeyi taleb eylemişti. Faysal babasından muahedenin nüsha-i asliyyesini cevab vermemişti! Bir defa Şerif Hüseyin’in hareketini tanzim eden Miralay Lawrence’e Müstemlekat Nezareti’nin müsteşarı bulunduğu zaman bu muahede hikayesinin ne olduğu sorulmuş ve buna mukabil Lawrence gülerek; “Bu muahededen hiç haberimiz yoktur. Olsa olsa bu muahede Şerif Hüseyin’in muhayyelesinde bulunmaktadır!..” demişti. El-hasıl bu mevhum muahedenin nüsha-i asliyyesi hiç görülmemiştir. Fakat Faysal’ın elindeki suretinin hulasası bervech-i ati idi: “Büyük Britanya istiklal-i tammı haiz şimalden Fırat Nehri’yle garben Akdeniz ve Mısır hududuyla şarkan Basra Körfezi ile mahdud bir Arab devletinin te’sisini Şerif Hüseyin’e harbe hüd eder. Yalnız Aden ile Basra bu devletin hududu haricinde kalacak ve İngiltere Devleti bu Arab devletinin berran ve bahran her tecavüzden sıyanetini de taahhüd edecektir.” Şerif Hüseyin bu muahedeyi şimdiye kadar suret-i resmiyyede ibraz etmemiştir. Arabların menfaati bu muahedenin ilanında olduğu halde bunu saklamakta bu kadar ısrar etmenin hikmeti hiçbir vechile anlaşılmaz bir sırdır. Binaenaleyh CİLD - ADED - - SAYFA Lakin heyhat halktan sayılan bu zavallıların hiç birisine o kapıya ayak atmak nasib olmadı. Ne olurdu Türk Ocağı böyle hakiki bir Türk derneği yapsaydı? Acaba öyle bir dernek bundan daha ruh-nüvaz daha samimi ve faideli olmaz mıydı? Ve Türk Ocağı’ndan beklenen bu değil midir? Daru’l-elhan hanımlarını getirip birkaç fasıl çaldırmak ve söyletmek o kadar masrafa o kadar zahmete değmez; onu Tepebaşı’nın yahud Daru’l-Bedayi’in müste’ciri de yapabilir. Halkın Türk Ocağı’ndan beklediği bu değildir. Türkün lisanına irfanına ahlakına ictimaiyatına maneviyatına hizmet etmek lazım iken kalkıp da onun akidesine ahval-i ruhiyye ve ictimaiyyesine secaya-yı milliyyesine hiç de uygun olmayan böyle merasimle işe başlamak faide şöyle dursun zarardan başka hiçbir netice vermez. nun ve Ocağı’nın Garb’a doğru teveccüh eden bu yeni hareketinde çok dikkatli ve ihtiyatlı olması iktiza eder. Öyle Ağaoğlu’nun dediği vechile fezailini nakayisinden ayırmaksızın Garb hayat-ı ictimaiyyesini olduğu gibi burada tatbik etmeye kalkışılırsa bunun neticesinin felah olmayacağını bilmek için o kadar yüksek idrak sahibi olmak icab etmez. Macar müsteşriklerden Mösyö Felix Valyi tarafından Paris’de Carnegie müessesesinde İslam Alemi’nin teceddüdü hakkında irad olunan nutkun bir suretini geçen hafta’da derc etmiştik. Çok şayan-ı dikkat olan bu nutku zannederiz ki’nun müessisleri de görmüşlerdir. Mösyö Felix Valya: “Türkiye’de Tanzimat Devri’nin başladığı sırada bir İngiliz müverrihi David Urquhart Avrupa diplomatlarının Londra Paris ve Petersburg’da mil etmelerinin hata olduğunu isbata çalışmış Garb desatirini Şark’a tatbik etmenin mahz-ı hata olduğunu beyan eylemiş ve İslam ananatının muhafazasını hararetli müdafaa eylemişti.” Diye bir hadise-i tarihiyyeyi hatırlattıktan sonra kelam ile diyor ki: “Müslümanların fabrikalar tezgahlar kurmalarına ticari ve mali teşkilat yapmalarına İslam şirekat-ı teavüniyyesini inkişaf ettirmelerine bilYeni Düsturlarını Tatbik Ediyor Ahiren birkaç nüsha çıkaran nun “Türk Milleti’ni Garb milletleri ailesi arasına sokmak ve Garb’ın fezaili ile beraber nakayısını da bila-kayd ü şart memleketimize getirmek”ten Bey’le Ağaoğlu Ahmed Bey’in makalelerinden nakl ettiğimiz fıkralarla evvelki nüshamızda göstermiş ve bu yolun milletimiz için hiç de felah yolu olmadığını bilakis hüvviyet-i milliyyeyi ifna edecek çıkmaz bir yol olduğunu izah etmiştik. nun müessisleri bizim bu hayır-hahane ihtar ve büyük bir tehalük ve gurur ile bu yeni prensiplerini bil-fil İstanbul’da tatbike başladılar. Türk Ocağı’nın resm-i küşadı münasebetiyle Daru’lelhan’dan on oniki kadar müslüman hanımı getirerek onlara çaldırdıkları şarkıları söylettikleri semaileri gençlere dinlettiler. Garb’ın fünun ve sanayiindeki terakkıyat-ı maddiyyesini memlekete idhal ettikten yurdumuzu baştan aşağı servet ve refaha gark ettikten sonra bu da onun icabatıdır diyerek Daru’l-elhan hanımlarını dinlemeye dinletmeye kalkışmış olsaydılar belki davalarını yürütmek için bir vesile kazanmış olurlardı. Lakin böyle yapılmadı işe çalgıdan hem de erkeklere aid bir ictimaa müslüman hanımlarından mürekkeb sazendeler getirmekten başlandı. Biz öyle zannediyorduk ki aylardan beri hazırlanmakta olan bu resm-i küşada Türklerin umum esnafından rençberinden işçilerinden birer-ikişer zat davet edilecek; orada ancak ve ancak bu zavallıların bestelediği dertler terennüm olunacak; İstanbul’un aristokrasi hayatını yaşayan nermin hanım ellerinin tanburlarda kemanlarda “yarattığı” dil-suz nağmeler yerine çift sürmekten ayran döğmekten çekiç sallamaktan elleri nasırlaşmış köylü ve işçilerin naleleri dinlenecek!.. CİLD - ADED - - SAYFA muhtelit bir merasim icrasına kalkıştı. Fakat derhal dersini aldı: Gerek mensub olduğu grupta gerek meclis muhitinde gerek halk üzerinde pek fena bir te’sir icra ettiğini görünce şaşırdı. Anladı ki millet bu gibi şeyleri takbih ediyor şeair-i milliyye-i İslamiyyesine mugayir görüyor. Hamdullah Subhi Bey Maarif Vekalet’inden çekilmesini kendisine yapılan muahezatı elbette unutmamışlardır. Maarife bir istikamet-i salime veremediğinden dolayı meclisde ne sağda ne solda tutunacak hiçbir yer bulamamış muallakta kalmıştı. Şimdi Hamdullah Subhi Bey Ankara’da yapamadığını gelip İstanbul’da yapmaya başlıyor. Madem ki Anadolu muhiti böyle muhtelit ictimaları hanımların erkeklere sazendelik etmelerini takbih ediyor secaya ve şiar-ı milliyye-i İslamiyyesine mugayir görüyor; o halde Hamdullah Subhi Beyefendi’nin burada da milletinin bu arzu ve hissiyatına hürmet etmesi millet vekili olmak Maatteessüf görülüyor ki Hamdullah Subhi Bey ve rufekası milletimizin en mukaddes secaya ve şeair-i milliyye-i İslamiyyesini hiç de nazar-ı nımlarının erkekler huzurunda sazendelik etmelerini tecviz ediyorlar. Niçin? Çünkü Garb’da da böyledir. Demek ki müslüman Türk kadını da bundan sonra böyle yapacaktır. Ve Türk Ocakları Anadolu’nun her tarafında da bu prensipleri tatbik edecektir! Biz Türk Ocaklarının sıfat-ı kaşifesi bu olmasını hiç de arzu etmezdik. Çok temenni ederdik ki Anadolu’nun muhtelif mahallerinde açılan bu Ocaklar milletimizin secaya ve şeair-i İslamiyyesine hürmet etsin; bütün halkın muhabbet ve teveccühüne mazhar olarak milletin lisanına edebiyatına tarihine irfanına ahlakına iktisadiyatına el-hasıl maddiyatıyla beraber maneviyatına da büyük büyük hizmetler ifasına muvaffak olsun. Halbuki daha ilk resm-i küşadında ortalıkta dedikodular başladı: Türk Ocağı acaba bir sahne-i temaşa mı oluyor? Herhalde milletin Türk Ocağı’ndan beklediği böyle şeyler değildir!.. gazetesi diyor ki: hassa her şeyden fazla İslam daru’l-fünunlarını ve medarisini ihya ve ıslah etmelerine müsaade edilmelidir. Fakat hiçbir vakit İslam Alemi’ne Garb medeniyetinin nakayıs ve mesavisini tahmil etmeyiniz. Çünkü bizzat Garb medeniyeti bu mesavi ve rezail yüzünden ölmektedir.” Avrupalı bir müsteşrik Avrupa’nın nakayısını almaktan bizi tahzir ediyor da Ağaoğlu Ahmed Bey; “Hayır nakayıslarını da alacağız.” diye sahifeler dolusu yazılar yazıyor. Anlaşılan bu cihetler kolay ve cazibelidir! Tabii bir makine imal etmek yahud bir köprü yapmak için bir ömür sarf etmek icab eder. Hamdullah Subhi Bey! Anadolu’da kızgın güneşin altında sabahdan akşama kadar çalışan o zavallı Türk köylüsünü Türk kadınını gördünüz. Onun nasıl bir ahlak ve seciyeye ne metin bir nu ne demokrat bir hayat geçirmekte bulunduğunu anladınız. Dünyada bütün ma-meleki kendi eliyle dokuduğu birkaç arşın pamuk bezinden yine kendi eliyle güneşde kuruttuğu kerpiçten yapılmış bir kulübeden ibaret olan Anadolu kadınını getirip de Garb fabrikalarının dokuduğu Paris terzilerinin diktiği ipekli elbiselere bürünmüş Daru’l-elhan hanımlarını Ocağın perceresinden onlara gösterseydiniz acaba ne derlerdi? Demokrasi demokrasi… diye dil ile söylemek kafi değildir; onun candan yürekten tarafdarı olmak ve filen tatbik etmek lazımdır. Bu ahenkler bu daru’l-elhanlar hep saltanat devrinin aristokrasi hayatının icabıdır. Siz yeni Türk Ocaklarını hakiki demokrasi esasları üzerine kurmalısınız ki mahdud eşhasın hususi ictimagahından çıkarak umum halkın gelip istifade edebileceği bir “mihrab” olabilsin. Biz öyle zannediyorduk ki Hamdullah Subhi Bey Anadolu’yu gezip gördükten sonra artık eski ve ictimaiyyesine şeair ve secaya-yı milliyyesine muvafık yol tutmuştur. Nitekim Ankara’da bir aralık mutedilane bir meslek tuttuğu “inkılab-ı rülmüştü. Ahvalin ve muhitin ilcaatı onu tarik-ı zannediliyordu. Lakin maatteessüf o halini çok devam ettiremedi. Bir gün yine böyle kadın-erkek CİLD - ADED - - SAYFA VATAN Müslümanların Şeair-i Diniyyelerine Karşı Harb mi Açıyor? Mukaddema gazetesini çıkaran şimdi de’ı neşr etmekte olan Ahmed Emin Bey şu sıralarda şeair-i milliyye-i İslamiyyeye karşı harb açanların başına geçmiş gibi bir vaziyet almıştır. Tahsilini misyonerler cizvitler memleketinde le şeylere pek müsaid olduğu için bu vazifeyi el-hak büyük bir kiyasetle ifa etmektedir. Ahmed Emin Bey’in kendine mahsus tabiyeleri sevku’l-ceyşleri vardır. Hiçbir fırsatı fevt etmeyerek planlarını kemal-i maharetle tatbik etmek hususundaki kudreti herkesçe malumdur. Onun en büyük muvaffakıyeti hasmına karşı kendini hayr-hah gösterebilmesidir. Onun yazılarını okuyan bir takım sade-dil müslümanlar zannederler ki o Müslümanlığı müdafaa eder Müslümanlığın yükselmesini ister. O şeair-i İslamiyyeye karşı vakitli vakitsiz münasebetli münasebetsiz muttasıl hücum edip durmakta olan bir takım farfaracılar gibi değildir. Sanatında o kadar mahirdir. Hiç vakitsiz taarruzu yoktur. Hücumun vaktini ve şeklini tayin etmekte hiç aldanmaz. Kararlaştırdığı şekli de tatbikte hiç falso yapmaz. Bu hususda hakikaten ıstılah-ı mahsusuyla “üstad-ı azam” olabilecek kudreti haizdir. O matbuat aleminde yalnız iki falso yapmıştır: Birisi siyonistleri müdafaa etmesi yani Filistin’de Musevi yurdunun te’sisine tarafdarlık göstermesi biri de Türkiye’yi Amerika mandasına sokmak istemesi. Maamafih bizim falso telakki ettiğimiz bu mes’elelerden birincisinde yine onun nokta-i nazarı sabit olmuştur. Şu kadar ki Filistin daha bizde iken orada Musevi yurdunun te’sisine tarafdarlık göstermesi ve bu fikrinin o zamanki hükümetin nazar-ı dikkatinden dur kalmaması vaziyetini biraz müşkilleştirmişti. Yoksa o Filistin’in mukadderat-ı atiyyesini tayinde dası mes’elesinde şaşırmış Türkiye’nin bir daha belini doğrultamayacağına her halde ecnebi bir devlet himayesine gireceğine zahib olmuş bunun ya atılmıştı. Fakat bu mes’elede isabet edemedi. “Daru’l-elhan hanımları tarafından terennüm edilen parçalar hazırunu o kadar memnun ve hoşnud etmiştir ki birçok gençler konserin devamını arzu etmişlerdir. Bunun üzerine hanımlar milli musikimizde şimdiye kadar hiç unutulmamış bir parça olan “Memo” ile bir şarkı çalmışlardır. Evet gençlerin böyle tarab-feza bir konserin devamını arzu etmemesi kabil değildir. Fakat bunlar lehv ü laıbdır eğlencedir. Bunların da ayrıca yeri ayrıca ehli vardır. Emin olunuz ki Tepebaşı yahud Daru’l-Bedayiböyle şeyleri daha güzel yapar. Bugün böyle lehv ü laıb ile zevkli eğlenceler dan çekiçten elleri nasırlaşmış halkımızı görünce yüzlerini ekşitmezler mi? Gençleri böyle şeylere alıştırmak faideli bir şey olmasa gerek. Bilakis onlara hayatın hakiki ve acı sahnelerini göstermeli ki yarın şedaid-i hayatiyye karşısında gevşemesin metanet ve rasanetini muhafaza edebilsinler. Yarın bu gençleri Anadolu’nun köylerine gönderdiğiniz zaman onları ne ile eğlendireceksiniz? Acaba Daru’l-elhan hanımları her köye birer konser hey’eti gönderebilecek midir? Acaba millet ile münevver tabaka arasının bu kadar açılmasının sebebi nedir? Milletin tahsil gören kısmı artık köyüne dönmüyor; orada yaşamayı bir bar-ı elim telakki ediyor. Köyler de cehlden bir türlü yakasını sıyıramıyor. Köylü muallime muallim köylüye ısınamayarak aradaki uçurum günden güne derinleşiyor. Acaba Daru’l-elhan hanımlarının verdikleri konser bu dertlere çare-saz olacak mıdır? Biz hiç zannetmiyoruz ki bu yol millet için bir felah yolu olsun. Bir gün gelir buna da doyulur; bunun da modası geçer. Lakin zararını yine halkımız çeker. Vakıa fazilet yolu biraz sarp ve dikenli olur fakat felah ve selamet ancak oradadır. Bilmeyiz bizim bu halisane irşadatımız hüsn-i kabule mi mazhar olur yoksa Ocağın müessislerini münfail mi eder? Biz gördüğümüz herhangi bir dalalet karşısında ikaz ve irşadda bulunmayı en mütehattim bir vazife telakki eylediğimiz cihetle şu birkaç sözü yazdık. Hidayet Allah’a mahsusdur. Dilediğine ancak O ihsan eder. CİLD - ADED - - SAYFA lerinden maadasıyla Türklerle karıştırmazlardı. Hiçbir dönme yoktu ki Türklere kız versin yahud onlardan kız alsın. Kabristanları da tamamıyla ayrı idi. Nitekim bugün de buralarda da böyledir. ber birbirine mütecaviz bir vaziyet de almazlardı. Müslümanların tarihi ananesi olan serbesti-i mezahibden onlar da istedikleri kadar istifade ederler; çalışkan bir kavim oldukları için Selanik havalisinin iktisadiyatına da hakim bulunurlardı. Vaktaki Meşrutıyet ilan olundu ve Selanik “kabe-i hürriyet” oldu o zamanKarasolar nasıl Türk Milleti’nin mukadderatında amil olmaya başladıysa onlardan da bazıları “aba’-i hürriyet” meyanına girdiler. Ve on dört senelik meşrutıyet hayatında mühim roller çevirdiler. Zavallı Türkler o devirlerde gizi “loca”larda verilen kararlardan bi-haber olarak kör körüne türlü türlü cereyanlara kapıldılar; nihayet memleket herc ü merc oldu koca koca kıtalar elden çıktı dün hakim oldukları yerlerde bugün mahkum oldular. Onların hiç de ümid etmedikleri öyle bir devr-i nüfuz idrak etmeleri kendilerini çok şımarttı ve ellerine geçen bu nüfuzun kudretini bilerek daha ziyade hareket ve faaliyet-i fikriyye göstermeye başladılar. Artık Selanik elden çıktığı için Türklerle beraber onlardan da birçoğu muhaceret etmiş kendileri de nüfuz-ı hükumetten hissedar oldukları müessesat-ı ticariyyelerini yoluna koymakla beraber bir kısmı da kuva-yı fikriyye ve siyasiyyede amil olabilecek mesleklere süluk ettiler. tahsil etmek üzere Amerika’ya gitti diğer bazıları da daru’l-fünunlara girdiler Avrupa’ya gittiler. Nihayet tahsillerini bitirerek her biri birer tarafa yerleştiler daru’l-fünunlara müderris olanlar bile oldu. Ahmed Emin Bey de gazetesini te’sise iştirak ederek Türk Milleti’nin hayat-ı siyasiyyesinde roller çevirmeye başladı. Bilahare teşrik-i mesai ettiği Mehmed Asım Beyler’le beraber çalışmayı her nedense muvafık görmeyeTürkiye hariku’l-ade bir eser-i hareket göstererek dirildi inayet-i Hakk’la ecnebi himayesine düşmekten masun kaldı. Maamafih bundan dolayı onun maharetsizliğine kiyasetsizliğine hükm edecek değiliz. Türkiye’nin yeniden hayat bulması mucize gibi fevkalade bir hadise oldu. Bu mes’ele yalnız onu değil daha birçoklarını şaşırtmıştı. Hakiki izzet ve şeref sahibleriyle her yola gelebilecek adamları göstermek itibarıyla o günler büyük bir imtihan zamanı olmuştu. Her ne bunlar bir takım mesail-i siyasiyyedir ki şimdi bizim mevzuumuzdan haricdir. Şayan-ı dikkat olan nokta Ahmed Emin Bey’in Amerika mandasını tervic etmesi değil atiyi kestirmek hususundaki isabetsizliğidir ki bu da müstesna bir hatasıdır. Yoksa her mes’elenin önünü sonunu düşünmeden bir kelime bile yazmadığı müsellemdir. O sınıfında öyle rüsuh kesbetmiş bir mahirdir ki zaman olur hiç mesail-i diniyyeden bahsetmez hatta icab ederse ahlak tarafdarlığı bile yapar. Zaman olur birkaç keşf-i taarruziden sonra şeair-i İslamiyyeye en büyük bir darbe indirmekte asla fırsatı fevt etmez. Kendisine “Ahmed Emin” gibi güzel bir isim koyduğu için babasına pek minnetdardır. Bu yaramaktadır. Esasen bunlar öteden beri meşgalelerini ticarete hasretmişler ta cedleri mühtedi Sabatay Levi zamanından Balkan Harbi’ne kadar Selanik’te bulundukları müddetçe müslümanlarla iyi geçinmeye çalışmışlar; kendi aralarında kaçgöç olmamakla beraber kadınları sokakta müslümanlar gibi örtünmüşler; kendilerine mahsus akideleri yaşayışları olduğu halde zahirde itikadiyat ve ictimaiyat hususunda müslümanlar ve Türkler gibi hareket ederek onlarla hoş geçinmeyi umde-i esasiyye ittihaz etmişlerdi. Onun için Selanik müslümanları ve Türkleri de onların bu ahval ve akaid-i hususiyyelerini bilmekle beraber dir eder; yalnız akaid ve şeair-i hususiyyelerinin müslümanlara adem-i sirayeti için mümkün olan vesait-ı tahaffuzıyyeye müracaat ederlerdi. Zaten onlar da kendi ırklarını ve mezheblerindeki hususiyeti muhafazada müdhiş bir taassub gösterirler hayatta şöyle dursun ölülerini bile kendi meydana çıkarır kendilerini tavan veyahud kerhen tarik-ı hak ve selamete sokabilirdik. Lakin bildikleri gibi yaşasınlar istedikleri gibi akide taşısınlar dedik. Böylece asırlarca hür ve serbest Türklerin müslümanların edna bir taarruzlarından masun olarak içimizde yaşadılar ve el-an yaşıyorlar. Ahmed Emin Bey mazideki ahvali bilemezse babasına eğer sağ ise dedesine sorsun. Şimdi biz müslümanların ve Türklerin bu kadar ulüvv-i cenabımıza bu kadar müsamahakarlığımıza karşı Ahmed Emin Bey bir gazete başına geçer geçmez bizim şeair-i milliyye ve diniyyemize harb bayrağını açması bizim adat-ı İslamiyyemizi kırmak Vatandaşlığa insaniyete muvafık mıdır? Ahmed Emin Bey’ce ne olursa olsun lakin müslümanlarca mukaddes tanılan bir takım hissiyata bi-perva tecavüzatta bulunmak bu kadar hürmetsizlik göstermek nasıl caiz görülebilir? Acaba biz bugün kalksak da Ahmed Emin şayışlarına karşı tecavüzde bulunsak Ahmed Emin Bey hiç müteessir olmazlar mı? Ahmed Emin Bey müslümanların Türklerin şeair-i milliyye ve diniyyelerine niye hücum edip duruyor? Onun bu hususda söz söylemeye ne salahiyeti vardır? Ahmed Emin Bey; “Herkesin ailesiyle beraber tiyatroya gitmesi ahlaka pek muvafık bir şeydir. Bunu ahlaka mugayir addedenler atıl dimağlardır.” diyor milyonlarca bir hey’et-i ictimaiyyeyi tahkir ve tezyif ediyor. Bundan Ahmed Emin Bey’in mezhebini meşrebini bilmeyen müslümanlar pek müteessir olmuşlar bu hususda müteaddid mektublar idarehanemize göndermişlerdir. Bir kere şunu söyleyelim ki Ahmed Emin Bey’in ta büyük ceddi mühtedi Sabatay Levi zamanından beri irsen intikal edegelen bir iğbirar ve infialleri vardır. Bunu Selanikli müslüman Türkler pek ala bilirler. Onların bu iğbirar ve infiallerini bu kadar açık bir surette şimdiye kadar larından dolayı imiş! Şimdi üç seneden beri rek bundan iki buçuk ay evvel gazetesini çıkarmaya başladı. Bit-tabiherkes gibi Ahmed Emin Bey de istediği gazeteyi çıkarabilir. Bu onun hakkıdır. Yalnız müslümanların şeair-i milliyyelerine karşı yaptığı gün müslümanlar ve Türkler için mukaddesatlarını müdafaa etmek ve şeair-i milliyye ve diniyyelerine karşı vukubulan bu taarruzların esbab ve ledünniyatını tahlil ve teşrih eylemek bir vecibe olur. Bunu yapmayan müslümanlar ve Türkler haysiyet ve izzet-i nefisden mahrum dinini milletini sevmeyen kimseler olur. Şimdi Ahmed Emin Bey müslümanların ve Türklerin şeair-i milliyye ve diniyyelerine niçin hücum ediyor? “Bütün mes’ele kökleşmiş zihin adam kendi hesabına istediği itikada sahib olabilir; fakat bu hususdaki hürriyeti başkalarının hakkına tecavüz için kendisine bir hak bahşeder mi? Ahmed Emin Bey’in kabilesi asırlardan beridir kendilerine mahsus akide beslerler aralarında kaç-göç yoktur erkek-kadın bir arada bulunurlar. Kabristanları bile ayrıdır ve büsbütün başka türlüdür. Dünyada kendi kabilelerinden başkasıyla kaynaşmak istemedikleri gibi öldükten sonra kemiklerinin bile başkalarının kemikleriyle temas etmesini istemezler… Pek ala varsın öyle yapsınlar istediği itikadları taşısınlar. Kendilerinden başkalarını “alem-i harici” addederek yerin üstünde de altında da kendilerinden maadasıyla kaynaşmak istemesinler. Biz bunların bu akide-i esasiyyelerini şimdi değil asırlardan beri bildiğimiz halde hiçbir zaman onlara karşı tecavüzde bulunmadık. Tecavüz şöyle dursun onları rencide edecek bir kelime olsun söylemedik. Şayed çocuklarımız çocuklukları icabı olarak onlara sataşacak olursa derhal te’dibde kusur etmedik. Onları bu kadar naz u naim içinde yaşattık. Her Selanikli müslüman ve Türkün bildiği bu hakikatleri onlar da inkar edemez. Halbuki Rumeli’de Türklerin hakimiyeti devrinde onlara karşı ne yapamazdık; batıl adetlerini yüzlerine vurur gizli şeylerini CİLD - ADED - - SAYFA başka bir mezheb ismi mi yazdıracaklar yoksa hiçbir din ile mütedeyyin mi olmayacaklar ne yapacaklarsa yapsınlar; yalnız bize taarruz etmesinler ulu orta rezaletleri “ahlaka muvafık” şekilde göstermeye kalkışmasınlar. Eğer bütün Türkiye’yi kendileri gibi yapacaklarını zannediyorlarsa emin olsunlar ki bu ellerinden gelmez. Asırlardan beri vatanı vatan ile beraber dinini şeair-i diniyyesini muhafaza için her fedakarlığa katlanan Anadolu müslümanları ahlakı da bilir ahlaksızlığı da bilir. Memleketimizde hiçbir mahal yoktur ki bu gibi münasebetsizlikleri “ahlaka muvafık” telakki etsin. Bunlar açıktan açığa milletimizin ahlakına şeairine bir tecavüzdür bir hakarettir. Anadolu’nun yüzbinlerce evladının senelerden asırlardan beri cihad meydanlarında her türlü meşakkatlere katlanmaları ne içindir? Hep vatan ile beraber dinlerinin şeair-i diniyyelerinin de masun ve mahfuz kalması içindir. Tamamıyla müslüman olan ve müslüman kalmak şeair-i diniyyesi olan bu fedakar millet on milyondan bugün İstanbul’da bazı kadınların hicabdan sıyrılarak erkeklerle beraber tiyatrolara gitmelerini ahlaka muvafık telakki etmeleri şöyle dursun bunu yapabileceğini hatırlarına bile sığdıramazlar. Bu hale düşen bir kadın artık Anadolu müslümanlarının nazarında tamamıyla bir frenk kadınından başka bir şey değildir. Ne küstahlıktır ki Ahmed Emin Bey bu rezaletleri mugayir-i ahlak telakki eden milyonlarca halkı “atıl dimağlar” diye tahkir ve tezyif ediyor! Müslümanlar bu hakareti tamamıyla kendisine iade ederler. Ya Rabbi! Müslümanlar ne acınacak hallere gelmişler! Ne oldu vatanlarında garib mi oldular? “Ahmed Emin” gibi biri kalkıyor da milyonlarca sine hücum ediyor hakarette bulunuyor! Ahmed Emin Bey! Bu kadar tecavüz ve hakaretin azdır. Tezyifini daha ziyade arttır. Aferin! Ceddinin intikamını alıyorsun. Hem de müslümanlardan aldığın para ile onların asırlardan beri kökleşen adetlerini mukaddes şiarlarını kırıp geçiriyorsun. Ne insafsızlıktır ki gazeteni alıp yaşatanlar müslümanlar Türkler olduğu halde hiçbir yırarak bi-perva bir takım ahlaksızlıkları irtikaba başlamaları çoklarına cür’et verdi. Artık Ahmed Emin Bey ve o kafada olanlar bunu bir emr-i vaki haline koymak istiyorlar. Bu ahlaksızlıklar hakkında her kim söz söylemeye kalkışırsa sağdan soldan hücum edecek bir vaziyet aldılar. Şeair-i milliyye-i İslamiyyeyi müdafaa edenlere “mutaassıb” diyecekler “Kurun-ı Vusta kafalı” “medeniyetten bi-haber” diyecekler el-hasıl ağızlarına gelen tecavüzatta bulunmaktan çekinmeyecekler. Hatta icab ederse işe siyaset de karıştırmaya çalışacaklar. Lakin emin olsunlar ki onlar ne derlerse desinler biz onların dediklerine asla ehemmiyet vermeyerek hayat-ı ictimaiyye-i sefahetin bütün makasıd-ı muzırralarını ve su’-i niyyetlerini avn-i Hakk’la meydana çıkaracağız. Kadın-erkek birlikte tiyatrolara sinemalara gitmek pek mi işlerine geliyor ki Ahmed Emin Bey; “Erkek-kadın tiyatrolara beraber gidilmesi ve yan yana oturmaları ahlaka pek muvafık bir şeydir.” diyor. Hangi ahlaka? Kendisinin mensub olduğu cemaatin ahlakına mı? İstanbul’da açık saçık gezenlerin çoğu kimlerdir? Bir takım kadın cemiyetleri teşkil ederek hicabı kaldırmak üzere çalışanlar kimlerdir? Gazetelerde mecmualarda şeair-i İslamiyye aleyhinde yazı yazan kadınların kızların asıllarını nesillerini mezheblerini meşreblerini Ahmed Emin Bey bize izah edebilir mi? Onların nazarında elbette böyle şeyler ahlaka muvafıktır! Lakin müslüman ve Türkün hayat-ı ictimaiyyesinde kadınların erkeklerle beraber tiyatrolara gitmesi tamamıyla ahlaka mugayir bir münkerdir. Belki İstanbul’da mahdud bir takım kimseler ve aileler de onlar gibi bunu mugayir-i ahlak görmeyebilir. Fakat İstanbul’un ekseriyet-i azime-i İslamiyyesi hiç şübhe yoktur ki bu ahvali tamamıyla ahlaksızlık telakki ediyor ve günden güne büyüyen bu ahlaksızların “ahlaka muvafık” bir şekilde gösterilmesinden cidden müteessir oluyor ve endişeye düşüyor bunların tasfiyesini sabırsızlıkla bekliyor. Müslümanlar ile Müslümanlık şeairinden kat-ı alaka etmek isteyenlerin ayrılması Müslümanlık için daha hayırlıdır. Onlar şapka mı giyecekler nüfus tezkirelerine CİLD - ADED - - SAYFA düşman karşısında ölürken senin kabilen burada güzel güzel ticaretini yapıyordu; askere çağırılanların çoğu da ceplerinde Yunan pasaportuyla ahz-ı asker kalemlerine gidiyordu. Müslümanları kandırmak için bazan köylülerden çiftçilerden de bahs ediyorsun. Fakat sizden bir kişi yoktur ki eline saban alsın da müstahsıl olsun. Zavallı müslümanlar bi-çare Türkler en ağır işleri kendileri görüyor. Senin becerikli kabilen de en büyük ticaretgahlarda güzel güzel işlerini çeviriyorlar. Ahmed Emin Bey! Bizim dinimiz izzet dinidir şeref dinidir. Mukabele bi’l-misil dinimizin en esaslı bir umdesidir. Size bu defalık ediyoruz eğer müslümanlara karşı müslümanların şeair-i milliyyelerine adat-ı diniyyelerine karşı tecavüz ve hakaretlerde devam edecek olursan biz de mukabele bi’l-misilde bulunacağız. Namusunla çalış. Müslümanları Türkleri “atıl dimağlar” diye tahkir etmek senin haddin değildir. millete reva görmediğin hakareti onlara yapıyorsun. Ahmed Emin Bey! Bu zavallı müslümanlardan Türklerden ne istiyorsun? Senelerden beridir uğramadıkları felaket kalmadı. Yurtları ellerinden çıktı. Düşmanların istilası altında ezildiler. Aileleri perişan oldu. Evladları cihad meydanlarında şehid düştü. Çocukları yetim kaldı. Bugün yüzbinlerce müslüman Türk ailesi vardır ki ancak kuru ekmekten başka bir şey bulamıyor. Sen müslümanlara en ağır hakaretleri savuruyorsun. Ahmed Emin Bey! Senin kavim ve kabilenden kaç kişi saff-ı harbde bulundu? Acaba sizden bir danesinin vatan uğrunda cihad meydanlarında şehid olduğunu gösterebilir misin? Sizden Harbiye Mektebi’ne girip de zabit çıkmış vatanı canıyla müdafaaya şitab etmiş çok değil bir kişi gösterebilir misin? Akaid-i diniyyelerini tahkir ettiğin “atıl dimağlar” diye tezyif eylediğin müslümanlar malını mülkünü çoluğunu çocuğunu feda ederek Harunü’r-Reşid’in oğlu el-Me’mun da bu isre kütübhaneler medreseler te’sis etmişti. Esasen Harunü’r-Reşid ile Mehdi de Asya’nın etrafında nice nice hıristiyan ulemayı da Bağdad’a celb ederek bu uğurda mühim fedakarlıklarda bulunmuşlar ve bu sayede Devlet-i Abbasiyye’nin zamanında Bağdad ile sair merakiz-i İslamiyye ulum ve fünunun ahlakın siyaset felsefe hey’et riyazıyat tabiiyat musiki ve sair ulumun mehdi olmuştur. O zaman Antakya ile Harran’ın ulum-ı tıbbiyyenin en mühim merakiz-i tahsili olduğunu tarih kayd etmektedir. Abbasilerin ilme ve ulemaya ne kadar ehemmiyet verdiklerini Harurunü’r-Reşid’in tabibi Hüseyin b. Yahya’nın Lisan-ı Yunani’den Arabca’ya tercüme ettiği her kitab mukabilinde Me’mun’dan ağırlığınca altın almasından tavazzuh eder. Devlet-i Abbasiyye’ye muasır olan sair devlet-i İslamiyye ile bunlara halef olan devletlerin ilme ve ulemaya karşı besledikleri hürmet ve gösterdikleri ihtimam daha az değildi. Hemedan Hükümdarı Şemsüddevle’nin filozof İbnu Sina’ya makam-ı vezareti tefviz ettiği gibi bir de tabib-i mahsus tayin ettiğini görüyoruz. Sina’ya vezaret ve riyaset tevcih eylemiştir. Müslümanlık’ın en celi eseri “istiklal”i müdafaa etmesi ve hakimiyet-i ecnebiyyeyi kabul etmemesidir. Kur’an-ı Kerim ehl-i Cenab-ı Hakk’a Resullah’a ve müslümanlardan olan evliya-yı umura rim’e göre müslümanlar mümkün olduğu kadar ecnebi bir hükumetin zir-i hakimiyyetinde yaşamamakla me’murdurlar. Bundan dolayıdır ki sadık müslümanların kalbinde hürriyet ve istiklal-i bar ile her müslüman dininin emrine ittibaen bila-kayd ü şart bir mücahid addolunmuştur. Müslümanlık’ta askerlik silah taşımak İslam yurtlarını müdafaa etmek yalnız erkeklere münhasır olmayıp bilakis bir memleket düşmanın tecavüzüne maruz kalınca müslüman kadınları da erkeklerinin mükellef oldukları vezaif-i müdafaayı vazifenin ifası bir emr-i ihtiyari değil bir mükellefiyet-i diniyyedir. caret ile meşgul olmuşlar Devlet-i Abbasiyye’nin teessüsü üzerine el-Mansur bilhassa riyazıyat felekiyat vadilerinde tedkikat ve tetebbuat icrasıyla Yunan felsefesinin Arabca’ya tercümesini emr etmiştir. Başmuharrir Sahib ve Müdir nasıl vazalat-ı cerrahiyyeyi tavsif ve istimalini nasıl tarif ettiğini ilk defa olarak “hısa”nın mahall-i ihracını tayin eylediğini görüyoruz. nezdinde en şerefli kabule mazhar olurlardı. Her tarafdan gelen tullab-ı irfan bunların etrafında toplanır derslerini dinler ve fikirlerini kayd ederlerdi. Ulema-yı İslamın fünun ve ulum sanayisiyaset ve sair vadilerde mesai ve asarı az kaldı gözlerden nihan olacaktı. Fakat Felemenk Fransa Almanya ve İngiltere’de zuhur eden müsteşriklerin taharriyat ve tedkikatı sayesinde bunların birçoğu dirilmiş ve bu asarın birçoğu Arabca olarak tabolunduğu gibi Arabların Endülüs’de bulunduğu zamandan itibaren birçokları Latince ve sair Avrupa lisanlarına tercüme edilmiştir. Hulasa İşbiliye Kurtuba Gırnata Mersiye Tuleytule Sebte Tanca Marakeş Cezair Tunus Kayrevan Kahire Şam Irak İran Buhara Hindistan Sibirya ve sair memalik-i İslamiyye’de muazzam kütübhaneler medreseler görülürdü. Eczacılık sanatını ilk evvel müslümanlar ibda etmişler ve ihzar-ı edviyye kanunu da onlardan kalmış ve bu kanun Salerte şehrinden sair Cenubi Avrupa memalikine intişar eylemiştir. Müslümanlar şekliyle iştiğal etmeyerek her şubesiyle meşgul olmuşlar binaenaleyh bir tarafdan riyazıyat tabiiyat siyasiyat teşrişiir ve kitabete ihtimam ettikleri gibi denizcilik seyahat musiki tezyinat etmek enva-ı zinetle güzelleştirmek gibi şeylerle de meşgul olmuşlardır. Müslümanlar dünyadaki enva-ı zineti istimal ederler ve bu hususda düstur-ı Kur’anisiyle emr-i ilahisine ittibaede ler. Binaenaleyh Emevi Abbasi Fatımi Alevi ve Osmanlı padişahlarının Asya Afrika Garbi ve Şarki Avrupa’da en muhteşem elbiseleri giydiklerine ve en kıymetdar tahtlara oturduklarıSene-i Miladiyyesi’nde irtihal eden EbuBekir er-Razi’nin Samaniye hükümdaranı namına tıbbi kimyevi eserler te’lif ettiği müşahede olunmaktadır. Mahmud-ı Gaznevi filozof Biruni’yi Hindistan’a davet ederek oraya ulum ve medeniyet-i İslamiyyeyi götürmüştü. Avrupa sa İslam hükümdaranı bunların kıymetini daha evvel idrak ederek onları en yüksek makamata Şimdi bütün medreseleriyle kütübhaneleriyle rasadhaneleriyle müverrihleriyle coğrafiyyunuyla edebiyatıyla eyvanlarıyla hastahaneleriyle fabrikalarıyla Şark’ı bırakalım ve bilhassa Fatımiler devrinde Kahire’ye doğru gidelim. Orada da ulum ve maarifin yüksek olduğunu bilhassa Melik Aziz ile Hakim’in devrinde Kahire’nin Bağdad’dan ne müessesat-ı irfan ne de başka bir nokta-i nazardan hiç geri kalmadığını görürüz. Saat pandülünün muhterii Mısır’ın İbnu Yunus’unuhatırlamadan geçmek mümkün müdür? Sene-i Miladisi’nde doğan Şerif el-İdrisi’nin Kurtuba’da ikmal-i tahsil ettikten sonra Onikinci Asr’ın evailinde Sicilya Hükümdarı Roger’ın sarayına iltihak edip batman sikletinde gümüşten bir levha üzerine harita-i alemi hakkettiğini ve zaman maruf olan bütün aksam-ı cihanı Arabca ile kayd ettiğini tarih tesbit etmektedir. Şerif İdrisi’nin coğrafyaya dair yazdığı eser gibi haritalarını bütün Avrupa ressamları üç asır cüz’i bir şey ilave edebilmişlerdir. Şerif İdrisi’den yüz sene sonra Sicilya Kıralı İkinci Frederick’in filozof İbnu Rüşd’ün evladlarını sarayına alarak onlardan nebatat ve hayvanat okuduğunu görüyoruz. Sekizinci Asır’da ihraz-ı şöhret eden Ebi-Musa Cafer el-Kevni ile Ebi-Bekr er-Razi’nin ve sair müellifin-i İslamiyyenin asarını okuyunca “hamız-ı kibrit” ile “ma’-i meleki”yi nasıl ihtiraettiklerini “cıva”yı nasıl ihzar eylediklerini küulleri nasıl tahmir ettiklerini gördüğümüz gibi Ebu’lKasım Halef b. Abbas el-Bukaris ilm-i cerahati CİLD - ADED - - SAYFA CİLD - ADED - - SAYFA na sırmalı mensucat kullandıklarına dair tarihin rivayetlerinden taaccüb etmemeliyiz. Bilhassa Endülüs müslümanlarının elbiseleri güzelliği bahası rihleri Endülüs müslümanlarının kullandıkları bu eşyanın evsafıyla doludur. Afrika ve İspanya’nın fethi İran ve Bizans’ın fethinden istihsal olunan neticeleri te’min etti. Şiddet ve adavetin kurbanı olan Ariler plagyanlar ve saire gibi her düşnama her şiddete maruz olan taifelerden başka kanunsuz bir askerliğin ve daha kanunsuz bir papaslığın tazyikı altında ve masuniyete kavuşmuştu. Taliin ne garib bir tecellisidir ki Peygamberimiz’e adavetleri ümmet-i lerine varan Museviler “bütün hıristiyan milletler nezdinde hakaret nehb ü garet adavet ve nefretle” karşılandıkları halde ancak aguş-ı İslamda bir ilticagah bulabilmişler Hıristiyanlık aleminde kendilerine reva görülen her insaniyetsizlikten ancak İslam idaresinde kurtulmuşlardı. Din-i İslam insanlara öyle bir kanun bahşetmiştir ki sadeliğiyle beraber medeniyet-i maddiyyenin terakkisiyle birlikte en muazzam inkişa tiği kanun-ı esasi hukuk ve vezaif-i insaniyyenin adilane bir surette takdir olunmasına müsteniddir: Müslümanlık vergi tarhının hududunu tesbit etmiş insanları kanun nazarında müsavi kılmış ve her kavmin kendini idare etmesi düsturunu te’yid eylemiştir. Müslümanlık kudret-i icraiyyeyi kanuna te’yid-i dini ve mükellefiyat-ı ahlakıyyeye müstenid bir kanuna tabikılmakla kuvvet-i hakime üzerinde bir murakabe te’sis etmiştir. “Her biri vazıın namını ebediyete namzed kılacak bir mahiyette olan bu esasattan her birinin mükemmeliyeti ve te’siri sairlerine kıymet veriyordu. Ve bütün bu esasatın mecmuu teşkil olunan nizama diğer herhangi nizam-ı siyasiye tefevvuk eden bir kudret ve zindegi bahş ediyordu. Vahşi cahil bir kavmin elinde olmasına rağmen bir insanın müddet-i hayatı esnasında bu nizam-ı siyasi “Roma” İmparatorluğu’ndan vasisahalar üzerinde intişar etmiş ve seciye-i ibtidaiyyesini muhafaza etmekle beraber mukavemet-suz bir halde kalmıştır.” Hazret-i Ebubekr es-Sıddik’ın kısa bir zaman süren devr-i hükumeti hemen hemen çöldeki kabail arasında sükunet ve müsalemeti te’sise sarf olunduğundan vilayetlerde te’sisat-ı siyasiyye yapmaya vakit kalmamıştı. Hazret-i Ömer elFaruk’un devr-i hükumeti başlar başlamaz bütün tebea-i İslamiyyenin emniyet ve refahını te’min tidar edildi. İlk hulefanın devrinde müslümanların ahval-i siyasiyyesi tedkik olunduğu takdirde mahdud salahiyetleri haiz müntehab bir reis tarafından çarpar. Reis-i hükumetin hukuku zabıta tanzimi ordu murakabesi umur-ı hariciyye idaresi maliyenin tanzimi gibi idari ve icrai işlere münhasır olduğu görülür. Reis-i hükumet kanuna muhalif edna bir harekette bulunamazdı. Mehakim hükumete bağlı değildir. Bunların hükmü kati ve nihai idi. İlk hulefa mehakimin mahkum ettiği adamları afv etmek salahiyetini haiz değillerdi. Kanun fukara ağniya mevki-i le için birdi. Mürur-ı zaman ile bu sistemin kuvveti gevşemiş zimam-ı idareyi bir takım cinayetler irtikabıyla ele alan ve şahıslarında tealim-i İslamiyyenin ortadan kaldırdığı putperest oligarşisini temsil eden gasıblar bile temsili bir hükumetin şeklini az-çok muhafaza etmişlerdi. Bilahare zuhur eden sülaleler hududu tecavüz ederek idare-i keyfiyyeye saptıkları zaman cumhur-ı fukaha tarafından ikaz olunarak itidale devletinde hükümdarana karşı meşruti bir mania vaziyetinde dururlardı. Sadr-ı İslamda ashab-ı güzin bir şura-yı devlet vazifesini ifa ederlerdi. “Sahabe-i Resul” unvanının haiz olduğu hürmet CİLD - ADED - - SAYFA kaçtı. Ve şimdi hıristiyan köpeğe iltihak etmiş bulunuyor.Fakat Cenab-ı Hak size ona karşı ve onun emsaline karşı nusret ihsan edecektir.” Hazret-i Ebu-Ubeyde emiru’l-mü’mininin bu mektubunu ordularına okudu ki hilafetin ilk devirlerinde bu gibi tebliğatın kesretle vukubulduğu anlaşılmaktadır. Ordugahda veyahud şehirde bulunan herhangi bir şahıs hadisat-ı umumiyyeye karşı yabancı addedilmezdi. Her Cuma günü feraiz-ı diniyyeyi ifa ettikten sonra halife-i müslimin cemaat-i müslimine günün vukuatını ve icraatını bu misale imtisal ederlerdi. Halkın bu umumi mokrasi en mükemmel şekliyle hakimdi. Halife-i müsliminin emiru’l-mü’mininin şahsına hiçbir kudsiyet izafe edilmiyordu. Halife tebeanın devletini idareden mes’ul idi. İlk hulefanın halkı terfih etmeye vakf-ı hayat etmeleri pek zahidane bir hayat geçirmeleri Peygamberimiz’in isrine Hulefa-yı İslam camilerde vaz u nasihat eder namaz kıldırır evlerinde fukarayı ve mazlumları kabul eder ve en zavallıları bile dinlerlerdi ve hiçbir maiyyete hiçbir alayişe lüzum görmeksizin seciyelerinin kuvvetiyle halkın kalbine hükümran olurlardı. Hazret-i Ömer Kudüs’ün anahtarlarını tesellüm etmek üzere Suriye’ye bir köle ile beraber gitmişti. Hazret-i Ebubekr firaş-ı irtihalinde halkına bir kaftan bir deve ve bir köle bırakmıştı. Her Cuma günü Hazret-i Ali beytü’l-malden kendi istihkakını erbab-ı fakr u ihtiyaca dağıtır ve mehakime hürmeti ile halka bir nümune-i iktida teşkil eylerdi. Cumhuriyetin devamı müddetince hulefadan hiç biri mehakim-i adalet tarafından [verilen] herhangi bir hükmü ne değiştirmiş ne de ona muhalefet etmiştir. Silah kuvvetiyle teşekkül eden yeni bir hükumetin halkın hissiyatını birdenbire tatmin edebilmesinin müşkil olması pek tabiidir. Fakat ilk müslümanlar milel-i mağlubenin galiblere karşı her türlü itimad ve merbutıyeti göstermelerini te’min edecek bir vaziyet almışlardı. Hazorduların karargahında şehirlerin dahilinde aynı te’siri haizdi. Fütuhat-ı İslamiyyenin tevessüu nisbetinde ashab-ı güzinin kuvvetli nüfuzu tezayüd ediyordu. “Sahabe” vasf-ı celili necabet ve nezahetin timsaliydi. Bu sıfatı haiz olan bir zat bir harekette bulundu mu halk ona iltihak eder onun rehberliğini kabul eylerdi. Ashab-ı güzinin Medine’de kabul eden ensar Bedir ve Uhud Gazaları’nda din uğrunda mücadele eden mücahidin Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimizin emriyle bazı işlerini der-uhde ve ifa eden yahud kendileriyle konuşan kendisini gören veya dinleyenler bulunurlar. En son derecede sahabe-i kiram te’siri altında bulunan zevat gelir. Hazret-i Ömer’in devr-i hilafetinde vukubulan bir hadise Müslümanlık’ta bütün insanların kümdarı Cebele Din-i Mübin’i kabul ettiğinden emiru’l-mü’minine arz-ı itaat etmek üzere gelmişti. Cebele muhteşem bir alay ile Mekke’ye girmiş ve hürmetle kabul olunmuştu. Mumaileyh Kabe’yi tavaf ediyorken vezaif-i diniyyesini Cebele’nin şahane omuzlarına ilişmişti. Bu hareketten çok hiddetlenen Cebele Arabiye bir dişini kıran bir yumruk indirmişti. Mabadını bizzat Hazret-i Ömer’in Suriye’de asakir-i İslamiyyenin kumandanlığını ifa etmekte olan Ebu-Ubeyde hazretlerine yazdığı mektubdan dinleyelim: “Zavallı Arabi nezdime gelerek halini anlattı. Cebele’yi çağırttım. Karşıma geldiği zaman bir müslüman kardeşine böyle bir su’-i muameleyi niçin reva gördüğünü sordum. Arabinin kendisine hakaret ettiğini ve mekanın kudsiyeti mani olmasaydı bu hakarete mukabil kendisini derhal öldüreceğini söyledi. Cevaben Cebele’ye bu sözlerinin kabahatini kat kat arttırdığını ve binaenaleyh cerihadar ettiği adamın afvını istihsal etmezse kısas icra edeceğimi beyan eyledim. Cebele dedi ki: “Ben bir hükümdarım o ale’lade bir adamdır!” Kendisine; “İster hükümdar ol ister olma her ikiniz müslümansınız ve nazar-ı kanunda müsavisiniz.” dedim. Cezanın ferdaya talikını rica etti ve müddeinin inzımam-ı muvafakatiyle kabul ettim. Geceleyin Cebele CİLD - ADED - - SAYFA ğer bir ayetle mensuh olduğu halde niçin Mushaf-ı Şerif’e yazdınız?” diye Hazret-i Osman’dan sorduğunda halife-i müşarun-ileyhin; Biraderzadem Kurandan bir kelimenin yerini değiştirmek bizim haddimiz midir? cevabı. Kadi Ebu-Bekir Bakıllani’ında diyor ki: “Tertib-i ayat bir emr-i vacib ve hükm-i lazimdir. Cibril vahiy ile Hazret-i Peygamber’e geldiğinde; der idi. Mushaf-ı Osman ki beyne’d-defeteyn taraf-ı ilahiden münzel olan cemiKur’an’ı muhtevidir isbat-ı resmi mukteza-yı emr-i ilahidir. Mensuh yani bade’n-nüzül tilaveti de refedilmemiştir. Mushaf-ı Osman’da ne bir kelime ziyade ne de noksan vardır. Tertib ve nazmı nazm-ı ilahi ve tertib-i Risalet-penahiye tevfikan vukubulmuştur. Ondan ne muahharı takdim ve ne de mukaddemi te’hir edilmiştir. Ümmet her ayetin aid olduğu surelerdeki mevazıını o ayet-i kerime gibi Zat-ı Risalet-penahi’den telakki ve zabt etmiştir. Suver-i Kur’aniyyeye gelince onun da taraf-ı Sami-i Nebevi’den tertib buyurulmuş olması yahud da bu hizmeti ümmetinin uhde-i kifayetine bırakmış bulunması muhtemeldir. İkinci cihet hakka daha karibdir. derdi. Tertib-i Suver Tevk i fi midir İctihadi midir? Cumhur-ı ulema tertib-i suverin ictihadi olduğuna kaildir. İmam Malik ile Bakıllani onlardandır. Tertib-i suverin ictihad-ı sahabi ile vukuunu kabul edenler de ekser-i suver-i şerifenin yine ahd-i nebevide ba-emr-i Risalet-penahi tertib edilmiş bulunduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Übeyy b. Kab’ın mushaflarındaki tertibin te’lif-i Osmaniye muhalif olmasıyla istidlal etmektedir. Hazret-i Ali’nin mushafında tarih-i nüzüle göre “İkra’” Suresi’yle başlanıp “Sure-i Müddessir” “Sure-i Nun” “Sure-i Müzzemmil” “Sure-i Tebbet” “Sure-i Tekvir” “Sure-i Sebbih” ve böylece ret-i Halid b. el-Velid gibi şedid askerlerin şiddetine karşı gelen Hazret-i Ebu-Ubeyde gibi mutedil nazik ruesanın riyaseti altındaki ordular mağlubların bütün hukuk-ı medeniyyesinin tamamiyetini muhafaza etmişlerdir. Bütün akvam-ı mağlubeye en mükemmel hürriyet-i diniyyeyi bahş eylemişlerdir. Bunların takib ettikleri hatt-ı hareket asrımızın birçok hükumat-ı medeniyyesi namına en necib nümune olabilir. İslam fatihleri asri hükumetlerden bazılarının yaptığı gibi kadınları kırbaçlar altında öldürmemiş masum aileleri Sibirya’nın maden kuyularına göndermemiş ve o kuyuları muhafaza eden gardiyanın vahşetine teslim etmemişler. Memalik-i meftuhada bulunan faideli müessesat-ı medeniyyenin işlerini sektedar etmemek kiyasetini göstermişlerdir. Hazret-i Ömer halkın vaziyet-i ziraiyyesini esasat üzere tesbit edilmiş imparatorluğun her tarafında su yolları kanallar küşad olunmuştu. Tertib-i Ayat Tevkifidir: Tertib-i ayatın tevkifi olduğunda vahye müstenid bulunduğunda icmavardır. Zerkeşi’da Ebu-Cafer b. ez-Zübeyr’ında ve daha birçok ulema da bu babdaki icmaı nakl etmektelerdir. Tertib-i ayatın tevkifi olduğu nusus ve akval-i ulema ile de müsbettir: Zeyd b. Sabit’in hadisidir. Sure-i Enfal ile Sure-i Berae arasında arasında besmele-i şerife konulmadığının sebebini bını mübeyyin olan hadisdir ki yukarıda zikredilmişti. Buhari’nin’ine göre İbnu Zübeyr; ayet-i kerimesi di Cismen ruhen ilmen tekemmül devresi olan gençlik temessüle en müsaid bir zamandır. Sinni kemale gelen bir ferd muhitinden ve telkinat-ı hariciyyeden o kadar müteessir olmaz. Lakin her gördüğünü ve işittiğini derhal ve kemal-i sühuletle taklide kabiliyetli olduğu bir hengamede hassa-i teessür o kadar kuvvetlidir ki hayatta bu intıbaattan bu ilk telkinattan ale’l-ekser en esaslı ve derin izler kalır… Bundan dolayı tarz-ı talim ve telkin bütün milletlerce tesanüd ve tekamül-i ictimai için üssü’l-esas addolunmuştur. Bütün usul ve füruuyla dini milli ictimai vechelerin en rasin mahall-i tesbiti mekteblerdir. Çocuklarımıza verilecek ilk terbiye esasları ne kadar dindarane faziletkarane ve canlı olursa müstakbel nesil de o kadar dindar faziletkar ve müteşebbis bir halde yetişir. Bilakis genç ruhlara zerk edilen bu mevzular muhit ve şerait-ı ictimaiyyeye muhalif bulunursa hayat-ı ictimaiyye temellerinin inhidamı yavaş yavaş bir emr-i vaki olur. Ananat-ı diniyye ve milliyyesi hakkında esaslı bir fikir metin bir terbiye iktisab edemeyen bir genç esasatını muhafazaya muktedir bir seciyeye malik olamaz. Hars-ı milliyi ictimaiyat-ı atiyen hey’et-i ictimaiyyeye nafive onun ruhuna muvafık harekatta bulunamayacağı gibi yabancı medeniyetlerin nakl-i fezayihına alet olmak diniyye ve milliyye takib edilememesi yüzünden nesil bozuluyor ictimaiyatımız milliyetimiz vech-i mümeyyizini evsaf-ı mahsusasını kaybediyor. Tanzimat-ı Hayriyye’den sonra usul-i terbiyye ve talim hakkında yeni bir fikir hasıl olmuştu. Bu fikre nazaran dini ve ilmi mekteblerin tefrikı suretiyle bir meslek farkı ihdas olunuyordu. Halbuki İslamiyet hayat-ı ilmiyye ve tahsiliyyesi o zaman kadar din ile ilmi tefrik etmemiş ulemamız hukemamız idare adamlarımız hem dindar hem de alim olarak yetişmişti. Fatih’in daru’l-ulumu da böyle idi. Terbiye-i diniyye üssü’l-esas idi. Bir tabib bir mühendis bir mimar bir asker mesleklerinin adamı olmakre-i Al-i İmran” muharrer idi. Kurtubi’ında İbnu Hazm-ı Zahiri’inde İmam Ali İbnu Mesud Übeyy b. Kab’ın mushaflarındaki tertibin tertib-i meşhura muhalefeti arza-i ahireden mukaddemdir diye reddetmektedirler. Ebu-Bekir el-Enbari Tayyibi Zerkeşi Beyhaki tertib-i suverin tevkifi olduğunu kabul edenlerdendir. ziye aid bir fil bir hareketten mütevelliddir. Tabir-i digerle herhangi işin ale’t-teselsül devam Kavanin-i ictimaiyye müstekıl ve bi-nefsihi mütehaddes bir hadise kayd etmiyor. Vakayi-i tarihiyye vazıhan irae ediyor ki: Bir milletin hayat-ı siyasiyye ve ictimaiyyesi muhtelif fikir cereyanlarının labat ve istihalata uğruyor. Hale aid bütün mesail dünkü harekatın tabii neticelerinden akislerinden başka bir şey değildir. Yani ekilen biçilmektedir. Şu hale nazaran tereddiyat-ı hazıramızın esbab ve avamil-i asliyyesinin keşif ve tahlilinde mazi bize reh-nümalık edebilir. Esasen nesl-i hazırın dini ve ictimai sukutunu nazar-ı telehhüfle görmek kafi değildir; belki ledünniyatıyla marazın cihet-i husulünü bilmek ve bu neticeye göre tedaviye çalışmak lazım gelir. Bugün ananat-ı milliyye hissiyat-ı diniyyemiz duçar-ı zaf oluyorsa hiç şübhe yoktur ki senelerden beri tatbik edilen yanlış bir yolun sakim bir talim ve terbiye tarzının cezasını çekiyoruz. Usul-i terbiyyenin terbiye-i ibtidaiyyenin yeni yetişen ruhlar üzerindeki te’siratı pek büyüktür. CİLD - ADED - - SAYFA dindarlığı şahıslarında mütecelli bir nümune şeklinde talebelerine gösterebilmelidirler. Maatteessüf öyle şeyler işitiyoruz ki; talebeler bilakis dinsizliğe aid telakkileri yine muallimlerinden alıyorlar. Daha ilk merhalede bu taze ve masum ruhlar zehirleniyor. Terbiye mütehassıslarımıza sorarız ki: Mekteblerimizde seciye ve ahlak yükselmiş midir? Acaba gençler dindar mütehallik metin olarak mı yetişiyor? Yoksa geçen her sene daha mütelevvin daha az salabetkar ve muhitin daha az adamı bir nesil mi yetiştiriyor? Çok kimselerden bugün seciyesiz rasanetsiz bir gençlik hazırlıyor. dar gayr-i müsaid olan bir talebe müstakbelde milletinin İslamiyet’in müdafii olabilir mi? Garbcılık: Romanlar tiyatro sinemalar genç kız resimleri aşk mektubları ibtidai sınıflarının dimağlarını derslerden çok fazla işgal eden birer rediedir. Bacak kadar mekteb çocuklarının kendi aralarında görüşdüklerine hiç dikkat etmediniz mi? Bunların hayata nasıl bir nazarla baktıklarını tarz-ı muaşeretlerini terbiyelerini müteessir olmadan tedkik mümkün değildir. Tali tahsilde de bütün nevakıs ve hatalar daha şümullü bir tarzda mevcuddur. Her şeyden malumattan fenden evvel lazım olan seciye bahsinde mekteblerimiz pek geridedir. Memleketimizde mevcud müessesat-ı ilmiyye-i ecnebiyyenin usul-i talim ve terbiyyelerini sathi bir nazarla tedkik edersek terbiye-i diniyyeye edilen ihtimamatı derhal görürüz. Derslere ayin-i dini ile mübaşeret olunur. Talebe sık sık kiliseye sevk olunur. Hıristiyanlık’a aid konferanslar verilir. Ve talebenin ahval-i vicdaniyyesi hatve behatve takib olunur. Demek ki bu müessesat dini terbiyeden bir şeyler bekliyor. Her gün tekrar edilen “Garbcılık” teranesine rağmen onların usul-i terbiyyede esas ittihaz ettikleri şekl-i dini niçin görülmüyor? Hissen ruhen tarihen cismen müslüman olduğumuz ve esas-ı diyanetimizi her şeyin fevkinde tutmaklığımız lazım geldiği nesli dindar olarak yetiştirmek vazifemiz olduğu halde bu lazimeyi hem-dinimiz olmayanlarda görmek bizim için bir şeyn değil midir?.. la beraber her şeyden evvel Müslümanlığı ruh ve felsefesiyle öğrenirdi. İhtisas mekteblerinde Fatih Daru’l-Fünunu’nun lisan tabiat tıb ve fen şubeleri bile bu cihet asla ihmal edilmezdi. Son asırlarda medreselerde ilme ehemmiyet verilmez oldu. Bütün talim ve terbiye hemen münhasıran diniyata aid kaldı. Din-i Mübinimiz edilmemesi ulemamızı zamanın terakkıyatına aid malumattan neşr-i din ve müdafaa-i şeriat için bu en lazımlı silahdan mahrum bıraktı… Eslafımız hatanın hocalıkta değil belki medrese usul-i tedrisinin sekametinde olduğunu idrak etmemişler olacak ki: Ortaya bir mektebmedrese tasnifi çıktı. Ve denildi ki: “Medreseden çıkanlar turuk-ı ilmiyyeye intisab etsinler diğer sınıf-ı ictimaiyyemizi mekteblerden yetiştirelim.” Halbuki bu mes’elede medrese tarzına aid hata yine tekrar edildi. Bu sefer mekteblerde diniyat ve terbiye-i diniyye esası ikinci dereceye bırakılarak ulum ve fünuna bir mevkibahş edildi. Lakin bununla mühim bir inkılab yapılmış olmadı. Belki medresede tahsil görenler fünundan mektebdekiler de diniyattan matlub derecede malumatdar olamadılar. Bin-netice İslamiyet arzu eylediği ulemadan dindar mütefenninlerden mahrum kaldı. Hars-ı millinin müsbet bir tarzda fikirlere nakş edilebilmesi her şeyden evvel terbiye-i diniyyeye mütevakkıfdır. Bunu da yapacak ilim adamlarımız muallimlerimizdir. Eğer terbiye mütehassıslarımız metin bir seciye-i diniyye sahibi olmaz ananat ve esasatımızın kuvvetine kanibulunmazlarsa bunların yetiştirecekleri gençler de şuurlu ve yüksek bir tenevvür-i fikriye malik olamazlar. Mekteblerimizde terbiye-i İslamiyyeye ananat-ı takviyesine hey’et-i ictimaiyyemizin muhafaza-i en müsaid bir safhadır– programlar pek nakısdır. Haftada ikişer üçer saat Kur’an-ı Kerim ve ulum-ı diniyye tedrisatı muayyen bir şekil ve ihtimamla gösterilmediğinden maksadı te’mine kafi gelemez. Bu derslerin saatlerini ziyadeleştirmekle beraber bütün muallimler tarz-ı terbiye ve talimde CİLD - ADED - - SAYFA hükumete teveccüh eden mühim ve hayati vazifeleri de ihmal etmemek icab eder. Senelerden beri cihan-ı küfr u ilhada karşı nur-ı müdafaa ve en nihayet hukuk-ı meşruamızı filen teb programlarını esaslı surette ıslah terbiye-i diniyye ve milliyyeyi derecat-ı tahsiliyyede yegane gaye telakki mekteb kitablarını ruh ve ananatımıza muvafık bir şekilde tecdid ve İslamiyet haz ve bu suretle bütün İslam Alemi’nin ilim ve edeceğine şübhe yoktur. Ruh-ı millinin tercümanı olan muhterem milletvekillerimizin bu noktaları asla ihmal etmeyeceklerine Evliya-yı etfal de yavrularını ecnebi ve yabancı muhitlere tevdietmemek kiyasetini gösterirler evladlarını dindar olarak yetiştirmeye azm ederlerse en mukaddes ve vatani bir vazife ifa etmiş olurlar. Yaşamak müslüman kalmak İslamiyet kuvvet ve şevketini idame ettirmek için mutlaka bunları yapmaya mecburuz. Yoksa felaketten tefessüh-ı ictimaiden –maazallahu teala– kurtulmamıza gazetesi bu haftaki nüshalarının birinde günden güne inhitata doğru giden Galatasaray Sultanisi hakkında çok şayan-ı dikkat bir makale neşr etti. Ahlaka taalluk eden kısımlarını aynen nakl edelim. n diyor ki: “En güzide mekteblerimizin dahilden ve haricden gelen bir teseyyüb ve ihmal neticesi olarak bariz misali Galatasaray Sultanisi’dir. Bir zamanlar esseselerinden olan bu mekteb nihayet bugün hakikaten hangi noktadan bakılsa esef ve elem tevlid eden vaziyete düşmüştür. Bugün Fransızca Esasatımız şeriatimiz bize dindarlığı ve bu suretle en büyük saadetin istihsalini emr ederken maşuka-i amalimizden uzaklaşmak fikri insaniyet ruhunu tanıyan bir ferd için pek giran gelir. Cenab-ı Hakk’ın bahş eylediği hassa-i mümeyyize ve teakkulden bir nebzecik olsun nasibedar olanlar bunu kabul edemezler. esas olacak kitabların tarz-ı intihabıdır. Vaktiyle müellifler kahta uğramış olacak ki mekteb kitablarımız –pek az müstesnasıyla– umumiyetle ecnebi müellefatından bit-tercüme iktibas olunmuştur. Bir Fransız çocuğu için yazılan herhangi bir kitab ruhumuza hissimize yabancı kalır. Bizim için hiss-i milli hiss-i dini esas ittihaz olunarak te’lif ve muhitin şeraitine tevfikan tedvin olunan kitablar lazımdır. Mesela Fransızca’dan tercüme edilen kıraet kitablarında “İhtiyar Asker” mevzulu parçadan bir müslüman çocuğunun tahassüsü tam ve mükemmel olamaz. Çünkü bizim askerliğimiz daha başka ruhları ihtiva eder. Bir Fransız askerlikte vatan müdafaasından mütevellid şan ve şerefi düşünür. Halbuki bir müslüman bu vazifeyi şehidliğe mevud olan en büyük ve mukaddes bir hizmet olarak telakki eder. İşte bütün bu tercüme kitablar ruhumuza hissimize bu kadar yabancıdır. Bundan dolayı yavrularımızın sürükleniyor. Ecnebi mekteblerinin çocuklarımıza esasatımızdan uzaklaştırmak için icra eyledikleri te’siratın da ehemmiyeti pek büyüktür. Amerika’dan Avrupa’dan ihtiyar-ı zahmet ve külfet ederek memleketimize sokulan bu müesseseler bizim kara gözlerimiz için fedakarlık etmeye gelmemişlerdir. Ecnebi mekteblerine tevdiedilen evladlarımız Garb ruhuyla ve bit-tabiHıristiyanlık ananatıyla alude olarak yetişiyor. O derecede ki hey’et-i ictimaiyyemizi tahkire tezyife kadar Maksadımızın müslüman olarak yaşamak ve ancak bu esasat dahilinde yükselmek olduğunu beş-on bedbaht ne yaparsa yapsın bu gayeden tesbit ettikten sonra bu babda efrad-ı millete ve CİLD - ADED - - SAYFA bu malumat ve müstahberatını “en salahiyetdar ve mesul makamların itiraf ve şehadetlerine” Şu halde mes’ele hakikaten pek fecibir safhaya girmiş demektir. Derhal bunun çaresine bakmak icab eder. Bugün geceleri duvarlar aşan ayş u nuş alemlerinde sabahlayan talebe yarın bu zavallı milletin başına geçerek ona mürebbilik edecektir! Bit-tabibu talebeler yarın ya muallim olacaklar birçok evlad-ı vatanı taht-ı terbiyyelerine alacaklar yahud bir mansıba geçerek milletin mukadderatında amil olacaklar. Peki böyle yetişen talebeden atide millete ne hayır gelebilir? Böyle gençlerin hem kendi akıbetleri hüsranla neticelenir hem de milletin onlardan çekmeyeceği zarar kalmaz. Genç mekteb talebelerinin bu derece ahlak düşkünlüğü göstermeleri cidden teessüf olunacak ağlanacak bir haldir. Bir şeyi yıkmak kolay fakat yerine hiçbir şey koymamak felakettir. mekteblerde terbiye-i diniyye zevale yüz tuttuktan sonra artık genç nefisleri tutacak hiçbir bağ kalmaz çözülür gider. Duvarlardan da aşar işret de eder kötü yerlere de gider türlü türlü murdar hastalıklar da alır atide millete bela da kesilir. Onun için Maarif Vekaleti mekteblerde ahlak mes’elesine terbiye-i diniyye noktasına ne kadar ehemmiyet verse o derece isabet etmiş olur. Başka çare-i selamet yoktur. İnsanlar için mutlaka bir zabıta-i maneviyye lazımdır. Bu zafa uğradığı gün maddi hiçbir kuvvet onun yerine kaim olamaz. Demir kapılara kilit vursanız o yine işte böyle çivi çakarak kale gibi duvarları aşar yine yapacağını yapar. Lakin onlarda kabahat yoktur. Bütün mes’uliyet genç dimağları yeni bir takım nazariyelerle zehirleyenlerdedir. Gençleri her kayıddan azade bu kadar başıboş yetiştirmenin iyi neticeler vermeyeceği belli bir şeydi. Şimdi bu hale geldikten sonra ıslaha çalışınız; bakalım ne kadar muvaffak olabileceksiniz. Maamafih terbiye-i diniyyeye sarılmazsak bu fesadın bu dalaletin önüne geçmenin hiç de imkanı yoktur. Onun için işe oradan başlamak lazımdır. Hiç olmasın nesl-i atiyi kurtarabilelim. şöyle dursun Türkçe tahsil bile son derece nakıs hele talebenin ahlak ve inzibatı mes’eleleri yarı ağlatıp ağyarı güldürecek kadar bozuktur. Bunları kendi indi mütalaa veya birkaç aile reisinin şikayeti üzerine değil en salahiyetdar ve mes’ul makamların itiraf ve şehadetleriyle yazıyoruz. Şurasını muhakkak olarak iddia edebiliriz ki; Galatasaray Sultanisi ne mazisindeki himmet ve ulüvv-i maksadla ne de halen yapılmakta olan fedakarlıklarla asla mütenasib olmayacak bir dereke-i tahsile düşmüştür. Hey’et-i talimiyye hakkında duyduğumuz hiss-i riayete halel gelmeksizin söyleyebiliriz ki; muallimler vazifelerini kendilerinden beklenilen süz ve teftişsiz kaldıklarını görerek iktisab-ı irfana çalışmıyor hey’et-i idare mektebin en mühim işi tahsil olduğunu unutmuş gibi bir kayıdsızlık içinde yuvarlanıp gidiyor. Maamafih mektebde hüküm süren yolsuzluğun en fecii inzibat hususundaki takayyüdsüzlüktür. Müteaddid şehadetlerle biliyoruz ki; talebeden birçokları mubassırların gaflet ve müsamahasından emr-i teftişin fıkdan-ı noksanından cesaret alarak mesela duvarlara çivi çakmak ve bunlara basarak mekteb haricine aşmak suretiyle geceleri çıkıyorlar o semtin kötü yerlerine giderek ayş u nuş ile vakit geçiriyorlar sabaha yakın yine aynı vasıta ile mektebe giriyorlar. Bunlar görülmüyorsa mektebde idare kalmamış demektir; görülüyor da müsamaha ediliyorsa bu müsamahakarlar mürebbiliğin en ibtidai evsafından da mahrum ve adeta gençliğe düşman insanlardır. Galatasaray Sultanisi bugünkü haliyle suyu kesilmiş bir ağaç gibi kurumaktadır. Tahsil terbiye sıhhat intizam ve inzibat ahla ve etvar hususlarında her gün bir evvelkinden daha düşkün gidecek ise evlad-ı vatandan bin kadarını oraya toplamakta ve genç ömürlerin en aziz ve kıymetli senelerini heder etmekte ne faide var?” Bir sultani mektebinde buhran-ı ahlakinin bu derecelere vardığına doğrusu hayret ve teessüf etmemek kabil değildir. Talebeler geceleri duvarlara çiviler çakarak mekteb haricine aşsınlar o semtin kötü yerlerine giderek ayş u nuş ile vakit geçirsinler sabaha yakın da yine duvarları aşarak mektebe gelsinler!.. Bunun sahih olduğuna CİLD - ADED - - SAYFA bu ahval karşısında müslüman kalblerinin en derin teessürlerle en acıklı elemlerle sızlamaması mümkün değildi; artık en ehemmiyet verilmeyen şey “hissiyat ve ananat-ı İslamiyye” olmuştu. Sanki bu hususda payansız bir hürriyet verilmiş gibi herkes istediğini yapmakta kendisini hürriyet-i mutlaka sahibi addediyordu. Yatak odalarında cereyan eden ahvali sinemalarda göstermek hem de genç kızlarla erkeklere birlikte olarak teşhir etmek az gelmiş de en sonra peygamberleri de sinemalara geçirmeye başlamışlar. Artık nazarlarında “iffet ve namus”un kıymeti paçavra derecesine geldikten sonra menfaat-i şahsiyyelerini te’min için mukaddesat ile istihfafa kadar kalkışmışlar. Maazallah ya daha üç sene İstanbul hakimiyet-i İslamiyyeden cüda kalsaydı ne olurdu? Hiç şübhe yok artık müslüman kalmak isteyenler gün gözü önünde namusunun mukaddesatının hissiyatının ananatının çiğnendiğini pa-mal-i hakaret olduğunu vesile-i menfaat ittihaz edildiğini görüp de yaşamanın imkanı var mıydı? Madem ki artık müslümanların hissiyat ve ananat-ı İslamiyyelerini rencide edilmekten vikaye edecek bir kuvvet kalmamıştı hakiki müslümanlar buralarda nasıl barınabilirlerdi? Üç sene zarfında İstanbul’un bu hale gelmesinden mes’ul olan devr-i sabık hükumeti yalnız azim vebale giriftar olmuştur. Her şeyi başıboş bırakmış. Tiyatrolar sinemalar zerre kadar ahlak kaydıyla mukayyed olmaya lüzum görmemişler; göstermişler. Birtakım genç beyler ailelerinin yahud beğendikleri müslüman hanımının kolundan tutup tiyatrolara sinemalara birahanelere birlikte götürmüşler; İslam umumhaneleri ta mahallelere kadar taşmış; vesikalı İslam kadınlarının adedi tüyleri ürpertecek mikdara baliğ olmuş. Ecnebi işgali altında namusdan iffetten müstahsen adetlerden mukaddes hislerden elhasıl fazilet namına ne varsa hepsinden tecerrüd eden birtakım erbab-ı sefahet müslümanların “hissiyat ve ananat-ı İslamiyyesini rencide” etmek şöyle dursun müslümanları kahr edecek ahvale cür’etten bile geri durmamışlar; mesela bir müslüman kadını bir ecnebi zabitinin kolunda Ahiren İcra Vekilleri Hey’eti Riyaset-i Celilesi’nin tebliği üzerine Dahiliye Vekaleti bil-umum vilayetlerle livalara ber-vech-i ati bir tamim göndermiştir: “Enbiya-yı izam hazeratına aid menakıb ve ahval-i tarihiyyenin bazı mahallerde sinemalarla teşhir ve irae edilmekte ve bunun beyne’l-İslam teessürat ve galeyanı mucib olmakta bulunduğu ananat-ı İslamiyyeyi rencide edecek filimlerin gösterilmesi katiyyen kabil olmadığından badema gerek haricden idhal ve gerek dahilde imal edilecek sinema filimlerinin enzar-ı umumiyyeye vazından evvel hükumetin nazar-ı murakabesinden geçirilmesinin te’mini lüzumu İcra Vekilleri Hey’eti Riyaset-i Celilesi’nden tebliğ buyurulmuştur. Ceza Kanunu’nun’uncu maddesi Üçüncü Zeyli mucebince riayet edilmesi lazım gelen bazı kavaid hakkındaki Şubat tarihli kararnamenin dördüncü maddesinde Memalik-i Osmaniyye’de tanınmış olan edyan ve mezahibden birini tezyif ve tahkir eden ve adab ve ahlak-ı umumiyyeye muhalif ve asayiş-i memlekete muzır bulunan piyeslerin mevki-i temaşaya vazı ve beşinci maddesinde edyan-ı mevcude adad ve cür’etin memnuolduğu musarrah bu olmak itibarıyla piyesler hakkındaki usul-i muayeneye tabi tutulması lazım geleceğine göre badema sinema filimlerinin kable’l-irae muayene edilmesi ve hilaf-ı karar ve tebliğat harekat vukuunda takibat-ı kanuniyye icra olunarak esbab-ı men hakkında da vekalete malumat itası tamimen tebliğ olunur.” Hükumet-i milliyyemizin bu tebliğinden dolayı bütün müslümanların pek ziyade memnun ve müteşekkir kalacaklarına şübhe yoktur. Zira menfaatlerine veya zevk ve keyiflerine düşkün bir takım kimseler işi o dereceye getirmişlerdi ki CİLD - ADED - - SAYFA dınlarla birlikte devamları gibi adab-ı İslamiyyeye külliyyen muhalif ahvalin de önüne geçilecektir. Adab ve ahlak-ı İslamiyyemizi her türlü halelden vikayeye çalışanların bu hususda muvaffakıyetini temenni etmek her müslümanın borcudur. Meclis-i umumi-i vilayetin bu hafta inikad eden son celseleri İstanbul maarif bütçesi dolayısıyla şiddetli münakaşa ve tenkidlerle geçmiştir. Bütün yevmi matbuatın mevzu-i bahs ettiği bu münakaşat ve tenkidat arasında bazı mes’eleler bizim de nazar-ı dikkatimizi celb etti. Onları şimdilik hulasaten kayd etmeyi münasib gördük. Tahsil Gittikçe Fenalaşıyor: Meclis-i umumi azasından Ali Bey diyorlar ki: “Bugün gerek kendi tedkikatım neticesinde gerek birçok muallimlerin ve erbab-ı ihtisasın ve evliya-yı etfalin netice-i tedkikatına müracaat ederek öğrendim ki mekteblerimizde bugünkü tahsil on sene evvelki tahsilden daha fenadır. Çocuklar bir şey öğrenmeden çıkıyorlar.” Ali Beyefendi bu beyanatıyla en mühim bir mes’eleyi ortaya atmış bulunuyorlar. Tahsil-i ibtidai maarifin temelidir. Eğer bu bozuk ise ve günden güne fenalaşıyorsa her şeyden evvel bunu ıslah edecek tedabire tevessül etmek iktiza eder. Bu hususda ne kadar fedakarlık edilse azdır. İbtidai tahsilinin bozukluğundan hasıl olacak zararlar tali sultani tahsilinin bozukluğundan mütevellid zararlara nisbetle daha büyük ve müessirdir. Ali Beyefendi idare sıhhat terbiye talim ve tedris nokta-i nazarlarından olan bozuklukları gelen tedbirleri de göstermiş ve vali beyefendi de muma-ileyhin bu fikirlerine iştirak etmiştir. Fransızca Tedrisatın İlg a sı: Bu mes’ele meclisde şiddetli münakaşata sebebiyet vermiştir. Azadan Ali Haydar Bey ibtidai nümune mekteblerinden Fransızca tedrisatının buna müzaheret eylemiştir. Vali Haydar Beyefendi bir gencin fazla lisan bilmesi zekasına hiçbir te’sir icra edemeyeceğini bizdeki gençlerin müslümanlar arasından öyle gurur ve istihfaflarla geçermiş ki zavallı müslümanlar için yerin dibine geçmek üstünde yaşamaktan bin kat hayırlı telakki edilirmiş… El-hasıl herkes başıboş kalmış fıtratı bozuk olanlar ipten kazıktan kurtulmuş gibi ne adab-ı umumiyye demişler ne ahlak tanımışlar ne de mukaddesat bilmişler… Yapmadık rezalet bırakmamışlar. zaman böyle birtakım münasebetsiz ahval karşısında kalmış ve bit-tabison derece müteessir olarak tedrici bir surette bu fenalıkların önüne geçmeye azm etmiştir. İşte baladaki tebliğ bu azmin asar-ı te’yidiyyesidir. Herkes şunu bilmelidir ki; “hissiyat ve ananat-ı “adab ve ahlak-ı umumiyyeye muhalif ahvale” mümanaat öteden beri Büyük Millet Meclisi’nin umde-i esasiyyesidir. Müskiratı kaldırmış kumarı menetmiş fuhşu da külliyyen kaldırmak üzere teşebbüsat-ı lazimede bulunmuşdaha birtakım fenalıkların önüne geçecek tedabir-i lazimeyi Millet Meclisi’nin bu hıdemat-ı mebruresinden bahs etmek istemezler; meclis-i milliyi kendi keyiflerine kendi prensiplerine göre halka tanıtmak yolunu tutuyorlar ve bu yüzden hılaf-ı vaki birtakım zehablar husule geliyor. tinin bu tebliği bir kıymet ve ehemmiyet-i mahsusayı haizdir. Artık herkes bilsin ki hissiyat ve ananat-ı İslamiyyeyi rencide etmeye edyan ve mezahibden birini tezyif ve tahkire adab ve ahlak-ı umumiyyeye edyan-ı mevcude adab ve icabına muhalif ahvale cür’ete hiç kimsenin hakkı yoktur. İnşaallah ba’de-ma hükumet-i milliyyemizin murakabesine tabiolacak olan sinemalarda hissiyat ve ananat-ı İslamiyyeye adab ve ahlak-ı umumiyyeye muhalif filimler görülmeyecek ve tiyatrolardaki münasebetsizliklerin erkeklerin ka lim namzedlerine iyice tedrisi için teşebbüs ettiğini ve programa bu dersler için fazla saat ilave edildiğini beyan etmiştir. Mukaddema bu dersler Daru’l-Muallimin’de pek güzel gösteriliyordu ve eski Daru’l-Muallimin me’zunları ulum-ı diniyyeyi en iyi bir surette tedris edebiliyorlardı. Fakat sonraları bilhassa SatıBey Daru’l-Muallimin başına geçtikten sonra o pek mühim olan müessesemiz de maatteessüf böyle tenkid ve muahaze olunacak bir hale geldi. İnşaallah maarif müdürü bu müessese-i irfanımızın da ıslah ve terakkisine muvaffak olur. Mekteb-i Sanayi– Daru’l-elhan: Meclis-i umumi-i vilayetin şayan-ı dikkat olan kararlarından biri de lira vazedilen Mekteb-i Sanayibütçesinin liraya tenzili ile Daru’l-elhan bütçesinin liraya iblağıdır. Bizim ne kafada olduğumuzu göstermek için bu rakamların belağati kafidir. Bugünkü terakkıyat-ı hariku’l-ade sanayiin inkişafı neticesi olduğunu bildiğimiz halde işte sanayie karşı aldığımız vaziyet bu merkezdedir! Mekteb-i Sanayi terakki şöyle dursun ancak hal-i hazırını idame meclis altmış bin lira ile iktifa etmiş o da vali beyefendinin himmetleriyle olmuştur. Mekteb-i Sanayi’den tenzil ederiz Daru’l-elhan’a gelince ona bol bol semahatlerde bulunuruz. İşte terakkiyi ve Garblı olmayı bu suretle telakki ediyoruz. Daru’l-elhan güzel güzel şarkılar nağmelerle dem-saz olurken ötede Mekteb-i Sanayimüdürü de makinelerine yağ tedariki için düşünüp duracaktır. Görülüyor ki her işin başı “zihniyet” mes’elesidir. O değişmedikten sonra çare-i salah ve selamet yoktur. Yarınki Cuma günü İstanbul için en mühim bir gündür. Bugünü bütün müslümanların tesid etmeleri bütün ailelerin bayram ittihaz etmeleri hep me’muriyet hayatına atıldığını mekatib-i nini yormaktan başka bir şeye yaramadığını maksad herkese lisan öğretmek olmadığını çocuk eğer tahsil-i ali görecekse o zaman lisan öğreneceğini söylemiş ve Fransızca tedrisatın kaldırılması pek muvafık olacağını ileri sürmüştür. Maarif Müdürü Safvet Bey ibtidailerden Franlunmuşsa da meclis-i umumi-i vilayet Fransızca tedrisatın ilgası hakkındaki teklifi ekseriyet-i azime ile kabul eylemiştir. Halid Zıya Bey bu kararı müteakıb uzun beyanatta bulunarak mekatib-i ibtidaiyyeden Franeylemiş ve hiç olmazsa İstanbul’un muhtelif mahallerindeki nümune mekteblerinden beşinde Fransızca tedrisata devam edilmesini teklif etmiş ve bu teklif nasılsa reddedilmeyerek bu hususda maarif müdiriyetine salahiyet verilmiştir. Mekatib-i ibtidaiyyede lisan-ı ecnebi tahsil olunmamasının mantıksızlığını doğrusu biz anlayamadık. Bizim bildiğimize göre dünyada devlet teşkil eden hiçbir millet yoktur ki ibtidai mekteblerinde ecnebi lisanı tahsil ettirmiş olsun. Yalnız müstemleke halinde bulunan milletlerin ibtidai mekteblerinde o müstemleke sahibi olan devletin lisanı mecburi olarak tahsil ettirilmektedir. Eğer Türkiye de müstemlekat milletlerine kıyas olunursa o başka! Fransa’ya karşı bu kadar meclubiyetin manası nedir anlaşılamıyor. Ba-husus bizi en müdhiş bir esaret-i milliyye ve iktisadiyye çemberi içine sokmak istediği şu zamanda! Evet ortada bir mantıksızlık var. Fakat herhalde bu mantıksızlık mekatib-i ibtidaiyyede ecnebi lisanının lüzumu ileri sürülmesinde olsa gerektir. Ku’an ve Ulum-ı Diniyye Dersleri: Haşim Bey de Kur’an-ı Kerim ve ulum-ı diniyye derslerinin ihtisas dersleri meyanında tefrik edildiğini ve bu tefrikin sebebini anlayamadığını diğer muallimlerin bu dersleri niçin okutamadıklarını sormuş; azadan İsmail Hakkı Bey de mektebleri gezdiğini hakikaten maalesef bazı muallimlerin bu dersleri arzu edildiği şekilde okutamadıklarını söylemiştir. Maarif Müdürü Safvet Bey ise bu derslerin Daru’l-Muallimin’de mual beyefendinin azimleriyle beraber Hilal-i Ahdar dar Cemiyeti teşebbüsattan geri durmadığı gibi geçen gün de sureti atide muharrer bir istidayı makam-ı vilayete takdim etmişti: “Büyük Millet Meclisi’nin en büyük icraatından biri telakki ettiğimiz ve memalik-i mütemeddinenin pek alaka ve takdir ile takib ettiği Küul Memnuiyeti Kanunu’nun tam üç aydır İstanbul’da tatbik olunmaması tatbikinde birçok mahzurlar teemmül ederek te’hire kalkışılması memleketimizin sınıf-ı mütefekkirinin ekseriyetinin müntesibi olduğu Hilal-i Ahdar Cemiyeti’nce pek ziyade teessüfü mucib olmuştur. Halkın menafiine aid kavaninin başında olması icab eden böyle bir kanunun ecnebi işgali vesilesiyle adem-i tatbiki her gün binlerce kişilerin zehirlenmesini son kalan servet kırıntılarının meyhanelere gitmesini bir mecnun-ı mütehevvirden maada bir şey olmayan sarhoşlar yüzünden cinayetlerin hele şu üç ayda adeta kudurmuşçasına artmasını müstelzim oluyor. Mütareke zamanında ve İstanbul hükumetinin en aciz zamanında bile bu memnuiyetin İstanbul’da tatbikı pek sehil ve ecnebilerce ciddi mümanaata maruz kalmayacağı bizce muhakkak olduğu vetten ve halka hizmetten fariğ olmamıştık. Halbuki dört gözle beklediğimiz bu mesud günlerde ne bütün halk muntazırdı. Bugün bütün dünyada küul mücadelesi yapılırken müslüman bir memlekette hiçbir ecnebi hükumeti ciddi bir müdahalede bulunamaz. Bulunduğu memleketin örf ve adetine hürmet etmeyen ve ahalisini zorla zehirlemeye kalkışacak hükumetleri küre-i arzda tarafdarları milyonlara baliğ olan Hilal-i Ahdar Cemiyeti vicdan-ı umumi-i alemde protesto etmeye hazırdır. Ferdada memnuiyet endişesiyle bekriliği son dereceye çıkaran İstanbul’un aşağı sınıfının içki yüzünden maruz kaldığı şeameti bir mütehassıs gözüyle takibe hacet yok; gazetelerin zabıta havadisi pek beliğ surette gösteriyor. kapılarına kilitler asılıyor içki fıçıları yerlere dökülüyor rakı kadehleri kırılıyor ayş u nuş alemleri yıkılıyor. Yarından itibaren artık sokakları dolduran sarhoş nağaraları kesiliyor doğdu doğalı babalarını hiçbir defa akşam yemeğinde göremeyen zavallı yavrucaklar babalarına kavuşuyor her gece sarhoş kocalarını havf u haşyet içinde bekleyen soluk benizli kadınlar şen ve şatır onları karşılıyor… Yarından itibaren artık meyhane köşelerinden kalkmayanlar gündüz kazandıklarını akşam evlerine götürüyor kuru ekmekle kalan birçok aileler sıcak yemek yiyor çocuklar babalarının yanına sokuluyor babalar evladlarını okşuyor kadınlar aile saadetini duyuyor… Yarından ğe mahkumlar gibi cezalarını çekmeye başlıyor şimdiye kadar zehirledikleri zavallıların ahına tutulmaktan titriyor kanuna karşı cahil müslümanlara karşı yeni tuzaklar tertibiyle meşgul oluyor… Yarından itibaren artık hapishanelerin kapısı kapanıyor sokaklarda cinayetler kalkıyor namus düşmanlarını endişe alıyor umumhanelerin kapıları çalınmaz oluyor çalıp çarpmakla geçinmek herkes aklını başına alarak Hak yoluna girmek lüzumunu hissediyor… El-hasıl artık yarından mü yeniden saha-i tatbike vazolunuyor insanlar şekavetten kurtularak saadete kavuşuyor. dar büyük bu kadar mühim bir kıymeti vardır. Böyle muazzam ve mübarek bir günü bayram yapmak Din-i Mübinimiz’in bu hükm-i celilini te’yid edenlere te’yide sebeb olanlara can u gönülden teşekkür etmek bütün müslümanların borcudur. kalktığını kaldırıldığını görmek nasib olur. Zaten bu murdar içki bütün fenalıkların menbaıdır ümmü’l-habaisdir. Bunun kalkmasıyla birçok fenalıklar tabiatiyle azalacaktır. Eğer hükumet-i milliyyemiz biraz daha himmet ve gayret gösterirse rezailin önüne geçmek o kadar müşkil bir Haziran’dan CİLD - ADED - - SAYFA tiğini kemal-i memnuniyyetle görüyoruz. Mısır’dan gelen son postadan men-i müskirat için vuku bulan milli faaliyetlerin nihayet müsbet ve müsmir bir sahaya girdiği ve Mısır hükumetinin de bu mühim mes’ele ile meşgul olmaya başladığı ve birtakım mühim kararlar verdiği anlaşılmaktadır. gazetesinde okuduğumuza göre Mısır Dahiliye Nezareti Men-i Müskirat Cemiyeti reisini davet ederek kendisine Mısır hükumetinin bu hayırlı hareketle alakadar olduğunu ve cemiyetin teşebbüsat ve mesaisini takdir ettiğini beyan etmiş ve bütün Mısır vilayatı me’murin-i mülkiyyesine tebliğatta bulunarak bade-ma meyhane küşadı için hiçbir ruhsatname verilmemesini emr eylediğini beyan ettikten başka hükumet-i hazıranın memnuiyet-i tammeyi tatbik etmesine bazı esbab maniolduğundan pek yakın bir atide ictimaedecek olan Mısır Meclis-i Millisi’nin bunu tatbik etmesinin kaviyyen me’mul olduğunu milletin bu hususda her halde meclise itimad edebileceğini söylemiştir. Bundan başka Mısır kadınları da müskiratın memnuiyet-i tammesini tatbik için ayrıca bir teşkilat vücuda getirmişler ve müskirat ile mücadeleye başlamışlardır. Mısır Men-i Müskirat Cemiyeti ahiren pek mühim müzaheretlere nail olmuş çünkü her türlü teşebbüsat-ı hayriyyenin alemdarı olan Prens Ömer Tosun Paşa hazretleri cemiyete müzaheret buyurdukları gibi Prens Mehmed Ali Paşa hazretleri de Mısır Kadınları Men-i Müskirat Cemiyeti’nde bir nutuk irad ederek bu hareketi teşvik etmişlerdir. Bundan başka Amerika Hükumat-ı Müttehidesi Mısır sefiri de Men-i Müskirat Cemiyeti’ne müzaherette bulunmuş ve cemiyete inzimam eylemiştir. El-hasıl İslam Alemi’nin en mühim merakiz-i medeniyye ve diniyyesinden olan Hıtta-i Mısriyye’de men-i müskirat hareketi ziyadesiyle kesb-i kuvvet etmiş ve müskirat afetini ortadan kaldırmaya muvaffak olacak ve bu suretle İslamiyet ve Binaenaleyh Hilal-i Ahdar Cemiyeti vakit geçirmeksizin içki memnuiyetinin İstanbul’a tatbikini kemal-i ehemmiyyetle istirham ettiğini ve bu hususda hükumetimize her suretle müzahir olduğunu beyana hey’et-i merkeziyyenin son ictimaının arz eylerim efendim.” Bundan başka Hilal-i Ahdar Cemiyeti mebus beyanname de neşr etmiştir. İstanbul’da hemen bütün camive mescid duvarlarına ve sair mahallere yapıştırılan bu beyannamenin bir suretini de atiye derc ediyoruz. Ümid eyleriz ki Türkiye’nin her tarafındaki müslümanlar Hilal-i Ahdar Cemiyeti’nin bu nasihatine riayeti akdem-i vazife telakki eylerler. Muhterem Müntehib-i Saniler: Halimizden ve istikbalimizden yegane mes’ul olacak Millet Meclisimize mebuslarımızı intihab edecek sizlersiniz. Millet sizi daha reşid ve memleketin kendi hakk-ı intihabını size tevdiediyor. Binaenaleyh mes’uliyetiniz halka tarihe Allah’a karşı pek büyüktür. Emanete hürmet insanların en emniyet eden halkın arzu ettiği gibi değerli ve hayırlı zat seçmezseniz emanete hıyanet etmiş olursunuz. Halkın hemen hepsi içki düşmanıdır dar Cemiyeti binlerce azasıyla memleketin ve tefekkirdir. Sizden halk namına Hilal-i Ahdar namına rica ediyoruz ki intihab edeceğiniz mebus içki düşmanı olsun bütün cihan-ı medeniyyetin takdir ettiği ve gıbta ile karşıladığı İçki Memnuiyeti Kanunu’nun payidar olmasına ve tatbik edilmesine bütün kalbiyle tarafdar olsun namzedliğini ilan ederken bu noktaya sadık kalacağını namusuyla te’min ve ilan etsin. CİLD - ADED - - SAYFA vilayete iltihak etmekte ve bu sayede manda ve Doktor Naci el-Asil gazetesine beyanatta bulunarak yeni Arab ittihadının ecnebi bir devlete yani İngiltere’ye istinad etmeksizin duramayacağını söylemiş diğer muahede de bu muaveneti ifa edecek devletin tasrih olunduğunu Hicaz hükümdarının vekili tarafından vuku bulan bu beyanat yeni muahedenin mahiyetini altında istiklali! te’min eden bu yeni muahedeyi akde muvaffak olduğundan dolayı tebkik ederiz! senesinde İngilizler Miralay Lawrence ve Haddad Paşa vasıtasıyla Şerif Hüseyin’e bir muahede akdini teklif etmişler ve bu muahedede Arab istiklal-i tammını kabul eylemişlerdi. Fakat Hüseyin bunu reddetmişti. Ne garibdir ki Şerif Hüseyin bu sefer senesinde Arab ittihadını kendisine “melik-i ekber” unvanını bahş ettiği Arabların yalnız istiklalini istediğine dair Şerif Hüseyin’in’de vukubulan beyanatının müeddası acaba bu mudur? Beş seneden beri Hüseyin’in istihsaline uğraştığı istiklal Türklere karşı ilan-ı isyan etmesine badi olan istiklal bu topal istiklal midir? Amerika’da yaşayan müslümanların ahiren aralarındaki vahdet-i İslamiyyeyi takviyeye çalışarak ortaya Camia-i İslamiyye namıyla bir teşkilat vücuda getirdiklerini kemal-i memnuniyyetle haber alıyoruz. Cenubi Amerika’nın Arjantin memleketinde ve bu memleketin payitahtında intişar tarihli nüshasında intibah-ı İslam’ın pek mübarek ve pek hayırlı eseri olan bu teşkilat hakkında mufassal malumat vermektedir. İşbu malumata göre Arjantin payitahtı olan Buenos Aires şehrindeki müslümanların ser-amedanı tarafından cek derecede ilerlediği anlaşılmıştır. Bu mühim hareketin en son muvaffakıyeti ihraz etmesini ve Mısırlı dindaşlarımızın “ümmü’l-habais”den tamamıyla kurtulmasını kemal-i samimiyyetle temenni eder. Mısır’da intişar etmekte olan gazetesi “İngiltere-Hicaz” Muahedesi’nin hedefi hakkında yazdığı bir makalede diyor ki: “İstiklal-i tammını haiz yegane Arab davasıyla meşgul olanların mercii ve mevhum Arab ittihadının merkezi orasıydı. Hayli zamandan beri Arab davası uykuya dalmış ise de Anadolu tarafından daldığı uykudan uyandırılmış biz de Arabların hayırlı bir neticeye dest-res olacaklarını ümid etmiştik. Türkler “misak-ı milli”lerinde Arab vilayetlerine diklerini beyan ettiklerinden Türkler tarafından hiçbir endişeye mahal yoktu. Vaziyet bu merkezde iken Doktor Naci elAsil Londra’da Müstemlekat Nezareti’nde ihzar olunan bir muahedeyi alıp bir İngiliz zırhlısıyla Hicaz’a avdet etti Reuters Ajansı Arab ümera ve hükümdarlarının ittihadına İngiltere’nin mümanaat etmediğine dair verdiği haberler üzerine biraz şek ve şübheye düşmüş daha sonra Naci elAsil Bey’in beyanatından İngiliz müstemlekatından tereşşuh eden havadisden yeni İngiliz muahedesinin mahiyetini anlamış ve binaenaleyh “Yegane Müstakil Hicaz”ın da boynunu bükerek başını İngiliz mandasına soktuğunu görmüştük. Yeni muahede Hicaz Irak Mavera-yı Şeria’dan müteşekkil bir ittihadın teşekkülünü veHüseyinin dahilen müstekil olan bu Arab vilayetlerinin “melik-i ekberi” olacağını beyan etmektedir. Bu Arab ittihadının hedefi Irak ve Mavera-yı Şeria’nın tamamıyla kesb-i istiklal ederek Hicaz ile birleşmesi değil bilakis Hicaz’ı Irak ve Mavera-yı Şeria’ya ilhak ederek ince bir üslub-ı siyasi ile Hicaz’ın istiklalini zayietmektedir. Çünkü Hicaz İngiliz mandası altında bulunan iki CİLD - ADED - - SAYFA müslümanlara hitaben bir beyanname neşriyle sonra deniliyor ki: Es-selamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh. Arjantin Cumhuriyeti’nde yaşayan müslüman kardeşlerimize en samimi temenniyatımıza terdifen cümlesini ittihada davet eder ve bu ittihadın ancak şeair-i İslamiyyeyi ikame ve habl-i ilahiye sarılmak sayesinde müyesser olacağını beyan eyleriz. Müslüman kardeşler! Hepiniz bilirsiniz ki bizim aba ve ecdadımız akrabaya zuafa ve ebna-yı sebile yardım etmek için ilk te’sisat-ı hayriyyeyi yapanlar oldukları gibi ayet-i kerimesine tebean şan-ı celil-i adaleti ila için ilk akvam-ı saire bizden almışlar ve bugün bütün Garb milletleri felaket-zedelere acizlere kimsesizlere yardım etmek hususunda kavanin-i gerek ictimai gerek ferdi hastalıklarını tedavi etmek hususunda men-i müskirat men-i münkerat gibi esbaba tevessül ile esasat-ı İslamiyyeyi tatbik ediyorlar. Binaenaleyh bizim de uyanıp kendi dertlerimize deva bulmaklığımız lazım geliyor. Bunun için el birliğiyle çalışmaklığımız ve yek diğirimize yardım etmekliğimiz icab ettiği aşikardır. Bu maksadı te’min etmek için bütün müslümanları davet ediyoruz. gazetesinde neşr olunan bu davete birçok zevat icabet etmişler ve geçen Nisan’ın evahirinde muteber tüccardan Seyyid Hüseyin Ali Yusuf’un hanesinde bir ictimaakd olunarak esasat takarrur eylemiştir. Bu ictimada gazetesinin müdürü tarafından “Muhterem hazırunu buraya davetten maksadımız esasat-ı İslamiyyeyi ihya ve aramızdaki revabıt-ı ittihadı takviyeye matufdur. Herhalde hepiniz bunun lüzumunu takdir ediyorsunuz. Hepiniz bilirsiniz ki bu memlekette bizim hayatımızı tezahür ettirecek hüviyetimizi tanıttıracak yegane çare vahdet-i diniyyemizi takviye ile kabildir. Yoksa bunu ihmal ettiğimiz takdirde şimdiye kadar olduğu gibi birimiz dar-ı bekaya gayr-i müslimler tarafından defn olunur. Burada evlenen evladlarımız sünnet-i seniyyeyi icra etmeksizin evlenirler eyyam-ı mübarekemiz tesid olunmadan geçer. Dini ictimalar akd edemeyiz. El-hasıl hiçbir ictimai kıymetimiz olmaz. Bugün toplandık. “Camia-i İslamiyye”yi te’sis ve bunun programını takarrur ettireceğiz.” Müteakıben Seyfeddin Rihal tarafından da bir nutuk irad edilerek “ittihad”ın lüzum ve ehemmiyetinden bahs edilmiş badehu “Camia-i İslamiyye”nin esasat ve makasıdı hakkında müzakere cereyan ederek esasat-ı atiyye takarrur etmiştir: Asrımız cemiyet asrı olup muhtelif milletlerin tevhidiyle muhabbet ve uhuvvete müsavat ve tesanüde müstenid desatir-i tervicine çalışıldığından Müslümanlık ise cemaat dini olduğundan ve Risalet-penah Efendimiz; buyurduğundan bilhassa Müslümanlık tevhidde vahdeti temsil eylediğinden “Camia-i cemaat-i vahide ve bir mevcudiyet-i vahide teşkil etmelerine çalışmak onların Peygamberimizin buyurduğu gibi “yekdiğeriyle kaynaşmış yekpare bir bina” olmalarını te’min etmektir. Cemiyet istikamet ihlas ve fazilet hususunda her müslümanın kavline ma-sadak olmasını tervic eyler. Cemiyet enfüs ü afakta Müslümanlığın namını taziz etmek Arjantin memleketinde ve sair memleketlerde müslümanların kuva-yı maddiyye ve maneviyyesini inkişaf ettirmek saadet-i dareyni te’min edecek amal-i salihaya müslümanları alıştırmak el-hasıl ayat-i kerimesini tahakkuk ettirmek. Cemiyet mesaisinde Kitab sünnet-i sahiha CİLD - ADED - - SAYFA Cemiyetin davet ve irşadda düsturu ayet-i kerimesidir. Bundan başka Cemiyet Şark ve Garb arasında münasebat-ı hasene teessüsüne çalışır. Cemiyet eyyam-ı İslamiyyeyi tesid eder. Bunlar; leyle-i kadir id-i fıtır id-i adha Muharrem-i Haram’ın birinci günü aşura günü Mevlid-i Nebevi günleridir. Cemiyet beyne’l-müslimin neşr-i maarif Cemiyet müslüman kadınının tenvirine hizmet eder. Cemiyetin herhangi azası diğer herhangi hayri siyasi ilmi harekata iştirak edebilir. Cemiyetin daimi ismi “el-Camiatü’l-İslamiyye”dir ve şiar-ı daimisi “Müslümanlık”tır. Bu desatirin takarrurunu müteakıb hey’et-i merkeziyyenin intihabına başlanılmış ve riyasete es-Seyyid Muhammed Murad el-Gazavi intihab olunmuştur. Cemiyete bir merkez tedariki için hazırun iki bin dolar teberruetmişlerdir. gazetesinden: diyordu. “Gösterilen film son derece açık-saçık bir şeydi. Perde üstünde en hurde teferruatına kadar bir fahişe hayatının bütün safahatını seyr ediyorduk. Aramızda birçok genç hanımlar hanım kızlar ve hatta çocuklar vardı. Bunlar da bizimle beraber tıbkı bizim gibi mütebessim ve alakadar bu sefahet ve rezalet sahnelerine bakıyorlardı. Hiçbirinin yüzü kızarmıyordu; hiçbirin başı önüne eğilmiyordu. Hepsi de behimi bir dikkat içinde idi. Bütün hareketleriyle bütün vaziyetleriyle bu temaşadan son derece lezzet aldıklarını gösteriyorlardı.” Bir başkası başka bir şey hikaye etti: “Geçen akşam Madam ........’ın çay ziyafetinde idim. Kadın-erkek ecnebi-yerli Musevi-levanten birayat-ı kerime sine tevfikan teceddüd-i dini ve dünyeviyyeye davet eyler. Fukara’ eytam ve mesakin gibi muhtaclara yardım ile şefkat-i İslamiyye tezahür edeceğinden Cemiyet mümkün olduğu kadar bunlara yardım ve kaffe-i amal-i hayriyyeye tevessül eyler. Cemiyet müslümanlar arasında mucib-i teferruk olan her şeyle mücadele ederek mefhum-ı celilini tahakkuk ettirm ye çalışır. Cemiyet hurafat ve fena adat ile mücadele eder. Hurafat ve fena adattan maksad birtakım dalaletler ıslah-ı nefse salah-ı bedene yaramayan şeylerdir. Cemiyetin bu hususda umdesi ayet-i kerimesidir. Müslümanlık ve müslümanlar aleyhinde tervic olunan her iddia-yı batıl ile Cemiyet mücadele eder ve bu vadide her türlü vesail-i meşruaya tevessül eder. ayet-i kerimesi bu vadide Cemiyetin düsturudur. Cemiyet kaffe-i akvam-ı İslamiyyeyi bir “ümmet-i vahide” telakki eyler. Binaenaleyh hatt-ı hareketi umumidir. Bir müslüman milletle diğer bir müslüman millet arasında edna bir fark gözetmez. Bu hususda Cemiyetin umdesi – Arabca lisan-ı Kur’an lisan-ı vahiy lisan-ı Resul lisan-ı ümmet olması dolayısıyla ehl-i bu lisanı neşr u ihyaya çalışır. Çünkü Müslümanlık’ı anlamak ancak bununla mümkün olur. Cemiyet lisan-ı Kur’anı ders programlarına ilave etmeleri için hükumat-ı İslamiyye nezdinde teşebbüsatta bulunmaktan geri kalmaz. Cemiyet “Camia-i İslamiyye”ye alenen davet ve asabiyet-i kavmiyye cereyanlarıyla mücadele ve vahdet-i İslamiyyeyi kurtarmayı istihşı vukubulan bir tecavüz müslümanların mecmuuna vukubulmuş addolunur. Ve diyar-ı İsla sinema şeridlerinin ekserisi hırsızlığı katilliği zinayı macerayı neşir ve telkin etmekten başka bir şey yapmıyor. Vakıa bunlar umumiyetle hep ahlaki bir netice ile nihayet bulan vakaları musavvirdir; fakat bu o vakaları dimağıyla ve muhakemesiyle seyr eden olgun adamlar için böyledir çocuklar ve genç kızlar için ise iş büsbütün aksinedir. Zira perdedeki levhaların doğrudan doğruya aks ettiği yer bunların sinirleri ve muhayyileleridir. Sinirlerle muhayyileler ise haricden aldığı te’siratı tedkik ve teftiş etmeksizin kabul eder ve gayr-i şuuri bir tarzda onun hüküm ve nüfuzu altına girer. Bunun için değil midir ki memleketimizde sinema eğlencesi revac bulduğu günden beri kadınlardan birçoklarının meşhur sinema artistlerine mahsus birtakım sahnevi etvar ve harekatı taklid ettikleri onlar gibi oturup onlar gibi kalktıkları ve tıbkı onlar gibi cilveler ve kadınlardan başka birçok çocuklar da tanırım ki “Grey Boy”ları “Charlo”ları “Max Linder”leri büyük bir muvaffakıyetle meşk etmekte ve onlar gibi ellerine rast gelen şeyi kırıp dökmekte merdivenlerden yuvarlanmakta ötekine berikine azizlik etmekte adeta maymunları gölgede bırakan Bizde öyle müstahsen adetler vardı ki maksad-ı te’sis ve hikmet-i tatbikleri mutlaka hayırlı ve mesud bir gayenin istihsali içindi. Şuuruna sahib milletler makbul ve müstahsen adetlerini ananelerini hiçbir zaman unutmamışlar; milliyet mefhumu kuvvet kesb ettikçe bu ananelerine daha ziyade sarılmışlardır. belki tarsin etmiştir. Zira bu adetler bu ananeler aile yurt vatan muhabbetini tenmiye etmek gibi bir haslet-i ictimaiyyeyi haiz ve camidir. Mektebe başlanma merasiminde etfali evliya-yı etfali ilim ve edebe teşvik ve terğib gibi bir gaye-i mübeccele de vardır. Geçenlerde yazıldığı üzere teşebbüsat-ı makbulesiyle memleketimizde terbiye-i milliyyenin çok kişi vardık. Burada beni iki küçük hanıma takdim ettiler. Ya Rabbim ne kadar garib giyinmiş sim bu iki genç kızdan daha siliktir. Gözleri sürmeden turuncu kesilmişti. Tavır ve hareketleri o kadar cali hoppa ve ahenksiz konuşuşları o kadar mübalatsız ve laubali erkeklerle muameleleri o kadar şuhane idi ki herkes tuhaf ve gülünç görünmemek mecbur oluyordu.” Biri ahlak diğeri terbiye mes’elesine taalluk eden bu iki müşahedenin daha yüzlerce daha binlerce emsalini zikr edebiliriz. Bunların birçoğu kendi gözlerimizle gördüklerimiz birçoğu da rini pek iyi bilmiyoruz. Fakat İstanbul’da İstanbul Türk aleminde ahlak ve terbiyenin büyük bir buhran geçirdiğine hükm etmemek mümkün değildir. Eski terbiye esasları eski ahlak prensipleri yıkılmıştır ve bunlar yerine henüz yenileri ikame edilememiştir… Bunun ne kadar musib bir hareket olduğunu burada izaha bilmem ki hacet var mıdır? Bizce CİLD - ADED - - SAYFA eylediğinden” İtalya hükumetinin kendisiyle akd ettiği bütün i’tilaf-nameleri fesh eylediğini beyan eylemiştir. Trablus ve Berka Emiri es-Seyyid İdris-i Senusi sında varid olan nakz-ı ahd ithamları tasrih olunmadığından mek ve asıl İtalya’nın der-meyan ettiği mevaidin kaffesini unutarak yalnız kuvvete istinaden halkın arzusuna karşı geldiğini ve Harb-i Umumi esnasında vukubulan bütün taahhüdatını zir ü zeber eylediğini isbat etmek üzere mufassal bir nota ile cevab vermiştir. Esasen İtalya Trablusgarb ve Berka’da yaşayan kabailin din lisan adet neseb itibarıyla müttehid olduğunu nazar-ı itibara almayarak Berka’yı Trablus’dan ayırmak ve bu suretle istimari hedeflerini daha kolaylıkla tahakkuk ettirmek istemiştir. Ahali bu vaziyeti hiçbir vakit kabul ile karşılamamış çünkü İtalya me’murlarının mezalimi derece-i kusvaya baliğ olmuş ve şikayetler tevali eylemiştir. Bundan başka Trablusgarb tarafında etmekte olduğundan İtalyanlar bu mücadelata hitam vermek istemişler ve Seyyid Senusi’ye müracaat ederek muharebeyi durdurmaya tavassut etmesini rica eylemişlerdir. Müşarun-ileyh bu tavassutu kabul etmiş ve bin-netice muharebe durmuş ise de İtalyanlar bu fırsatı ganimet bilerek bütün kuvvetleriyle Arabların üzerine yüklenmişlerdir. Halbuki İtalyanlar emir-i müşarun-ileyhin fikirlerini nazar-ı itibara almayı ve vaziyeti teskin etmeyi vad etmişlerdi. Seyyid Muhammed İdris bütün bu hakaikı notasında bast ettikten başka İtalya’nın Arabları hennemiyyesini bu vadide kullandığını ve İtalyan namına tarihde en çirkin bir sahifeyi kayd eylediğini bu harekat İtalya’nın bir kimseyi idareye muktedir olamadığını isbat ettiğini beyan etmiştir. Seyyid Muhammed İdris’in bu notası İtalya’ya bil-vasıta inkişafına senelerden beri hasr-ı vücud eden İhtifal-i Milli Hey’eti Reisi Mehmed Ziya Bey’in kerimesi hanımın tarz ve üslub-ı kadim üzere ve bir-iki sıbyan mektebi talibat ve talebesinin tamamıyla eski adet ihya edilmiştir. Hemen hepimizin unuttuğu sırmalı cüz’ kesesiyle müzehheb elif-ba risalesi ile altın hilaliyle başta giran-baha tacıyla kıymetdar sedefli rahlesiyle yastığıyla mektebe başlayan masumun etrafına toplanan ve amin diyen çocukların vücuda getirdiği kitle hakikaten muhteşem bir mevkib teşkil ediyordu. Şu kafile-i masumanenin hazin ve rakik savt ve edalarla vatani neşideler teganniler hoca efendinin selamet-i din ve millet ve devlet için okuduğu duaya amin-han olmaları hakikaten mucib-i fahr u ibtihac olacak elvah-ı güzideden idi. Bu muhteşem merasimi itmam etmek üzere nice fuzala ve urafaya makarr u me’va olan Galata Mevlevihanesi’nde de aynı maksadla icra edilen bu merasim pek müheyyic oldu. Buhurdanlardan makam-ı irşadın önüne vazedilen rahle ve mindere oturmak üzere iki dervişin delaletiyle sema-haneye getirilen masumun Besmeleye bed’ meşayıh-ı mevleviyye içinde irfan ve fazilet ve vakarıyla mütearef olan Şeyh Celaleddin Efendi’nin pek beliğ irticali duası hakikaten ulvi bir levha teşkil ediyordu. Bu merasim-i müteyemminede adab-ı mevleviyyenin bütün erkanı ve ne-zaheti nümayan oluyordu. Bu vesile-i hasene şerbetlerle izaz ve tatyib edilmiştir. Cenab-ı Hak masuma zihin açıklığı ihsan buyursun. Son posta ile gelen Mısır’ın refikimizde okuduğumuza göre Trablus ve Berka Emiri es-Seyyid Muhammed İdris es-Senusi tubda kendisinin “nakz-ı uhudda devam ettiğinden ve Trablusgarb asileriyle hafi i’tilaflar akd ve servetin te’min edeceği bütün maddi hevesatı tatmin için her şeyin kendilerine mubah olduğu kanaatini verdi. Sanayiin zamanımızda görülen bu hariku’lade terakkisi –ki tarihde misli sebk etmemiştir– mevzu-i bahs olan tekamülün mahsulü olup bugün hemen bütün Garb bünyan-ı ictimaisinin Lakin şayed sanayi-i hazırayı meydana getiren sermayedar burjuva sınıfı ise onu kendi sayiyle besleyen yaşatan da emekdar amele sınıfıdır. Bu itibarla şu ikinci sınıfa dahil olan halk Garb hey’et-i ictimaiyyesi meyanında burjuva sınıfına muadil denebilecek kadar ehemmiyet kesb etti. Hatta görüyoruz ki kendisini istismar etmekte bulunan sermayedar burjuva sınıfına cebren idaresini kabul ettirmekle iktifa etmiyor da arzusu vechile yenilerini vücuda getirmek için müessesatını kamilen devirmek istediği bütün bir cemiyete hakim olmak istiyor. Daima görülüyor ki Garb hey’et-i ictimaiyyesi ta bidayet-i zuhurundan beri kendi müessesatını ve kendi usul-i ictimaiyyesini mütemadiyen değiştirmek mamıştır. Binaenaleyh onun tekamül-i ictimaisi esasen taharrilerin tecrübelerin neticesidir ki daima onu birtakım yanlış fikirlerin ani ihtiyacların ve Garb cemiyetlerinin ta bidayet-i zuhurlarından zamanımıza kadar geçirmiş oldukları tekamülü takib edersek görürüz ki; evvela orada kilisenin nüfuz-ı ruhanisi hakim kesilmiş müteakıben bu hakimiyet kırallığın kudret-i maddiyyesine mahkum olmuştur. Yine görürüz ki; bu sonraki hakimiyet de burjuva sınıfının refahiyet ve samanıyla temeyyüz eden bir demokrasi hükumeti meydana getirmiştir. İşte hod-gam ve maneviyat ile az mukayyed sanatkar bir burjuva sınıfının bu debdebe ve samanı yüzündendir ki akvam-ı Garbiyyenin son devre-i tekamülünde ahlaki ve ictimai mahiyetteki mesailin zararına olarak mesail-i iktisadiyye müstesna bir ehemmiyet kazandı. Halbuki beşerin saadet-i hakikıyyesi nokta-i nazarından evvelkiler yani ahlaki ve safha-i tekamülünü pek hususi bir vasıf ile damgaladı. Netice ise şu oldu: Ferdlerin zengin olarak en küstah bir debdebe içinde yaşamak arzularını son dereceye kadar körükledi; hod-gamlık hissini tasavvur edilebilecek derecelerin fevkine çıkardı; nihayet na-mahdud bir arzu-yı serveti ve bu Başmuharrir Sahib ve Müdir pitalizmi mağlub etsin. Hakikatte bunların hiç birinin ehemmiyeti yoktur. Bunlar hastalığın başka safhalar altında tekerrüründen gayrı bir manayı müfid değildir. Evet bunlar hep o yeni su’-i istimaller o yeni haksızlıklardır ki eskilerin yerine geçerek tıbkı onlar gibi ensal-i atiyye zulümler tevlid ederler. Binaenaleyh böyle bir cemiyetin sahib olabileceği maddi nüfuz ve umran her ne olursa olsun hiçbir zaman ne kafi derecede saadet ve sükun-ı teselli-i vicdaniden nasibini alabilir. Mütefekkirlerimizden büyük bir ekseriyetin Garb hakkında beslediği hayallerden bil-hassa biri vardır ki her şeyden evvel onun mahiyetini meydana çıkarmak icab eder. Zira onları hükümlerinden yanıltan esbabın en mühimmidir. Bu hata Garb hey’et-i ictimaiyyesinin ferdlere şimdiye kadar hiçbir cemiyet-i beşeriyyenin vermediği derecede hürriyet ve müsavat bahş eylediğini tahayyül etmektir. Halbuki hangi hey’et-i ğu hürriyet ve müsavatın derecesi kendi teazud-ı tikrarıyla tabir-i aharla orada mevcud olan adakabetler husumetler hala bunları birbirine boğazlatacak derecede mevcudiyetini muhafaza ediyorsa; eğer teazud denilen şey ancak bir sınıf-ı zararına olmak şartıyla görülebiliyorsa el-hasıl eğer muvazene-i ictimaiyye o alemde mütemadiyen tehdide maruz bulunuyor ve mütemadiyen haleldar oluyorsa tabiidir ki bunların her biri hürriyet ve müsavatın Avrupa’da bizim mütefekkirlerimizin zannettikleri gibi şayan-ı hayret bir mertebede bulunmadığına ayrı ayrı delildir. Bundan başka efrad ve sunufun imtiyazat ve adem-i müsavatı mebdeeyne istinad eden bir cemiyette hakiki ve sahih manalarıyla hürriyet riyet ve müsavat mebde’lerine tamamıyla zıd bir yığın zünun ve evham ile meşbuasırların vücuda getirdiği telakkiyi değiştirmek için lafzı mugeçici hallerin arkasından sürüklemiş durmuştur. Bunun da sebebi şudur ki: Garb hey’et-i ictimaiyyesi asla sabit bir gaye-i ictimaiye sahib olamamıştır. Onun gayesi hissiyatının maddi la-yenkatıdeğişip durmuştur. O tekamülünü ilham etmemiştir sevk ve idare etmemiştir lakin takib etmiştir. İmdi bir gaye-i ictimai sabit olmayıp da tekamül-i ictimaiye tebean muttasıl değişir durursa tekamülü kendine münkad edeceği yerde kendisi ona tabiolursa bundan o gayenin hakiki olmadığı yani tabii olan hakayık-ı ahlakıyye ve ictimaiyye üzerine istinad etmediği anlaşılmak icab eder. Bu hakayık ise insanların arzusuna tabiolmayıp bilakis hakimiyetini diğer hakayık-ı tabiiyye gibi insanlara cebren kabul ettirecek ve onlara hareketlerinde rehber olacak bir mevkidedir. O halde hiç şübhe edilmemelidir ki Garb hey’et-i ictimaiyyesi cemiyet-i beşeriyyeye istikrar-ı tam te’min eden hakiki ve la-yetegayyer ahlaki ve ictimai mebde’leri henüz bulamamıştır. Onsuz da saadet-i ictimaiyye hiçbir zaman mükemmel ve payidar olamaz. Bir idare-i ictimaiyyenin istikrarsızlığı o idarenin cemiyetten ancak bir kısmını tatmin ederek diğer kısmını asla edemediğine birini diğerinin zararına olarak kayırmakta bulunduğuna zahir bir delildir. Halbuki bir idare ne derecede zulümkar ise o derecede na-payidar olur. Zira gösterdiği şiddet nisbetinde hücumlara maruz kalır. Böyle bir lirse de nihayet varlığını hissettirmek için irtikab ettiği su’-i istimaller adaletsizlikler yüzünden harab olur gider. kalıyor ve cemaat-i İslamiyyede gördüğü hürmet ve itimadı o alemde hiçbir zaman ilka edemiyor. Varsın kırallık papalığın yerine kaim olsun yahud din ile alakası olmayan bir sınıf kalkıp ruhbanların makamına geçsin; varsın demokrasi kuvvetlenerek zadeganı sosyalizm de ka CİLD - ADED - - SAYFA keyfi kanunlara merbut değildir. İşte yalnız bu suretledir ki Garb’daki sunuf-ı ictimaiyye rekabetleri ortadan kalkar ve bununla beraber hürriyet ve müsavatı istirdad için la-yenkatı meydana çıkan ve hiçbir zaman tatmin edilemeyen talebler kesilir ve cemiyet-i Garbiyye o kadar uzun müddetten beri bulamamak şartıyla arayıp durmakta olduğu hürriyet ve müsavat-ı hakikıyye ve tabiiyye ile adalet-i ictimaiyyeyi tanıyabilir. O halde Garb’ın ahlakı ve ictimai telakkilerinden mebde’lerinden herhangi birini Müslümanlık’taki mebadi ve telakkıyattan herhangi birine tercih ile onu kabul tavsiyesinde bulunmak Bizim dinimizin telakkileri mebde’leri Garb’ınkilere kıyas kabul etmeyecek derecede faiktir. Binaenaleyh bizler Alem-i İslam’ın hal-i hazırda Müslümanlığın telakkilerini daha iyi anlamaya o din-i muazzamın ahlaki olduğu kadar ictimai bulunan mebde’lerini daha iyi tatbik etmeye çalışmaktan başka çaremiz yoktur. rad hürriyet-perver kanunlar neşri kafi değildir. Böyle bir halde ancak tamamen tatbik ve neslen bade neslin kemal-i sabır ve zeka ile takib edilen bir terbiye-i ahlakıyye sayesindedir ki insan bir anane şeklinde tevarüs ettiği sınıf ve fırka dalaletlerinden kurtulabilir. Yine o sayededir ki bi-taraflık ve müsamahakarlık seciyelerini kazanarak artık ebna-yı nevini aynı hukuka aynı vezaife malik görür ve aralarında bu vezaifi ifa ve bu hukuku istimal hususundaki ferdi kabiliyetlerden başka tefavüt tanımaz olur. hürriyet ve müsavat hakkında sahih bir telakki edinebilir ve kendi ihtiyacatına göre bunların her ikisinden de hiçbir maniaya maruz olmaksızın mütenaim olabilir. İşte o zaman anlayabilir ki herhangi bir cemiyette mevcud hürriyet ve müsavatın kıymeti o cemiyeti teşkil eden efradın ahlaki ve ictimai kıymetine efradın kıymet-i ahlakıyye ve ictimaiyyeleri de mevzu-i bahs olan cemiyetin istinad ettiği ahlaki ve ictimai mebde’lere merbuttur; yoksa o cemiyette mevcud yanlış birtakım akidelerle takib ve taraf-girlik ruhundan doğan ictimai adaletsizliğe çare-saz olmak için Müslümanlar ilk devirlerde Yunan İran ve Romalıları mimaride ve tezyinatta taklid etmişlerse de bilahare onlara tefevvuk etmişler çünkü birtakım mudıl eşkali resm ile meşgul oldukları gibi münhaniyat tekasim ile çiçeklerin resmine sarf-ı fikr ederek’uncu’inci ve’nci asırlarda Mağrib’de Mervani Muvahhidin ve sair hükümdaran mimari ve tezyinatı pek yüksek derecelere ederek onlara sırf İslami bir mahiyet vermeye muvaffak olduktan başka bilahare Kurtuba İşbiliyye Gırnata gibi merakiz-i İslamiyyede tekemmül ederek sanat aleminde harika olmuştur. Müslümanlar fenn-i mimaride ve tezyinatta dünyanın üstadları olduklarından İslam mimarlarının girdikleri her yerde olunan mabedlerle saraylar şeklen yekdiğerine müşabih olmuştur. Din-i İslam sanat ve ticarete hürmet ve bunlarla sanat ve ticaret maadinin istihracı ve bunlardan türlü türlü alat edevat ve esliha türlü zinetler Müslümanlar bu vadide o kadar ilerlemişlerdir ki sath-ı arzı ve şekl-i hayatı değiştirmişlerdir. Sanatte müslümanlar taklid ile iktifa etmeyerek mesela Çin’den aldıkları kağıdı ipekten yapmakla yapmışlar barutun istimalinde tefennün ederek birçok makasıdı te’min hususunda istihdam etmişler ve barutu ağır şeyleri atmak hususunda kullanmışlardır. sene-i hicriyyesinde Haccac Mekke’nin muhasarasında mevadd-ı sakileyi ba fabrikalar ile dolmuştu. Zehra Nagura Ravza gibi sarayları Abdurrahman inşa etmişti. Bu saraylarda güzelliği gayr-i kabil-i tavsif salonlar bulunuyordu. Bilhassa “Kasr-ı Hilafet” tesmiye olunan saray her türlü sitayişin fevkinde idi. Bunlar hakkında fikir edinmek için Mukri’nin “Nefhu’tTayyib” devrinde Endülüs’de büyük şehir kasaba çiftlik Kurtuba Zühre ve Zehra güzel binalarla mamureler ile dolu idi. Saraydan bin nüfus bulunuyordu. Kurtuba’nın havalisi sekiz fersah imtidad ediyordu. Endülüs’de saray konak bulunuyordu. İşbiliyye’de yalnız ipek dokumaya mahsus destgah vardı. Halbuki senesinde memleket İspanyollara geçince bütün destgahların adedi’den Umumi ve hususi mekteblere gelince; müslümanların bunlara derece-i ihtimamı fevkalade cild kitab bulunduğu gibi Halife Nasır Abbas b. el-Müstazi’nin kütübhanesi de bu kadar kitabı muhtevi idi. Kardinal Aksiminis Gırnata meydanlarında bir günde cild kitab yakmıştı. Seyyahlardan İbnu’l-Bendi sene-i miladiyyesinde Kahire’de yalnız ulum-ı riyazıyye ve felekiyyeye aid eser ve birisi Abdurrahman es-Sufi’ye aid olmak üzere iki kürre görmüştü. Müslümanların sair akvama faikıyetleri ve onlara karşı rehberlikleri yukarıda izah ettiğimiz maarif ve sanayie teşkilat-ı medeniyyeye inhisar etmiyordu. Bundan başka müslümanlar musiki ve ğına ile meşgul olmuşlar. İran Hindistan ve Roma memleketlerinde bulduklarını almışlar ve bununla iktifa etmeyerek sair fünunda yaptıklarını musikide de yapmışlardır. Memalik-i İslamiyyenin medeniyeti siyaseti hakkında der-meyan ettiğimiz bu mutalaat Din-i zın ibtidailikten kurtararak medeniyet-i fazıla sahasına nakl ettiğini irae etmektedir. Ruh-ı İslamın bunu iktiza ettiğini ve müslümanların son asırlarda duçar oldukları teahhur ve zafın ancak rutla atmış On üçüncü asr-ı miladide de aynı vesait kullanılmıştır. Fransız müverrihi Ferraras Cebel-i Tarık’ın muhasarasında kurşunun barutla atıldığını ve o vakitten itibaren İspanya hıristiyanlarının barutu aynı suretle kullanmaya başladıklarını beyan eder ve İslam fabrikalarında yapılan kağıd İspanya’dan Fransa İngiltere İtalya ve Almanya’ya On üçüncü asr-ı miladide gitmiştir. Müslümanlar nebatat ile iştiğal etmişler ve kendilerinden evvel gelenleri bu hususda geçmişlerdir çünkü nebatatın tevhidinde şuun-ı tıbbiyyede müslümanlar “tabakatü’l-arz”a dair birçok müellefat yazmışlardır. Tarih Birinci Abdurrahman’ın Kurtuba’da birçok nebatat bahçeleri vücuda getirerek Şark memleketlerine birçok alimleri tohum toplamak için gönderdiğini kayd etmektedir. Müslümanlık bunların hepsini inkişaf ve hepsini teşvik ettiği halde Romalıların vazeyledikleri kavanin faaliyete ve sanate muhalefet etmekte bulunmuş hatta Augustus asil-zadegandan olup bir fabrikanın idaresini der-uhde eden Ovinusu kendi nefsine hakaret etmiş olduğu için idama mahkum etmişti. Yine o zaman birçok insanlar Eflatun felsefesine tabibulunuyorlardı. Bu felsefe sanayile meşgul olan kimseleri hukuk-ı medeniyyeye layık görmüyordu. Memalik-i İslamiyye arasında ticareti muvasalat ve müraselatı te’min için müslümanlar yollar küşad etmiş ve bu yollarda kuyular kazmış sarnıçlar inşa etmiş postaları tanzim eylemişti. Bu suretle Endülüs Marakeş Cezair Tunus Mısır Sudan Arabistan İran İslam Rusya Hindistan Çin Kufe Basra Suriye Irak yekdiğerine bağlandığı gibi hepsi de Mekke ve Medine ile merbut idi. Müslümanlar memleketleri tanzim şuun-ı dahiliyyesini tedbir sanayii tervic ile meşgul olmuşlar polis te’sis erbab-ı sanayiiçin nukaba tayin eylemişler mektebler hastahaneler ve saire gibi en mühim müessesatı inşa eylemişlerdir. Bu teşkilat bilhassa Gırnata’da on üçüncü asrın mebadisinden on beşinci asrın evasıtına kadar en yüksek şahikaya çıkmıştır. Emuru’l-mü’minin Abdurrahman en-Nasır’ın devrinde Kurtuba saraylar bahçeler hayvanat ve kuş bahçeleri CİLD - ADED - - SAYFA zenesini teşkil eden bu intıbaat efradı gayr-i iradi ve ihtiyari olarak sürükler tedricen gayesinden uzaklaştırır. İnsan istemeye istemeye muhitine onun fezail ve fezayihına ram olur. Şahısları kabiliyetleri beleden bu kuvvet ruhlardan başlayarak tahassüs muaşeret ahlak terbiye mesai üzerinde tam bir te’sir bırakır. Bunun içindir ki: Milletlerin bünyesini gençleştirecek müşterek hayatın bütün intıbaatını hey’et-i ictimaiyyenin mutlak nefine hadim bir yola tevcih edecek bir inkılab-ı ictimai vücuda getirmek daima en güç ve en mudıl mes’ele addolunmuştur. Halbuki Din-i Mübinimiz vazeylediği esasat rek hayatında yalnız menfaatine yalnız terakkıyat ve inkişafata müsaid bir mecra açmıştır. Zuhur-ı İslamiyet’te Arabların vaziyet-i ama-yı cehl içinde tefessühe uğramıştı. Şark sanem-perestliğin keyfi pençesi; Garb taassubun zulüm ve istibdadın kanlı çemberi içinde boğuluyordu. Vicdanlar susmuş beşeriyet kan ve işkence ile hulasa edilebilecek olan bir devrin bütün itisafatını yaşıyordu. Muhitin te’siratı herkesde kanlı bir zihniyet tevlid ediyordu. Hak mefhumu yerine kılıcın zaferi galibin sözü nafiz bulunuyordu. olan bu kitleleri nur-ı İslamiyyet tenvire başlayınca beşeriyet yeni bir devri idrake başladı. Arablar asırların doğurduğu seyyieleri adat-ı cahiliyyelerini mazinin karanlıklarında terk ettiler. Yeni bir ruh yeni bir tarz-ı tefehhüm el-hasıl yeni bir hayata atıldılar. Vicdanları aydınlatan bu nur yavaş yavaş muhitini kapladı müşterek bir düşünüş müşterek bir hiss-i hürriyet müşterek bir gaye ile husul bulan İslamiyet zihniyeti müdhiş bir nüfuz ve kuvvetle etrafı istilaya başladı. Bunun önüne geçmek mümkün değildi. Çünkü desatir-i İslamiyye efradı cemiyetle o kadar alakadar bulunduruyordu ki; ferdler cemiyete hizmetten cemiyet de efrada menfaatten başka bir şey te’min edemiyordu. Kuva-yı kainatı bir halika merbut gören ve o vahdaniyetin etrafında toplanan müslümanbu necib ruhdan ilim ve nur ruhundan adalet ve medeniyet-i sahiha ruhundan uhuvvet ve halkçılık ruhundan uzaklaşmalarından ileri geldiğini medeniyete düşman müslümanların hayat meydanlarında başkalarıyla müsabakadan aciz olduklarını iddia edenler Müslümanlığın hakikatini bilseler tarih-i İslamı tetebbuetseler bu verdikleri hükmün batıl olduğunu anlarlardı. Hiç şübhe yoktur ki Müslümanlık tekrar dirilecek ve müslümanlar felah ve istikamet yollarında giderek seleflerinin tarihini ihya ve devirlerini tekrar edeceklerdir. O zaman Kur’an’a tan edenler müslümanların Kur’anlarına avdet sayesinde saadete nail olduklarını göreceklerdir. Hassa-i şuura malik olan bir insanın efal ahval ve harekatında “tasavvur ve tasmim”e müstenid bir muvazene-i fikriyye mevcuddur. Bu muvazene veya mücadelenin tarz-ı tekevvünü biliyetlerin derece-i inkişafına– muhitin şerait-ı umumiyyesine tabidir. Fart-ı hassasiyyet zaf-ı asabiyye vüsat-i muhayyilenin tezahürat-ı hariciyyesi güzel bir tedavi ve bazı tedabir-i hususiyye muhitle temasının sari ve şümullü olan te’sirat ve aksi te’siratının izalesi şahsi ihtimamlarla mümkün olamaz belki hey’et-i ictimaiyyenin müşterek yaşayış tahassüs ananat kabiliyet şekillerine göre müsbet ve ıstıfaya müntehi bir meslek takibi suretiyle efradı ve bin-netice cemiyeti ıslah ve harekat-ı insaniyyenin nazımı olan dimağ ve hassa-i mümeyyize üzerindeki intıbaatı “zihniyet” denilen tarz-ı tefekkürü tevlid eder. halatı tenevvür eden herhangi filin ilk muva körüne bir taklidin her gün daha ziyade intişarı gibi yekdiğerine merbut birtakım seyyiat-ı ictimaiyyenin kendilerine göre birer mevkii vardır. Bila-istisna herkes –hatta en mutaassıb Garbcılarımız bile– tasdik ve itiraf ediyor ki; bugün vech-i mümeyyizemizi kaybetmiş ahlakımız sukut etmiş rilerde kalmış bir halde bulunuyoruz. Bu hususda hepimiz müttefikiz. Ancak marazın keşif ve tahlilinde ayrılıyoruz. Garb’la fazla bir temasın Garb muhitinin bu teması neticesinde zihniyet üzerinde ve tereddiyatımızı esasatımıza atf ederek yükselmek teranesini ale’d-devam tekrar edip duruyorlar. Halbuki tarih ulum-ı ictimaiyye vazıhan kusurun esasda olmayıp belki o esasatın ihmalinden mütevellid olduğunu irae ediyor. Bu dakikaya kadar ananatımızdan inhiraf etmekle nasıl sukutumuzu tehyie ve ihzar eylemiş bulunursak emin olalım ki din emzice tarih his ve ruh itibarıyla ictimaiyatımızla hayatımızla hem-ahenk hem-ayar olmayan Garb medeniyetinin kabulü suretiyle felaketlerimizi tazifden başka bir şey kazanmayacağız. Hal-i tereddiden kurtulmak cihan-şümul ruh-ı tealimizi elde edebilmek uzadıya inkılabat-ı ictimaiyye kavaninini tedkika lüzum yoktur. Çünkü bütün bu tabii kanunlar din-i fıtri olan İslamiyet esasatını te’yidden başka bir cihet irae edemezler. Muhitin yalnız menfaat ve seciye telkin edebilmesi mesi esasat-ı İslamiyyeye dört el ile sarılarak ananatını her şeyin fevkinde tutması icab eder. Binaenaleyh; artık en münevver tabakalarımızdan Garb’ı medeniyet-i Garbiyyeyi değil İslamiyet’i müslüman medeniyetini yegane mukteda-bih olarak kabul etmelidirler. İşte yalnız bu zihniyettir ki; tahmin edilemeyecek derecede az bir zamanda Alem-i İslam’a ruhen ilmen filen en büyük kuvveti en muhayyeru’l-ukul terakkıyatı te’min edecektir. lar –mensubiyet-i kavmiyye ve mevkiiyyeleri ne olursa olsun– nazar-ı Hakk’ta müsavi olduklarını; vazifelerinin zulüm değil adalet olduğunu; dağılmak değil toplanmak teavün ve tenasurla yükselmek mecburiyetinde bulunduklarını idrak deleri hariminde toplayan muhit; etrafına nur kuvvete malikti. Ceziretü’l-Arab’ın badiyelerinden tulueden şems-i İslamiyyet az zaman içinde Şark ve Garb’ı ziyasıyla kapladı. Bütün dünyaya müsavat ve hak mefhumlarını ilan eden larını zir ü zeber edeceğini yakinen bilen müstebid hükümdarlar kiliseler bu hak ve şeref dinine karşı mücadeleye başladılar. Ehl-i Salib seferleri yekdiğerini vely etti. Bir tarafdan şövalyeler kör kılıçlarıyla satvet-i İslamı kırmaya uğraşırken diğer tarafdan hilesi fesadı şeytanetiyle bütün casus ocakları bezirganları rahibleri harim-i İslama sokulmaya başladılar. Vakit vakit İslam milletlerine su’-i idare ihtirasat-ı şahsiyye ve ahkam-ı şerden mübaadet neticesinde tari olan muvakkat buhranlardan bütün kuvvetleriyle istifadeye çalıştılar. Alem-i İslam’ın –mürşidlerinin la-kaydisi yüzünden– giriftar-ı cehl olmaya başladığı zamandan itibaren zafiyet-i ahlakıyye nifak ve tekasül revac buldu. Rüesanın –ruh-ı İslama münafi– tarz-ı idaresi yavaş yavaş efradın salabet-i ruhiyyelerini ve bin-netice muhitin ıstıfa kabiliyetini gevşetmeye başladı. Şerait-i ictimaiyyede husule gelen teşettüt saikasıyla şahsiyetler te’sirat-ı muhitiyyeye mukavemet edememeye başladılar. Bu netice müşterek zihniyete de zarardan hali kalmadı. İlk önce hiss-i mücahededen başlayan asar-ı zaf tedricen bünye-i ictimaiyyenin bütün uzuvlarına sirayet etti. Tereddiyat ve terakkıyatın ictimaiyatımızda ne kadar nukat-ı esasiyye varsa kaffesine şamil olması bir emr-i tabii olduğundan bugüne kadar ale’t-teselsül devam eden sukutumuzda istibdad adaletsizlik terbiye-i ibtidaiyyeye adem-i ehliyyet derecat-ı tahsiliyyede terbiye-i diniyyeye adem-i itina nifak ve şikak neticesi kuvvetten mahrumiyet keslan ve iktisadi mahrumiyet seciyenin takibine kafi bir metanet-i fikriyye istihsal edilemediğinden Garb’a aid adatın kabulü körü CİLD - ADED - - SAYFA tekalif-i şeriyye ve mesalih-ı ibadı sünen-i nebeviyyeyi bil-cümle dekayıkıyla bilmelidir. Tefasir-i şerife ile fevkalade tevaggul etmiş ehadis-i nebeviyyeden birçoklarını ezberlemiş olmalı. Bu kadar da kafi değildir. Aynı zamanda bir münkiri liyyeden behre-mend olmalıdır. Bununla beraber vaiz fasih ve beliğ bir hatib-i natuk olmalıdır ki delail-i hitabiyyesi cemaati teshir aheng-i elfaz-ı dil-nişini yüreklere te’sir etsin. Bir vaizin dimağından camiin her tarafına dağılan mevcat-ı nasayih tehziz edeceği samialarda bir hiss-i inşirah teheyyüc edeceği dimağlarda bir intibah hasıl edecek kadar ulvi olmak lazımdır ki onun vazından bir faide görülebilsin. Şu halde bu derece mühim olan vaz u irşad mes’elesinin nasa göre muhtelif usullerle ifa edilmesi hikmet ve maslahata muvafık olacağı şübhesizdir. Hadd-i zatında bu kadar ehemmiyeti olan bu mes’eleyi ihmal etmek din namına pek büyük bir zarardır. Maatteessüf bugün vaizler erbab-ı ukulü ağlatacak bir derekeye inmiştir. Kendi vazife ve mes’uliyetinin kudsiyet ve azametini idrak edecek kadar alim cemaatin her saatteki ihtiyacat-ı hakikıyyesini takdir edecek nisbette hakim vaizler yetiştirmek bu ümmetin üzerine borç olduğu halde kim bilir ne gibi bir düşünce ile son zamanlarda vaizler resmen ders-i amlardan dun bir mertebede tutulmuş ve bu mühim vazife daima ruus imtihanlarını kazanamayanlara tahsis edilmiştir. Bunun içindir ki erbab-ı iktidardan olan eazım-ı ulema vaza tenezzül etmez bu yüzden gitgide vaz u nasihat yollu iki satırlık sözü bir araya getiremez bir hale gelmiştir. Hakiki ulemanın bu vazife-i mukaddeseyi ifadan istinkaf etmeleridir ki kürsi-i mevaiz ne oldukları belirsiz birtakım cehele tarafından gasb edilerek bi-çare halka ahkam-ı diniyye namına akıl ve şerin harim-i irfanına sığmayacak bi-esas hurafeler kit müşahede olunmaktadır. Vaizler mes’elenin ehemmiyet ve azametini takdir ve son zamanlarda sukut eylediği derekeyi ve bunun netayic-i elimesini idrak eden bazı rical-i mühimme bundan sekiz-dokuz sene evvel bu işi düşünmüş ve misi fazıl-ı muhterem Aksekili Ahmed Hamdi Efendi biraderimiz medreselerin zamanın icabatıyla mütenasib bir hal-i mükemmeliyyete ifrağı hususunda bütün mevcudiyetiyle çalıştığı Anadolu’nun hemen her tarafında birçok medreseler küşad ederek hayat-ı ilmiyyeyi canlandırmakta olduğu malumdur. Geçenlerde daru’lhilafelerin ve medaris-i ilmiyyenin tekamülü hakkında mühim bir rapor kaleme alan mumaileyh bu defa da Medresetü’l-İrşad hakkında Şeriye Vekalet-i Celilesi’ne bir rapor takdim ettiği haber alınmıştır. İşbu raporun elde ettiğimiz bir suretini ber-vech-i zir aynen derc ediyoruz: Malum-ı vekalet-penahileridir ki edyanın hayatı davetledir. Bunun içindir ki hikmetle meviza-i hasene ile en güzel mücadele ile emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkerde bulunacak bir hey’etin vücudu nass-ı celil muktezasındandır. Maamafih davetin müessir ve müntic-i muvaffakıyet olabilmesi için zamani ve muhiti bir takım şerait vardır ki onlara riayet edilmedikçe davetten bir faide hasıl olmaz. hakikileri vaizler olmuştur. Vaizler bu itibarla ümmetin piş-vasıdır. nazm-ı celili ile muhatab olan Nebi-i Zişan Efendimiz’e varis olan bu sınıf-ı mümtaz mazmun-ı münifinde mündemic gaye-i biseti telkin ve takrir mettir muallim-i fazilettir mülakkın-ı hikmettir varis-i vazife-i nübüvvettir. Böyle bir vazife-i nübüvvetle ser-firaz olanların halka Halika Peygambere ve ümmete karşı mes’uliyeti ne kadar azim olduğu edna bir mülahaza din ile teessüs eden vaizlik sınıfında bulunanlar her halde çok alim ve hakim olmalı; evamir ve nevahi-i ilahiyyeyi ve bunlardaki hikem-i esrarı CİLD - ADED - - SAYFA rıyla esaslı bir ıslahat ile asri bir hale ifrağı çarelerinin düşünülmesi iktiza eder. Bu babda ittihazı icab eden esaslı tedbirler nazargah-ı samilerine ber-vech-i ati arz olunur: Medresetü’l-İrşad’ı Anadolu’nun en mühim merakizinden birine nakl etmek. Bu cihet hem medresenin istikbali hem de İstanbul’da tekasüf eden ve Anadolu’ya gelmek istemeyen ders-i amm efendilerden Anadolu’nun istifadesini te’min edeceği cihetle çok mühimdir. Vaizlik mertebesinin ehemmiyet ve kudsiyeti nazar-ı dikkate alınarak derhal programında göz önünde bulundurmalıdır. Üç sınıfdan ibaret olan vaizin şubesine her sene sahn me’zunlarından veyahud o nisbette tahsil görmüşlerden bil-imtihan yirmişer talebe seçilmeli ve bunların iaşeleri cihet-i Evkaf’dan te’min olunmalıdır. Medrese muktedir ve mütesanid bir hey’et-i tedrisiyyeye tevdiolunmalı ve müderrislerine –şimdiye kadar olduğu gibi beş-on kuruş ücret değil– diğer ihtisas müderrisleri gibi dolgun maaş verilmeli ve bu cihet bir kanun ile tesbit edilmelidir. Medresetü’l-İrşad’ın gayesi ahkam-ı aliyye-i Kur’aniyye ve sünen-i seniyye-i nebeviyye dairesinde mekarim-i ahlakıyyeyi ve Din-i Mübin-i celile ve mevaiz-ı hasene-i ictimaiyyesini neşr u tamim olduğuna nazaran buradan neş’et eden efendilerin İstanbul’da bulunan selatin cevami-i şerifesi Cuma vaizi olarak tavzif edilmeleri müesseseden matlub olan gayeden büsbütün uzaklaşmak demek olacağından o vazifeyi Süleymaniye me’zunlarına terk ederek vaizinden neş’et edenlere gayeye göre esaslı füyuzat tayin etmelidir. Medresetü’l-Vaizin’den maksad ne olduğu düşünülünce buradan neş’et eden efendilerin şu suretle tavzif olunmaları icab eder: Anadolu’da seyyar vaizler Alay müftüleri Tabur imamları Bil-umum sefaretlere Anadolu’daki seyyar vaizler maaş itibarıyla beş sınıf üzerine tertib olunmalı: kuruş olmalı. her masrafı Hazine-i Evkaf’a aid olmak üzere umumiyye-i cihanı tenvir edecek bir müessese-i menin nizamname ve programlarının tedkikinden anlaşılacağına göre bu müessese esas itibarıyla ne müderris ne ders-i amm yetiştirmek maksadıyla te’sis edilmeyip ancak aktar-ı İslamiyyede ahkam-ı aliyye-i Kur’aniyye ve sünnet-i seniyye-i nebeviyye dairesinde mekarim-i ahlakıyyeyi ve Din-i Mübin-i İslam’ın terakkıyat-ı medeniyyeye hadim hükm-i celile ve mevaiz-ı hasene-i müessese-i diniyyedir. Evvelce yalnız vaizin namıyla te’sis edilmiş olduğu halde ahiren Medresetü’l-Eimme ve’lHutaba mıyla tevsim edilmiştir. Medreseyi bu defaki ziyaret ve teftişimde pek elim bir vaziyette buldum. Vukubulan tedkikattan anladığıma nazaran işbu müessese-i İslamiyyenin vaizin kısmına bidayeten dahil olan talebenin adedi yüzelliyi mütecaviz olduğu halde bunlardan kısm-ı küllisi devre-i tahsiliyyelerini be-i şehadeti ihraz etmiş ve bu suretle müesseseye bir durgunluk arız olmuştur. Hükumet-i sakıta zamanında şeyhulislam ile Evkaf nazırının neye müstenid olduğu gayr-i malum olan bir emr-i şifahileri ile medresenin bir sene mesdud kalması da bu müesseseyi büsbütün geriletmiştir. Esbab-ı anifeden dolayı şimdiye kadar ancak kırk efendi me’zuniyet ruusu almış ve bunlardan yalnız yedi-sekiz kadarı mülga Ders Vekaleti’nce kürsi şeyhliğiyle tavzif olunarak mütebakisi pek acınacak sefalet ve perişani içinde kalmışlar ve bu yüzden medreseye karşı da rağbet azalmıştır. Eimme ve hutaba şubeleri ise bugün hemen hemen mesdud bir haldedir. Binaenaleyh bugün haric ve dahilde vaz u irşad vazife-i mühimmesini bi-hakkın ifa edebilecek mürşidlerle cevami ve mesacidde muktedir hatibler ahkam-ı fıkhiyyeyi alim imamlar yetiştirmek için bu müessese-i diniyyenin gerek idare ve gerek program itiba Binaenaleyh müstağni-i anha kalan bil-cümle medaris akar veya nükuda tahvil edilerek hasıl olacak mebaliğ yine elde kalan medarise sarf edilmeli. mı ihtiva ve binlerce talebeyi istiab edecek muazzam bir külliye lazımdır. Bu mütalaa tamamıyla Anadolu medreseleri hakkında da caridir. Hususat-ı mezkurenin tedkik ve müzakeresiyle olunmalı ve mezkur encümen derhal işe başlamalıdır. Gerek bir seneden beri Anadolu medarisi hakkında vukubulan tedkikatıma gerek encümen-i ve gerek bu defa bil-umum İstanbul’da medarise aid teftişatıma istinaden diyebilirim ki: Medaris hakkında yapılacak en esaslı ve müsmir ıslahat medarise aid evkafın tevhidiyle asrın icab ettirdiği şekilde müesseseler vücuda getirmek ve bu müesseselerin leyli olarak hayatını te’min edecek çarelere tevessül etmek ve bilhassa Evkaf tarafından bu cihete layık olan ehemmiyet verilmekle mümkün olacaktır. Senelerden beri bir türlü vakfiyeti tescil olunamayan fazıl-ı muhterem Emiri Efendi’nin kitablarının muamele-i tesciliyyesinin bu kere Mahkeme-i Evkaf kadısı huzurunda icra ve ikmal edildiğini ceraid-i yevmiyyeden bazılarının son nüshalarında gördüm. Bu kitablar ve tescil maddesi fazıl-ı müşarun-ileyhin bütün hüsn-i niyyet ve mesaisine rağmen İstanbul matbuatının hemen kaffesinin sekiz-on senelik bir dedikodusu olmuştu. Kıymetdar bir hazineyi büyük bir hulus-ı kalb vazu ihda eden bu muhterem insan neler görmedi neler işitmedi. Vakf etmeye niyeti yoktur mu denilmedi kitabları başka bir mahalle nakl ediyor edecek diye mi söylenilmedi hatta satmış satacakmış diye gazete sütunlarına mı geçirilmedi Amerikalılarla Fransızlarla yüzelli yüzaltmış bin liraya pazarlık yapıyor kitablar ecnebilere geçecek diye şayialar mı çıkarılmadı Evkafcıların Medresetü’l-İrşad’dan neş’et eden bir efendiye evvela bin guruş maaş verilmeli bunu hükumet istediği mahalle göndermelidir. Orada beş sene irşadatta bulunduktan sonra terfian bir yere gönderilmeli ve nihayet bir vaiz kuruş maaşa nail olmalıdır. Vaizin vazifesi yalnız kürsüye çıkarak nasihat etmek olmamalı. Aynı zamanda her gittiği yerde İslami teşkilat yapmak köylerimizin ahkam-ı aliyye-i diniyye ve ahlak-ı seniyye-i Muhammediyye dairesinde inkişafını ve idari iktisadi zirai her türlü refahiyetini te’min edecek ameli vasıtalarla çalışmakla da mükellef olmalı. Ve bu husus mükemmel bir talimatname ile tesbit olunmalıdır. Eimme ve hutaba şubesinde her sene onar efendi alımalı ve bunlar daha ziyade kendi memleketlerinin ihtiyacını te’min etmelidir. Vaiz imam hatib olmak üzere yüz talebe bulundurulacak olan bu müessesenin hey’et-i tedrisiyye ve idaresi maaşatına talebe iaşesine vaizlerin maaşatına karşılık olmak üzere her sene Evkaf bütçesine lira konulmalı ve bu mühim müessesenin hayatı yalnız evkaf-ı Gerek leyliye kalb edilmesi zaruri olan daru’l-hilafe medreselerinin ve gerek Medresetü’lİrşad’ın leyli olarak idame-i hayatına medar olmak üzere medaris ve tedrise aid evkafın tesbiti ve medarise tahsisı lazımdır. Alakadar bazı zevatın bir buçuk milyon liraya baliğ olmaktadır. Bunun mahalli müftüsünün riyaseti altında belediye ve meclis-i idare azalarından birer zatın ve her köy veya mahallenin hey’et-i ihtiyariyyelerinden ve Evkaf müdür me’murlarından mürekkeb bir medaris komisyonu teşkil olunarak dahil-i kasabada meşrut-ı lehleri münderis olup varidatı şunun bunun elinde kalmış olan ne kadar evkaf-ı münderise ve avarız akçeleri var ise birer defteri tanzim ve tasdik olunduktan sonra bunların varidat-ı safiyyeleri medarise verilmelidir. Saniyen: Bir memlekette yirmi harab medrese olmaktansa muntazam ve muazzam bir medrese bulunmak daha nafive hayırlı olacağı şübheden varestedir. CİLD - ADED - - SAYFA eden lugat kısmı Evkaf’ın diğer kütübhanelerindeki lugatlerden çok zengindir. Altıyüz doksandörde baliğ olan kütüb-i müteferrikanın kıymetine hadd ü payan tasavvur olunamaz. Hey’et-i umumiyyesi aşağıda aynen gösterilen cedveldegörüleceği vechile onsekizbine baliğ olan böyle bir kütübhaneyi vücuda getirmek sonra da hiçbir menfaat-i maddiyye kasd etmeksizin hepsini milletinin menafiine hasr u tahsis suretiyle kendi hukuk-ı tasarrufiyye ve mülkiyyesini nezetmek her ferdin karı değildir. Bu böyle olmakla beraber bunun için sarf olunan para da pek mühimdir. Efendi hazretleri bütün servetini bu uğurda sarf ettiği gibi elli küsur seneden beri daima müstevfa maaşlarla bulunduğu me’muriyetlerden eline geçirdiği mebaliği ancak bu maksada tahsis etmiş fazla olarak yüzlerce kitabı bizzat istinsah eylemiştir. Çarşıkapı’daki hanesinin bugün kitab parasından Emniyet Sandığı’na merhun diğer kitabcılara da borçlu bulunduğunu söylemek fedakarlığının derecesini gösterebilir. Borcuna bi-hakkın sahib olduğunu emsaliyle manlarda bile her istediği kitabı almaya muvaffak olabilmektedir. Bu azim ve himmet sayesinde kütübhane muhteviyatının bir kat daha tezayüd edeceği şübhesizdir. Vukubulan müteaddid ve musırrane teklifler karşısında kütübhaneye “Emiri Efendi Kütübhanesi” mahviyet ibraz eden ve bizzat bana karşı; diyecek derenazırlarından tutunuz da dört-beş yüz kuruşluk katiblerine varıncaya kadar hakaretler mi edilmedi. Bunlar böyle olmakla beraber Emiri Efendi bunlardan münfail olmaksızın azmini teşdid ile gün daha fazla muvaffakıyet göstermekten bir an hali kalmamış bir tarafdan da emr-i tescili Emiri Efendi’nin kitabları deyip de geçivermeyelim. Uzun bir ömrün kitab peşinde Türkiye’nin en uzak ve en küçük şehir ve köylerine kadar bizzat giderek istediğini bulmak ve bulduğunu almak için sarf edilen vakit ve nakdin mahsulü olan bu hazine-i nefise içinde İstanbul kütübhanelerinde misline tesadüf olunmayan birçok eserler mevcud olduğu gibi müelliflerinin hatt-ı destleriyle muharrer olmak ve nüsha-i saniyesi de bulunmamak itibarıyla dünyanın hiçbir yerinde mevcud olmayan dini ve edebi kitablar da vardır. Bilhassa içinde epey yuvarlandığım ve istifade ettiğim Türkçe divanlar ve edebiyat kısımlarıyla yazma mecmua-i eşar ve gazeliyat kısımları o kadar nevadiri ihtiva eder ki bunlara kıymet takdiri hakikaten imkansızdır. Osmanlı padişahlarının ondan fazla yazma ve nefis divanları şehzadelerin cidden kıymetdar ve bazılarının hatt-ı destleri ile muharrer divan ve kitabları Fatih’in ve daha bazı padişahların kendi namlarına yazdırdıkları emsalsiz kitablar her padişahın müteaddid tuğraları mühürleri fermanları halife-i nev-cah hazretlerine varıncaya kadar hemen her halife ve hükümdarın hatt-ı destleri rical-i devletin hemen çoğunun el yazılarıyla mektub ve müsveddeleri ve hepsinin fevkında binlerce nefis cildler minyatürler kütübhaneye cidden büyük bir kıymet veren nefais-i asardandır. Yedi-sekiz yüze varan murakkaat ve fermanlar kısmı cidden şayan-ı kayd ve tezkardır. Bütün meşahir-i hattatinin muhtelif ve müteaddid yazılarından her zamanın tezyinat ve tezhibatını göstermek suretiyle vücuda getirilen bu koleksiyon mühim bir mevkiişgal eder. Yalnız İstanbul’da değil vilayatta dahi tab olunan ceraid-i yevmiyye ve resail-i mevkutenin hemen bütün koleksiyonlarını bu kütübhanede tedkik ve tetebbuedebiliriz. Yüzelli adedi teşkil CİLD - ADED - - SAYFA rakki adımı attığımızı asla istemiyorlar. Türkiye’nin –bu ana kadar içinde yaşadığı– esaret halinin devamı onlarca matlubdur. Türkiye’yi daima vesayet ve velayet altında bulunan bir çocuk gibi elleri altında tutmak Şark Politikası’nın esasını teşkil ediyor. Türkiye’nin ismi var cismi yok bir halde kalması maddeten ve manen mevcudiyet ve kuvvet gösterememesi Şark’ta bir amil olamaması etmiş olan Şark Politikası’nın hutut-ı esasiyyesidir. Hep bu hutut-ı esasiyyenin çizdiği planla memleketlerimizi kaybettik muharebat-ı tük. Avrupa’dan hemen hemen alakamız kesildi Anadolu’yu da az kaldı bize mezar olarak kazıyorlardı. Avrupa’da İslamiyet’e karşı hemen fıtri bir hiss-i hasmane vardır. Avrupa ve Amerika’nın bütün teşkilat-ı ruhaniyyesinde bu his hükümfermadır. Medeniyet-i cedide bu hissi zafa getirmiş değildir. Yalnız teşkilat-ı ruhaniyyede değil nice erbab-ı ilim ve marifette dahi o hissin te’sir ve nüfuzu görülür. İşte Salibin girdiği yere Hilal tekrar giremez kaide-i mutaassıbanesi bu hissin bir eseridir. Avrupa ve Amerika’da o his diyebilirim ki politikadan ziyade kuvvetlidir. Ve gayr-i kabil-i tebeddüldür. Akvam-ı İslamiyyenin başında her nokta-i nazardan Türkiye geliyor. İstiklaline sahib zihniyetinde en ziyade tekamül peyda olan Türkiye’dir. Binaenaleyh İslamiyet’te teceddüd peyda olamamak emin bir yoldur. Bu hissiyata bu temayüllere karşı ne yapılabilir? Biz bu anane ile nasıl başa çıkabiliriz? Benim fikrimce maddeten başa çıkmak kabil olamaz. Onların isrini takib ile onlara yaklaşmak da kabil olamaz. Çünkü aradaki mesafe çok uzundur. Onlar derecesinde terakkıyat-ı maddiyyeye vasıl olmak imkan haricindedir. Bütün müslim kavimler asırlarca geçirdikleri gaflet devrinin cezasını çekeceğiz. Fakat bu böyle olmakla beraber Avrupa medeniyetinde bir noksan bir zaf vardır. Bu noksan ve cede büyüklük gösteren müşarun-ileyh bu muvaffakıyetten dolayı cidden şayan-ı hürmet ve tebcildir. Nesl-i hazır ve müstakbele büyük bir saha-i tetebbuve irfan hazırlamakla beraber mühim bir ders-i ibret ve intibah veren hazretin yakında bir “zeyl-i vakfiyye” hazırlamak hususundaki arzularında da mazhar-ı tevfikat-ı ilahiyye olacakları şübhesizdir. Müstahberat-ı mevsukamıza nazaran Evkaf Müdiriyeti vakfiyenin kütübhanede resm-i kıraetini kararlaştırmış ve bu merasime İstanbul’un birçok üdeba ve muharririni ile kitab mütehassıs ve meraklılarını davete hazırlanmıştır. Fatih Tramvayı mevkiinde kain olan bu kütübhane erbab-ı tetebbuve mutalaaya her gün saat dokuzdan beşe kadar açıktır. Bunu bütün erbab-ı ilim ve fazilete tavsiye etmeyi bir vecibe biliriz. Lozan’da bulunan gazetesi sahibi Ahmed Cevdet Bey Sulh Konferansı müzakeratının kendisinde hasıl ettiği te’sirler hakkında gazetesine bir mektub yazıyor. Öteden beri Garblıların bize karşı beslemekte oldukları hiss-i husumetin esbabını tahlil ediyor ve buna karşı müslümanların ne yapmaları lazım geldiği hakkında irşadatta bulunuyor. Ahmed Cevdet Bey’den Allah razı olsun. Garb’ın iç yüzünü olduğu gibi millete teşrih ediyor. Bit-tabibu makalelerin çok büyük kıymeti vardır. Zira senelerden beri Garb alemini yakından tedkik eden onun bütün fezail ve mesavisine vakıf olan bir zat tarafından yazılıyor. Ahmed Cevdet Bey’in söylediği mahz-ı hakikattir. “Biz Garbcıyız Garb’ın Şark’ta mümessiliyiz Garb medeniyetini bila-kayd ü şart noksanlarıyla beraber alacağız.” diyen zevat Cevdet Bey’in bu makalesini lutfen dikkatle okusunlar da masum gençleri yanlış yola sevk etmekten vazgeçsinler. Cevdet Bey diyor ki: CİLD - ADED - - SAYFA ce muayyebattan idi mugayir-i ahlak idi. Kadın hırçın bile olsa erkek ona tahammül ederdi. Bu sayede kadınlar hevesat uğruna feda edilmezdi. Ve ahlak-ı milliyye muhtell olmazdı. Bence büyük sadmelere uğramış olan Türklüğü bu ana kadar vikaye etmiş olan amil hiç şübhe yok kuva-yı maneviyye ve ahlakıyyedir. Bugünkü günde de Türklüğü yukarı kaldıracak yine o kuvvettir. Hayat-ı hususiyye ve ictimaiyyesinde Türklük bu kuvveti elden bırakmadıkça müşkilattan yine yakasını sıyırır. Herhangi milletin ferdi vazife ve mes’uliyet duygusu kendine geldiği gibi metanet-i maneviyye ve ahlakıyye sahibi olur. İnsana hükm eden işte o duygudur. Ne hükumettir ne ceza ve zarar korkusudur. Kur’an-ı muciz-beyanın hıfz-ı ensab ve asarda beyne’l-ümem mümtaz bir hasisa-i fıtriyyeyi haiz olan kavm-i Arab tarafından zabt u tahriri ve müteakıben cemu tertibi ve zamanımıza gelene kadar tevfikat-ı mahsusa ile her asırda milyonlarla masahif-i şerifede mektub ve milyonlarla ehl-i tevhidin hafıza-i ihtiramında mahfuz bulunması berekatıyladır ki o Kitab-ı Mübin’in hin-i nüzul ve tebliğinden bin üçyüz bu kadar sene mürur ettiği halde ta kelimatına ve mevazı-ı elfazına kadar Hatemü’l-enbiya sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından tebliğ buyurulan Kitab-ı Kerim-i ilahi olduğunu kemal-i vüsuk ve katiyyetle biliyor ve böylece yakinen iman ediyoruz. Tevatür-i kati ile hıfz u nakl edilen bu Kitab-ı Mübin hakkında hiçbir akl-ı selim için şübhe ve tereddüd imkanı yoktur. Kütüb-i sairenin ibtida-i zuhurunu kesif bir zulmet-i mechuliyyete ufulleri takib etmesi o kitabların “Muhammed-i Emin”in ashabı gibi hafız ve nakılleri camive katibleri bulunmaması eseridir. Bu kütüb-i semaviyyenin geçirdiği inkılabat kendi müntesiblerinin bile anlayıp bildiği bir hakikat-i tarihiyyedir. Kavm-i Yehud ve nasaranın kitablarına adem-i tekayyüdle o kitabların uğradıkları akıbet-i elimeye Kur’an-ı bu zaf manevidir ahlakidir. Biz yapsak yapsak maddi nakisalarımızı ancak kuva-yı maneviyye hasımlarımızın derecesine varamamakla beraber manevi ve ahlaki kuvvetle maddiyattaki zafımızı hafifletebiliriz. Ama demek istemiyorum ki terakkıyat-ı maddiyyeyi istihsale hiç kuvvet veremeyelim de tekke-nişin olalım! Yapabildiğimiz elimizin erişebildiği kadar maddiyata çalışalım fakat kuva-yı maneviyyeye de istinad edelim. Şark akvamı yahud bil-cümle akvam-ı İslamiyye eğer kuva-yı maneviyyelerini kaybedecek olurlar kullandığı vesait karşısında zebun olur kalırlar. Bir misal ile müddeamızı te’yid edelim: Şu bitirdiğimiz muharebede Yunanlıların techizatı her halde bizden mükemmel idi. Çünkü bu techizat onlar için ihzar edilmiş idi. Her şeyi bir tarafa bırakalım yalnız Uşak’ta yirmi vagon tayyare levazımı bulundu. Maddeten Yunanlılara galebe edilmezdi. Fakat bizim orduda olanlarda bulunmayan el ile tutulmaz bir kuvvet var idi ki o da manevi ve ahlaki kuvvet idi. Bunu hiçbir kimse Biz bu kuvveti yalnız harbde değil sair cidallerdan kaçınmak iktisadi cidalde bize muavin olabilir. Kezalik ticarette ve istihsalde onlar kadar mücehhez değiliz. Fakat muamelemizde ve çıkardığımız eşyada doğruluk ve hilesizlik bizim gayr-i müslim tüccarı nezdinde müslüman alıcıların büyük bir itibarı vardı. Müslümanlar o kadar sermaye sahibi değil idiler. Fakat borçlarını tesviyede müs-lümanların dini bir itikada sahib olmaları onların itibarını tezyid ederdi. Müslümanlar ne iflas ederlerdi ne de hilekarlık yaparlardı. Babasının senedsiz sepetsiz borcunu onun vefatından bir müddet sonra tacire getirip te’diye eden evlada nadiren değil kaide-i külliyye olarak tesadüf edilirdi. Bu namuskarlık bir kuvve-i maneviyye idi. Eskiden yirmi beş yaşına gelmiş bir genç maişeti dıyk olsa da evlenirdi. “Zevcemin kısmetini Allah yollar.” derdi. O olan muhabbeti onda çalışmayı tevlid ederdir maişetini tevsiederdi. Zevce tatlikı eski Türkler düd ihtimali kalmamıştır. Şimdiye kadar küre-i arz üzerinde şule-nisar olan cenab-ı Kur’an ilama-şaallahu teala nur-efşan olacak ve onun feyz-ı mübininden müstefid olagelen Alem-i İslam bundan böyle de feyz-yab olacaktır. – Mehmed Kamil Fransa’da ve İngiltere’de ve diğer memleketlerdeki grevlerden sonra Belçika şimendifer amelesinin grevi halk temayüllerindeki tekamüle yeni bir alamettir. Bu grevlerden birçoğu amele ile patron arasında yevmiye münakaşasından değil amele sınıfının siyasi iddialarından neş’et etmiştir. “Maden madencilere!” “Şimendiferler şimendifer amelesine!” “Amelenin diktatörlüğü” ediyor. Bugün artık muhakkaktır ki hem milletler hem hükumetler yeni diktatörlük şekillerine doğru tekamül ediyor. Bu diktatörlükler bazan zahiren maşeri gibi görünüyorsa da hakikat-i halde daima bir ferdin diktatörlüğünden ibarettir. Mesela Rus komünistleri gibi en müfrit sosyalistlerde bile hükumet sadece birkaç müşevvikın diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Bu istibdadları kitleler kolaylıkla kabul ediyorlar. Hakikat-i halde ahali kitlesi istibdaddan başka bir şekl-i hükumeti hiçbir zaman tanımamıştır. Sendika reisleri Asya’nın eski müstebid hükümdarları kadar kolaylıkla küm sürdüğünü tevehhüm ederler; bu vehim ve hayal onlara kafidir. Kerim’in de maruz olabilmesinden ashab-ı kiram hazaratı bi-hakkın endişe etmişlerdi. Başta ilk halife-i müslimin bulunduğu halde Kitabullah’ın nazm-ı şerifini keyfiyet-i edasına kadar hıfz u tahrir hususunda yapılan ve ayet-i kerimeleriyle taraf-ı sübhaniden hıfzı ekiden deruhde buyurulmuştu ki bu tekeffül-i ilahinin infaz ve tecellisi için ilk halife-i müslimin ile onun müşavir-i emini Faruk-ı Azam hazeratına Furkan-ı Mübin’in cemve tertibi ilham buyurulmuştur. Üçüncü halife zamanında bazı kıraat-ı vahiyye ve ihtilafdan endişe edilerek diyerek vuku bulan müracaat üzerine de nüsah-ı Kur’aniyye teksir edilmiş idi. İkinci Asr-ı Hicri’de zenadıka dini istihfaf fırak-ı muhtelife müntesibini hasis müddealarını isbat maksadıyla birtakım kıraat-ı münkere ortaya koymak istediklerinde daima karşılarına birer sedd-i ahenin gibi masahif-i Osmaniyye hail olmuş ve makasıd-ı leime sönmüş gitmiştir. dimiz Kitabullah’a masruf olan bu mebrur hizmetleri takdiren ibtida Hazret-i Ebibekr hakkında; di yerek rahmetle yad ederdi. Sonra Hazret-i Zi’n-nureyn hakkında da; diye sena-han olu lardı. Din-i Mübin-i İslam’ın muhafız-ı emini bulunan hulefa-i erbaa tarafından müctemian hıfz-ı Kur’an’a maruf olan şu ihtimam-ı mahsus bilaistisna bütün ashab-ı kiram taraflarından da te’yid edildiğinden onun tek bir kelimesinde bile tered zeval bulmazlar. Mezara inmeden evvel uzun müddet mücadele ederler. Bunun içindir ki her memlekette eski fırkalar kendi ictihadlarına yeni fikirleri bilhassa en müfrit nazariyeleri zammetmek suretiyle eski Siyasi fırkalar münakaşa ile meşgul iken hükumetler faaliyatta bulunmaya mecburdurlar. Cemaatlerin iktidarsızlığı ve bataeti önünde muhtelif memleketlerin bütün başvekilleri yavaş yavaş hakiki diktatör kesilmişlerdir. Eskiden başvekillere müsavi olan diğer nazırlar şimdi mafevk bir amirin emirlerini icra eden ma-dunlar haline gelmişlerdir. Harbde doğan bu mutlak noktada fark eder. Eski mutlakıyet idareler ancak bir adem-i itimad re’yiyle yıkılıyor. Lloyd George diktatör gibi idare ettikten sonra Şark’taki fena siyasetinin neticesinde sadece bir re’y ile yıkıldı. Şimdiye kadar başvekiller kendilerini ıskat eden parlamentoların re’yine itaat ediyorlardı. Fakat yeni bir tekamül başlıyor. Bu tekamül İtalya’da zırları ıskat etmek şimdiki kadar kolay olmayacaktır. Milletlerin menfaatleri o kadar girifttir ki dahilde mümkün olan istibdad haricde imkansız müşterek hükumet taslaklarına müracaat etmek lazım geldi: Kongreler konferanslar murahhaslar Cemiyet-i Akvam ilh… Bu gibi müessesat her gün çoğalıyor fakat elde edilen neticeler müessir değildir. Sulhden beri toplanan on beş konferans faideli hiçbir karar ittihaz edememiştir. Bu maşeri iktidarların en meşhuru Cemiyet-i Akvam’dır. Cemiyet-i Akvam’ın şimdiki nüfuzu hemen hemen sıfırdır; fakat anlaşılıyor ki Cemiyet-i Akvam hakiki bir velayete yani mukarreratını dünya hakim-i kül bir ma-fevk hükumetin idalomatlarının nazarından kaçan bir neticeyi saBugün amele yalnız yevmiyenin mütemadiyen artmasını değil sermayedar hükumetin devrilmesini ve bu cemiyet yerine kendi lehinde bir diktatörlük ikamesini istiyor. Amele bu suretle Amele sınıfları bütün memleketlerin amelesini birleştirerek cihan-şümul bir sulh da te’sis edebileceklerini zannediyorlar. Bu hulyalar içinde unutuyorlar ki tarihin öğrettiğine nazaran avam hükumetleri kıral hükumetlerinden daha ziyade harb-cu olmuşlardır. Esasen amele sınıflarının sathi beyne’l-milel temayülatı bütün memleketlerde milliyet-perverliğin yeni bir inkişafına çarpıyor. Kinler ve menfaatler akvamı birbirinden ayırıyor. Duvarlarımızın üzerinde menkuş olan cumhuriyet şiarlarından “uhuvvet” hala bakidir. Fakat bu şiar çoktan beri kalblerimizden silinmiştir. Halkın bu yeni temayülatının esbabı muhtelifdir. Bu temayülat hükumetlerin evvela fecibir harbe maniolmak saniyen yeni harblere mani olacak bir sulh elde edebilmek hususundaki aczinden kuvvet bulmuştur. Bir hükumet her ne şekilde olursa olsun ancak nüfuz ve itibarla devam edebilir; bu itibar zail olunca hükumet ortadan kalkar. muhtelif te’sirler altında ez-cümle askeri bir mağlubiyetle zeval bulur. Mesela Sedan mağlubiyetinden sonra Fransa’da imparatorluğun Umumi Harb’deki mağlubiyetlerden sonra Rus Çarlığı’nın ve Alman monarşilerinin zevali bu yüzden olmuştur. Bu hadise gayet tabiidir. Bir milletin kurban olduğu musibetler bu musibetlere maniolamayan hükumetlere karşı isyan husule getirir. Galib hükumete gelince nüfuz ve itibarının tezayüdüne şahid olur elverir ki bu zafer hakiki olsun. Halk tabakasında görülen bu istibdad temayülü milletleri idare eden siyasi sınıflarda da müşahede ediliyor. Bu tekamüle eski siyasi fırkaların tefessühü tekaddüm etmiştir. Dün halkı alakadar eden mes’eleler bugünün hakikatleri önünde ancak kayıdsızlıkla karşılanıyor. Her memlekette eski siyasi fırkalar hep inhitat halindedir. Fakat fikir ve ilahlar bir gün içinde CİLD - ADED - - SAYFA kayet edecek dertlerini anlatacak mercibulamıyorlar. Son günlerde Kabe-i Muazzama’nın bir nümunesini Batavya’da bina ve te’sis ile ahali-i müslimini Mekke-i Mükerreme’den vazgeçirmek konulmadı ise de kulub-ı müslimini rencide eden bu gibi niyyat-ı batılanın husulü için sarf-ı mesai ediyorlar. Velhasıl Din-i Mübin-i Muhammedi’yi ortadan kaldırmak istiyorlar. Bunun yegane ilacı konsolos ile bir imamın mevcudiyetidir. Muttasıf olduğunuz milliyet-perver ve din-perverliğinize sığınıyoruz. Bu hususu gazetenizle yazarak tenvir buyurunuz. Din-i İslam size minnetdar kalacaktır. Diğer taraflardan evvel buraya konsolos ve rınız. Bu istimdadım Javalı kırk milyon İslamın nun vüsulünden haber soruyorlar. Rica ederiz Allah ve din hakkı için lazım gelen müracaati diriğ etmeyiniz. Hepimiz burada hizmetinize muntazırız. Ba-husus Hilal-i Ahmer ianesine konsolosun çok yadımı olacaktır; zira ahali-i İslamiyye lar. Hususi Hilal-i Ahmer cemiyetleri türlü türlü bahanelerle menolunuyor. Heman Cenab-ı Hak mücahidin-i İslamın muini olsun.” Müslüman akvamı arasında tefrikalar çıkararak yıkmak için de misyoner orduları faaliyete başlıyor. Bugün Alem-i İslam’ın her tarafı bu tazyik-ı maddi ve manevi altında kıvranmaktadır. Asya’nın ortalarından başlayınız cenubuna ininiz Bahr-ı Muhit-i Hindi sahillerini takib ediniz Bahr-ı Ahmer Bahr-ı Sefid Bahr-ı Muhit-ı Atlasi’ye kadar çıkınız; her tarafdan feryadların yükseldiğini işitirsiniz. Bit-tabiİslam büyük bir buhran geçiriyor. Şimdi bir tarafdan bolşeviklerle Avrupa diğer tarafdan Amerika misyonerleri muhacematını İslam hey’et-i ictimaiyyesinin temellerine tevcih etmişlerdir. Eskiden tazyike maruz kalan müslümanların şahısları milletleri Java’dan refikimize gönderilen şu mektubda Holland hükumetinin Batavya’da yeni rahaten gördüğü içindir ki Cemiyet-i Akvam’a dahil olmayı şiddetle reddetmiştir. Amerikalılar büyük bir milletin ecnebi bir kuvvete mediler. Reis Wilson’ın tahayyül ettiği Cemiyet-i Akvam derhal tahammül-fersa bir istibdad husule getirecekti. Hiçbir büyük millet bunu kabul edemez. Dünyayı tehdid eden bütün istibdad şekilleri arasında en gayr-i kabil-i müsamaha olanı hiç şübhesiz muzaffer bir sosyalizmin istibdadıdır. Bu istibdadın hakim olacağı memleketler üzerine ümidsiz bir sefalet çöker. Ahalisinin kısm-ı azamını çiftçiler teşkil eden bir memleket bu afetten masundur. Zürrasınıfı harb esnasında olduğu gibi sulh devrinde de aç gözlü muhterislerin ve hulyalara tabimeczubların tahrik ettikleri cemiyetlerde son silah olarak kalmıştır. Amele zürradan biraz nefret eder ve bilmez ki çiftçinin kaba eşkali altında ekseriya pek çok zeka vardır. Ne zaman işinin bütün teferruatıyla uğraşan bir çiftçi görsem bir İngiliz nazırının pek doğru olan şu sözü hatırıma gelir: –Büyük bir çiftliği idare edebilen bir adam Hind İmparatorluğu’nu idareye muktedirdir. Aşağıdaki mektub Java’nın Buitenzorg şehrindeki bir müslüman tarafından gazetesine yazılıyor. Hiçbir kelimesini tayyetmeksizin nakl ediyoruz: “Holland hükumeti buranın kırk milyon müslüman dindaşlarımızı türlü türlü vesilelerle Hıristiyanlık’a teşvik ediyor. Müslüman mekteblerinin türlü türlü bahanelerle inkişaf ve terakkisine alenen manioluyor. Bunun yegane sebebi ise konsolossuzluktur. Konsolosumuz Re’fet Beyefendi seneden beri İstanbul’a avdet etti; müşarunileyhin zaman-ı me’muriyyetinde bu derece açık dereceye vardı. Zavallı dindaşlarımız burada şi olduğu gibi– kadınlarımızın arkasında kalmakta ve arkasında yürümekteyiz düşünelim bizim on sene evvelki yaşayışımız giyinişimiz ve tarz-ı muaşeretimiz arasında pek büyük bir fark yoktur fakat kadınlarımızın fakat kadınlarımızın!.. Memleketin en ileri gelen fikirli sınıfı meyanında bile öyle kimseler var ki kadınlarımızın –daima halini lüzumundan fazla cür’etkarane bulmakta asla tereddüd etmiyorlar. Avrupa’nın şimal taraflarında birkaç memleket müstesna olmak şartıyla henüz Garb kadınları bile politika sahasında bizim kadınlarımızın taleb ettikleri hukuka malik bulunmuyorlar. Bunlar asırlardan beri erkeklerle yan yana yaşadıkları erkeklere mahsus bütün faaliyetlere iştirak ve bütün mesleklere intisab ettikleri halde henüz ne parlamentolarda ne akademiyalarda hatta ne de daru’l-fünun kürsülerinde yerleri yoktur; vakıa birçok siyasi fırkalara girdiklerini biliyoruz ama intihabat mücadelatına karıştıklarından haberdar değiliz. Hele kadın mebus o istisna ettiğimiz şimal memleketlerinde bile hala “garaib-i ahvalden” bir şey gibi gösteriliyor. Demek oluyor ki Türk hanımları Avrupa kadınlarıyla siyasiyat sahasında son derece nabe-mevsim bir rakabete kalkışıyorlar; adeta bu rakabeti kendileri icad ediyorlar. Akşam gazetesinden Böyle sırf kadınlardan mürekkeb bir fırkayı bazı memleketlerde olduğu gibi mesela erkeklere düşman olan izdivac aleyhinde bulunan kadınlar teşkil edebilir! Dünyanın hiçbir yerinde sade kadınlardan mürekkeb bir “fırka” mevcud değildir. Arzu edilirdi ki hanımlarımız en ziyade aile ve izdivac mes’elelerine ehemmiyet versinler. lüzum olduğunu izah etsinler. “Aile izdivac kanunlarının bir şekl-i mükemmele ifrağı” gayet resmi bir tabirdir. Aile müesseselerimizde ne gibi tarz-ı iştirakini hanımlarımız ne suretle anlıyorlar?.. lerdeki buhranları gayr-i tabiilikleri kadınlarımız daha ziyade hissettikleri için böyle bir programdan bütün memleket istifade ederdi. bir Kabe te’sisi hakkındaki tasavvurundan bahs olunuyor. Bu haber müstevli hükumetlerin yeni halet-i ruhiyyelerini göstermek itibarıyla bir ehemmiyet-i mahsusayı haizdir. Ekser müslümanlar akıllarını başlarına almazlarsa daha çok şeyler göreceklerdir. Buradan gönderilecek bir konsolos bir imam ne yapabilir? Bu hususda esaslı birtakım tedabir ittihaz etmek icab eder. Şeriye Vekaleti bu mes’elelerle biraz iştiğal etse çok iyi olur. Maamafih her şeyi hükumete tahmil edip bir kenara çekilmek de doğru değildir. Müslümanlığın muhafazası için gökten meleklerin yine müslümanlardır. Misyoner tehlikesi günden güne büyüyor ve başka şekillere giriyor. Bugün yeryüzünde Müslümanlığı muhafaza ve müdafaa edenlerin en ilerisinde bulunan yine Türklerdir. Binaenaleyh bu hususda diğer akvam-ı İslamiyyeye rehberlik etmek de Türklere düşer. deniyet-i İslamiyye” gibi bir unvanla bir İslam teşkilatı yapmak zaruridir. Ve bu teşkilat beyne’lmilel olmalırır. Bütün akvam ve düvel-i İslamiyye buna iştirak etmelidir. Bu cemiyetin büyük bir sermayesi olmalı dünyanın her tarafındaki müslümanlar bu cemiyete muavenet etmeyi en mühim fariza-i diniyye telakki eylemelidir. Başka çare yoktur. Yoksa Müslümanlık daha büyük felaketlere uğrayacaktır. mıyla bir fırka teşkil etmeleri münasebetiyle gazetesinde neşr olunan bir makaleden: “Türk kadınları –burada İstanbul hanımları tabirini kullanmak daha muvafıktır zira Anadolu kadınlarının büsbütün başka bir hayatı var– evet İstanbul hanımları terakki ve teceddüd yolunda az-çok sokaktaki yürüyüşleriyle yürüyorlar; yani kah sıçraya sıçraya kah büyük şairimizin; beytiyle tarif ettiği bir neviruzgar cereyanı halinde seriu seyyal hamlelerle… Bazı ufak-tefek CİLD - ADED - - SAYFA layı o günün hayat-ı milliyemizde ve bilhassa ahlak-ı umumiyyenin salaha doğru gitmesinde haiz olduğu ehemmiyet-i mahsusayı kayd etmeye müsaraat ettiği gibi geçen Mart’ın mebadisinden itibaren türlü türlü vesilelerle tatbiki teahhura uğrayan Men-i Müskirat Kanunu’nun nihayet mevki-i icraya konulmasını bir muvaffakıyet-i milliyye olarak ilan eylemişti. Halbuki bu defa ümid ve intizarın hilafına içki memnuiyetinin tatbikı bir buçuk ay daha te’hir edildi. Ve İstanbul Vilayeti tarafından bu te’hiri muhakkak göstermek için birtakım esbab-ı mucibe dermeyan olundu. Evvela şu noktayı tasrih etmek isteriz ki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin vazve tatbik ettiği kavaninin en mühimlerinden biri olan Men-i Müskirat Kanunu’nun makarr-ı Hilafet olan şehrimizde mevki-i tatbike konulmasının böyle mütemadi taahhurlara uğraması efkar-ı umumiyyede bu pek muhterem ve mübeccel kanunun hükumet tarafından layık olduğu ehemmiyetle der-piş olunup olunmadığına dair bir tereddüd uyandırmıştır. Memleketin hayat-ı ahlakıyye ve hususunda bu kanunun tatbikıyla ihraz olunacak miyye bu kanunun sürat-i tatbikine bütün kuvvetiyle tarafdar olan halk İstanbul Vilayeti’nin bu defa beyannamesini neşr ettikten sonra kahkari bir ricatte bulunmasını hiç hoş görmemiş İstanbul Vilayeti’nin bu tarz-ı hareketini bir tarafdan haysiyet-i hükumetle diğer tarafdan Büyük Millet Meclisi’nde temerküz eden irade-i milliyyenin tatbikinde gösterilen la-kaydiyi hakimiyet-i milliyye esasıyla hiçbir suretle te’lif edememiş ve görmekle müteessir ve dil-hun olmuştur. Hiç olmazsa mevki-i meriyyete konulacağını bu kadar ciddiyetle vaktinde ittihaz ederek hükumeti birtakım Rum bakkallarının birtakım ayyaşların hande-i istihfafıyla karşılatmamalıydı. Bundan daha fecii Men-i Müskirat Kanunu’nun İstanbul’da tatbik edileceğine dair cihan-ı medeniyyetin her tarafına muhabirin-i ecnebiyye ve ajanslar tarafından malumat verildikten ve artık Türkiye’de irade-i Nerede o dünkü ateşin birlik? Nerede ruhların bir gayeye doğru o iştirak hamlesi? Nerede kalbden kalbe koşan ve her kalbde aynı mukaddes çerağı tutuşturan ilahi şerare? Nerede o söylemeden birbirimizi anlayış ve o anlaşmaya meydan kalmadan insiyaki bir tarzda yan yana yürüyüş? görmemeye başlıyoruz. Yine eski devirlerin bergüzarı olan o ferdiyetçi ruh o enaniyet ve o nahvet başkaldırıyor. Yine “sen ve ben” davası veyahud bundan daha fecidaha mühlik olan “adam sen de” havası… Birçok kimselere tesadüf ediyoruz ki artık sulh müzakeratına aid haberleri bile takibe lüzum görmüyor. Birçok gençlere rastgeliyoruz ki gayr-i faale ayrılmış veyahud tekaude sevk edilmiş ihtiyar me’murlardan daha bezgindir. Kadınlarımız artık şehidlerden bahs etmiyorlar gazilerin menakıbında tat bulmuyorlar. Bir zamanlar –bir zamanlar da söz mü?– daha bundan dört-beş ay evvel ta varlığımızın amakında çın çın öten kelimeler; İnönü Sakarya Kocatepe Kızılcadere Uşak İzmir artık bize ale’l-ade birer yer ve şehir isimleri gibi geliyor. Herkes kendi başının kaygısına düşmüştür. Tüccar için sulh müzakeresi bir borsa işidir. Me’mur için zafer bir maaş mes’elesidir. Münevver ve mütefekkir veyahud kendinin öne geçmesidir. O muazzam o ulvi vatan mücahedesi parçalana parçalana adi bir maişet mücadelesi haline girdi. En ateşin en hızlı milliyet fedaileri şimdi ileriye doğru daha bir adım atmaya üşeniyor her biri kendi evinin kapısı önüne oturmuş gelen geçenden başına sarmak Geçen haftaki içki memnuiyetinin tatbikine dair hükumet tarafından neşr olunan beyannameye ve ittihaz edilen tedabir-i saireye bakarak artık İstanbul’un da içki beliyyesinden kurtulacağını muhakkak addetmişti. Bundan do Maamafih Türkiye Büyük Millet Meclisi hükumetinin herhalde bu mes’ele-i mühimmeyi ele alarak Men-i Müskirat Kanunu’nu tatbik edeceğini ümid ediyoruz. Bu mes’ele sürüncemede kalamaz. Men-i Müskirat Kanunu’nun tatbikı labüddür. kanununun Haziran’dan itibaren İstanbul’da mevki-i tatbike vazolunduğuna dair makam-ı vilayet tarafından bir beyanname neşr olundu. Lakin maatteessüf üzerinden yirmidört saat bile geçmeden bu emir geri alındı. Beyannamenin neşri ne kadar hüsn-i te’sir derece müteessir eyledi müslümanlar büyük inkisar-ı hayale uğradılar. Bu hal hiç şübhe yok haysiyet-i hükumete de icra-yı te’sir etti. Hükumet “Türk müskirat tacirlerinin menafi-i ticariyyelerini vikaye için” bu emri geri aldığını söyledi. Keşke hiç esbab-ı mucibe beyan etmemiş olsaydı daha iyi etmiş olurdu. lendiği müslümanların son kalan servet kırıntılarının da meyhanelere gittiği sarhoşlar yüzünden son zamanlarda cinayetlerin adeta kudurmuşçasına artmış olduğu bir zamanda hükumetin Türk tacirlerinin menfaatini düşünmesi kadar acıklı bir hal olamaz. Demek ki menafi-i hususiyye mukabilinde menafi-i umumiyye feda olunabilir. Şimdi beş-altı bin meyhane Ağustos ibtidasına kadar işlerini yoluna koymuş ticaretlerini taht-ı te’mine almış oldular. Ondan sonra da bakalım ne olacak! Hemen Allah bu işin sonunu hayr eyleye! Hilal-i Ahdar Cemiyeti hükumetinin en aciz zamanında bile bu memnuiyetin İstanbul’da tatbiki pek sehil ve ecnebilerce ciddi mümanaata kalmayacağı muhakkak olduğunu resmen söylediği halde bu da hiç nazar-ı itibara alınmadı. Bazı gazeteler ise hükumetin bu kararını takdir ve tasvib bile ettiler. Şimdi meyhaneler yine eskisi gibi cayır cayır milliyyenin müskirat beliyyesini kaldırdığını telgrafla Vilayeti’nin kahkari ricatinin bildirilmesi üzerine efkar-ı umumiyye-i cihanın nazarında nasıl bir derekeye düşüleceğinin hiç de düşünülmemesidir. Bu şayan-ı hayret bir gaflettir! Müskirat Kanunu’nun tatbikını te’hir için gerek umumisi tarafından der-meyan olunan esbab-ı mucibe hiçbir vechile son dakikada haysiyet-i hükumeti halel-dar etmek irade-i milliyyenin aczini teşhir etmek bahasına nazar-ı dikkate alınacak mahiyette değildir. Ancak bu takdirdedir ki İstanbul Vilayeti üzerinden mes’uliyeti atar. Yoksa İstanbul Vilayeti bugün irade-i milliyyeyi tatbik etmemek edememek gibi bir mes’uliyet-i azimeyi yüklenmiştir. Vilayet kendisini bu mes’uliyet-i azimeden kurtarmak maniolan esbab-ı hakikıyyeyi ortaya koymalıdır. CİLD - ADED - - SAYFA Kudüs’den Londra’ya çekilen resmi bir telgrafnamede Meclis-i to makamında hep birden istifa ettikleri bildirilmiştir. Bu istifa ahiren Nablus’da inikad eden Arab Kongresi’nin verdiği karar neticesidir. Hatırlarda olduğu üzere Arablar mevcud kanun-ı esasinin Siyonist amaline hizmet eylediğini görerek ne İngiltere hükumeti intihabatı fesh ile Meclis-i Teşriinin yerine bir İstişari Meclis teşkil etmiştir. Bu meclisin oniki azasından sekizi Arab olduğundan bunların istifası Meclis-i Teşriinin dahi vazifesine devam edememesini intac edecektir. Yafa’da akd edilen Filistin Arab Kongresi ittifak-ı ara kabul etmemeye karar vermişlerdir. Leh Matbuat Dairesi’nin tebliğine göre Lehli müslümanları Lehistan Cumhuriyeti’ne atideki beyannameyi vermişlerdir: “Türk ordularının ahiren düşmanlarına karşı fevkalade meserretlerle doldurmuş ve Türkiyenin eski zafer ve şaşaa devrine avdet etmekte olduğu kanaatini bahş eylemiştir. Bu meserretimiz Lehistan ile Türkiye arasında bir muahede akdine tevessül edildiği haberi ile tezauf etmiştir. Çünkü bu hal biz Lehistan İslamları hakkında fevkalade bir ehemmiyeti haiz bulunacak ve vatanımızla birinci devlet-i İslamiyye olan Türkiye’yi kadimen birbirine bağlayan pek samimi münasebatın uzun bir fasıladan sonra tekrar teessüsünü te’min eyleyecektir. Din-i Mübinimiz’e kaviyyen sadık ve mütemessik olmakla beraber biz Lehistan’a da bütün kalbimizle merbutuz. Muhtelif tarihlerde Lehistan kıralları tarafından bize bahş edilmiş olan umum imtiyazat ve hürriyetleri Lehistan “Diyet”i ve’da ve Lehistan zadeganına mahsus her neviimtiyazat ve fevaidi bize bahş etmişti. Eski ordusunda biz “Tatar süvarisi” namı altında altı bin meyhane diğer tarafdan üç-dört bin umumhane icra-yı faaliyyet ediyor. Bu hal çok değil bir sene devam ederse bu memleketten artık hiçbir hayır kalmaz. Zaten İstanbul müdhiş bir sefahet fecibir sukut-ı ahlak içerisinde yüzüyor. Müslümanların elindeki servetten de çok bir şey kalmadı. Bu müddet zarfında onlar da biter. Ondan sonra atık; ŞUUN Yemen ahali-i İslamiyyesi Büyük Millet Meclisi Hükumeti’ne müracaatle Yemen ahalisinin de Büyük Millet Meclisi’ne mebus göndermek arzusunda bulunduğu ve yeni intihabat için müsaade hükumetten taleb etmişler ve bilhassa Yemen’in mukadderatı mevzu-i bahs olduğu şu esnada “Yemen” mebuslarının Büyük Millet Meclisi’nde bulunmasının ehemmiyetini bildirmişlerdir. Yahya ile Seyyid İdris’in oğlu arasında bir i’tilaf te’sis ile senelerden beri devam eden mücadelata ni-hayet verilmesi takarrur etmiş ve ecnebi tasallutu her iki İslam mücahidini Hak ve hakikate nın arzusu sulhdan sonra dahi memleketini hiçbir ecnebi tecavüzüne maruz bırakmamak ve teşkil ve tensik etmektir. İmamın efradı dağınık bir halde fakat hin-i hacette hepsi mücahedeye edilmektedir. Yemen ahali-i İslamiyyesi bilhassa kendisi arasında bir i’tilafname te’sis etmiş olan sabık Hariciye Nazırı İzzet Paşa’yı Yemen’in ıslah ve tanzimi için davet eylemiştir. Fakat İzzet Paşa’nın bu vazifeyi kabul etmeyeceği cevabı verilmiştir. CİLD - ADED - - SAYFA ya hükumeti memleketin hayrına matuf harekatta müdahale ve cebir göstermekten tevakki eder. Bu şekilde muavenetler ahalinin hakkıdır. Tarikat-i Senusiyye imamının halka vaz u nasihat ve irşaddan ibaret olan vazifesini ifa etmesi mümkündür. Fakat başka makasıda hizmet ettiği görüldüğü takdirde akıbeti harab olacaktır. Bu yalnız İtalya hükumetinin değil bu beldenin sulh u salah ve fevz ü felah yolunda yürümek is-teyen bütün sükkanının arzusudur!” Son alınan haberlere göre Yunanistan’daki çiftçi müslümanların bu seneki mahsulatının ve emvalinin nısfı Yunanistan’daki Rum muhacirleri nefve hesabına olmak üzere Yunan hükumeti tarafından “resmen” zabt olunmaktadır. Ve bu hususda müslümanlara o zabt olunan mahsulat ve emval Yunan hükumetinin müslümanlar hakkında tatbik ettiği bu resmi soygunculuğu zavallı müslümanları son derece müşkil bir vaziyete ilka etmektedir. Buna karşı yapılacak en kestirme ve makul yol mukabele-i bi’l-misildir. daima müstesna ve münferid bir kıta teşkil ettik ve sancağımızda İslam alamatını taşıdık. Bu fahraver ananeler yeni Lehistan Cumhuriyeti teşekkül eder etmez tekrar ihya edilmiş ve’de “Tatar süvarisi” “altın hilal”i tekrar refederek “altın salib” ile birlikte istilacılara karşı harb etmiştir. Bütün bu iyiliklerin hatıratını tekrar vesilesiyle muhterem cumhuriyetimize karşı en samimi hissiyat-ı ferzendanemizi tekrar ifade zımnında zeteye bildirildiğine nazaran Trablusgarb’da Berka Eyaleti Valisi General Bongiovanni havali-i mezkure ahalisine hitaben bir beyanname neşr etmiştir. gazetesi bu beyannameyi Berka Valisinin Senusiler Aleyhindeki Beyannamesi ser-levhası altında derc etmiştir. Bu beyannamede bilhassa Seyyid Senusi-i Kebir’e hücum olunmakda ve bütün Cemaat-i Senusiyye de tahtie olunmaktadır. Berka hakimi beyannamesini şu ibarelerle tamamlamaktadır: “Senusilik Berka’da diğer turuk-ı İslamiyye gibi bir tarikat-i diniyye şeklinde kalabilir. Mesail-i diniyye hududu haricine çıkmadığı müddetçe ehl-i İslam tarafından muavenet görebilir. İtalhazırdaki Müslümanlık akidelerinde sabit oldukça bu din kendilerini ebediyen bu mahkumiyet ve sefalet Vakıa bunlara davalarının aksini isbat etmek en kolay bir şeydir. Lakin hatalarından taraf-girliklerinden her çi bad-a-bad fedakarlık etmemeye niyet etmiş olan bu gibi adamlarla bahse girişmek doğru bir hareket değildir. Binaenaleyh ben o manası anlaşılmayan tahminat ile uğraşmaksızın yoluma devam edeceğim. Ve Alem-i İslam’a biliyetsizliğin mahiyetini tayine çalışacağım ki bu say hem o inhitatın tabiatini tanımaklığımıza müsaade edecek hem de müdavatı yollarını bize gösterecektir. Bu inhitat neden ibarettir? Müslüman akvamın eskisi kadar hüsn-i ifa edemedikleri vezaif-i İslamiyye hangileridir? edecek iki sual! Müslümanlar arasında hiçbir sınıf ve zümre rakabeti görülmez hiçbir kavmiyet mücadelesi tezahür etmez uhuvvet-i İslamiyye bilakis her zamankinden daha muhkem tecelliler gösterirken el-hasıl hakimiyet-i şeriyye kendi nüfuz ve mevkiini muhafaza eyler ve kalblere ilham etmek mecburiyetinde bulunduğu hürmet itimad hislerini –ki onlar olmadıkça bu hakimiyetin şiddet ve tazyikten başka manası kalmaz– her türlü şaibeden pak bir surette muhafaza eder dururMüslüman Alemi’nin her zaman kendi akidelerine sadık olmasına ve hakimiyet-i şeriyyeye daima münkad bulunmakla beraber tıbkı edvar-ı azamette olduğu gibi dinin yüksek tealim ve evamirini bütün varlığıyla muhafazaya çalışmasına rağmen iki asra yakın bir zamandan beridir ki medeniyet-i İslamiyye inhitat-ı külli içinde bulunuyor. Eğer aynı esbab artık aynı netayici tevlid etmiyorsa bu katiyyen şundan ileri geliyor ki akvam-ı hüsn-i idrak ve ifa edememek kabiliyetsizliğine düşmüşlerdir. Ben burada mevzu-i bahsimiz olan inhitata öteden beri umumiyetle sebeb olmak üzere ileri sürülmekle beraber hakiki olmaktan çok uzak bulunan bir sürü tahminat ve hayalatı sıralamaktan sarf-ı nazar edeceğim. Kezalik İslam’ın kadrini tezlil için yorulmaksızın uğraşan garazkarlarla da meşgul olmayacağım. Evet İslam’ın bu ebedi düşmanları asla muvaffak olmamak şartıyla her vasıtaya müracaat ederek şunu isbat ve efkarı şuna iknaiçin çalışıyorlar ki: “Müslümanlık akvam-ı İslamiyyenin yalnız hal-i Başmuharrir Sahib ve Müdir hişi cehalet olduğunu haber vermişti. Vakıa bu Maamafih mühlik olmadığını söyleyebilmekle bir dereceye kadar müteselli olabiliriz. Fil-hakika bu binaenaleyh maddidir ve kabil-i telafidir. Kaldı ki müslüman akvamının tarihi inhitat-ı ri en sarih bir surette te’yid etmektedir. Fil-hakika o bize bildiriyor ki Cihan-ı İslam’ın inhitatı dinin bütün ruhbani yahud ruhani telakkilere suret-i katiyyede muarız olmasına rağmen akvam-ı gayr-i müsbet birtakım ulumun zuhuruyla başlıyor. mimine sebeb oldu: “Peygamberin bizlere hiç durmaksızın ilim ve irfanı taharri etmekliğimiz hakkındaki kati evamiri yalnız şeriatin ihtiva ettiği birtakım hakayıkın tetebbuuna münhasırdır. Yoksa bundan başka hiçbir hedefi yoktur.” Şübhesiz Peygamberimiz’in vasayasını bu suretle tefsir etmek büyük bir hata idi. Zira Peygamberimiz şeriat vasıtasıyla ahlaki ictimai bütün hakayıkı bize öğretmiş olduktan sonra pek müstesna bir ısrar ile de daima daha fazla ilim tahsilini daha ziyade irfan iktisabını tavsiye ediyor dinimizin kıymetini ancak ilim ve irfan vasıtasıyla daha ziyade anlayacağımızı ve şeriati yine o vasıta ile daha güzel tatbik edeceğimizi bize na anlaşılmak lazımdır ki sabit müstemir bir azm ü say ile tabiatin serairini keşfe muvaffak olarak bu suretle tabiatin insanlar için saklamakta olduğu na-mütenahi hayır ve menfaatlerden müstefid olmak ve böylece şeriatin te’min ettiği ahlaki ve ictimai saadetle mütenasib maddi bir saadet te’min etmek icab eder. Çok teessüf olunur ki bu hata kendisini tevlid eden ulemanın nüfuzu yüzünden umumiyet ve kuvvet kesb ederek az zaman sonra bütün Cihan-ı zır bulunan bu iskolastik sebebiyledir ki Alem-i ken acaba İslam’ın hürriyet müsavat ve teazud esasatı cemaat-i İslamiyye arasından kalkmıştır tarzında iddiada bulunmak muhakkak olabilir mi? Şübhe yoktur ki bu hususda akvam-ı akvam-ı Garbiyyeden daha bahtiyardırlar. Zira Garb’da sınıf ve zümre kinleri kavmiyet husurak artık halka ne icabı kadar itimad ne de hürmet hissi ilka edebiliyor. Maamafih şerait-i iktisadiyyeleri cihetiyle bu yürütülecek mukayese tamamıyla akvam-ı Garbiyyenin lehine çıkar. Denebilir ki biz iktisaden ne kadar mefluc maddiyat itibarıyla ne derecelerde sefalette isek onlar bu cihetlerden o kadar kudretli o kadar müreffehdirler. Bu nokta-i nazardan şübhe yoktur ki akvam-ı biyyeden öğrenecek pek çok şeyleri olduğu gibi bu hususda onlara ne kadar gıbta etseler hakları vardır. O halde hiç şübhesiz Alem-i İslam’ın inhitatı şerait-ı maddiyyesinin sukutundan ileri gelmiştir ki bu sukut onu akvam-ı Garbiyyenin taarruzlarına karşı istiklalini müdafaaya kadir olamayacak onların hükmü altına düşmekten kendini kurtaramayacak kadar zaif bir hale getirmiştir. Lakin o böylece esaretin bütün felaketlerini bütün zilletlerini tanımış olmakla beraber bunlar kendisine dini hakkındaki iman-ı kavisini kaybettirememiş ve iktisaden siyaseten mevcudiyetini harab ettiği halde mevcudiyet-i ictimaiyyesini bir türlü mahv edememiştir. Kudret ve saadet-i maddiyyesinin tabiat tarafından insana tahsis edilen na-mütenahi nimetlerinden istifade yolunu bilenlere has olduğu ve bu nimetlerden müstefid olabilmek için tabiati idare eden kavanin ile o kavaninden çıkan fünunu tanımak icab edeceği kabul olununca müslümanların inhitatı akvam-ı karşı olan cehillerinden başka bir şeye atf olunamamak zaruridir. Şurada ihtar etmeliyiz ki Peygamberimiz bize CİLD - ADED - - SAYFA CİLD - ADED - - SAYFA Evet Alem-i İslam’daki münevver ve mütefekkir tabakaların ekseriyeti Garblılaşmaya tarafdar oldular. Zira bu tabakadaki insanlar ya kamilen Garb merkezlerinde tahsil görmüşler yahud kendi memleketlerinde Garb propagandasının vücuda getirdiği birtakım müesseselerde okumuşlardır ki bu müesseselerin Alem-i İslam’ı ebediyyen kendi siyasi ve iktisadi tahakkümünden koyuvermemek için Garb’ın manevi ve ruhi hakimiyetini te’sisden başka bir gaye takib etmediği meydandadır. Şimdi bu şerait dahilinde yetişmiş olan mütefekkirlerimiz gerek dinlerini gerek o dinin kendilerine talim etmiş olduğu hakayık-ı ahlakıyye ve mış bir kafa ile düşünerek hükümlerini ona göre veriyorlar ve bu suretle dinlerine olan dinin ahlaki ve ictimai mebde’lerinin mükemmeliyeti hakkındaki imanlarını kaybediyorlar. Onlara karşı nefretle dolu bir la-kaydi hatta bazan şiddetli bir husumet gösteriyorlar. mak istedikleri hastalığın ne tabiatini ne mahiyetini hiçbir zaman lüzumu derecesinde anlayamadıkları tealisini tahakkuk ettirmek için beyhude yere uğraşıp durdukları cemaati de maatteessüf öğrenememişlerdir. Bunun içindir ki o kafalar Alem-i İslam’ın zaten pek kararsız olan vaziyetini büsbütün karıştırmaktan ve vicdan-ı umumiyi kendi vicdanları gibi bulandırmaktan başka bir şeye muvaffak olamadılar. Demin işaret ettiğim iskolastik ulumun ıdlal ve mahkum ettiği şeriat tarafdarlarına gelince; bunlar da Alem-i İslam’ı düşmüş olduğu inhitattan kurtarmak hususunda ötekilerden fazla muvaffakıyet gösteremediler. Maamafih bu sonrakiler sayesindedir ki Alem-i tefsir etmekten el-hasıl şeriatin hakayıkıyla beslenip şeriatin bütün fikrini bütün kalbini ve bütün ruhunu muhafaza eylemekten fariğ olmamıştır. O bu suretle kendisi için doğrudan doğruya şeriat üzerine müesses bir ilim te’sis etmiştir ki bir müslüman müşahedatını mukayesatını ancak o karşı la-kayd kalmaya başladı nihayet ulum-ı tabiiyye ve hikemiyye ile iştiğali tamamıyla ihmal edecek bir hale geldi. bilmek hususunda muhtac oldukları saadet ve şevket-i maddiyyeyi te’min kabiliyetinden yavaş yavaş uzaklaştılar ve bin-netice kendi elleriyle dular. Bunların bir tarafdan ma-fatı telafi maksadıyla sarf ettikleri mücahedatın daima hüsran nihayet Alem-i İslam’da tekalif ve şeriatin kendi terakkıyat-ı maddiyyelerine tamamıyla muarız olduğu kanaatini vücuda getirdi. kapıldıkları içindir ki müslümanların bir kısmı kendi saadet-i maddiyyelerini saadet-i ahlakıyye ve ictimaiyyeleri yolunda feda etmekle tabir-i digerle refahiyet-i maddiyyelerinin ileri sürdüğü tekalifi şeriatin tekalifi uğrunda ihmal edivermekle mükellef olduklarını zannettikleri halde diğer kısmı da bilakis kendi itila-yı maddileri yolunda şeriatin matalibinden vazgeçmek suretiyle daha makul bir harekette bulunduklarına kail oldular. Birinci kısma dahil olanlar bu tuttukları tarzı takib ile muhteşem lakin henüz uzak olan bir maziyi ihya edeceklerini ümid ediyorlardı. Halbuki ötekileri Alem-i İslam’ın tealisine karşı yegane manitelakki ettikleri şeriati serir-i hakimiyyetinden ve büsbütün yeni bir cemiyet vücuda getirebileceklerini ümid etmiyorlardı. İşte Alem-i İslam’da birinci defa olarak Garblılaşmak arzusu bu suretle başladı. Vakıa cemaat-i İslamiyyenin Garblılaşmasına tarafdar olanlar hiçbir zaman naçiz bir ekalliyetin fevkine çıkmamışlardır; lakin bu ekalliyet münevver ve mütefekkir tabakaların ekseriyetini temsil etmeye ve Alem-i İslam’a hakim olan Garblıların kendilerine zahir olmaları ve bu hususda himayelerini bezl etmeleri sayesinde cemaat-i İslamiyyenin mukadderatı üzerinde ciddi surette müessir olmaya başladı. CİLD - ADED - - SAYFA Garb’ın bu saydığımız şeylerini kabulden son derecede sakınmak zaruridir. O halde bütün teşkilatımızı bütün iktisadi esasatımızı şeriatin mahz-ı hikmet olan ruhuyla mütenasib bir surette ibdaiçin alemde kendisine müracaat edeceğimiz bir mercivar ki o da ancak fıkıhdır. Zira ancak bu sayededir ki teşkilat ve esasatımız Garb’daki akvamın teşkilat ve esasatında görülen ve usul-i ictimailerinden neş’et eden nakayıs ve hatiattan müberra olur. fekkirlerimizin hoşuna gitmeyecektir. Lakin onların bu hususdaki hükümleri ne olursa olsun şu hakikati asla sarsamazlar: Kendilerinin Garb’ı alkışlamaları ne icabı kadar tamik edilmiş bir tetebbu neticesidir ne de ciddi bir mukayeseye müsteniddir. Binaenaleyh umumiyetle doğru ve esaslı değildir. Bunlar tarafından akvam-ı Garbiyyenin bilhassa usul-i ictimaiyyelerine karşı gösterilen lüman ictimaiyatına ve bin-netice İslam’ın o kadar şayan-ı takdir olan bütün müessesat-ı ictimaiyyesine karşı bu derece açık bir surette gösterdikleri nefretin saikı da akvam-ı İslamiyyenin yaşadığı şerait-i maddiyyenin sefaletidir. Madem ki bir cemiyetin maddi refahiyeti daima ferdi faaliyetinin neticesidir o halde bu refahiyeti onun malumat-ı fenniyyesine istinad eder. Binaenaleyh o cemiyetin usul-i ictimaiyyesine faikıyeti hakkında da bir delil-i kafi teşkil edemez. Demek onları bu gibi hatalara sevk eden amil Garblılaşmaları ve dolayısıyla ezvak-ı maddiyyeye karşı mübtela oldukları fevka’l-had bir Geçenlerde Mısır kadınlarından müteşekkil bir hey’et Roma’ya giderek Beyne’l-milel Kadınlar Kongresi’ne iştirak ve orada Mısır kadınlarının matalib-i teceddüd-karanesine dair bazı beyanatta bulunmuştu. Şeriyye Vekaleti Tedkikat ve öyle ilim ki gayesi insana bütün mevcudiyet-i maneviyyesinin tezahüratında şeriate tevfik-ı hareketi öğretmekten ve onun bütün evamirini tatbik ettirmekten başka bir şey değildir. İslam’a has olup “fıkıh” namıyla tanılan bu ilim hiç şübhe yoktur ki ahlaki ve ictimai ulum sahasında fikr-i beşerin vücuda getirebildiği en mühim ve en mükemmel bir müessesedir. Ulum-ı hikemiyye sahasında usul-i tecrübi ne ise ahlaki ve Alem-i İslam aradan asırlar geçmiş ecnebi hakimiyeti altında kendisine binlerce inkılab savlet etmişken hala kendi İslami telakkilerini İslami mebde’lerini ananelerini kendi ruhlarını ve gayelerini bütün nezahet ve safiyetiyle muhafaza ediyor; onun sayesindedir ki tamir ve telafisi gayr-i kabil olan ahlaki ve ictimai inhitata hiçbir zaman kendini kaptırmıyor. Şimdi Alem-i İslam’ın musab olduğu hastalık layıkıyla bilindikten onu tevlid eden esbab anlaşıldıktan sonra müdavatı için müracaat olunacak vesait artık kendiliğinden teayyün eder. Fil-hakika kemal-i vuzuh ile görülüyor ki onun derdine çare kendisinde bulunmayan ve bulunmaması ve fünunu durmayıp iktisab etmesinden ibarettir. Bu ulum ve fünun bugün Avrupa’dadır. O halde bizim için yapılacak iş zahirdir: O ulum ve fünunu Avrupalılardan öğrenmek. Evet gerek unutmuş olduğumuz usul-i tecrübeyi gerek cahili bulunduğumuz yeni fenleri tahsil için icabında Çin’e kadar şedd-i rihal etmek mecburiyetinde bulunduğumuzu bizlere tebliğ buyuran Peygamberimiz’in emrini yerine getirmiş oluruz. Lakin şunu da hakkıyla takdir etmek lazımdır ki; bizim Avrupalılardan alacağımız şey yalnız buna münhasırdır. Zira inhitat-ı İslamiye çaresaz olacak yegane vasıta bundan ibaret olduğu söz götürmez bir hakikattir. Yoksa sözlerimizden akvam-ı Garbiyyenin iktisadi mebde’lerini say ve sermaye teşkilatına aid usullerini ve bunlar arasındaki münasebatı tıbkı orada olduğu gibi kabule tarafdar olmak manası anlaşılmamalıdır. Bilakis en ibtidai bir basiret bile bize şu hakikati bildirir ki; İslam’ın esas mebde’lerine çok yahud az muhalif olmak itibarıyla bizim için CİLD - ADED - - SAYFA Muhterem hanımefendi İtalya Hükumeti’nin Reis-i Nuzzarı Mösyö Mussolini’nin Beyne’l-milel Kadınlar Kongresi’nde irad ettiği nutukta İtalyan kadınlarından bir kısmının belediye intihabatında hakk-ı re’yi olacağını söyledi. Beyne’l-milel Kadınlar Kongresi’nin iltica ettiği ve kendisinden hak ve adalet umduğu memleketin reis-i hükumeti tarafından kadınlara karşı der-meyan olunan vad bundan ibaretti. Garb Alemi’nde kadın Kurun-ı Vusta’da birtakım kuyud-ı esaret içinde doğup büyüyor fakat denizde yaşayan balıklar suyun tazyikini ve sıkletini hissetmediği gibi o da bu esaret zincirlerinden müteessir olmuyordu. Fransız İhtilal-i Kebiri üzerine Garb kadını derin uykusundan uyanarak kendisiyle erkek arasındaki mesafeyi görmüş ve o zamandan tır. Halbuki müslüman kadınının hukuku semavidir mukaddesdir bir kongre veya bir hey’et tarafından veya bir ihtilal ve protesto neticesi olarak takarrur etmiş değil Din-i İslam tarafından takrir olunmuştur. Şayed müslüman erkekler kadınların hukukuna tecavüz ediyor onlara karşı muamelelerinde hudud-ı ilahiyyeyi tanımıyorlarsa hukuk-ı mukaddeselerini istemek kadınların hakkıdır. Bundan iki sene mukaddem Fikriye Hüsni Hanım Mısır kadınlarının o zaman Brüksel’de akd-i tu. Kendisine verdiğim cevabda Mısır kadınlarıraması muhtemel olduğunu bin-netice müslüman kadının saadetini te’min edecek hukuktan mahrum olduğuna hayat-ı zevciyye-i Avrupa’da maruf olan hürriyet hayatından başka bir şey olmadığına Garblıların zahib olacaklarını beyan etmiştim. Müslüman kadını şikayet edebilir. Fakat kimden? Ve kime? Müslüman kadının hukuk-ı şerhangi bir müslüman bunları inkar edemez. Kur’an-ı Kerim kütüb-i sünnet kütüb-i fıkhiyye müslüman kadınını Garb kadınlarının düşündükleri şeyleri düşünmekten müstağni edecek her şeyi Te’lifat-ı İslamiyye Hey’et-i İlmiyye Reis-i Alisi pek muhterem üstadımız Şeyh Abdülaziz Çaviş Efendi hazretleri bu hey’etin beyanatına muttali olunca Kahire’de münteşir refikimize bir mektub göndererek Müslümanlık’ta kadının hukukuna ve müslüman kadınlarının takib etmeleri lazım gelen hatt-ı harekete dair mühim bir mektub göndermiştir. refikimizin sine-i cüme ediyoruz. Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye reis-i muhteremi bu mektubunda Mısır’dan Roma’ya giden kadın hey’eti reisesine hitab ederek diyor ki: “Muhterem hanımefendi! Muhterem hey’etinizin Roma’ya hareketinden mukaddem kadın davası hakkındaki mutalaatımı Mısır matbuatında neşr ederek Fransız İhtilal-i Kebiri’nden beri erkeklerle kadınlar arasında devam eden mücadeleden bahs etmek isterdim. Fakat yazı yazmaktan tehaşi ederek Garb kadınlarının kongresine iştirak etmekteki maksadınıza muttali oluncaya kadar beklemeyi muvafık gördüm. El-haletü hazihi Beyne’l-milel Kadın Kongresi’ne tecilerine vukubulan beyanatınıza muttaliolduğumdan bu mebhase dair birkaç söz söylemekliğime müsaade buyurmanızı rica ederim. Müslüman kadınının birçok memalik-i İslamiyyede görmediğini inkar etmem. Fakat Şeriat-i İslamiyye’nin kadınlara bahş ettiği hukuku bildiğimden mes’uliyetin bu hukuku iğtisab eden erkeklerle bu hukuku cehaletlerinden dolayı hiçbir teessür hissetmeyecek derecede birtakım adata ser-füru eden kadınlara aid olduğunu görüyorum. Müslümanlık’ın kadınlara bahş ettiği hukuku Garb kadını Fransız İhtilal-i Kebiri’nden itibaren akd ettiği kongrelere ve ittihaz ettiği mukarrerata rağmen henüz ihraz etmemiştir. Garb kadını hukuk mek için daha çok zaman çalışacak mücadele edecektir. Garb kadını henüz ihraz etmediği bir din-i semavinin yahud bir kanun-ı beşerinin kendisine te’min eylemediği birçok hukuk-ı medeniyyeyi kazanmak için Garb erkeğiyle şedid mücadelelerde bulunacaktır. CİLD - ADED - - SAYFA müslümanlardan ve gayr-i müslimlerden mansub bir cemaatin bu dalalet-zedelerle mücadeleye başlayarak müslüman kadınının hukukuna dair eserler yazmışlar kavl-i kerimindeki bütün hikmetleri Fakat biz Mısır kadın hey’etinin telafi-i ma-fat ederek İslam kadınlarının haiz olduğu hukuku çalışmalarını temenni eder ve İslam’ın kendilerine bahş ettiği hukuka dair eserler yazmalarını ve bu suretle Garb kadınının henüz ihraz etmediği hukuka nail olduklarını isbat etmelerini ümid ederiz. sus der-meyan ederek kadınlarımızı doğru yola sevk etmeyi ümid ediyoruz.Başarıyı sağlayan Allahtır. –Faziletkar Gençliğe– tan mühim ve manidar bir telgrafname: Londra – Başvekil Mister Baldwin Oxford’da Cumartesi günü şerefine verilen bir ziyafette irad ettiği nutukta ez-cümle demiştir ki: “Garbi Avrupa’nın eski medeniyeti zeval bulmaktadır. Şimdi bütün alem necat ve selameti İngiliz İmparatorluğu’ndan ve Müttehide-i Amerika’dan beklemektedir. Bu vazifeyi der-uhde edenler bir Pitt’in cür’et ve cesaretine ve bir Lincoln iman ve itikadına malik olmalıdır. dört hassa-i mümeyyize mevcuddur: Hiss-i fıtri-i adalet bir adamı takdir için hakiki bir demokrasi fikri hürriyet-i maneviyyeye aşk ve muhabbet.” Bu telgraf ihtiva eylediği hakayık itibarıyla nazar-ı tedkiki celbe sezadır. muhtevidir. O halde müslüman kadınları ancak Şeriat-i İslamiyye’nin muhafızları olan ulemayı dine ref-i şikayet edebilir. Müslüman kadını detsin. Şeriat-i İslamiyye’nin kadınlara bahş ettiği hukuk-ı mukaddeseyi ihata etsin. Sonra o emr-i ilahiyyeye isyan eden bir hükumet veya bir cemaat varsa onları Kitab-ı İlahiye tebean muhakemeye davet eylesin. Binaenaleyh benim fikrimce Mısır kadınları sair memalik-i İslamiyyedeki hemşirelerini davet ederek bu program dahilinde bir kongre akd edebilirler. Bundan iki sene mukaddem Fikriye Hanım’a bunu yazmış ve ulema-yı din ile sair erbab-ı gayretin bu fikri kabul etmelerini temenni eylemiştim. Fakat maalesef bu hatt-ı hareket kabul olunmadı. Ve bundan sonra aynı şerait dahilinde ne yapılması lazım geldiğini düşünmekten başka çare kalmamıştır. Eminim ki Roma kongresine giden Mısır kadın hey’eti seyahatinden çok istifade etmiş ve kalemlerin tavsif edemeyeceği birçok hakayıka muttaliolmuştur. Hey’et bir de Rusya’ya uğrayarak orada hürriyet ve istiklalin! son mertebesine çıkan kadınları görseydi daha çok hakaika muttaliolurdu. Mısır kadınları hey’eti Garb kadınları kongresinden teaddüd-i zevcatı ilga etmeyi izdivac usulünün tadilini kadın talim ve terbiye programlarının tahdidini taleb ediyorlar. Halbuki Mısır kadınlarının kiyasetlerinden Din-i İslam’ın şerefine fart-ı riayetlerinden şunu beklerdik ki; Müslümanlığa karşı birtakım esassız tecavüzatta bulunmalarına ve birtakım batıl töhmetler der-meyan etmelerine müsaid bir zemin ihzar etmesinler. Mısır kadınları hey’eti ta Ehl-i Salib muharebelerinden beri Garb muharrirlerinden birtakım mütecavizlerin Müslümanlık aleyhinde yazdıklarını görselerdi kadın hukukundan bir zerresini zayietmeyen Müslümanlığın muhafaza-i haysiyyetine gayret ederler ve Müslümanlığa karşı der-meyan olunan batıl şübhelerle mücadele etmek vazife-i mukaddesesini Garb muharrirlerinden birtakım insafsızlar Müslümanlığa ve müslümanlara karşı o kadar CİLD - ADED - - SAYFA bir tekamül ve mesai mahsulü bulunan servet de inkişafa başlamıştı. Evvelce idare edenlerle edilenlere taalluku bulunan mücadele bu defa serveti kazananlarla istihsal edenlere sirayet etti ve hükümdarın kilisenin istibdadı yerine sermayenin tegallübü kaim oldu. Daha fazla kazanmak arzusu ruhlarda şedid bir arzu-yı infiradı davet etti. Herkes menfaatini şahsına hasr etmek muvazene tamamıyla muhtel olarak müdhiş bir fakir-zengin mücadelesi başladı. Ale’d-devam servet çoğalıyor kuvvet çoğalıyor fakat bir türlü saadetin refahın istihsali mümkün olamıyor sermayedarlar ameleler iş adamları hepsi halinden müşteki bulunuyor muvazenesi muhtel olan cemiyetin rabıtası yavaş yavaş çözülüyordu. Avrupa sunuf-ı ictimaiyyesi arasında gittikçe daha bariz bir şekil alan infirad ve yekdiğerine karşı her an kuvvetlenen husumet arzuları mütekabil adem-i emniyet cereyanları derebeyliğe doğru tehlikeli bir rucumebde’inden başka bir şey değildi. Bundan dolayı kemalini idrak eden Garb medeniyeti için inhitat mukadderdir denilebilir. Çünkü yaşamak ve hey’et-i ictimaiyyeyi tanzim etmek için yegane düstur olarak servet ve kuvvetten başka bir şey düşünülmemiştir. Halbuki maddiyetten ibaret olan bu vesaitin vazifesini hüsn-i ifa edebilmesi için manevi kuvvetlere ihtiyac vardı. Ahlaki ve dini zaruretleri ihmal etmek suretiyle iktisab edilen kuvvet ruhsuz kaldı. Mücadele-i hayatiyyede yalnız şahsını; fırka sınıf hayatında ancak mensub olduğu hey’eti; millet hayatında yalnız kendi milletini düşünen bir zihniyet Harb-i Umumi milletlerin bu rekabet ve ihtiras neticelerini en kanlı misallerle gösterdi. Servetin çoğalması refahı arttırmadı. Belki her gün yeni bir ihtiyac yeni bir maraz-ı ictimai içinde şerait-ı hayatiyye çok güçleşti. Her fikre hakim olan para kazanmak endişesi bütün mücadelata yıpratıcı mesaiye rağmen kolayca tatmin edilemiyor. Bazı zümreler için en basit bir riyazıyye mes’elesi olan servet ekseriyet-i halk için müşkilü’l-istihsal bir arzu yetişilmez bir gaye halinde tecelli ediyor. İşte müsavat-ı ictimaiyyeyi ihlal getiren muhitini bir fabrika haline istihale ettiren parlak inkişafatını idrak eden Garb medeniyeti nasıl oluyor da zeval buluyor? Resmi bir ağızdan çıkan bu sarih beyanat karşısında acaba Garbcılarımız büyük bir sukut-ı hayale hissen ruhan maddeten her türlü fezail ve kabayihla yegane enmuzec-i irfan addeyledikleri bu medeniyetin ramayacaklar mı? Uzviyette efal ve harekatın nazımı ancak ruhdur. Temeyyüz tehassüs irade hassalarının nisbet ve kuvvetiyle hem-ahenk olan müktesebat-ı ahlakıyye terbiye-i diniyye nasıl efradın cemiyet hayatındaki mevkiini kıymetini tesbit ediyorsa hey’et-i ictimaiyyenin müşterek evsaf ve kabiliyetini irae eden medeniyet de tezahüratı itibarıyla milletlerin terakkıyat ve muhassala-i ruhiyyesine seciyesine zihniyetine merbut olarak kemale gittiği kadar tedenniyat ve tereddiyatına tebean tefessüh ve zevali de müstaiddir. Ruh ve ahlak ne kadar yükselirse milletlerin hayat kabiliyeti o kadar inkişaf eder. Aksi takdirde –bütün zevahire; kuvvete servete rağmen– sukut emr-i vakiolur. tında zevale yüz tutan Garb medeniyeti esasatından başlayarak efradın hayat-ı hususiyyesine teveccüh noktalarına hayatın tarz-ı telakkisine servetin suret-i istihsaline kadar tenevvü eden muhtelif nevakıs-ı ictimaiyye ve mesavi-i ahlakıyyenin seyyiesini çekmektedir. Halkın cehlinden kuvvet bulan kilise tahakkümüne karşı gelen Garblılar derebeylerin piskoposların yerine kıralların istibdad ve idare-i keyfiyyesiyle ezilmeye başladıktan sonra kendileri hissetmişlerdir. Yaşamak için servetin ve bu esas dahilinde yeni müessesatın lüzumuna kail olan halk müstahsiller; sermayeye tarafdar veya düşman herhangi teşkilatın saha-i nüfuzuna dahil olmuştu. Demokrat liberal sosyalist komünist namıyla ortaya atılan mesalik-i ictimaiyyenin kaffesi için gaye servetten başka bir şey değildi. Müşareket-i hissiye neticesinde umumi vecheler sanayie ticarete münatıf olunacak tedrici CİLD - ADED - - SAYFA Saf ve zinde ruhumuzla emin olalım ki: Münevverlerimiz mürşidlerimiz vazifelerini idrak ettikleri takdirde esasat-ı İslamiyye bütün şümul ve füyuzatıyla az zaman içinde bütün Şark’ı tenvir edecektir. İslam hey’et-i ictimaiyyesinin haldeki zafı ne olursa olsun ruhen ahlaken manen Garb medeniyetine na-kabil-i itiraz bir rüchan ve tefevvuku haiz olduğuna şübhe yoktur. Bu mütearifenin tarihi ictimai yüzlerce misalini zikr etmek mümkündür. Ez-cümle Garb’ın bütün vesait-i maddiyye ve maneviyyesiyle üzerimize saldırılan düşmanlara karşı yalnız iman ve ahlak kuvvetiyle ve ancak seciyemizin ahenin salabetiyle kazandığımız son zafer nusret-i ilahiyyenin en büyük bir tecellisidir. Bundan başka son senelerde Afrika’yı baştan başa istila eden nur-ı İslamiyet’in cahil ve hun-har akvam-ı vahşiyye arasında derhal teessüs eylediğini; sulh ve adalet ve medeniyetin ruhlarda en derin ıstıfaları vücuda getirmeye beşeriyetin bu mühim kitlesini tarik-ı addid misyoner hey’etleri raporlarında itiraf etmektedirler. Buna mukabil aynı ruhanilerin mutalaalarına bakılırsa Hıristiyaniyet’in intişar eylediği sahalarda içki kumar fuhus ve katl gibi cemiyetin temelini yıkmaya kafi olan fenalıklar süratle terakki ediyormuş. Afrika hakkında tesbit edilen bu vakayiİslamiyet’in şayan-ı hayret bir süratle tevessüetmeye başladığı Okyanusya Cezairi’ne de şamildir. Kurun-ı Vusta tarihi cihanın zulmet ve cehalet bir zamanda tulueden şems-i İslamiyet’in nüfuz ve tenvir ettiği muhitlerde nasıl bir inkılab-ı mesud vücuda getirdiğini bu inkılabın siyasi ictimai ne gibi tahavvülatı mucib olduğunu ariz u amik şerh u izah etmiştir. Tali derecedeki edilleden sarf-ı nazar yalnız İslamiyet’in bütün beşeriyeti vahdaniyet-i rıyla hiçbir fark adalet cihetiyle en ufak bir istisna kabul etmemesi sunuf-ı ictimaiyyenin müstahsil ve müstehlik sınıfları arasında tevazün husule getirmesi ve İslamiyet vechesinin itikadi ahlaki ictimai iktisadi mecralarının ancak ittifak ve ittihada müntehi olması Garb’ın ruh-ı İslamı eden bu tarz-ı istihsal efradın seciyesini gün geçtikçe daha ziyade sarsıyor vicdanların mensi köşelerinde yerleşen en son itikadları da silip götürüyor. Başta Garb ictimaiyyunundan Edmond de Molen olduğu halde birçok alimler siyasiler muktesidler sermayenin iman ve vicdanda açtığı gayr-i kabil-i telafi yaralar önünde feryaddan kendilerini alamıyorlar. Her şeyi maddiyatla ölçen Avrupa yavaş yavaş –acı tecrübelerden sonra– maneviyatın hayat-ı ictimaiyyedeki mevkiini idrake başlamıştır. Çünkü; bugünkü gidişin müntehasını ruhsuz akim bir servet neticesi seciyesiz maaliyatsız bir hayat ve birbirine düşman heyeat-ı mücadeleleri arasında kaybolan hak ve hakikat mukabilinde elde edilen tahakküm ve tecebbür teşkil ettikçe atiden ne beklenebilir?.. Avrupa’nın esasat-ı ahlakıyye ve ictimaiyyeye fart-ı sadakat sayesinde nisbeten afetten mahfuz kalan mahalleriyle muhitin te’siratı Garb medeniyetinin müşterek vechesi içinde yine aynı neticeye doğru gitmekten kurtulamıyor… ve tahlile istinad etmeyen Garb medeniyeti tarafdarlarının gafletine hayret etmemek mümkün değildir. Avrupa’dan ilim ve hüner namına yegane öğrenebildiğimiz mesavinin taklidcilik kuyud-ı vicdaniyyeden teberri nifak ve şikak hod-bini gibi tereddiyatın bizi de felakete inkıraza sürüklediğine kaniolmak için binlerce delilimiz olmasa bile sade bu neticenin mülahazası kafi değil mi? Hey’et-i ictimaiyyemiz yabancı tufeyli te’sirler altında arızi bazı buhranlar geçirmekte ise de ruhumuz kuvvetimiz her zaman için zindedir. Zihnimize esasatımıza bünye-i milliyyemize muzır olan her bir taklidin aks-i te’siri cemiyetimizde bir sarsıntı tevlid ediyor fakat sathi bir tedkik bile bu irticaın uzvi olmayıp ufak bir itina ve teyakkuzla razın vücudunu ve vech-i tevlidini kabul ve itiraf etmek yanlış fikirlere saplanarak bugün önüne geçilebilecek bir halde olan buhran-ı ictimainin na-kabil-i tedavi müzmin bir şekil almasına meydan vermemek lazımdır. CİLD - ADED - - SAYFA ufak bir vesileden bil-istifade mekteblerimizin hatvelerle ekmele doğru yükselmesine ilmen fikren nakden yardım etmek bir vazife-i milliyye bir mücahede-i diniyye ve vataniyye olmalıdır. Hususiyle bizi elim hicranlara derin hüsranlara sürükleyen o meş’um Harb-i Umumi’nin zade-i den din vatan mefkuresiyle yetişecek genç zekaları öldürmek demek olacağına binaen bu müesseselerin hizmet olacağı şübhesizdir. Evet bir istihlas harbi mahiyetini gösteren bu mareke-i hevl-nakte babalarını kaybeden yavrucuklara birer ana kucağı gibi kapılarını açan bu yuvaları milletin bi-payan şefkatini tükenmeyen yardımını yılmayan azmini temsil edecek bugün mazi olan hüsran günlerini hatırlatacak birer abide-i teyakkuz ve intibah olacak surette yaşatmak Eazımın tezkir-i namı için dikilen heykellerin ensal-i atiyyeye telkin-i hissiyattaki muvaffakıyetlerinden daha ziyade te’sirleri görüleceği gayr-i münker bulunan bu müessesatın yaşamak azmini ahiren muazzam mücahedesiyle de isbat eden milletimizin canlı heykel-i idraki olduklarını pek derin ve samimi hislerle kabul ve bu noktadan esaslı bir surette ıslahına ihtiyac-ı asra göre Hele insan ihtiyacının pek müessir hissedildiği şu hengamede babalarını vatanının selametine kurban ettiğimiz bu yavruları cehlin veya sefaletin muhit-i muzlimine terk etmekle memlekete iki kat fenalık yapmış olmamak için bu vatan kuzularının bir ihtimam-ı tam ile tahsil ve terbiyelerine çalışmak memlekete cidden mühim birer uzuv olarak yetiştirilmelerine gayret etmek bu körpe fidancıklarla iştiğal edenlerin duş-ı himmetine terettüb eden vezaifden birini teşkil eder. Kazım Karabekir Paşa hazretlerinin yavruları burada verdikleri müsamerelerle enzar-ı umumiyyeye şunu vazetmiş oldular ki yetimler yalnız okşanmakla kendilerine tasadduk nevinden bir şey ihda edilmekle baştan savulacak naçiz nesneler değillermiş. Sorarım: İlim ve marifetle mücehhez bu yavrular Paşa hazretlerinin ihtimamından rakmaya kafi bir kuvve-i te’yidiyye teşkil eder. medeniyeti irfanı tarihi serveti bütün cihan-ı medeniyyet ictimaiyyununun nazar-ı dikkatinden kaçmayan bir tekemmüle evail-i İslamiyyedeki safiyete doğru yürüyor. Alem-i İslam’ın her tarafından yükselen intibah eserleri bu mesud gayenin Garb ruhunu Garb medeniyetinin ale’l-ekser mesavisini körü körüne taklid ve imtisas etmekle kaybettiğimiz fezaili esasat ve ananatımızın saf ve bakir ağuşuna atılmak suretiyle telafiye çalışmalıyız. Yediyüz seneden beri liva-i İslam’ın müdafii medeniyet-i İslamiyyenin piş-vası kalesi olan milletimiz için ifsadata kapılmamak Cenab-ı Hakk’ın ihsan eylediği bu en büyük şerefi muhafaza etmek harim-i ruhumuzu yabancı harslardan taklidcilikten Garbcılıktan kurtarmak yeayet-i celilesinde işaret buyurulan hüsran ve felaketten bizi kurtaracak kimse yoktur. Geçende iki şubesinin lağvı yaşını ikmal edenlerin kayıdlarının terkini gibi tadilat ve teemmülat ve gazetelerinin oldukça muhık muahezatını badi olmuştu ve bu vesile ile memleketin menfaati için yürütülen münakaşat bir hüsn-i neticeye müncer olacağı kanaatiyle bu vadide erbab-ı ihtisas tarafından faideli yazılar gazete sütunlarında görülmesi ümid edilmişti. Maalesef her şeyde olduğu gibi bu müessese ve tekamül namına erbab-ı vukufun düşündükleri bu iki gazetenin yazmış bulundukları birkaç cümle-i tenkidin kudret-i tebliğine münhasır kalmış oldu. Memleketi salaha ve bin-netice ekmeliyete sevk u isad edecek yegane kuvvet kudret-i feyyazanesini bizden gayri her yerde asar-ı bahiresiyle gösteren nur-ı maarif olduğuna göre en CİLD - ADED - - SAYFA dir-i Umumisi bulunmak hasebiyle medreselerin her türlü inceliklerine nüfuz etmesi tabii bulunmuş olan fazıl-ı muhterem Aksekili Hamdi Efendi’nin zaman-ı medaris-i İslamiyyenin mazi ve haline vakıf ve müdrik zevattan olacağı şübhesiz bulunan bu encümen-i ilminin nafive meşkur ve be-tahsis kabil-i tatbik kararlar ittihaz edeceğine ve senelerden beri kulaklarımızı dolduran ve hatta ’den tutunuz da’ın son cildine kadar hemen birçok sahifelerini teşkil eden “Islah-ı Medaris” “Medreselerin Islahına Doğru” “Medreselerde Terakki Esbabı” gibi yazıların telkin ettiği ihtiyacat-ı diniyye ve ilmiyyenin bu devirde olsun tatbikatını görmek kavliyatın saha-i filiyyata intikalini müşahede etmek suretiyle kariru’l-ayn olacağımıza büyük itimadımız var. Fil-hakika medreselerimiz kelimenin bütün manasıyla cidden acınacak bir haldedir. Taşra medreseleri hakkındaki tedkikat ve tetebbuatımızdan bahs etmeyi atiye hatta bizden daha ziyade bu hususa vakıf olanlara terk ederek medreselerin kadim bir müntesib ve hadimi olmak hakkında gördüklerimi beyan etmeyi kendim için bir vazife addederim. dan nazar-ı itibara ve ıslaha alınmaya muhtacdır. vardır. İbtida’-i Meşrutiyyet’te bu medreselerin hepsi mamur ve o tarihde bu İstanbul medreselerinde sekizbinden fazla talebe mevcud idi. Üç yüz yedi üç yüz sekiz tarihlerinden beri metruk ve muaf olan kura imtihanlarına Meşrutiyet’in başlanılması Balkan Harbi bu mevcudu hemen yarı yarıya indirmiş Şeyhulislam Hayri Efendi merhumun vücuda getirdiği teşkilat İstanbul Medresesi talebesinin adedini Tali Kısm-ı Evvel Kısm-ı Sani Kısm-ı Ali ve Mütehassısin namları altında birer mikdar-ı muayyen ve bilahare zuhur eden Harb-i Umumi’de talebenin tahsil görmüş en güzide sınıfı ihtiyat zabiti ve mahrum kalmış olsalardı pek hakir görmek istediğimiz küçük küfecilerden farkları kalır mı idi? Maa-haza bugün küfecilikle hayatını kazanmaya uğraşan bu kimsesizler arasında zamanının büyük bir dahisi olabilecek bir zekanın mevcud olmadığı ne malum… Feyz-ı inkişafa müsaid güneşli bir toprağa düşmekle gaye-i kemalini bulan bir tohum güneşin terbiye ve ihtimamından mahrum bir toprakta mahkum-ı fena cılız bir filizden başka ne olabilir? Bugün babalı babasız bütün etfal-i memleket katiyyen ihmali tecviz edilemeyen öyle kuvvetlerdir ki memleket hayat-ı müstakbelesini bunların gösterebilecekleri varlıktan alacaktır. Şu halde binleri tecavüz eden bu babasızları etmekle azim vebal işlenmiş olur. Hele bu müesseselerin önünden la-kaydane geçerken bir gün bizim de bir hizmet-i vataniyye ve diniyye uğrunda terk-i hayat ederek çocuklarımızın bu müesseselere girmek ati-i hayatı için buralardan ilim ve irfan say ü amel düsturlarını öğrenmek ihtimalini düşünerek bir ihtiyac-ı acilin doğurduğu bu müesseselerin daha mükemmel daha gayeli olmaları lüzumu bir kat daha kendini Umur-ı Şeriyye ve Evkaf Vekaleti’nin Daru’lhilafeti’l-aliyye medreseleriyle bil-umum medaris-i ğunu ve bu maksadla merkezde teşkil olunan bir encümen-i ilminin medreselerimizi icabat-ı hazıraya göre tensik ve lazım gelen mukarreratı tesbit etmekte bulunduğunu mevsuken istihbar ediyoruz. Tedrisat Müdiriyet-i Umumiyyesi’nde medresede doğmuş büyümüş medresenin münteha-yı meratib ve derecatı olan mütehassısin kısmında müderris sıfatıyla da bulunarak medreselerin ahval-i umumiyye ve hususiyyesini nevakıs ve ihtiyacatını bizzat görmüş ve nefsinde tecrübe etmiş ve epey zamandan beri de Tedrisat Mü muhacirler gelir medreselere yangın olur medreselere asker gelir medreselere cemiyetler teşekkül eder medreselere… Guya bu medreseleri vakıfin-i kiramın tedris-i ulum u fünun için değil adeta her şey için vakf ettiklerine herkes kani. Hoş! Bir yangını müteakıb medreselere iskan edilenler kendilerine mesken tedarik ettikten sonra medreselerden çıksalar yine razı olacağız. Halbuki on sene evvel vukubulan bir harikten çıkanların muhtac olmayan binlerce nüfusları elyevm medreselerde ve onların yanında harik ile muhaceretle alakadar olmayan ve birçoklarının hanesi bağı barkı olduğu halde yine binlerce Fakat oturduğu odaların raflarını döşemelerini hatta yanındaki odanın kapılarını yakanlar yine hala medreselerde ve bunlara bir şey söyleyen bile yok. Hep yaptıkları yanlarına kar kalmakta. Daha açık söyleyeceğim: Bugün medreselerde bulunan aileler içinde birçok vesikalı fahişeler mevcuddur. Bu hallerin önüne geçmek zamanı gelmiş hatta geçmiştir bile. Tedrisat Müdiriyet-i Umumiyyesi’nce tasavvur olunan medrese teşkilatına müsmir ve feyyaz bir vaziyet iktisab ettirmek için mes’eleyi evvela bu binalar noktasından tedkik etmek mecburiyeti var. Mevcud medreseler bu işe müsaid değildir. Bugün talebeden bir ferd bulunduğu medreseden odadan memnun değildir. İstanbul bugünün hayat ve ihtiyacıyla mütenasib medreselerden cidden mahrumdur. Hiç unutmam; bundan beş-altı sene evvel Meşihat’te me’mur ve müderrislerle meşgul bulunduğum sırada daire tabibi Doktor Ahmed Şevki Bey diğer bir refiki ile hıfzu’s-sıhha noktasından bütün medreseleri birer birer gezmiş tedkikat-ı fenniyyede bulunmuş mühim bir rapor vermişti. Bu raporda İstanbul’un yüzseksen küsur medresesinden ancak beş-altı tanesinin kavaid-i sıhhıyyeye muvafık bir surette kabil-i miş ve talebenin bu medreselerde nasıl idame-i hayat edebilmekte olduğuna hayret etmişti. Bu birçokları da nefer-i merkum sıfatıyla şehid olmuş harb saflarında ve mütarekeden beri Anadolu-İstanbul yolu kapalı kalmış olmakla bugün koca İstanbul’da ancak ve ancak yedisekiz yüz talebe kalmıştır. Bu efendiler yukarıda zikri geçen yüz seksen sekiz medresenin on yedisindesıkışmış bir halde bulunuyor. miyyesi noktasından bugün için pek elim bir manzara arz ve irae eder. Balkan Harbi Harb-i Umumi müteaddid harikler ve bilhassa bakımsızlık son on sene zarfında bu binalarda tasavvurun fevkinde tahribat leb-a-leb talebe ile meşgul olan bu binaların bugün maalesef ancak yirmi nihayet yirmi iki tanesi mamur ve oldukça muntazam olup yetmiş üç tanesi muhterik ve arsa halinde yirmi beşyirmi altısı harab ve münhedim kırktan fazlası da muhacir ve harik-zedelerle meskun ve meşgul bulunuyor. Mamur diye kayd ettiğim medreselerin on yedisini Daru’l-hilafeti’l-aliyye Medresesi Medresetü’l-İrşad talebe efendileri işgal etmekte mütebakisi kimi icarda kimi bazı müessesat ve cemiyat tarafından işgal edilmekte ve talebenin meskun bulundukları da dahil olduğu halde hepsi az-çok tamire muhtac bir vaziyettedirler. Muhacir ve harik-zedelerin gerek evvelce ve gerek bugün mukim bulundukları medreselerden hayır kalmamıştır. Bunların hemen hiç birisi tamir ile ıslah kabul etmeyecek bir haldedir. Esasen ben o kanaatteyim ki nihayet beş sene sonra İstanbul’da ahşab medrese olmak üzere CİLD - ADED - - SAYFA Baş tarafda verdiğimiz izahattan müsteban olmuştur ki; İstanbul’da bugün harab muhterik ve arsa halinde yüzkırktan fazla medrese vardır. Bunlardan halen ve atiyyen medrese olarak istifade kabil değildir. Çünkü harab olanların tamirine arsa halindekilerin de tecdidine imkan bugün anhadır. Bu halde bunları ol babdaki kanuna tevfikan nakd ile istibdal etmek ve bu paranın on parasına dokunmaksızın İstanbul’un münasib mahallerinde hıfzu’s-sıhha idare tedris noktasından müştemilat-ı lazimeyi havi ve ihtiyacata kafi binalar yapılabilir. Medrese arsaları deyip de kolay geçmeyelim. Bunların içinde o kadar kıymetlileri vardır ki bunların bir-iki danesi büyük bir medrese vücuda getirir. Beşiktaş’ta Bahçekapı’da Çarşı’nın en mühim mahallerinde İstanbul’un en geniş ve mamur caddelerinde medrese arsaları bilhassa zikre şayandır. Yalnız Fatih’den Çarşamba’ya doğru yeni açılacak olan cadde ile tarafeyninde otuzu mütecaviz büyük bir medrese arsası olduğunu söylemek bunların ehemmiyet ve kıymeti hakkında bir fikir verebilir. Bu binalar vücuda getirilinceye kadar kısmen ıslah suretiyle mevcud-ı hazırla idare-i maslahat etmek ve binalar yapıldıktan sonra Fatih Süleymaniye Bayezid ve emsali gibi asar-ı atikadan madud olan binaları hüsn-i muhafaza ile bunları yine medrese ve talebeye müteallik hususata tahsis etmek mesela kütübhaneleri buralara nakl etmek Medresetü’lKuzat Medresetü’l-İrşad talebesini Daru’l-Huffaz’ı Medresetü’l-Hattatin’i münferid mahallerden kurtarıp buralara yerleştirmek medrese me’zunlarından ve sair ders-i amlardan mücerred olanların ikametlerine bir-ikisini ayırmak talebe ve müderrisin ve me’zunin cemiyetlerini buralarda çalıştırmak suretiyle hayat-ı ilmiyyeye bu noktadan da bir küşayiş vermek bittabi çok faideli ve kıymetli olur. hakkındaki mütalaamızı bast u beyan sonra da usul-i tedris ile füyuzata dair düşündüklerimizi der-meyan edeceğiz. Müfti-zade raporun hulasaları el-yevm dairede mevcud olması lazım gelen tahminen üçyüz sahifelik siyah kaplı kırmızı meşin dipli ve sahife ve çizgileri matbuve Mustafa Şevki Efendi’nin talik yazısı Daru’l-hilafeti’l-aliyye teşkilatını hakkıyla tatbik ve takib etmek talebenin ahval-i umumiyye ve hususiyyesini daimi bir murakabe altında bulundurmak bilhassa talebeyi senelerden beri tamir yüzü görmeyen bugünkü ratıb ve berbad medreselerden kurtarmak daha doğrusu talebeye manevi hayattan mukaddem maddi hayat verebilmek başlamak iktiza eder. Bu babda benim düşüncelerim bu merkezdedir: El-yevm talebenin yatıp kalkmakta bulunduğu onyedi medrese atiyyen adedi tezayüd edecek talebenin bugünkü mevcuduna bile kifayet etmez. Talebe balık istifi gibi dört beş altı kişi bir odada bulunuyorlar. Hiçbir medresenin mutalaa odası yoktur. Derse çalışmak isteyen uyumak arzu eden rahatsız bulunan talebe hep bir odada gecelemeye mecbur. Hiçbir medresenin kütübhanesi yok. Talebe gündüzleri bile tedkik ve tetebbuiçin kütübhaneleri dolaşmak ihtiyacında. Halbuki herhangi bir gece bir kitaba ihtiyacı olan talebe o ihtiyacını tatmin etmekten aciz. Medreseler sözde leyli olduğu halde çamaşırlarını bizzat yıkayan talebe için çamaşırhane mevcud değil. Bazılarında bir çamaşır aralığı var rese avlularında veya odalara seriliyor. Şöyle böyle bir medrese müstesna olmak üzere hiçbir hamam yoktur. Medreselerin bir kısmında su bile yok. Odalar sobaya müsaid olmadığı için her talebe odasını mangal ile teshin ediyor. Bunun ne kadar mahzuru olduğu ara sıra vukua gelen hadiselerle müsbet. Binaenaleyh bu cihetler halledilmeden medreseler bu noktadan ıslah olunmadan hiçbir şeyin kıymet ve ehemmiyeti ve kabiliyet-i tatbikıyyesi olamaz. Bunun için en lüzumlu ve en basit ve kolay çare; İbtida’-i Haric İbtida’-i Dahil ve Sahn Kısımları için her bir kısmın talebesini istiab edecek üç büyük medrese vücuda getirmek esbabını te’min etmektir. CİLD - ADED - - SAYFA niyazda” bulunduklarını telgraflar haber veriyor. Biz hiç zannetmiyoruz ki İtalya’da halkın bu “tazarru ve niyaz”ıyla istihfaf edecek bir gazete bir muharrir bulunsun. Bunlar öyle hadiselerdir ki esbab ve sevaik-ı tabiiyyeleri oldukça keşf olunmakla beraber böyle felaketler karşısında insanların tedehhüş etmemesi istinad edecek bir nokta aramaması kabil değildir. Yerler sarsılırken halas munkatıolan dalgalar arasında çırpınırken hangi adam vardır ki Allah’ı anmaz Allah’a tazarruda bulunmaz. Tevessül edilebilecek esbab varken onu ihmal edip de Allah’ı kendi hizmetlerinde olur. Fakat acaba semalara lavlar fışkıran bir yanardağ yahud yerleri yaran bir zelzele karşısında edebilsin? Beşerin karşısında acze düştüğü afat-ı tabiiyye hakkındaki nazarı daima tazarruve teslimiyetten başka bir şey değildir. tirecek bir Semive Mücib’den mahrum kalması kadar gücüne giden bir şey yoktur. Kainatı bu kadar hali telakki eden bedbahtlar nazarında bu alem zindandan başka bir şey değildir. ları afetten halas için tazarruve niyazda bulunurken ve orada halkın bu hissi ile eğlenmek hiç kimsenin hatırından geçmezken maatteessüf bizim memleketimizde halkın bir afet karşısında Allah’a tazarruve niyazda bulunmaya da hakkı yoktur ve bazı muharrirler nazarında halkın bu his ve tazarruu bir eğlence zemini oluyor. Ya Rab! Müslümanlar kendi yurtlarında da mı garib oldular? Sen’den istimdad için tazarruda bulunmaya da mı hakları yok?.. Fuhuş kumar ve sair münkeratın hükumet tarafından menolunmasına gelince; bu esasen hükumet-i İslamiyyemizin vazife-i esasiyyesidir. Bunu ifa için halkın arzusunu izhara da hacet yoktur. Hükumet doğrudan doğruya bu münkeratı menile mükellefdir. Eğer irtikab-ı münkeratta pek ileri gidildiğini gören halk bunun menini taleb etmişse ve hükumet de halkın bu talebini tervic etmişse bundan dolayı hükumeti muahaze etmek kadar insafsızlık tasavvur olunamaz. Halkın Balıkesir’de kuraklık temadi etmiş. Ekinler kavrulmaya başlamış. Yağmursuzluğun müdhiş bir kıtlığı intac edeceğini gören halk bu hali kendi na-meşruamellerinin ceza-yı tabiisi olmak üzere telakki ederek işledikleri günahlardan tövbe ve istiğfar etmeye namazgaha giderek Cenab-ı Hakk’a tazarruve niyazda bulunmaya karar vermişler. Hükumet de halkın bu pek meşruolan arzularını isaf etmiş. Bütün memleket halkı yağmur duasına çıkarak günahlarının afv u mağfiretini rahmet-i ilahiyyenin ihsan buyurulmasını tazarruetmişler… Hadise bundan ibaret. Bunu işiten bazı gazeteler küplere bindiler; bir tarafdan halkın akaidi vaat eden hükumetin icraatını muahazeye kalkıştılar. Şimdi hakku’l-insaf söylemek lazım gelirse bu hadise münasebetiyle halka karşı hükumete karşı da istihfaf edecek ne vardır? Halkın maasiden tövbe ve istiğfar ile rahmet talebinde bulunması neden bazı muharrir beyleri bu kadar sinirlendiriyor? Artık bundan sonra müslümanlar dua da mı edemeyecekler? Dünyanın hiçbir yerinde halkın hissiyat-ı diniyyesiyle böyle istihfaf olunmaz. Halkın dini ile alakadar olmayanlar her yerde bulunabilir. Fakat bunların bu alakasızlıkları nefislerine münhasırdır. Kalkıp da halkın akaidiyle oynamak en büyük muayebattan sayılır. İnanmayan Bir felaket bir afet-i semaviyye karşısında kalan yet kaplar. Daldıkları fısk ve dalalet yüzünden bu afete maruz kaldıklarını itiraf ederler tövbede bulunurlar ıslah-ı hale çalışırlar. Bunun hiçbir zararı yoktur. Bilakis pek çok fevaid-i ictimaiyyesi vardır. Kainatı bir Semive Mücib’den hali görenler nazarında halkın bu tazarruları vahi telakki olunsa da bunun hiçbir kıymet-i ictimaiyyesi olmadığını Bugün Etna’daki facia sebebiyle halkın “bu afetten halas için Cenab-ı Hakk’a tazarruve CİLD - ADED - - SAYFA maneviyyeden mahrum bulunduklarından dolayı o irtibatı büsbütün nefy ü inkardan çekinmezler. Yağmurların toprakları ıslatması netice-i hayatiyye yatiyyede insanların hissesine düşen bir alaka-i kaviyye yok mudur? Varsa hayat-ı insaniyyenin en büyük netayic-i inkişafiyyesi olan temayülatın amal-i kalbiyye ve cismaniyyenin o gaye ile ahenk ve tevafukunu gafiller düşünmemişse mü’minler de düşünmemek mi lazım gelir? Hadisat-ı tabiiyye remeyen o gafiller bunları düşünemezler. Lakin; “Bu irtibatın bulunmadığını ne ile biliyorsunuz?” diye sual etsen cevab bulamazlar. Çünkü yalnız bir kudret-iamaya inanmışlardır. Sözleri ilimlerinden değil bu itikad-ı amiyanelerinden münbaisdir. Erbab-ı diyanet ise kemalat-ı vücudiyyeye bu iki tarik ile zü’l-cenaheyn olarak uçarlar. Tabiatin kuvvet ve fetreti hengamında maneviyata maneviyatın inkıbaz ve inkıtaı hengamlarında Dua kalblerin Cenab-ı Allah’a bizzat vakiolan bir ilticasıdır. Dergah-ı uluhiyyetten beklenen en büyük gayedir o ilticanın bahş ettiği ümid-i selamet ve necattır. Bunun içindir ki her Allah’ı bilen dua eder ve şeraitine mukarin olan duaların Dua edin ki ben kabul edeyim vad-i kudsisi mucebince mazhar-ı hüsn-i kabul olacağına iman eder. Şerait-i duadan birisi de münkerattan tövbedir. selam Efendimiz bizzat yağmur duası yapmışlar ve bu sebeble “dua-yı istiska” ediye-i me’sureden bulunmuştur. Şimdiye kadar vakiolan tecrübeler de nice nice dualar akabinde yağmurlar yağdığını göstere gelmiştir. Lakin bunu gözü olanlar görür kalbi olanlar bilir. Diğerleri ÜMMÜ’L-HABAİS Müskirat memnuiyetinin te’hirinden tevellüd eden bazı mahaziri geçen hafta izah etmiştik. hükumeti muahazeye kalkışan bu muharrirler “hakimiyet-i milliyye”nin “irade-i milliyye”nin mahiyetini maattessüf hiç de anlamamışlardır. Eğer halkın arzu ve iradesini tatbik ve icra etmek hükumet için mucib-i muahaze ise artık bu muharrirlerin “irade-i milliyye”den bahs etmeye hiç hakları yoktur. Demek ki onlar halkın arzu ve hissiyatına efkar ve iradesine mutavaat eden bir hükumet değil halkı kendi amal ve irade-i şahsiyyesi arkasından sürükleyen bir hükumet istiyorlar. Lakin şunu itiraf etmeleri icab eder ki böyle bir hükumet bir “halk hükumeti” değil ancak bir “istibdad hükumeti” olabilir. Bu bedbahtlar bütün mebadi-i ictimaiyyeyi ve kıymet mefhumlarını kıyem-i asliyye değil nakabil-i tatbik narhlar vazı şeklinde tasavvur etmek yorlar. Halbuki o kıymetler senden benden değil mebde’-i fıtrattan intişar eden avamil-i maneviyyedir. Şunu bilmeliyiz ki dua bütün diyanetlerin ruhudur. Din; Alim Semive Basir Mücibü’d-deavat Kadi’l-hacat olan bir Allah’a irtibat ve inkıyaddır. Filhakika bütün mevcudatı iki silsile-i hadisat teşkil eder: Birisi hadisat-ı tabiiyye ve cismaniyye diğeri de hadisat-ı maneviyye ve ruhiyyedir. kı Cenab-ı Allah’dır. Esbab-ı tabiiyyenin irtibatı Vücud-ı Bari’ye müntehi olduğu gibi esbab-ı maneviyyenin teakubatı da O’na müntehidir. İnsanlar bir tarafdan sıfat-ı halikıyyetle tarik-ı tabii ve cismaniden bir tarafdan da sıfat-ı uluhiyyet ve mabudiyyetle tarik-ı manevi ve kalbiden Allah’a maniyet ve ruhaniyetin nokta-i ittihadında tecelli ettiği için esbab-ı maneviyyeden kat-ı nazarla yalnız esbab-ı tabiiyye içinde yuvarlanan nefisler merci-i ekvan ile münasebat-ı ruhiyyeden mahrumiyetlerine kanidirler. Onlar duymayı anlamayı tasavvur ederler de mebde’-i küll olan Cenab-ı Halik’ı o gibi kemalattan mahrum addederler. Bunun içindir ki onlar erbab-ı dinin malik olduğu kuvvet-i kalbe malik olamazlar. Yağmur yağmakla kulub-ı beşerin temayülatı arasında bir irtibat-ı tabii göremediklerinden daha doğrusu tecarib-i CİLD - ADED - - SAYFA cak İstanbul Vilayeti’nin mütemadi mühletleri mütemadi kararsızlıklarıdır ki nihayet böyle bir riyor! Kavanin-i memlekete karşı böyle bir zann u zehabın hasıl olması ne kadar elimdir. Halkın meclis-i milli tarafından milletin irade-i sırfesine tercüman olarak vazolunan bir kanun aleyhinde böyle bir zehabın husulü doğrudan doğruya milliyye esaslarına bir tecavüzdür. Çünkü bu milletin bütün efradına bir su’-i itiyad eseri olarak varıncaya kadar bu milletin bütün efradına ayrı ayrı sorunuz. Bil-ittifak içkinin memnuiyeti lehinde he yoktur. İçki bizde hiçbir vakit müstehcen mekruh bir ibtila olmaktan kurtulamamış içki ve istikrah ile bakmış Müslümanlığın içkiye dair tealim ve evamiri daima hissiyatımıza hakim olmuş ve bu hissiyat hürmet göregelmiştir. Büyük Millet Meclisi bu hissiyatı nazar-ı itibara alarak memlekette irade-i milliyyeye rağmen aleni bir saha-i tahrib bulmaya başlayan müstevli bir salgın halini alan bu afeti ortadan kaldırmış ve bu suretle tealim-i İslamiyye ile meşbuolan irade-i milliyyeyi bi-hakkın tatbik etmiştir! Binaenaleyh Büyük Millet Meclisi tarafından verilen bu dini milli ahlaki ictimai kararın ilgasına imkan ve Büyük Millet Meclisi tarafından vazolunan bir kanunu bilhassa böyle tealim-i diniyyeye muvafık let meclisi nasıl ilga edebilir ki bu ilga ile hem dine hem ahlaka hem ictimaiyata hem temsil ettiği milletin arzusuna muhalefet etmiş ve vaz-ı aslisinin aleyhinde hareket ederek tabir-i marufuyla bindiği dalı kesmiş olur! Büyük Millet Meclisi tarafından bu esasat üzere vazolunan bir kanunun ahval-i umumiyyede hasıl ettiği salah aşikar iken; milleti hayat-ı aileyi yıkmak hayat-ı ictimaiyyeyi türlü türlü cinayat türlü türlü levsiyat ile alude etmek hayat-ı umumiyye-i sıhhıyyeyi rahnedar etmek gibi tadad ve tafsili uzun sürecek ve’ın sahaifinde pek Ez-cümle Men-i Müskirat Kanunu’nun ardı arası kesilmeyen mühletlerle tatbikini te’hir etmek yüzünden efkar-ı umumiyyede bu kanunun tatbik edilip edilmeyeceği hakkında bir tereddüd Büyük Millet Meclisi tarafından vazolunan kavanin arasında milletin ahlakı ictimai salahı namına pek büyük bir ehemmiyeti haiz ve irade-i milliyye olduğu ihtimam ve itina ile der-piş edilmediğine dair haklı itirazlar uyandırdığını beyan etmiştik. Bundan başka kanunun tatbikini te’hir ettirmek üzere makamat-ı aidesi tarafından der-meyan olunan esbabın hiçbir kıymeti ve maalesef son dakikada hatta son dakikadan sonra nazar-ı cek mahiyeti hiçbir vechile haiz olmadığını hükumetin memnuiyet kararını verdikten ve memnuiyet beyannamesini neşr ettikten sonra artık avn-ı ilahiye sarılarak bunu kemal-i sıdk u milletin dini ve ahlaki kudretine dayanarak tatbikten başka bir iş bulunmadığını şayed buna karşı gelen bir kuvvet varsa onu hiç düşünmeksizin efkar-ı umumiyyemize ve efkar-ı umumiyye-i cihana karşı teşhir etmekte tereddüd edilmemesi lazım geldiğini hak bizim tarafımızda olduğundan hakkı ihkaka çalıştığımız takdirde her maniayı devirerek ihraz-ı muvaffakıyet edileceğini geçen haftaki mülahazatımız sırasında yad etmeyi unutmamış memnuiyet kararını verdikten ve bil-fil memnuiyeti ilan ettikten sonra vuku bulan kahkari ricatin haricde efkar-ı umumiyye-i alem nezdinde icra edeceği te’siratın nasıl olup da nazar-ı itibara alınmadığından bahs etmiş ve bu gafletin dünya nazarında bizi mahcub edecek bir vaka olduğunu kayd eylemiştik. Bu hafta Avrupa matbuatı tarafından memnuiyet kararını takib eden ricat dolayısıyla yazılan yazıları okumuş ve okuduğumuz satırların kalbimizde açtığı yaralarla dil-hun olmuş bulunuyoruz. Dil-hun olmamak nasıl kabil olur ki bazı memnuiyet kararının te’hirini Men-i Müskirat Kanunu’nun kariben akd-i ictimaedecek Büyük Millet Meclisi tarafından ilgası ihtimaline atf etmektedir. Böyle bir ihtimal hiçbir Türkün hiçbir müslümanın hatırına hutur etmiyordu! An ve tarafeynden birinin arazisini diğeri aleyhinde birtakım harekata merkez olarak kullanmayacağı Şeria’da Arabistan Şibh-ceziresi’ndeki Arabların diği ve bundan yalnız Aden’in müstesna olduğu Filistin’de Arabların hukuk-ı medeniyye ve dünyeviyyesine tecavüz olunmayacağı bu hükumetler rinde gümrük mukavelatı akd etmek istedikleri takdirde İngiltere’nin bu arzuyu tahakkuk ettirmek arzusuyla çalışacağı bil-mukabele Hicaz kıralının tere’nin haiz olduğu vaziyet-i mahsusayı kabul ve madde Hicaz kıralının kab-le’l-Harb Asir ve Necid emirleri ile cay-gir olan münasebat-ı haseneyi ralının kendisiyle Asir ve Necid arasınaki hudud ve emlak münazaatını sulhen tesviye edeceği ve lede’t-taleb İngiltere hükumetinin bu münazaatı tesviyeye yardım için ibzal-i gayret edeceği altıncı madde Hicaz kıralının Londra’ya bir mümessil bil-mukabele limana kendi tarafından bir mümessil göndereceği Hicaz kıralının İngiltere Hindistan’a konsoloslar tayin edebileceği beyan olunmaktadır. Yedinci madde Hacdan ve İngiltere’nin Hac dolayısıyla dokuzuncu madde her hacının te’diye edeceği rüsumun tayini lazım geldiğinden bahisdir. Mevadd-ı saire hükumet-i Haşimiyye tebeasıyla İngiliz hükumet-i kıraliyyesi tebeasının mütekabil vaziyetinden bahs etmektedir. Kahire’de intişar etmekte olan refikimizin Başmuharriri Emin er-Rafii Bey bu muahedeyi mevzu-i bahs eden başmakalesinde diyor ki: “İngiliz siyaseti epeyce zamandan beri Arabistan Şibh-ceziresi’nde nüfuzunu hakim kılmak yük bir servete malik olması yahud azim bir kitle-i ahali ile meskun bulunması yahud askeri muhterem üstadımız Şeyh Abdülaziz Çaviş Efendi hazretlerinin salahiyetdar kalemiyle bütün fecayii teşrih olunmuş olan beliyyenin istisaliyle kazanılan muvaffakıyat meydanda iken bunları hiçe saymak ve bu beliyyeye yine bir meydan-ı tahrib yine salgın istila kapılarını küşad etmek akıl ve mantıkla menfaat-i umumiyye ile ve her şeyden ziyade desatir-i ahlakıyye ile kabil-i te’lif değildir. Binaenaleyh herhangi nokta-i nazardan muhakeme olunursa olunsun akd-i ictima edecek Büyük Millet Meclisi’nin Men-i Müskirat Kanunu’nu ilgaya kıyam etmesine imkan ve ihtimal yoktur. Bilakis bütün millet bu kanunun tatbikinde gösterilen müsamahaları kararsızlıkları memnuiyet-i tammeyi tatbik etmek için Büyük Millet Meclisi’nin müttefikan tedabir-i lazimeyi ittihaz edeceği suret-i katiyyede muntazardır. Memleketin istikbalini teşyid edecek kavi gürbüz içki gibi hadim-i ahlak hadim-i sıhhat afetlerin tahribinden salim bir neslin yetişmesini te’min edecek menfaati amim olan bir kanunu tarsin etmek hayati bir vecibedir. Geçen haftaki makalemizde hükumetin İstanbul’da Men-i Müskirat Kanunu’nun tatbikine karşı gelen esbab-ı hakikıyyeyi ortaya koymasını taleb etmekle biz bu gibi bed-hahane şayiaların meydana çıkmamasını istihdaf etmiştik. Ne kadar haklı olduğumuz tebeyyün etti. Bu defa da yine hükumetin ittihazı iktiza eden bütün tedabiri bir an evvel ikmal ederek bu gibi şayiaların vasi bir meydan-ı revac bulmamasına gayret etmesini ve Men-i Müskirat Kanunu’nu tatbike ihtimam etmesini taleb ederiz. Ahiren İngiltere hükumet-i kıraliyyesi ile Hicaz hükümdarı Şerif Hüseyin arasında akd olunacak olan bir muahede projesinin resmi bir hulasası Mısır gazetelerinde intişar etti. Bu hulasaya nazaran muahedenin birinci maddesi tarafeyn-i akıdeyn arasında sulh ve müsalemetin cari olduğu CİLD - ADED - - SAYFA Bütün hukuk-ı beyne’l-milel uleması himayeyi ber-vech-i ati tarif etmekte müttefiktirler: “Şekl-i hazırıyla himaye yeni bir sistemdir ki biri diğerinden daha kuvvetli olan iki devlet arasında bir münasebet vücuda getirir ve daha kuvvetli devlet zaif olan devleti müdafaayı taahhüd eder. Bu taahhüdün zaif devletin bahş edeceği bir takım müsaedat mukabilinde olması adettir.” olunan muahede kuvvetli İngiltere ile zaif Hicaz arasında bir münasebet vücuda getiriyor ve bu münasebet dolayısıyla İngiltere Hicaz’ı birtakım müsaedat mukabilinde müdafaayı taahhüd ediyor. Bu müsaadat hakkında muahedede birçok beyanat vardır. Bunların en mühimmi: Hicaz kıralı İngiltere tebeasına imtiyazat-ı adliyye bahş ediyor ve bunlardan biri müddei veya müddea-aleyh olduğu takdirde Hicaz mehakimine davanın rü’yeti esnasında bir İngiliz konsolosunun hazır bulunmasını ve İngiliz konsolosu birtakım itirazat der-meyan etmek istediği takdirde muhakemenin talikını kabul etmektedir. Bundan başka Hicaz hükumetinin derdest edeceği teslimi kabul edilmektedir. Hicaz’ın İngiltere’ye bahş ettiği müsaedat umur-ı dahiliyyeye inhisar etmeyerek umur-ı hariciyyeye de şamil bulunmaktadır. Muahede Hicaz kıralının Irak Mavera-yı Şeria Filistin’de İngiltere’nin vaziyetini kabul ettiğini ve bundan başka İngiltere’ye muavenet için her türlü gayrette bulunmayı taahhüd eylediğini kayd etmektedir. Bu muahede ancak fena neticeler tevlid ediyor: Hicaz’ı İngiliz himayesine tevdietmek. mek. mandasını tanımak. bir ehemmiyeti haiz olması gibi sebebler değil mahza orada emakin-i mukaddese-i İslamiyyenin Kabe-i Mükerreme’nin Ravza-i Mutahhara-i Nebeviyye’nin bulunmasıdır. Fakat Harb-i Umumi’nin mebadisinde eline Şerif Hüseyin’in düştüğünü görür görmez aradığını güveneceği adamı bulduğuna yeryüzündeki bütün müslümanları hakimiyetine münkad edeceğine Kabe-i Mükerreme’nin ve Ravza-i Mutahhara’nın makarrı olan arazi-i İslamiyyeye hükümran olmak ve Şerif Hüseyin ile menafi-i şahsiyyelerinin icabatına inkıyaden Hicaz’ın liz siyasetinin ağuşuna atılanları elde tuttukça bu maksadına nail olacağına kanaat hasıl etti. Tarih-i harbi ve Şerif Hüseyin’in harekatını teşrih etmek şimdi uzun sürerse de muma-ileyhin atmak istediği son hatvenin karşısında durarak Müslümanlığı ve müslümanları tehdid eden müdhiş tehlike dolayısıyla efkarı ikaz etmeyi “Arab-İngiliz” muahedesi tesmiye olunan muahedenin ğini beyan etmeyi bir vazife biliriz. Çünkü bu muahede yalnız bir netice tevlid edebilir ki o da Hicaz’ı İngiliz himayesine alenen koymak yani Kabe-i Mükerreme’yi ve Ravza-i Mutahhara’yı hıristiyan bir devletin himayesine tevdietmektir!! Bu yalnız bizim hatırımıza hutur eden bir şey değil bilakis hulasa-i resmiyyesini neşr ettiğimiz muahedenin icabıdır. Bu muahedenin beşinci maddesinde deniliyor ki: “İngiltere kıralı tayin olunan hudud dahilinde Hicaz kırallığına karşı vukubulacak herhangi harekat-ı husumet-karaneye bütün harbi veya müsalemet-karane vesail himayenin ta kendisidir. CİLD - ADED - - SAYFA Bir Japon Profesörünün Mütaleatı ru’l-fünunu Asr-ı Hazır Tarihi Profesörü Sabitaro Kemeyama ile İzmir’de münteşir refikimizin bir muharriri atideki mülakatı yapmıştır: – Memleketimizin nerelerini dolaştınız? – Evvela İstanbul’da üç ay kadar kaldım. Bursa’yı Ankara’yı Afyonkarahisar’ı Eskişehir’i ziyaret ettikten sonra dün de İzmirinize bu güzel şehrinize geldim. Ankara’da üç hafta kadar kaldım ve Ankara’yı kendi nokta-i nazarıma göre pek şayan-ı dikkat ve calib-i merak buldum. Zira Ankara’da Türklerin geçirdikleri sade hayatı Japonların Japonya’daki hayatlarına pek müşabih buldum. Bilirsiniz ki Japonlar pek sade bir hayat geçirirler. İki sene evvel Japonya’ya gelmiş olan en büyük Amerikalı bankalarından New Yor National City Bank Müdiri Frank Vanderlip Japonya hakkında demiştir ki: “Japonların sokaklarında kaldırım yok. Fakat Japonlar buna rağmen Avrupa memleketlerine para ikraz ediyorlar.” Ankara dahi alayişe ehemmiyet vermiyor. Bu suretle Japon şehirleriyle büyük bir müşabehet hasıl oluyor. – Memleketimiz şehirlerinden hangisini beğendiniz? – İstanbul pek güzel bir şehir; yalnız ziyade Avrupalılaşmış fazla Garblılaşmış. İstanbul’da hakiki Türk hayatını görüp anlamak kabil değildir zannederim. Bu itibarla Ankara’yı daha Türk ve daha Türklüğe yakın buldum. Ankara müceddeden inşa edilecekmiş. Bu yeni inşaatta tabii Türk tarz-ı mimarisi nazar-ı dikkate alınarak yapılacak olursa Ankara bütün manasıyla Türkün şehri olur. – Türk kadınlığı hakkındaki fikrinizi sorabilir miyim? – Türk kadınlığını tesettüre riayetkar buldum. Demek ki iffet ihmal edilmiyor. Halide Edib ve Fatma Aliye Hanımefendiler’le görüşŞerif Hüseyin yalnız Hicaz’ın istiklalini mahv etmekle iktifa etmeyerek sair Arab memalikinin kat buna rağmen kendisi de tarafdaranı da hiç utanmadan Arabların rehakarı hamisi reisi olduğunu Şübhe yoktur ki Kabe-i Mükerreme’nin ve Ravza-i Mutahhara’nın makarrı olan memleketleri üzerinde hakimiyet-i ecnebiyyeyi idameyi taahhüd eden bir adam hiçbir vakit kendisine rehakar lakabı veremez. Bilakis böyle adam her müslümanın her Arabın istihkar edeceği bu harekat Şerif Hüseyin Beytullah Ravza-i Mutahhara’yı de hakk-ı tasarrufu haiz değildir. Bu arazi bütün müslümanların mal-ı müşterekidir. Yeryüzünde bir tek müslüman bulunmaz ki bu arazinin bir himaye altında yaşamasına razı olsun. Şerif Hüseyin böyle meş’um bir muahedenin netayicini takdir ederek bunu akd etmekten vazgeçmelidir. Nitekim yeryüzündeki bütün müslümanların bunu protesto etmeleri lazım gelir. Bu onların hem hakkı hem vazifesidir. Mümkün olsa da Şerif Mehmed Şeref Adnan Paşa’nın geçen sene neşr ettiğimiz teklifi tatbik rinde bir İslam kongresinin akdiyle Hicaz’ın mukadderatını mevzu-i bahs etmeyi ve onu ecnebi Cenab-ı Hakk’ın Beyt-i Mükerremi’ni ve Resul-i Muazzamı’nın Ravzası’nı muhafaza buyurmasını tazarruederiz.” Emin er-Rafii Bey biraderimizin bu sözlerine siyat-ı İslamiyyeye bi-hakkın tercüman olmuştur. Yalnız şunu ilave edelim: Beyt-i Mamuru’nu ashab-ı filden tayr-ı Ebabil göndermekle sıyanet eden Cenab-ı Kadir-i zü’l-Celal böyle bile bile harim-i mukaddes-i İslamı çiğnemek isteyen hainleri de her halde ceza-yı sezalarına çarpacaktır. Her halde müslümanlar vazifelerini ifaya şitab etmelilerdir. CİLD - ADED - - SAYFA Türk Ocakları Reisi Hamdullah Subhi Bey Darü’l-fünun kütübhanesinde gençlerle görüştüğü sırada Türk Ocakları’nın maksad-ı teessüsü ve gayeleriyle hars ve ırk din ve milliyet hakkında felsefe me’zunlarından Osman Bey tarafından vuku bulan suale mufassal cevablar ita eylemiş ırk ve milliyet mes’eleleriyle Türkçülük ve İslamcılık davalarına nakl-i kelam eyleyerek Türklüğün kan ve ırk münasebetlerinde değil hars mefkure lisan tehassüs itibarıyla birbirinin aynı olan insanlarda bulunması lazım geldiğini izah eylemiştir. senesinde Göztepe’de merhum Hasan Rami Paşa’nın köşkünde küşad edilen Amerika Mektebi müslüman talebatından aldığımız bir varakada mezkur mektebden şikayet edilmektedir. Bu varakaya nazaran Türk talebelerde sabahları kiliseye gitmedikleri takdirde ahlak numaraları kırılmaktadır. Bundan maada müslüman talibat Pazar günleri saat onbirden ikiye kadar mektebin kilisesinde isbat-ı vücud etmeye icbar edilmektedir. Müslüman talibat bu halden mektebin müdürüne şikayet etmişler ise de müdür efendi; “Size Garb’ı öğretmek istiyoruz.” gibi gayet garib bir cevab vermiştir. Mezkur mektebdeki Türk talebeler aynı zamanda her gün kendilerine İncil dersleri verilmesinden de şikayet etmektedirler. Görülüyor ki bu Amerika Mektebi çocuklarımızı Protestan yapmaya çalışmaktadır. Zaten ecnebi mektebleri müslüman talebeyi tanassur ettirmeye uğraşmaktan hiçbir zaman hali kalmamaktadırlar. Bu babdaki şikayetleri mükerreren yazdık. Fakat hiçbir semeresi görülmedi. Hükumet ecnebi mektebleri nezdinde teşebbüsat-ı katiyyede bulunmalı müslüman çocuklarını tanassur ettirmeye çalışmaktan başka bir şey olmayan bu küstahlıkları menetmelidir. Çünkü reha ve itilamız için çocuklarımızın sağlam bir akide-i İslamiyye ve milliyyeye malik olmaları lazımdır. Filistin: kabul ettiği günden beri bütün ma-melekini hayatını İslamiyet uğrunda fedadan çekinmeyen koca bir Salib alemine karşı Müslümanlığı tüm. Türk kadınlığının yüksek simalara malik olduklarını görerek sevindim. Yalnız İstanbul’da gördüğüm bazı hanımların tuvalete pek düşkün olduklarını gördüm. Japon kadınlığı moda hususunda pek muktesiddirler. El-yevm Tokyo’da iki inas daru’l-fünunu vardır. Her Japon kadını az-çok okur yazar fakat milli ananelerine sadık kalır ve Japon kadını parasını sokaklara atarcasına tuvalet düşkünü değildir ki bu hal mahalli iktisadiyat üzerinde pek büyük te’sirler yapar. müddetten beri ihtiyar-ı ikamet eden şürefa ve sadat şehrimizi peyderpey terk etmektedirler. leri şu son zamanlarda müşkilleşmiştir. Mısır ağniyasından mürekkeb bir komite bu husus için çalışmakta ve lazım gelen parayı İstanbul’a göndermektedirler. Haber alındığına göre her bir seyyid ve seyyide için onbeş İngiliz lirası masarıf-ı rahiyye tahsis edilmiştir. Geçen hafta on kişiden mürekkeb bir kafile Mısır ve Yemen’e müteveccihen hareket etmiştir. Muktezi meblağın vüruduyla beraber yeni bir kafilenin daha hareketi mukarrerdir. te’sis edilen Türk Ocağı geçen Cuma günü umumi bir kongre akdine teşebbüs etmişse de azadan ancak kırk kişi kadar geldiğinden halbuki nizamnamesi mucebince la-ekall ikiyüz aza bulunmak zaruri olduğundan o gün küşad olunamamış başka bir zamana te’hir olunmuştur. Vatan gazetesinin istihbaratına göre ocakta toplanmış olan gençler yekdiğeriyle pek hararetli müzakere ve münakaşalarda bulunmuşlardır. Eski hey’et-i idarenin ibraz ettiği faaliyet ile kadınların yeni hey’et-i idareye iştirak edip etmeyecekleri de mevzu-i bahs olmuş ve bazı Ocaklılar Ocağın tezyin ve tefrişi için ihtiyar edilmiş olan masarıfın mahalline masruf olmadığını ve Anadolu köylüsü pek sefil ve perişan bir halde bulunduğundan her şeyden evvel bunlara muavenet lüzumunu beyan etmişlerdir. CİLD - ADED - - SAYFA tın nakışlarla bedii bir surette tezyin edilmiş olan kılmadığı takdirde harab olması muhakkaktır.” Bu davetname bundan sonra bu tamirin keşfinden ve emr-i mühimmi Mimar Kemal Beyefendi’nin der-uhde ettiğinden fakat mahalli evkafın bu işe tamamıyla kifayet etmediğinden bahisle diyor ki: “Binaenaleyh Meclis-i İslami bütün akvam-ı sunda dest-i muavenetini uzatması için bir davet yapmaya karar vermiştir. Hakkında üçyüzelli milyon ri beslediği bir mabedin harab olmasının önüne geçilmelidir. Her müslüman kardeş bu hususda elinden geleni esirgememelidir. Bu bir hayırdır ve Cenab-ı Hak Kur’an-ı Azimü’ş-şan’da;Allaha ve yevm-i ahirete inananlar mesacid-i ilahiyyeyi tamir ederlerbuyuruyor. Cenab-ı Hak sizi ve bizi bu işte muvaffak bi’l-hayr buyursun!” Hey gidi müslümanlar ne hallere düştüler!.. Ne idiler ne oldular!.. Kelimeleri tarumar oldu vahdetleri yıkıldı şevketleri söndü mabedleri harabeye yüz tuttu gönülleri fütura düştü. Şimdi feryad ediyorlar. Fakat heyhat bu seslere cinlerden başka cevab verecek yok! Basiretleri zail olanların kulakları da işitmez olur. Şehzadebaşı : Evkaf-ı İslamiyye Matbaası müdafaadan hiçbir zaman geri durmayan Türklerin çekildiği yerlerden yükselen feryadlar tahassürler Ecnebilerin iğfalatına kapılarak Türkleri başka türlü görmek isteyenler ayrıldıktan sonra Türklerin kıymetlerini fedakarlıklarını din yolundaki hizmetlerini makamat-ı mübarekeyi himaye hususundaki himmetlerini anlıyorlar. İşte Kudüs’den çekileli henüz birkaç sene olduğu halde oraları ne hale geldi! Yahudiler müslümanlara hükm etmeye başladı. İslam’ın en mübarek mabedi olan “Mescid-i AksaHarem-i Şerif harabeye yüz tuttu. KudüstekiMeclis-i Şeri-i lümanları Kudüs-i Şerif’in tamiri hususundaki yardıma davet ediyor. Diyor ki: “Dünya üzerinde bulunan bütün müslüman nab-ı Hakk’ın etrafını mübarek kıldığı birinci kıble üçüncü harameyn olan Mescid-i Aksa’ya çevirsinler. Birçok bedayi-i fenniyye ve mimariyyeyi haiz olan Harem-i Şerif ve Mescid-i Aksa yakında harab olmaya ve Allah göstermesin yeryüzünde o muazzam eserden bir şey kalmamaya mahkumdur. Mescid-i Aksa’nın kubbesi yağmur kar rüzgar fırtına ve sair hadisat-ı tabiiyye neticesi olarak yavaş yavaş sukut etmek istidadını göstermekte ve uzun zamandan beri kurşun safhaları ve ahşab aksamı esasen harab olunmuş bulunmaktadır. Bir daha tanzir edilmeyecek surette alilga olundu. Bunun üzerine bu mühim vazifenin Mes’ele vekalet-i müşarun-ileyhaya gelince Şeriye Vekili Abdullah Azmi Efendi hazretleri; “Bu işin şimdiye kadar taahhurunda bir hikmet olduğu anlaşılıyor. Demek bu cevabı vermek Ankara’ya nasib olacakmış. Büyük Millet Meclis-i cevabın derhal neticelendirilmesi icab eder.” diye işe kemal-i ciddiyyet ile başladılar. Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye ile İfta Hey’etleri birleşerek Hakkı Beyefendi’nin eserini tedkike başladılar ve bazı tadilat ile neşrine karar verdiler. Eserin tedkikatı hitam bulduğu sırada Abdullah Azmi Efendi hazretleri Şeriye Vekaleti’nden çekilmiş Konya Mebusu Vehbi Efendi hazretleri onu istihlaf etmişlerdi. Müşarun-ileyh Vehbi Efendi hazretleri tedkikatı hitam bulan bu eserin neşrini tasvib etti. Şu kadar ki bu eser pek mufassal olduğu cihetle daha veciz daha sade ve diğer lisanlara tercümesi daha kolay diğer bir eserin te’lifini Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Reis-i Alisi Şeyh Abdülaziz Çaviş Efendi hazretlerine havale buyurdular. Bunun üzerine üstad-ı müşarun-ileyh başka bir tarz-ı nevinde mükemmel bir eser vücuda getirdiler. Tahrir ve te’lifi hitam bulan bu eserin şimdi Başmuharrir Sahib ve Müdir Beş sene mukaddem Hayderi-zade İbrahim Efendi hazretlerinin zaman-ı meşihatinde Anglikan Kilisesi Makam-ı Meşihat’den bazı sualler sormuştu. Müşarun-ileyh lazım gelen cevablar verilmek üzere mes’eleyi Daru’l-Hikme’ye havale buyurmuştu. Daru’l-Hikme mes’eleyi lazım gelen ehemmiyetle telakki etti. Azasından müteaddid zevat ayrı ayrı cevablar yazmaya başladı. Lakin araya bir rakabet girdi. Bir aralık mebahisi kendi aralarında taksim ile tahrir etmek cihetini tecrübe ettiler. O da olmadı. El-hasıl dört-beş sene zarfında şu mes’eleyi bir neticeye iktiran ettirmeye muvaffak olamadılar. Nihayet son zamanlarda üstad-ı muhterem olunarak bunun etrafında müzakere ve münakaşalar başladı. Komisyonlar teşekkül etti. Tekrar tekrar tedkik olundu bazı mebahisi sansür edildi. Uzun müzakere ve münakaşalardan sonra bu cevabın gönderilmesine karar verildi. Fakat Daru’l-Hikme ona da muvaffak olamadı. O sırarada müşarun-ileyh Hakkı Beyefendi Ankara’da bir İslam Akademisi mahiyetinde olan Şeriye Vekaleti’nde yeni müteşekkil Tedkikat ve Te’lifat-ı Ankara’yı teşrif ettiler. Biraz sonra Daru’l-Hikme yeti nedir? Bidayet-i zuhurundan beri bu din hayat-ı medeniyye ve fikr-i beşer üzerinde ne gibi te’sirler husule getirmiştir? Bunların aşağıda icmal edilecek diğer birtakım suallerle birlikte izahını Meşihat mes’eleyi kemal-i ciddiyyetle telakki ederek Din-i İslam’ın usulüne füruuna vakıf zevattan müteşekkil Daru’l-Hikme hey’etine gönderdi. Üstad-ı muhterem İzmirli İsmail HakkıBeyefendi tarafından bu mevzua dair o zaman unvanlı bir eser kaleme alınmıştı. Hey’etin maz-har-ı takdiri olan bu mühim eser maksadı te’mine her cihetle kafi di. Ancak üstad-ı fazıl Şeriye Vekili Hoca Vehbi Efendi hazretleri bu risalenin neşrinden yahud Anglikan Kilisesi’ne irsalinden evvel bir kere de riyasetiyle mübahi bulunduğum Tedkikat ve Te’lifat-ı İslamiyye Encümeni’nce tedkikini arzu buyurdular. Bunun üzerine encümen eserin ihtiva ettiği mebahis-i aliyyeyi nazar-ı teemmülden geçirdi ve lazım gelen tadilatı icra ederek neşrine karar verdi. Filhakika İslam’ın akaidini ahkamını adabını tamamıyla muhit olan bu te’lif-i güzin Din-i Tevhid’in masum çehresine uzun asırların yığdığı zünun ve evham perdelerini yırtmış atmış nasiye-i dini birçok nesillerin eliyle sürülen siyah lekelerden temizlemiştir. Bununla beraber Şeriye Vekili efendi hazretleri daha veciz daha sade ve diğer lisanlara tercümesi daha kolay bir ikinci eserin daha kaleme alınmasını acizlerine teklif buyurdular. Bunun üzerine mütevekkilen alallah işe başladım. Eserimde serd olunan suallerin hududu haricine çıkacak değilim. Yalnız ilerdeki mebahisin anlaşılmasını kolaylaştıracağı için ayrıca bir mukaddimeye lüzum gördüm. Sualler şunlardır: Din-i İslam nedir? Gerek hayat-ı fikriyye gerek hayat-ı maddiyye sahasında Müslümanlığın husule getirdiği te’sirler neden ibarettir? ticelenen inkılabatın esbab ve avamili hakkında Hayat-ı hazıranın mezahimine karşı ne gibi çareler gösteriyor? Ankara’da tabedilmekte olduğu Arabca yazılan bu eserin yine müellifi tarafından İngilizce’ye tercüme edilerek Türkçe nüshasıyla beraber Anglikan Kilisesi’ne Şeriye Vekalet-i Celilesi tarafından resmen gönderileceği ayrıca tabedilmekte bulunan ve pek mühim mebahisi ihtiva eden üstad-ı muhterem Hakkı Beyefendi’nin eserinin de her tarafa dağıtılacağı memnuniyetle haber alınmıştır. Demek ki bu mes’ele artık hüsn-i suretle neticeleniyor. Ve bütün Müslümanlık ve Hıristiyanlık Alemi’ni alakadar edecek olan bu muazzam vazifenin ifası Büyük Millet Meclisi hükumetine nasib oluyor. Büyük Millet Meclisi için bu bir fal-i hayrdır. Bu cevab Büyük Millet Meclisi’nin izzet ve şerefini bütün Cihan-ı İslam’da tezyide hadim olacağı şübhesizdir. Yirminci Asır’da Müslümanlık kendi esasat ve desatir-i aliyyesini Hıristiyanlık Alemi’ne karşı bast u temhid ediyor. Ulumun bugünkü hariku’l-ade terakkıyatı huzurunda İslam kendi mahiyetini hayat-ı fikriyye ve maddiyyedeki te’siratını inkılabata karşı nokta-i nazarını cihanı taht-ı tazyikinde ezen mezahim-i hazıraya çare-saz olacak düsturlarını teşrih ediyor. Bittabi bu cevab Şark ve Garb aleminde büyük bir ehemmiyetle nazar-ı tedkike alınacaktır. Ve neticede hiç şübhe yok İslam’ın ulviyeti nasıl bir din-i fıtri ve umumi olduğu beşerin saadeti için bundan başka bir yol olmadığı tezahür edecektir. Bu muazzam eseri büyük bir itina ile Türkçe’ye tercüme eden Akif Beyefendi üstadımızdır. Fevka’l-ade ehemmiyeti haiz olan bu mühim eserin bazı parçalarının ile şimdiden neşri münasib görüldüğü cihetle ber-vech-i ati mukaddimesinin neşrine ibtidar olunmuştur. Hemen Cenab-ı Hak böyle muazzam bir hizmet-i İslamiyye hükumetini Şeriye Vekaleti’ni Ted-kikat ve Te’lifat-ı İslamiyye hey’etini ile’l-ebed payidar eylesin ve daha böyle nice nice hidemat-ı muazzama-i yursun amin! Bismillahirrahmanirrahim Beş sene kadar oluyor Anglikan Kilisesi İstanbul’daki Meşihat Makamı’na Londra’dan bir mektub göndermişti. Din-i İslam’ın ruhu mahi CİLD - ADED - - SAYFA tahakkuku üzerinedir ki beşer bütün hüsranının bütün sefaletinin menşe’i kesilen şu maddeden başka bir mabuda ihtiyac duymaya başlıyor. Kendilerini muhat oldukları hırmandan kurtaracak bir münci saha-i saadete doğru çıkaracak bir mürşid görebilmek için boyunlar uzanıyor gözler afak-ı imkanı süzmeye başlıyor. Fatır-ı Hakim’in kanun-ı ezelisi o suretle cereyan etmektedir ki herhangi ümmetin başı sıkılır efrad arasında fitneler fesadlar çoğalırsa vehametini anlatacak bir müceddid gönderilir. devam etmiştir; dünyanın sonuna kadar da aynı seyri takib edecektir. Bu nebilerle bu müceddidlerin zuhurundan maksad fesada varan şuunun salahını te’min etmek çığırından çıkan ahlakı yola getirmek sukut içinde çırpınan ruhları yükseltmektir; başka hiçbir şey değildir. Ancak bunlardan bir kısmı mahdud ve muayyen ümmetlerin mahdud ve muayyen dertlerine karşı yine mahdud çarelerle gönderilmiştir; Salih ve Hud aleyhimesselam ile enbiya-yı Beni-İsrail’in birçokları gibi. Bir kısmı da insanları behimi heveslerden alıkoymak ve bütün hatiatın en başındaki ihtirasdan kurtarmak için gelmiştir ki Isa aleyhisselam bunlardandır. Evet Hazret-i Mesih medeni kanunlara meşruti nizamlara sahib bir kavim içinden zuhur etmişti. Yalnız bu kavim şehevatının esiri kesilmişti behimi hırslardan başka hiçbir zevk ile oyalanamıyordu. Hazret-i etmişti ki murabahacılık beşeriyetin kanını kurutmuş halk Allah’ı bırakıp hahamlarına tapınıyordu. Evet Cenab-ı Mesih Yahudilerle mücavirleri bulunan ümmetlerin arasından öyle bir zamanda zuhur etti ki bütün karabet-i rabıtaları tarumar olmuş ahlak tefessüh etmiş behayim gibi yiyip mıştı. Yürekler din duygusu vicdan kaygısı gibi kuva-yı zacireden büsbütün hali idi. Bunun için muharremat alabildiğine revac bulmuş; merhamet şefkat meyilleri ise tamamıyla silinmişti. kemal-i şiddetle tenfir için Isa ibnu Meryem’in gun-a-gun usullere müracaat ettiği nefislerdeDin-i hayat-ı hariciyye sahalarındaki asarını tedkik etmezden evvel kainat-ı beşerin risalet-i Muhammediyye devrindeki ahval ve şuunu üzerinden cak. Maamafih biz bu kainat-ı beşerden yalnız Ceziretü’l-Arab’da oturan ümmetlerle bunların şarkında şimalinde garbında sakin bulunarak kendileriyle siyasi gayr-i siyasi münasebatı olan mücavir akvamı kasd etmekteyiz. Malumdur ki in-san harekatında doğru yolu bulmak ve hayır ile şerri ayıran hududu seçerek başkalarının huku-kunu çiğnememek ve umumun menafiini şahsi menfaatine kurban etmemek için nimet-i akıl ile meftur olmuştur. Ancak insanın sırf maddi ve hayvani olan kısmı çok defalar kendisinin ruhani olan unsuruna galebe ediyor ve o zaman irade-i beşer önünde birçok yollar ayrılıyor; tabir-i digerle hukukun sahasını hududunu gösteren nişaneler yıkılıyor; faziletin yolları izleri siliniyor; artık adaleti insafı te’min hususunda akıl bir mevcudiyet gösteremez oluyor. İnsanlar kudret servet itibarıyla mütefavit oldukça bunları birbirine tecavüzden men edecek bir kuvve-i zacire kalmıyor. O zaman kavi zaifin üzerine çullanıyor; zengin fakire tahakküm ediyor. Beşer maddeye ve hevesatına tapındıkça ruh-ı insaninin gayesi olan faziletten gaflet etmiş kuvvetliler kanunun takibinden emin oldukça acizlerin bütün hukukunu kendileri için helal tanımış ve o bi-çarelerin zararına olarak maddi şahsi bütün emellerini tatmin hususunda merhamet adalet namına hiçbir hissin münkadı olmamıştır. İşte insanın zuhurundan beri yeryüzünü dolduran mezalimin ve ebna-yı beşerden bir kısmının diğerine saldırmasının sırrı budur ki tafsiline mukaddimemizin müsaadesi yoktur. Bu hususda fazla izahat için marifetü’n-nefs ve ahlak kitablarına müracaat ister. Efrad-ı beşerin birbirine savleti yüzünden acizlerin felaketi artıyor; zulüm yangınları efrad arasındaki hukuk-ı mütekabilenin hududunu gösteren nişaneleri yakıp yıkıyor; neticede ise mallar canlar ırzlar mubah oluyor. İşte bu elim akıbetin CİLD - ADED - - SAYFA herhangi bir emrine karşı münakaşayı suret-i katiyyede tahrim ettiler. Hasılı Cenab-ı Mesih arkada kalanlar için geniş bir boşluk bırakarak gitti ve kendinden sonra gelen ruesa-yı din o boşluğu öyle bir tarzda doldurdu ki dehşeti yalnız akvam-ı nasraniyyeyi riyyetin hüsranına sebeb oldu. Şayed bilhassa Onsekizinci Ondokuzuncu Asırlar’da birbirini takib eden ihtilaller inkılablar olmasaydı ne Avrupalı ne de başkası için bu ruesanın mezaliminden kurtularak saadetin yüzünü görmek ebediyyen nasib olmayacaktı. Malumdur ki; edyanın kıymetini takdir rindeki te’sirinin derecesidir; zira her yerde ve her zamanda akvamın istinad ettiği erkanı cemaatin vücud bulduğu anasırı halk tabakası teşkil eder. Ümmetlerin saadeti yahud felaketi bunların saadeti yahud felaketiyle tahmin olunur. Kezalik hayat-ı ictimaiyyenin fesadı yahud salahı bu tabakadaki fesadın yahud salahın mikdarıyla bilinir. Binaenaleyh bir dinin salahiyetini yahud adem-i salahiyyetini tedkik için müracaat olunacak miyar kendisine ittibaeden cemaat üzerinde vücuda getirdiği asarın mahiyetinden ibarettir. O halde herhangi bir dinin hüviyetini bilmek isteyen kimse şu cihetleri tedkik etmelidir: Acaba o din kendisiyle mütedeyyin olan cemaatleri ve ferdleri yükseltebiliyor mu? Acaba halkın şuununa salah muamelatına intizam veriyor mu? Acaba efradı birbirine taarruzdan menediyor mu? Acaba hissiyata necabet ruhlara nezahet vererek Acaba fikri yükseltmeye cehli kovmaya hasılı vesail-i maişeti ticaret sanat ziraat gibi erkan-ı hayatı daha mükemmel bir hale getirmeye yardımı dokunuyor mu? Madem ki edyanın gayesi –bizim anlayışımıza göre– ümmetlerin salahını saadetini te’minden her dinin mertebesini bu sahada vücuda getirdiği asar ile ölçülmek tabiidir. Şunu da söylemek icab eder ki; “Dünyaya aid şuunu dine karıştırmamalı; edyanın vazifesi sırf vicdani ve ruhi birtakım adab ve talimata inhisar etmeli!” iddiası hata-yı mahzdır. Vakıa Hazret-i ki azgınlığı giderecek kimsesizlere çocuklara hasılı bütün bi-çarelere karşı rıfk u mülayemet telkin edecek bir takım emsal ve hikayat nakl ettiği zaman ümmeti bu halde idi. Binaenaleyh Nasraniyet bütün Yahudilerle Romalıların kalblerine hakim kesilen maddiyata karşı ilan-ı harb risaleti cihadın yalnız nefs-i emmareye aid kısmına Kavanin ve nizamat-ı idariyyeye gelince; bunları “kayser”e bıraktı. Hakkullah namına ise Cenab-ı Vacibü’l-vücud’un vicdanlar üzerindeki hukukunu taleb ile iktifa etti. Bir de iman ve ibadetle tevhid-i ilahiye davette bulundu. Sonra Ehl-i Kitab olan Yahudilere rical-i dini mabud heykeller diktiklerinden dolayı tıbkı Din-i İslam gibi inzaratta bulundu. Nitekim Bi’r-i Yakub’da samiri kadınına şu sözleri söylemişti: “Artık sadık kulların Allah’a ki o da bu zamandır.” Filhakika bugünkü mezahib-i Nasraniyyeden bir kısmı Saint Paul’ün dinidir. Yoksa Isa’nın dini değildir. Ve bunun içindir ki yarı yarıya putperestliktir. Çünkü Saint Paul Yahudi olmakla beraber aldığı terbiyede İskenderiye felsefesiyle şaibedar Yunan putperestliği vardı. İşte bu ruhdur ki Saint Paul’ün Romalıların içine sokulabilmesi perestlikleriyle ekanim-i selase akidesi arasında eski dinlerine muarız bir şey göremiyorlardı. Cenab-ı Mesih muhabbet esası üzerine müstenid bir tehzib-i ahlak ile iktifa etti. Bununla beraber hayır ile şerrin hududunu gösterir ihtiyari yahud ictinabi zaruri harekatı bildirir bir düstur-ı ahlakı tebliğ etmedi. Kezalik Cenab-ı Hakk’a tazarru ve ameli ibadet için muayyen bir şekil göstermedi. Akaid-i ilahiyye bahsinde ise hiçbir şey söylemedi. Şu kadar ki; yeryüzünde biraz daha kalaydı da devre-i risaleti böyle üç seneye inhisar etmeyeydi elbette ümmetini ruesa-yı dinin keyfine bırakmazdı. O ruesa-yı dinin ki emr-i dini nefislerine hasr ederek akaidi vicdaniyatı eşkal-i sirini ve ister nafiister muzır olsun kilisenin CİLD - ADED - - SAYFA mehcur kaldığımız zaman en vefakar refik ilimdir. eder. İlim zinetimizdir. Düşmanlarımıza karşı silahımızdır. şevahikına itila eder saadet-i uhreviyyesini de te’min eyler.” Yine Peygamberimiz buyurur ki: “Ulemanın mürekkebi şühedanın kanından mübecceldir.” Ve arkadaşlarına tavsiye eder ki: “İlmi Çin’de bile olsa taleb ediniz.”“İlim uğrunda vatanını terk eden Allah yolunda adım atar.” “İlim uğrunda seyahat edene Cenab-ı Hak cennet yolunu gösterir.” Kur’an-ı Kerimimiz’de ilim ve irfanın yüksek kıymetinden bahs eder. Suretü’l-Alak’ı tefsir ederken Zemahşeri ayat-ı Kur’aniyyeyi şu suretle tefsir eder: “Hak Teala insanlara bilmediklerini öğretmiştir. Bu da rahmet-i ilahiyyenin azametine delalet eder. Hak Teala insanları cehalet karanlıklarından yazmak nimet-i kübrasının kıymetinden agah eyledi. Yazı olmasa ulum vücud bulamaz tedvin edilemez kudemanın tarihi kayd olunamaz sözleri bize intikal edemez kütüb-i münzele tastir edilemez umur-ı din ve dünya tanzim olunamazdı.” Şibh-ceziresi’ne münhasır bulunuyor şimal-i garbiye ve şimal-i şarkiye doğru giden bazı izler hiç inkişaf-ı fikriye delalet edemiyordu. Şiir hitabet ve tencim kable’l-İslam Arabların en sevgili meşgaleleriydi. İlim ve edebiyat müesseseleri yoktu. Fakat Peygamberimiz’in sözleri Arabların uyanan zindegisine yeni bir daraban bahş etti. Peygamberimiz’in hayatında terbiyevi bir müessesenin temelleri atılmıştı ki bilahare bu temellerin üzerine Bağdad’da Kahire’de Kurtuba’da daru’l-fünunlar kaim oldu. Medine’de Peygamberimiz “Halik’ın asarını bir saat teemmül etmek yetmiş sene ibadetten hayırlıdır.” “Bir saat ilim ve irfan meclisinde bulunmak bin şehidin cenazesini teşyi Mesih’den üçyüz sene kadar evvel gelen ahbar-ı Yehud arasında asr-ı hazır gayr-i müslimlerinin tervic ettikleri bu mezhebe tarafdar olanlar vardı. Bunlar; “Şuun-ı ictimaiyye ve medeniyyenin icab ettiği kavanin ve ahkam ile uğraşmak edyanın işi değildir.” diyorlardı. Lakin şayed bu ümmetlerin dinleri Müslümanlık gibi hayatın her şubesine aid ahkamı ihtiva edeydi o zaman böyle bir söz söylemezler ve büsbütün başka bir mutalaa yürütürlerdi. kadar izahat vereceğiz. Risalet-penah Efendimiz’i sair peygamberan-ı muhabbetidir ki bu sıfat-ı garra Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’le asrımızın cihan tefekkürü arasında en sıkı irtibatı muhafaza etmektedir. Asr-ı Saadet’te ümmet-i İslamiyyenin makarrı olan Medine-i Münevvere Mekke’nin sukutundan sonra yalnız ruesa-yı Arab için değil haricden gelen müdekkikler için de bir merkez-i cazibiyet teşkil ediyordu. Acemler Yunaniler Suriyeliler milliyetlere mensub rengarenk insanlar Medine-i Münevvere’ye koşuyor ve ekserisi tahsil-i irfan liyorlardı. Peygamberimiz ilmin kıymetini öğretmiştir. Buyururlar ki: “İlmi öğreniniz. Çünkü Allah uğrunda ilmi öğrenmek bir hasenedir. İlimden bahs etmek nam-ı Huda’yı tesbihdir. İlmi aramak ci-haddır. İlmi tahsil etmek ibadettir. İlmi talim etmek sadakadır. İlmi ehline bezl etmek Hak Teala’ya takarrubdür. İlim nehy olunan şeyleri nehy olunmayanlardan tefrike hizmet eder. CİLD - ADED - - SAYFA yikata duçar olan ulema o sıralarda Al-i Resul’e Nasturilerin Edisa ve Nusaybin’de vücuda getirdikleri felsefe ve tıb medreseleri yıkılmış müderrisleri ve talebesi İran ve Arabistan’a iltica etmişlerdi. Bunların birçokları Risalet-penah Efendimiz’le hulefası Hazret-i Ebubekir’in devrinde olduğu gibi Medine’ye gitmişler ve Hazret-i Caferu’s-Sadık’ın etrafında toplanan ketibe-i dimağların Medine-i Münevvere’de ictimaı müslümanlar arasında ulum ve fünunun terakkisini teşvik etti. Medine-i Resul’den Şam’a doğru azim bir faaliyet-i fikriyye insıbab ediyordu. Müslümanların Rumlarla mücadelatı bunların lisanını ve felsefelerini öğrenmeye saik oldu. O sırada iki şayan-ı dikkat hıristiyan muharriri taassubdan firar ederek Şam’a etmişlerdi. Bunlar Hanna Damasinius ile Theodore Hipocrate’dır. Bu iki muharririn müslümanlar aleyhinde yazdıkları mütenevviyazılar kendi vatandaşlarıyla vukubulan mücadelat-ı akliyye ve felsefiyyeleri Muhammed el-Baki ile Caferu’s-Sadık rehberliği altında kesb-i ehemmiyyet eden Medine-i Münevvere Medresesi’nin te’siratına karışmış ve müslümanlar arasında felsefi temayülatın neşv ü nema bulmasına sebebiyet vermiştir. Asırlardan beri Yunan felsefesi Iranilerle Arabların malumu idi. Nasturiler Justinien’in devrinden lif anasırın Müslümanlık sayesinde uzvi bir küll teşkil etmesine kadar Yunan ilim ve irfanı Garbi Asya’nın inkişaf-ı fikrisinde hakiki bir te’sir icra etmemiştir. Emeviye devrinin hitamına doğrudur ki birçok İslam mütefekkirleri kesb-i iştihar etmiş bunların efkar-ı ammeyi işgal eden mesail hakkında irad ettikleri konferanslar azim dikkati celb etmiş bunların fikirleri ve telakkileri ensal-i müteakıbenin fikirlerini isağa etmiştir. ve ilmi faaliyeti bi-hakkın başladı. Bunun en mühim saiklarından biri Arabların şehirlerde tavattun etmeleridir. O zamana kadar Arablar anasır-ı maneviyyeden[?] ayrı karargahlarda yaşıyorlardı. Hazret-i Osman Arabların memalik-i maneviyyede[?] arazi almalarını anasır-ı maneviyye etmekten bin gece namaz kılmaktan daha kıymetlidir.” “İlim ve irfan taharrisine giden talib-i mualla ihsan eder ve talib-i ilmin ilim yolunda attığı her adım mübecceldir ve telakki ettiği her ders için mükafata nail olur.” “İlme ve ulemaya hürmet edenlere Cenab-ı Hak da riayet eder.” “İlme ve ulemaya hürmet eden bana hürmet etmiş olur.” mealinde sözler söylüyorlardı. Hazret-i Ali kerremallahu vechehu Efendimiz de ilme dair birçok beyanatta bulunmuşlardır: “İlimde terakki etmek terakkinin en yükseğidir. İlme hayat veren hiçbir vakit ölmez. İnsanın en büyük zineti Risalet-penah Efendimiz’le ashab-ı güzinin bu türlü telkinatı ahrarane bir siyasetin takibine kaffe-i sunufun ilimden hisse-yab olmak hasebiyle mütehassis olmasına badi olmuştur. Hatt-ı kufinin ashabdan biri tarafından öğrenilmesi müslümanların ilk inkişafına çok yardım etmiştir. O devir itikad ve samimiyet devri idi. Gayesiz hayatsız felsefenin tahakkümüne karşı ruhun devr-i kıyamı idi. Feraiz-ı diniyyenin ifası fedakarlık hissinin takviyesi mübareze-i hayatta bir faide-i ameliyyeyi haiz olan irfana kıymet verilmesi müslümanların en ziyade nazar-ı dikkatini celb eden hedeflerdi. Tefekkür devri az bir zaman sonra başladı. Bunun esasatı Peygamberimiz’in müsbet telkinatında mündemicdi. hadisat-ı ihtilal-cuyaneye rağmen edebiyat ve sınaat İslam Alemi’nde hiçbir vakit ihmal olunmamıştır. Hazret-i Ali ve Hazret-i İbnu Abbas şiir nahiv tarih riyazıyata dair umumi dersler verdikleri gibi başkaları da inşad hüsn-i hat dersleri verirlerdi. Emevilerin devr-i hakimiyyetinde müslümanlar harb ve siyasetle iştiğal etmişlerdir. Takriben bir asır zarfında Emevilerden Ebu-Haşim Halid b. Yezid ilme vakf-ı hayat ederek “Al-i Mervan’ın Filozofu” namını ahz eyledi.Maamafih Bizans’da Justinien’in haleflerinden taassub-karane taz – – Geçen nüshada İstanbul medreselerini –binaları noktasından– tedkik ederek bu babdaki düşüncelerimi der-meyan etmiştim. Şimdi bu medreselerin tarihçesini çizdikten sonra– yine mutalaalarımın noktasından bugünkü gibi veya buna benzer bir teşkilata tabive malik değil idi. Her medresenin ekserisi hasbi bir kısmı pek cüz’i vazife-i muayyeneli olmak üzere birer müderrisi birer bazan Müderrisler ders okutmakla mükellef olmadıkları gibi birçokları bevvablıktan medrese müderrisliğine geçmiş içlerinde okumak-yazmak bilenler az senelerce medresenin semtine uğramayanlar hatta medreselerini bilmeyenler çok. Bir zatın uhdesinde birkaç medrese müderrisliği caizü’l-cem. Medreselerin dahili işleri zabt u rabtı geceleri kapıların muayyen saatlerde kapanması medreseye giren çıkanların sözde murakabesi gecegündüz medrese avlusunda ve odalarında yüksek sesle konuşulmamasının te’mini medreselerin tanzifat ve tathiratı bevvablara mevdu. Talebenin herhangi bir işine aid ilmühaberler kayd mürur tezkiresi hastalık gibi hususatı havi varakalar fından müderrisin evine getirilir yahud müderris tarafından bevvaba emanet edilen mühr-i resmi Talebe kayd ve kabulü ders vekaletince icra edilir. Ders vekaleti meclisi bir ders vekiliile etmişti. Bu siyasetin hedefi aşikardır. Eski yeni milletlerin tarihinde bu hadisenin nazirini görebiliriz. distan’da Fransa’nın idaresi altında bulunan Cezair’de aynı memnuiyet el-an tatbik olunmaktadır. Emevilerin devr-i hakimiyyetinde Arablar unsur-ı hakimi tebea meyanında aristokrat bir sınıf-ı askeri teşkil ediyorlardı. Arabların ekseriyeti askeri işlerle meşgul idiler. İlim ve irfana ancak Beni-Haşim ile ensarın çocukları Hazret-i Ali Hazret-i Ebubekir Hazret-i Ömer’in evladı hasr-ı hayat ediyorlardı. Ceride-i İslamiyyesine CİLD - ADED - - SAYFA minderlerin köşesindeki erkan şiltesi üzerinde zanu be-zemin-i mehabet olan ders vekili efendinin yüksek sadalı “Gel…” nidasına muntazır olan kavuklu arkasında emre amade. Bu “Gel” nidasının mevkiini “el çırpmak” usulüne terk ettiği kesiru’l-vukubununla da ismamümkün olmadığı dakikalarda ayağını yere vurmak ile kapıcı davet olunmak mutad. Ders vekilinin emirlerini meclislerin kararlarını müderrislere ders-i amlara bevvablara talebeye “kavuklu”lar tebliğ eder. “Danişmend” namıyla yad olunan kavuklunun vazifesi müteaddiddir: Perdedarlık; ders vekilinin huzuruna çıkacaklara delalet – gelenlere usul-i teşrifatı irae – ders-i amdan veya müciz ulemadan huzuru lazım gelenleri davet – ders-i amdan olmayan medrese müderrisleriyle talebeden lüzum görülenleri celb ü ihzar – imtihanlarda ders kaçırılmamasına dikkat – ruus imtihanını kazananları tebliğ ve ilan – camidersine devamında müsamahası görülen hoca efendilere ihtar – kahvelerde oturan veya evamir-i mübelliğaya ve ananata muhalif harekatta bulunan talebeyi tekdir – icabında zabıta marifetiyle men– talebe arasındaki nizaı hall ü fasl – huzur-ı hümayun derslerini tevzi– mukarrir ve muhatabların derslerinde bulunmalarını te’min – Ramazan-ı Şerif’de vaz u nasihatleri takib – medreselerde veya haricde hoca efendilerin veya talebenin ictimalarını tecessüs ve ihbar. Bütün bu vezaif bir iki üç dane okumak-yazmak bilmeyen kavuklu ile ifa olunur. Kavuklular ders vekaletince şayan-ı itimad nüfuzlu cerbezeli. Talebeyi hatta müderrisleri korkutmuş. Kavuklu dedin mi bir dediği iki olmaz. Hususiyle devir devr-i istibdad. Talebe daima nazarda. Yedi-sekiz bine baliğ olan talebe ve bil-umum masalih-ı ilmiyyenin meclis ve merkez-i idaresi demek olan ders vekaleti muamelat-ı kırtasiyyeden tamamıyla müctenib. “Laf torbaya girmez” düsturu hükümran. Talebenin esamisini havi bir defterle bir ruus defterinden başka hiçbir kayd u kuyuda tabideğil. Mühim işlerin mühim mazbataların bade’t-tebyiz müsveddeleri yırtılıp atılmak mutad. Mazbatanın beyazı mühürlendi mi artık her iş bitmiştir. Onun için eski işlere aid bugün bir kayıd bulmak imkanı yok. Birçok işler şifahen görülür. Şifahi emir ve nehiyler kelimenin bütün ders-i amlardan olmak şartıyla müteaddid aza-yı fahriyyeden mürekkeb. Hey’et-i tahririyyesi; evveller bir talebe katibi bilahare bir de mukayyidden talebe katibi de beraber. Her sene kayd olunacak talebenin adedi namahdud. Medreselerin civarlarındaki hanların bekar odalarının kabiliyet-i istiabiyyesi kadar. Şu kadar var ki herhangi bir medreseye kayd olunmak için bir medrese müderrisinin “Geceli gündüzlü medrese-nişindir.” demesi meşrut. Bu da arz ettiğim gibi medresesini ve talebesini bilmeyen herhangi bir müderris efendinin bevvabın mühürlettiği ihticaca salih ve ders vekaletince mamulün-bih bir ilmühaberiyle mümkün. Kayıd ilmühaberleri nüfus tezkireleriyle birlikte bevvab tarafından talebe katibine teslim edilir kayıdları icra olunur. Bir müddet sonra kayd davet olunur. Talebe katibi bir iskemle üzerine çıkar bülend avaz ile ve sıra ile okur. Her efendi nüfus kağıdını alır. Artık kayıd muamelesi hitam bulmuştur. Müderris efendiye malumat vermeye bile lüzum yok. Ders vekaleti meclisi talebe işleriyle meşgul olduğu zaman “meclis-i masalih-ı talebe” namını alır. Ruus imtihanları zamanında ismi “meclis-i maz “meclis-i masalih-ı talebe ve imtihan-ı kura” mührünü basar. Bab-ı Fetva ittihaz olunanAğa Kapısı’nın alt katında Halic’in rakid sularına nazır büyük bir odanın üç tarafını dairen ma-dar kuşatan uzun CİLD - ADED - - SAYFA tebyin eylemiş küçük bir duhul imtihanını şart koymuş ve en mühim olmak üzere –tedrisata dair yazacağımız diğer makalede izah edeceğimiz vechile– yalnız sabah ve ikindide okunan Arabca derslere fünunun ilavesiyle birtakım şuruh ve havaşi-i zaideyi terk ile yerlerine ahsar ve enfa olan asarın vazını kabul ve bu tarihde medreselere Türkçe edebiyat riyazıyat Farisi coğrafya tarih hikmet cebir hendese kimya mevalid kozmoğrafya dersleri idhal edilmiş Arabca’nın kema fi’s-sabık camilerde fünun-ı cedidenin dershanelerde okunmasını tensib eylemiş ilk defa olmak üzere sene-i tedrisiyye hitamında medrese imtihanları yapılmış fakat bu ilmi tehavvül ve inkılabı hüsn-i idare için idari teşkilata hiç ehemmiyet verilmeyerek yine ders vekaletinin şekl-i sabıkı ile idare-i umur edilegelmiştir. Hayri Efendi merhum mesned-ara-yı Meşihat olunca bütün mesaisini mehakim-i şeriyye ile medaris-i hasr etmiş hatta meşihatini kayd eden hatt-ı hümayunda bu cihetler tasrih olunmuştu. Esasen Şeyhülislam Esad Efendi bu sebeble istifa ettirilmişti. Fil-hakika Hayri Efendi’nin ferve-i beyza-yı Meşihatilabis olduğundan biraz sonra İstanbul medreselerinin ıslahı için bir encümen-i ilmi teşkil ve bu babda lazım gelen kavanin ve manasıyla muta. Hatta maaş ve vazife zamaimi de öyle. Bir ders-i amdan bir müderrisden inhılal eden bir para mesela yüz kuruş beş kişiye onar üçdört kişiye beşer birkaçına da üçer bir-ikisine ikişer buçuk kuruş zam edilir bir pusulaya zamm-ı maaşa müstahak görülen efendinin ismi altına da mikdar-ı zammı gösterilir. Mühür ve imzaya hacet yok. Kavuklu tarafından o pusula sahibine verilir ve bahşiş alınır. Maaş katibine de haber gönderilir. Daha doğrusu bu suretle yüz para beş guruş zam gören bir katib bir hoca efendi zammı almadan bizzat ders vekaletine gelir el öper dua alır sırasıyla müsteşara varıncaya kadar erkan-ı meşihatin ellerini öper. Hiç unutmam! El-yevm Şeriye Vekaleti Tedrisat Müdiriyeti Kalemi’nde müstahdem bulunan ve belki otuz sene kadar talebe katibliği yapan Bursalı Re’fet Efendi bu suretle bir zamm-ı maaşa uğradığı vakit bunun için “damen-pus” olmayı kavuklunun; “Hakkında iyi olmaz; sonra zamdan mahrum olursun karışmam ha!” dediğini yana yakıla hikaye etmişti. Bu tarzda idare-i umur-ı ulema hemen üçyüzyirmibeş sene kadar devam etmiş Meşrutiyet ilan edilmekle matbuat bir dereceye kadar serbestiye malik olarak ders-i amların ve talebenin birçokları hatta medreselerle alakadarlık gösteren birtakım zevat tarafından; medreselerin ıslahından tarz-ı başlamış bazı cemiyetler teşekkül etmiş medreseleri hiss ü idrak olunarak bazı teşebbüsler görülmüş bu sırada ders vekaleti tarafından tanzim olunup Makam-ı Meşihat’ten Bab-ı Ali’ye gönderilen Medaris-i İlmiyye Nizamnamesi’nin tasdik ve tatbikine intizar edilmekte bulunmuştu. Saferu’l-hayr ve Şubat tarihinde mevki-i meriyyete vazolunan ve kırksekiz maddeden dair esaslı bir maddeyi muhtevi olmakla beraber talebe kayıd ve kabulünü birtakım esasata rabt etmiş medrese müderrislerinin nezdinde defatir-i esasiyyeyi mecburi tutmuş medrese müderrislerinin ders-i amların bevvabların vazife ve muamelelerini tesbit talebenin adab ve vezaifini CİLD - ADED - - SAYFA Bilahare Şeyhülislam olan merhum Musa Kazım Efendi; Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi’nin; Hayri Efendi’nin çizdiği esasat dairesinde mazhar-ı terakkıyat olmasına çok çalışmış idari cihetlerine tedrisat kısmında bazı tadilat vücuda getirmiş Hayri Efendi’nin tertib ettiği nizamnameyi bazı tashihat icrasıyla Cumadiyelahir ve Nisan tarihli bir kanun ile bir kat daha tevsik eylemiş ve bu kanun mucebince “kısm-ı evvel – kısm-ı sani – kısm-ı ali – medresetü’l-mütehassısin” namlarını “ibtida’-i haric – ibtida’-i dahil – sahn – süleymaniye– namlarına tahvil ve derecat-ı selase medreselerinin müddet-i tedrisiyyelerini üçer seneye tenzil etmiş henüz dediğim gibi idari cihetlere asla taarruz etmemiş ve bu kanunun suver-i tatbikıyyesini gösterir Zilhicce ve Teşrinievvel tarihli bir nizamname de neşr ettirerek bunda müdir-i umumileri ders vekaleti meclisinde bulundurmayıp müfettiş-i umumileri meclisin aza-yı tabiiyyesi ve her kısmın meclis-i müderrisininden müntehab birer müderrisi azayı müntehabesi olmak üzere kabul etmiş ders vekaleti muavinliğini lağv eylemiştir. Bu tarz-ı idare o zamandan itibaren İstanbul’un Türkiye Büyük Millet Meclisi hükumeti idaresine geçtiği güne kadar devam etmiştir. Umur-ı Şeriyye ve Evkaf Vekaleti Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi teşkilat-ı hazırasını elyevm tebdil etmemiştir. Yalnız kadro mucebince müfettiş-i umumiler lağv ve merkezde bir hey’et-i teftişiyye teşkil olunarak İstanbul’da şimdilik yalnız bir müfettiş bırakılmış Tedrisat Müdiriyet-i Umumiyyesi namını alan ders vekaleti ve meclis Ankara’da bulunduğu için medaris müdürleri doğrudan doğruya Ankara’daki Tedrisat Müdiriyet-i Umumiyyesi’ne merbut olarak idare-i umur edilmekte bulunmuştur. Medreselerin teşkilatı ile meşgul olan ve birinci makalemizin baş tarafında zikri geçen encümen-i da tesbit edecektir. Tafsilat-ı mebsutanın İstanbul medreselerinin şimdiye kadar tarz ve suret-i ğuna kaniim. Bugünkü teşkilatın esaslı tadilata mühim ihtiyacı var. Bilhassa merkezin Ankara’da bulunması hasebiyle. nizamatı ihzar ile meşgul olduğu şayioldu. Dedikoduya mahal kalmamak üzere Hayri Efendi merhum encümenin mesai ve mukarreratını Bab-ı Ali’den geçip kesb-i katiyyet edinceye kadar haricden kimseye sezdirmemiş emr-i vaki Encümen medreselerin ilmi cihetlerine ehemmiyet vermekle beraber bilhassa idari hususatı ciddiyetle nazara almış o noktadan pek nafi esaslar hazırlamıştır. O zaman Sadr-ı Azam bulunan merhum Mehmed Said Halim Paşa’nın medaris-i ilmiyyenin tanzim ve ıslahına cidden ehemmiyet verdiğini bu hususda daima Hayri Efendi ile müdavele-i efkar ettiğini Enver Paşa merhum ile Ad-liye Nazırı İbrahim Bey’in de çok müzaheret eylediklerini bizzat Hayri Efendi merhumdan Zilkade ve Eylül tarihinde nan bu muhtasar ve müfid nizamname; medreselerde ve inkişaf husule getirmiş İstanbul medreselerini Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi namı altında tevhid ederek; kısm-ı evvel kısm-ı sani kısm-ı ali olmak üzere üç kısma ayırmış ve her kısma birer müdir-i umumi sınıf ve şubelere birer müdür tayin ve müdir-i umumileri ders vekaletine rabt eylemiş ders vekaletine merbut teşkilatı külliyyen ilga ederek talebe-i ulumun umur ve masalih-i umumiyyesini yine ders vekilinin riyaseti altında ve fakat müdir-i umumilerle müessesat-ı ilmiyye müdüründen mürekkeb bir meclis tarafından tedvir esasını kabul etmiş azla olarak medresenin tarz-ı idaresini tedkik ve teftiş etmek üzere müceddeden bir hey’et-i teftişiyye teşkil eylemiş tedrisatı camilerden medrese dershanelerine nakl ile medreselere yeni bir istikamet medrese hayatında mühim bir inkılab vücuda getirmiş Şeyhülislamlık’ı devam ettiği müddetçe sık sık medreseleri devir ve teftiş müdürleri daima istimamüfettiş raporlarını bizzat tedkik ettiği şurut dairesinde ifa suretiyle medreselerin tarik-ı tekamülde ilerlemesine cidden meşkur CİLD - ADED - - SAYFA medar olacak bir hüsn-i idare vücuda gelmesini te’mine kafi ve vafidir. Gelecek nüshamızda medreselerin maddesini tedkik ettikten sonra tedrisat ve füyuzata geçeceğiz. Tarik-ı temeddün ve terakkiye müntehi bir esas addolunan Garb taklidciliğinin milli bünyede açtığı gayr-i kabil-i iltiyam yaralar henüz kanarken gün geçmiyor ki yeni bir ceriha ile ictimaiyatımız ananatımız rencide edilmiş olmasın. En bedihi bir hakikattir ki: Milletler gayesiz maiyye için secaya ve kabiliyet-i mahsusalarına diyatı: Bila-kuyud serbestiyi sermayeyi taksim-i serveti tahakkümü tesaviyi istihdaf etmek suretiyle yekdiğeriyle çarpışan bu mütezad vechelerin temsil eyledikleri milel-i muhtelife hakkında yine birer gaye olarak telakki mümkündür. Fakat hedefleri mutlak bir Garbcılık olan teceddüd-i ictimai tarafdarlarının müstakar ve muayyen gayelerini henüz bilmiyoruz. Garblılaşmakla hulasa edilen bu cereyanın evsaf-ı mümeyyizesini tesbit etmek maddiyatını ihtiva eden Garb medeniyetinin ale’l-amya ahz ve kabulü gibi fikirlerle tam ve vazıh bir mana ifadesi mümkün olabilir mi?.. Garb aile-i medeniyyesi birçok efraddan müteşekkildir. Lakin kaffesi Din-i Isevi’ye mensub oldukları halde teşkilat-ı ictimaiyyeleri nukat-ı liktirler. Muhafazakar İngiltere ile liberal Fransa mutaassıb İspanya ile bolşevik Rusya ahlaken ruhen hissen daima mütebayin bir manzara irae ederler. Yegane nokta-i iştiraki teşkil eden Iseviyet de sermaye ve amele mücadelesini ihzar ve eylediği telakkıyat-ı cedide muvacehesinde nüfuzunu kaybetmiştir. Binaenaleyh ahenk ve tevazüDaru’l-hilafeti’l-aliyye Medresesi’nin bugünkü medreselerde ve bu tarzda idaresine katiyyen tarafdar olmadığım cihetle bu medresenin tarz-ı yürütemeyeceğim. Birinci makalede izah ettiğim suretle müstağni-i anha olan medreselerden üç-dört büyük medrese vücuda getirilmek suretiyle idari teşkilatı tanzim mecburiyeti var. Ben buna kaniim. El-yevm Daru’l-hilafeti’l-aliyye Medresesi’nde; Süleymaniye Medresesi’yle iaşe kısımları dahil-i hesab edilmemek şartıyla üç müdir-i umumi dokuz sınıf müdürü üç dahiliyye müdürü bilmem ne kadar şube müdürü ve bir bölük muid bevvab hademe var. Müdir-i umumiler birbirine merbut olmadıkları gibi İstanbul’da bir merci-i idarileri yok. Hepsi doğrudan doğruya Ankara’ya merbut. Bu şekil ve tarz-ı idarenin gayr-i tabii olduğu muhtac-ı isbat değildir. Arz ettiğim gibi binalar yoluna girer talebe bir araya toplanır ise o vakit her kısım için birer müdür ile birer muavin kifayet eder ve sahn murlarına da lüzum kalmaz. Daru’l-hilafeti’l-aliyye Medreseleri –sultanilere benzemediği için– ihzari ibtida’-i haric ibtida’-i dahil müdürlerini müstekıl bir müdir-i umumiye rabt u ilhak suretiyle bir vahdet-i idare te’sis etmek elzemdir. Bu müdiriyeti İstanbul’un medreselerinin muhabere-i umumiyyeyi münhasıran bu müdür ve vasia vermek bu müdürün muamelat-ı umumiyyeyi tedvir ve tanzim edebilmesi için maiyyetine tayin eylemek İstanbul’da sırf idari işlerle meşgul olarak emr-i idareye iyi bir istikamet verebilmek müdürleriyle dahiliye müdüründen mürekkeb bir encümen-i idare teşkil eylemek iaşe muamelatında da bu encümenden istifade edebilmek ve böyle üç-beş yüz guruş maaşlı takım takım müdür rini tanzim etmek ve fakat kendilerinin maişetini te’min edecek kadar para vermek husul-i maksudu tedrisatta matlub olan intizam ve tekamüle CİLD - ADED - - SAYFA Halbuki daha bir asır evveline kadar iğneden levazimat-ı harbiyyemizi gemilerimizi tezgahlarımızı mensucatımızı masnuatımızı hep kendi vesaitimizle kendi sayimizle kimseye muhtac olmadan vücuda getiriyorduk. Mikdarı yüzlere baliğ olan sanat sınıflarımızın hiç biri münderis olmamıştı. El-yevm bunların isimlerini ancak tarih sahifelerinde mütalea ediyoruz. Servet-i milliyye şimdiki gibi ecnebilere akıp gitmiyordu. Belki ihracat dolayısıyla servet-i milliyye çoğalıyordu. Avrupa malına Garb masnuatına gösterdiğimiz rağbet yüzünden milli sanayimahv oldu bunların yerine hiç olmazsa birkaç fabrika yapılsaydı belki mazur görülebilirdik. Medeniyet-i Garbiyyenin kuvvet ve refahını medyun olduğu hayat-ı sınaiyye ve terakkıyat-ı maddiyyeyi imtisas edemedik; esasatımızı ruhumuzu ahlakımızı ictimaiyatımızı aile teşkilatımızı yıkmak için ne kadar mesavi ve tereddiyat var ise kaffesini kemal-i sühulet ve arzu ile kabul etmek liyakatini! gösterdik. Garbcılarımızın medeniyet ve asar-ı terakki diye gözümüze sokmak istedikleri bu sukutu takdir ve tebcil etmemekte zannederim haklıyız. Maddiyat sahasında bir adım terakki gösteremedikten sonra ictimaiyat vadisindeki zaferlerimizi! hulasa edelim: Hürriyet mutlak ve kuyuddan azade bir düstur olarak kabul olundu. Şahsi itikadsızlıklar umumun vicdanına tahakküm gibi bir şekle sokuldu. İslamiyet esasatının köhne hurafata aid olduğunun her fırsattan bilistifade tekrarı moda oldu. Ahlak nisbi ve itibari addolundu. Beşeriyetin en büyük düşmanı olan müskiratın teammümü levazim-i medeniyyetten Beyoğlu’nun alüfteleri kafi gelmiyormuş gibi ıyş u nuş alemlerine dans salonlarına müslüman kadınlarının iştiraki ve bu iştirakin birahanelere barlara balolara kadar teşmili füyuzat-ı Garbiyyeden addolundu. İffet ve ismetle milletin en mühim rüknü olan kadın tiyatrolarda sahnelerde rakı meclislerinde erkeklerin alet-i ihtirası olarak kullanılmak istenildi. Fakat ne garibdir bütün bunların takbihi medeniyetsizlik ve vahşet ithamlarını davet ediyor! Hicabı sıyırıp atan kadınlık artık aile kadınlığınnü haleldar olan Garb medeniye-tinin duçar-ı zeval olmaya başladığı bir zamanda taklid etmek helerden hangisine istinad edecektir? Eğer Garbcılık tezahüratını ilim ve fen vadisinde temerkiz görseydik hepimiz bu cereyanın müstermezdik. Garb’ın terakkıyat-ı maddiyyesini iktibas hususunda muarız değiliz. Garb’ın bütün tereddiyat ve mesavi-i ahlakıyyesini neşr ü tamim yolunda sarf edilen emeklerin müsbet ve faideli istikametlere teveccühünü arzu ediyoruz. Öteden beri izaha çalıştığımız vechile bizde Garbcılığın manası henüz anlaşılamamış herkes temayülatına seciyesine mizacına göre bu kelimeyi muhtelif maksadlarla istimal etmekte bulunmuştur. Hissiyat-ı diniyyeden mahrum olanlar nazarında mazi ile kat-ı alaka teceddüdperveran u safa ahlaksızlar için serbesti mukabili olarak kabul olunan bu düsturun pek muhterem bir esası olan hürriyet mefhumu kadar su’-i telakkiye uğraması ne kadar şayan-ı teessüfdür. Medeniyet-i Garbiyye namı altında cemedilen ve bütün fezayıh ve fezaili ihtiva eden kitlenin mütelevvin ve mütenakız ruhuyla perverişyab olması ve nevakısla maluliyetine sebebiyet verenler her şeyden evvel gözden geçirmelidirler. Garbcılık teranelerini en yüksek sesle tekrar ettiğimiz günden beri vatanımızda kaç fabrika kaç imalathane açıldı hangi teşkilat-ı iktisadiyye vücuda getirildi hangi eserler tercüme edildi Avrupa’da tahsile gönderilen münevverlerimizden kaç kişi çıktı da yüz dirhem şeker istihsal elli dirhem petrol tasfiye edebildi? Hangi ustalarımız bir toplu iğne imaline mumedeniyetinin diyatından acaba istifade edebildik mi? CİLD - ADED - - SAYFA vüsatimiz nisbetinde tevfik-ı Bariye istinaden tesbite çalışacağız. Garb’a aid ulum ve fünun-ı müsbeteyi liğin en son terakkıyatını usul-i ticareti her halde Maddiyat ve ulum-ı müsbete sahası haricinde kalan ictimai ahlaki enfüsi temayülat ve esasatta Garb taklidciliği izale olunmalıdır. Ananat-ı diniyye ve milliyyeyi ihyaya çalışılmalı neşriyat konferanslar mevizalar ictimai cemiyetlerle halk mütemadiyen bunun lüzumuna Derecat-ı tahsiliyyede terbiye-i diniyye ve milliyye üssü’l-esas olarak kabul olunmalı. Usul-i terbiyyede kitabların intihabında tarz-ı telkinatta daima bu esas takib olunmalıdır. Şeair-i İslamiyyeye karşı mübalatsızlık hissiyat-ı diniyye ve milliyyeye tecavüz kumar menve bu keyfiyet sadakatle tatbik edilmelidir. Hizmet-i devlette bulunup da kumar oynadığı müskirat istimal eylediği kendisinin terbiye-i diniyye ve milliyyeye muhalefeti anlaşılanların millet üzerindeki velayeti refolunmalıdır. Asırlardan beri ihmal olunan mahalle cemaat-i İslamiyye teşkilatı en metin ve tekafül-i te’mine medar olacak bir şekilde te’sis olunmalıdır. kanaat-i acizanemize göre bunlardan ibarettir. metiyle an-karib tevsive tatbiki de müyesser olur. gazetesi “Kadınlar Halk Fırkası” münasebetiyle yazdığı bir makalede İstanbul kadınlık almıyor. Gençler teehhüle cesaret edemiyor. Çünkü üç ay geçinebileceklerinden emin değildirler. Memleketin serveti mantoya pudraya sinemalara müskirata akıp gidiyor. dilen ve husulüyle iftihar olunan neticeler bunlardır. dınlık yükseliyor; Moda en ince tekemmülatını ayrı gayrı bulunmamalıdır” nevinden yaldızlı kelimelerin teşrih etmek istediğimiz tereddiyattan ibarettir. Demek ki medeniyet-i Garbiyyenin kemalat ve terakkıyat-ı maddiyyesi yerine ancak Garb ictimaiyyununun takbihinde müttefik oldukları bütün rezail ve fezayıhını iktibas ediyoruz. Onun hakiki bir nefret uyandırıyor tereddiyattan başka bir mana ifade etmiyor. Bir millet topsuz tüfenksiz ve hatta fabrikasız yaşar. Fakat ahlaksız asla!.. Azim ve iman ve safiyet-i vicdan en celi bir nümunesidir. Garb harsına tefevvukunu asarıyla asırların tarihiyle mükerreren isbat eden medeniyet-i İslamiyyenin İslamiyet basit bir kaidesi bile binlerce rezail ve fezayıha feda edilemez. Yukarıda arz etmiştik ki; Garbcılık telakkıyatı herkesin seciye ahlak ve kabiliyetine göre tenevvü ediyor. Din ile ahlak ile bir alakası olmayanlar zevk ve servetten başka bir şey değildir. Çünkü bunlar nazarında ananat hey’et-i ictimaiyye teazud-ı ictimai mefhumları; köhne sakim bir mantığın hortlaklarından mürekkebdir. İşte bizim henüz bünye-i milliyyenin afetten masun kalan aza-yı esasiyyesine bu tereddiyatın sirayetidir. Hayat-ı tahsiliyyeden başlayarak muaşeret sahalarına aile harimine kadar sereyan eden tereddiyata karşı ictimaiyatımızı tasfiye ve müdafaa etmek bütün efrad-ı millete teveccüh eden bir vazifedir. Binaenaleyh bir millet halinde şeref ve istiklal ile yaşayabilmek için zaruri olan bu mücadelenin esaslarını CİLD - ADED - - SAYFA Hayretler içinde kaldım. Bizim refika da pek mütehayyir oldu. – Peki hanımefendi dedim siz Türk değil misiniz? – Evet Türküz. – Nasıl olur da kızınızı bir ecnebiye vermeyi düşünüyorsunuz? – Efendim çok ısrar ediyor da onun için. Çocuğun kısmetine mani olmak istemiyorum. Yalnız si ne haldedir bilmiyorum. Acaba nasıl telakki olunur? diye fikr-i alinizi almak isterdik. Evime misafireten gelmiş samimi söylüyor ve benim ne fikirde meşrebde olduğumu bilmiyor. Kadın benimle alay mı ediyor diye içimden epey hiddetlendim. Fakat baktım ki kadın gayet tabii samimi söylüyor ve benim ne fikirde meşrebde olduğumu bilmiyor. Evime misafireten gelmiş. Kendimi zabt ederek kadına nasihat etmeye başladım. Bir de kızının fikrini anlamak istedim: – Kerimeniz hanım da o ecnebi ile izdivacı arzu ediyorlar mı? diye sordum. Validesiyle ceretan eden muhaveremizi kemal-i dikkatle dinleyen kerime hanım hemen atladı: – Efendim çok senserite gösteriyor da... – İyi ama kızım dedim. Onun arkasından rejerite geliyor. Anladım ki bunlar kararlarını vermişler yalnız konu komşunun efkarını yokluyorlar. Benim nasihatlerim hoşlarına gitmedi. Kalkıp gittiler. Zannederim bu günlerde teehhül ediyorlarmış. Onlar gittikten sonra teessürümün derecesini duymaya başladım. Tasavvur bile edemediğim bu hadise beni çok düşündürdü. Demek ki bir irtica-ı ictimai başlıyor dedim. Bir müslüman Türk kızı gayri müslim bir ecnebiye varıyor! Hem de İslamiyet merkezi olan İstanbulda! dereceye kadar getirdiler. Şimdi bakalım bunun önüne kim geçecek ve nasıl geçebilecek? Her gün bu kabil nice hikayeler dinliyoruz. Hakikaten İstanbul kadınlık alemi büyük bir buhran geçiriyor. Bir takım ailelerin Müslümanlıkla alakaları yalnız isimlerine münhasır kaldı. Bunlar milletin kitle-i umumiyyesinden ayrılarak frenkleşiyorlar aile ve muaşeret hayatında tamamiyle alemindeki tereddiyatı ber-vech-i ati tasvir ediyor: “Maatteessüf bazı muhitatta hulk ve seciye olunuyor… İzdivaclar azalıyor talak çoğalıyor Avrupa medeniyet-i nisaiyyesinin en fena cihetleri büyük bir müsaraatle harıl harıl kopye edilmekte. Yeni kadın ve kızlarımızın bir çoğu maa’t-teşekkür milliyet ve hamiyet vadisinde erkeklerin gıbtasını mucib olacak asar-ı intibah gösteriyorlarsa da maatteessüf bir haylisi de kozmopolitliğe yüz tutmuş. Ananeye tamamıyla münafi bir hadise-i keriheye şahid oluyoruz: İşgalden bil-istifade müslüman kızların ihtida bile etmeyen gayr-i müslimlerle izdivacı. Müslüman “Taronoz”lar çoğalmış. Hulasa ahir zaman enmuzecleri tacire-i facir timsalleri biraz fazla…” gazetesinin bu teşrihatı hakikaten doğrudur. Geçen gün ahibba-yı kiramdan bir zat da bize şu hadiseyi nakl etti: – Bir gün evimde mütalea ediyordum. Refikam geldi; “Sizi bir hanım görmek istiyor.” dedi. – Kim imiş o hanım? – Bilmiyorum köye yeni nakl etmişler. Beyi Paris’de kalmış. Yanında bir de kızı var. – Siz görüşünüz! Benimle ne görüşecek? – Bir müşkili varmış da danışmak üzere gelmişler. Kimsesiz olmaları hasebiyle bir sıkıntıya maruz kalmalarına ihtimal verdim. “Madem ki ısrar ediyorlar gelsinler.” dedim. Baktım kıyafetleri son moda yaşlıca bir hanım ile bir de kızı geldiler. Hanım: – Buyurunuzi – Efendim bizim kerimeyi ecnebi bir zabit istedi de verip vermemek hususunda mütereddid bulunuyorum. Zat-ı aliniz komşu olmak itibarıyla danışmaya geldik. CİLD - ADED - - SAYFA efrad ve ailelerden terekküb eden bir devlet camiasız bir insan yığınından ibarettir ki en küçük bir sadme karşısında dağılmak tehlikesi her zaman mevcuddur. Ve müstevli oduğu gün artık hiçbir kuvvetin onu yaşatmak ihtimali yokdur. Milletler de böyledir. Onun için her şeyden evvel milletlerin cüzur u asliyyesi olan ailelerin tefessühüne meydan vermemek lazımdır. Bunlar alel-ade meseleler değildir. Fezahatin bu derecesine göz yummak olamaz. Hadisat kendi kendine icra-yı hükme başlamadan evvel evliya-yı umur hadisata hakim olmalıdır. Bu işlerle uğraşmak hangi dairenin vazifesi ise olduğu gibi bu fecayii büyük Millet Meclisi hükumetine bildirmelidir. Memleketi bir mevt-i muhakkaktan kurtaran o Büyük Millet Meclisi elbette bu fevzayı Şeriyye Vekaleti’nin bu mes’elelerle layıkı vechile alakadar olması icab eder. Buraya bir mümessil mi gönderecektir yoksa İstanbul müftüsünü bu işlerle alakadar olmaya mı davet edecektir ne yapacaksa yaparak ahkam ve adab-ı umumiyye-i İslamiyyeyi muhafaza esbabına tevessül etmesi iktiza eder. Üç seneden beri hakimiyet-i İslamiyyeden dur kalan bu güzel medine-i İslam birtakım hamiyetsiz erbab-ı fezahat yüzünden yar u ağyar nazarında en hacil derekeye düşmüş bulunuyor. Zevk ve keyfine hevesat-ı behimiyyesine meclub olan birtakım erbab-ı sefahetin başıboş hareketleri hey’et-i ictimaiyyenin hukuk-ı umumiyyesine tecavüzden başka bir şey değildir. El-hasıl akıbeti pek mühlik görünen bu fevza-yı ictimai ve ahlakiye karşı lazım gelen kati tedbirleri ittihaz etmek zamanı gelmiş hatta geçmiştir bile. Vesselamü ala menit-tebeal-hüda... Ahiren ağızdan ağıza dolaşan bir haber bize de erişti: Suriyeli bir hıristiyan Kur’an-ı Azimü’şşanı tercüme ve bir İslam kütübhanesi de bunun tabını der-uhde etmiş! frenk hayat-ı ictimaiyyesini tatbik ediyorlar. Onların arasında artık hicab külliyyen kalkdı. Kollar göğüsler üryan. Dizlere kadar fistan. Oradan aşağısı adeta çıplak denecek derecede bertol çorap yere istediği erkeklerle beraber gidiyorlar. Hatta nin yazdığı vechile gayr-i müslimlerle teehhül edenler de artıyor. El-hasıl kadınlık aleminde kablel-İslam ahvale doğru müdhiş bir irticahareketi günden güne ilerliyor. İstanbulun sefahetperver kadını İslamdan uzaklaşıyor. ve İslamiyeti büyük hasım olmak üzere telakki ediyor. Bu halin devam ve tevsii mutlaka bir inhilal-i canıyla başıyla uğraşırken bir taraftan evladını kocasını harbe göndermek diğer taraftan ordunun cephanesini taşımak çift sürmek gibi en mukaddes hizmetleri ifa ederken burada İstanbulun sefahet-perver kadını tüller ipekler elmaslar içinde tiyatrolara birahanelere müslim gayr-i müslim erkeklerle beraber gitsin dans etsin içki içsin zevk u safa sürsün... Hiss-i diniyi bir tarafa bırakalım bu ahval ne hamiyet tevfik değildir. Bu adeta İslam ve Türk hayat-ı bulaşık bir hastalıkdır ki bunun etrafına saçtığı mikroplardan heyet-i ictimaiyyeyi muhafaza etmek evliya-yı umurun en müttehattim vazifesidir. Eğer bunun önüne geçilemezse bunun akıbeti çok vahim olacakdır. Maazallah Müslümanlık ve Türklük buralardan çekilecektir. Ve bu tereddi ve tefessüh eden muhitin tesirinden Anadoluyu kurtarmak da çok müşkül olacaktır. Bunların her tarafa yayılmak tehlikesi vardır. Ancak Büyük Millet Meclisinin ve hükumetin tecellüd-i dini ve milliyyesidir ki bunun önüne geçebilir. Bu yalnız din meselesi değildir. Artık millet meselesi vatan meselesi de olmuştur. Cibilliyet-i milliyye ayaklar altında çiğneniyor.Hüviyet-i milliyye kayboluyor. Vatana karşı fedakarlık hisleri mahvoluyor. Tereddiı ve sukut-i ictimaiyyenin bu derecesi izmihlalden başka bir netice vermez. Bir milletin sahne-i siyasetindeki mevkı-i ictimai bünyesinin rasanet ve zaafıyla mütenasibdir. Mümeyyizat ve secaya-yı milliyesini kaybeden CİLD - ADED - - SAYFA gibi muciz bir kelam-ı ilahiyi tercümeye kalkışması ne büyük bir cür’ettir! Böyle bir cür’etin saikı hırs-ı menfaatten başka ne olabilir? Bugün gençlerimizin duydukları pek samimi bir ihtiyacdan bil-istifade bir fikr-i ticaretle ortaya Kur’an’ın bir makes-i sadıkı yerine memsuh bir tercümesini koymak isteyen bu adam üç-beş kuruş kazanmak Bu ne ayıb şeydir! Dünyanın her tarafında en adi memleketimizde en aciz kimseler en muazzam en yüksek işlere el uzatmaya kalkışırlar. Biz bu hükümlerimizi hüviyetini kari’lerimize takdim ettiğimiz adamın tercümesini görmeden vermiyoruz. Hayır Kur’an’ın tercümesi namı verilen o eseri gördük ve okuduk. Aman Ya Rabbi! Bu ne rekik ne çetrefil ne bozuk bir lisan. Ve ne kadar yabancı ne hatalı bir tercüme. Aslıyla hiç münasebeti olmayan bu tercümeyi acaba hangi cesaretle bu adam ortaya çıkaracak? Kur’an’a el-hasıl Kur’an-ı Kerim’i ruhunda duymayan bir adam nasıl olur da o lisan-ı lahutiyi başkalarına duyurabilir? İnsan kendi inanmadığı ayat-ı imanı hangi bir kuvvetle telkin edebilir? Binüçyüz şu kadar seneden beri İslam Alemi’nin kalbi Kur’an-ı Kerim’in feyziyle sir-ab olmuştur. Binüçyüz şu kadar seneden beri İslam Alemi’nin dimağı Kur’an-ı Kerim’i teemmüle vakf-ı fikr etmiştir. Nasıl olur da bu ondört asrın bir dakikasını yaşamayan bu ondört asrın bir miras-ı ilmi ve fikrisinden bir zerresini dimağında taşımayan bir adam bize biz Türklere Kur’an’ın tercümesini takdime kendinde salahiyet görebilir? Fakat yine tahkikatımızdan anladık ki bu adam mahza bu eserine revac vermek hasis kazancını te’min etmek için eserinin tabına başlandığı zaman Din-i İslam’ı kabul edecek ve bunu da Bu adamın Din-i İslam’a meyl ü muhabbeti olsaydı bunu eserinin meydana çıkmasına kadar talika ne lüzum vardı? Bu adamın Müslümanlığa ayet-i kerimesine tevfik-ı hareket etmeyi öğrenmesi lazım gelirdi. Fakat müslümanlığını Bu haberi duyunca mes’eleyi tahkika hasr-ı gayret ettik. Bin-netice ağızlarda dolaşan bu haberin harfi harfine vakiolduğuna kemal-i teessürle muttaliolduk. Teessürümüzün yegane sebebi aramızda bunca ulema-yı İslam bunca müdekkık ve mütefekkirin-i nın tercümeye tasaddi etmesi değildir. Çünkü bir hıristiyanın da Kur’an’ı tercüme edecek kadar ehliyet ve salahiyet sahibi olması gayr-i müstebaddir. Nice hıristiyanlar var ki Kur’an’ı muhtelif Garb lisanlarına tercüme etmişler ve ortaya kusurlu birtakım makasıd-ı taassub-karaneye hadim tahrifatı havi olmakla beraber yine bir eser koymaya muvaffak olmuşlardır. Fakat Kur’an’ı Garb lisanlarına tercüme edenlerden hiç biri gösterilemez ki bu işte ihtisası olmasın ve bu teşebbüs-i azimi başa çıkarabilmek için istinad edecek ilmi bidaası güvenebilecek edebi kudreti müsellem bulunmasın. Garb lisanlarındaki tercümeler yer yer metn-i semavisinden inhıraf ve tebliğ-i maanideki kifayetsizlik gibi nakayısla mal-a-mal olmakla beraber hiç olmazsa mütercimin kudret-i edebiyyesi hakkında kari’leri asla şübheye düşürmeyecek derecede edibanedir. cümesi dediğimiz gibi kusurlu hatalı muharref olmakla beraber bu şerait-ı ibtidaiyyeyi haizdir. Halbuki maalesef kitabımızı Türkçe’ye tercülık aleminde lisana vakıf olanlar meyanında zikr etmek değil hatırlamak bile kimsenin aklından geçmez. Bu adamın bildiği ve anladığı Arabca lisan-ı avam yahud lisan-ı avamdan pek az farklı olan Corci Zeydan lisanıdır. Corci Zeydan ki Arab muharrirleri arasında Arabca’yı hırpalamakla yazdığı bir sahifede hiç olmazsa yirmi kere lisan hatasına düşmekle eserlerinde hıristiyan misyonerliğine hizmet etmekle marufdur. Kur’an’ı tercümeye kalkışan bu adam olsa olsa bu seviyedeki eserleri tercüme edebilir. Türkçe’ye vukufuna gelince; bu mütercim efendi hiçbir vakit Türk lisanının hakimleri arasında değil hizmetkarları arasında bile ahz-ı mevkiedememiştir. Hele ulum-ı İslamiyyede hiç behresi yoktur. Bu seviyede bir adamın Kur’an-ı Azimü’ş-şan CİLD - ADED - - SAYFA sıkmakta bir meşale-i hidayetin rehberliğine samimi ve mübrem bir ihtiyac hissolunmaktadır. Evliya-yı umur ve erbab-ı salahiyyet bu ıztırab-ı fikriyi bu ihtiyac-ı mübremi nazar-ı dikkate almazlarsa böyle birtakım ehliyetsizler yalnız makasıd-ı Salibiyyelerini tervic etmek isteyen birtakım kimseler muztarib fikirleri büsbütün me’yus edecek hareketlerde bulunurlar ki bunun netaici pek vahimdir. Şebabımıza Kur’an-ı Kerim’i tefhim için lisan-ı Kur’anı öğrenmelerini tavsiye etmek kafi değildir. Kur’an-ı Kerim’i anlayacak derecede Arabca’yı öğrenmek uzun senelere müftekırdır. Herkesin tahsilini buna hasr etmesine imkan yoktur. Binaenaleyh Kur’an’ı anlamayı teshil Kur’an’dan istifade ve istifazayı tamim ve bu suretle Kur’an’a karşı hissolunan rabıtayı takviye zamanı gelmiştir. Bu muazzam işi ancak bir hey’et-i aliyye-i ilmiyye yapabileceğinden en salahıyetdar makam olan Şeriye Vekalet-i Celilesi’nin bu muazzam timam ile bu mes’eleyi karşılamasını temenni eyleriz. Geçen haftaki nüshamızda Şerif Hüseyin’in hakkında malumat vermiş ve bu muahedenin ne suretle telakki olunduğunu göstermek için Mısır matbuat-ı İslamiyyesinin mütalaatını ilave eylemayesine vazetmek Irak Filistin ve Mavera-yı Şeria’da İngiliz mandasını tasdik etmek gibi şeraiti Alemi’nde galeyan-amiz tezahürata sebebiyet verdiğini görüyoruz. Müslümanlar bütün İslam Alemi’nin mal-ı müştereki olan Hicaz kıta-i mübarekesini sıyanet için Şerif Hüseyin’in vad etmek lunmaktadır. Mısır ekabir-i ulemasından üstad-ı muhterem Şeyh Muhammed Mazi Ebu’l-Azaim Efendi hazretleri refikimizde fariza-i hac da şayan-ı dikkat bir makale yazmıştır. Müşarunileyh fevkalade nüfuzu haiz ve ahali nezdinde eserinin tabına başlandığı zamana te’cil eden bu adamın maksadı o kadar aşikar ki… Biz bu tahkikatımızı yalnız kitabımıza karşı kurulan bir pusudan efkar-ı umumiyyemizi ve Büyük Millet Meclisimizi haberdar etmek için yazmıyoruz. Kur’an-ı Azimü’ş-şan bu milletin azam-ı mukaddesatıdır. Büyük Millet Meclisimizin en mühim vezaifinden biri bu Kitab-ı Celil’i her tecavüzden sıyanettir. Kitab-ı Mübinimiz’in tercümesine karar vermek tercüme ve tefsir ettirmek bunları tedkik etmek ancak evliya-yı umurun dakik nezareti altında yapılacak bir iştir. Yoksa her rast gelen adam bu milletin kitabına dest-i taaddisini uzatamaz. Binaenaleyh Şeriye Vekalet-i Celilesi’nin mes’eleyi kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate alması icab eder. Vezaifi erbabına tevdietmek dahi Kur’an ile sabit bir farizadır. Binaenaleyh bu kadar muazzam bir vazifenin erbabı kimler ise vekalet-i müşarunileyhaca onlar bir araya toplanarak ne yolda bir tercüme yahud tefsir vücuda getirilmek münasib Yoksa böyle Kitabullah ile hasis menfaatini te’min kaygısına düşen bir hıristiyanın sellemehü’s-selam tercümeye kalkışması efkar-ı umumiyye-i İslamiyyeyi aldatmak için de eserinin tabına başlanıldığı zaman müslüman olacağını söylemek gibi gülünç şeylerle ortaya çıkması ve bu işte kendisine müzaheret edecek bir İslam kütübhanesi bulması Müslümanlık için fecibir musibettir. Bari tercüme bir kıymeti haiz olsaydı bir dereceye kadar mazur görülebilirdi. Halbuki katiyyen öyle değil. Her satırı hata ile dolu olan bu tercüme bir tarafdan maddi bir kazancı istihdaf ettiği gibi bütün şebabımız için gayr-i mekşuf bir hazine-i hüda bir menba-ı feyz ve inayet olan kitabımız hakkında fena bir fikir vermek ve gençlerimizi Kur’an-ı Kerim’den soğutmak uzaklaştırmak gibi herkesin farkına varamayacağı bir maksad-ı Salibiyi ihtiva etmesi de ca-yı dikkattir. Binaenaleyh bir tarafdan evliya-yı umurun nazar-ı dikkatini bu su’-i kasda celb ediyorken diğer tarafdan Şeriye Vekaleti’nin bu ihtiyacı nazar-ı dikkate alarak faaliyete başlaması lazım geldiğini de hatırlatmayı en mütehattim vazife telakki ederiz. Çünkü bugün türlü türlü dalaletlere sapmaktan mütevellid bir ıztırab-ı fikri bütün dimağları CİLD - ADED - - SAYFA olanlar Cenab-ı Hakk’a karşı itimadsızlık gösterir Cenab-ı Hakk’ın vadlerine inanmazlarsa Harem-i Şerif’in dahilinde ikamet etseler de orada mukim addolunmazlar. Tahir bir yer mülevves olanları temizlemez. Nitekim mülevves bir yer tahir olanları telvis etmez. Harem-i Şerif’de mukim olanlar Şeriat’e muhalefet ederlerse orada mukim olmaları onları levsden kurtaramaz. Biz şerif-i Mekke’nin müslümanlara karşı kıyam ettiğini müslümanlarla harb eden gayr-i müslimlerle ittihad eylediğini işitmiş; fakat nesebine yaşına karşı hüsn-i zan beslediğimizden Kur’an-ı Kerim’in talimine ittibaan; ayetini nazar-ı dikkate al rak muma-ileyhin yaptığını te’vil etmiştik. Şerif Hüseyin’e etbaından birinin vedaatiyle bir vasıyetname göndererek Cenab-ı Hakk’ın beyt-i müstağrak edeceğini vad buyurduğunu kendisine hatırlattık eimme-i hüdaya ittibaile Haremeyn-i Şerifeyn’in gayr-i müslim bir nüfuz altına girmemesini te’min ile ruh-ı Nebiyi şad etmesini rica ettik. Her lahza Cenab-ı Hakk’ın Haremeyn-i Şerifeyn’i vikaye etmesi için tazarrueyledik. Maamafih biz Şerif Hüseyin’e karşı hüsn-i zannımızı edilinceye kadar muhafaza ettik. Şerif Hüseyin kendi nefsini hoşnud etmek için Cenab-ı Hakk’ı etseydi de müslümanları toplayarak ecnebilerin himayesi ve bayrağı altında Halife-i Müslimin ile harb etmeseydi; bir müslümanı bir müslümana karşı zulmen sell-i seyf ettirmeseydi; evet keşke Şerif Hüseyin kendi kılıcıyla ve oğullarının kılıcıyla müslümanların üçüncü haremi olan Beyt-i Makdis’in başına o felaketleri getirmeseydi; Suriye Filistin Irak ve Hicaz’ı ecnebi devletlerin müstemlekatı sırasına sokmasaydı!.. Fakat Şerif Hüseyin İslam uğrunda sünen-i nebeviyyenin runda dökülmesi lazım gelen kanları heder etmekle lümanların başına öyle bir bela getirmek istedi ki ancak bütün yeryüzündeki müslümanlar birleşirse ondan kurtulmaya muvaffak olurlar. Şerif Hüseziyadesiyle muhterem ekabir-i ulemadandır. Bu mühim makaleyi Mısırlı refikimizden nakl ediyoruz: “Fariza-i hac Cenab-ı Hakk’ın onunla MüslüFariza-i haccı ifaya muktedir olduğu halde onu haccı ifaya muktedir olduğu halde bu farizayı ifa etmeden irtihal edenin cenaze namazını kılmayı bazı ulema mekruh görmektedirler. Çünkü Cenab-ı Hak istitaat sahibi olanların haccı ifa etmelerini farz kılmıştır. Hac ruhani cismani mali bir ibadettir. Hacdan başka hiçbir fariza bütün bu hakaikı cami değildir. Haccın şu meziyeti yetişir ki insan bu farizayı ifa için ailesini vatanını servetini işini terk eder. Bir kimse para hırsıyla hayat endişesiyle istirahat kaygısıyla fariza-i haccı ifa etmezse kendini gazab-ı ilahiye maruz edeceği gibi şefaat-i nebeviyyeden de mahrum olur. Fariza-i haccın erkan ve adabı ve hükmü hakkında mufassal malumat almak isteyenler Hidayetü’sSalik fi’l-Menasik namındaki risalemize müracaat edebilirler. Haremeyn-i Şerifeyn Mekke ve Medine’dir. Cenab-ı Hak Mekke-i Mükerreme’nin şerefini orada ikamet edenlerin tahalli edecekleri ahlakı Kur’an-ı Kerim’de beyan buyurmuş orasını “emin bir harem” yapmış orada ilhad ile zulümde bulunmak isteyenleri ehl-i cehennemden addetmiştir. Mekke-i Mükerreme namaz kılanların kıblesi olduğu gibi Safa ve Merve’yi Meşar-ı Haram’ı Arafa’yı ve Zemzemi ihtiva etmektedir. Risaletpenah Efendimiz Cezirü’l-Arab’ı sena ederek orada iki dinin bulunmamasını Haremeyn-i Şerifeyn’e tazimen emir buyurmuştur. Cenab-ı Hak Haremeyn-i Şerifeyn’de mukim olanların rızkını hiç beklemedikleri yerlerden göndereceğini ve onları beladan sıyanet edeceğini tebşir etmiştir. Binaenaleyh Harem-i Şerif’de mukim CİLD - ADED - - SAYFA Tevbe edenin mazhar-ı ğufran olması me’muldür. Hayat-ı dünyeviyyeyi her şeye tercih edip onunla kanaat edenin nezd-i ilahide hiçbir kıymeti yoktur…” Kahire’de münteşir refikimizin Kabil muhabir-i mahsusu Afganistan ahalisi ve ahvali hakkında yazdığı bir makalede malumat-ı atiyyeyi veriyor: “Afganistan mizac ve temayülat lisan ve adat Afganistan’ın mesahası Fransa’nın mesahasına karib olduğu halde sekenesinin mecmuu on milyondan fazla olmasa gerek. Maamafih şimdiye kadar resmi veya nim-resmi bir istatistik yapılmadığından Afganistan’ın nüfusunu tayin etmek doğru değildir. Bu hususda söylenen her söz tahmin ve ictihada müsteniddir. Afganistan ahalisini ırk ve din itibarıyla üç kısma ayırmak mümkündür: Müslümanlar hindular museviler. Lisan itibarıyla müslümanlar üç zümreye ayrılırlar: Afgan lisanıyla yahud “Peştu” ile konuşanlar. Farisi ile konuşanlar. Çağatayca konuşanlar. Afgan lisanıyla konuşanlar neseb itibarıyla iki kısma ayrılırlar: Deraniler Galcailer. Birinci kısım birçok kabaili ihtiva eder: Barek Zai Foful Zai Ahker Zai Eliku Zai Ali Zai Nur Zai kabaili gibi. Afganistan hanedan-ı hükümdarisi Barek Zai kabilesine mensubdur. man Khel Ali Khel Türki Sevhi Hotuki Uzi Nasıri Haruti. Bundan başka Hind-Afgan hududunda yaşayan kabail de vardır: Bunlar Veziri Afridi Mesudi Mehmend Cidrani Kabaili’dir. Bu kabailin başlıca sıfat-ı kaşifesi muayyen yerlerde gazveler yapmak yağmalarda bulunmaktır. Birçok defalar pek ehemmiyetsiz sebeblerden yin Kabe-i Mükerreme’yi Ravza-i Mutahhara’yı Kudüs-i Şerif’i yed-i adaya düşürmek istiyor. Bu müdhiş felakete karşı her müslümanın kıyam etmesi bir farz-ı kifayedir. Şerif Hüseyin İngilizlerin himayesini te’min etmek için onlarla muahede akd ediyor. Unutuyor ki arazi-i mukaddese-i İslamiyyenin emn ü emanını te’min etmeyi Cenab-ı Hak tekeffül etmiştir. gazetesinde Şerif Hüseyin’in yaptıklarını akd etmek istediği muahedenin hedefi hakkında verdiği malumatı okuduk. Hüseyin’in Makam-ı Hilafet-i İslamiyye’ye tamaettiğine ve bunun ğine kemal-i teessürle muttaliolduk. La-havle ve la-kuvvete illa-billahi’l-azim. Ey Hicaz kıralı! Yaşın yetmişi geçti herkese hanedan-ı nübüvvete mensub olduğunu söylüyorsun. Arabların hamisi Haremeyn-i Şerifeyn’in hadimi olduğunu iddia ediyorsun. O halde ecnebi himayesini kabul etmek ne demektir? Babasından kalan mirasda kardeşin hakkını isteyince hiddet ediyorsun. Ecnebilere arazi-i mukaddeseyi cesed-i nebeviyi ve beyt-i ilahiyi peşkeş çekrifeyn’in hürmetini hetk eden hidayet güneşlerinin tulu ettiği afakı her müslümanın canıyla kanıyla müdafaa edeceği arazi-i mukaddeseyi İslam düşmanlarına verenlerden Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in teberri edeceğini düşünmüyor musun? Allah’ın intikamına uğramadan telafi-i mafata çalış. Ve siz ey müslümanlar! Beyt-i Huda’nın Ravza-i Mutahhara’nın ve hatta Kudüs’ün ecnebi eline düşmesine razı olur musunuz? Tabii olmazsınız. O halde Cenab-ı Hakk’ın cümlemizi mazhar-ı hidayet etmesini tazarruederiz. Çünkü helal da meydanda haram da meydandadır. Şerif Hüseyin tarafından yapılan işin haram olduğu tamamıyla vazıhdır. Cenab-ı Hakk’ın bu hususda hükmü ise herkesin malumudur. Cenab-ı Hak cümlemizi inayetine mazhar ve cümlemizi tevbeye muvaffak eylesin. CİLD - ADED - - SAYFA raatle iştiğal ederler. Bu Türkistanlıların da pek fena birtakım adetleri vardır ki zevk-ı selim ile kabil-i te’lif değildir. Hindulara gelince: Bunlar gerek adedleri ve gerek faaliyetleri itibarıyla mühim bir unsurdur. Kendilerine mahsus mabedlerde ayinlerini icra askerliğe süluk ve birçok vezaif-i mülkiyyeyi işgal ederler. Hemen hemen bütün mali işler bunların elindedir. Hukuk ve vezaif itibarıyla müslümanlar arasında hiçbir fark gözetilmemektedir. Emanullah Han hazretlerinin devrinde Hindular hakkında mülayim bir siyaset takib olunduğundan bunlar çok terakki etmişlerdir. Emanullah Han Hinduların mekteblerine ve maabidine teberruatta bulunmuş bayramlarına iştirak etmiş hatta geçen sene ineklerin kesilmemesini emr ederek Hinduların hissiyat-ı diniyyesine hürmet eylemişti. Hindular ticaretle iştiğal ettiklerinden sahib-i servettirler. Kabil’de kendilerine mahsus bir kısımda ikamet ederler ve kendilerinden başkasını orada ikamet ettirmezler. Bunlar sarı veya kırmızı sarıkla gezerler ve kollarına bir bilezik takarlar. Bir davet vukubulmadığı halde Din-i İslam Hindular arasında intişar etmektedir. Esasen davet-i diniyyeyi emir-i hazır menettiğinden ve davet-i diniyyede bulunacak olanlara şiddetli bir ceza verildiğinden dini bir davette bulunmaya memnudur. Tabii bunun sebebi dahili mücadelat ve münazaata hatime çekmektir. Emir Habibullah Han’ın devrinde Hindulardan Din-i İslam’ı kabul edenlere ihsanlar verilir kendisiyle çocuklarına maaşlar bağlanırdı. Emir-i hazır iktisada riayet için bu adeti kaldırmıştır. Musevilere gelince: Bunlar bir ekalliyet-i kalile teşkil ederler. Adedleri ikibini geçmez. Makarr-ı ğal ederler. Memlekette hiçbir vechile haiz-i ehemmiyyet değillerdir.” dolayı bu kabail arasında muhasemat tehaddüs eder ve binaenaleyh yekdiğeriyle muharebe ederler. Biz bu gibi muhasemat ve münazaatı takbih ve bunların vahim neticelerini takdir ettiğimiz halde Afganlılar bundan memnun olurlar. Hatta bunları teşvik ederler. Bu memnuniyet ve teşvikin sebebi bu gibi mücadelatın Afgan kabailinin şecaat-i mevrusesini muhafaza etmesidir. Kabail ziraat ticaret yağma ve garet ile te’min-i maişet eyler. Şehirliler bilhassa me’murin-i hükumet kavaid-i me’murlarıyla Mısırlı me’murin israf hususunda müttehiddirler. Buna rağmen pek az olmakla beraber pek büyük servetleri olan bazı zevat vardır. Farisi ile konuşanlar mezheb nokta-i nazarından Şiiler Afganistan’da dört zümreye münkasemdirler: Heraza Cendul Murad Hani Afşar. Heraza zümresi şiilerin en büyük kitlesini teşkil ve dağlarda ikamet eder. Emir Abdurrahman bunları hükumete münkad etmek için pek büyük zahmetlere duçar olmuştur. Afşar zümresi Nadir Han’ın Afganistan’ı feth ettiği zaman onunla birlikte gelmiştir. Heraza kitlesinden başka şiilerin makarrı Kabil’dir. Şiiler umumiyet itibarıyla sünniler derecesinde sahib-i servet değillerse de sünnilere nazaran muktesiddirler. Maamafih bunlar da Hindular derecesinde sanayile iştiğal etmezler. Şiilerin sünniler aleyhinde birkaç ihtilal yaptıklarını Afganistan tarihi kayd etmektedir. Fakat Emir Emanullah Han hazretlerinin himematı sayesinde sünnilerle şiiler arasında cay-gir olan bütün münaferetler zail olmuştur. Şiilerin garaib-i adatından biri Hüseyin’in şehid olduğu gün matemler yapıp yüzlerini vurmaları elbiselerini parçalamaları feryad ü figan etmeleridir. Çağatayca ile konuşanlar sünni Türklerdir. Bunların sakin oldukları vilayete “Türkistan-ı Af ni” namı ıtlak olunur. Türkistan-ı Afgani’nin arazisi fevkalade münbit olmakla oranın ahalisi zibayramları hasılı nakisaları hünerleri kendilerine geçmişti. Yahudiler zaman zaman maruz oldukları işkencelerle mezalim yüzünden Ceziretü’l-Arab’a hicret etmişlerdi. Onun için Hamir Kinane Benu’l-Hars b. Kab Kinde ve sair kabailde Yahudilik görülür. Sonraları zuhur eden Nasraniyet bilad-ı Araba sokularak Rebia Gassan ile Kuzaa ların Hasılı İslam’ın zuhurundan evvel Ceziretü’lArab’da saibiler putperestler saneviyeler mecusiler Yahudiler nasranilerle güneşe aya meleklere ruhlara hayvanata nebatata cemadata tapanlar bulunuyordu. Başmuharrir Sahib ve Müdir Arablara gelince; eskiden beri münkad oldukları dahili harici birtakım avamil ve müessirat bunların din ve ahlak itibarıyla muhtelif kabilelere ayrılmalarını ve efkar adat siyaset cihetlerinden de mütehalif olmalarını icab etmişti. Arablar İranlılara Romalılara Yahudilere Asurilere Babililere Saibilere ve o zaman mevcud olan nasrani fırkalara mücavir bulunuyorlardı. Sonra senenin aylarında umumi panayırlar kurulmaya başladı ki Cezirenin her tarafından yakın-uzak bu panayırların hepsine akın akın halk gelirdi. İşte Bahreyn’deki Hacer Muşakkar Şihr ve Yemen’deki Umman Sana sonra Hadramevt Zilhicaz ile Mekke kurbundaki Mücenne kezalik Nahle ile Taif arasındaki Ukaz bunlardandır. Arablar komşuları bulunan akvam ile ihtilatta oldukları gibi her tarafdan panayırlarına gelen muhtelif ümmetlerle daima münasebette idiler. Binaenaleyh bütün bu akvamın akaidi edyanı ahlakı adatı hurafeleri kehanetleri mevsimleri dıyla insanlar buraya koşar gelirdi. Panayırlar dağılınca bu gelen halk menasik ve ibadat ile sonra bu panayırları takib eden eyyam-ı hacda ne gibi işler mutad ise onunla meşgul olurlardı. Bu panayırlar yüzünden Mekke’ye nasıl bir tarafdan akın akın seyirciler fevc fevc alıcılar satıcılar; küme küme abidler zahidler; bölük bölük şairler hatibler; yığın yığın davacılar hakemler gelirse; diğer tarafdan da sayısız zaniler hesabsız fahişeler hadsiz ayyaşlar payansız kumarbazlar toplanır; hasılı bilad-ı Rum’un Suriye’nin cezirenin çengi rakkas muğanniye namı altında ne kadar şıllığı varsa hepsi birikirdi. Hulasa İslam’ın zuhurundan evvel Ceziretü’lArab bütün edyanın ananatın mezahibin ahlakın adatın hurafatın münkeratın sergisi idi. mahsusatından olan asabiyet-i kavmiyye yüzünden dahili muharebelerin ardı arası kesilmiyordu. Felaketin büyüğü; bunların birtakımı Kisraya bir takımı da Kaysere tabiidi. Gassaniler zaman-ı risalette Kayserini Cezire ise İran Hükümdarı Hüsrev’i tanıyordu. Galib tarafı iltizam eden Iraklılar ise kah Kisranın kah Kayserin adamı idi. Badiye-i Hicaz resmen Hire müluküne merbut oldukları ve zahiren da tamamıyla müstekıl yaşıyorlardı üzerlerinde kimsenin hükmü yoktu. mi münakaşalar o bir zaman eksilmeyen siyasi gayzlar kinler her birinin doğrudan doğruya hakimiyeti yahud nüfuzu altında bulunan Arabları rahat bırakmıyordu; harbde de sulhde de o zavallıları arkalarından sürükleyip götürüyordu. Bu hal Ceziretü’l-Arab’ı yıllarca kasıp kavuran o müdhiş felaketin en başlı menşe’lerinden idi. Zaten doğrudan doğruya kendi aralarındaki dini ihtilafat ile asabiyet-i kadimeleri öteden beri memleketlerini yabancıların ardı arası kesilmeyen akınlarına maruz bulunduruyordu. Asuriler Babililer Romalılar Yunaniler Habeşiler Iraniler fırsat buldukça hücum ederek yurdun bir Tevhide gelince; bu akide Kus b. Saide ile Zü-heyr b. Sülemi gibi pek mahdud birkaç kişiye görülen akide-i tevhid putperestlik ile saibilik şaibelerinden azade kalamıyordu: Bunlar sanemlere heykellere putlara meleklere tapıyor ve bu ibadetin Allah’a vesile-i takarrub olacağına Diğer tarafdan diyar-ı Arab hürriyet-i fikir diyarı tazyik görenlerin yegane ilticagahı kesilmişti. Bu mültecilerin bir kısmı siyasi esbabdan dolayı geliyordu: Yahudiler bu zümredendir. Diğer kısmı da dini avamilin te’siriyle hicret ediyordu: Marsiyoni Mezhebi’ne salik olarak Rum ve Roma Kiliseleri’ne muhalefette bulunan bazı nasrani taifeler gibi. Marsiyoniler Luka İncili ile Saint Paul’ün ashabından bir kısmı istisna edildiği halde İncillerin Hazret-i Isa’ya isnadı doğru olmadığına kaildirler. Kezalik o tarihi gecede Cenab-ı Mesih’in salb olunduğunu inkar ve yerine başkasının asıldığını kabul hususunda Marsiyonilere ittibaeden Levanteniler de bu mültecilerdendi. Arablarda heykellerle sanemler gittikçe çoğaldı. Bunlar için hadimler kahinler tayin edildi birçok da mabedler vücuda getirildi. Maamafih bütün diyar-ı Arab içinde Mekke’den başkası umumun birden mazhar-ı ihtiramı olamamıştı. Çünkü Arablar dinlerinin adetlerinin ihtilafı ve fikirlerinin akidelerinin tenevvüü ile beraber her sene Cezirenin dört tarafından Hac için Mekke’ye gelirler oradaki muhtelif ilahlara kurbanlar keserler ve mutad olan menasik ve ibadatı eda ederlerdi. İşte İbrahim aleyhi’s-selam Kabe’yi kurarak oğlu İsmail aleyhi’s-selamın orada yerleştiği günden beri Mekke bu halde idi. Bundan rek kurbanlar keserlerdi. Sonra içinde yahud çevresinde kabeler hacer-i esvedler ve Uzza Menat Latgibi bütün Arabın tazim ettiği heykeller sanemler bulunmak si olduğu gibi civarında büyük büyük panayırlar kurulduğu için de iktisadi kıymeti pek azametli CİLD - ADED - - SAYFA CİLD - ADED - - SAYFA parçasını koparıp götürüyor ahaliye ise tarihin şahidi olduğu vecihle işkencenin zulmün her türlüsü reva görülüyordu. Arablar eskiden beri aralarındaki kapkara günleriyle kıpkızıl baskınlarıyla şöhret almışlardı. Hayatları müdhiş bir harb-i dahili içinde geçerdi. Kafalar biçilir ruhlar sökülür yeryüzü masum kanıyla boyanır dururdu. Hem bu fecayie çok zamanlar öyle vahi şeyler sebeb olurdu ki arada cehaletle noksan-ı terbiye olmasa Cenab-ı Hak tarafından tekrim ve mahlukatın birçoğuna tafdil edilen beşerin bir katre kanının dökülmesini icab edecek kadar bile ehemmiyeti haiz değildi. Küleyb b. Vail kendi sürüleri arasında yabancı bir dişi deve görür hayvanın üzerine ok atarak memesini yaralar. Bunun üzerine Beni-Bekir ile Beni-Tağleb arasında yıllarca süren müdhiş bir mukateledir başlar. İki tarafdan o kadar çok adam ölür ki bu kabilelerin de evvelce nesilleri kesilmiş akvam-ı baide sırasına geçmesine ramak kalır. ficarda hazır bulunmuşlardı. O zaman henüz on dört yaşlarında idiler ve düşman tarafından atılan okları toplayıp amcalarına verirlerdi. Tarih uzun yıllar süren bu harbin ne fecisafhalarını kayd ediyor! Ekinleri kasmış kavurmuş mevaşiyi kökünden kesmiş insanların yarısını toprağa sermiş yarısını da köle etmişti. Kureyş Kinane Havazin kabileleri tamamıyla bu harbe karıştılar. Sebebi ise şu idi: Urvetü’r-Rical Hire Meliki Numan b. Münzir’in huzurunda Berraz b. Kays’ı tahkir eder. Dışarı çıkınca Berraz Urve’nin arkasından giderek yolda ansızın kendisini öldürür. İşte bu vaka katil fikleri arasında hadsiz hesabsız mukatelelerin mebde’i oldu. Bu mukateleler şayed iki tarafdan birinin zafer-i katisi ile nihayetlenmezse muhasımlar silahlarını adamlarını çoğaltarak tekrar meydan-ı imtihana atılırdı. Galebenin tahakkuku halinde ise mağlubların ne malı ne canı ne hürriyeti hiçbir şeyi kalmazdı. Ceziretü’l-Arab’a Yahudilik Nasranilik Mecusilik girdi hem asırlarca kaldı. Lakin ne ahalisinin ahlakına zerre kadar salah te’min etti ne de bu azgın nefisleri yatıştırmaya bu katı yürekleri yumuşatmaya muvaffak olabildi. Sebebi de bu edyan ile ihtiva ettikleri mezahibden ancak kışır tabakalarıyla zahiri birtakım ayinleri haricinde hiçbir ciheti Araba geçmemişti. Çünkü Hicret’le gelen mücavir milletler cezirenin en münbit en feyzli cihetlerini istiladan maada bir şey düşünmüyordu. Nerde nehirler pınarlar bereketli vahalar varsa oraya konuyorlardı. Evet Yahudilik’in Nasranilik’in Mecusilik’in gelip de Ceziretü’l-Arab’ın nerelerine konduğunu tedkik edenler bu hakikati bilirler. Sonra mevzu-i bahs olan edyan ile şuabatı Arablara putperestlikle şaibedar olarak gelmişti: Yahudilik İbrahim’in İsmail’in heyakiliyle zebihanın heykelini ahbar ve ruhbanın resimlerini heykellerini ve Allah’a şerik ittihaz ettikleri enbiya-yı Beni-İsrail’in heyakilini beraber getirmişti. Nasranilik ise hululü ile teslisi ile ruhlar üzerindeki istibdad-ı mutlakı ile gelmişti. Iraniler de Zoroaster Mecusiliği namına özü olmayan bir yığın kabuktan ruhsuz bir alay merasimden başka bir şey getirmemişti. Mani-i Terakk i Değil Zamin-i Terakk i dir Din-i İslam’ın terakkıyat-ı insaniyyeye mani olup olmaması hakkında esasat-ı İslamiyyeye müteallik bazı izahat taleb olunuyor. CİLD - ADED - - SAYFA Bu izahata başlarken evvela mevzu-i suali teşkil eden terakki mefhumu üzerinde biraz tevakkuf etmek lüzumunu hissediyorum: Terakki öyle bir mefhum-ı amdır ki müteallikına ve gayesine göre birçok medluller ile alakadardır. İnsaniyetin bir gaye-i mutlakası olmalı ki ona doğru vakiolan hareket-i mütezayideye ale’lıtlak bir terakki-i beşer namı verilebilsin. Halbuki gayeler tahmin olunabilir ve herkes terakki denilince kendi nokta-i nazarına göre bir gayeye vüsul manasını kasd eder. Bu suretle ale’l-umum olacağından bu haysiyetle yalnız edyanın değil alemde hiçbir şeyin ale’l-ıtlak amil-i terakki olması hakkında bir hükm-i kati verilemez. Birçok esbab ve avamil vardır ki insanların terakkisine badi olur. Bu ise hakikatte terakki değil tedennidir. Alemde diğer birçok esbab ve avamil daha vardır ki bunlar da insanların fezail ve hasenatta terakkisini te’min eder. İşte bizim nazarımızda terakki-i hakiki budur. Dinleri mani-i terakki görmek isteyenler gaye-i terakkiyi lezaiz-i şehevaniyyeye vüsulde arayan nüfus-ı tağıyye meyanında görülüyor. Bunlar saadet-i hayatı pek hususi ve ferdi bir nokta-i nazardan mutalaa edenlerdir. Halbuki beşerin şehevatı bile daha ali birtakım insani ve lahuti gayelerin birer saik-ı neşve-bahşası olmak üzere halk buyurulmuştur. Pek hususi ve ferdi saadetlerin lezzetlerin hemen hemen hiç kıymeti yoktur. Çünkü saadet-i refaha malik görünen ferdler bile bed-baht ve muztaribdirler. Ferde en büyük saadet heva-yı nesimi gibi muhitinden teneffüs ettiği ruh-ı ictimaiden gelir. Saadet-i ictimaiyye fezail dakarlık demektir. Faziletin yegane zamini de vazife yani mes’uliyet ve mükafat hissidir. Bu hissi te’min eden amil ise ancak din olabilmiştir. Binaenaleyh din insanların fezailde terakkileri dahi mani-i terakki değil insaniyetin en büyük zamin-i saadet ve terakkisidir. Asırların tecaribiyle sabit olduğuna göre hayat-ı ferdiyye hayat-ı ictimaiyye ile kaim olagelmiştir. Hayat-ı cemiyyeti bir şirket mekanizması gibi sırf menfaat-i faniyye esası üzerine ibtina ettirmek mümkün bile olsa bu kabil cemiyetler pek hod-kam olmak itibarıyla kabiliyet-i ittisaiyyeden mahrumdurlar hatta ittisaları zararlarına badi olur. Bundan başka beşeriyetin yalnız mahdud bir nokta-i inkişafına nasb-ı nazar ederler. Mütekamil bir cemiyet ise hem beşeriyeti daha vasibir haysiyetle ve bütün secaya-yı fıtriyyesiyle ğil müteneffiolmak lazım gelir. Bu ise hadd-i zatında na-mütenahi ve kudsi bir gaye-i kemal etrafında toplanmakla mümkün olur. Fil-hakika amal ve hissiyat-ı insaniyye na-mütenahidir. İnsanlığın bu na-mütenahi amalini fani bir ömr-i mütenahi içinde tahakkuk ettirerek istihsale çalışmak bir tenakuz teşkil eder. Bundan dolayıdır ki hayat-ı faniyyenin ma-verasını münkir bulunan dinsizler bütün emellerinin mahdud bir ömür ve bu ihtiras ile daima huzur ve madelet-i ictimaiyyeyi rahne-dar ederek zulm ü teaddiye mütehalik bulunurlar. Bu da buhran-ı ictimaiyi intac edeceğinden hayat-ı umumiyyeyi ıztıraba düşürür ve hatta ifna eder. Binaenaleyh beka-yı ebediye müteveccih olmayan ruh-ı beşerde saadet-i hakikıyye mefkuddur. İnsanın beş-on günlük ömründe nail olabileceği saadet-i basita bile beka-yı na-mütenahiye matuf mesainin semeratındandır. Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın bu mevzua müteallik olan irşadatından Sure-i Meryem ’deki şu ayatı pek calib-i dikkattir: Esteizü billah: “ Ayat ve edill miz vazıh ve müsbet olarak kendilerine okunduğu zaman ehl-i küfür ehl-i imana karşı;Acaba biri dinsiz ve diğeri dinli olan şu iki fırkadan hangisi mevkive vaziyetçe daha hayırlı mecalis ve mahafilce daha güzeldir?dediler.” mealinde olan bu ayet-i kerimede ehl-i küfrün dünyada kendilerini mü’minlerden ziyade mesud ve müreffeh CİLD - ADED - - SAYFA ren beka-yı ferdi akidesidir. Fakat beka-yı ferdi mıyor. Çünkü tecarib-i hayat ferdin bekasını değil daima fenasını isbat ve irae etmektedir. Bazı dinler beka-yı ferdiyi beka-yı ruh nazariyyesiyle te’min etmek istemiştir; “Nasraniyet” de bu cümledendir. Din-i İslam ise beka-yı ruh nazariyyesine bi-tarafdır. Ulema ve hukema-yı İslamiyyeden bazıları beka-yı ruhu kabul etmiş bazıları da etmemiştir. Zira beka-yı ruha kail olmak bat etmek lazım geliyor ki felsefe-i İslamiyye bu babda henüz katiyyete kail değildir. Çünkü mütekellimin-i İslam ruh-ı mücerred nazariyesinin aleyhindedir. Şu halde beka-yı ferdi akidesini Din-i İslam beka-yı ferdiyi ahiret yani neş’et-i saniyye tabir-i aharla “basü bade’l-mevt” nazariyesiyle te’min etmektedir. Beka-yı ferdi bu hayatta filen vakideğildir. Fakat alem-i ahirette bir neş’et-i saniyye ile mümkündür ve vakiolacaktır. nakıs değil daha kamildir. Binaenaleyh hayat-ı ahiret mücerred bir hayat-ı ruhaniyyeden ibaret olmamak lazım gelir. Zira insanlığın künhü hayat-ı maddiyye ve ruhaniyyeyi camidir. Sade bir hayat-ı ruhaniyye ise hayat-ı insaniyyeye nisbetle basit ve kasırdır. Bina-ber-in daha mütekamil olarak tasavvur edilen hayat-ı bakıyye-i insaniyyenin sırf ruhani bir hayat telakki edilmesi tenakuz demektir. Hayat-ı dünyeviyye fanidir reside-i zeval olur. Hayat-ı ahiret ise bu hayat-ı dünyeviyyenin kısmen devamı demek olmayıp müddet ü kıyametten sonra ayrıca başlayacak olan bir hayat-ı kamile-i insaniyyedir ki ferd işte bu hayatta ile’l-ebed baki olacaktır. Bu iki hayat arasında güzeran edecek olan alem felsefe-i İslamiyye lisanında “alem-i berzah” tesmiye edilir. Şimdi; “Böyle bir ahiret tasavvuru nasıl mümkün olabilir?” suali varid-i hatır olur. Evvela şunu felsefisi yoktur. Yani insanlar için hakiki bir hayat-ı saniyye bir neş’et-i saniyye farz etmek tenakuza müncer olmaz. Çünkü her hadisede ibtida tekerrür ve tekamülden daha zordur. Öyle olunca bir kere vakiolan hilkat-i beşeriyyenin mevkive mahfilce daha güzel daha ali addederek din ve imanın mani-i terakki ve saadet olduğu zemininde idare-i kelam ettiklerini beyandan sonra bunlara cevaben; ayet-i kerimesiyle; “Biz bunlardan evvel nice batınlar mahv ettik ki onlar servet ü saman ve manzara-i hariciyye itibarıyla bunlardan daha güzel idiler.” buyuruluyor. Ve bir-iki ayet sonra; liyor. Hulasa-i meali: “İnsanların hayrı ve hüsnü elbiselerinin hanelerinin mefruşatlarının hasılı menazır-ı hariciyyelerinin güzelliği ile değildir. Esrar-ı hayr u hüsn zamin-i beka olan fezail-i amalde aranmalıdır. Çünkü mazide nice milletler var idi ki bunlar güzel güzel yerler içerler insanlar üzerinde icra-yı ahkam ederler kaşanelerde ömür sürerler muhteşem muhteşem mecalis ve mehafilleri ile insanlara karşı ibraz-ı kibir ve gurur eylerler idi. Bu milletler munkarız oldular bekalarını te’min edemediler. Yalnız bu evsaf mehasinden madud olsa idi evvel-emirde sahiblerinin beka-yı ictimai ve millilerini te’min edebilmek iktiza ederdi. Halbuki edemedi. Binaenaleyh edecekleri gaye bunlar değildir. Amal-i bakıyye-i saliha yani te’min-i beka eden fezail-i ameliyye tahakkuk ettirir. Baka denilince beka-yı nevi ve beka-yı ferdi hatıra gelir bir dinin kıymet-i asliyyesi de bu iki nevibeka hakkında vereceği imanın kıymet-i ilmiyye ve ameliyyesiyle mütenasibdir. Din-i İslam ahkam-ı şeriyye ve ahlakıyyesiyle beka-yı neviyi ahkam-ı itikadiyyesiyle de beka-yı ferdiyi tekeffül eder. Baka-yı nevi tabir-i aharla beka-yı ictimai her zaman için ilmen kabil-i tasavvurdur. Bunun suubet-i fenniyyesi tasavvurunda değil tahakkukundadır. Beka-yı ictimainin tahakkuku neşve-i ruhiyye hubb-ı vazife madelet-i ictimaiyye ile mümkün olabilir. Lakin bir nevi’ mevhibe-i fıtrat demek olan bu neşve-i ruhiyyeyi en ziyade te’min edebilecek olan esas azim ve iradeye şetaret ve Geçen nüshada İstanbul medreselerinin idari hususatını tedkik ile mütalaalarımı yazmıştım. Talebenin tarz-ı itam ve iaşesiyle bu babdaki teşkilat-ı sabıka ve hazıraya geçiyorum. Bu hususda esaslı bir fikir hakiki bir hüküm verebilmek için biraz maziye irca-ı nazar icab eder. Merkez-i ulema ve Makarr-ı Hilafet-i Uzma’da; mazi hal istikbal için cidden medar-ı iftihar olacak cevamimedaris ve müberrat-ı saire vücuda getiren selatin-i salife ile eazım-ı memleket u tamimi hayat-ı diniyye ve ilmiyyenin an-be-an mazhar-ı inkişaf olmasının te’mini maksadıyla vücuda getirdikleri medreselerin hemen her birinin kurb u civarında birer de imaret vücuda getirmek medreselerde ahz-ı feyz eden teşnegan-ı Medaris talebesinin bu imaretlerde eski zamanlardaki tarz-ı iaşelerine dair mufassal malumat elde edebilecek vesaik ve kuyudattan maalesef mahrumuz. Bir dereceye kadar resmi defatir-i vakfiyyeden Mahkeme-i Teftiş-i Evkaf-ı Hümayun’un bu işe dair manzurumuz olan biriki küçük vesikasından imaretlerin yarım asır evvelki zamanını idrak edenlerden istifade suretiyle manlardaki vaziyetleri ile hal-i hazırı tedkik ve muhakeme etmeye çalışacağız. Devr-i sabıkda İstanbul’da yirmi imaret var idi. Bunların mevkileriyle bugün ne halde bulunduklarını atideki cedvel irae eder: Sultan Fatih İmareti: Mamur ve talebeye mahsusdur. Sultan Selim İmareti: Yıkılmış yerine bi-na yapılmıştır. Sultan Süleyman İmareti: Evkaf Müzesi. Sultan Ahmed İmareti: Harab. fukaraya mahsusdur. vaid-i İslamiyyeye nazaran; “Baka ibtidadan esheldir ”. Mekke müşrikleri bu babdaki tebliğat-ı Muhammediyyeyi işittikleri zaman mezarlardan birtakım çürümüş kemikler topladılar ve huzur-ı risalete gelip; “Bunları kim diriltecek?” diye bera-yı taciz irad-ı sual eylediler; buna karşı Sure-i Yasin’deki; ayat-ı kerimesi nazil oldu ki; “Ya Muhammed! Sen de ki: Bunları ibtida kim icad etti ise o diriltir; onları ibtida yaratan yaratmanın her türlüsünü bilir. O öyle bir Allah’dır ki yemyeşil ağaçlardan sizin için ateş çıkarttı da siz o ateşten ocaklarınızı yakıyor işlerinizi görüyorsunuz.”demektir. Fil-hakika bunda bir imkansızlık yoktur. Bazı şerait-ı maddiyye mülahazasıyla bu babda bir dunu tecavüz etmek demektir. Fen daire-i tasarrufuna alabildiği hususatın hepsinde bir kere icad edebildiğini daima etmiş ve fazla olarak tekamül de ettirmiş değil midir? Bugün ilm-i hayatın bütün kanunları keşf edilebilse idi fen birtakım zi-hayat makineler yapabilir ve yaptıklarını inzimam-ı tecrübe yapılamaması imkansızlıktan değil cehaletten neş’et ediyor. Nitekim bundan birkaç asır evvel bugünkü mamulat-ı fenniyyeden bahs edilmiş olsa sında birkaç dakika içinde muhabere yapılabileceğini kim tasdik ederdi? Halbuki bunlar bugün Edison gibi zekaların semere-i muvaffakıyyeti olarak vukua geldi ve ale’l-ade şeyler kabilinden oldu. Cüz’i bir mülahaza bize gösterir ki bu zevat elektrikleri yaratmadılar keşif ve istihsal ettiler. O halde hem elektriklerin ve hem Edisonların kuva-yı tabiiyye ve ruhiyyelerini halk eden Cenab-ı Allah’ın hazine-i kudretindeki vüsat-i pek ziyade kesb-i sühulet eyler. Şu izahattan anlaşılıyor ki nazar-ı İslam’da fikr-i ahiretin zımanı beka-yı ruh nazariyesi değil mevcudiyet ve sıfat-ı marifetullahdır. CİLD - ADED - - SAYFA Talebe tevziatı hitam bulduktan sonra fukaraya ve misafirine tevziat başlardı. Fukaranın en ziyade toplandıkları imaretler; Laleli Şehzade ile Üsküdar’da Valide-i Atik ve Mihrimah Eyüb’de Mihrişah İmaretleri idi. Talebe efendilere; fodla çorba pilav aşure zerde bazan da zırvatevziolunurdu bir fodla doksan dirhem-i atik mikdarında ekmektir. Birtakım yapılırdı. Askerlerin tam ve nısıf tayin ekmekleri gibi. Herhangi bir medreseye müceddeden dahil olan bir talebeye “çömez” mülazim istihkakı olan bir tam fodla verilir bilahare sahib-i hücre olunca bir misli zam alır. Herhangi bir vakıfdan ayrıca meşrutası var ise üç-dört fodlaya kadar sahib ve müstehak olur. Sabahları imaretler; sabah namazı vakti açılır. Sabah derslerinden evvel fodlalar ita ve talebeye buğday ve arpa unundan veya kırmasından mamul çorba tevziolunur. Bu çorba imaret dahilindeki “me’kel”de her talebeye büyük ve muayyen bir kepçe olmak üzere verilir ve orada taslarla içilir.Dersden çıktıktan sonra yağlı pirinç çorbası alınır buna bazan nohud da konur. Bu çorbayı arzu edenler imarette beden müntehab ve “kemer” namıyla yad olun birer adam ve refikleri vasıtasıyla medreseye getirilir fodlalarla birlikte orada talebeye tevzi edilir. Perşembe günleri her imarette zerde pilav ve Hamidiye ile Laleli imaretlerinde Pazartesi Perşembe günleri zerde ve etli pilav yapılır ve mebzulen verilir bir-iki imarette bilhassa Beşir Ağa’da ayrıca zırva pişirilir. Fodlalar; imaretler dahilindeki hususi fırınlarda tabh edilir. Me’muriyet ve hizmetler ekseriyet itibarıyla cihet halinde tevcih olunur. Bunlar ayrıca bir imtihana tabitutulur. Her önüne gelen habbaz ve tabbah olamazdı. Aşçılar ve ekmekçilerin ilel ve emrazdan salim tammu’sSultan Hamid-i Evvel İmareti: Vakıf han. Sultan Bayezid İmareti: Harab. Sultan Osman İmareti: Ma’mur. Ayasofya İmareti: Evkaf İnşaat Ambarı. Mihrişah İmareti: Kirada. Fatih İmareti: Kirada. Şehzade İmareti: Mamur talebeye mahsusdur. Beşir Ağa İmareti: Harab. Atik Ali Paşa İmareti: Münhedim. Şehzade Tabhanesi: Evkaf Matbaası. Haseki İmareti: Harab ve meşgul. Mihrimah İmareti: Harab. Atik Valide İmareti: Muattal. Ahmediye İmareti: Fukaraya mahsus. Koca Mustafa Paşa İmareti: Harab. Bu yirmi imaret; İlan-ı Meşrutiyet’e hatta Rebiulevvel sene ve Nisan sene tarihli kanunun neşrine kadar mamur ve muntazam talebe-i uluma da küşade idi. tifade ederdi: Talebe-i ulum Memleket fukarası Misafirin ayende ve revende. Bu kanun ile; işbu yirmi imaretten onsekizi lağv olunarak yalnız fukaraya mahsus olmak üzere biri Laleli’de diğeri Üsküdar’da iki danesi tahvil ve bilahare Zilkade sene ve fi Eylül sene tarihli nizamname ile yine talebeye mahsus olarak Fatih Şehzade Nur-ı Osmani ve Valide-i Atik İmaretleri iade ve ihya edilmiş dua-gu fodla fodulaları kayıdları terkin hademe-i hayrat fodla ve muayyenatı kezalik kayıdları terkin kılınmış ayende ve revende fukara adadına CİLD - ADED - - SAYFA Milletlerde medar-ı tefrik ve tasnif olacak derecede mütebariz bir şahsiyet-i mahsusa mevcuddur. Hayat-ı umumiyye ve hususiyyede te’siratını gösteren bu hususiyet-i mümtazenin dini ahlaki ictimai ve hatta iktisadi ve fenni cihetlerde bile tarz-ı inkişafı itibarıyla haiz olduğu kıymetler hayat-ı cemiyyetçe şayan-ı dikkat netayic arz eder. Asırların kayd ettiği münderis ve mevcud bütün milletlerin kendilerine münhasır bir “vech-i mümeyyiz”i mevcuddur. Fars medeniyetinin askeri inkişafatı Arab saltanatının tarz-ı bedii Romalıların telakkıyat-ı hukukıyyeleri İngilizlerin gayr-i mektub kavanin-i örfiyyeleri… mahsusayı camidir. Bir milletin hayat-ı istiklali adat ve teamülat-ı muhitıyyesine gösterdiği merbutiyet derecesiyle azami derecede münasebetdar olduğundan kuvvet ve tesanüd-i milli muhafaza-i ananata olan meyl ile ölçülebilir. Aralarındaki bu ahenk-i şuuriyi alaka-i mahsusayı kaybeden milletlerin pek az zamanda başka şahsiyetlere istihale ve temessül ederek mahv u münkarız oldukları tarih-i insaniyyetin mükerreren kayd ettiği menakıbdan maduddur. Bu hakayıktan istidlal suretiyle hey’et-ictimaiyyemizi gevşeten avamil-i maraziyyeyi keşfe esbab-ı tedenniyi tedkike muvaffak olabiliriz. Bir vakitler hars-ı millinin yüz milyonu mütecaviz bir kitle-i beşeriyyeyi zir-i nüfuzunda bulundurduğu ve bunların hissen ve irfanen tekamülüne saik olduğu nazar-ı dikkate alınırsa bugünkü inhitatın müessiratı meyanında milletin şahsiyet-i mahsusasını muhafaza edemeyerek bünyan-ı ictimaimizin gevşemesi birinci sırayı teşkil ettiğinde şübhe kalmaz. Milletimizi evc-i bala-yı şevkete “vech-i mümeyyiz”imiz el-yevm bizi mahuf boşluklar içinde yalnız bırakarak uzaklaşmaktadır. Milletimizin kendine mahsus pek kıymetdar hasletleri vardı. sıhha olmalarına ve bil-umum müstahdeminin dikkat edilirdi. Ekmekçileri imtihan için Mahkeme-i Teftiş-i Evkaf-ı Hümayun’da ser-habbazlardan mürekkeb bir “habbazan hey’eti” var idi. Bu hey’et imaretlere talib olanları; maya tutmak usulünden yoğurmaktan tuzun mikdarından hakk-ı nardan lerdi. İmtihanı verenler kayd-ı hayat şartıyla istihdam olunurlardı. ları vakıfnamelerin çoğunda tesbit olunmuştur. Ez-cümle Hazret-i Fatih’in imaret kadrosu şudur: Nazır-ı imaret Katib Emin-i hazine Emin-i masraf Kilari Müstakbil-i misafir Nakib Nakkad-ı gendüm Nakkad-ı erz Siraci Ferraş Hadim-i me’kel-i suhtegan Hadim-i me’kel-i misafirin ve fukara Bevvab Çarubi Kase-şu Hafız-ı tas Seyis Hammal-ı hatab Hammal-ı lahm Hammal-ı zehair Sertabbah Tabbah Ser-habbaz Habbaz - Mahiyyü’n-nukuş Vezzan-ı imaret Bu kadroda bazı tadilat yapılmak suretiyle Hayri Efendi’nin zaman-ı nezaretine kadar bu tarz-ı idare devam etti. Diğer imaretlerin kadroları da vaziyetlerine göre buna az-çok yakın idi. Yukarıda söylediğim gibi Hayri Efendi bunların hepsini lağv etmiş fukaraya yalnız iki dane bırakmış bilahare talebe ne kadar olan vaziyetini tedkik edeceğiz. CİLD - ADED - - SAYFA en vicdan-girizane cihetlerini hubb-ı nefse binaen tervic ettirdi. “Bilhassa son asırda tekamülat-ı milliyye ve Garb harsının inkişafı” namıyla yad olunabilen son asır zarfında derece-i terakkıyat ve tedenniyatımızı “Daru’l-Hilafemiz” olan İstanbul dahilinde takib ve tedkik etmekle müsbet bir netice elde edilmiş olacaktır. Orta yaşlı bir İstanbulluya kırk sene mukaddemki hayat ile bugünkü şeraiti mukayese edelim. Elde edeceğimiz netice bundan ibaret kalacaktır. Otuz-kırk sene evvel şehirde bir tesanüd bir hayat-ı ictimaiyye mevcuddu. Mahalleler bir mekteb-i tezeyyündü. Ahval-i na-marzıyye murakabe olunurdu. Bir mahallede sakin ashab-ı fakr u zaruret himaye olunurdu. Büyüklerinin herkes sözlerini dinler muavenetlerine mazhar olurdu. Bir mahalle samimi bir aile demekti. Orada herkes yekdiğerinin saadet ve felaketleriyle alakadar idi. Geceleri sinn itibarıyla sınıf sınıf meclisler kurulur sohbetler edilir yekdiğerini sevmek ve erbabının temayüzüne vesile teşkil eden ictimalara müdavemet bir fikr-i insani telkin ederdi. Herkes diğerinin fezailini görerek nail-i mekarim olmaya çalışırdı. Evamir-i diniyyeye riayet lazimesinde büyükler –sinnen ve mevkien yüksek olanlar– gençlere nümune-i imtisal olurlardı. Servet-i umumiyye müslümanlara aiddi. Muhteşem konaklar servet ve refahın mücessem bir timsali halinde servet-i milliyyeyi ilan ederdi. Mahsulat-ı milliyye son derece münkeşifdi. Her sınıf esnaf vardı. Her neye ihtiyac var ise bunlar te’min ediyorlardı. Vakıa muntazam fabrikalar yoktu. Fakat el tezgahları da ihtiyacatı te’min ediyordu. Avrupa malına rağbet yoktu. Kendi servetimiz kendi paramız kendi memleketimizde kalıyordu. Hayat-ı ictimaiyyemizde şayan-ı hürmet bir aile hayatı mevcuddu. Aile sadakati her şeye tekaddüm ederdi. Kadınlarımız ev idaresinde el müle nail olmuşlardı. Halk arasında nifak u şikak yoktu. Halbuki bugün; mahallemizde kimse kimseyi tanımaz. Hayat-ı umumiyyeleriyle alakadar olmayı aklına bile getirmez. Ahval-i na-münasibe hakkında la-kayd davranacak kadar hazm-perver olmaMilletimiz her şeyden evvel dindar idi. Bir gün huzur-ı vahdaniyyette hesab vermeye mecbur olduğunu düşünerek hayat-ı umumiyye ve hususiyyesinde ayrılmazdı. Safvet-i kalbe malikti. Hıyel ü huda nedir bilmezdi. Adaletle iş görmeye kuvvetli olmaya alışmıştı. Namus ve iffetle hayattaki kıymeti müdrikti. Sunuf-ı ictimaiyyemizde bir ahenk bir vifak var idi. Sinnen ve mevkien büyüklere hürmet ve küçüklere şefkat şiarımız iktizasındandı. Ticaretin kıymeti takdir edilmişti. Millet kendisine lüzumu olan şeyleri kendisi tedarik edebilirdi. Şimdiki gibi Avrupa’dan idhalata lüzum hiliyye tercih edilirdi. Milletin ila-yevmi’l-kıyam muhafaza-i mevcudiyyetine itimad-ı tam mevcuddu. El-hasıl diniyle safvet-i ahlakıyla ve samimiyet-i vicdaniyyesiyle tesanüdüyle mesaisiyle tarz-ı mimarisiyle hiss-i bediisiyle irfanıyla yaşayan büyük bir milletimiz mevcuddu. milliyyenin muhafazasına itina edilmemesi son asırlar zarfında bu hasailin gevşemesine sebeb oldu. Bir kısm-ı mühimmi ahval-i ruhiyyeye aid olan marazın tedavisine hiç ehemmiyet verilmedi. Kuvvetimizin tükenmeyeceği ve cism-i devletin her sadmeye mukavemet edebileceği zannolundu. Ahval-i ruhiyyeye aid olan bu zafiyet tekamülat-ı asriyyeyi tatbik ve takib edemediğimize atf olunarak Tanzimat-ı Hayriyye’den itibaren bizde de bir terakki-perveran zümresi teşekkül etti. Garb’la temas bu münasebetle günden güne çoğaldı. Kabil-i inkar olamazdı ki; bir gevşemişti. İşte tedenni bu tereddiden ileri geliyordu. Say ü amel yerine sefaheti ve bin-netice sınaat maarif ve ticarette Avrupa’ya arz-ı iftikarı dai olan sebeb bu idi. Fakat maatteessüf tahlil olunamadı. Zannolundu ki; Avrupa’nın terakkıyat-ı maddiyyesi teşkilat-ı ictimaiyyesinden mütevelliddir. Bu tarz-ı tefehhüm bizi Garb’ın beyne’l-milel olan irfan ve terakkıyat-ı maddiyyesinden büsbütün başka bir mahiyeti haiz olan adat ve ahlakına müraata sevk etti. Zafiyet-i ahlakıyyemiz bu adet ve teamülattan en perde-birunane en sefihane ve CİLD - ADED - - SAYFA velki nesille bugünkü neslin mukayesesinden çıkan netayic-i ameliyye bundan ibarettir. Demek ki son otuz seneden beri hey’et-i ictimaiyyemizde gittikçe sukut eden bir tereddinin mevcudiyeti bir emr-i vakidir. Biz bugün her vakitkinden rakki eylemiş bulunduğumuz zumundayız! Garb zahiriyyelerine bakarak aynı azim ve ruhun şekl-i harici gibi metin olduğuna kanioluyoruz. Kadınlarımızın sokakları caddeleri tiyatro ve sefahet yerlerini dolduran kalabalığını görerek bu hayat-ı Fakat bugünkü münevver gençlik acaba eski beğenmediğimiz nesil kadar secayaya malik midir? Bugünkü kadınlık o kadınlığın evsaf ve şeraitinden hiç olmazsa bir kısmını müdrik midir? Bu suallere samimiyetle ve kendimizi aldatmak istemeyerek bir cevab vermek iktiza ederse; “Hayır!” demek zaruri olur. Garb’ın terakkıyat-ı maddiyyesi şübhesiz bizim Garb’ın ilim ve irfanından istifademize de hiçbir şey manideğildir. Esasen ilim ve irfan ve sanat beşeriyetin mal-ı müşterekidir. Efrad-ı cemiyyet onu nerede olursa bulur ve kendilerine mal edebilir. Fakat ananat ve ahlak ciheti bununla kabil-i kıyas değildir. Görülüyor ki; hey’et-i Avrupa’nın terakkıyat-ı maddiyyesini değil adat ve ahlakının Garblılarca bile takbih edilen enva ve eşkalini imtisas eylemiş bulunuyor. Yaşamak isteyen milletler kendi ananat ve mukaddesatını muhafaza etmesini bilirler. Hey’et-i millet için hakk-ı hayatı kanun-ı hilkat nezetmiştir. Böyle bir millet için mukadder olan bugünkü halimiz gibi perişani maddeten ve manen Bizi yükseltecek vasıta her şeyden evvel vicdanlarımızda bir ıstıfa vücuda getirebilmek kendi mukaddesat ve harsımız dahilinde inkişafımızı arzu etmekle tebellür eder. Yoksa bugünkü şerait altında yaşayabileceğimizi düşünmek mahz-ı cinnet ve felaket olur. yan zevat köhne-perestlikle itham olunur. Değil komşular arasında akraba ve taallukat beyninde bile samimiyet ve muhabbet yoktur. İctima lazım gelirse bu ancak müskirat meclislerine sefahet alemlerine münhasır kalır. Bir mahalle dahilinde sefaletin en son derecesine gelen birkaç şehid ailesi bulunsa bunlara bir lokma ekmek bile verilmez. Herkes kendi zevk ve hevesinin kendi hod-binisinin esiridir. Büyüklere –değil mahalle dahilinde hatta aile dahilinde bile– hürmet ve itaat münsebil olmuştur. Büyükler efkar-ı hurafatla matuh bunaklardan addolunur. Büyüklerimiz de efkar-ı tecellüd-karaneden azimden yusdurlar. Gençlerden şikayet ederler. Fakat saha-i faaliyatta gençleri irşada muktedir değildirler. Hissiyat-ı dindarane maatteessüf son derece zaiflemiştir. Ahlaki telakkiler nisbi addolunur. Servet-i umumiyye elimizden çıkmıştır. Ticaret gayr-i müslimlere geçmiş Avrupa ihracatına gösterdiğimiz rağbet neticesinde sanayi-i dahiliyye de mahv olmuştur. Her sınıfa mensub erbab-ı sanayiden bugün yegane nümune olarak Eyübsultan’da bir oyuncakçı dükkanıyla şehrin muhtelif yerlerinde beş-altı dükkan çulha beş on düğmeci ve bıçakçı birkaç kehribarcı ve daha bu nisbette birkaç sanatevi kalmıştır. İğneden ipliğe kadar Avrupa’nın lutf-ı ihracat-perverisine müftekırız. Fakr u zaruret en son haddine vasıl olmuştur. Eski konaklarımız yanmış yıkılmış yerine kulübeler ikame edilmiştir. Tarz-ı mimarimiz unutulmuş eski eserlerimiz hoş görülmemeye başlamıştır. Kadınlığın vazifesi parklarda tiyatrolarda gezmeden ifrat derecede süse ibtiladan ibaret zannolunmuş fakat buna mukabil asıl tabii bir tevcih olan ev kadınlığı aile sadakati sukut eylemiştir. Görülüyor ki; otuz sene evvelki mevcudiyetimizde hissolunan şahsiyet-i mahsusamız bugün hiçbir tezahüratımızda anlaşılamaz bir hale gelmiştir. Efkar ve harekatımızın saikı olan hissiyat tamamıyla bize yabancı olan göreneklerin mahsulü bulunmaktadır. Garb ve Şark’ın garaib-i enmuzecinden müteşekkil ve fezailine aid bir ciheti bulunmamak şartıyla mesaviyat-ı cihan nümunesi denilecek derecede mütereddi bir halita-i CİLD - ADED - - SAYFA lis-i vilayetin sanayimektebi tahsisatıyla Daru’lelhan tahsisatına aid müzakeratından bahisdir ben’ın mutalaasını okuduğum zaman ona hak verdim. Bizim için mekatib-i aliyyeden daha mühim olan sanayimektebinin tahsisatı tenkis olunuyor da öbür tarafda Daru’lelhan’ın tahsisatına zammolunuyor. Eğer bu böyle ise bize şaşırmış bir millet demekten başka bir sıfat bulunamaz. Ne garib insanlarız ki karnımızı doyuracak ekmek bulamaz iken soframıza çilek tedarikini düşünüyoruz. Daru’l-elhan’ın hizmeti de olur. Fakat musikiden evvel bir kere tulalım. Artan paramızla Daru’l-elhan’ı düşünürüz. Demek ki biz Ağustos böceği gibi çıt çıt çıt ötmeyi açlıktan terk-i hayat etmeye tercih ediyoruz! Bu kadar meşakkat-i azime içinde yuvarlanıyoruz. Borçlarımızın faizleri için alacaklılardan atıfet dileniyoruz. Sonra maişetçe vüsat bahş edecek bir müessese-i sınaiyyenin tahsisatını kesip öbür tarafda musikiyi düşünüyoruz! Mektebler hakkında’ın yazdığı mütaleadan kim müteessir olmaz? Mekteb-i Sultani’nin düştüğü tereddiyi okuduğum zaman bana ağlamak geldi. Ben bizim gibi Muharebe-i ran oturdum: Macaristan Avusturya Almanya. miyyeye verdikleri ehemmiyeti görmeli. Yeniden ne mektebler vücuda getirmişler. Halbuki dan otuz yedi milyarlık mal ü menal götürmüşler memlekette bir şey bırakmamışlardır! Viyana’da ne kadar aç aile var. Fakat ahaliye mesail-i ilmiyye ve fenniyyeyi elektrik projektörleriyle göstermeye mahsus olan koca bir müessese kafi gelmemiş şimdi diğer bir mahallede öyle büyük bir müessese daha vücuda getiriyorlar. Bavyera’nın Münih Daru’l-Fünunu’nda ise ondört bin talebe tatillerde ameliyat-ı türabiyyede işleyip rızkını elde edenler de dahil tahsil-i ilm ile vakit geçiriyorlar. Sonra bizim ne beceriksiz adamlar olduğumuzu anlamalıyız ki mekatib-i ibtidaiyyemizi bile on sene evvelkinden daha aşağı düşürmüşüz ve bir Mekteb-i Sultani’nin hüsn-i idaresini te’min edememişiz. Ahlak-ı İslamiyyenin mürevvic-i ibret-perveri olan bu kıymetli mecmuanın son beş-on nüshasını bana gönderdiler. Vakit buldukça bunların mündericatına göz gezdirerek müstefid oluyorum. Gönderenlere teşekkür ederim. Mecmuanın baştan aşağı bütün mündericatı hey’et-i ictimaiyyemiz için pek mühim mes’ele ve makaleleri pek musib mütaleaları havidir. Bana demişler idi ki: “ pek mutaassıbane bir yol tuttu.” Ben okuduğum makaleler içinde taassubdan kaba sofuluktan bir eser göremedim. Bu mecmuanın mebahisini bir ecnebi lisanına tercüme ederseniz o lisanla mütekellim erbab-ı siniz. Mecmua bir tarafdan terbiye-i İslamiyye ve diğer tarafdan ahlak-ı ictimaiyyemizi ihlal edecek vakayii gayet musib ve doğru bir zihniyetle muhakeme ediyor. Mesela ve numaralarında şu bahisleri gördüm: Müslümanlık Esasları; İslam’ın Ruh-ı Siyasisi; Cem-i Kur’an; Mekteb - Medrese Farkı; Mekteblerde Buhran-ı Ahlaki; Sinemaların Murakabesi; Maarifin Hali; Amerika’da İslam Teşkilatı; Terbiye ve Ahlak; mevzular içinde bizi alakadar etmeyen bir madde var mıdır? Ben dünyanın en serbest bir memleketi olan İsviçre’deyim. Bu memleketi epeyce tanıyanlardanım. Burada Neuchatel denilen müterakki bir şehir vardır ki müessesat-ı ilmiyyesiyle be-namdır. Mekatib-i aliyyesi daru’l-fünunu ticaret mektebi ziraat mektebi ve saire gibi mebani-i ilmiyyeyi ihtiva eder. İşte bu şehir misyonerlik merkezlerinden biridir. Bunların neşr ettikleri kitabları okumalı da taassub ne muahaze eder eserler dahi basılmıştır. Fakat diğer cihette de bilhassa terbiye-i ammeye ve mekteblerin tedrisatına müteallik asar-ı mühimme de tabolunur. bu nevi asar-ı makbuledendir. ’da bir fıkra gördüm. Mec gördüğüm Arabi bir kitabda gördüğüm resimlerden bil-istidlal makinede ilm-i hayvanat ve nebatatta ziraatte sanayide ilmü’l-arzda coğrafyada yetişen ulema-yı İslamın hadd ü hesabı var mıdır? Ahiren Sicilya Adası’nda icra-yı seyahat etmiş olan Yusuf Samih-i Asmai’nin eserinden bahs ettiğimiz zaman İtalya müverrihininden bir zatın müslümanlar hakkındaki takdiratından bir-iki sahifeyi iktibas etmiş idik. Bu seyahatnameyi okumalı da ufacık bir BeniAğleb hükumetinin malik olduğu ulemanın adedini görmeli Endülüs’de Mısır’da Afrika-yı Şimali’de Bağdad’da Şam’da Buhara ve Maveraünnehir’de yetişen bi-nihaye o ulema-yı İslam acaba nasıl olmuş da zamanlarında rehber-i ulum ve maarif ve müessis-i medeniyyet olmuşlar? Sicilya’nın tedabiriyle şimdiki Avrupa tedabir-i pa üç asır şekeri Sicilya fabrikalarından almış. Asmai bir tıb kitabından bahs ediyor. Sanki bugünkü te’lifattandır. Mündericatı o kadar zengindir. El-yevm İstanbul’da kemal-i hayretle temaşa ettiğimiz muazzam mebaninin mimarları müslüman değil mi idiler? Sultan Ahmed Camii’nin mimarı Mehmed Ağa bir gün camibinasına abdestsiz girmediğini onun tercüme-i halini yazan katibi Cafer Çelebi beyan ediyor. Meşhur İngiliz riyazisiyle hemen bir zamanda logaritma cedvelini Gelenbevi İsmail Efendi tanzim etmemiş mi Temenni edelim ki bir gün gelsin de ehl-i cak bir külliyeye toplayıp onlara asr-ı hazırın ulum ve fünununu tedris sayesinde müslüman muhitlerini nail-i inkişaf eyleyelim İslamiyet’in şerefini bey-ne’l-akvam arttıralım. Ahmed Cevdet Beyefendi’nin hakkındaki teveccüh ve iltifatlarına teşekkürler ederiz. hakayık ve fezail-i İslamiyyeyi neşr ettiği için kalblerinde muhabbet-i İslamiyye olmayanlar nazarında taassubla itham olunması tabiidir. Fakat biz şimdiye kadar böyle garazkarane ithamlara ehemmiyet vermediğimiz gibi bundan sonra da verecek değiliz. Biz tuttuğumuz yolun Hak yolu olduğuna iman ettiğimiz ’ın acı ve fakat ta derun-ı kalbden gelen mütalealarını daima okuyalım ve evlerimizde de evladlarımıza ve kadınlarımıza okutalım. Bize o acı sözleri dinlemek lazımdır. mekteblerde ailelerde okunacak bir kıraet kitabıdır. Ahlak-ı diniyyeye sair memleketlerde ne yolda riayet edildiğini ahiren İngiltere’de verilmiş olan bir karar pek güzel anlatır. İngiltere hürriyet-i şahsiyyeyi hürriyet-i kelamiyyeyi en ziyade müdafaa eden bir memlekettir. Fakat ahiren bir mes’ele zuhur etti: Herhangi bir kimse istediği dehrilik dinsizlik rafizilik işaa ve neşr olunamaz. Buna her kim tasaddi eder ise kanunen duçar-ı mücazat olur. Biri kalktı bu mücazatı kaldırmak da ulema-yı din parlamentoya re’sen girerler müdahale etti. Müdafaasını dinleyenler ona baştan aşağı hak verdiler ve mücazatı ibka ettiler. On gün kadar oluyor Avusturya’da Portschach’da büyük bir hıristiyan kongresi oldu. Bundan maksad gençleri ahlak-ı diniyye dairesinde terbiye çarelerini düşünmek ve müzakere etmektir. Hemen her milletten buraya değerli müderrisler geldiler. Hepsi de meşhur adamlar idi. Daru’l-fünunlar talebesinden dahi haylisi buna “Saadet ve selamet Hazret-i Isa’nın emirleri dairesinde harekettedir.” Bu kongrede çok mühim mes’eleler müzakere edildi. Eğer konferans işi olmasa idi ben de oraya gidip müzakereleri dinleyecek ketimizde bazı gençler zannediyor ki artık bütün dünya her bir kayıddan azade olarak harekete me’zundur. Bazı cahillerimiz de tedennimizin sebeblerini dinde arıyorlar ve söylüyorlar. Bir kere bi-tarafane düşünelim. Salifü’z-zikr kongreye gelenler hep meşhur adamlardır. Eğer bu adamlar Isevi dininde terbiyeyi terakkiye muhalif görmüyorlar ise bir akıl adam Din-i İslam’da tedenni sebebini bulabilir mi? Bizden pek çok ziyade hissiyat-ı diniyye sahibi olan eski müslümanlar O eskilerin alimleri yalnız ulum-ı diniyye ile mi meşgul idiler? Kimyada hey’ette riyazıyatta tababette hikmette Ayasofya Kütübanesi’nde CİLD - ADED - - SAYFA Bugün milli şuur doğduğu hepimizi sardığı yaktığı kavurduğu bir sırada ben pek korkuyorum ki Garblılaşmayı yanlış anlıyoruz. Bizim kendi medeniyetimiz var. Bizim medeniyetimiz yeryüzündeki medeniyetlerin en yükseği en eskisidir. Fazilet itibarıyla hiçbir milletin bizimle boy bile ölçüşebileceğini kabul edemem. Ve tekmil kuvvetimiz buradadır. Günden güne sukut eden Garb’a karşı silahımız ve hem de tek bir silahımız ancak medeniyetimiz ancak milli faziletlerimizdir. Bizi kurtaran ve kurtaracak olan yalnız odur. Garb’ın ruhiyat ve ictimaiyat alimlerine kulak verin. Garb’ın geçirdiği tehlikeyi onlar bizden iyi bilir. Halbuki biz; Garblılaşmak lüzumunu anladığımız zaman tam elli seneden beri Garb’ın ancak çürük ve çok zararlı şeylerini almak basit bir mukallid olmaktan başka herhangi bir şeyi yapmak istemedik. Eski divanlarımız yerine ikame ettiğimiz eğri büğrü iskemleleri bugün tekrar odalarımızdan atmaya çalışıyoruz. Şalvar ve poturun yerine pantolonun ikamesi hiçbir fazilet te’min etmedi. Yalnız şehrimizde bir göz gezdirirsek İskoçyalıların ananevi kisvelerini hala taşımakta olmalarıyla bin sene evvelki zihniyette olmadıklarını görürüz. Bu hareketle zaten makine devri karşısında açlık ve hüsranla çarpışan yerli sanayiimizi de mahv u ibtal ettik. Halbuki bizim ihtiyacımız o yerli sanatlerin yaşamasında yaşatılmasında artırılmasında idi. Bizim Avrupa’dan bilhassa alacağımız şey’i sınaat kelimesiyle ifade etmek istediğim teknik rinde Avrupa ile boy ölçüşemezdik. Fakat hiç olmazsa elimizde bir şey vardı. Şimdi bugün hiçbir şey yok. Bazan boykot yapmaya kalkıştık. Bu boykotun hakikaten tatbik edilmesi lazım olduğu zaman Hazret-i Adem’in cennetten çıktığı şekilde dolaşmaktan başka bir şeyimiz bir çaremiz olmadığını acı acı hatırladık. Haricden gelebilecek emtianın idhali bir tecrübe ve idrak ve malumata tevakkuf ettiği için o yabancı memleketleri tanımak onların lisanını ahval ve ruhiyatını bilmek zaruri bulunduğu cihetle bu işler de gayr-i müslim unsurların eline geçtiği için zavallı Türke namuslu bir çiftçilik kaldı. olacağız. Dalalet ne kadar tevessüederse etsin avn-i Hak’la hak ve hakikati söylemekten asla fariğ olmayacaktır. Hak her şeyden üstündür; O’na hiçbir şey galebe edemez. Hak da meydandadır batıl da meydandadır. Erbab-ı akıl ve basiret her ikisini de temyiz eder. ’ı taassubla yahud diğer bir suretle fezail-i İslamiyyeyi neşr ile mukabele edecek ve o bedbahtlar için Cenab-ı Hak’tan hidayet temenni eyleyecektir. TANZIMAT’IN AÇTIĞI RAHNELER Yevmi gazeteler yeni İstanbul mebuslarıyla müteaddid mülakatlar yaptılar. Bu meyanda gazetesi de Re’fet Paşa ile bir mülakat yapmıştır. Re’fet Paşa mütenevvimesailden bahs etmiş ez-cümle Tanzimatçıların memleketin temellerinde açmış oldukları rahneleri şu suretle – Tanzimat yadigarı olarak milyonlarla altın borç ve bunun mukabilinde bugün muhafazasına bile muktedir olamadığımız cesim saraylar ve tamam karşısında İstanbul’dan ancak İzmit’e kadar gidebilen bir demiryolu hakiki ve maddi olan bu kısmın mukabilinde Garblılaşmış olmak için Molteke’nin bir mektubunda dediği gibi: “Yunan fesi Avusturya kılıcı Macar çeketi Fransız pantolonu giyer bir ordu İstanbulin taşıyan müdiran-ı umur ve bütün bunların tedariki için Avrupa tezgahlarına kapılarını arkalarına kadar açmış bir memleket büyük bir zevksizlik kozmopolit bir ruh.” Hulasa zaten milli şuurunu Türk Milleti’ni hala bugün içinde çırpındıran şuursuzluk. Hala bugün içinde çırpındığımız diyorum; çünkü bir millete hakiki muhabbet onun her hareketini beğenmek değildir. Hatalarını bilerek ve görerek sevmek ve bunların izalesi için elden geleni yapmak yegane hakiki muhabbettir. CİLD - ADED - - SAYFA mülakatımızı ictimaiyata hasr ettik. Sefir hazretleri Avrupa hayat-ı ictimaiyyesi hakkında uzun uzadıya bize izahatta bulundular. Lutf ettikleri kari’lerimize de bildirmekte faide gördük. Sefir hazretleri buyuruyorlar ki: – Avrupa’da umumi bir ıztırab vardır. Hiçbir millet kendi halinden memnun değildir. Harb-i Umumi galibi de mağlubu da perişan bir hale getirmiş. Milletler arasındaki kin ve nefret günden güne ziyadeleşmekte. Fransızlar Almanlara karşı elinden geleni yapmaktan geri durmuyor. Almanlar da fabrikalarını mühendislerini Rusya’ya nakl etmişler müdhiş bir surette orada çalışıyorlar. Fransa’dan intikam almak için fırsat bekliyorlar. Atiyen Almanya’nın Rusya ile birleşerek Lehistan’ı ortadan kaldırması ve Fransa’dan Sonra efrad da memnun değil. Sunuf-ı ictimaiyye arasındaki mücadelat günden güne artıyor. Vakıa zahiren umran ve refahdan başka bir şey görülmez. Fakat biraz ruhuna nüfuz edilirse halkın hayat-ı maişette müdhiş bir tefavüt husule getirmiş. Bir kısım mütemadiyen çalışıyor bunun mukabilinde ancak boğazını te’min edebiliyor. Bir kısım da hiç çalışmadan naz ü naim içinde yaşıyor zevk u safa içinde yüzüyor. Bunun için halk hayatından hiç de memnun değildir. Mütemadiyen şikayet ediyor. Sermayedar sınıfın mutantan hayatını gören halk kendini mesud addetmiyor. Bu adem-i memnuniyyet onu daima muztarib ediyor ve müessesat-ı hazıraya karşı isyana sevk ediyor. Pek ala görülüyor ki o kadar hariku’l-ade umran ve terakkıyata rağmen hey’et-i umumiyyesi saadet arıyor. Halbuki Şark’ta umran ve terakki olmamakla beraber halk halinden oradaki gibi müşteki değildir; servet arasında orada olduğu vechile büyük bir nisbetsizlik yoktur. Az-çok fark olsa da hey’et-i umumiyyesi itibarıyla büyük bir tefavüt arz etmez. Binaenaleyh Şark’ta halk kısmetine razı olarak kendini mesud addediyor. Bu sebebledir ki İslam cemiyetleri arasında halk tabakası Avrupa’da olduğu vechile müessesat-ı Çiftçilik doyurmadı doyurmuyor ve bu gidişle daha hayli müddet de doyurmayacak. Yanlış görüşler daima acı neticeler veriyor. kallidlik fikir ve ruhu Garb’a müsaid olan fikirlerin Şark’ta tarz-ı tatbikini düşünmeye bile yeltenmemek hissi ve devletçilik fikrinin neticesidir. Hayat-ı ferdiyyemizi iktisadiyata istinad ettirmedikçe hayat-ı ferdiyyemizi de yetişmeyi ve ulaşmayı şahsi teşebbüslerimize mesaimize istinad ettirmeyerek yalnız siyasetten meded umdukça yine başka bir tarzda tecelli eden devlet kapısına koşmaktan başka bir şey yapmadıkça hayat-ı milliyye-i umumiyyemizi katiyyen kurtaramayacağız. tekamüldür. O cebir ve tazyik ile olmaz. Bolşevizm tazyik ile muvaffak olamıyor. Bizdeki kadınlık mes’elesi cebri bir tarzda ve tekamülsüz dan çok ayrılıyor. O halde tekamül kanunlarına Sultan Ahmed Han Hazretleriyle Mülakat Afgan Sefiri Sultan Ahmed Han hazretleri biriki ay kadar Avrupa’da dolaştıktan sonra bu hafta avdet ve Ankara’ya azimet eylediler. Tokatlıyan’da kendisini ziyaret ederek seyahat intıbaatını dinledik. Sefir hazretlerini Ankara’yı teşrif ettikleri zamandan beri tanıyoruz. Afganistan’dan Rusya’ya oradan Ankara’ya gelen Ahmed Han Avrupa’yı görmeyi pek arzu ediyorlardı. Avrupa’daki Afgan süferasının Paris’de bir ictimaakd etmeleri müşarun-ileyhin bu seyahat arzusunu Garb’ın terakkıyatı mes’eleleriyle iştiğal eden ve bu hususda bizimle uzun uzadıya muhaverelerde bulunmuş olan Ahmed Han hazretlerinin bizzat görmüş olduğu Garb cemiyetleri hakkında hasıl ettiği fikirleri dinlemek bizim için ayrıca bir ehemmiyeti haizdi. Seyahatinin siyasi cihetleri hakkında hiç görüşmedik. Esasen o bizim mevzuumuzdan haricdir. Yevmi gazeteler müşarunileyhin beyanat-ı siyasiyyesini derc eylediler. Biz CİLD - ADED - - SAYFA cemiyetleri için bir farizadır. Lakin maneviyat ve cemiyetlerinin fazilet-i ahlakıyyesine muhtacdır. Eğer Avrupa maneviyat ahlak ve ictimaiyat cihetlerini mayacağı tabiidir. Maamafih Garb’ın noksanı manevi olduğu cihetle telafisi çok müşkildir adeta imkansızdır. Bizim ise noksanımız maddi olduğu cihetle kabil-i telafidir. Yalnız bu noksanımızı telafi ederken yani Garb’ın ulum ve fünun ve sanayiini alırken mesaviden rezailinden tahaffuz noktasına çok dikkat etmek lazımdır. Zira bunlar hevesat-ı nefsaniyye olduğu için karşı durabilmek çok müşkildir. Onun için hayat-ı ictimaiyyesine dört el sarılmayan müslüman milletlerin kendilerini o hayata kaptırmalarından çok korkarım. İşte mes’elenin en mühim noktası budur. Herhangi İslam milleti kendi hayat-ı ictimaiyyesini hüvviyet-i milliyyesini muhafaza ederek Garb’ın ulum ve fünununu sanayiini alabilirse hiç şübhesiz o millet kazanmış olacaktır. Yoksa Garb’ın maddiyatıyla beraber rezaili de girecek olursa o zaman bugün Avrupa’yı ezen ve günden güne sukuta doğru sürükleyen ıztırabat-ı ictimaiyye o cemiyette baş gösterecektir. Yani aynı hastalık onlara sirayet edecektir. Biz Afganlıların bugün yegane endişemiz budur: Garb’ın ulum ve fünununu sanayiini almak hususunda hükumetimiz karar vermiştir. Ve bunun için birçok talebemiz Avrupa’da tahsilde bulunuyor. Fakat emir hazretleri bu talebenin müslüman kalması için fevkalade itina buyurmaktadırlar. Akideleri en sağlam çocuklar gönderildiği gibi Avrupa’ya gittikten sonra da orada terbiye-i İslamiyyeleri hayat-ı ictimaiyyeleri hususuna son derece ihtimam olunuyor. İnşaallah Afganistan hayat-ı ictimaiyye-i İslamiyyesini muhafaza ederek Garb’ın ulum ve fünununu sanayiini iktibas edecek ve bu suretle bir medeniyet-i fazıla te’sisine muvaffak olacaktır. Diğer bütün müslüman milletler için de temennimiz budur. Bu mes’eleyi bütün müslüman mütefekkirlerinin şimdiden nazar-ı dikkate alarak ona göre efkar-ı İslamiyye’yi tenvir etmeleri icab eder. halk ne kadar ihtilalci ise Şark’ta bilakis sükunetperverdir. Zira Garb’ı isyana sevk eden ahval Şark’ta yoktur. Ben esasen şu fikirde idim ; bizim İslam cemiyetleri maddiyat itibarıyla Garb’a nisbetle son derecede geri olmakla beraber maneviyat ve görünce bu fikrim teeyyüd etti. Hakikaten ahlak ve fazilet-i insaniyye nokta-i nazarından İslam cemiyetleri Garb cemiyetlerine mütefevvıktır. Bizde de ahlak-ı İslamiyye eski salabetini muhafaza edememişse de onlara nisbetle biz kendimizi melek addedebiliriz. Bizim ahlak cihetindeki noksanımız da yine Garb’ın te’siriyledir. Bizim hayat-ı ictimaiyyemizi sarsmak için Garb muhtelif vesait istimal etmiş ve el-an etmektedir. Misyonerler ecnebi mektebleri ecnebi matbuatı efkar-ı ihtilaliyye istila ihtilat İslam gençleri üzerinde büyük te’sirler husule getiriyor. Bunun neticesi olarak bazı muhitlerde ahak zafa uğruyor hayat-ı ictimaiyyenin temelleri sarsılıyor şu kadar ki bu zaf ve inhitat hususi ve mevzıidir. Umumiyeti itibarıyla herhangi bir cemiyet-i bilmektedir. Avrupa’ya gelince oradaki hayat-ı mübahat sırasına geçmiş. Fuhuş ale’l-ade bir alış-verişten ibaret. Nasıl herhangi bir mağazaya gider bir şey alırsanız bu da tıbkı onun gibi tabii görülüyor. Tiyatrolarda yüzlerce kadın çırıl çıplak şanoya çıkıyor. Yalnız avret mahallerinde üç-dört parmak genişliğinde bir kurdela var. Sahnelerde suni ağaçlar yapıyorlar çıplak genç kızları armut elma şekline koyarak dallardan sarkıtıyorlar. Onbinlerce insan bunu seyr ediyor ve zevk alıyor. Daha neler… El-hasıl insan onları gördükten sonra İslam cemiyetlerindeki ahlak ve faziletin kıymetini anlıyor; onlar gibi mutantan şehirleri muazzam binaları müdhiş fabrikaları olmamakla beraber yine haline şükr ediyor. Ve fazilet-i ahlakıyye ve Görülüyor ki maddiyat itibarıyla İslam cemiyetlerinin büyük bir noksanı vardır. Garb bu hususda devre-i kemaldedir. Şu halde Garb’ın maddiyatını ulum ve fünununu sanayiini almak İslam CİLD - ADED - - SAYFA dır. Maamahfih Hicaz’ın herhangi himaye veya vesayet-i ecnebiyye altına girmediğini ve girmesine Şerifeyn’in herhangi nüfuz-ı ecnebiye veya herhangi bir Garb devletinin tahakkümüne tabiolması eyleriz. Nitekim Filistin de is nan istiklal-i tammı dir ederek kiyasetkarane hareket etmek iktiza ettiği aşikardır.” Şerif Hüseyin’in Mısır’daki mümessil-i siyasisi tarafından neşr olunan bu resmi tebliğ maalesef efkar-ı İslamiyyeyi uyuşturmak gibi bir gayeyi takib etmektedir. Çünkü muahede projesi olarak neşr olunan resmi hulasanın Filistin mahafil-i resmiyyesi tarafından “Yahudi yurdu”nun feda olunmadığını bilakis muahedenin bu yurdu te’min eylediğini siyonistlere göstermek ve bu suretle siyonistleri halecandan kurtarmak gayesini ri tarafından haber verilmiştir. Şerif Hüseyin’in murahhası Naci el-Asil ise muahede projesinin Yahudi yurdunu tanımadığını beyan ettiği halde Avam Kamarası’nda Müstemlekat Nezareti Müs-teşarı Mister Ormsby Gore tarafından vuku bulan beyanat İngiltere’nin Filistin mandasından ve mandanın esası olan Yahudi yurdunun te’sisinden ferağat etmediği beyan olunmuştur. Bundan başka gazetesi de Filistin’in mukadderatını mevzu-i bahs ederken İngiliz mandasının orada devam ve bekası iktiza ettiğinden bahs etmiş sebeb olarak her cihetten Süveyş Kanalı’nın masuniyetini ileri sürmüş ve Filistin mandasını İngiltere terk ederse Fransa ve le müsabaka edeceklerini beyan etmiştir. Bundan başka Şerif Hüseyin’in Kahire mümessil-i siyasisi tarafından neşr olunan tebliğ-ı resmi ancak Hicaz’ın veyahud Haremeyn’in hiçbir nüfuz-ı ecnebiye hiçbir vesayet-i ecnebiyyeye girmeyeceği beyan olunmaktadır. Esasen muahede projesinde de Hicaz’ın böyle bir vaziyete girdiğine dair sarih bir söz yoktur. Fakat projenin beşinci maddesi Hicaz’ın müdafaasını İngiltere’ye terk etmiştir ki asıl tekzibi lazım gelen nokta budur. Bu nokta tekzib olunamıyor. Bundan evvelki nüshamızda Şerif Hüseyin’in hedenin Filistin’de neşr olunup Mısır gazeteleri tarafından aynen iktibas olunan resmi hulasasını ve bu resmi hulasanın Mısır’da ne suretle telakki olunduğunu kayd etmiştik. Kari’lerimizin hatırlarında kaldığı üzere bu muahede projesinin beşinci maddesi mucebince Hicaz’ın hudud-ı muayyenesi dahilinde emr-i müdafaasını ve her tecavüzvetli bir devletin zaif bir devleti birtakım müsaadat mukabilinde himaye etmeyi der-uhde etmesi hukukan “himaye”den başka bir şey olmadığından bu projeye göre İngiltere hükumeti filen Haremeyn-i Şerifeyn’in muhafızı oluyordu! Bundan başka Filistin Irak ve Mavera-yı Şeria’da mandası tanınmakta ve bilhassa Filistin’de İngiliz mandasının esası olan Yahudi yurdunun te’sisi de Şerif Hüseyin tarafından bu projeye nazaran kabul edilmekte olmasından İslam Alemi arazi-i mukaddese-i İslamiyyeyi ve birçok memalik-i bunları hıristiyan vasayetine hıristiyan ve Yahudi hakimiyet ve tegallübüne bırakan bir muahede projesine karşı kıyam ederek “basit tadilat” ile bu projeyi kabul edeceğini ızhar eden Şerif Hüseyin’e karşı en şedid protestolarda bulundu. Son posta ile gelen Mısır gazeteleri Mısır’ın her tarafından Şerif Hüseyin’in kalb-i İslamı cerihadar eden bu çirkin teşebbüsatına karşı yağan protestolarla doludur. Buna mukabil Mısır’da Şerif Hüseyin’in mümessil-i siyasisi bir tebliğ-ı resmi neşr etmektedir. Bu tebliğ-ı resmide deniliyor ki: “İngiliz-Arab muahedesi hakkında bir şey neşr edilmesine dair ısrarda bulunan birçok zevatın arzusunu isaf etmek üzere beyanat-ı atiyyede bulunuyoruz: İngiliz-Arab muahedesi metn-i sahihi henüz neşr olunmamıştır. Efkar-ı umumiyyeye şunu te’min ederiz ki bu muahedenin tafsilatından bahs etmek na-behengamdır. Çünkü proje hakkında der-meyan olunan bazı kuyud-ı CİLD - ADED - - SAYFA Medresetü’l-Mütehassısin’i Selim Cami-i Şerifi’nde merasim-i mahsusa ile Bu gibi beyanatın efkar-ı umumiyye-i dan dolayıdır ki müslümanlar bila-tevakkuf Şerif Hüseyin’in hareketini takbih ederek İslam’ın tenilen müdhiş darbeye maniolmak için ibraz-ı faaliyyette devam etmektedir. Her halde efkar-ı ulemasının bu hususda gayretini lisan-ı şükran haftadan beri bu mes’eleyi mevzu-i bahs ettiğimiz halde muhitimizden ve bilhassa ulema-yı dinimizden bir ses çıkmadı. Bundan müteessir olmamak mümkün değildir. Bundan bir müddet mukaddem Avrupa’nın merakiz-i müteaddidesinden gelen birtakım telgraflar Arnavudluk’ta Tiran şehrinde akd-i ictima eden dini bir kongrenin Hilafet-i İslamiyye’den fekk-i irtibata abdest almayı ilgaya namazda rukuve secdeyi kaldırmaya taaddüd-i zevcatı mene tesettürü refa karar verdiğini bildiriyordu. te’sir icra eden bu mukarrerat Mısır matbuatında da intişar etmiş ve Mısır müslümanlarını pek tabii olarak dil-hun eylemişti. Maamafih Mısır’da mutavattın Arnavud dindaşlarımızdan biri Arnavudluk’a vukubulan seyahatinden bil-istifade Mısır gazetelerinde bu fecimukarrerata dair intişar eden yazıları Arnavudluk Başmüftüsü ve Meclis-i Ali-i Şeri Reisi Mehmed Vehbi Efendi hazretlerine takdim ile efkar-ı umumiyye-i İslamiyyeye hakikati bildirmesini rica etmiş müşarun-ileyh de bu talebi isaf ederek atideki beyannameyi Mısır matbuatına göndermiştir. Kahire’de intişar etmekte olan refikimizden bu beyannameyi tercüme ediyoruz: - - Mısır: Şeref-i İslam ile müşerref olan İngiliz ricalinden Lord Headley’nin Woking Cami-i Şerifi İmamı fuzala-yı İslamiyyeden Hindistanlı Hoca Kemaleddin Efendi hazretleriyle birlikte hacca gitmek üzere yola çıktığını haber alan Mısır müslümanları müşarun-ileyhimayı tibine karar vermişler ve Mısır nakibü’l-eşrafının riyaseti altında vukubulan bir ictimada muntazam bir istikbal merasim programı da hazırlamışlardır. gazetesinin verdiği malumata göre Hayfa Müftüsü Şeyh Murad Gazze Müftüsü Şeyh Muhammed Said el-Hüseyni ve Şeyhu’l-Haremi’l-Kudüs Şeyh bir Filistin hey’eti geçen hafta Mısır’a muvasalet etmiştir. Bu hey’et Hicaz’a azimet edecek ve orada Kudüs’deki harem-i şerifin günden güne harab olmaya yüz tuttuğu cihetle yıkılmasının önüne geçerek tamiri için Beytullah’ı tavaf ve ziyaret etmeye gelen huccac-ı müsliminin yardımını taleb edeceklerdir. Afganistan: Kabil’de intişar etmekte olan gazetelerin günden güne adedleri artmaktadır. gibi gazetelerden başka unvanıyla bir de resmi ajans neşr olunmaktadır. Atideki haberler son posta ile gelen bu gazetelerden ve ajanslardan Afganistan matbuatının mütalea ve tedkikinden anlıyoruz ki Emir Gazi Emanullah Han hazretleri Afganistan’ın mukadderatıyla fevkalade bir surette alakadar olmaktadır. Afganistan’ın teali ve terakkisi için bütün mevcudiyetiyle çalışmaktadır. Müşarun-ileyhin hal-i hazırda en ziyade ehemmiyet verdiği mesail şunlardır: adin İktisad Mütehassıs yetiştirmek. Emir hazretleri emareti ehemmiyet vermişlerdir. Memleket her tarafında Fıkıh Şubesi’nden’u Tefsir’den biri de Kelam ve Felsefe’dendir. Fıkıhdan icazet alanlar: Abdullah Ali Rıza Kemal Hasan Tahsin Kıvamüddin Kamil Hasan Mehmed Salim Mustafa Şemseddin med efendiler. Tefsir’den: Arif Ali Necmeddin Hafız Mehmed Mehmed Hilmi Cemal Mehmed Esad Mesud Necati Huccetülislam Abdülvahid Mehmed Salim efendiler. Kelam ve Felsefe’den: Yusuf Efendi Umur-ı Şeriyye ve Evkaf Vekaleti’nden vukubulan tebliğat üzerine medaris ve cevami-i şerifenin tahliyesi hususatıyla Tahliye hususunda teallül gösterenler zabıta tarafından risi Rauf Beyefendi’nin himmet ve teşebbüsü üzerine daru’l-eytamlar bütçesinden on bin liranın Daru’ş-şafaka’ya itası hey’et-i vekilece takarrur etmiştir. Yeni İstanbul mebuslarından Doktor Refik Bey içki hakkında gazetesine ber-vech-i ati beyanatta bulunmuştur: “Men-i Müskirat Kanunu hakkında ne gibi bir fikir perverde edeceğimi soruyorsunuz. Doktor olduğum için bil-vasıta memleketin sıhhatine taalluk eden bu mes’ele hakkında tedkikat-ı mahsusada bulundum. Bugün memleketimizde yüzde seksen seksenbeş nisbetinde verem yüzde elli nisbetinde bazı mıntıkalarda sıtma hastalıkları ve yüzde beş nisbetinde de frengi hastalığı vardır. Sıhhat-i umumiyyeyi bu hastalıklardan korumak Bu sebeble Men-i Müskirat Kanunu kalacaktır ve kalmalıdır. Kanunun sıhhat nokta-i nazarından faideleri çoktur. Bugün Anadolu’da köylü ile şehirli gençler müskirat istimal edemiyorlar.” CİLD - ADED - - SAYFA lerdir. Ahiren İtalya’daki Afgan sefirinin teşebbüsüyle Mösyö Ferrari Doktor Sierka ve Kont Sansorino’dan mürekkeb bir hey’et Afganistan’a celb edilmiştir. İlmi bir tedkik ve taharri neticesinde Afganistan’ın müteaddid mevakiinde tuz kurşun kükürt gümüş bakır demir altın ve taşkömür madenlerinin mevcud bulunduğu anlaşılarak bu hey’et tarafından pek mühim raporlar tanzim ve Afgan hükumetine tevdiolunmuştur. Mezkur madenlerin işletilmesi için Afgan hükumetince pek mühim ve müfid mukarrerat ittihaz edilmek üzere bulunduğunu Afgan gazeteleri yazıyor. Dahili Mensucat– Emir hazretleri ahiren umum Afganistan ahalisine hitaben atideki mühim beyannameyi neşr eylemişlerdir: “Hal-i hazırda Afganistan’da nesc ü imal edilmeye başlanan yerli mensucatımız ez-her-cihet Avrupa’dan gelen kumaşlara müraccahdır. Mensucat-ı dahiliyye gerek madde gerek sanat itibarıyla haricden gelen emtiaya nazaran daha metin sağlam olduktan maada fiyatça da pek ucuzdur. Yerli kumaşların en alasının yardası bir liradan fazla olmadığı halde Avrupa’da imal olunanlar yedi-sekiz liradır. Yerli mensucata rağbet gösterildiği takdirde ahalimiz hem ucuz elbise tedarik eder hem de memleketin umur-ı iktisadiyyesine azim hizmetler ibraz etmiş olurlar. Bu suretle paramız harice çıkmaz memleketimizde kalır. Sanatkarlarımızın tüccarımızın refah ve serveti bu suretle te’min edilmiş olur. Gömleğimizden kefenimize varıncaya kadar her şeyi Avrupa’dan celb ve tedarik etmeye kalkışırsak mahv u tebah oluruz. Yazık değil midir ki muhterem ulemamız sarıklarını hatta ölülerimizin kefenlerini Avrupa’dan getirtelim bütün servetimizi din düşmanlarımızın cebine sokalım? Yerli kumaşlarımızı temiz ve tahir müslüman vatandaşlarımız dokuduğu halde na-pak ellerle dokunan parçalarla ölümüzü sarmak günah değil midir? Diyanet-i mübeccele-i İslamiyye bizi bu emr-i hayra açıktan davet ediyor. Bugün benim tepeden tırnağa kadar giydiğim ve kuşandığım elbise ve eşya hep yerli malıdır milletim bana iktida etmelidir. Kendi malımız Avrupa’nınkine nisbetle biraz kaba olsa da bunu tercih etmeliyiz. açılmakta olan mekteblerin adedi günden güne derilmeye başlanmıştır talebeler daha ziyade sanat tahsili için Almanya’ya gönderiliyor. Mekteblerde her şeyden evvel nazar-ı dikkate alınan terbiye-i İslamiyye mes’elesidir. Bu hususa çok ehemmiyet verilmektedir. Afgan çocuklarının müslüman kalarak terakkıyat-ı hazırayı tur. Akidesi sağlam ve İslami terbiyesi esaslı olan bu gibi talebe Avrupa’ya gittikten sonra da dinen ve ahlakan sarsılmaz. Maamafih emir hazretleri; Avrupa’ya gönderilen Afgan çocuklarını orada da şiddetli murakabe altında bulundurmaktadır. Avrupa’daki Afgan talebesi her nerede bulunursa bulunsun şeair-i İslamiyyeye riayet eylemeye ve akaid-i İslamiyye dersleri almaya mecburdur. Müslümanlık’ı kavi olmayanların ihtiras ve menafi-i şahsiyye karşısında mukavemete kudretyab olamadıkları bit-tecrübe sabit olduğundan emir hazretleri akidesi sağlam mütefennin rical yetiştirmek hususuna ehemmiyet-i azime vermektedirler. Maarif hususunda hiçbir fedakarlıktan geri kaldığı yoktur. Emir hazretleri de bizzat imtihanda bulurur talebeye sualler sorar. Bu teveccühlerinden hem hey’et-i talimiyye hem de müteallimin şevk u gayrete gelerek daha ziyade bezl-i mesai ediyorlar. Afgan matbuatının neşriyatına nazaran Afganistan’da yalnız zükur mektebleri değil inas mekatibi de günden güne çoğalmaktadır. İnas mekteblerinde fahri bir surette muallimeliği kabul eden pek asil ve necib aileler vardır. Emir hazretlerinin kerimeleriyle akrabaları inas mektebine devam etmektedir. Afganistan’ın her tarafında kesretle mevcud olan madenleri keşf etmek ve mevki-i istifadeye vazetmek için de büyük mesai sarf olunmaktadır. Evvelce İngilizlerden mürekkeb olan bir hey’et Afganistan’da ehemmiyetli bir maden bulunmadığından mevcud olan bir-iki madenin de varidatı masrafına tekabül etmediğine dair hükumete bir rapor vermişlerdi. Kabil matbuatının beyanatına nazaran - - lezzetini asla artırmaz. Erkek için bu gibi süs ve zinet mucib-i ar u şeyndir. Mezkur şeyler bir insanın kıymetini yükseltmez bilakis kendisini mutazarrır eder. Bugün kuyumculara Avrupalılara verdiğimiz göreceğiz ki beyhude yerde sandıklarımızdan ceblerimizden paralarımız servetimiz akıp oralara gidiyor. Bu gibi müzeyyenatın emr-i muhafazası da kolay değildir; insanın rahatını teşviş eder. Halbuki süs ve zinet için sarf ettiğimiz mebaliği umur-ı ticariyye ve iktisadiyyeye hasr etsek yahud emlak ve akar satın alsak şübhesiz bize daha hayırlı ve karlı bir sermaye ve ticaret te’min etmiş olur. Yevmen fe-yevmen servetimiz malımız çoğalır. Nakid akçemizi bu yollarda tüketmek tebzir ve israfdan başka bir şeye yaramaz. Muhakkak ki Allah müsrifleri sevmez nass-ı sebebiyet vermiş oluruz. Binaenaleyh kadınlar müstesna olmak şartıyla altı aya kadar milletime bir mühlet veriyorum. O zamana kadar bu gibi şeyleri ortadan kaldırsınlar. Aksi takdirde muhalefet gösterenlerin eşyası zabt ve müsadere olunacaktır.” Bu ana kadar Afganistan me’murlarına verilen gümüş ve altından mamul nişanları kendilerinde kalacak. Lakin bundan sonra o gibi nişan ve imtiyazların başka madenlerden imal ettirilmesine de Afgan hükumetince karar verilmiştir. Meşhed: Türkiye’nin Meşhed Başşehbenderi Sami ve Feridun Beyler’in mahall-i me’muriyyetlerine muvasaleti hasebiyle yapılan pek samimi ve parlak merasim-i vermektedir. Afgan ve Rus konsolosları da merasimde hazır bulunmuşlardır. Başşehbenderimizin nutkunu müteakıb hissiyat-ı İslamiyyesi galeyana gelen gazetesi müdürü de irad ettikleri heyecanlı bir nutukta demişlerdir ki: “İşte bütün bu manzara-i sürur bütün bu güler yüzler Müslümanlık duygusudur ki bu aziz misafirlerin fedakar bir İslam devleti mümessilleBu rağbet ve revac sayesinde tezgahlarımızla o tezgahlarda çalışan işçi ve sanatkarlarımız tedrici surette bizi Avrupa’dan büsbütün müstağni kılacaklarına eminim. Milletimin her türlü iyiliğini derinden düşündüğüm için bu nasihatlerimi esirgemiyorum. Onları doğru yola sevk etmeyi kendime vazife biliyorum. Ahali benim bu hayırhahane ve pederane irşadatımı can u gönülden kabul edeceklerine eminim.” Emir hazretleri Afganistan’ın umur-ı iktisadiyyesine son derece ehemmiyet verdiği cihetle memleket dahilinde altın ve gümüşten mamul evani ve müzeyyenatın adem-i istimali hakkıda atideki resmi beyannameyi neşr etmişlerdir: “Benim vefadar sadakat-şiar milletim! Aşikardır ki bil-cümle milel-i mütemeddinin refah ve serveti terakki ve tealisi hep iktisada riayetle hasıl olmuştur. Gerek ticaret ve ziraat tisada ehemmiyet vermekle refah ve temeddün husul-pezir olmuştur. Diyanet-i mukaddese-i İslamiyye nev-i beşerin mucib-i salah-ı hal ve maaşı olan umur-ı ictimaiyye ve iktisadiyyesini hiçbir vakit ihmal etmemiştir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Azimü’şşanı’nda bu emr-i mu’tena-baha hakkında kullarını ayet-i kerimesiyle tenvir buyurmuştur. Bu ayet-i kerimenin manası şudur ki; iktisad ve etmiş olurlar. Sevgili milletimin dini saadetiyle dünyevi te’min-i maaşının müyesser ve müheyya olmasını daima arzu ettiğim için kendilerinin hüsranlarını mucib olan hem de Şer-i Şerif’e mugayir bulunan altın ve gümüş alat ve edevatının şuyu-ı verdim. Bu gibi müzeyyenat istimalinin hiçbir meziyet ve faidesi bulunmadığına her akl-ı selim kanidir. Esasen Şeriat-i Mutahharamız da bu gibi müzeyyenatın istimalini tecviz etmemiştir. Bu gibi evani ve müzeyyenat etıme ve meşrubatın CİLD - ADED - - SAYFA bizim şiarımızdır. İslam devlet ve milletlerinin gönüllerini istikametlerini birleştirmek bütün müslüman milletler ricali için bir umde-i esasiyye olmalıdır. İslam’ın felah ve saadeti ancak buradadır.” Muhterem K a ri’lerimize Gelecek hafta’inci cild tamam oluyor. Abone müddeti hitam bulup da devamını arzu edenler yeni abone bedellerini şimdiden göndermeleri rica olunur.’inci cildden eksik nüshası olanların bu hafta zarfında bildirmeleri iktiza eder; bilahare tedariki imkansızdır. rinin muvasaletlerini vecd ü neşat ile tebrike beni sevk etti. Bugün Horasan’ın milli vecd ü şerefini artıran en tarihi günlerden biridir. İslam düşmanlarının hun-har pençeleri vücud-ı İslamı ezip mahv edecekleri bir sırada Kadir-i Zü’l-Celal’e binlerce hamd ü sena olsun ki kahraman Türk ratıldı ve vücud-ı İslam esaret zincirinden kurtarıldı. Artık müslüman milletleri yekdiğerinden uzaklaştıran nifak ve şikak sebebleri kalmadı. Şimdi İslam devlet ve milletleri arasına kardeşlik dostluk ve birlik ruhu girmiştir. Biz öyle bir dinin salikleriyiz ki Ceziretü’l-Arab yegane hürriyet vatanı daha doğrusu bir fevza-yı ictimai diyarı idi. Ceziretü’l-Arab’da medeni ve ictimai kavanin olmaması yüzünden efrad arasında mütekabil zulümler çoğalarak birbirini ızrar eden gun-a-gun muameleler meydan aldığı gibi bu didişmelerin devamı sebebiyle de merhamet azalmış teavün ortadan kalkmış yürekler asnama kurban yerine Evet kızları diri diri gömmek zaruret korkusuyla evlad öldürmek hususundaki mezhebler muhtelif olmakla beraber bu adet bilhassa Temim Kinde ve diğer kabail arasında ta İslamiyet’in zuhuruna kadar devam etmişti. Kadının mertebesi ine ine behaim derekesini alınıp satılan cansız metaseviyesini bulmuştu. Bunlar büyu-ı hasat büyu-ı mülamese vardı ki her ikisi de oklarla oynanılan kumardan başka bir şey değildi. Bunlarda kadın irs ile intikal eder bir metaidi. Hatta insan ölen babasının karısına Bu mültecilerden Roma İran Babil kanunlarına vukufu olanlar da Ceziretü’l-Arab halkını muntazam bir hayata alıştırmak yahud kendi milletlerinin refahına hizmet etmiş kavanin ve nizamat-ı ictimaiyyeyi bunlara beğendirip kabul ettirmek cihetini hiç düşünmezlerdi. Bilakis yerlilerin fanına gömülür ve fevza-yı mahalliye tutulurlardı. Onun için Aleyhis’s-salatü ve’s-selam Efendimai adli medeni şuunları itibarıyla komşuları bulunan putperestlerden pek az farklı idi. Zaten çoklarının Ceziretü’l-Arab içlerine sığınması ya zaman zaman yurtlarını yağmaya veren akvamın zulmünden kurtulmak yahud ocaklarının bir köşesinde huzur-ı kalb ve itmi’nan-ı vicdan ile oturabilmek saadetini kendilerine haram eden dini tazyiklerden kaçmak içindi. Sonra bu mültecilerin arasında o aralık İran’ın yüzünden iştiraki yahud fevzavi efkara tarafdar olanlar da bulunuyordu. İşte böyleleri de mallarını canlarını Ceziretü’l-Arab’a atıyordu. Çünkü Başmuharrir Sahib ve Müdir – ­ şairler ve hatibler çoğalmıştı. Ne faide ki muhiti kemiren illetler şairlerin kafiyesiyle hatiblerin seciyle savuşup gidecek takımdan değildi! Çok esaslı bir müdavata ihtiyac vardı. Ceziretü’lArab’ın yalnız yerlileri değil komşuları olup da cehalette zulümde fevzada onlara iltihak eden bütün diğer ümmetler kendilerinin dalal içinde bunalmış beyinlerini yola getirecek bir mürşide fesada varmış ruhlarını tasfiye edecek rehakar bir müceddide hasılı erkeklerin kanını kızların hayatını bağışlar umumun muamelatına salah verir ve efradın birbirine saldırmasına maniolur surette ahkam ve hudud ikame edecek bir şarie ne kadar muhtac iseler basiretlerini açacak ilme seviyelerini yükseltecek irfan ve edebe sonra kadınlığı o asr-ı cahiliyyetin icabı olarak düştüğü dereke-i mezelletten çıkaracak bir şeriate o kadar Bununla beraber deminden beri söylediğim sözlerden; “Kable’l-İslam Ceziretü’l-Arab’da fazilet namına bir şey yoktu.” manası anlaşılmavefa sebat hukuku sıyanet ahde hürmet şehamet şecaat gibi seciyeler bu kavmin mahsusatındandı. Ancak her biri başlı başına birer fazilet teşkil eden bu vasıflar da tabii hududu geçilen her şey gibi zıddına inkılab ederdi. Bunun da sebebi hayırla şerrin hikmetle abesin hadd-i fasılını gösterir ahlaki desatir ve tealimin yokluğundan başka bir şey değildi. diyye devrindeki haline gelince: Bütün hüküm ve nüfuz evvela kisra ile kayserin sonra bunları kuşatan saray halkı ile bendeganın daha sonra köy ağalarıyla eşrafın; bir de büyük çiftliklerin ashabı ile rical-i dinin elinde idi. Halkın bilhassa rençber ve çiftçi kısmı ise ekip biçtiği toprak ile o toprağın üstündeki demirbaş hayvanattan farklı değil idi. Avrupa’nın o zamanki vaziyetini göz önüne getirecek olursak şu iki memleketten daha müsaid olmadığını görürüz. Çünkü Gotlar gibi Vandallar gibi Hunlar Cermenler gibi barbar akvamın mütevali akınları yüzünden meydanda measir-i umran namına bir şey kalmamıştı. Roma medeniyetinin bütün abidelerini söküp söyani üvey anasına varis olurdu. Bunlarda nikah-ı del vardı. Bunlarda aleni fuhuş vardı. Bunlarda kumar vardı; öyle kat kat riba vardı ki evlerde bereket bırakmaz aileleri harab eder bırakırdı. dınları cebren almak vardı. Bunlarda gulyabani anka umacı hamme safergibi şeylerle edebi ve tarihi asarın bildirdiği diğer bir sürü fasid hurafi akideler vardı. Hasılı Ceziretü’l-Arab’da zulümler şenaatler hurafeler siyasi dini fevzalar o dereceyi bulmuştu ki herkes bu hale mutlaka bir hatime verilmek lazım geleceğini hissediyordu. Lakin madem ki lerin girmesi bile aradaki tefrikaları fevzaları artırmaktan başka bir netice vermemişti; artık kim kalkacak da fikri edebi dini ictimai siyasi bütün bu şuunu ıslaha son derecede arz-ı ihtiyac eden bu akvamın elinden tutabilecekti? Evet zaman zaman muhtelif kabileler içinden zuhur eden şairlerle hatiblerden bazıları fikr-i ıslah telkin ettiği umumi nasihatleri icmali mevizaları halka söylüyorlardı. Lakin dalal içindeki nefisleri yola getirmek rezil adetleri ortadan kaldırmak hususunda bunların pek az te’siri oluyordu. Zaten demin saydığımız sebeblerden başka tarihin bildirdiği gibi artık hayatının sonuna yaklaşan Kisra ve Kayser imparatorluklarının temelinden sarsılması ve gerek bu hükumetleri gerek tabiiyetleri altındaki ümmetleri tutan rükünlerin rabıtaların rahnedar olması yüzündendir ki Aleyhis’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in bisetlerinden evvelki asır bütün ahlaki ve ictimai hastalıkların tekmil siyasi fevzaların son şiddetiyle hüküm sürdüğü müstesna bir devir idi. Bunun için Ceziretü’l-Arab’da Kuss b. Saide Amr b. Külsum Abid b. el-Ebras Adi b. Zeyd Lebid b. Rebia Züheyr b. Sülma gibi fikr-i ıslah ile meydana çıkan müracaat olundu; sonra engizisyon mahkemeleriyle ümeranın zadeganın o müdhiş istibdadı yüzünden öyle havsalaya sığmaz felaketler meydan aldı ki o birkaç asır zarfında bütün Avrupa kıtası insaniyetin cehennemi; fikrin natıkanın hareketin esaretgahı kesildi. Şayed Avrupalılar sonraları birbirini takib eden o kanlı inkılablarla beşerin hukukunu tesbit etmiş olmasaydı biz bugün Avrupa’yı bulunduğu halde görebilecek değil hatta bütün Avrupa’nın ne türlü fecaatler içinde bunaldığını ne gibi şedaid arasında kaldığını sonra dinde ahlakta hayat-ı ictimaiyyenin bütün aksamında nasıl bir fevzaya tutulduğunu tarihi olarak sıraladığımız hakikatlerin delaletiyle kari’lerimiz kolayca anlayabilecektir. Ve görülecektir ki edyan-ı şirki kökünden koparacak ve beşeriyeti asırlarca tazib eden zulümlere fevzalara hatime çekecek bir sahib-i zuhura; dünyaya aid muamelelerinde efradın birbirine saldırmamasını kafil hudud ve ahkam vazedecek bir şarie; bütün bu ictimai dertlere bu ahlaki hastalıklara çaresaz olacak bir hakime; hasılı mekarim-i ahlakı yükseltmekle beraber insanı hayat-ı faniyye ve saniyyesinde mesud eden rıza-yı Rahmanı mucib hasenat-ı amale irşad edecek bir nebiye o devrin gösterdiği ihtiyacı beşeriyet diğer edvarının hiç birinde bu kadar şiddetle göstermemişti. görebilmek ümidiyle idi ki cebheler dört tarafa dönüyor boyunlar muttasıl uzanıyor gözler durmayıp afak-ı imkanı araştırıyordu. Nihayet Hallak-ı Rahim’in bu avare beşer hakkındaki merhamet-i ezeliyyesi cuşa geldi: En sevgili kulu Muhammed b. Abdilmuttalib’i Din-i Mübin’le te’yid ederek rahmeten li’l-alemin gönderdi. O Resul-i muazzam ki bütün mücahedatında Ruhu’l-Kuds’le müeyyeddi; vazife-i risaletin hakkıyla edasında hiç yılgınlık göstermedi. Sayi fütur yüzü görmedi. Imanı ye’s nedir bilmedi. Kavminin türlü ezaları türlü cefaları o resul-i mücahidin azmini bir an için olsun sarsmadı. Bilakis dalalete sapmış fikirleri salaha getirir azgınlık edenleri yola yatırır çığırından çıkmış ah amelat için en metin ahkamı tebliğ ederdi. küp atmışlardı. Bunun için hususiyle Roma’nın sukutundan sonralarına Beşinci karn-ı miladinin ortalarına doğru halk son derecede perişan idi. Hele papalardan birtakımının pek de az sürmeyen bir zaman zarfında ruhani cismani her iki saltanatı nefislerinde cemetmesi meydandaki felaketi tahümmüllerin fevkıne çıkarmıştı. Avrupa’daki insanlar bu yüzden son derecede bedbaht idi. Halk zadeganın şövalyelerin kilise ricalinin elinde barbarların kıralları arasında cansız metagibi dilsiz hayvan gibi tedavül ederdi. Bunlar ya alınır-satılır köle olurlardı yahud köleden farkı satılmamaktan ibaret hizmetkarlar sırasına girerdi. Bununla beraber efendilerine büyüklerine bağlı olmak hususunda bütün halk birbirinin aynı idi. İtaat haricine çıkmak hiçbir emre karşı isyanda bulunmak hatıra gelmediği gibi kimseye efendisini intihab hakkı verilmiş değildi. Şu kadar ki; bazı barbar memleketlerinde şartıyla diğer kapılara kapılanabilmek hakkı bu hizmetkar tabakasına bahş edilmişti. Sonra başındaki amirlere ağır ağır vergiler ödemedikçe hiçbir ferd için toprak gibi akar gibi şeylere sahib olmak yahud tevarüs etmek imkanı yoktu. Bundan başka kiliseye öşrünü hakime den kimse yetiştirdiği mahsulden intifaedemezdi. Kimse izin almaksızın efendisinin evinden ayrılamazdı. Hizmetkar tabakasıyla çiftçiler düğünlerde yortularda efendilerine icab eden hediyeleri vermeye mecbur idiler. Kızını evlendirenler zifafdan evvel mutlaka bulunduğu mahallin büyüğüne takdim edecekti. Çok defalar mahallin büyüğü Katolik Dini’nin erkanından biri zuhur ederdi. Lakin kilisenin ruhbaniyet hususundaki evamiri bu rezil barbar adetinin bahş ettiği behimi bir hakkı istifadan onu hiç de alıkoymazdı. tabakaya karşı gösterilen müsaadelerdi. Kölelere gelince bi-çarelerin hali bin kat daha bedter hayatı bin kat daha sefil idi. de mezalimin fecayiin o kadar korkunç eşkaline ale’d-devam sadık ve musib bir telkin-i ilahidir. Sahibinde yakin-i ayni ve bir dava-yı mübrem uyandırır ve isbat ettirir. Bütün mucizeler onun burhanıdır. Tabiat-i beşeriyyede bir kanun-ı umumi olmayıp bir hadise-i nadire olduğundan dolayı sahasında tamamıyla tedkik edilememiş olan bu hadise-i vahy enbiyayı yalnız tedkikat-ı tarihiyye ile öğrenebiliriz. Bunun etmek bir peygamberi tasdike menuttur. Enbiyayı suret-i cereyanı en mağbut ve malum olan zat da Hatemü’l-enbiya Muhammed Mustafa salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz’dir. İşte bütün kütüb-i semaviyyenin esasını ve kaffe-i enbiya-yı izamı bu izah dairesinde tasdik eden Din-i İslam’ın üssü’l-esası basü bade’l-mevt hakikatini zamin olan vahdaniyet-i ilahiyye ile risalet-i Muhammediyyeyi tasdik etmektir. gamber ahiret” akideleridir. Ehl-i İslam bu akideler kafata cidden iman eder. Ve bu iman ile münşerih olarak ıztırabat-ı hayata göğüs gerer. Ifa-yı vazife ile faziletten büyük bir zevk-i saadet duyar. Çünkü o faziletin neş’et-i saniyyede kendisini saadet-i ebediyyeye mazhar kılacağına kanidir. vasıta-i servet ve şehvet ile iktisab mümkün değildir. Ha-kikaten alemde zevk-i iman kadar tatlı bir şey yoktur. Imanı olmayan bir kalb melabe-i şübehat olur. Her lahza şekk ü şübhe içinde yaşamak hayaliyye ve şairane yahud sümum-ı küuliyye de bir sekr-i daimi ile teselli aramak mecburiyetine mahkumdurlar. Lakin bu yoldaki bi-sebat ve pür-humar bir tesellinin bir teselli-i atinin ne kıymeti olur? Bir hakikat-i külliyyeye müstenid olmayıp birtakım hissiyat-ı zaile ve müşteheyat-ı faniyyenin mevludat-ı nefsaniyyesinden ibaret olan bir teselliye merbut hayatın bir hiçi-i mutlaka peyveste olacağında şübhe mi vardır? Cenab-ı Allah’ı ikrar ve itiraf eden ve sıfat-ı zatiyye ve maneviyyesiyle arif olan bir kimse nübüvvetin gerek imkanında ve gerek vukuunda Hasılı beşerin salahını saadetini te’min uğrunda yirmiüç yıl geceli gündüzlü uğraştı. Bu devrin hitamında idi ki artık vazifesini eda etmiş bulunuyordu Mekke’den nasa vedahutbesini okuyarak Din-i Mübin’in kemaline erdiğini ümmeti hakkında nimet-i ilahiyyenin tamamıyla rayegan olduğunu bütün kainata karşı ilan etti. Mani-i Terakk i Değil Zamin-i Terakk i dir Bu bahsi tabii burada uzatamayız ancak şuunat-ı tabiiyyenin tarz-ı cereyanına ve kudret-i ’et-i saniyye tasavvuru sehlü’l-imkan olduğunu söylemekle iktifa edeceğiz. Lakin bizim için bu neşve-i bekayı duyabilmek için bu neş’et-i saniyyenin tahakkuk-ı vukuunu da tasdik etmeye muhtacdır: “Neş’et-i saniyye mümkündür ve vukubulacaktır.” diyebilmeli ki ondan hissesini düşünerek neşve-yab-ı beka olabilsin. Bu tasdik kabil-i isbat da değildir. Burada ilim ve fen fikir ve felsefe tevakkuf eder akl-ı beşer duçar-ı hayret olur. Hissiyat-ı kalbiyye gerçi biraz daha temenniyatın müeyyidatı yoktur. Ebvab-ı hakikat henüz mesdud turuk-ı istikbal ancak bir nur vardır ki o da nur-ı nübüvvettir. Akıl ve fikirin tevakkuf ettiği bu vadi-i lahutide geşt ü güzar ancak tarik-ı vahy ile mümkün olur. Burada ilham ve kehanet ile vahiy ve nübüvveti bi-hakkın temyiz etmek lazım gelir. İlham zaif bir telkin-i ilahidir ki ale’l-ekser şuarada vakiolduğu gibi hayal ile mahlut olur. Sırf enfüsi bir hadisedir. Bundan dolayı felsefe-i İslamiyyede ilham esbab-ı ilimden madud olmuyor. Vahy ise burhan-ı tamma müstenid ve bir dindir. Müslüman kalbi her şeyden evvel hak ve hakikati sever ve hakka perestiş gamlıktan azade olarak hakkı sever. Zira Allahu Teala Hak Teala’dır. Ale’l-ekser beşeriyet mağlub-ı nefsaniyyet olur. Hevasına arzusuna tevafuk etmeyen hakikatleri tecavüz eyler muhakematında bi-taraflık gösteremez. hakim bir haslet olmak matlubdur. Çünkü Kur’an-ı Azimü’ş-şan ve bütün nusus-ı İslamiyye evvel-emirde de bi-taraflığı vicdanında hak-şinaslığı telkin ve tavsiye eder. Bir müslim-i kamil bir mahkeme huzurunda aleyhinde bildiği bir hakikati bile ikrar ve itirafdan çekinmez. İslam’da taassub mezmumdur. Taassub ise bizim tefsirimizce hakikati bilip dururken zıddı olan batılı iltizam ve onda Bunun içindir ki Kur’an-ı Azimü’ş-şan edyan-ı salife erbabından olan bazı ehl-i kitabı ifrat-ı taassubla muahaze ederek; Sure-i [ ] diye nasihat eder. “Ey ehl-i kitab! Dininizde haktan maada hiçbir şeyde gulüvv etmeyiniz. Yani taassub göstermemeyiniz.” der. Filhakika bazı ehl-i kitab öyle yapıyorlar kamını ehemmiyetten ıskat ettikleri halde kitablarının mediği bazı şeylerde de ifrat ile taassub ibraz ediyorlardı. Mesela terk-i izdivacı bir kudsiyet-i diniyye mertebesine çıkarıyorlardı. Halbuki bu davalarına tamamen sadık da kalamıyorlar su’-i Kezalik Din-i İslam edyan-ı salife erbabından bazılarını Suretütdiye muahaze eyler. “Allah’ı bıraktılar da alimlerini ruesa-yı ruhaniyyelerini rab ittihaz edecek dereceye vardılar.” diyor. Bu ayat nazil olduğu zaman Hicaz’daki ehl-i kitab meyanında Din-i İslam’ı kabul etmiş olanlardan bazı zevat huzur-ı peygamberiye geldiler; “Ya Resulallah; biz din-i sabıkımızda ahbar ve ruhbanımızı rab hi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz; “Büyüklerinizin ruhbanlarınızın vazettikleri kanunlara ittiba tereddüd etmez. Nübüvveti tasdik eden kimse de ahireti elbette tasdik edecektir. Cenab-ı Allah Evvel ve Ahir’dir Zahir ve Batın’dır Nuru’s-semavat-ı ve’l-arz’dır. Sure-i [ [ ] dir [ ]. Yani O’na benzer hiçbir şey yoktur. Binaenaleyh akaid-i İslamiyyeye göre Allah ne cisim ve cismani ne de ruh ve ruhanidir. Ne maddedir ne kuvvettir. Çünkü cisim ve ruh madde ve kuvvet tahlil-i tabiatin son hadleridir. Cenab-ı Allah ise hudud-ı tabiatin fevkındedir Cisim halk-ı ilahi ruh ise emr-i ilahidir. Bunlar teayyünat-ı kevniyyedendirler Cenab-ı Allah kan bulunurdu ne zaman. Bundan dolayıdır ki beka-yı insani yalnız beka-yı ruh nazariyyesiyle te’min olunamaz. İnsanın ruhu Allah’dan gelmiştir. Vefat edince yine Allah’a rucueder. Cenab-ı Allah dilediği zaman yine cismi halk ve ruhu iade eyler. Ruhun Allah’a rucuu beka-yı zatisi demek olmaz. Çünkü Allah’a raciolan ruhun teayyün-i kevnisi yoktur. Teayyün-i kevnisi olmayan şeye mevcud ıtlak edilemez. Mahlukat-ı hadisede beka zati olarak değil emsal suretiyle vakiolageldiğine nazaran beka-yı ebedi de böyle olmak lazım geliyor gibidir. Din-i İslam nazarında uluhiyet ile nübüvvetin asla iltibası yoktur. Buna binaen enbiyanın ibadullah olduğunu tasrih etmek imanımızın esasını teşkil eder. Cenab-ı Allah olduğundan dolayı hiçbir şeye hulul ve ittihadı kabili değildir. Peygamberde hisse-i uluhiyyet tasavvur etmek bizim nazarımızda küfürdür Allah’ı bilmemektir. Din-i İslam insaniyetin hem hissiyatını ve hem aklını tatmin eder. Maamafih hitabatı hissiyattan ziyade akıl ve mantığa müteveccihdir. İslam kör ve mutaassıb bir akideye tarafdar değildir. Ashabında müsbet bir akide ve münevver bir fikir bulunmasını tervic eder. Çünkü İslam’ın ilk tavsiye ettiği ahlak hubb-ı hak insaf itidaldir. Cenab-ı Allah peygamberini din-i hak ve nur-ı hidayet ile [ ]. İslam yalnız hak din değildir; Hak dinidir de. Yani hakk-ı hakikate ibtina eden Seffah zimam-ı umuru elinde yalnız iki sene tutabildi. Kardeşi ve halefi el-Mansur Al-i Resul’e karşı ibraz-ı şiddetle beraber birinci derecede bir racül-i devletti. Devleti teşkil etmiş daimi bir ordu tanzim eylemiş zabıta teşkilatını vücuda getirmiş tarz-ı idareye miknet ve istikrar vermişti. O zamana kadar Arablar hemen hemen askerliğe hasr-ı hayat ediyorlardı. El-Mansur’un tarz-ı hükumeti dehalarına yeni bir cevelan bahş etti. Arablar şehirlerde tavattun emval-i gayr-i menkule istihsal etmişler ve askerlik için vakf ettikleri hayatlarını bu kere aynı hararet ve fedakarlıkla ilim ve irfana vakf eylemişlerdi. Garbi Asya’nın iki büyük nehriyle irva olunan feyyaz ve bereketli Fırat vadisi en eski zamanlardan hükumetti. Buradadır ki Babil Tesifon Silusya yekdiğerini müteakib zuhur etmişlerdi. Mevzu-i bahs ettiğimiz devirde bu vadide isyankarane temayülat ve hıffet-i mizac ile maruf halkıyla Basra ve Kufe şehirleri bulunuyordu. Feth-i rakiz-i ticariyye sırasına girmişlerdi. Hatta Kufe şehri bir müddet için makarr-ı hükumet olmuştu. Emevilerin payitahtına giremeyen Şark urefası Basra ve Kufe’ye şedd-i rihal ederlerdi. Abbasiler daha fazla bir menba-ı tehlike idi. Basra ile Kufe halkının hıffet ve tahavvül-i mizacı bu şehirlerin merkez-i hükumet olarak intihabına manioluyordu. El-Mansur devletine bir payitaht intihabı nehir tarikıyla altı gün mesafede olan Bağdad’ı Bağdad’ın Kisra Nuşirevan devrinde bir sayfiye olduğu ve kisranın şöhretinden “Adalet Bağı” namını aldığı rivayet olunuyor. İran saltanatının zevaliyle “Bağ-ı Dad” da ortadan kalkmış ise de hatıralarda namı mahfuz kalmıştı. Bu güzel sıhhi ve merkezi mahal el-Mansur’un nazar-ı dikkatini cezb etmiş ve belde-i hulefa burada zamanın en büyük mimarları tarafından teşyid olunmuştu. El-Mansur’un Bağdad’ı Hicret’in’inci senesinde Dicle’nin garb sahili üzerinde te’sis olundu. Maamafih çok geçmeden nehrin şark sahilinde veliahd-i hilafetin himayesi altında yeni bir Bağdad zuhur etti. Yeni şehir mebanisinin hüsn etmez miydiniz?” diye sordular. Onlar; “Evet kü itaat ancak Allah’ın kanunlarına olur.” diye cevab verdiler. Fil-vakibeşeriyetin bütün ıztırabatı kavanin-i hakikıyye-i ilahiyyeyi nazar-ı dikkate almayarak erbab-ı nüfuzun keyiflerine temayülat-ı leri kavaninden neş’et edegelmiştir. Bütün mezalimin menbaı budur ihtilalat ve inkılabat-ı beşeriyye hep bu kabil kavaninin netayic-i seyyimiştir. Bütün istibdadların esası erbab-ı kuvvetin fevkinde olan kudret-i ilahiyyeyi tanımamasındandır. Beşeriyetin en büyük tuğyanı kendi arzularını Allah’ın emri diye tanıtmaya çalışmasıdır. Bundan dolayıdır ki Din-i İslam’da ulemanın ümeranın erbab-ı nüfuzun sıfat-ı teşriiyyesi yoktur. TeşriAllah’ındır. Ulema ahkam-i ilahiyyeyi keşf için ictihada me’murdur. Bunlar kanun vaz edemezler kanun-ı ilahiyi keşif ve fehme çalışırlar. Din-i İslam’ın bu hak-perestlik esasından doğan netaic-i ictimaiyyesinden birisi vahdet ve uhuvvet esasıdır. Gerçi vahdet-i ictimaiyyenin esası tecanüsdür. Fakat tevhid-i Bari ve tazim-i Hak seciyesinden doğacak olan tecanüs bütün tecanüslerin fevkındadır. Çünkü hak-perestlik bulunan ve Hakk’ın birliğine kail olan ruhların miyar-ı hassasiyyet ve tefekkürleri hep bir olacağı vahdetlerden daha kavi ve daha cemiyetli olur. bundan münbaisdir. Tevhid-i Hak her vahdetin ve her kuvvetin esasıdır. vir başladı. Al-i Abbas Iranilerin yardımıyla mevki-i nız Arabların kuvvetine değil umum tebeanın kuvvetine istinad ettirmişlerdi. Ebu’l-Abbas es ca’ya mütercem mükemmel bir mecmuası vardı. Mesudi bu asarın Arabca’ya tercüme edilir edilmez Arablar tarafından kemal-i hahişle tetebbu olunduğunu kayd eder. Mansur’un halefleri her tarafdan İslam diyarına şitab eden ulemanın hararetli hamileri olmakla kalmayarak bizzat kendileri de her şube-i marifette sahib-i ihtisas tini teşkil eden kaffe-i anasırın inkişaf-ı fikrisi şayan-ı hayret bir süratle ilerliyordu. Her büyük milletin bir altın devri vardır. Atina’nın Perikles devri Roma’nın Augustus devri olduğu gibi İslam Alemi’nin de böyle bir devr-i şanı vardır. Mansur’un cülusundan MütevekkilAlellah devrini istisna şartıyla Mutazıd-Billah’ın muadil hatta bunlardan daha muazzam olduğunu beyan edebiliriz. İlk altı Abbasi halife ve bilhassa Me’mun’un devrinde müslümanlar medeniyetin hamisi idiler. Arablar haiz oldukları elastiki deha ve merkezi vaziyeti hasebiyle bir tarafdan tarihe geçen Yunanistan ve Roma’nın diğer tarafdan beşeriyyetin mürşidliğini ifaya kesb-i liyakat etmişlerdi. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in Arablar Şark ve Garb’ın hikmetini alarak bunları tealim-i nebeviyye ile mezc etmişlerdi. Humboldt der ki: “Arablar mutavassıtlık vazifesini ifa ve Fırat Nehri’yle Vadi’l-Kebir ve Vasati Afrika arasında yaşayan akvam üzerinde icra-yı te’sir etmek için lazım olan vaziyeti haiz idiler. Bunların bi-nazir faaliyet-i fikriyyesi tarihin mümtaz bir devrini teşkil eder.” Emevilerin zamanında müslümanların bir imtihan devri geçirerek ifa edecekleri muazzam vazifeye hazırlandıklarını Abbasilerin zamanında dünyanın menabi-i irfanında bulunduklarını görürüz. Hulefa-yı İslam tarafından gönderilen me’murlar pa-yı ihmal ile çiğnenen asarı toplamak Bu asar-ı kadime payitaht-ı İslama getiriliyor ve takdirkar efkar-ı ammenin önüne konuluyordu. Medreseler ve akademiler her tarafda te’sis edilmekte şad ediliyor ve her mütetebbia meccanen amade bulunduruluyordu. ü ihtişamıyla “Mansuriye” ile rekabet ediyordu. eden Moğol istilasından mukaddem Bağdad’ın hüsn ü ihtişamı İran’ın yetiştirdiği en büyük şairlerden Enveri’nin bir kasidesiyle tahlid olunmuştur: Bağdad’ın “Daru’s-selam” tesmiyesi hulefadan hiç birinin şehrin surları dahilinde irtihal etmeyeceğine dair Müneccim-i Saltanat Nev-baht istihracatından haricinde defn olunup bütün ümmet-i İslamiyyenin hürmet ve muhabbetini kazanan ekabir-i evliyanın çokluğu Bağdad’ın makam-ı evliya tesmiye olunmasına sebebiyet vermiştir. Eimme-i Şeyh Cüneyd Şeyh Şibli Şeyh Abdülkadir Geylani ve nice nice eimme ve meşayih hep buradadırlar. Bunların mekabiri arasında hulefa ile ezvacının mekabiri görülür. Şehri dolduran müteaddid akademiler külliyeler medreseler arasında bil-hassa miye ve Mustansıriye’dir. Nizamiye hicretin beşinci asrında Selçukluların padişahı Melikşah’ın veziri Nizamülmülk tarafından Mustansıriye iki asır sonra el-Mustansır-Billah tarafından te’sis olunmuştu. Hulefa Devrinde İrfan müverrihi Cramer diyor ki: “Şayan-ı dikkat bir hakikattir ki haiz oldukları mezayat-ı maneviyye ve fikriyye ile sair cihetlerini bize unutturan hulefa İslam Alemi’nde başlayan muazzam hareket-i fikriyyenin rehberi olmuşlardır.” İlk evvel Mansur’un emriyledir ki elsine-i ecnebiyyeden edebi ve ilmi asar tercüme edilmişti. Bizzat kendisi mütetebbive riyazi olan el-Mansur’un Siddhanta tesmiye olunan Hindce hey’et kitabından Klaudyos Batlamyus’un elMecisti’sinden Aristo’nun Eukleides’in asarından ve sair eski Yunan İran Bizans ve Suriye mahsulat-ı fikriyyesinden müteşekkil ve Arab Kostantin ile mutaassıb halefleri putperest detmişler ilim ve irfanı sihir telakki eylemişler ulemayı devlete karşı su’-i kasd tertib edenlerin cezasına uğratmışlar ilim ve felsefeyi imha eylemişlerdi. Beşerin terakki-i irfanına karşı kilisenin adaveti bu cümle ile ruhunu ifade etmişti: “Cehalet sadakatin anasıdır.” Papa Büyük Gregory Roma’dan bütün ulema ve urefayı tard etmekle Augustus Kayser’in te’sis ettiği kütübhaneleri yakmakla bu düsturu tatbik etmişti. Muma-ileyh eski Yunan ve Roma muharrirlerinin asarını tetebbu etmeyi menetmiş esatiri Hıristiyanlığı kabul etmiş ve bu esatiri Hıristiyanlık Avrupa’nın asırlarca akide-i hakimesi olmuştur. İlim ve edebiyat mutaassıb Hıristiyanlık’ın boyunduruğunu takınmış ve ancak serbest fikirlerin fikr-i beşerinin terakkisine karşı vazolunan mevanii yıkmaya muvaffak olduğu zaman hıristiyanlar boyunduruktan kurtulabilmiştir. Ceride-i İslamiyyesine Muazzez ve Muhterem Üstad! ’ın numaralı nüshasında yazdıkları sözleri okudum. Böyle haftalarca süren bir intizardan sonra üstadın bu kadar mühim bir mes’elede bizi tenvir edecek beyanat-ı mufassalada bulunmaları lazım gelirdi. Daha doğrusu Müslümanlığı ve akaid-i diniyyyeyi şiddetle alakadar eden böyle bir bahse ulema-i dinin de iştirak etmeleri bi-hakkın muntazar idi. Muazzez üstadımız eserlerinin intişarından evvel beyan-ı diyorlar. Halbuki bu eserin yani kında sütunlar dolusu izahat vermişti. Üstadın unvanlı eserleri de daima nazar-ı istifademiz önünde idi. Maamafih medeniyetin bu yirminci asrında “ilm-i kelam”ın eski veya yeni bir şekilde ted-vinine lüzum olmadığına kaniim. Bu kanaatimin ne gibi sebeblere istinad ettiğini’da yazdım. Derdest-i tabolan unvanlı risalemde de bu mes’eleye temas ettim. Bunu takib edecek olan eserimde Callinus Dioscorides Themistius Aristo Eflatun Eukleides Batlamyus ve Apollonius kamilen tetebbuolunmuştu. Bizzat hulefa edebi Tarihde ilk defa olarak dini bir hükumetin felsefe bu muvaffakıyetlere iştirak ettiği görülüyordu. sair şehirleri geçmek için ibraz-ı faaliyet ederdi. Valiler ve sair vilayet me’murları hulefayı nümune-i di. göre bir sevab idi. Cihanın her tarafından tullab-ı lar hukema-yı İslamı dinlemeye koşuyorlardı. Hatta Avrupa’nın en ücra köşesinden gelen hıristiyanlar Bilahare hıristiyan kilisesinin riyasetine irtika eden adamlar İslam medreselerinden tahsil-i irfan etmişlerdi.El-Muiz-Lidinillah’ın devrinde Kahire’nin irtikası Abbasilerle Fatımiler arasında himaye-i irfan hususunda bir rekabet tevlid etmişti. El-Muiz Garb’ın Me’munu idi. El-Muiz hulefanın himayesi altında azim terakkilere mazhar olmuştu. El-Muiz-Lidinillah tarafından te’sis olunan Kahire Daru’l-Hikmesi Bacon’ın mefkuresini tahakkuk ettirecek bir vaziyette idi. Fas’da İdrisiler ve Endülüs’de müslüman padişahlar ulum ve fünunun neşr ü tamiminde yekdiğerleriyle müsabaka ediyorlardı. Bahr-ı Muhit-i Atlasi’nin sevahilinden Bahr-ı Muhit-i Hindi’ye kadar hatta Bahr-ı Muhit-i Kebir’e kadar İslam maarifi her tarafa hakimdi. Vakta ki Abbasiler Şark devleti üzerinde olan hakimiyetlerini elden kaçırmaya başladılar zimam-ı umuru ele alanlar mişlerdi. Ve bu hal Bağdad’ın sukutuna kadar devam etmişti. Makam-ı Hilafet’i silip süpüren ve medeniyet-i İslamiyyeyi imha eden vahşiler de Müslümanlığı kabul eder etmez ilim ve irfanın en hararetli hamisi oldular. Acaba bu zamanda Hıristiyanlık aleminde ilim ve irfan ne merkezde idi? mevzuu da bunlardan başka bir şey değildir. Bu usul-i kelamiyyeye Aristo mantığını Yunan felsefesini karıştırmak araya bir de hılafiyat sokuşturmak ne netice vermiş ise bugün felsefe-i kadimeye mukabil felsefe-i Garbiyye nazariyatıyla yeniden münakaşa ve mücadeleye girişmek de ondan fazla bir menfaat te’min edemeyecektir. Edille-i nakliyyeyi yani en açık bir tabir ile Hakk’ın Kitab-ı Kerimi’ndeki beyanlarını yakin ifade etmeyen delail-i zanniyyeden sayan ve buna mukabil aklı mutemedün-aleyh add ile buna muhalif olan nakli te’vile ve mana-i zahiriden udule temayül eden kelamiyatın Din-i İslam ile ne alakası olabilir? Hususan aklın bugüne kadar mesail-i maba’di’t-tabiiyyattan hangilerini halledebilmiş ve hangi mesailde yakin ve katiyet ifade eden bir hükümde bulunabilmiş olduğunu anlamak lazım gelmez mi? Mesalik-i felsefiyye arasındaki olmak ümid edilebilir mi? Kur’an-ı Mübin akl-ı beşer için vüsul ve idraki mümkün olamayacak birtakım hakayık-ı ma-badi’t-tabiiyyeye iman ile ya inanmamak herkesin bileceği bir şeydir. Bu esasatın ahkam-ı diniyyeyi akıl ile ve felsefe-i akl-ı beşerle muhakeme etmek bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da faidesiz ve neticesizdir. Çünkü dinin beyanları Hakk’ın resullerine vahy ettiği hakikatlerdir. Felsefe-i akl-ı beşer ise ukul-i mütefaviteden sadır olan ahkam-ı zanniyyeden daima teceddüd ve inkılaba doğru giden kazayadan leri zünun ve şükukten tecrid etmeye imkan yoktur. Diğer tarafdan da dinin bildirdiği mesail-i ma-badi’t-tabiiyyede nazar ve burhan ile malum olmuş bir mes’ele var mıdır? Nazara ve istidlal-i akliye muhalif addedilen semu naklin te’vili dinin esasını değiştirmek ve onun itikadata müteallik mes’elelerini aklın hükmüne tabibulundurmak değil midir? Sufiyyenin keşif ve ilham ile nakli te’vile zevahir-i nususdan başka manalar çıkarmaya tesaddi etmelerini de hikmet-i diniyyeye muvafık addedebilecek miyiz? Müslümanlık’ın hayatı dinin müteaddid ayatta emr ettiği tevhid ve vahdet ve ittihadın devamına bağlıdır. Dinde esas olan bu vahdet ve ittihad de yine kelam ve kelamiyat aleyhinde yazacağım. Üstad cildler dolusu yazı yazdıkları bir ilmin adem-i lüzumuna bit-tabitarafdar olamazlar. Kelamiyat namı altında asırlardan beri devam eden ve beyne’l-İslam ulum-ı diniyyeden sayılan bir ilmin lüzumsuz ve faidesiz olduğu lakki edilebilir. Fakat bizim vazifemiz kendi re’y ü ictihadımıza ve doğrudan doğruya ahkam-ı Kur’aniyye ve hikmet-i diniyyeden irad ettiğimiz delaile istinaden kelam ve kelamiyatın İslamiyet’in şekl-i hazırında külliyyen abes olduğunu meydana çıkarmaktır. Bunun için de en evvel kimler tarafından ihdas edildiğini söyledik ve hatta “kelam” tabirinin menşe’ ve mevridi şimdiye kadar vazıhan anlaşılamamış iken bunun da bizzat delalet ettiği ilmin? mevzuu gibi Lisan-ı Yunani’den alındığını ve tamamıyla “logos” lafzı mukabili olduğunu da gösterdik. Bu asıldan kelimeler Yunani’de “istidlal ve istinbat” manasını şey değildir. Her ne olursa olsun akide ve iman Kur’ana ve hikmet-i diniyyeye külliyen muhalif olan bu gibi münakaşat-ı lafzıyye ve münakaşat-ı kelamiyyeye revac verilmek maksadıyla Yunan felsefesine aid nazariyat-ı akliyyeyi Aristo mantığının bütün cedeliyatını kendisine mal etmiş bulunan bir ilmin yani kelamiyatın Müslümanlığın şerait-i hazıra-i ictimaiyyesinde ve bilhassa bütün akvam-ı İslamiyyeyi dinlerinin emr ettiği vahdet tevhid ve ittihad etrafında toplamak mecburiyeti karşısında hiçbir suretle hakk-ı hayat ve bekası kalmamak lazım gelir. Beyan-ı Kur’ana göre; [ Sure-i Rad Ancak nasa nafiolan ve bir faide-i ictimaiyyeye vücud veren bir şeyin hakk-ı hayatı vardır. Mahza Din-i İslam’dan ahz-ı sar eylemek veya dinde ihtilaflar lışmak maksadıyla ortaya çıkarılan bir ilm-i kelamın bizim için lüzumu ve faidesi yoktur. Akıl ile sıfatullahı isbata kıyam etmek neticesiz cedeliyata vücud vermek olacağı gibi haber ve sema müstenid ahkamın münakaşası da vebaldir ve akla muarız görülen naklin te’vili de dine tecavüzdür. - ADED - SAYFA salik oldukları Eşari ve Matüridi Mezhebleri arasındaki doludur. Bu gibi bahislerin yeniden meydana çıkarılmasında ve şeriat-i nazariyye-i İslamiyyede Havaricden Yezidiye’den Mufaddaladan Mü’leden Keysaniyeden Galiye’den… daha bilmem kimlerden ve ne gibi akaid-i sahife ve dalleden kitablar dolusu yazılar yazılmasında Müslümanlık için ne gibi faide tasavvur edilebilir? Hususiyle bu tarzdaki iman ve mezheb ihtilaflarının vahdet-i İslamiyyeyi ve ittihad-ı İslamı parçalamak ve en açık tabirle dinden ahz-ı sar etmek maksadıyla ortaya atıldığı delail-i tarihiyyesiyle anlaşıldıktan sonra yine zalam-ı tarihe karışan bu zulmetlerde puyan olmak muvafık olabilir mi? Yirminci asr-ı medeniyyette vahdet-i takdir olunmaya başladı.Müslümanlık’tan uzaklaşan gençliği etmek sıyanet-i dine ve selamet-i vatana müteallik bir vazifedir. Bundan daha ziyade gaflet olunacak olursa hayatta savvur olunamaz. Bunun için dinin ictimai ahlaki maşeri ve ilahi bütün hakikatlerini gençliğe bildirmek ve insanların aradıkları saadetin fevz ü necatın huzur-ı kalb ve sükun-ı fikrin ancak Din-i İslam’ın imanlarıyla ve Kur’an-ı Mübin’in beyanlarıyla kazanılabileceğini bizzat Kitab-ı Hak’tan getirilecek deliller ve ahkam-ı Kur’aniyyeden edilecek istidlaller ile göstermek lazım gelir. Din ve iman ve şeriat-i nazariyye namıyla ortaya dökülecek nazariyat-ı kelamiyye zihinleri teşviş ve ıdlalden başka bir şeye yaramaz ve kelama aid cedeliyat arasında hak ve hakikati bulmak mümkün olmaz. Bir müslümanın Allah’a kendi nefsine ve insaniyete karşı mükellef ve mecbur olduğu vezaif ve feraiz Kitab-ı Hak’ta bildirilmişmezheb den mübeddel-i nifak u şikak olmuş ve müslümanlar asırlardan beri saadet-i hayattan huzur-ı kalbden haib ü hasir kalmışlardır. Bu hüsran-ı elime en büyük saik dinin itikadata ve mesail-i ma-badi’t-tabiiyyeye aid hükümlerini mantığa ve felsefe-i akl-ı beşere tabibulunduran nazar ve istidlali beyanat-ı Kur’aniyyeye tercih eden nakli te’vile kalkışan “kelamiyat”tır. Bunun taht-ı te’sirinde üftan ü hizan yürüyen Müslümanlığın bu nihayetsiz münakaşat-ı lafzıyye ve cedeliyat-ı kelamiyyeden ne kazanabilmiş olduğunu tamamıyla anlayabilmek için etrafımıza şöylece bir göz gezdirmek kifayet eder. İmam-ı Azam İmam Şafii İmam Yusuf İmam Ahmed b. Hanbel gibi din imamlarının kelam ve kelamiyat hakkındaki reddiyeleri ve bilhassa lamdan bahs eden şahsı lanetle yad etmesi elbette calib-i itibar olmak lazım gelir. Felsefe ile kelamiyatı birbirine karıştıran ve bu yüzden müslümanları mesail-i itikadiyyede muhalefetlere düşüren Ebu’l-Hüzeyl el-Allaf ve İbrahim enNazzam gibi adamların bir hüsn-i kasd ve taviyyetle böyle bir şeye teşebbüs ettiklerine inanabilmek kardeşleri arasında asırlardan beri hüküm süren hadisat-ı elime ve hissiyat-ı mütezadeden gafil olması lazım gelir. İbnu Teymiyye ve tilmizi İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye gibi Müslümanlığa şeref-bahş olan büyük alimlerin ilm-i kelamı tervic etmemeleri calib-i itibardır. Iman-ı İslama müteallik akaid-i esasiyyenin delail ve kazaya-yı zanniyye ile nasıl te’yid edilebileceği suali varid-i hatır olmamak kabil değildir. Diğer tarafdan ehl-i bidate mahsus olan nazariyat-ı kelamiyye ber-taraf edildiği halde de ehl-i sünnet ve cemaatin istinad ettiği mebahis-i kelamiyyede Eşariye ve Matüridiye’nin ittifak etmedikleri muhakkaktır: Kelamın Hak’tan suret-i suduru yani kelam-ı nefsi mes’elesinde esma’ ve sıfat ve efal-i ilahiyyeye aid istidlalat-ı kelamiyyede efal-i ibadın ihtiyari veya ıztırari olup olmadığı davasında hüsün ve kubuh sıfat-ı yeceği mes’elesinde… ehl-i sünnet ve cemaatin Bilakis hakaik-ı diniyyeyi delail-i Kur’aniyyesiyle bildirmek ve dini şekl-i asli ve ibtidaisine irca vakıf olan ulema-yı dine terettüb eden bir vazifedir. Muhterem üstadımız İsmail Hakkı Beyefendi’nin Sure-i Nahl beyan-ı Hakk’ın bahs ettiği hikmet ve meviza-i hasene ve hüsn-i mücadele yine Hakk’ın Kitab-ı Kerimi’nde bildirdiği delail-i vazıha ve mevaiz-i mukniaya raci olabilir ve ayet-i Hakk’ın; [ Sure-i sözleriyle nihayet bulmasına ve Sure-i Maide hükmüne nazaran bundan ötesini takdir etmek bu hakikatlerden iraz edenlere aiddir. Ve husul-i hidayet ve dalal Hakk’ın takdir ve iradesine tabidir. Sure-i Ala beyanına ittibaile Beylerbeyi Temmuz – – Bundan evvelki nüshada Hayri Efendi merhumun zaman-ı nezaretinde lağv edildiğini kayd ettiğim yirmi imaretin bütçede muharrer mikdar-ı mesarifi kuruş yani yirmibeşbin beşyüzyirmibeş lira idi. Bu tarihde; evrak-ı nakdiyye henüz mevki-i tedavüle çıkarılmadığı fark ile yüzelli yüzaltmış bin lira demektir. tir. Bu hakikatleri olduğu gibi bildirmek kafidir ve Hakk’ın; Sure-i B beyanı calib-i itibardır. Buna mukabil müslümanları imanda ve akaide aid mes’elelerde mütehalifü’l-efkar bildirmek ve bu felsefiyye ile te’yid ve tahkim etmek gençliği dine yaklaştıracak bir tarz değildir. Bu şekil herkesi din ve ahkam-ı din hakkında şübhelere düşürür ve doğrudan doğruya iman ile mükellef olduğumuz mesail-i itikadiyyeye aid münakaşat ve te’vilat zihinleri bütün bütün karıştırır. Din-i İslam’ın vazından maksad insanların dünyada ve ahirette aradıkları saadet-i hayatı ve fevz ü felahı te’min eden ahkamı onlara bildirmekten hayır ve şerrin her anlatıp onları Allah’ın doğru yoluna irşad etmekten ve ittihad ve kardeşlik hakkındaki hükümlerini hiçe sayıp ortaya muhalefetler adavetler ihdas etmek dine Allah’a ve Resul-i muhteremine karşı bir tecavüz ve küstahlıktık. İş bu dereceyi bulduktan sonra da Hakk’ın; Sure-i Al-i İmran hükmü yerini bulmak ve bugünün bi-payan haybet ve hüsranları arasında insanlara mukadder olan her hak ve saadetten mahrum kalmak zaruri ve tabiidir. Sure-i Saf beyan-ı Hakkı haktan ve hakikatten yüz döndüren bir kavmin uğrayacağı mesaibi vazıhan bildirmeye kafidir. Ümid ederim ki bu sözlerle maksadımı daha bin’dir ve bunun şamil olduğu hakikatler bizim tab-ı Hakk’ta bildirilmiştir. Hayatta gaye olan saadet bu vezaifi ifa ile kazanılabilir. Bugünün işi iman-ı İslamı şübhelere ve tereddüdlere düşüren ve bilhassa bu şübhelere vücud vermek için ortaya atılmış olan nazariyat-ı kelamiyyeyi yeniden ihya etmek olmayacaktır. Evkaf’ın imarete sarf ettiği paranın nısfı belki de sülüsü bedel olarak hademenin eline geçerek üst tarafı menfaat-perestanın keselerine giriyordu. Talebe-i uluma verilen şeyler de aynı halde idi. Binaenaleyh… gibi mütalaalar pek garib ve şayan-ı dikkattir. Ashab-ı hayrat ve hasenatın küşad ettikleri ve karşılık bıraktıkları imaretlerin kapanması hademe-i hayrata müstahıkkin-i saireye beş-on para itası yahud maaşlarına beş-on guruş zamaim icrası şart-ı vakıf ile kabil-i te’lif değildir. Almak yapmak vermemekte şart-ı vakıfı nass-ı şaritelakki eden alakadarlar; bu düsturu; vermek ve yapmak hususlarında da tatbik etseler talebe mesud yaşar hademe-i hayrat da fukara-yı müslimin de evkafdaki nasibini alarak mazhar-ı refah olur. İmaretlerin lağvına esbab-ı mucibe olarak gösterilen şeyler lağvı değil; ıslahı müstelzimdir. Bu; katiyyen böyle olmakla beraber su’-i istimalattan dolayı lağv edilen imaretlere bedel talebe ve fukara için te’sis olunanlarda yeni açıldıkları zaman pek az bir müddet görülen medi. Hatta bu hal Hayri Efendi zamanının son demlerinde daha baş göstermeye başladı. Onun tü. Bilhassa Harb-i Umumi’nin sonlarına doğru o kadar berbadlaştı ki yemekler sokaklara dökülerek zavallı talebenin yalnız bir kuru ekmek lü bulgurlarının kokmuş ve acı zeytinyağlarının mahall-i sarf u istihlaki taamhanelerle talebenin midesi olmuştu. Zaman zaman gelip geçen biçimli biçimsiz nazırlar talebeye verdiklerini istihkak değil istitaf addediyorlardı. Meşihat ile Evkaf Nezareti’nin şahs-ı vahidde cemolduğu zamanlarda bu münasebetsizlikler bir dereceye kadar azalır gibi ise de ayrı ayrı zatlar olduğu vakitlerde iki makam arasında birçok lır uzadıkça uzar ortada yine talebe eziliyordu. Taamhanenin kırık bir camının taktırılması yemek salonunun badanası veyahud birkaç teneke acı zeytinyağının tebdili veya bir çuval fasulyenin değiştirilmesi için büyük büyük muhabere dosyaları vücuda gelirdi. Bu ikiliğe bir nihayet vermek muhaberattan yekdiğere atf-ı kusur etmekten kurtulmak taamhaneleri tanzim talebe dörtbin lirasını bu iki imarete tefrik ile mütebaki mebaliğın senesinden itibaren talebe-i uluma tahsisini kayd eylemiş bu paranın talebeye nakden tevziinin veya itam ve iaşesinin –Makam-ı Meşihat ile Nezaret-i Evkaf beyninde müştereken tanzim olunacak– bir kanun ile tayin edilmesini de şart kılmıştı. Hayri Efendi bu iki şıktan ikincisini talebenin o günkü halini muhafaza ettikçe bu cihetin kabil-i tatbik olmadığına kail ve esasen programlarda usul-i tedrisde hulasa bütün medrese hayatında mühim bir inkılab yapmak lüzumuna kaniolduğu lebenin taam bedelatını nakden te’diye ve Daire-i Meşihat’te bir Tevzi-i Muhassasat Hey’eti teşkil ederek beher talebeye şehri yetmiş seksen guruş tesviye eylemişti ki Zilkade sene ve Eylül sene tarihli nizamnamenin tarih-i neşrine kadar bu vaziyet devam etmiştir. Meşihat ile nezareti uhdesine cemeden ve her iki makamın kuvvetinden ahz-ı feyz ederek mevki-i meriyyete koyduğu işbu nizamname vücuda getiren müşarun-ileyh; talebenin tahsisat-ı nakdiyyesini katile Fatih Şehzade Nur-ı Osmani ve Üsküdar’da küşad ettiği dört imarette bütün talebeyi cemile oldukça muntazam ve kafi bir derecede itam ve iaşeye başladı. Fakat bu intizam maatteessüf çok sürmedi. Asar ve icraatının çoğunu lisan-ı takdir ile yad ettiğim Hayri Efendi’nin imaretlerin lağvı hakkındaki mukarrerat ve tatbikatına tarafdar değilim. Mu’terizim. Merhum bu işte isabet edememiş yahud bu hareketin atiyen fena neticeler verebilecek gösterilen pek ulvi maksadlarla vücuda getirilmiş olan imaretler; ale’t-tedric bozularak su’-i istimal menbaı olmuştu. Erbab-ı vezaife talebe-i uluma muhtacine verilen fodlalar yemekler gayr-i kabil-i ekl bir hale gelmişti. Hademe ekle salih olmayan şeyleri almaktan ise bedellerini almayı tercih ediyorlardı!!! Bu hal ise imaretlerde menfaat-i şahsiyyelerini te’mine çalışanların işlerine geliyordu. Çünkü hademenin itamı için Hazine-i yevmi dokuz guruş kırkbir santim! isabet ediyordu. Taamhaneler hakkında tedkikatta bulunmak talebenin hakkıyla tegaddiyesiyçün icab eden hususatı tezekkür ve tesbit etmek için Meşihat ve Evkaf arasında bil-muhabere ders vekilinin riyaseti altında Evkaf Evamir Kalemi Müdürü Murtaza Levazım Müdürü Şemseddin Beyler’le Sahn Müdir-i Umumisi Ali Rıza Müfettiş Receb Efendiler’den mürekkeb bir encümen teşkil edilmiş bu encümen netice-i tedkikat ve mütalaatını tanzim ettiği bir mazbata ile Meşihat ve Evkaf’a bildirmişti. Bu mazbatada Şemseddin Bey tarafından yemeklerin kemmiyet ve keyfiyeti hakkında ita olunan ve tedkik olunan listelerine nazaran talebe-i uluma olduğu ve bu kere tertib olunan ve müfredatı mazbatada münderic bulunan liste mucebince yemek verilirse talebenin lazım olan gıdayı alabileceğinde Umumisi Doktor Münif Paşa dahi tertib-i vakii muvafık gördüğü bu suretle tabenin yevmi istihkakı dokuz kuruşdan on sekiz kuruşa iblağ edildiği ve bu zamaime göre muhassasat-ı seneviyye yekunu itam için senevi me’murin ve müstahdemin maaşat ve ücuratı için ki ceman lira olarak tesbit olunduğu ve fakat Meclis-i Mebusan hal-i ictimada olmayıp Bütçesi’nin temdidi muktezi olmasından bütçede muharrer mikdarın tezyidine imkan olmamakla yalnız aynı fasıldan liranın liraya zammıyla liraya iblağı ve Evkaf Ambarı’ndan yirmibin liralık erzak itası ve başkaca senevi kilo şeker ve kilo kömür ve çeki odun verileceği yine Şemseddin Bey tarafından bildirilmiş olduğu taht-ı karara alınmış ise de bu müfredat dahi yine maalesef hakkıyla ca-yı kabul bulamamıştır. ve Evkaf Vekaleti’nin Tedrisat Müdiriyet-i Umumiyyesi’nin vaz-ı yed ettiği zamana kadar taamhaneler hal-i perişanisini muhafaza etti. Vekalet’in medarisin terakkıyatı talebenin te’min-i iaşesiyle huzur ve refahı hakkındaki kati emirleri karşısında taamhanelerde bir dereceye kadar eser-i salah görülmeye başlamış Müdir-i Umumi Hamdi hukukunu muhafaza eylemek için “Evkaf’dan muhassas mebaliğ; sarfiyat-ı hakikıyye suretinde müşahereten ve maktuan cihet-i ilmiyyeye verilmek ve sarfiyatı ale’l-usul ifa ve her sene gayesinde Meşihat ile Evkaf’dan müntehab bir hey’et-i hesabiyye marifetiyle senelik zat ve zaman hesabatını tedkik etmek suretiyle Evkaf’ın taamhanelerin idare ve mes’uliyetinden alakası katedilmek” takarrur etti. Bu Evkaf’ın işine geliyordu. Çünkü dedikodudan kurtulacaktı. Cihet-i ilmiyyenin bunu kabulü; te’min-i idare ve intizamdan ziyade iaşeye hakim olmak birtakım me’mur ve saire kayırmak maksadına müstenid idi. Nitekim öyle oldu. Meşihat’te ayrıca teşkilat yapıldı. Müdirler me’murlar katibler daha bilmem nelerden mürekkeb bir iaşe idaresi yapıldı. Bunların maaş ve ücretleri de talebenin ekmek parasından sonraları bilhassa Ders Vekaleti itiraf etmeli ki bu işi hiç başaramadı. İaşenin başına gelen müteaddid hoca efendiler bu gibi işlerden hiçbir şey anlamıyorlardı. Yahud öylelerinden intihab ediliyordu. Hey’et-i kalemiyye ve hesabiyyede bir-iki muktedir efendi olmamış olsa idi bir hafta bile yürümek sadık kalmamaya başladı. Müşahereten vermeyi kabul ve der-uhde ettiği mebaliğı muntazaman vermemeye başladı. Veresiyecilik baş gösterdir. Erzak bit-tabipahalıya mal olmaya yüz tuttu. rasızlık hüküm sürdü. Bu hal İstanbul’un Anadolu etti. Burada en ziyade nazar-ı dikkate alınacak iki mühim madde vardır. Birisi iaşe parasının mikdar ve miyarı diğeri taamhanelerin ilmiye yahud Evkaf tarafından idaresi. Ruh-ı mes’ele bu Talebeye tahsis olunan para imaretlerin lağvında yirmibeşbin küsur lira idi. Bilahare Evkaf Bütçesi’ne yalnız talebe-i ulum iaşe bedeli olmak üzere lira mevzuidi. Bu tarihde talebe ve müstahdemin yekunu Medresetü’l-İrşad da dahil olduğu halde olmasına nazaran adam başına Bu hususiyet mevcud kaldıkça tezahüratı itibarıyla milli şeklini muhafaza ettikçe zararı mümkün mertebe mahdud kalmış olur. Fakat muhit-ı milli ve ictimai haricinde inkişaf eden bir taklidin mahiyeti zehir kadar müessir ve şayan-ı endişedir. Efrad-ı ictimaiyyemizin hayat-ı hususiyyelerinde bile hisleri ruh ve arzuları dahilinde tanzim-i umur edebilmesi istiklal-i vicdani ile ne yaptığını ve niçin yaptığını idrake muktedir bulunması pek ziyade şayan-ı temennidir. Gayr-i şuuri bir tebeiyetle başkalarının harekatını takib edebilmek için hayat hakkında hiçbir fikre malik olmamak insaniyetin meziyatından madud olan Hayat-ı hususiyyede bile menfur ve ashabı hakkında “bi-şuur” vasfını dai olan bu halet-i marazıyyenin menfaat-i umumiyye hayat-ı milliyye mevzu-i bahs olduğu zamanlardaki vehameti düşünülsün. bilmeksizin– körü körüne muzlim bir istikamete hareketi elbette hey’et-i ictimaiyyeyi felakete müntehi bir tarika sevk eder. Bilmeksizin düştüğümüz bu uçurumdan kurtulmaya uğraşacağımız yerde el-an daha derinliklere dalmak istiyoruz. Buna belahetten başka bir tabir bulunamaz. Şimdiye kadar çok defalar münakaşa edilen bu mevzuu mecra-yı tabiisine ircaiçin evvelemirde basit bir sual ile müslümanlara hitab ediyoruz: “Biz kimiz? Şahsiyet-i mahsusamız nelerdir?” Buna verilecek cevab; “Biz müslümanız kendimize mahsus şeraite evsaf-ı mümeyyizeye malikiz.”den O halde hep birlikte fakat biraz izan ve gibi kelimenin lugat ve ıstılah manasıyla evsaf-ı matlubeyi haiz miyiz? Bu milleti asırlarca cihanın ser-firazı kılan satvet ve şevketimizi te’min eden dinimizle derece-i alakamız sade yüzümüzü kızartmaya kafi değil midir? Ananatımızda “edeb ve haya” denilen geçmiş bir meziyetimiz vardı. Bunun lüzum ve zaruret-i ictimaiyyesi takdir edilerek Avrupa’da bile sokaklarda calib-i iştiha bir surette perde-birunane gezmek sinemalarda Efendi’nin İstanbul medreselerini hin-i teftişinde taamhanelere et kokusu talebenin midesine et lokması girmeye başlamıştır. Vekalet’in evvel ve ahir verdiği emirler buraca hakkıyla tatbik olunursa taamhanelerin bugünkü ahvaline hatime çekilerek intizam ve mükemmeliyet kesb edeceği şübhesizdir. Taamhanelerin idaresi hususuna gelince; şekl-i hazıra katiyyen tarafdar değiliz. Bunda burada vardır. Taamhanelerin parası Hazine-i Evkaf’dan çıkıyor divana karşı Evkaf Muhasebesi mes’ul retlerini Evkaf ödüyor taamhanelerin müteferrik ve mütenevviişlerini Evkaf görüyor mahrukaretlerle meşgul ve muntazam bir de Levazım mucebince Şeriye ve Evkaf’ın vekil ve nazım-ı umuru bir zat. O halde cihet-i ilmiyye yalnız tedrisat Levazım Müdiriyeti’nin emrine geçerek taamhaneler oradan idare olunsun. Her halde mantık ve maslahat bunu amirdir. Bu; ca-yı şübhe ve tereddüd değildir. Secaya-yı milliyyemizin tereddiyat-ı hazıraya suret-i istihalesinde birinci derecede “taklid”in amil olduğu muhakkaktır. Milletlerin kendilerine has bir şahsiyet-i mahsusası mevcuddur. Bu “vech-i mümeyyiz”in harici hiçbir te’sir ile istikametini tebdil etmemesi lazım gelir. Yeni görülen bir şeyin tekrarına olan meyelan şübhesiz istilai bir maraz-ı ruhidir. Bu itibar ile taklid tabiat-i beşeriyyede meknuz bulunmakta maddiyye ve maneviyye ile mukayyeddir. Milletlerin “tarz-ı mimari edebiyatı ictimaiyatı… hayı ihtiva eden alaikın aynı olmak üzere taklidde de bir hususiyet mevcuddur. kes komşumuza bir kaşık çorbayı çok gördük. Ana dilimizi dürüst konuşamazken iki-üç kelimede bir ecnebi lugati ilavesiyle şarlatanlık yapamayanları cahil kimseler addetmekten bir hazz-ı medeni duyduk. Guya metin bir seciye verebilmek emeliyle birtakım mürebbiyelere onların yed-i tebriyetkarisine tevdieylediğimiz bu milletin his ve ruhuna yabancı olarak yetişen evladımıza takdirleri diriğ etmedik. Peygamber-i Zişanımız’ın tarih-i hayatını sathi olarak bilmezken Jean Jacques Rousseau’nun tercüme-i haline dair malumatını “Code Civil” mündericatı hakkındaki derece-i vukuflarını alkışladık. Teferruatı yüzlerce sahifeyi işgal edebilecek olan bu marifetleri medeniyet-i Garbiyyenin gayr-i şuuri bir taklidi olmak üzere yaptık. Fakat bakıyoruz ki acube-i zaman olmuşuz! “Vech-i mümeyyiz”imiz milletler halitasından bir Babil Kulesi’ne seciyemiz hiçbir hususiyeti kalmayan vatansızlığa münkalib olmuş!.. Lakin kaç genç Garb’ın sanayiatından terakkıyat-ı maddiyyesinden ulum-ı müsbetesinden mış kaç şirket-i ticariyye kaç cemiyet-i hayriyye çıkmış da bu milletin muhafaza-i şahsiyyeti tesanüd-i ictimaisi için zerre mikdarı hizmette bulunmuştur?.. Japonyalılar da Garb’ı taklid ettiler. Otuz-kırk senede medeniyetin kaffe-i maddiyatını vesaitini ponyalı en ufak seciyesinden en basit bir ananatından vaz geçmedi. Yine tarihine ictimaiyatına olarak kaldı. Biz ise Garb’ı taklid ettik. Fakat terakki namına en ufak bir delil müsbet bir netice gösteremediğimiz halde şahsiyetimizi milliyetimizi ananatımızı kaybettik. Kendi esasat ve ruhiyatı dahilinde terakkıyat ve inkişafatını ihmal ederek vadi-i terakkide geri kalan milletimizin asr-ı hazırın füyuzat-ı müsbetesinden sanayiin mülkiyeti olmayıp beşeriyetin mal-ı müştereki olması hasebiyle bu cihetlerin taklidinden bir mahzur tevellüd edemez. Garb’dan Garb’ın tiyatrolarda fuhşa tahrik edecek oyunlar vermek ve hatta burada İslam namını taşıyan bazı zavallıların ağyarı güldüren etvar-ı sefihe ve mecnunaneleri sinema ve tiyatrolarda en açık rezaletler teşhir olunurken gece yarılarına kadar bu salonları dolduran delikanlı ve kadınların hal-i tereddisini hususi hanelerden başlayarak en kalabalık yerlere kadar bi-perva bir surette devam eden rezaletler neden ileri geliyor? Yabancıların bile teslim ettiği birçok meziyatımız vardı. Müslüman kadar dindar müslüman kadar misafir-perver Şarklı yani müslüman kadar doğru… ilh. darb-ı meselleri Avrupalıların ağzında dolaşırdı. Kendimize mahsus bir mimarimiz bir edebiyatımız tarz-ı sanatimiz adab-ı muaşeretimiz el-hasıl bir şahsiyetimiz mevcuddu. Bugün hiçbir hıristiyan millet görülemez ki kendi harsından ufak bir fedakarlığa bile razı olsun. Bunların mazilerine ananelerine karşı gösterdikleri bu mutaassıbane sadakatin kavanin-i tabiiyye kadar cibilli addolunduğu ve her millet ancak kendi tarz-ı mahsusuyla isbat-ı rüşd eylediği halde biz kendi şahsiyetimizden nefret ediyoruz. Tarz-ı mimarimizi büyük takdirler ile Garb alem-i sanati tedkik ve tebcil ederken biz o güzel tarzımızı hakir görerek zevkimize ruhumuza hiç de tevafuk etmeyen Garb mimarisini tatbik etmek sabittir ki Şark üslubunu terk ettiğimiz günden beri yenileşen şehirlerimiz daha az güzel ve daha az cazib bulunuyor. Avrupa edebiyatını ve üdebasını takliden kaleme aldığımız parçalarda –velev ki ona şiir namını verelim– ruhumuzu gösteren şahsiyetimizden bir cüz’ olan hiçbir ahenk ve samimiyet var mıdır?.. Şiir ruhun zevki ise acaba ruh-ı milli bu Garb mukallidliği edebiyatından mütehassis midir?.. Hayat-ı ailemizde bir taklid meyelanı hasıl oldu. Hey’et-i ictimaiyyemizde gayr-i ihtiyari bir “alaturka-alafranga” tasnifi zuhura geldi. Evlerimizi frenkçe süsledik medeni gözükmek için hanemize ecnebileri davet ederken hasta ve bi nun olduk. Ankara’da iken bazı müessif haberler viklerle münasebatı hakkında hiçbir kelime yazmıyor. Esbab-ı seyahatini de izah etmiyor. Ya bolşeviklerle arası açılarak seyahate çıkmıştır yahud canı sıkılarak; “Şöyle bir gezinti yapayım.” demiştir. Katettiği mesafeyi işaret ediyor diyor ki: “Bu son on ay zarfında Çin dahilinde gayet mühim bir seyahat icra ettim. Yalnız esb-süvar olarak kilometre mesafe katettim. kilometre araba ile kilometreden ziyade şimendüferle de nehir vapurlarıyla seyahat ettim. Rusya dahilinde cevelan ettiğim yerler de bu hesaba dahil değildir. Şimdi Vladivostok’a geldim. Oğlum Münir burada hizmette bulunuyor. Ben de ihtimal ikiüç ay burada kalırım. Japonlar beni Japonya’ya davet ediyorlar. Ömer Yamaoka İslamiyet’te sabittir.” Japonya ile Alem-i İslam hakkında kari’lerine hayli malumat veren Abdürreşid Efendi pederimizin selamet ve afiyette olduklarından bizim gibi kari’lerimiz ve onun seyahatnamesini okuyan bütün müslümanlar da pek ziyade memnun olacaklardır. İnşaallah kemal-i sıhhatle yine İstanbul’a gelerek gezdiği yerler hakkında konferanslar verir neşriyatta bulunurlar. Hazret müşahedatını peyderpey yazacaklarını vad ediyorlar. “Çin’de İslam” unvanlı ilk mektubları gelecek nüshaya derc olunacaktır. Ticaret ziraat yollarını tedkik edelim. El-hasıl terakkıyat-ı maddiyyemizi ister Avrupa’dan ister Amerika’dan ister Japonya’dan alalım. Fakat bunu yapmakla bütün milletler fevkinde en yüksek bir ictimaiyatımız büyük bir dinimiz şayan-ı hürmet bir mazimiz olduğunu ananatımıza sadakat lüzumunu unutmuş olmayalım. Biz ancak müslüman his ve ruhuyla müslüman olarak yaşayabiliriz. Müterakki müteali lakin yine müslüman his ve ruhunu evsaf-ı mümeyyizesini haiz bir hey’et-i ictimaiyyeye malik olmadıkça felah yoktur. Bu hafta müşarun-ileyhin Vladivostok’tan Ramazan tarihli bir mektubunu aldık. Her şeyden evvel hayatta olduklarından pek mem Hicaz’da ahval-i sıhhıyyenin hiç şübheyi dai olmayacak bir halde bulunduğu kabul edilse bile fariza-i haccı ifa etmek ve lede’l-icab her muavenette bulunmak üzere Mekke-i Mükerreme’ye giden bir hey’eti arazi-i mukaddeseye girmekten menetmek hiçbir vechile kabil-i tecviz olmadığı aşikardır. Maamafih Şerif Hüseyin bununla da iktifa etmeyerek son haberlerden anlaşıldığı vechile Mısır surre alayına refakat eden kıta-i askeriyyenin de Hicaz’a girmesine mümanaat etmiştir. Şerif Hüseyin’in hıyanet ve isyanıyla Hicaz’ın devletimizden ayrılmasından mukaddem geçen senelerde de daima surre alayıyla beraber Mısır’dan bir kıta-i askeriyye gönderilmekte idi. Bu kıta-i askeriyyenin hedefi Mısır’dan gönderilen emanetleri muhafaza hüsn-i suretle teslim ve lede’l-icab huccac-ı müslimini kabail-i bedeviyyenin taarruzlarından vikayedir. Bundan başka her sene Mısır ordusundan bir kıta-i askeriyyenin fariza-i haccı ifa etmesine kabul etmesine rağmen bu sene kabul etmenin münafi-i istiklal olduğuna akıl erdirmesi şayan-ı hayrettir. Şerif Hüseyin’in bu gibi harekatı nihayet Mısır hükumetini surre alayını geri çağırmayı kararlaştırmasına sebebiyet vermiş ve ajansların verdiği malumata göre Mısır hükumetinin bu kararını ulema-yı İslam da tasvib etmiştir. Surre alayıyla beraber Mısırlıların ekserisi de avdet edeceği şübhesizdir. Esasen bu sene Hicaz’a giden hacının yarısından ziyadesi Mısırlıdır. Demek ki Şerif Hüseyin bu sefer yalnız Mısır müslümanlarını menafiini de ihlal etmiş bulunuyor. Çünkü Mekke ve Medine ahalisinin kısm-ı azamı mevsim-i haccı bekler ve bu mevsimde menafi-i azime te’min eder. Şerif Hüseyin şaşkınca bir hareketle tebeasının istifadesine maniolmuştur. Acaba Şerif Hüseyin’i bu derece ahmakça harekete sevk eden nedir? Bize kalırsa bir zamandan beri Mısır matbuatının “İngiltere-Hicaz” Muahedesi dolayısıyla Şerif Hüseyin’e karşı şedid hücumlarda bulunması Malum olduğu üzere her sene Mısır’dan fariza-i haccı ifa etmek üzere Hicaz’a giden müslümanlarla beraber Mısır hükumeti tarafından fevka’l-ade nilen ve ayat-ı Furkaniyye ile tevşih edilen puşideleri Urbana verilecek sadakatı Şerif Hüseyin’e takdim olunacak Mısır lirasını hamil muazzam bir alay Mısır müslümanlarının dindarane tezahüratı arasında Mekke-i Mükerreme’ye müteveccihen hareket eder. Bu alaya bir kıta-i askeriyye bir hey’et-i sıhhıyyenin refakat etmesi mutaddır. Aynı minval üzere bu sene de “mahmil-i Mısri” yani surre alayı Hicaz’a gider müşkilat ikaederek Mısır hükumetini surre alayının fariza-i haccı ifa etmeden mukaddem avdet etmesini kararlaştırmasına sebebiyet verir. Şerif Hüseyin hükumeti evvela Mısır surre alayına bir hey’et-i sıhhıyyenin refakat etmesini kabul etmemiş bir cihetten fariza-i haccı ifa etmek diğer tarafdan huccac-ı müsliminin sıhhatini muhafaza etmek gibi hayri insani bir vazifeyi mümanaat etmiştir. Hicaz hükumetinin bu tarz-ı hareketi Mısır hükumetini iğdab etmiş olduğu Mısır gazetelerinde neşr olunan resmi bir beyannameden anlaşılmaktadır. Şerif Hüseyin’in teşkilat-ı sıhhıyyesi mükemmel olduğu ve bu hareketini protesto ve mes’uliyetin üzerine tahmili. Kıble-i İslam üzerinde oynanmak istenen oyunların ve ihtirasatın tevkifi için Alem-i İslam’dan nilen hata-yı siyasiye celbi ve erkan-ı dinden birisine bu suretle tecavüz etmenin hikmetten ari bir ğinin kendilerine tefehhümü. Melik Hüseyin’in işlediği hileye karşı yapılması lazım gelen vazifeye ulema-yı dinin nazarlarının celbi. Bu beyanatın Mısır ve İngiliz gazetelerinde neşri ve birer suretinin Avrupa hariciye nezaretlerine Ekabir-i müctehidin-i Şiadan Şeyh Mehdi elHalisi hazretleriyle oğullarının Irak’tan tebid olunması Şiilik aleminde azim te’sirat husule getirmiştir. Muma-ileyhin Irak’tan sebeb-i ihracı Faysal hükumetini ve hamilerini felce uğratacak teşebbüsat-ı vatan-perveranede bulunması Irak’ın istiklaline bila-kayd ü şart tarafdar olması ve efkar-ı umumiyyeyi bu vadide tahrik etmesidir. Son posta ile gelen gazetesi İran gazetelerinin Şeyh Mehdi el-Halisi’nin Irak’tan ihracı dolayısıyla İngiltere hükumetine karşı pek şedid hücumlarda bulunduğunu Şeyh Mehdi’nin tehcir ve tebidinden müteessir olarak Irak’ı terk eden Şii ulemanın Kirmanşah’a muvasalet ederek camilerde toplanıp protestolarda bulunduklarını ve İngiltere aleyhinde nutuklar irad ettiklerini Şii ulemanın İran’da fevkalade hüsn-i kabul gördüklerini hükumetinin talebi üzerine te’hir olunduğunu beyan etmektedir. Eğer Şeyh Mehdi’nin avdetine müsaade edilmezse İngiliz emtiasına ve ticaretine karşı boykot yapılacağı da makam-ı tehdidde söyleniyor. ve muma-ileyhin arazi-i mukaddese-i İslamiyyeyi mek üzere bulunmasını teşhir etmesi bunun üzerine Mısır’dan protesto telgraflarının yağması ve bütün İslam Alemi’nin hakikat-i halden haberdar olması Şerif Hüseyin’in aklını bozmuştur. O derece ki menfaat perestişkarı olan Şerif Hüseyin bu bozgunluk içinde menfaatini de unutmuştur. Maamafih asıl şayan-ı dikkat olan cihet Şerif Hüseyin’in bu tarz-ı hareket ile idaresini iflas ettirmesidir. Hicaz’dan maksad fariza-i haccı ifa etmek olduğundan Şerif Hüseyin’in bunu dahi başaramayarak müslümanları arz-ı Hicazdan geri döndürmesi ehl-i Hicazı da bekledikleri menafiden dur bırakması her halde onun gayelerine kati bir darbe indirmiştir. Bunun te’sirini pek yakında göreceğiz. Şerif Hüseyin kendini ve Son posta ile gelen Mısır gazetelerinde okunduğuna göre huccac-ı Beytullahdan ve huccac bir hey’et Kahire’de Abbasiye’de Seyyid Said eş-Şemmahi el-Amiri’nin ikametgahında akd-i vaziyeti ile Şerif Hüseyin’in su’-i ahvalini mevzu-i bahs etmişlerdir. Neticede bu mes’ele ile uğraşmak üzere bir hey’et teşkili karar-gir olmuştur. Bu ictimada konuşulan mevaddın en kuvvetlisi kelam-ı ilahi ile bütün ehl-i tevhide kıblegah olan bir makam-ı mukaddesin her türlü şahsi ve siyasi entrikaların nüfuzundan azade bulundurulması konuşulmuştur. Müzakerat neticesinde şu esaslar karar-gir olmuştur: Müslümanlarca İngiliz-Hüseyin ittifakının dini ve siyasi esbab ile akide-i İslamiyyeye muhalif olduğu cihetle protestosu. Milyonlarca ehl-i İslamı temsil etmeyen ve Haremeyn-i Şerifeyn üzerinde bütün müslümanların müşterek hukuku olduğu için kendisinin de ancak onlar kadar hakkı olan Melik Hüseyin’in Kazımiye camilerinden birinin kapısında İran ulemasından Şeyh Mehdi el-Halisi’nin bir mümessili tarafından bu gibi beyannameler yapıştırılmasıyla bir iğtişaş başlamıştır. Me’murin-i zabıta beyannameyi yırtmışlar sonra Mehdi el-Halisi tarafdarları tarafından duçar-ı taarruz olarak halkın elinden güç hal ile kurtarılmışlardır. Bunun üzerine Irak hükumeti Mehdi el-Halisi’nin mahdumlarının muhaceret kanunu mucebince memleketten çıkmalarına karar vermiştir. İran hükumetinin izzet-i nefsini kırmamak üzere elHalisi’nin şu mevsim-i hacda azimetine müsaade edilmiştir. Diğer ulema da Irak hükumetine karşı bir nümayiş olarak memleketi terk etmek niyetinde olduklarını söylemişlerdir. Bunlara bu babda pek ziyade sühulet gösterilmiş hududa kadar rükublarına bir tren-i mahsus tahsis edilmiştir. Cildin Sonu gazetesi bu hadise hakkında Bağdad’dan atideki malumatı almıştır: senesi hitamlarında Irak hükumeti vaziyetini tanzim ve bir de demokrat hükumet teşkili ği zamandan itibaren İran uleması intihabata muhalefete çalışmışlardır. Zannolunduğuna göre hakiki maksadları Arab hükumetini Arab kavminin re’y ü iradetiyle hareket etmekten menve bu memlekette İran nüfuzunu idame için anarşi ve tezebzüb vasıtasıyla yol ihzar etmekten ibarettir. Ahiren ulema daha ziyade taşkınlık göstermişler ve intihabatta re’y verecek olanları telin etmek üzere beyannameler neşir ve duvarlara ilsak ederek hükumetin siyaset-i meşrutası aleyhinde Fırat aşiretlerini kıyama getirmeye sarf-ı mesai eylemişlerdir. |/\|