|
|\/|
|
|
_____
|
|
<?xml version="1.0" encoding="UTF-8"?>
|
|
<metadata>
|
|
<title>Dimitriyeviç</title>
|
|
<author>Konstantin</author>
|
|
<date>1886</date>
|
|
<word_count>14210</word_count>
|
|
<unique_words>5626</unique_words>
|
|
<line_count>1367</line_count>
|
|
</metadata>
|
|
_____
|
|
|
|
Biz hayli uzun trenin birinci mevki‘ larından birinin iki
|
|
yolcuya mahsûs bölmesinde yol arkadaşım bulunan ile karşı karşıya
|
|
olarak pencereden garîb ve acîb manzaraları seyredip gitmekte iken uzaktan
|
|
dünyânın hiç bir memleketine benzetilemeyecek manzarayı hâvî ve hem
|
|
de sanki şimendifer hattının bir cihetinde türlü türlü yeşilliklerle karışık
|
|
olmak şartıyla yığın gibi görünen bir ictimâ-gâh müşahede olundu. Ve yol
|
|
refîkim ’de bana dönerek:
|
|
|
|
-"İşte cihân şöhretine mazhar olan Merv budur.. Eğer arzu ederseniz
|
|
mevkife de çıkabiliriz” dedi.
|
|
|
|
Ben de kendi kendime:
|
|
|
|
-"Merv ismini iyice hatırlayıp daha mektep dershânelerinde coğrafya
|
|
okuduğumuz esnâlarda bile fevkalâde iştihârını işitmiş olduğum beldeye
|
|
dâir ahvâl ve mâcerâ-yı târihîyi zihnen tasavvur ve mülâhaza ediyor”
|
|
dedikten sonra ’e dönüp:
|
|
|
|
"Pekâlâ ammâ orada şimdi dahi görülmeye şâyân şeyler mevcut mudur?”
|
|
diye sordum. Ol vakit , benim bu civârlarda pek acemî bir seyyâh bulunduğumu derhâl anlayarak: "Çok şey! Demek ki siz Çar ’ın Merv civârında
|
|
edinmiş olduğu çiftliklerden de bî-haber bulunuyorsunuz. Hâlbuki işbu
|
|
susuz ve bazı vakit insanın bir yudum su için hemen cânından mâ‘adâ her
|
|
şeyini fedâ edebileceği memlekette sun‘î ve bir takım artezyen
|
|
kuyuları ile derece-i umrânın son mertebesine îsâl edilen yerlere dair de
|
|
ma‘lûmâtınız yoktur.” dedi. Ol vakit ben ona cevâb olarak "Fi’l-hakîka
|
|
Petersburg ’da iken arasıra Çar’ın Murgâb Çiftliği nâmı altında Türkistân ’da
|
|
şâyân-ı ehemmiyyet bir emlâki bulunduğunu işitmiş idim. Demek ki
|
|
buna Merv Çiftliği de derler, öyle mi?” dedim.
|
|
|
|
bu sözüme cevaben:
|
|
|
|
"Evet ona yerliler Merv Çiftliği ve Murgâb Çiftliği dedikleri gibi pek
|
|
eskiden Bayram Ali Çiftliği de derlerdi. Çünkü oradan uzak olmayarak Türkistân
|
|
müslümânları tarafından pek ziyâde ri‘âyet edilen bir türbede medfûn
|
|
olan mezkûr Bayram Ali isminin şöhreti de burada pek büyüktür” dedi.
|
|
Doğrusu yoldaşım ’nin benim evvelce merâkımı tahrîk eylemesi
|
|
üzerine artık kendim dahi sâlifu’l-beyân çiftliği iyice ziyâret edebilmek hevesine düştüm.
|
|
Ve binâenaleyh uzun trenin ber-mu‘tâd mevkıflere tekarrub
|
|
ettiği sırada hareketini ağırlaştırmasıyla beraber kendi kendime: "Aman bir
|
|
an evvel tevakkuf etse de insek!” diye sabırsızlığa da katlandım. Bu esnâda
|
|
vagonun her iki yanındaki pencerelerden bakılacak olursa etrâf ve cevânibimizin
|
|
ser-â-pâ pek ince kumsal arâziden ibâret bulunduğu görülüyor.
|
|
Ve hem de sanki dümdüz deniz sâhilinde olduğu tarzda göz görebildiği
|
|
mesâfelere doğru devam ediyor idi. Bu minvâl üzere bizim her cihetimizdeki
|
|
ufk-ı mer‘î dümdüz kumlarla mestûr idi. Ve her yer son mertebe
|
|
ıssız çölden ibâret bulunuyor idi. Ve hem de biz asıl Türkistân’ın Mâverâyı
|
|
Bahr-ı Hazar havâlisine girdiğimiz zamândan beri ikide birde pek belli
|
|
inhinâ ve kavisler teşkîl ederek imtidâd eden hat boyunda yalnız pek seyrek
|
|
olmak şartıyla yerlilerin dedikleri bir takım nişâne tarzındaki
|
|
işâretlerini ve yahud sarı balçıktan yapılmış ve acınacak hâlde bulunan işbu
|
|
memleket yerlilerinin ikâmetgâhlarını görebiliyor idik. Bunlardan kurgân
|
|
nâmıyla ma‘rûf olan nişâne tarzındaki mebânî insâna pek eski zamânları ihtâr
|
|
edecek gibi te’sîr ediyor idi. Ve biz bazen bir buçuk kilometre
|
|
kadar mesâfe dâhilinde bile ne bir tek ot ne de çalılık görmekten başka
|
|
insâna veya hayvân ve yahud yırtıcı veya bir tuyûra müte‘allik de kat‘iyyen
|
|
bir iz veya emâre müşâhede edemiyor idik. İşte bundan nâşî buraları begâyet sıcak
|
|
cenûb güneşi altında mütemâdiyen kavrulmakta olan ve hem
|
|
de âsâr-ı hayâttan da mahrûm bulunan kumsal çöl âleminden ibârettir.
|
|
Ve binâenaleyh insan bizim General Aninkof ’un işbu ıssız ve külliyen
|
|
kimsesiz yerlerde sâlifu’l-beyan şimendifer hattını geçirirken ne kadar büyük
|
|
müşkilât ve ne derece azîm emekler sarfetmiş bulunması lâzım geleceğini
|
|
düşünmeye mecbûr oluyor idi. Bu minvâl üzere burada trenler bile yerliler
|
|
tarafından tesmiye kılınan beyazımtırak kumlar içinde sanki gark ve
|
|
nâbûd oluyormuş misillü kat‘-ı mesâfe etmektedirler.
|
|
|
|
Hatta her seyyâh arasıra gûyâ trenin de nihâyet cenûb güneşinin âdetâ
|
|
kurşun eritmeğe elverecek mertebede neşr eylemekde bulunduğu sıcağı altında
|
|
yoluna devâm edemeksizin şimdiye dek muzaffer olan âsâr-ı hayât
|
|
misillü bağteten yorulacak ve durmağa mecbûr olacak gibi görünüyor idi.
|
|
|
|
İşte benim ol vecihle mezkûr manzaralara dalgınlığımı fark ve müşâhede
|
|
etmiş olan bir aralık kendisi dahi bir müddet pencereden bakıp gittikten
|
|
sonra birden bire bana hitâben:
|
|
|
|
-"Hele bakalım buraları kana kana seyr ü temâşâ ediniz. Fi’l-hakîka şimdi buraları ta‘rîfi
|
|
nâ-kâbil ıssız görünüyorlar. Halbuki kürre-i arzın geçirmiş
|
|
olduğu ahvâl-i târihiyyenin pek de eski addolunamayan devirlerinde bile bu
|
|
memleket bütün cihânın cenneti mesâbesinde sayılacak kadar ma‘mûr idi”
|
|
dedi. Doğrusu muhâtabım tarafından bu yolda idâre-i kelâm edilmesi
|
|
bana pek te’sîr ettiğinden artık pencereye çevirmiş olduğum yüzümü bile
|
|
kendisine dönmeye mecbûr olarak azîm hayret ve istiğrabla:
|
|
|
|
-"Aman bu dediğiniz sahîh mi? Ve bu çöllerin de târih-i kadîmde umrân
|
|
ile şöhret buldukları cidden doğru mudur?” dedim. Ol vakit muhâtabım:
|
|
|
|
-"Evet, evet burası daha dört-beş asır akdem bile gâyet ma‘mûr ve âbâdân
|
|
idi. Ve fakat Özbeklerin mütemâdiyen hücûmları bu hâle getirdi” dedi. Ben
|
|
de bunun üzerine vâkı‘an bazı coğrafya ve târîh kitâblarında o yolda kasâvetâmiz mevâd ve tafsîlât okumuş idiysem de beyânât-ı vâkı‘anın Merv
|
|
kıt‘asının bilhâssa bu cihetlerine dâir olduklarını bilmiyor idim.” dedim.
|
|
|
|
Hulâsa-i kelâm yoldaşım bunun üzerine şarklılar gibi vagonun bölmesindeki yumuşak kanepede
|
|
bağdaş kurarak iyice yerleştikten sonra sözüne devâmla: "Fi’l-hakîka şimdilerde böyle tenhâ ve ıssız ve külliyen kimsesiz
|
|
ve hattâ büsbütün zî-rûh veya eser-i hayâta gayr-i mâlik gördüğünüz yerler
|
|
ezmine-i kadîmede hesâb-ı vasatî olarak yüz kilometreyi mütecâviz mesâha-i
|
|
sathiyye murabba‘ında yayılmış belde-i azîme ve ma‘mûre olup şimdiki
|
|
Londra ’nın dahi hemen hemen üç mislini isti‘âb edebilecek idi. Evet şimdi
|
|
trenimizin tekerlekleri çiğnemekte bulunan bu azîm kumsal mahal mîlâd-ı
|
|
Îsâ’dan sene kadar akdem yaşamış olan Zerdüşt nâm hakîmin dahi
|
|
tavsîfinden acziyetini i‘tirâf etmiş olduğu şehir idi. Ve fi’l-vâki‘ eski Îrânlılara
|
|
telkîn-i dîn etmek için zuhûr eden Zerdüşt, Merv şehr-i kadîminden bahs
|
|
ederken "Bu şehir Cenab-ı Hak tarafından benî beşere üçüncü büyük lütuf
|
|
olarak meydâna getirilmiştir.” diye idâre-i kelâm eylemiş idi. "Merv
|
|
eski zamânlarda menba‘-ı hazâin ve hârikulâde büyük servet merkezi addedildiğinden, en büyük
|
|
cihângîrleri bile onu zabt u teshîr etmek fikir ve
|
|
emelinden kurtulamamışlar idi. Hattâ Âsuriyye hükümdârânı da onda
|
|
görmüş oldukları refah ve sa‘âdete ve zenginliğe hayretlerini i‘tirâf etmişler
|
|
idi. Bu minvâl üzere bir aralık artık onun inkirâza yüz tutan sokaklarında
|
|
Keyhüsrev geşt ü güzâr ettiği gibi Çin ’e geçen İskender de burasını ziyâret
|
|
etmiş idi.
|
|
|
|
Nihayet Cengiz Hân ve Timurlenk ve onu müte‘âkib zuhûr eden
|
|
belli başlı umerâ-yı Türkistan da Merv ’in sa‘âdet hâline istiğrâb ve ta‘acübden kurtulamamışlar idi. Binaen âlâ zâlik Merv şehr-i kadîminin cidden
|
|
fevkalâde ahvâlle me’lûf ve hârikulâde servet ü sâmânla memlû bulunduğu
|
|
ister cenûbdan ve şarkdan ve ister aksâ-yı şarkdan onu zabt için büyük hükümdârânın gelmiş bulunmaları ile dahi müsbittir” dedi. Ben kendim de
|
|
bu ta‘rîfâttan pek şaşarak yol arkadaşım bulunan ’ye dönüp "Öyle ise
|
|
acaba Merv’in bu derece refah ve sa‘âdetinin asıl sebebi ve menşe’i neden
|
|
ibaret olmuştur?” dedim. Merkûm bu sözüme karşı:
|
|
|
|
-"Bu bâbda kestirme olarak bir şey dedim. Ancak akvâ-yı melhûz olduğuna göre onun sâlifu’l-beyân ehemmiyet-i azîmesi bir taraftan mevki‘-i
|
|
coğrafiyyesinden, diğer taraftan şimdi size yerlilerin ismini verdiklerini
|
|
söylediğim şu kumsal Türkistân arâzisinden ileri gelmiş olmak gerektir. Zîrâ
|
|
bu zemîn biz beşer için en ziyâde hâ’iz-i ehemmiyyet kuvve-i inbâtiyeyi
|
|
hâ’iz bulunuyor. Ve fi’l-hakîka şimdiki günde bile erbâb-ı ulûm burada müte‘addid yerleri demir mîllerle sonda ederek hayli derinliğe kadar mu‘âyene
|
|
ettikten sonra kuvve-i inbâtiyye nokta-i nazarından burasının bundan
|
|
böyle dahi daha binlerce asr zihinlere sığamayacak mikdârda insânları geçindirecek mahsûl için elverecek derecede idüğini tasdîk etmişlerdir. Hem
|
|
de bu arâzide hubûbât yetiştirmek üzere bizim bildiğimiz gübrenin de aslâ
|
|
lüzûmu yokdur. Hâsılı şimdi size bu zemîndeki garîb, ince kumsal toprağın
|
|
kuvve-i inbâtiyyesinin derecesini bildirmek için yalnız şurasını beyân edeceğim: Burada bir dönüm arâzideki bağdan senevî . kıyye üzüm hâsıl
|
|
olabilir. Diğer taraftan bu gördüğünüz kum zerrâtından ibâret imiş misillü
|
|
müşâhede olunan toprağın herhangi bir mahalline bir şeftâli budağının
|
|
kırık ucunu saplayacak olur iseniz üç sene sonra birkaç büyük sepet dolusu
|
|
şeftâli alınabilir. İmdi bu yolda kuvve-i inbâtiyyeye mâlik arâzinin âdetâ
|
|
inanılmaz derecede hâsılât verebileceği şüphesizdir. Binâen alâ zâlik
|
|
|
|
şehr-i kadîminin pek eski zamânlarda aktâr-ı cihânın her cihetinde zuhûr
|
|
edegelen hükümdârân-ı meşhûreyi celb eylemesini mûcib olan servetinin
|
|
dahi menşe’i bu idi. Bu minvâl üzere ezmine-i kadîmede burada yaşamış
|
|
olan akvâm haklarında artık yalnız "yaşamış” ta‘bîri kâfî gelmeyeceğinden "zevk ü safâ içinde ömür sürmüşlerdir” ta‘bîrini kullanmak iktizâ eder”
|
|
dedi. Doğrusu benim yol refîkimin bu tafsîlâtları üzerine artık ben kıt‘a-i
|
|
mezkûrenin külliyen meftûnu ve meclûbu olduğumdan vagonun penceresini bile indirerek kenârına göğsümü dayayıp manzaraları yeniden seyr ü
|
|
temâşâya daldım. Ve bu esnâda tatlı hayâlâta kapılmış olan efkârıma göre
|
|
her yerde medeniyyeti uyandırmağa en büyük vâsıta olan şimendifer
|
|
nin sâlifu’l-beyân Merv şehr-i kadîmi arâzisini de îkâz ediyormuş misüllü
|
|
ihtisâsât hissetmeye başladım. Ve hatta gitgide gûyâ mezkûr kumsal
|
|
arâzide trenin tekerlekleri çiğnemekde olan yerlerde eski zamân hükümdârânını ve Asya ’nın bu cihetlerini istîlâya kalkışan cihângîrleri de hayâlimle müşâhede ediyormuşum misüllü duygular dahi hissettim. Ma‘mâfih
|
|
bundan böyle seneler geçtikçe buraların yeniden kim bilir ne gibi umrân
|
|
ve refahlara nâil olması imkânı da zihnimi kurcalamakda idi. Ve fi’l-hakîka
|
|
Merv şehr-i kadîminin demin tasrîf edilen zenginliğine ve hârikulâde servet ü sâmânına nisbetle hükûmetimize hakîkat pek ağır bahâya mâl olan
|
|
asıl şimendifer hattının bile oyuncak mesâbesinde kalabileceği vâridi hâtır oldu. Ve binâenaleyh ben çabucak yüzümü tekrâr birinci mevki‘
|
|
vagonunun bize tahsîs kılınan bölmesine çevirdim. Ammâ ben bir derece
|
|
bâlâda muhâtabımın verdiği tafsîlât-ı acîbe düşünceleri üzerine tabakamı
|
|
çıkarıp iki-üç çimdik tütünü ince sigara kağıdına koyarak bükmekte iken
|
|
merkûm sözüne devamla: "Lâkin arkadaş acaba siz işbu vâhası
|
|
nın ve Mâverâ-yı Bahr-ı Hazar havzasının bizim tarafımızdan nasıl ve ne
|
|
vecihle zabt u teshîr edilebildiğine dâir bazı erkân-ı harb zâbıtânımızın olsun kitapların da okumadınız mı?” diye sordu. Ben "Hayır” dedim.
|
|
Ol vakit muhâtabım da sigarasını yakmakta iken sözüne devâmla "O hâlde
|
|
beni dinler iseniz siz Çar ’ın emlâkine gitmek üzere ineceğiniz
|
|
mevkifinden uzak olmayan müslümân kasabasına da uğramalısınız. Hem
|
|
de birkaç gün ikâmet ederek şimdi yaşında bulunan Gülmehcemâl nâm
|
|
kadını da ziyâret etmelisiniz. Mezbûre son hânlardan birinin zevcesi olup
|
|
hemen bir asra karîb yaşa mâlik bulunmakla beraber pek çok sergüzeştleri
|
|
hâtırlamakta olduğundan onları size dahi nakl ü rivâyet eder. İşbu
|
|
kadın hem pek akıllı hem de zekî oldukdan başka yalnız şarkda görülen
|
|
kadınlara mahsûs hîle ve hud‘a ile dahi me’lûftur” dedi. Doğrusu ben tâ
|
|
Bahr-i Hazar sâhilinden beri bana yol refâkati etmiş olan ’nin mezkûr
|
|
tavsiyesine karşı cidden teşekkürler ettim. Ve hem de tamâm bu hengâmda
|
|
uzun trende hayli büyük ve üstü pek ma‘rifetli sûrette demirlere geçirilmiş
|
|
cam çerçevelerle mestûr ve vâsi‘ mevkife de dâhil olarak tevakkuf ettiğinden
|
|
merkûmla vedâlaşıp yol çantamı verdiğim şimendifer hademesinden birinin
|
|
arkasından çıktım ve mevkif kapısından salona dâhil oldum. Doğrusu
|
|
mevkif binasının öbür cihetteki kapısından asıl kasabaya gitmek için çıkmak
|
|
üzere iken hakîkat hayrân kaldım. Çünkü öylece esrârlı bir sûrette bana
|
|
arkadaşlık eden ’nin ifâdât-ı vâkı‘asının doğruluğu müstebân oluyor idi.
|
|
Fi’l-vâki‘ kasaba ancak acîb ve hem de muharrirlerin mübâlağalarıyla me’lûf
|
|
hikâyelerde olduğu tarzda insânı imrendirecek ve her seyyâhın gözlerini
|
|
fevkalâde okşayacak bağlar, bahçeler ve çemenzâr içinde idi. Binâenaleyh
|
|
şimendiferde görülen kasâvetli manzarayı da unutturuyor idi. Hâsılı
|
|
ben daha ziyâde dikkatle baktığımda pek latîf ve hoş yeşil renkli ve gâyet
|
|
sık yaprakların ötede berideki aralıklarında binâ örtüleri ile damların ve
|
|
daha ötede semâya doğru uzanmış türlü türlü fabrika bacalarını ve sonra
|
|
telefon ve telgraf tellerine mahsûs ince demir direkleri ve ale’l-husûs tıpkı
|
|
Petersburg ’da olduğu tarzda muntazam bulvarları da gördüm. Sâlifu’l-beyân
|
|
bulvarlar geniş oldukdan mâ‘adâ ötede beride sanki büyük cadde sokağına
|
|
yan cihetlerden çıkan küçük sokak ağızları misüllü diğer bulvarlara birleşiyorlar idi.
|
|
Ve burada artık insan kendi kendine acaba hangi cihete
|
|
gitsem diye düşünmeye mecbûr oluyor idi. Vâkı‘â hava da pek güzel olup
|
|
cenûb güneşinin altın yaldızına müşâbih ziyâsı da bayraklara, çiçeklere ve
|
|
âsâr-ı medeniyyeye daha ziyâde revnak veriyorlar idi. Her ne kadar vakit
|
|
erken idiyse de güneş ortalığı şiddetle kavurmakta idi. Ma‘a hâzâ demin
|
|
ta‘rîf ettiğim yeşilliklerin kâffesinde bizim Petersburg’un ilk bahârına mahsûs ciyâdet ve
|
|
tarâvet mevcûd idi. Hâlkbuki Petersburg’da bi’l-fursa böyle
|
|
bir sıcak yalnız bir gün hüküm sürse bile mutlaka bi’l-cümle nebâtâtı
|
|
kavurarak yakar idi. Hele ziyâdece ziyâdâr yerlerde artık benim gibi an-asl
|
|
şimâl memleketi insânının gözlerini büsbütün kamaştırıyor idi. Her hâlde ben derhâl
|
|
kendimizin artık dan çok ziyâde cenûba
|
|
indiğimizi anladım. Ma‘a hâzâ ben dalgınlıkla trenin eşyalara mahsûs vagonundaki pılıpırtılarım
|
|
ile seyâhatim için pek luzûmlu şeylerimi bile az
|
|
kalsın unutacak idim. Bereket versin ki tren burada yirmi dakîka tevakkuf
|
|
ediyormuş. İşte buna binâen ben mevkifin kasaba cihetindeki kapısından
|
|
Türkistân’ın arkasındaki işbu acîb kasabayı biraz temâşâ ettikten sonra
|
|
tekrâr mevkif salonuna dâhil olarak ilk tesâdüf ettiğim bir yerliye eşyâlarımın
|
|
konşimentosunu uzattım ve onları alıp birinci mevki‘ salonuna götürmesini
|
|
tenbîh ettim. Her ne kadar Çar’ın emlâkine giden güzergâh üzerinde bulunan bir mevkif
|
|
burada artık en büyük mevâkiften ma‘dûd ise de
|
|
esâsen mevkif bulunmak ve binâen âlâ zâlik muvakkaten ârâmgâh ittihâz
|
|
edilmiş olmak hasebiyle sâ’ir mevkiflerden hiç farksız gibidir. Hele birinci
|
|
mevki‘ yolcularına mahsûs salon da küçüktür. Ve onun büfesinde her
|
|
şeyden akdem gözlerime çarpan bir demet dahi derhâl nazar-ı dikkatimi celb
|
|
etti. Vâkıâ bu demet demin ta‘rîf eylediğim şiddetli sıcak ile memleketin
|
|
kuraklığından dolayı külliyen kurumuş idi.
|
|
|
|
Fakat aynı zamânda ona dâhil olan çiçeklerin cenûb memleketlerine
|
|
mahsûs en nâdir ve nâdide güller ile karanfillerden ve hem de ol vakte kadar
|
|
aslâ görmediğim goncalarla ezhârdan mürekkeb oldukları zâhir ve âşikâr idi.
|
|
|
|
Hâsılı ben bir aralık mevkif müdürüne mahsûs oda içine ve kezâ mevkifin telgrafhânesi ittihâz edilen odaya da göz gezdirdim. Hulâsa-i kelâm
|
|
ikinci mevki‘ yolcularına mahsûs daha vâsi‘ce idi. Hele üçüncü mevki‘ yolcularının salonu büsbütün müstatîlu’ş-şekl olmak şartıyla her iki cihetten
|
|
altışar büyük pencerelerle tenvîr edilmekte idi.
|
|
|
|
Ben mezkûr pencerelerin birine yaklaşıp dışarıya göz gezdirdiğimde yine
|
|
de gâyet sık yeşillikler arasında birçok merkebler ile katırlar ve hem de pek
|
|
de hacmâs olmayan Türkistân atları ve bir de hem yerlilere mahsûs hem de
|
|
Avrupa -kârî ikişer veyahut dörder tekerlekli çeşit çeşit arabalar müşâhede
|
|
eyledim. Ben bir aralık pırtılarımı birinci mevki‘ salonuna götürmüş
|
|
olan yerliye mürâca‘at edip "Acaba nereye nâzil olabilirim?” diye suâl ettim.
|
|
Mamâfih onun verdiği cevâbdan mağmûm oldum. Çünkü burada
|
|
|
|
kıllı otel veyahut misafirhâne yok imiş. Böylece ben ister istemez bir takım
|
|
Türkmen veya Özbek hâncıları ma‘rifetleriyle idâre kılınan hânlardan birine
|
|
inmeğe mecbûr olacağımı anladım. Ama sonradan sâlifu’l-beyân hânların
|
|
tertîbâtlarından mahzûz olduğumu da inkâr edemem. Zîrâ işbu çöl adamları
|
|
artık bizim Petersburg ’da pansiyon ismi verilen usûlde hareket ediyorlar.
|
|
Yani Avrupa’nın her şehrinde mikdâr-ı ücret-i yevmiyye
|
|
veyahut ücret-i mâhiyye ile âileler içinde istenildiği müddet ikâmet edilmek
|
|
mümkün olduğu misillü buranın hanlarında da aynı usûl cârîdir. Ancak
|
|
ma‘lûm olduğu üzere gerek Londra ’da ve gerek Paris ’te bu gibi âileler esâsen
|
|
bellenmiş ve hem de türlü türlü tavsiye-nâmeleri de hâ’iz olduklarından
|
|
artık oraları ziyâret eden misâfirlerce tanınmış bulundukları hâlde Merv ’de
|
|
bilakis insan hiç bilmediği ve mu‘ârefesi olmadığı âileler nezdine nâzil olmak mecbûriyyetinden kurtulamamaktadır. Nitekim ben de demin ta‘rîf
|
|
eylediğim yerlinin cevâbı hâh nâ- bunu ihtiyâra mecbûr oldum. İşte ben kendi kendime: "Hele bakalım tâli‘ ve kaderim beni
|
|
kime tesâdüf ettirecektir!” diye bir hana getirilip odadan odaya gezmekte
|
|
iken an-asıl Petersburg’dan uzak olmayan İşçadriye kazası sekenesinden bir
|
|
doktora rast geldim. Bu ise elli beş yaşlarında olup tahmînen elli iki yaşında
|
|
bulunan zevcesiyle orada mukîm idi. Ve hem de başka kimsesi de olmadığından beni ayrıca hân odaları kirâlamaktan ise kendilerinde misâfir olmağa
|
|
da‘vet etti. Ve fazla olarak orada iki sene kadar zamândan beri ikâmet eylediğini beyânla kendi refâkatinde daha iyi gezebileceğimi ve ziyâretler icrâsı
|
|
mümkün olacağını da beyân eyledi. Böylece merkûm bana kendisinin
|
|
iş odasını tahsîs etti. Ben dahi zâten seyâhat tarîkiyle gelmiş olduğumdan
|
|
onun teklîfâtına muvâfakat eyledim. Hulâsa-i kelâm benim ilk işim mezkûr
|
|
âilenin küçücük banyo odalarında iyice banyo etmekten ibâret oldu. Çünkü
|
|
’dan beri şimendifer treninde sâlifu’l-beyân kurak çöl kıtasının tozları çökmüş olduğundan üstüm başım ve bir de vücûdum berbâd
|
|
halde idiler. Binaenaleyh oraya muvâsalatımdan tamâmı tamâmına bir sâ‘at
|
|
sonra yol çantamdan yeni çamaşır ve yeni urbalar çıkarıp giyerek sokağa
|
|
çıktım. Bu memleketin sokağı da artık hâtır u hayâle gelir şeylerden değildir.
|
|
Zîrâ sokakta ne yaya ve ne de araba kaldırımı yok idi. Yani bu sokak
|
|
yerlilerin ismini verdikleri acîb kumsal arâziden ibâretti. Doktor beni
|
|
her şeyden evvel bu havâlinin idârehâne-i umûmîsine götürdü. Zîrâ Rusya
|
|
dâhilindeki sebebiyle her yerde ve hattâ Rusya’ya tâbi‘ çöllerde
|
|
bile nüfûs kuyûdâtı mu‘âmelesine pek ziyâde dikkat ve i‘tinâ olunmaktadır.
|
|
Doğrusu orada da ben fevkalâde hüsn-i sûretle kabûl olundum. Hattâ
|
|
idârehâne memûrlarının kıdemlisi bana emlâk-i imparatorîden orada kalacağım müddetçe her yeri görebilmekliğim için nöbet arabası tahsîs
|
|
edebileceğini de söyledi. Bundan başka benden ta‘âmlarımı Çar ’ın sarayında
|
|
çiftlik müdürü ile birlikte etmekliğim için de söz aldılar. Hâsılı benim oraya
|
|
ilk defa gelmiş bulunduğumdan Çar’ın emlâkini idâre eden müdür bana bir
|
|
rehber de ta‘yîn etti. Ve ben kahvaltı ettikten sonra fevkalâde güzel kuzgûnî
|
|
donlu bir çift at koşulmuş olan arabaya ta‘âma kadar görülebilecek
|
|
yerleri seyr ü temâşâ etmeğe gittim. Her şeyden akdem doğrusu mezkûr atlar
|
|
da pek ziyâde istiğrâb ve hayretimi mûcib oldular.
|
|
Zîrâ atlar da mezkûr çiftlikte türetilmişler idi. Onun bana ilk
|
|
gösterdiği binâ sarâydan ayrı ve sâde bir katlı konut yapılışlı idi. Meğer
|
|
orası emlâk-i imparatorî müdürüne mahsûs imiş. Ba‘dehu "İşte bu bulvarlar gibi yollardan sarâya gidiliyor” dedi.
|
|
Ve ol vakit ben ortalığı yeşillik zulmetine büründürerek acîb manzaraya katlanarak mezkûr bulvar
|
|
misillü yolun ortasında sarâyı da gördüm. Bu ise işbu iklîme mahsûs bir
|
|
nev‘î Malta taşından yapılmış gâyet kocaman binâ olup birçok cihetlerinde teraslar ve
|
|
balkonlar ve cumbalar da vardır. Hem de damı bura usûl
|
|
mi‘mârisince dümdüz yapılmış olup etrafına korkuluk çekilmiş ve husûle
|
|
gelen meydân gibi mahal rasad-hâne ve her türlü tebeddülât-ı havâiyye
|
|
tahkîkâtına ta‘yîn edilmiştir.
|
|
|
|
Arapça’da hîlekârlık anlamına gelse de Osmanlı Türçesinde kargaşa anlamında kullanılmaktadır.
|
|
Merkûm bir aralık "Eğer isterseniz sarâyı dâhilen de ziyaret edebiliriz” dedi. Ben de muvâfakat ettim.
|
|
Böylece biz onunla sâlifu’l-beyân çiftlik
|
|
sarâyının içinde de her yerini gözden geçirdik. Ve ba‘dehu merkûm beni
|
|
sarâyın bahçesine müteveccih cephesindeki terastan balkona çıkardı.
|
|
Ve ben orada gördüğüm manzaradan nâşî kalakaldım. Zîrâ ben kendimi Tevrât ’ta eski zamân Bâbillilerinin asma köprülü ve kezâ türlü türlü
|
|
nebâtı örgülerden mu‘allak olarak yapılan kameriyeli velhasıl hârikulâde
|
|
ahvâli me’lûf bahçelerinden birinde inmişim gibi tasavvur ederek ne diyeceğimi bile şaşırdım. Hâlbuki rehberim bana izâhat vermeğe girişerek:
|
|
"Bu gördüğünüz orman gibi bahçe ser-â-pâ meyve ağaçlarından yapılmış
|
|
olan sarây bahçesidir. Ve hem de neşv ü nemâ bulan meyveler meyânında
|
|
yalnız ismini işitmiş olduğunuz ve binâenaleyh bu ana dek aslâ görmemiş
|
|
bulunduğunuz semerât ve fevâkihi hâvî eşcâr-ı nâdire de çoktur.”
|
|
|
|
Bu minvâl üzere daha üçüncü Aleksandır zamanında
|
|
türetilmeğe başlayıp İkinci Nikola ’nın işbu onuncu sene-i devriye-i hükûmetine dek umrânına ikdâm edilen bu meyveler bahçesi ve daha
|
|
doğrusu ormanı kürre-i arzın hiçbir yerinde yoktur, olamaz. Zîrâ burada
|
|
dahi ancak yerlilerin ismini verdikleri ve hiçbir türlü gübreye
|
|
ihtiyâc olmaksızın her cins-i nebâtâtı hârikulâde sûrette türetmekte olan
|
|
toprağın yardımı ile meydâna gelmiştir. Burada istenildiği ağacın bir dalı
|
|
kırılıp da kumsal yere saplandığı takdîrde iki ve nihâyet üç sene içerisinde
|
|
fevkalâde mükemmel gölge ve kezâ meyve cinsinden ise yerlilerin iki tekerlekli ve büyük tekne biçimindeki arabaları ile dört-beş arabadan dokuz-on
|
|
arabaya dek hâsılât verir. Ve binâenaleyh bu acîb kumsal toprağa mahsûldârlığı nokta-i nazarından "altın tozlu zemîn” diyenler de vardır.” dedi.
|
|
Bu minvâl üzere ortalık henüz Kânûn-ı sânî ayında iken bile eşcârdan bir
|
|
takımları artık mükemmel çiçek açmışlar idi. Ve etrâflarında türlü türlü
|
|
böcekler ile kelebekler oynaşmakta idi. Sükûnetli havada ise hoş bir vızıltı
|
|
işitiliyor idi. Diğer taraftan o cihetlerden gelen hava teneffüs edildikçe begâyet latîf ve hem de insânın hem genzini hem de sadrını fevkalâde okşayan
|
|
hoş kokular istişmâm ediliyor idi.
|
|
|
|
Hulâsa-i kelâm nihâyet ben mektepte iken ilm-i nebâtât mebde’lerini de
|
|
tahsîl etmiş olduğumdan kolum yetişecek yerlerde bulunan ağaç dallarını
|
|
da usul usul itmeğe başladım. Bazılarına ise yetişemediğimden yalnız
|
|
göz bakışı ile mu‘âyene edebiliyor idim. Fi’l-hakîka işbu bahçede eşcârdan
|
|
bir takımlarının filizleri akla ve fikre gelmeyen makaralar husûle getirmiş
|
|
olduğu misillü ba‘zen patlamış ve henüz patlamak üzere bulunan goncalar
|
|
dahi insânın nazarlarını hârikulâde bir sûrette okşamakta idiler. Sâlifu’lbeyân goncalardan bir takımları sanki lisân-ı hâl ile kendilerine bakanlara:
|
|
Hele sabret. Biz de açılalım da işbu cenûbî memlekete tabî‘at tarafından
|
|
bahşedilmiş olan letâfet numûnelerini bak ve seyret” diyorlar idi. Hulâsa-i kelâm biz burada kış sonlarında bulunuyor idik. Ve binâenaleyh biz
|
|
artık burada dahi tıpkı Mısır ’da olduğu misillü Nisan başlangıçlarında ortalığın sahrâ-yı kebîr harâretleriyle me’lûf olması iktizâ eylediğini tahmîn ve
|
|
istihrâc ediyor idik. Ve fi’l-vâki‘ burada dahi havanın kuraklığı son derecede
|
|
idi. Her ne hâl ise biz burada yerlilerin her ne sebebe mebnî ise Persivük
|
|
veyahut Persivuk ismini verdikleri kuzguni atlarımızı alabildiğine koşturmak şartıyla yolumuza devam ediyor idik. Ve biz ikide bir de pek vâsi‘
|
|
bahçeli duvarlar önünden geçtikten sonra koskocaman kârgîr binalara
|
|
vâsıl oluyorduk. Onların hizâlarından mürûr ederken rehberim yalnız belli
|
|
başlı kimselerin isimlerini söyleyip binâların onlar tarafından yaptırıldıklarını beyân ediyor idi. Bunlar meyânında sâlifu’l-beyân imparator çiftliğinin
|
|
büyük bahçesi bahçıvanlarının ikâmetgâhları koca bir kışlaya benziyor idi.
|
|
Ve kezâ çiftliklerin her türlü elektrik te’sîsâtlarını idareye mahsûs binâsı ve
|
|
bir takım ma‘mûlât i‘mâli için te’sîs kılınan fabrika ve nihâyet yerlilerle
|
|
mu‘âmelâta mahsûs idârehâne ve ba‘dehu hamâm ve sonra hara ve
|
|
ahırlarla kuşluklar ve bir küçük mikyâsta hayvânât bahçesi kulübeleri ve
|
|
artık sıcaktan pek de hoşlanmayarak şimâl ve Sibirya ’da yetişen bir takım
|
|
nebâtâtla meyve ve mahsûlâta mahsûs limonluk mevcûttur. Bu takdîrce
|
|
imparatorun Murgâb Çiftliği bu cihetten bakılınca artık bir küçük kasaba
|
|
teşkîl etmekte imiş gibi görünmektedir. Ben her nereye baksam iki tarafı
|
|
mükellef ağaçlarla muhât yollar ve her cihette yığın yığın olarak neşv ü nemâ
|
|
bulan çiçekler ve her mahalde yine de filizleri ve çiçekleriyle insâna hayret
|
|
veren toplu çalılar ve nihâyet pek çalışkan insânların emekleriyle husûle
|
|
getirilen âsâr-ı medeniyyeyi müşâhede ediyor idim. Burada pek vüs‘atli bir salon demin
|
|
ta‘rîf eylediğim devâir ve fabrikalarda ve çiftliğin sâ’ir
|
|
türlü i‘mârlarında müstahdem kesâna her türlü gazeteler ve kezâ yalnız pazar
|
|
günleri kapısı açık bırakılan bilardo ve satranç ve kezâ iskambil ve domino
|
|
oyununa mahsûs bir odada mevcûd idi. Çar ’ın sâlifu’l-beyân müstemlekesinde bu dediğim
|
|
mevâddın lüzûm-ı vücûdiyyeti zâhirdir. Zîrâ evvelce de
|
|
anlattığım üzere burada tarz-ı ma‘îşetin pek ziyâde yeknesâk olarak devam
|
|
etmesi hasebiyle ameleden tutarak tâ büyük me’mûrlara varıncaya dek arasıra zihinlerini meşgûl edecek mevâdd-ı medeniyyenin lüzûmu
|
|
derkârdır. Hulâsa-i kelâm bundan nâşî burada ahâliye mahsûs kebîr ahşap
|
|
tiyatro dahi mevcûttur. Hele beni pek ziyâde imrendiren şeylerden biri de
|
|
çiftlik hastanesi olmuştur. Burada erkeklere ve kadınlara mahsûs kısımlar
|
|
mevcûd olduktan mâ‘adâ yerlilerinin mürâca‘atları takdîrinde tedâvilerine
|
|
baktırılmak için her türlü iffet ve tesettür usûllerini hâvî şu‘be-i mahsûsa
|
|
dahi bulunuyor. Nitekim ben sonradan Petersburg ’dan ancak sekiz ay evvel
|
|
buraya bi’t-tesâdüf gelen bir kadın tabîbin erkek tabîbe hiçbir vakit kendilerini
|
|
göstermeyen Türkmen ve Özbek kadın ve kızlarının dünyâlar
|
|
kadar paralar kazandırmakta olduklarını da istimâ‘ ettim. Her ne hâl ise
|
|
arası çok geçmeden benim gezmeğe çıktığım zamân ikâmetgâhında kalmış
|
|
olan doktor da bir güzel kır ata râkiben vürûd etti. Meğer artık mu‘âyene
|
|
zamânı gelmiş imiş! İmdi merkûm bana hitâben "Şimdi haydi bakalım benim mu‘âyene salonumu da görünüz”
|
|
diye cebinden çıkardığı zarîf bir anahtarla bir kapıyı açıp içeriye girdi. Ben de arkası sıra dâhil oldum.
|
|
Orası sâlifu’l-beyân yerliler usûlünde duvarları türlü türlü kumâşlarla tezyîn edilmiş
|
|
vâsi‘ bir odadan ibâret idi. Ve ötede beride zarîf câmekân derûnunda
|
|
insânın teşrîhini müş‘ir vesâ’it-i fenniye de tertemiz tutulmakta idiler. Her
|
|
hâlde benim burada ilk nazar-ı dikkatimi celb eden şey doktordan türlü
|
|
türlü derdlerine karşı imdâd bekleyen akvâm-ı muhtelifenin sîmâ ve eşkâllerindeki garâbet idi.
|
|
Bunlar Türkmenlerden, Özbeklerden, Tarancalardan
|
|
ve nihâyet Sartlar ile Sibirya şarkının bazı yerlilerinden ve kezâ Kolça ile
|
|
havâlisinden hicret etmiş olan pek muhtelif yerlilerden müşekkil idiler. Ve
|
|
onlardan beherine mahsûs eşkâl-ı kavmiyet insâna pek ziyâde te’sîr ediyor
|
|
idi. Doktor dahi bu sözüme karşı: "İşbu kavim tabâbete son mertebe
|
|
emniyyet etmektedir. Ve bunu onların kadınlarını tedâvî ile meşgûl bulunan
|
|
Madam dahi tasdîk ediyor. Fakat bunda ta‘accüb olunacak bir şey de
|
|
yoktur. Zîrâ yaşadığımız iklîm fevkalâde münbit ve mahsûldâr olmakla
|
|
berâber birtakım mikropları da hâvî olduğundan ahâlîyi sık sık derdlerine
|
|
devâ aramağa mecbûr etmektedir” dedi. Hülâsa-i kelâm her iki tarafta pek
|
|
alçak kanepeler üzerinde ekserîsi bağdaş kurarak oturan mezkûr hastegânın
|
|
manzaraları şâyân-ı hayret idiler. Fakat bizim ol vakte kadar gördüğümüz kısım yalnız
|
|
sonradan yani askerî mühendislerimizin serfirâzı bulunan
|
|
erkân-ı harb feriki Aninkof tarafından yapılan şimendifer inşâ‘âtı akîbinde
|
|
meydâna getirilen ebniyeyi hâvî mahallelerden ibâret idiler. Binâenaleyh
|
|
rehberim bizi oralarda gezdirdikten sonra "Şimdi buyurunuz size yerliler
|
|
cihetini dahi göstereyim.” Ve fi’l-vâki‘ milliyetlerini az çok muhâfazaya i‘tinâ
|
|
eden müslümân akvâma mahsûs her yerde de birer türlü câlib-i merâk ve
|
|
mûcib-i ibret fark ve tefâvütle me’lûftur. Nitekim Fransa reis-i cumhûru Le
|
|
Bon dahi benim bu havâlî51de seyâhatimden bir buçuk sene kadar akdem
|
|
Cezâyir ’de seyâhat ederken Cezâyir Araplarına mahsûs mahalleleri bambaşka hâlde bulduğunu bir
|
|
nutk-ı resmîsinde alenen i‘tirâf eylemiş idi. Ma‘ahâzâ Merv şehrinin müslümânlarla meskûn kısmında dahi yalnız kendisine
|
|
mahsûs garâbet mevcûttur. Çünkü bir kere şehrin mezkûr kısmı da sanki
|
|
bulvarlardan ibâret imiş gibi görünüyor. Ve hem de bizim Petersburg’un
|
|
kahvehâne ve çayhânelerine bedel birer acîb köşe dükkânlarında yerlilerin
|
|
"kalyân” içmeleri veyahut "kant” denilen şekerli fıstık veyahut bâdem yiyip
|
|
vakit geçirmeleri son mertebe hayret verecek şeylerdendir. Her iki cihette
|
|
sokağa hiçbir pencereleri bulunmayan hâneler ve türlü türlü ufacık
|
|
dükkânlar öteden beriden işitilen türlü türlü lisânların tekellümleri her seyyâhı şaşırtır.
|
|
Fi’l-vaki‘ buralardan geçen bir insân kendisinin derhâl Avrupa
|
|
usûl-i mu‘âşeretine külliyen yabancı bulunan akvâm ve milletler içinden
|
|
mürûr etmekte bulunduğunu anlar. Ben dahi şarkın birçok yerlerinde bulunmuş olduğum hâlde bile cenûbun birdenbire enzârımın önüne koyduğu
|
|
sâlifu’l-beyân menâzır-ı garîbeyi müddet-i medîde bir şey diyemeksizin seyre daldım.
|
|
Burada meselâ sağa bakılırsa dehşetli sûrette mâllar yüklü
|
|
ikişer kanburlu develer, sola bakıldığında yine de acîb yükler taşımakta olan
|
|
merkebler, daha ötede pek ziyâde şâyân-ı hayret hâşâlarla takımları hâvî
|
|
fevkalâde battâl katırlar ve nihâyet Türmen ve Özbek ve Taranca atları onların şâyân-ı
|
|
ta‘accüb dizginleri ve üzengileri ve onlara binen insânların fevkalade acîb kıyâfetleri
|
|
parlak yerli kumâşlarından dikilmiş urbaları sipsivri
|
|
uçlu türlü türlü nakışlar işlenmiş külâhları ve sâlifu’l-beyân hayvânâtın kendi
|
|
cinslerine mahsûs seslerle bağrışmaları da pek tuhaf idi. Ez-cümle
|
|
develerin ikide birde "‘âf ‘âf ” tarzında sadâları ve hem de midilli cinsinin
|
|
bambaşka sınıfını teşkil eden Özbek atlarının kişnemeleri, merkeblerin anırmaları
|
|
ve nihâyet katırların kişnemek ile merkeb anırması ortasında bir acîb
|
|
sadâ neşr eylemeleri son mertebe istiğrâb ve ta‘accübü mûcib olacak ahvâlden idi.
|
|
Gitgide biz Merv şehrinin çarşısına girerken daha ziyâde şâyân-ı
|
|
ta‘accüb manzaralar da gördük. Şöyle ki, sîmâ ve eşkâlleri pek ciddî ve
|
|
hem de üstleri başları rengârenk ipek kumâştan dikilmiş geniş cübbelerle
|
|
mestûr ve yalın ayaklarında fevkalâde hafîf ve pek müzeyyen nakış işlemelerini
|
|
hâvî terlikler giymiş ve başlarına da her renkte sarıklar sarmış bulunan
|
|
Türkmenler , Özbekler , Tarancalar ve Kolça muhâcirleri kaynaşmakta idiler.
|
|
Biz bir dar sokağın köşe başındaki bir dükkânda gâyet iyi koku neşr eden
|
|
bir şeyin kızartıldığını his edip baktık. Meğer orası aşçı dükkânı imiş, hem
|
|
de kızartılan şey de alâ sülün imiş. Zîrâ burada mezkûr kuşların hadd ü
|
|
hesâbları yoktur. Bu minvâl üzere bizim Petersburg’da mezkûr kuşları
|
|
ancak ağniyâ yiyebilmekteler iken burada işbu çarşıya öte beri şeyler satmağa gelen
|
|
köylüler bile mezkûr kuşun etiyle karınlarını doyurmaktadırlar.
|
|
Hulâsa-i kelam ondan uzak olmayan diğer bir dükkân mezkûr cenûb ahâlisine mahsûs çayhâne idi.
|
|
Buralarda artık intişâr eden kokular bile insâna
|
|
bambaşka te’sirât husûle getiriyor idi. Zîrâ içki kokularından aslâ eser olmayıp gûn-â-gûn ıtriyyât
|
|
ve kezâlik ve nebâtât ve baharât kokuları istişmâm
|
|
olunuyor idi. Amâ daha garîbi oradaki köşelerden sapıverir vermez insânın
|
|
derhâl kendisini Avrupa denecek yerde bulmasından ibâret idi.
|
|
Bu sırada benim yanımda bulunan rehberim bana hitâben "Burası artık bizim
|
|
nabzımız gibidir ve bütün âsâr-ı hayâtımız burada pek belli olarak zâhir
|
|
olmaktadır. Zîrâ şimdiye kadar Merv’in küçük ve dar ve hem de ufacık
|
|
kapılı dükkânlarında görmüş olduğunuz mevâddan ekserîsi bu memleket
|
|
pamukçularının ihrâcâtları olup onlar da dediğim hâm mevâddı mücerred
|
|
işbu fabrika için yetiştirmektedirler. Evet bu pamuk fabrikasıyla biz cidden
|
|
iftihâr ederiz. Ve zâten sizi sûret-i kat‘iyyede te’mîn ederim ki böyle mühim
|
|
bir fabrikayı yalnız bizim Rusya ’da değil; belki Avrupa’nın da hiçbir yerinde
|
|
bulamazsınız” dedi. Hâsılı burada her şeyden büyük ve sanki uzaktan
|
|
insâna Mısır Ehrâm larını ihtar edecek sûrette te’sîr hâsıl eden bina şüphesiz
|
|
büyük pamuk i‘mâlâtı fabrikasıdır. Ve onun her yerinde bir takım bacalar
|
|
ve kezâ derûnunda acîb bir gürültü ve sık sık düdük ötmesi veyahut islimler
|
|
fışkırtılmasından mütevellid şamatalar dahi insana bambaşka te’sîr hâsıl
|
|
eylemektedir. Binâenaleyh ben bir aralık rehberime dönüp "Aman şu
|
|
fabrikayı da ziyâret edelim” dedim ise de merkûm yeleği cebinden çıkardığı
|
|
sâ‘atine baktıktan sonra: "Hayır, hayır bu pek kocaman binayı ziyâret
|
|
etmemiz için vakit kalmamıştır. Ve hem de şimdi artık yerlilerin, "kuşluk”
|
|
zamânı denilen zamân geldiğinden muvakkaten ta‘tîli iktizâ eyleyecektir.
|
|
Fi’l-vâki‘ burada gündüzleri gün ortasındaki şiddetli harârette herkese istirâhat zamân
|
|
ve müddeti tahsîs edilmiştir. Binâenaleyh biz fabrikayı dâhilen
|
|
ziyâret için ayrıca bir gün tahsîs ederiz. Şimdi ise arzû ederseniz sizi biraz
|
|
"istep” ismi verilen ve dünyânın hiçbir yerinde sahrâ ve çöllerine benzemeyen Mâverâ-yı Bahr-ı Hazar
|
|
çöllerinde gezdireyim” dedi. Fi’l-hakîka arası
|
|
çok geçmeden bizim güzel kuzgunî atlarımız bizi alabildiğine sür‘atle
|
|
hayli uzakta be-gâyet acîb eşkâl ve gölgeleri hâvî enkâzları görülmekte olan
|
|
cihete doğru götürmeye başladılar. Bu sırada yine de cevânib-i erba‘amızın
|
|
düzlüğüne hayret etmemek gayr-i kâbil idi. Ve hem de Kânûn-ı sânînin son
|
|
günleri olmakla beraber cenûb güneşi bizi bütün şiddetiyle okşadığından
|
|
harâretin te’sîri ziyâde idi. Hele ben Petersburg havasıyla me’nûs bulunduğumdan gerek
|
|
rehberimden ve gerek arabacımızdan kat kat ziyâde ter dökmekte ve ızdırâb da çekmekte idim.
|
|
Ve lâkin Çar’ın çiftliğinde artık arabamıza her türlü serinleştirici meşrûbât da konulmuş idi.
|
|
Âkıbet ben rehberime dönerek: "Bu nasıl enkâzdır?” diye sordum. Merkûm ise "Eski
|
|
Merv şehri harâbesidir!” dedi. "Burada mazgal yerleri pek belli bulunan eski
|
|
kale harâbesi de vardır. Amâ mürûr-ı zamânla pek harâbe olan kale ve burçların ne
|
|
şekillerine ve ne de cesâmet ve hacimlerine dâir artık hiçbir fikir
|
|
edinmek bile mümkün değildir. Bundan mâ‘adâ müte‘addid yerde kumlarla
|
|
gömülmüş ve bazı yerde henüz eski hâllerini muhâfaza eylemiş bulunan
|
|
hendeklerin dahi ezmine-i kadîmede neye hizmet etmiş bulunacaklarını
|
|
anlamak mümkün değildir. Amâ onlarla muvâzî sûrette topraktan yapılan
|
|
hayli yüksek çit duvarını da müşâhede edebildik. İmdi mezkûr toprak
|
|
çitlere çıkıp da etrâfa göz gezdirilecek olursa her taraftan göz görebildiği
|
|
mesâfelere dek sanki muhtelif kabartmalar husûle getiren deniz sathı misillü
|
|
harâbe-zâr enkâzları görülmektedir. Mezkûr enkâzlardan bir takımları dümdüz kumsal
|
|
arâzi üzerinde tabî‘î deniz satıhlarında kalan öte beri gemi parçaları misillü müşâhede olunuyorlar.
|
|
Amma ara sıra yerliler tarafından ismi verilen kubbeli türbelere müşâbih âsâr-ı atîka dahi müşâhede
|
|
edilmekte idi. Ma‘a-hâzâ oralarda yatan eşhâs-ı târîhiyye külliyen mechûl
|
|
idiler. Biz burada birçok yazılı çini parçaları ve kezâ üzerleri güzel minelerle işlenmiş
|
|
birçok taş kırıkları dahi bulduk isek de onlardan hiçbir şey
|
|
istihrâc etmek mümkün olamadı. Çünkü yazıları şimdi artık hiç isti‘mâl
|
|
edilmeyen hutûttan ibâret idi. Ancak daha ötede biz behemehâl vaktiyle
|
|
büyük bir zâtın medfûn olmuş bulunacağına dâ’ir emârâta da tesâdüf ettik.
|
|
Zâten bu gibi yerlerde artık vaktiyle kim bilir nereden ve ne tür zahmetlerle
|
|
getirilmiş olan büyük ve güzel cilâlanmış ve üzerlerinde a‘lâ oymalar işlenmiş mermer sütûnları
|
|
da çok idi. Vâkı‘â bazı mermer levhalardaki
|
|
münderecât artık anlaşılmayan yazılarıyla bize gûyâ yalnız orada medfûn
|
|
kimesneleri değil, belki onların ef‘âl ve harekât-ı acîbelerini dahi belli edecek
|
|
derecede te’sîr bırakıyorlar idi. Lâkin te’essüf olunur ki buralarda bulunan
|
|
mezârlar bile artık parça parça hâldedirler. Zîrâ Türkmenlerde de sâ’ir Asya
|
|
akvâmında olduğu tarzda ölülere ri‘âyet hissi pek ziyâde olduğundan onlar
|
|
kurgan ismini verdikleri türbelerini son mertebe dikkatle gözetmektedirler.
|
|
Ma‘mâfih ben ne yalan söyleyim, burada gördüğüm bazı türbe enkâzlarını
|
|
ismiyle ma‘rûf puthânelerine de bir dereceye
|
|
kadar benzettim. Vâkıâ târîh nokta-i nazarından ma‘lûm olduğu vecihle Asya’nın
|
|
ezmine-i kadîmede yaşayan akvâm-ı muhtelifesi hep putperestlerden ibâret idiler.
|
|
Ben artık Asya’nın işbu köşesinde bizim zamânımıza dek
|
|
gelip geçmiş olan akvâma dâ’ir dahi derin düşüncelere daldım. Ve fi’l-hakîka Asya kıt‘ası
|
|
pek eski zamândan beri akvâm-ı muhtelife-i beşerin beşiği
|
|
addedilmektedir. Âkıbet rehberim bir aralık sol cihetimizde ansızın peydâ
|
|
oluveren bir şey misillü gözümüze görünen gâyet kocaman binâyı göstererek:
|
|
"İşte Sultan Sencer Câmi‘ i budur!” diye söyledi. Ve hem de arabacıya arabayı o cihete sevk eylemesi
|
|
için emir verdi. Biz de arası çok geçmeden
|
|
sanki kireçle karışık molozdan yapılmış şose gibi dümdüz yollardan sâlifu’lbeyân azîm ve vâsi‘
|
|
binâyı ihâta eden çite dâhil olduk. Doğrusu bu artık
|
|
Paris ’in Panteon nâm be-gâyet büyük kubbeli binâsını da andırıyor idi.
|
|
Fakat Paris’teki Panteon pek güzel muhâfaza edilmekte iken Sultan Sencer’in
|
|
câmi‘i nîm-harâbe şeklinde idi. Ancak her hâlde onun pek çok asırlardan
|
|
beri işbu çöllere kemâl-i cesâretle dayandığı da zâhir idi. Buralarda dahi
|
|
insâna pek azametli hâtıraları ihtâr etmekte olan kadîm zamân mezârları
|
|
çoktur. Fakat bizim geçtiğimiz zamân işbu türbeler de harâbe-zâr olup ekserînin
|
|
mürûr-ı zamânla ya yalçın kaya gibi siyâhlaşmış olan kubbelerinde
|
|
sürülerle kestane kargaları oturuyorlar idi. Ve onların gürültüleri veyahut
|
|
birden bire uçtukları zamân husûle getirdikleri gölgeleri de hayret-fezâ idi.
|
|
Ve ammâ ben ister tarz-ı binâdaki letâfete ve ister direk ve sütûnlara ve
|
|
pencere ve kayıt mahallerine de hakîkat ta‘rîf olunamayacak kadar imrenerek bakıyordum.
|
|
Zîrâ her birine mahsûs bir türlü letâfet Ve fenn-i
|
|
mi‘mârî nezâketi bi’l-bedâhe göze çarpıyordu. Biz nîm-harâbe-zâr ve nîmma‘mûr bulunan işbu
|
|
koca bina dâhilinde tamâm bir buçuk sâ‘at dolaştık
|
|
ve doğrusu pek yorulduğumuzdan tekrâr arabaya binip arabacıya artık tırıs
|
|
gitmek şartıyla enkâzlar arasında gezdirmek için emir verdik. Ma‘a-hâzâ biz
|
|
birkaç kilometre mesâfe dâhilinde lâ-yu‘ad ve lâ-yuhsâ denecek kadar çok
|
|
türbe enkâzlarına rast geldik. Binâenaleyh bence bu memleket sanki eskiden
|
|
beri ebediyyet şehri addolunacak sûrette fevkalâde kesretli mezârları hâvî
|
|
imiş gibi göründü. Ben müddet-i ömrümde bu derece kocaman binâların
|
|
hep bir yerde cem‘ edilmesinden husûle gelen memleket gibi görünen
|
|
işbu eski Merv kadar vâsi‘ ve büyük şehri zihnimde bile bir türlü sığdıramadığımdan
|
|
husûle gelen istiğrâb ve ta‘accüb sebesiyle bi’d-defa‘ât muhtelif
|
|
yerlerde durarak tefekküre daldım. Vâkı‘â bana daha şimendifer treninin
|
|
birinci mevki‘ vagonunda da beyân edildiği üzere kadîm Merv şehri hakîkat
|
|
lâ-ekall üç Londra ’yı ihâta edecek kadar büyük bulunmuş olmak gerektir.
|
|
Zîrâ ben Londra’da da bir aralık sefâretimizin bir kitâbeti vazîfesiyle aylarca
|
|
kalmış bulunduğumdan her semtini defa‘âtle ziyâret edebilmiş idim.
|
|
Ve ben kendi kendime ikide bir de: "Amân yâ Rabbî ne kadar da büyük
|
|
servet-i târîhiyyeye mâlikmişiz. Velâkin te’essüf olunur ki erbâb-ı
|
|
ulûmumuzun kahtlığından nâşî bu âsâr-ı atîka ictimâ‘-gâhlarına dâ’ir hiçbir
|
|
neşriyyâtımız yoktur.” demeye mecbûr oluyor idim. Evet eski Merv şehrini
|
|
adam akıllı ziyâret edecek kimesne artık sonradan târîhi pek iyi öğrendim
|
|
diyebilir.
|
|
Doğrusu bu yerlerde bulunan her akl-ı selîm sâhibi bir taraftan hayâtın
|
|
ne demek olduğu hakîkat pek güzel öğrenebileceği misillü hayâtın son derece serîu’z-zevâl
|
|
olup kürre-i arzın da en büyük âsâr-ı umrânın bile pek muvakkat şey olduklarını derhâl anlar.
|
|
Rehberim bu esnada bana mezkûr
|
|
enkâzın türlü türlü taş yığınları arasında nâdir olmayarak karakulak veyahut
|
|
vaşak veya tilki ve bazen çakallar bile yer alır yuvalar yaptığını söylemek üzere
|
|
iken bir cihette küçük çapta Mısır ehrâmını îmâ etmekte olan taşlar yığını
|
|
arkasından hakîkat hem tilkiyi hem de çakalı andıran bir mahlûkâtın fırladığı müşâhede olundu.
|
|
Ammâ bu hayvân bi’t-tabî‘ benim silâhımı hazırlayıp nişân almaklığımı da beklemeksizin ortadan zâyi‘ olup gitti.
|
|
Fakat ben vaktiyle Kudüs civârında da bir mahalde işbu keyfiyeti andıran bir hâdise
|
|
gördüğümü hatırladım. Orada da ben bir Türk rehberi ile dolaşmakta
|
|
iken bu yolda bir acîb hayvân zuhûr edivermiş idi. Biz mezkûr ziyâretten
|
|
dönüşte arâzinin ta‘rîfi nâ-kâbil düz bulunmasından nâşî be-gâyet uzun
|
|
ve uzak mesâfeden gelmekte olan yük trenini gördük. Doğrusu trenler de
|
|
buralardan geçerken gûyâ sâlifu’l-beyân şehir harâbesini ve kezâ orada yığın
|
|
yığın duran kocaman taş sütûnları ile kasrlar misillü taşları sarsıyormuş gibi
|
|
bir te’sîr his olunur. Lâkin mezkûr tren bile artık kim bilir ne kadar asr akdem burada üçlü Londra’yı
|
|
ihâta edebilecek cesâmette bulunan şehrin enkâzı ve harâbeleri yanlarına gelir gelmez oyuncak mesâbesinde kalıyor.
|
|
Biz dönüşte takrîben on kilometrelik mesâfe dâhilinde kumsal arâzi hâricinde
|
|
bir de birtakım dikenli çiçek veyahut meyveleriyle câlib-i nazar-ı dikkat olan
|
|
yabânî çalılar ve küçük çaplı ağaçlar gördük. Otlar ise ekseriyyetle yosun
|
|
cinsinden ve fakat kurak yerlerde neşv ü nemâ bulan yosunlardan idiler.
|
|
Hâsılı ben Merv harâbe-zârından sonra dünyânın hiçbir şehrine ta‘accüb
|
|
etmeyeceğim. Zîrâ Merv’in enkâzı cidden akıllara hayret verecek derecede
|
|
olup insânın zihnini tahrîş eder. Ve hem de onu gören her seyyâh artık
|
|
enkâzı i‘tibâriyle de fevkalâde vâsi‘ bulunacağı anlaşılan mezkûr eski zamân
|
|
şehrini ve ahâlisini ve onların tarz-ı ma‘îşetlerini uzun uzadıya düşünür.
|
|
Biz burada havânın ağır sıcağı ile berâber son mertebe acıkarak dosdoğru
|
|
Murgâb çiftliklerinde vâki‘ Çar ’ın sarayına geldik. Ve ben bizi kendi dâ’iresinde
|
|
istikbâl eden çiftlik müdürünü görünce merkûma hitâben: "Aman
|
|
Mösyö sizin memleketiniz hakîkaten akıllara hayret verecek derecede şâyân-ı
|
|
istiğrâb ve ta‘accüb imiş” demeye mecbûr oldum. Müdür dahi sözümü
|
|
tasdîk edip "Evet ben tam dört senedir burada istihdâm edildiğim hâlde
|
|
bile işbu acîb toprağın esrâr-ı hafiyyesini henüz anlayamadım. Ve binâen
|
|
alâ zâlik şimdi ben dahi i‘tirâf ederim ki burada seyyâhlar ile erbâb-ı ulûm
|
|
için bitmez tükenmez mertebede kesretli, şâyân-ı istiğrâb mevâdd ve âsâr
|
|
mevcuttur. Hele memâlikin vüs‘atı da pek büyük olduğundan burada herkes
|
|
istediği misüllü atını oynatabilir. Ve dâ’imâ yeni bir şey bulur” dedi.
|
|
Bu sırada bizim mükâlememize karışan uzun boylu ve hem de gâyet zayıf vücûdlu
|
|
esmer ve miyoplara mahsûs gözlüklü kâtib bana dönerek "Ancak acaba
|
|
bizim Rusya ’da erbâb-ı ulûmdan bu yerlere dâ’ir merâk eden var mıdır? İşte
|
|
asıl cây-ı su’âl olan keyfiyyet de budur” dedi. Müdür ise onun bu sözüne
|
|
karşı "Doğrusu bunu ben kendim de bilmiyorum. Ve lâkin akvâ-yı melhûz
|
|
olduğuna göre Rusya erbâb-ı ulûmu içinde bunu bilmeyenler olmamalı.
|
|
Yoksa onlar ellerini kavuşturup Petersburg ’da oturmazlar idi” dedi.
|
|
Ve tamâm bu hengâmda ta‘âmın hâzır idüği bildirildiğinden biz hepimiz sofra
|
|
başına geçmek için gittik. Sofra ise hakîkat Petersburg usûl-i mu‘âşeretine
|
|
muvâfık sûrette tertîb edilmiş idi. Ve müdürün elli yaşlarında bulunan zevcesi
|
|
dahi benim sağımda bulunuyor idi. Binâenaleyh ben onunla da
|
|
konuşup yerlilerin familyalarından bildikleri olup olmadığını öğrenmeye
|
|
çalıştım. Çünkü daha şimendifer treni vagonunda N’den istimâ‘ eylemiş
|
|
olduğum ma‘hûd acûze hân familyasına dâ’ir ma‘lûmât almak arzûsunda
|
|
idim. Ancak zavallı kadın biraz hastalıklı olduğundan yerli kadınlarıyla çok
|
|
münâsebâtta bulunamadığını beyân etti.
|
|
Ba‘dehû ben yine de bahsi o günkü müşâhedâtımıza intikâl ettirdim.
|
|
Ammâ mezbûre artık kendisinin oradaki âsâr-ı atîkalar ile şâyân-ı
|
|
ta‘accüb mevâddan alışmış bulunduğunu söyledi. Diğer taraftan memleketin
|
|
Avrupalılar için yalınız kışın ve ilk bahar mevsimlerinde yaşanabilecek
|
|
idüğini yoksa yaz ile son bahârda aslâ iskân edilemeyecek sıcaklar hüküm
|
|
sürdüğünü de beyân eyledi. Fi’l-vâki‘ bu keyfiyyet artık burada külliyyetli
|
|
ta‘dâd da ipek ve pamuk ve pirinç ve üzüm ve bir takım sıcak memâlik
|
|
hâsılâtı husûle gelmesi ile dahi sâbit oluyor idi.
|
|
Diğer taraftan biz sonra buraya ticâret veya san‘at icrâsı için gelen
|
|
bir takım Avrupalılara tesâdüf ettiğini de dahi aynı ma‘lûmatı işittik. Şöyleki:
|
|
iki seneden beri mevkifde istihdâm edilmiş bir Frenk bana hitâben:
|
|
"Eski Merv , civârında yaz günleri güneşin hakîkat emsâlsiz sûrette ortalığı
|
|
kavurduğunu anlattı. Bu minvâl üzere merkûmun ifâdesince yazın çok vakit
|
|
Avrupalıların burada nefesleri kesilecek derecelerde harâret-i şems hüküm-fermâ olmaktadır.
|
|
Çok vakit mehmâ-emken teneffüs edebilmek üzere
|
|
kuyular tarzında hafr edilmiş mahzenlere inmek iktizâ eylemektedir.
|
|
Ez-cümle odalarda gündüzleri güneş ziyâsının geçmesi için hiçbir aralık
|
|
bırakmamak şartıyla perdeler örtülür ki mâ‘adâ oturulan yerlerde veyahut
|
|
yatılacak yataklarda mehmâ-emken serinlik husûle getirmek için çarşafların
|
|
ve kanepe veya koltuklu ve sandalye örtülerinin sık sık ıslatıldıklarını ve
|
|
fakat onların yine de pek azar zaman içinde kuruduklarını söylediler. Bu
|
|
minvâl üzere işbu memleket havasına mahsûs ilk hâssa fevkalâde yebûsettir.
|
|
Bundan nâşî demin ta‘rîf ettiğim tarzda alışmayan ve burada doğmayan
|
|
kimseler için teneffüs zorlukları his edilmesi tabî‘îdir. Fazla olarak ben
|
|
her yerde geniş ağızlı testiler ve kezâ yassı tabaklar ve yalak biçiminde bir
|
|
takımı balçıktan ma‘mûl ve bir takımı fağfûr ve çini büyük kâselerle sular
|
|
durduğunu görünce sâlifu’l-beyân madama dönüp "Bunlar nedendir?” diye
|
|
sordum. Mezbûre ise bu gibi kurak ve binâenaleyh havası usreti teneffüsü
|
|
mûcib mahallerde ilk ittihâz olunacak tedâbirden biri de budur... Ve lâkin
|
|
biz bundan da bir türlü hayır göremiyoruz. Ve her zaman dudaklarımızda
|
|
ve burun deliklerimizde kuraklık hissediyoruz. Odalardaki bu sular ise çabucak tebahhur edip
|
|
uçuyorlar” dedikten sonra beslemeye hitâben "Onlara
|
|
yeniden su koymayı emretti. Mezbûre de tıpkı bahçe sulamaya mahsûs
|
|
ve ibrik biçimindeki kova ile bi’d-defeât sular getirip kurumuş ne kadar zarf
|
|
var ise doldurdu. Müdürün zevcesi ise sözüne devâmla: "Burada besleme ve
|
|
hizmetkâr bulmak da pek güçtür. Çünkü onlar çok vakit ziyâdece gezindikde bayılırlar.
|
|
Ve hem de hiçbir yerde çok kalmayıp gerisin geri şarka dönmeğe çalışıyorlar.
|
|
Ve bazı vakit tekmîl insanlara ta‘rîfi nâ-kâbil rehâvet çöktüğü
|
|
his olunur. Ammâ doğrusunu söylemek lâzım ise bu gibi ahvâlde dimağ bile
|
|
sanki kaynıyormuş misillü kulaklarda acîb çâk in‘ikâsları duyulur. İmdi bu
|
|
gibi esnâlarda ne düşünmek ne kırâ’at etmek ne iş görmek ne işittirmek ve
|
|
ne de keyfe mâ-ittafak bir şeyle uğraşmak mümkün değildir.
|
|
Bu minvâl üzere işbu memlekette ve güneş sanki semâya irtifâ‘ kesb etmeğe başlar
|
|
başlamaz ortalığı kasıp kavurmakta ve bu hâl onun gurûbu zamanına dek
|
|
devâm etmektedir. Burada akşam karanlığı pek az devâm eder. Ve binâenaleyh
|
|
mehtâpsız gecelerde karanlık çabucak çöker. Ma‘mâfih çok vakt geceleri
|
|
de sıkıntılı olarak geçmektedir. Ve bi’l-farz cüz’îce hava kesb-i i‘tidâl ettikte
|
|
diğer bir mahzûr baş göstermektedir. Bu ise işbu memleketin be-gâyet
|
|
hûn-rîz ve inâtçı bulunan sivri sineklerinin her kangı bir yerde en cüz’î eşî‘a
|
|
görünce yüzlerle ve binlerle hücûm etmeleridir. Fi’l-vâki‘ tabî‘at da sanki
|
|
onların cinâyetlerine iştirâk ediyor. Çünkü vücûd muttasıl terlemeden
|
|
ve bundan nâşî kanın suya ihtiyâcına mebnî ikide birde su içilmesinden
|
|
her zamân terli ve binâenaleyh açık bulunduğundan doyalı
|
|
mezkûr sivrisinekler pek kolaylıkla ve hem de hemen vücûda konar konmaz
|
|
iğnelerini batırıp kanı emmeğe başlarlar. Böylece dediğim hûn-rîz ve hûnhâr
|
|
hayvânât-ı sağîreden hiçbir yerde barınmak kâbil olamıyor. Zîrâ burada
|
|
seyrek cibinlikten istifâde olunamaz Ve fi’l-hakîka onlardan geçebilen
|
|
tatarcıklar da mebzûldür. Biraz sık olduğu takdîrde ise kurak havanın teneffüsü
|
|
ile bile ızdırâb çeken nefs külliyen bunalmağa ma‘rûz olur. Nitekim bu yolda misâller dahi vardır.
|
|
İşte sivrisinekler ile buranın tatarcıkları bizim şimâlî memleketlerde yalnız
|
|
yaz mevsimine mahsûs âdî sinekler ile yabân arılarına ve hattâ arılara bile mukâyese olunamazlar.
|
|
Zâten insan onların sıkıntılı gecelerinde gerek uykudan ve gerek râhattan kâmilen mahrûm olup
|
|
nerede barınabileceğini bile bilemiyor. Ve binâen alâ zâlik Merv çöllerinin
|
|
işbu belâsı sâ’ir birçok belâları pek geride bırakacak kadar dehşetlidir” dedi.
|
|
Doğrusu yaşlı ve hayli derdler geçirdiği anlaşılan Madabe Bey acıdığımdan
|
|
ben bir aralık "Acaba yerliler da buna karşı bir çâre bulamamışlar mıdır?” diye suâl ettim. Kadın bu sözüme karşı
|
|
|
|
-"Hayır onların sözlerine i‘timâd edildiği takdîrde bile ol bâbda tavsiye
|
|
eyledikleri tedbîr yapılamaz” dedi. Ben "Ne gibi ve neden?” diye sordum.
|
|
Kadın:
|
|
|
|
-Çünkü onların tekmîl vücûdun yani ile tılâ’ edilerek
|
|
yatıldığı hâlde sivrisinekler dokunmuyorlar imiş. Hâlbuki bunun be-gâyet
|
|
ağır kokusundan ve husûsan sıcak ve nefes sıkan havada uyumak da kâbil
|
|
olamaz. Şurası da şâyân-ı dikkattir ki bizim sivri sineklerimiz insânı bir
|
|
kere soktukları hâlde gûyâ iğnelerini mesâmmât-ı cildiyyede de bırakmışlar
|
|
misillü sabâha dek kaşınmaktan başka çâre yoktur. Ve bi’l-farz insân onları
|
|
telef etse bile sanki yine de kendi üzerinde konduklarını hiss ediyormuş gibi
|
|
duygudan kurtulamaz. Ferdâsı günü ise sokulan mahallerde müdhiş yanıklar hem de
|
|
kırmızı renkli kabarıklar peydâ olur. Sâlifu’l-beyân kabarıklar ise
|
|
vücûdun sıcak su ile haşlanması kabarıklarına da benzer. Fakat haşlandığı
|
|
zamân kabarıklar beyâz olup bu memleket sivrisinekleri sokduktan sonra ise
|
|
kırmızı olur” dedi. Ba‘dehû mezbûrenin bu memleket ahvâl-i iklîmiyyesine dâir
|
|
ifâdâtı da nazar-ı dikkatimi celb etti. Şöyle ki: müdürün familyası
|
|
burada Avrupalılar için en nünâsib mevsimlerin kış ile ilkbahâr idügini ve
|
|
bilakis aslâ ikâmeti câ’iz olmayan mevsimlerin yaz ve sonbahar olduğunu
|
|
beyân etti. Ammâ kış mevsiminde pek nâdirâttan olarak kar serptiği günler
|
|
olsa bile hiçbir yerde zemînin karı kabûl etmediği de muhakkak olup hâlbuki
|
|
Avrupalılar için havada olanca rutûbet husûle gelmesi artık teneffüsü
|
|
teshîl etmekte imiş. Hele memleketin sonbahârında bazı günler Avrupalı
|
|
insânlar için âdetâ bulunuyormuş. Fakat bizzât kendimin buna bir
|
|
türlü zihnim ermedi. Sonra ben mezbûreye dönüp Çar ’ın bu kalabalık
|
|
nüfûsu hâvî çiftliğinde ahâlinin ne misüllü eğlencelerle vakit geçirdiklerini
|
|
de suâl ettim. Kadın: "Bizim eğlencelerimiz pek ma‘dûddur. Vâkı‘â erkekler için
|
|
eğlence belki de şimâl memleketlerinde çoktur. Zîrâ onlar hemen
|
|
her mevsimde sayd-şikâr husûsunca eksik görmezler. Alelhusûs kuş cinsinin
|
|
çokluğu ve ihtilâf-ı cins pek ziyâdedir. Burada bazı senelerde sülünler bizim
|
|
Petersburg ’un kargaları ile kestane kargaları kadar çoktur. Ve diğer bazı senelerde
|
|
yabân ördeği ile çulluk, keklik ve bıldırcın da bitmez tükenmez denilecek mertebede mebzûldur.
|
|
Hulâsa-i kelâm "Siz bir müddet misâfir kalacağınızdan kocam sizi dediğim evlerin her birine götürecektir. Ol vakit
|
|
kendiniz de bu dediklerimi tasdîk edersiniz” dedi. Ben "Acaba çalgı vehayut
|
|
hânende cem‘iyyetleri de tertîb olunmuyor mu? diye sordum.
|
|
|
|
Mezbure:
|
|
|
|
-"Vâkıâ bizim kulüp ittihâz ettiğimiz bir binâ da vardır.
|
|
Ve orada arasıra bu memleket çalgılarında mahâretli bulunanlar mûsikî eğlenceleri de
|
|
tertîb ederler. Lâkin bu ta‘rîf eylediğim şeyler seyrektir. Hâsılı burada harp,
|
|
kemân, kemençe ve kezâ yerlilerin kaval ve birtakım tellerden yapılan çalgıları pek güzeldir” dedi.
|
|
|
|
Bu minvâl üzere benim Murgâb çiftliklerine
|
|
dâir aldığım işbu ma‘lûmât ne yalan söyleyeyim beni pek düşündürdü. Zîrâ
|
|
burada artık pek eski zamândan beri âsâr-ı umrân ve medeniyyet te’sîs eylemiş bulunan kavmin elbette
|
|
fusûl ve mevâsim-i erba‘anın hepsini burada
|
|
geçirmiş olmaları iktizâ ettiğinden onlar tarafından ister ahvâl-i iklîmeye
|
|
karşı ve ister kadının ta‘rîf eylediği sivrisinek ve tatarcık belâları aleyhinde
|
|
mutlakâ tedâbîr düşünülmüş olacaktır. Yoksa onların böyle sayılamayacak
|
|
kadar kesretli asırlardan beri pâyidâr kalan âsâr-ı sâbiteleri meydâna getirmelerine de
|
|
ma‘nâ verilemez. Acaba öte yerler neden ibâret olmuştur. İşte
|
|
böyle şeyler de cidden taharrî olunmağa şâyândır. Ale’l-husûs benim Petersburg’dan
|
|
hareketimden pek az zamân evvel Devlet-i Aliyye ’nin İzmir vilâyeti
|
|
dâhilinde bir Alman âsâr-ı atîka taharrîsi şirketi ma‘rifetiyle icrâ kılınan
|
|
taharriyyât esnâsında mükemmel âlât-ı cerrâhiyye ile eğrelti kol ve bacak ve
|
|
ayak misillü şeylerin zuhûr eylemeleri eski zamân akvâmının her şeye akıl
|
|
ve fikirleri erdiğini isbât etmiş idi. Binâenaleyh ben ol bâbda kendi kendime
|
|
pek ziyâde zihnimi yordum. Her ne hâl ise Çarın emlâkı bulunan Murgâb
|
|
Çiftliği’nde pek nâdirâttan olarak oraları ziyâret için gelen Avrupalı
|
|
veya Rus mûsikî veya sâ’ir tiyatroculuk sanatkârı vürûd ettiği zaman o gibi
|
|
teatraldan san‘atlar icrâ ettirilmesi de vukû‘ buluyormuş. Binâenaleyh müdürün
|
|
familyasının beyân eylediği üzere asıl adamakıllı eğlenceler pek ender
|
|
imiş. Biz esnâ-yı ta’âmda sofrada ikisi kadın ve altısı erkek olmak üzere sekiz
|
|
kişi idik. Doğrusu pek sürekli yolculuk zamânından beri Avrupa mutfağı
|
|
ta‘âmlarını da yememiş olduğumdan müdürün tertîb ettirdiği ziyâfet fevkalâde makbûle geçti.
|
|
Ta‘âmdan sonra müdür bana Çar ’ın sarâyını ve
|
|
teferru‘âtını gösterdi. Evvelce de dediğim üzere bu gâyet vâsi‘ ve hâricen de
|
|
pek rağbetli ve güzel binâ olup cephesi bahçenin iki tarafı kocaman ağaçlarla
|
|
muhât bulunan ağzına nâzırdır.
|
|
|
|
Ammâ onun üst katına çıkılıp da ön cihete doğru ufka göz gezdirilirse Tevrât’ta
|
|
mestûr Âsuriyye asıllı bahçelerini ve kezâ Hazret-i Süleymân’a
|
|
isnâd olunan sefâhet devrini hatırlamamak gayr-i kâbildir.
|
|
Zîrâ göz görebildiği vüs‘atta olarak öylece önüne bakan kimesnenin önünde yayılan
|
|
durumdur. Lis denilen kumsal arâziyi isti‘âb eden bahçedeki letâfeti
|
|
ne Petersburg ’da ne dünyânın başka yerinde arayıp bulmak kâbil değildir.
|
|
Zâten bu keyfiyyet akdemce ta‘rîf ve beyân eylediğim arâzi ahvâl-i tabî‘iyyesinin
|
|
yardımına da merbûttur. Geceleri mezkûr bahçenin cihât-ı muhtelifesinde kebîr elektirikli
|
|
kürreler yakıldığından artık orada dâ’imî mehtap
|
|
ışığı hüküm-fermâdır. Ve bi’l-farz en latîf gecelerin mehtâblı zamânlarında
|
|
bile artık semâdaki kevkeble mi veyahut yeryüzünde be-gâyet uzun demir
|
|
direklerdeki elektrik kürreleriyle mi ortalığın tenvîr edilmekte idüğini
|
|
kestirmek güç oluyor. Hele ötede beride ser-â-pâ yeşillikler içinde ve
|
|
hem de emsâlsiz yapraklar arasında dağılmış olan teferru‘ât binâları da pek
|
|
latîf görünüyorlardı. Burada büyük ve küçük binâlar ya türbeler tarzında
|
|
kubbeli veyahut dümdüz damlı inşâ edilmiyorlar. Ma‘mâfih her yerde en
|
|
ziyâde dikkat edilen şey az çok ikâmetgâh olabilecek yerlerin bir takım büyük
|
|
hacimli veyahut sık yaprakları hâvî ağaçlar gölgesi altında bulundurmaktan ibârettir.
|
|
Zîrâ cenûb güneşinin öylece ortalığı kavurmasından ancak
|
|
bu tedbîrle müdâfa‘a mümkündür. Hâsılı sarây ile teferru‘âtını görüp
|
|
hayli yorulduğumdan bir müddet dinlenerek kahveler ve çaylar içtikten
|
|
sonra hepimiz birlikte olmak kimimiz espuvar kimimiz ise arabalara râkib
|
|
bulunmak şartıyla Murgâb Çiftliği veya daha doğrusu Merv
|
|
Emlâk-ı İmparatorîsi nâmıyla ma‘rûf ve yeryüzünün cennet ismine lâyık
|
|
ve sezâ mahallerinden biri olan bu acîb memleket etrâf ve cevânibinde teferrüc ve tenezzüh
|
|
icrâ etmeğe çıktık. Ma‘mâfih şimâl adamlarına havanın ağırlığı derhâl hiss
|
|
olunuyor idi. Diğer taraftan rutûbetten aslâ eser bulunmadığı dahi ara sıra
|
|
kuru öksürüklere sebebiyet veriyor idi. Bizim ilk rast geldiğimiz mahal
|
|
birden bire artık ancak sonradan yetiştirdikleri zâhir ve âşikâr olan vâsi‘
|
|
meyve ve semerât-ı nâfi‘a bahş eden eşcârı hâvî ve garîb ve pek acîb bir
|
|
orman gibi idi. Burada da her seyyâhın akl ü fikrine hutûr edecek ilk hâtıra
|
|
Kadîm Bâbil sekenesinin ve be-gâyet sefâhet ve tezyînâtla ma‘rûf bahçeleri
|
|
ve kezâ Âsuriyye hükümdârları tarafından yalınız hayâlât kabîlinden târîhlerde
|
|
bırakılan ma‘hûd-ı hevâî ya‘ni mu‘allak hadîkalarını hâtırlamaktan
|
|
ibâret idi. İmdi burada mesâî-i beşerin ve dahi bazı yerlerde tabî‘at ile
|
|
kol kola girer gibi fevkalâde büyük tezyînât meydâna getirebildiği insâna
|
|
ibret-âmiz görülüyor idi. Bu takdîrce zamânımızda da Bâbil veya Âsuriyye
|
|
kavimlerinin yetiştirdikleri rivâyet edilmiş hârikulâde mesiregâhların ihdâs
|
|
edilebilecekleri müstebân oluyor idi.
|
|
İşte bu minvâl üzere kürre-i arzın her yerinde ister iklîm müsâ‘adesiyle
|
|
ister limonluklarda ve hem de pek özenilerek yetiştirilmiş ağaçların kâffesi
|
|
dediğim meyve ve semerâtı hâ’iz eşcâr ormanında zihinlere sığamayacak
|
|
mikdârda türetilmişlerdir. Bu ise ancak on üç veya on dört senelik
|
|
mesâi-i beşerle husûle gelmiş bir şey olduğundan ehemmiyet ve mâhiyeti
|
|
elbette daha ziyâde artıyor. Biz burada iken pek kocaman bâdemler ser-â-pâ
|
|
çiçek açmışlar idi. Ve kezâ benim ilk defa görebildiğim irtifâ‘larda ve pek
|
|
kalın olarak yetişmiş olan kirazlar da bembeyaz çiçek içinde idiler.
|
|
Daha ötede al renkli çiçeklere bürünerek pek uzaktan insânın rağbet
|
|
ve meftûniyyetini celb eden elma ve armut ağaçları kırmızı çiçekli şeftaliler yine de
|
|
açıkça renkli çiçekler içinde kayısılar ve onlar meyânında şimâl
|
|
insânlarının tanıyamadıkları ezhâr-ı gûn-â-gûne bürülerek ortalığı
|
|
tezyîn eden kocaman eşcâr hayret-feza idi.
|
|
Husûsiyle biz Petersburg ’da bu derece mebzûl çiçekli nebâtâtı ya saksılarda veyahut
|
|
limonluklarda görmeğe alıştığımızdan ben kendi kendime:
|
|
"Acayip! Burada bu nebâtât serbest olarak dahi bu derece büyümekte imişler” diye hayret
|
|
izhâr etmekte idim. Daha ötede besbelli işbu hârika kabîlinden bulunan ormanı türetmeğe himmet eden mâhir bahçıvanlar ara sıra
|
|
daha ziyâde gölge veren ağaçlara da lüzûm gördüklerinden onları da yetiştirmişler idi.
|
|
Bunlar meyânında en ziyâde gözüme ilişenleri a‘lâ dişbudak, kara ağaç ve kezâ yalınız buralara mahsûs bir cins koca ağaçlar teşkîl
|
|
eden akasyalar ve ötede beride ortalığı sun‘î kameriyeler hâline getiren pek
|
|
büyük yapraklı asmalar, daha ötede yine de pek cesîm ve kalın erik ve vişne
|
|
ağaçları müşâhede olunuyor idi. Lâkin bunun daha garîbi besbelli bu memlekette ziyâdece
|
|
iri üzümler husûle getirmek için dikildikleri anlaşılan bağlar
|
|
da bir mahalli kâmilen istîlâ etmişler idi. Ve onlar artık her biri pek düzenli
|
|
hesâba muvâfık aralıklarla dikilip ikide birde dallarını pek uzaklara
|
|
kadar uzatmış olan koca ağaçların sâyelerine de alınmakta idiler. Fi’l-vâki‘
|
|
ben kendi kendime başka yerlerde en ziyâde güneşe ma‘rûz bulundurulan
|
|
bağların burada neden böylece gölgelice yerlerde bulundurulduklarına hayret
|
|
içinde iken emlâk-ı imparatorî müdürü izâhat vererek burada üzüm
|
|
tânelerinin beslenmelerinin ancak bu sûretle kâbil olabileceklerini beyân
|
|
etti. Ve ben de artık işin esrâr ve hikmetine vâkıf oldum. Her ne hâl
|
|
ise biz dediğim ormanın bir cihetinden atları ve arabaya koşulu hayvanları
|
|
tırıs koşturmak şartıyla iki sâ‘at kadar zamân içinde kat edip ötede beride
|
|
yerlilerin fevkalâde acîb zirâ‘at aletleriyle bir takım şeylerle uğraştıklarını
|
|
gördük. Hele gitgide müdürün bize hitâben "Şimdi bu memleketin asıl
|
|
hayât damarlarına benzetilecek şeylerini göreceğiz” demesi üzerine dikkat ve
|
|
i‘tinâ ile bakarken buradaki ve usûllerini müşâhede eyledik. Şöyle ki uzaktan bakılınca sanki yer üzerine parlamaktan iskaraları konulmuş gibi görünen cetveller ve yerlilerin "arık” ismini verdikleri
|
|
ma‘rifetli sûrette su intişârlarına hâdim vâsıtaları hayretimizi mûcib oldu.
|
|
Buralarda rengârenk ipek kumâşlı geniş elbiselerine bürünerek birer türlü iş
|
|
gören erkek ve kadın çok idi. Ve zâten kavm-i mezkûrun kisveleri bir olup
|
|
kadınların sâde ikişer örgülü uzun saçları tefrîk ediliyor. Herhalde bizim
|
|
Petersburg’da Mâverâ-yı Bahr-ı Hazar halkının tembel diye şöhret bulmaları da gayr-ı sahîhtir. Vâkıâ onlar meyânında tembelleri de var ise de
|
|
Özbekler ve Türkmenler ve Tarancalar pek çalışkandırlar. Amma burada
|
|
tabî‘at dahi artık insânların en cüz’î uğraşmalarını pek sahâvetli sûrette tazmîn ettiğinden çalışmak için pek ziyâde medâr-ı teşvîk oluyor. Bu minvâl
|
|
üzere akdemce ve husûsiyle General Aninkof ’un yaptığı şimendifer güzergâhı boyunda seyâhat edildiği pek seyrek nüfûslu gibi görünen memleketin
|
|
birdenbire kalabalık kesb eylemesi bize büsbütün şaşıracak gibi te’sîr etti. Ve
|
|
ben kendi kendime "Yoksa başka iklîme mi girdik?” demeğe mecbûr oldum.
|
|
Hâsılı biz daha ötede fevkalâde de acîb tabi‘î koşuluk denilecek gibi
|
|
dümdüz ve ötede beride yabânî güller ve kezâ arasıra neşv ü nemâ bulan
|
|
pamuk ağaçlarını hâvî mahalde sürülerle sülünlerin birer cihete uçtuklarını
|
|
müşâhede ettik. Bu latîf kuşların kırıtarak yerde yürümeleri ne kadar hoş
|
|
görünüyor ise uzun kuyruklarını uzatıp uçmaları da fevkalâde hoş manzara
|
|
teşkîl eder. Ammâ asıl mûcib-i ta‘accüb ve istiğrâb olan cihet tuyûr-ı
|
|
mezkûrenin çokluğudur. Hâlbuki bizim Petersburg’da bu artık zînet kuşlarından ma‘dûddur.
|
|
Burada hava son mertebe sıcak olduğundan insân
|
|
ber-emn olmak şartıyla demin ta‘rîf eylediğim cedvellerle kanallara münkasim sulara derhâl
|
|
soyunup atlamak istiyor. Lâkin sırası gelmiş iken şurasını
|
|
da beyân edeyim ki biz artık burada yalınız seyâhat urbalarına bürünerek
|
|
yani astarsız beyâz pamuk bezden dikilmiş askervâri setri ve pantolon ile
|
|
başlarımıza da sarık sarılmış kasketler koyup geziyor idik. Ve bu hâlde de
|
|
muttasıl terliyor idik. Her ne hâl ise bu iklîmde seyâhat edecek
|
|
kimesnelerin en ziyâde dikkatle gözetmeleri iktizâ eden a‘zâ şüphesiz başlarıdır.
|
|
Ve bunun için İngilizlerin Hindistân orduları için kabûl ettikleri sarıklı kasketten
|
|
a‘lâ bir şey olamaz. Ammâ bu yolda kasket edinilemediği
|
|
takdîrde şarklıların ve Hinduların sarıkları ehem ve elzemdir. Çünkü ben
|
|
sürekli seyâhatimdeki tecrübelerimden de güneşin şimâl insânlarına en büyük zararının
|
|
dimâğ vasıtasıyla dokunduğunu pek iyi anladım. Gitgide biz
|
|
kendimizi harikulâde kavuran güneş ile sudan ve yeşilliklerden ibâret âlem
|
|
içinde bulduk. Böylece biz sanki yalnız bu yoldaki anâsıra tâbi‘ bulunuyorduk.
|
|
Ve fakat mevâdd-ı tabî‘iyye-i mezkûre burada en cüz’î ihtimâmla bile çöl ıtlâkına
|
|
şâyân ve yalnız kumsal dümdüz arâziden ibâret yerleri
|
|
sanki sihirbâzlıkta birdenbire meydâna getirilebilen bir şey tarzında ortalığı
|
|
cennet bahçelerine ve Tevrât ’ta evsâfları beyân edilen Âsuriyye ve Bâbil
|
|
ahâlisinin hadâik-ı mu‘allakalarına benzetmektedir. Âkıbet biz sülünleri çok
|
|
yerden de geçip çöle Afrika vâhaları tarzında çıkıntı peydâ eden orman
|
|
boyunca yine de yarım saat kadar konuşa konuşa gittik. Artık tamâm
|
|
gün ortası zamânına müsâdif olduğundan ormanın içi gûyâ bir çok askerlerin
|
|
ta‘lîmleri icrâ kılınırken çalınan boru sadâları tarzında akla ve fikre
|
|
gelmeyen böcek ve arı ve sinek ve sivrisinek vızıltıları ile cızırtılarıyla me’lûf
|
|
idi. Ve ben benimle yanyana güzel Özbek atına râkiben giden müdüre söz
|
|
söylemek için var sesimle bağırarak lâf etmeye mecbûr oluyor idim. Sonra
|
|
biz birdenbire müte‘addid cihetlere doğru Petersburg’un bulvarları tarzında
|
|
her iki tarafı bir sûret-i mütesâviye ve müntazamada mağrûs badem
|
|
ağaçlarıyla muhât yollar müşâhede edildi. Ol vakit be-gâyet musanna‘ saplı
|
|
kamçının ucuyla bana sâlifu’l-beyân hutût-ı mütekâtı‘ tarzındaki bulvarları
|
|
gösteren çiftliğin müdürü "Bu tamam altmış desyatinalık ve yalınız bâdem
|
|
ağaçlarından ibâret müsta‘meredir” dedi. İmdi Rus desiyatinası takrîben bir
|
|
buçuk dönüm yeri isti‘âb ettiğinden mezkûr mahallin takrîben doksan dönümlük
|
|
arâzi teşkîl eylemesi îcâb eder. Hâsılı emlâk-ı imparatorî müdürü
|
|
eşcâr-ı mezkûre çiçek açıp yeşilliklere büründükleri zamânda görülen manzaralarını uzun uzadı anlattı.
|
|
Ancak bizim geçtiğimiz mevsimde onlardan takrîben yarısı sert ve koyu renkli
|
|
dal budaklardan ibâret gibi görünüyorlar idi. Bu ağaçların kuvvetlerini ve
|
|
metânetlerini de tecrübe ettim. Ve hem de harfiyen ince tellerden
|
|
evrilerek yapılan cisimler misillü ne kırılmak
|
|
ve ne de kopmak bilmediklerinden zemînin kuvve-i inbâtiyyesinde nebâtâta
|
|
ne kadar büyük te’sîr icrâ kıldığını anladım. Yani burada be-her bâdem
|
|
ağacı Petersburg’un en zengin ağniyâsı limonluklarında ifrât derecede aylıklı
|
|
bahçıvânın ihtimâmı ile türetilmiş olan ağaçda mevcûd kuvveti hâ’iz idi.
|
|
Sonra biz dünyanın en büyük limon ağaçları yetiştirilen yere dâhil
|
|
olduk. Burada çalı kuşlarının çokluğu hayreti celb etti. Tuyûr-ı mezkûrenin
|
|
tepeleri ile göğüsleri kırmızı sâ’ir tüyleri serçe kuşlarından biraz koyu olup
|
|
sesleri denilen kuşun sesine benziyor idi. Limon ağaçları be-gâyet
|
|
mütenâsibu’l-endâm bembeyaz üzerinde sapsarı başakları hâ’iz süpürgeler
|
|
tarzında müntehî oluyor. Ve artık dediğim tarzda acîb bir orman
|
|
hâlini teşkîl eylemesi üzerine husûle gelen manzaranın letâfetini tasavvur ve
|
|
tahmîn etmek mümkündür. Âkibet emlâk-ı imparatorî müdürü
|
|
bizi ya‘ni takrîben yüz elli dönüm murabba‘ı mesâfesini
|
|
hâvî ve münhasıran bağların ecnâs-ı muhtelifesine tahsîs kılınan yere götürdü.
|
|
Ve doğrusu onun bana verdiği tafsîlât pek uzun olduğundan ben el
|
|
defterime sûret-i mahsûsada kayıt yürütmeğe mecbûr oldum. Bu vâsi‘ bağda çavuş, misket, oporto,
|
|
rislink, başiğat, tâifi, halîlî kızıl, parmak ve sâ’ire
|
|
cinsler mevcûd idi. Ve bana verilen izâhata göre burada be-her
|
|
yetiştirilmiş bağdan bin pud üzüm
|
|
alınabilmektedir. Hele mezkûr üzümlerden ister şampanya ve ister sofralarda
|
|
ta‘âm esnâlarında içilen ve ister sâde muhtelif meyvelerle içilmekte olan
|
|
şarâblar dahi i‘mâl edilmektedir. Âkibet bağlar da hitâm bulduğundan biz
|
|
birkaç kilometrelik mesâfe boyunda arâzinin yalnız limon ağaçlarıyla ve
|
|
pirinç tarlalarıyla mestûr bulunduklarını müşâhede eyledik. Burada dahi
|
|
artık mesa‘î-i beşer pek ziyâde sarf edilmiş idi. Bu minvâl üzere etrâf
|
|
ve cevânibe türlü türlü manzaralar bahşeden tarlalar dahi hayret-fezâ görünüyorlar idi.
|
|
Ve fi’l-vâki‘ onlardan birtakımları koyu yeşil veya sarımtırak
|
|
yeşil veyahut mâîce renkli olmak şartıyla henüz yeni üretilmeğe başlanmış
|
|
diğer bir takımları ise henüz tarla hâlinde idiler. Hâsılı bazı yerlerde henüz
|
|
zirâ‘at icrâ kılınmakta idi. Ve doğrusu bu yerlilerin zirâ‘at âletleri de akla ve
|
|
fikre sığmayacak derecede acîb idi. Amma asıl şâyân-ı dikkat cihet kavm-i
|
|
mezkûrun tarlalar zer‘ine dahi pek elverişli bulunmalarından ibâret idi.
|
|
Ben bir aralık emlâk-ı imparatorî müdürüne dönerek "Acaba buralardaki mezrû‘
|
|
arâzi daha çok sürecek midir?” diye sual ettim. Merkûm bu
|
|
sözüme cevâben "Tahmînen on verst ” süreceğini beyân
|
|
eyledi. Ben bunun üzerine bunların hepsi imparatorun emlâk idâresi ma‘rifetiyle mi idâre olunuyor?” dedim. Merkûm:
|
|
|
|
-"Hayır. Artık hepsine bizim yetişemeyeceğimiz şüphesiz olduğundan bir
|
|
hayli kısmını Türkmenlere icâra veriyoruz” dedi. Ben ta‘accüble:
|
|
|
|
-Çok şey bizim Petersburg ’da ve umûmiyetle Rusya ’da Türkmenler
|
|
âdetâ çapulcu göçebe ve hiç emniyyetsiz gibi gösterilmektedirler. Bu
|
|
takdîrce bu yalandır.. Ve onlar evvelce zirâ‘at icrâ etmek husûsunca dahi
|
|
isti‘dâda mâliktirler, öyle mi?” dedim. Müdür bu sözüme cevâben:
|
|
|
|
-"Onlar pek iyi zürrâ‘ ve pek ziyâde çalışkan insânlardır. Ve binâenaleyh
|
|
onlar evvelce bir kaç sene için icâr ettikleri arâziden külliyetli kâr ve temettu‘
|
|
dahi kazanmağa muvaffak oluyorlar” dedi. Bunun üzerine ben:
|
|
|
|
-"Doğrusu nasıl olup da Mâvera-yı Bahr-ı Hazer’e en yakın yerlerden ve
|
|
meselâ Kafkasya ’nın ile Ural Dağı arkasındaki ovalardan
|
|
buraya hâlis Rus zurrâ‘ı gelmediğine pek te’essüf ettim. Fi’l-vâki şimdiki
|
|
fıkdân-ı arâzi buhrânı esnâlarında artık bu cihet dahi iyice düşünülmeli idi.
|
|
Ammâ burada yinede en ziyâde şâyân-ı dikkat olan cihet iskâ-yı arâzi husûsundaki hârikulâde mahâretten ibârettir. Zîrâ insân herhangi cihete bakacak
|
|
olursa orasının hârikulâde kanal ve cedvellerle mestûr olduklarını ve hem
|
|
de sâlifu’l-beyân cedvellerde uzaktan gümüş gibi parlak sular cereyânını ve
|
|
bu suların bazı yerlerde otuz, kırk yani tahmînen altmış ile seksen
|
|
metre irtifâ‘lara çıkarıldığını müşâhede eder. Gitgide biz ötede beride
|
|
âdî balçıktan yapıldıktan sonra bembeyâz badana edilmiş olan tektük ve pek
|
|
küçük hâneler dahi görmeye başladık. İmdi ben onlara hayret ettiğimden
|
|
emlâk-ı imparatorî müdürü mezkûr acîb ikâmetgâhların ber-vech-i bâlâ
|
|
ovaları iskâ ve irvâ etmekle mükellef tarla bekçilerinin olduklarını söyledi.
|
|
İmdi ben merkûma dönüp:
|
|
|
|
-"Öyle ise bunlardan keyfe-mâ-ittefak birini ziyâret edebiliriz değil mi?”
|
|
diye sordum. Müdür de:
|
|
|
|
-"Şüphesiz ziyâret mümkündür” dedi.
|
|
|
|
Ve biz ilk rast gelen kulübe gibi hânenin şâyân-ı hayret çitinden içeriye
|
|
dâhil olduk. Lâkin doğrusu bu memlekette artık ol vecihle hâricten
|
|
bile enzâr-ı dikkati be-gâyet câlib bulunan iskâ ve irvâ-yı arâzi inşâ‘âtı dâhilen hakîkat son mertebe teferru‘âtı dahi şâmil bulunuyormuş. Şöyle ki: asıl
|
|
kanalların mecrâları fevkalâde güzel yontulmuş taş muhât olup
|
|
sedd ü bend kanatları hâvîdir. Böylece onların îcâbı hâlinde kaldırılıp indirilmeleri üzerine istenildiği yerlere sular veriliyor ve istenildiği mahallerin
|
|
suları kesiliyor. Doğrusu burada ismiyle ma‘rûf kum tanelerinden husûle gelen toprak da tıpkı sekene-i mahalliye misillü suyu emmek husûsunca
|
|
ta‘rîf olunamayacak derecede aç gözlülük izhâr ettiğinden ekserisi
|
|
uzun yenli ve geniş papaz urbaları misillü şeyler giyinip diz kapak altları ile
|
|
dirseklerine kadar sığanmak şartıyla çalışan bu gayûr ve müsta‘id adamların
|
|
nasıl olup da sâlifu’l-beyân sünger gibi derhâl suyu emiveren toprağı sulayabildiklerine
|
|
şaşmamak gayr-i kâbildir. Nihayet biz oradan da çıkıp tekrar
|
|
atlarımıza ve arabalarımıza binerek daha bir müddet gittik. Ve ba‘dehu diger bir
|
|
yola sapmamızdan az bir zaman geçtikde buranın Türkmenlerinin
|
|
köyleri ile tarlalarını dahi görmeye başladık. Burada en ziyâde bir
|
|
cins cüce öküzlerle zirâ‘at icrâ olunuyor. Hele saban bence ilk benî beşer
|
|
zamanında olduğu gibidir, denilebilir. Yani son mertebe sakîl, kaba ve hâl-ı
|
|
ibtidâiyyededir. Zer‘ edilen yerlerde toprak hayli derin yerlere kadar nemli
|
|
görünüyor. Ma‘mâfih demin ta‘rîf eylediğim kaba saba saban bu toprak
|
|
için son mertebe elverişli olup mezkûr sabanla saban sürülür sürülmez her
|
|
tohum ekilince derhâl tutmaktadır. Biz ol vecihle mezkûr tarlayı ve oradaki
|
|
zirâ‘at ameliyyâtını seyr etmekte iken geçtiğimiz yoldan duman gibi
|
|
tozlar kaldırdığını gördük. Ve acabâ ne var diye baktığımızda buranın çobanları
|
|
ile koyun sürülerini gördük. Koyunlar büyük kuyruk yağlarını hâvî
|
|
cinstendir. Fakat imparatorun emlâkı müdürü onların kuyruk yağlarının
|
|
bi’l-ameliyyât çıkarılarak kuvveti ete verdirmek tecrübelerinin de muvaffâkiyyetle
|
|
hitâm-pezîr olduğunu söyledi. Hâsılı bu memleket çobanları da
|
|
başka memleketin çobanlarına benzemezler. Onlar a‘lâ Türkmen atlarına
|
|
binmişler idi. Ve birer ellerindeki uzun ve pek ince sırıklarıyla sürülerini
|
|
istenilen mahalle derhâl sevk ediveriyorlar idi. Bu esnâda sürünün önünde
|
|
hakîkat inanılamayacak mertebede muntazam saflarla dizilmiş
|
|
ve hem de pek mebzûl sakallı ve eşkâl-ı muhtelifede helezon-vârî kıvrılmış
|
|
boynuzlu keçiler gitmekte iken arkalarında pek tüylü ve kabarmış vücûdlu
|
|
koyunlar sanki yarışarak hareket ediyorlarmış misillü gitmekte idiler. Hâsılı
|
|
şiddetli harâretten bu hayvânlara da tembellik ârız olduğu anlaşılıyor idi.
|
|
Sonra daha öteye gittik ve burada artık Türkmenlerin sakal ismi verilen
|
|
kulübeleri ictimâ‘gâhına muvâsalat ettik. İşte Mavera-yı Bahr-ı Hazar
|
|
Türkmenlerinin köyleri de bu idi. Burada her Türkmen ailesi kendi kulübesi
|
|
için behemehâl tepe gibi yüksekçe yeri intihâb etmiş idi. Ve hem de ağleb
|
|
ihtimale göre onlar burada eskiden kalmış olan ikametgâh yerlerini öylece
|
|
mesken ittihâz etmişlerdir. Çünkü onların kulübe yapmak için kullandıkları
|
|
mevâdd ve hârâc hep eski bina harâbezârlarındaki şeylerden ibâret idi. Biz
|
|
bir aralar eskiden bir takım yüksek ve sağlam duvarlar olacağı istidlâl edilen
|
|
enkâzları da gördük. Fakat onlar mürûr-ı zamânla berbâd hâle gelmişler
|
|
idi. Biz bir mahalde hayli yüksekte pencere aralıklarını de müşâhede
|
|
edebildik. Ve binâenaleyh binlerce seneler akdem yaşayan eski Merv sekenesinin
|
|
dahi tıpkı bizim gibi kapı ve pencereli binâları iskân etmiş bulunacaklarını istidlâl ettik. İmdi ben kendi kendime:
|
|
|
|
-"Kim bilir binlerce seneler akdem o pencerelerden ne misillü insanlar bakmışlar ve şimdi çiğnemekte olduğumuz yerleri de ne gibi adamlar
|
|
çiğnemişlerdir.” diye düşündüm. Doğrusu bu sırada bizim râkib olduğumuz atların zarîf ziller kanalıyla çıngırakları ve kezâ araba koşumlarındaki ma‘denî teferru‘âtın neşr etmekte oldukları acîb ve neşeli sesler buralar
|
|
|
|
için pek yabancı görünüyor ve akl ü fikre de acîb te’sîr hâsıl ediyorlar idi.
|
|
Gitgide akşam olmağa da başladı. Bütün etrâf ve cevânibi istilâ eden
|
|
dümdüz yerlere karanlığın çökerek buralarda pek alçak görünen semâda
|
|
yıldızlar peydâ olması da şâ‘irâne manzaralar husûle getirir. Fakat buralarda
|
|
gece yolculuklarından ictinâb edildiğinden derhâl Merv Çiftliği’ne dönmeğe
|
|
başladık. Vâkı‘â yerliler tarafından Yolbars denilen bir cins parslardan
|
|
mâ‘adâ alaca sırtlanlar bulunduğunu söylediler. Hâsılı dönüşten uzaktan
|
|
elektrik küreleri ile tenvîr edilen çiftliğin bahçesi ile civârındaki ormanların
|
|
manzaraları dahi insânı son mertebe meftûn edecek gibi müşâhede
|
|
edilmektedir. Ale’l-husûs şimdi ta‘rîf etmiş olduğum harâbezâr enkâzlardan
|
|
sonra göz önünde tecessüm ediveren sâlifu’l-beyân âsâr-ı umrân ve medeniyyet ve
|
|
mebzûl yeşillikle ve elektrik ziyâlarında daha hoş ve latîf görünen
|
|
çiçeklerin manzaraları cidden sâhirânedir. Bu defa avdetimizde imparatorun
|
|
dâiresi altında çiftlik idâresi me’mûrlarının büyük odalarında hazırlanan
|
|
ta‘âm hem Avrupa mutfağı hem de yerlilerin usûl-ı tabhı üzere pişirilen
|
|
et‘imeden ibâret idi. Ve artık bizim için sülün, keklik çulluk, bıldırcın
|
|
ve daha bir takım tuyurâtları ve kezâ yerlilerin şaşlık kebâbı denilen koyun
|
|
eti ve bir de Türkmenlerin koyun dolmaları hazırlanmış idi. Bir sofra ise
|
|
münhasıran emlâk-ı imparatorî meyvelerine tahsîs edilmiş idi. Diğer bir
|
|
cihetteki masada ise mükemmel gümüş tepside kand denilen gâyet beyâz
|
|
ve yumuşak şekerle şekerleme tarzında kavrulan bâdem âdetâ küçük çapta
|
|
ehrâm teşkîl edecek sûrette konulmuş idi. Böylece mezkûr emlâkın et‘imesini
|
|
yiyip sofralara mahsûs şarâbdan bed’ ile tatlı şarâbını ve şampanyasını içtikten
|
|
ve kezâ bildiğim ve bilmediğim meyvelerle semerâtı birer
|
|
mikdâr yedikten sonra hasbe’l-usûl Çin kâselerinde getirilen yeşil çayı da
|
|
içiverdik. Ma‘lûm olduğu üzere mezkûr çay fevkalâde hâzım olduğundan
|
|
bu memlekette hemen her ziyâfette misâfirlerin onunla ikrâm edilmesi aslâ
|
|
şaşırılmayan usûl sırasına geçmiştir. Her ne hâl ise biz daha hayli uzaktan
|
|
muhtelif gürültüsünü işitip birçok bacalardan dumanları intişâr eylediğini gördüğümüz
|
|
fabrika binâsı son mertebe büyük ve bir dereceye kadar
|
|
kışlalara müşâbih müte‘addid dâirelerden ibâret idi. Hulâsa-i kelâm
|
|
burada pamuğun pek hâm hâlinden en mükemmel ve dünyâda kendince
|
|
sürümü tezâyüd eden envâ‘-ı akmişe hâline gelmesine dek nasıl ve ne gibi
|
|
makinelerden geçtiğine dâir verilen îzâhât da doğrusu müstakilen vâsi‘ ve
|
|
ibret-âmiz fen tafsîlâtını teşkîl etmekte idi. Makinelerden bir takımlarına
|
|
artık sanki insânın karışmasının lüzûmu bile yok imiş gibi kendi kendilerine
|
|
türlü türlü fısıltı ve gürültü neşr ederek iş görmeleri de hayretimizi mûcib
|
|
oldu. Ma‘a-hâzâ asıl pamuğun mükemmel pamuk haline getirilmesi için
|
|
pek kesretli mihverlerle müteharrik makinenin gürültüsü dönen değirmen
|
|
gürültüsünü andırıyor idi. İşte son dâireyi ziyâret edip çıkarken İmparatorun
|
|
emlâki müdürünün bize sâlifu’l-beyân pamuğun tohumundan
|
|
bed’ ile ne gibi inkilâbât geçirdiğini isbât eden koleksiyon hediye ettiler.
|
|
Hâsılı pamuğun en sonradan henüz yeni yağıp aslâ erimeyen kar beyâzlığında olmak
|
|
şartıyla istif edildiği mahalde artık gözler dahi kamaşmaktadır.
|
|
Şurası da şâyân-ı istiğrâb ve hayrettir ki burada artık her zamân ve makinenin
|
|
her kısmı için ayrıca mühendisler yetiştirilmesi ve bulunması da kâbil
|
|
olmadığından yerli çocuklar ve büyükler cümlesi mücerred görenin
|
|
tarzında kendi kendilerine her şeyi öğreniyorlar. Ve ben onlardan pek mazlûm ve
|
|
sâkin görünen on iki-on üç yaşlı çocuklardan bile idâre eyledikleri
|
|
makine teferru‘âtları hakkında öte beri suâller sordukça verdikleri cevâblara
|
|
cidden hayrette kalıyor idim. Bunların cümlesinin başlarında ise bundan
|
|
dört sene kadar akdem Amerika ’dan avdet eden Vikolin nâm hemşerimiz
|
|
idi. Merkûm an-asl Moskova vilâyeti dâhilinde Morozof nâm pek meşhur
|
|
basmacı fabrikasında bir müddet çıraklık ettikten sonra Amerika’ya azîmetle
|
|
tamâm altı sene pamuk sanatına dair her şeyi öğrendikten sonra buraya gelip
|
|
sâlifu’l-beyân san‘atı yeniden canlandırmıştır. Zîrâ bir aralık türlü
|
|
türlü sürekli vukû‘ât-ı mü’ üzerine işbu san‘ata inkırâz ve zevâl târî
|
|
olmağa başlamış idi” dedi. Hulâsa-i kelâm ben nihâyet amelenin mikdârını
|
|
makinelerin ne mikdârda ve nerelerden getirildiklerini ne kadar ham mâl
|
|
sarf edildiğini sorup suâl ettikten sonra müdüre son suâl olarak:
|
|
|
|
-"Acaba bu fabrika yüzünden senevî ne raddede temettu‘ hissesi alabiliyorsunuz? dedim.
|
|
|
|
Müdür, bu suâlime cevâb olarak:
|
|
|
|
-"Lâ-ekall senevî iki buçuk ve yahut üç milyon ruble temettu‘ hissesi
|
|
hâsıl olmaktadır. Ancak bunu diğer bir menfa‘ati da pek büyüktür. Şöyle ki:
|
|
|
|
Vikolin ’in himmeti ile biz bu fabrikayı emsâl ve numûne tutulacak hâle
|
|
koyduğumuzdan burayı Mâverâ-yı Bahr-ı Hazer’in en uzak yerlerinden ecnebiler bile ameliyyât
|
|
husûsunda ders almağa geliyorlar. Bu ecnebî unsûrundan ekseriyyet Almanlar’dır.
|
|
Ve onların cümlesinin en ziyâde ehemmiyet vermekte oldukları sanâyi‘ şu‘besi münhasıran pamuk
|
|
işlerine dâ’ir san‘atlardan ibârettir. Doğrusu onların kuvve-i de bir diyecek yoktur.
|
|
Bu civârlara kadar bin türlü müşkilâtla gelen en basît ma‘lûmâtlı bir Alman
|
|
mühendis parçasının bile ilk nazar-ı dikkatini celp eden şey
|
|
sâlifu’l-beyân pamuk ile pamuğa müte‘allik san‘atları iyice anlamaktan
|
|
ibârettir. Doğrusu ben onlardan bir haylisinin kendi memleketlerinde belli
|
|
başlı büyük sermâyedârânın öylece Merv cihetine sokulmak ve hükûmetimizden
|
|
bu bâbda müsâ‘adât almak kâbil bulunduğu takdîrde küllî sermâyelerle şirketler
|
|
teşkîl etmeğe hâzır bulunduklarını söylediklerini istimâ‘
|
|
ettim. İşte bundan nâşî ben kavm-i mezkûrun pek ziyâde hassâs ve duygulu
|
|
olduklarını anladım. Hattâ onlardan birçoğu Rusya ’nın bu cihetindeki
|
|
servet-i tabî‘iyyenin Kafkasya ’daki servetine de fâik idüğini beyân etmekte ve
|
|
bunu isbât için Kafkasya’nın en işlek ve evvelce pek bereketli oldukları
|
|
tahmîn edilen bir kaç ve gaz menba‘larının bile birdenbire
|
|
kesiliverdikleri görüldüğünü ve hâlbuki Merv havâlisinde kumları
|
|
tükenmedikçe feyz ve bereketin inkıtâ‘ının imkânı bile olmadığını söylemektedirler.
|
|
İşte bundan dolayı ben artık bizzât kendimizin yani bizim Rusların hâlâ her nedense Merv havâlisindeki servet-i tabî‘iyyeleri
|
|
kurcalamadığımıza hayret içindeyim. Velâkin bu ihtirâz ve gafletin
|
|
evvelce de anlattığım üzere iklîm ve havâ te’sîrlerinden ve kezâ pamuk ve
|
|
pirinç yetişen yerlerin çoğunda türlü türlü musîbetler mevcûd olduğundan
|
|
mütevellid havf ü hirâsından neş’et etmiş olabileceği dahi derkârdır dedi.
|
|
Ma‘mâfih ben kendi tarafımdan ol bâbda beyânı mütâla‘a ederken bu husûsda udebâ ve
|
|
ehl-i kalem bulunan hemşehrîlerimizin neşriyâtında kusûr etmekte olduklarını ve
|
|
kezâ Avrupalılar meyânında ve dünyânın her yerinde
|
|
seyâhatler icrâsı günden güne tezâyüd ve terakkî etmekte iken bizim Rusya
|
|
ahâlisi meyânında bu bâbda dahi tembellikler ile rehâvetler bulunduklarını
|
|
beyân ettim. Bâlâda görüldüğü üzere bu memleket vuhûş meyânında
|
|
karakulak ve vaşak ve yolbars denilen parslardan ibaret vuhûş yaşamaktadır.
|
|
İşbu çöl vaşakları bir dereceye kadar Amerika ’nın Meksika memleketi vaşaklarını andırıp
|
|
Asya’nın sâ’ir yerlerindeki hemcinslerine benzemezler. Ve ekseriyet üzere tuyûr-ı
|
|
muhtelife eti ile geçinirler. Yolbars denilen kaplan bizim
|
|
panter ismini verdiğimiz pars cinsinden olup orta hacimde ve lâkin gayet
|
|
hun-rîzdir. Karakulak ve bir de vaktiyle Kudüs civarında bir mahalde taş
|
|
yığınları arasından fırladığını gördüğüm çakal cinsinden bir mahlûk
|
|
da vardır. Sâlifu’l-beyân hayvânların her ikisi en ziyâde demin ta‘rîf eylediğim
|
|
taş yığınları aralarında yaşarlar ve her ne kadar kara kulak, vaşak ve çakal
|
|
gündüzleri sık sık tesâdüf ederler ise yolbars ismi verilen ve pars cinsinden
|
|
bulunan hayvân mutlaka geceleri dolaşır. Ben akdemce beyân eylediğim
|
|
vaşaklardan birine bir vâsi‘ pamuk tarlası civârında karşı karşı olarak tesâdüf
|
|
ettim. Hayvânın kulak uçlarında kedi bıyıkları gibi pek sert kıllar olduğundan
|
|
uzaktan boynuz gibi görünüyor. Bu hayvânda kuyruk keçi kuyruğu tarzındadır.
|
|
Sesi ise kedi miyavlamasını taklîd etmesini îmâ eder.
|
|
Hâsılı bunlar hâricinde be-gâyet aç alaca sırtlanları da beyân etmeliyim. Onlar
|
|
ise artık en ziyâde mezârlıklara yakın yerlerde yaşarlar. Bu hayvanlar bazı
|
|
vakit geceleyin etrâf ve cevânibde hayli vâsi‘ arâzi dâhilinde herkese dehşet
|
|
verecek sûrette gürültü çıkarıp bağrışırlar. Bu minvâl üzere Merv arâzisinin
|
|
câlib-i nazar-ı dikkat yırtıcıları bunlarla hitâm buluyor. Yerliler hayvânât-ı
|
|
mezkûrenin postları için saydlarına da çıkarlar.
|
|
Zîrâ vaşak ile karakulak ve bir de pars derileri makbûldür. Ve bizim şimâl taraflarındaki kilim
|
|
ve halı vazifelerini îfâ ederler. Bilakis alaca sırtlan derisi Amerika’daki
|
|
sırtlan derisinden çok farklı ve geride bulunduğundan onu vurmağa heves
|
|
edenler yoktur. Ma‘mâfih bazı mezâristan civârlarında bu sırtlanlar yalınız
|
|
başına gezen insâna ansızın hücûm edip gırtlağını ve boğazını köfte hâline
|
|
koyarlar. Ve çok vakit tekmîl paraladıkları dahi görülmüştür.
|
|
Ma‘mâfih bu acîb kıt‘anın yırtıcı kuşları dahi hayli cinslere münkasim ve içlerinde
|
|
birtakımları yalnız bu havâlide yaşayan tuyûrdandır.
|
|
Bunlar meyânında birincisi birkut veya burkut ismi verilen fevkalâde kuvvetli ve hemen bizim
|
|
şimâl memleketlerinde iri ve hacimli kaz büyüklüğünde bir kuştur. Mezkûr
|
|
kuş yavru iken elde edildiğinde ta‘lîm dahi kabûl ettiğinden Türkmenler ile
|
|
Kırgızlar sâlifu’l-beyân mahlûkâtı bekçi gibi kullanırlar ve hem de kendi
|
|
lisânlarında ona kanatlı bekçi adını dahi verirler. Bu sağlam ve kuvvetli
|
|
kuşların minkâr denilen gagaları çengelvârî olup pek mukâvemetlidir.
|
|
Diğer taraftan pençelerindeki tırnaklarla kuvve-i dahi dehşetlidir.
|
|
Şöyle ki mezkûr kuş bi’l-farz bileği veyahut insânın parmağını sıkacak
|
|
olursa ale’l-ekser kangrene sebebiyyet verebilmektedir. Hâsılı Türkmenler ile
|
|
Kırgızlar ve husûsen bu sonrakiler tuyûr-ı mezkûreyi bekçilikte istihdâm
|
|
maksadıyla yavru iken elde ederek ta‘lîm ederler. Ve bu takdîrce pek güzel
|
|
yapılmış zincirlerle onları kapı kenârlarında bağlı bulundururlar.
|
|
Ta‘lîm gören kuşların en mükemmeli sâhibinin sesini en ziyâde anlayanı ve
|
|
onun sesi üzerine derhâl itâ‘at edenidir. Tuyûr-ı mezkûre her zaman
|
|
ikâmetgâhın iç cihetlerinde kapıya yakın evlerde bağlı bulundurulurlar ve bi’l-farz
|
|
bir yabancı girecek olsa ona derhâl hücûm ederler. Berkûtlar dahi sâ’ir tuyûrı vahşiyye
|
|
misillü üç türlü âlât-ı cârihaları ile iş görürler. Yani bir taraftan
|
|
gagalarıyla dehşetli sûrette gagalarlar. Diğer taraftan pençeleriyle sıkıştırırlar
|
|
ve tırnaklarını batırırlar. Ve nihâyet pek kuvvetli ve yaydıkları zamân
|
|
iki metre ve yirmi santimetre muhîtinde dâiren- bir isti‘âb edebilen
|
|
kanat açılarının ve husûsuyla omuz başlarının darbeleri pek serttir. Bu gibi
|
|
darbe ile ben bir Türkmen ’in külliyen sağır edildiğini ve diğer bir Türkmen’in
|
|
ise bileğinde dirsek başının hurde-hâş edildiğini müşâhede eyledim.
|
|
Şurası da şâyân-ı dikkattir ki Berkûtlar nadiren üç âlât-ı cârihalarını isti‘mâl
|
|
ederler. Ya‘ni tuyûr-ı mezkûre kendilerini fazla yormaksızın çok vakit yalnız
|
|
gaga veyahut pençe tırnaklarıyla da hasımlarını pek güzel sûrette alt edebilmektedirler.
|
|
Berkutlardan sonra doğan, akbaba ve şâhinler gelir.
|
|
Türkmenler bu sonrakiyi en ziyâde sayd ü şikâra alıştırırlar. Ve bizim şimâl
|
|
memleketlerimizde zağar ve tazı köpeklerden gördürülen işlerin hepsini
|
|
tuyûr-ı mezkûreden gördürürler. Şâhinlerin de en makbûlü sâhibinin sesi
|
|
üzerine derhâl uçup gelenidir. Ve doğrusu Türkmenler onları âdetâ her türlü kumandalarına da
|
|
alıştırabilmektedirler. Nitekim ben bir Türkmen âilesinde misâfir olduğum esnâda sâhib-i âilenin kendi şâhinine alıştığı
|
|
yere konması için emir verdiğini ve kuşun da bunu derhâl anlayıp itâ‘at
|
|
ettiğini gördüm. Şöyle ki merkûm bir kere kuşu sağ omuz başına ve sonra
|
|
sol omuz başına kondurdu. Ve ba‘dehu sipsivri uçlu türlü türlü nakış işlemeleriyle
|
|
işlenmiş baş ortasının tepesine de kondurdu. Bu minvâl üzere
|
|
Türkmenlerde gerek berkûtların ve gerek şâhinlerin pek kıymetlileri vardır.
|
|
Ve mezkûr iki âkilu’l-luhûmun her ikisinde en ziyâde makbûl olan şey derece-i mûnisiyyetleri
|
|
ile her emri çabuk îfâ eylemelerinden ibârettir.
|
|
Yani kuş ne kadar mûnis ise o kadar pahalı olup diğer taraftan sâhibinin
|
|
emirlerini dahi çabuk îfâ eylemesine dikkat olunur. Her ne hâl ise bu memleket doğanlar
|
|
ile akbabaların ziyâde bıldırcın, çulluk ve keklik ve kezâ yabân ördeği ve yabân kazı
|
|
ve bir de çölün yalnız bazı cihetlerinde türemekte
|
|
olan yabânî hindileri paralayıp geçerler. Ve mezkûr iki cins yırtıcı kuş
|
|
leşleri de ekl ederler ise de berkut ile şâhinler tıpkı kartallar misillü yalnız diri
|
|
mahlûkâtı paralayarak etlerini ekl ederler. Ben hâricen pek sefâlet ve
|
|
zarûretle me’lûf Türkmen hânesini ziyâret ederken onun taksîmât-ı dâhiliyesine ve
|
|
husûsuyla duvarlarının rengârenk ipek kumaşlarıyla tezyîn edilmiş
|
|
olmasına pek ta‘accüb ettiğim misillü zincir-bend berkut kuşuna da hayrette kaldım.
|
|
Şöyle ki onun çelik zinciri pek musanna‘ sûrette i‘mâl edilmiş idi.
|
|
İmdi ben bundan kavm-ı mezkûrun sanâyice dahi hayli ilerlediklerini istihrâc ettim.
|
|
Hulâsa-i kelâm onlar da tıpkı lar misillü kendi kuşlarına
|
|
birtakım isimler vermektedirler. Ma‘mâfih ben daha General Aninkof
|
|
tarafından inşâ edilen şimendifer treninde rastladığım, işittiğim
|
|
doksan sekiz yaşlı ve son hânın zevcelerinden Gülmehcemâl’i göremedim.
|
|
Zîrâ akdemce beyân etmiş olduğum emlâk-ı imparatorîde her yeri görüp
|
|
seyr ü temâşâ ettikten ve tam dokuz gün kaldıktan sonra kadını aradım.
|
|
Fakat o esnâda Gülmehcemâl benim bulunduğum yerden pek uzak mahalle bilmem ne
|
|
sebebtendir misâfirliğe gitmiş idi. Ma‘hâzâ ister müdür ve
|
|
ister emlâk-ı imparatorî tabîbi ile familyası onu pek iyi tanıdıklarını
|
|
beyân ettiler. Sâlifu’l-beyân şâyân-ı hürmet ve ri‘âyet kadın şimdiki günde
|
|
hükûmetimizden ayda doksan ruble on lira mahsûsât alıp geçinmektedir.
|
|
Bu takdirce hükûmetimiz ona yevmiye üçer rubleden ibâret tahsîsât bağlamış demektir.
|
|
Vâkı’â bu memlekette öylece vaktiyle kral demek olan hân zevceleri bulunan
|
|
familyalar içinde şimdilik mahsûsât-ı mezkûre derece-i kifâyededir.
|
|
Ancak fî-mâ ba‘d oralara muhâcirler ve ale’l-husûs Alman müsta‘mere
|
|
ashâbları hicret edecek olurlarsa her şeyin pahalanacağı da şüphesizdir.
|
|
’de ikâmet ettiğim hengâmda en ziyâde istiğrâb ve ta‘accübü
|
|
mûcib olan şeylerden biri de ikâmetgâh üzerlerinin yani damlarının dümdüz
|
|
olduğunu müşâhede eylediğimi evvelce de beyân etmiş idim. Bu ise
|
|
Afrika ’da husûsen Fâs memleketinde ve mezkûr kıt‘anın Avrupa ticâretine
|
|
açık bulunan Tanca şehrinde ve kezâ Tunus ’ta dahi bulunuyordur. Lakin
|
|
Türkmenler oralarda olduğu misillü mahall-i mezkûrun yalnız zevk u safâya
|
|
hasretmeyip birtakım istifâdeli mahaller ittihâz etmektedirler.
|
|
Böylece ikâmetgâhların damları da birer türlü işe yaramaktadırlar.
|
|
Burada yalnız kış ve ilkbahar mevsimlerinde gündüzleri iştigâl olunur.
|
|
Yaz ve sonbaharlarda ise nısfu’n-nehâr zamânından tahmînen kırk veya kırk beş dakîka
|
|
evvelden bed’ ile bizim Petersburg sâ‘atleri i‘tibâriyle öğleden sonra sâ‘at bir
|
|
buçuğa kadar her şey tatil olunur. Ve hem de bu esnâlarda herkes gölgelerde
|
|
bulunmağa çalışırlar. Hulâsa-i kelâm burada iş güçle geçinmek isteyen şimâl
|
|
sekenesi için akdemce beyân ettiğim vecihle kış mevsimi sonbahâra ve
|
|
ilkbahâr da yaza tercîh edilmelidir.
|
|
Bâlâda beyân ettiğim üzere eski Merv harâbeleri enkâzlarında şimdi dahi
|
|
sık sık türlü türlü arabesk çizgilerle henüz nasıl kavmin yazıları
|
|
olacağı bile anlaşılamayan hutûtu hâvî çiniler
|
|
ve birtakım murabba‘ veya müselles veyahut dâ’ire biçiminde a‘lâ levhalar
|
|
bulunmaktadır. Bunlardan bir takımlarında insân şekilleri de vardır.
|
|
Ve doğrusu binlerce seneden beri pek güzel dayanmakta olan sâlifu’l-beyân çini
|
|
ma‘mûlâtı da artık ezmine-i kadîmede ile civârını iskân eden kavm
|
|
ve milletin pek medenî olduklarını isbât ederler. Buraları ilk iskân
|
|
eden kavim ve milletin ne gibi cins ve kabîleden bulunmuş olduklarına dâir
|
|
müverrihler meyanında ihtilâf var ise de demin dediğim gibi sâlifu’l-beyân
|
|
eski kavmin be-gâyet mütemeddin milletlerden bulunmuş olacağı şüphesizdir.
|
|
Amma işittiğime göre Çin ’in bazı ehl-i târihi ile erbâb-ı ulûmu gûyâ
|
|
bilmem hangi hâkânın Çin sülâlesi devrinde birkaç batn Çin hükümdârının
|
|
dahi burada icrâ-yı hükûmet etmiş bulunduğunu iddi‘â ediyorlar imiş. Ve
|
|
lâkin bu keyfiyet elbette yalınız tahkîkan fenniye-i târihiyye ile ispat olunacak ahvâldendir.
|
|
Herhâlde ben seyâhatnâmemi hitâm-pezîr etmezden
|
|
akdem evvelce de tekrâr ettiğim üzere ile havâlisinin tıpkı
|
|
sahrâları gibi henüz aslâ öğrenememiş olduğumuzu beyân etmeliyim. İmdi
|
|
bu bâbda bi’l-cümle te’sîsâtımızdan ziyâde alâkadâr bulunan ancak funûn
|
|
ve ma‘ârifimiz lâyıkıyle erbâbları ta‘yîn ederek ara sıra senenin münâsib
|
|
mevsimlerinde fennî hey’etler gönderecek olursa hiç şüphe yoktur ki burada
|
|
pek ziyâde şâyân-ı hayret şeyler zâhire çıkarılabilecektir. Fi’l-hakîka eğer
|
|
buraları Avrupa hükûmâtından diğer birinin idâresine geçmiş olsa idi
|
|
artık çoktan beri kıt‘a-i mezkûre hakkında tetkîkâtlar, konferanslar, mükâfâtlı
|
|
âsâr kaleme aldırılmış ve nihâyet cerâid ile oralardan ne yerlere istifâde
|
|
edilebileceğine dâir beyânât neşr edilmiş olur idi. Hâlbuki şimdi bizim Petersburg’da
|
|
funûn-ı târihiyye ve coğrafya ile hayli iştigâl edenler meyânında
|
|
bile hiç şüphe yoktur ki Merv ile civârına müte‘allik aslâ ma‘lûmâtları bulunmayan
|
|
kesâna tesâdüf olunur. Nitekim ben kendim bile buraya seyâhat
|
|
edinceye dek Murgâb Çiftliği ile Merv Çiftliği ’nin ayrı ayrı memleketler
|
|
idiğini zâhib olmuş idim. Her ne hâl ise garîb bir rast gelinme netîcesi olarak
|
|
tamâm üç hafta vakit ayırıp işbu seyâhatimi icrâ ve itmâm ettiğim
|
|
sırada Merv ile civârlarının servet-i tabî‘iyyesine dâir idâre-i kelâm ederken
|
|
tuyûr-ı nâfi‘a yüzünden de ne kadar hâ’iz-i ehemmiyyet idiğini beyân etmezsem seyâhatnâmem noksân olur.
|
|
Böylece kitâbın sonuna târih-i tabî‘inin
|
|
mezkûr mühim kısmına müte‘allik müşâhedâtımı dahi ilâveten derc eylemeyi münâsib gördüm.
|
|
Ve lâkin kusûr vukû‘u takdîrinde benden sonraki
|
|
seyyâhlar tarafından sehv ve hatâlarım tashîh edilebilir. Her hâlde
|
|
kuşlar şimdiki medeniyyet usûlünce be-gâyet mühim vazîfe îfâ etmektedirler.
|
|
Şöyle ki onlar meyânında lahmları istihlâk olunanlar ile
|
|
yumurtalarından türlü türlü sûrette istifâde edilmekte bulunanlarından başka tüylerinden
|
|
de pek çok insânların medâr-ı ma‘îşetlerinin te’mîn edilmesi ve kezâ türlü
|
|
türlü sanâyi‘ erbâbının geçinmeleri için medâr-ı ma‘îşet elde edilmesi mümkün olmaktadır.
|
|
Bundan mâ‘ada târîh-i tabî‘î erbâb-ı ulûmunca da musaddak olduğu üzere dünyâda en süslü ve güzel yaratılan mahlûkâtın tuyûr
|
|
cinsi oldukları da şüphesizdir. Merv ile civârlarında tesâdüf etmiş
|
|
olduğum tuyûr-ı garîbenin birincisi yemyeşil ve pek latîf hem de iri pençeli
|
|
gagalı yabânî kargalardır. Ve hattâ ben memleketin sıcak ve kış mevsiminin hemen
|
|
mefkûd bulunması hasebiyle bidâyet-i emirde onları papağan
|
|
bile addettim. Vâkı‘a benden dört buçuk sene kadar akdem Pamir Yaylası’nı
|
|
ilk def‘a olarak tedkîk etmiş olan seyyâh Kazilof kendisinin seyâhatnâmesi
|
|
nin yetmiş üçüncü sahîfesinde kıt‘a-i mezkûrede de o gibi kuş görerek ol
|
|
vecihle Pamir Kargası nâmını verdiğini beyân ediyor. Tuyûr-ı mezkûre her yerde
|
|
tıpkı kumrular gibi erkek ve dişi birlikte yaşamaktadırlar. Ben
|
|
bundan onların yine de güvercin ve kumru misillü yalnız birer dişi ile
|
|
mâ‘îşet etmek üzere yaratıldıklarına ve binâenaleyh horoz veyahut serçe ve
|
|
sâ’ir kuşlar tarzında müteaddid dişilerle imtizâc etmediklerini de istintâc
|
|
eyledim. Hâsılı koyu sarı gagası ve kezâ aynı renkte bulunan ayakları ve
|
|
tenâsüb-i endâmı ve yemyeşil sık ve muntazam tüyleri ve biraz uzunca kuyruğu
|
|
ile de câlib-i nazar-ı dikkat olan bu yeşil kargaların yalnız bir kusûrları vardır ki
|
|
o dahi nihâyet mertebe yabânî olup insândan kaçmalarıdır.
|
|
Nitekim seyyâh Kazilof Pamir ovalarında da mezkûr kuşları ancak felkalâde
|
|
müşkîlâtla avlamağa muvaffak olduğunu söylüyor idi. Hulâsa-i kelâm onun
|
|
seyâhatnâmesinin yetmiş üçüncü sahîfesinde mestûr ma‘lûmât benim Merv
|
|
kıt‘asında görmüş olduğum kuşa dahi tamâmıyla mutâbık bulunduğundan
|
|
ben Pamir Kargası ile Merv yabânî kargasının ikisinin de aynı cinsden bulunduklarına
|
|
kanâ‘at kesb eyledim. Bu minvâl üzere işbu güzel kuşlardan
|
|
sonra mebzûliyeti ve insânlar için menfa‘ati hasebiyle en ön sıraya
|
|
sülünleri koymak iktizâ eder. Fi’l-vâki‘ burada tuyûr-ı mezkûre her yerde ve
|
|
hem de birçoğu birlikte tesâdüf etmektedirler. İşbu güzel kuşların civcivleri
|
|
ufak çapta olmak üzere bizim tavuk civcivlerimize pek benzerler. Yalnız
|
|
onlardan kat kat ziyâde atîk ve hem de daha güzel ve sevimlidirler.
|
|
Hulâsai kelâm ben müte‘addid yerde sülünlerin kesretine ve kezâ ortalığın
|
|
fevkalâde sıcağı ile berâber tüylerinin letâfetine hayret içinde kaldım.
|
|
mukaddemâ dahi ta‘rîf ve beyân edildiği üzere sülün avı burada yerlilerin
|
|
en ziyâde haz ettikleri avlardandır. Ve onlar artık kuşların kesreti hasebiyle
|
|
onları avlamak için be-gâyet muhtelif usûllere mürâca‘at etmekte iseler de
|
|
en basiti demin anlatmış olduğum şâhinler vâsıtasıyla edilen sayd şikârdır.
|
|
Böylece iyi ta‘lîm edilmiş olan bir şâhin ile bir Türkmen günde kolayca
|
|
hem de kuşu tehlikeye ma‘rûz bulundurmaksızın on üç veya on dört kuşu
|
|
sayd edebilir. Zîrâ şâhinlerin o yolda sayd u şikâr için kullanılmalarında en
|
|
ziyâde gözetilmesi lâzım gelen şerâ’itten biri dahi şikâra sevk edilirken havâdaki
|
|
kuşların mikdârlarını da nazar-ı dikkate almaktan ibârettir.
|
|
Ve binâenaleyh ben esnâ-yı seyâhatimde hiçbir Türkmen’in meselâ on beşten
|
|
ziyâde yabân ördeğine kendi ta‘lîmli kuşunu sevk etmediğini müşâhede
|
|
eyledim. Ve sebebini sorduğumda Türkmen’in bu ta‘lîmli kuş ancak iki yaşındadır.
|
|
Daha ziyâde şikârları itlâf ederken kendisi de yanabilir dedi.
|
|
İmdi ben bu ta‘bîri pek de anlamadığımdan emlâk-ı imparatorî tabîbinden
|
|
onun bana ne demek istediğine dâir istîzâhatta bulundum. Merkûm ise
|
|
"yanmak” ta‘bîrinin mecâzî olup şâhinin sekte-i kalbden vefât etmesi demek
|
|
olduğunu beyân eyledi. Böylece Türkmenler kendi nâfi‘ ve doğrusu pek
|
|
yardımcıları bulunan tuyûru her vakit hüsn-i sûretle istihdâma gayret ederler.
|
|
Fi’l-hakîka burada gerek berkutların ve gerek şâhinlerin pek kıymetlileri vardır.
|
|
Merv ile havâlisinde bazı sıkıntılı havâda esâsen semizlikleri
|
|
hasebiyle dahi pek ağır uçmağa mecbûr olan sülünlerin birçoğunun birden
|
|
tayarân etmeleri esnâsında insânın his edeceği ihtisâsâtı ve duyacağı zevk ü
|
|
sefâyı da ta‘rîf edip bitirelim. Zîrâ bizim şimâl memleketlerinde an-asl yalnız
|
|
ziynet kuşlarından ma‘dûd olan sülünlerin öylece gâh sağdan ve gâh soldan
|
|
tayarân etmeleri her seyyâhı fevkalâde imrendirecek ve ta‘accüb ettirecek
|
|
şeylerdendir. Kıt‘a-i mezkûrede insânlarca intifa‘ı hasebiyle sülünden
|
|
sonra en ziyâde hâ’iz-i ehemmiyyet addolunacak tuyûr kekliktir. Burada
|
|
mezkûr kuşlar bizim şimâl kekliklerinin hiç olmazsa bir buçuk misli kadar
|
|
iri ve kezâ etleri de pek semizdir. Onların tüyleri de parlak ve her birinin
|
|
kafalarında şimâl ormanlarında yaşayan kuşların ibiklerinden çok farklı
|
|
ibikler müşâhede olunur. Ben esnâ-yı seyâhatimde onların dahi hem civcivlerini hem de
|
|
yumurtalarını vaz‘ ettikleri yuvalarını görebildim.
|
|
Tuyûr-ı mezkûr da civcivlerinin en cüz’î insân ayak patırtısı işitince sık sık
|
|
mahsûl samanları arasına saklanıp öylece kalakalmaları pek tuhaftır.
|
|
Her ne hâl ise Türkmenlerin erkeklerinden ziyâde kadınları,
|
|
ister keklikleri tutmakta ve ister yumurtaları ile civcivlerini toplamakta kat kat
|
|
ziyâde mâhir bulunduklarını istidlâl ettim. Bu da besbelli onların daha hafîf terlikleri ile
|
|
artık son mertebe ağır ve yavaş yürüyebilmekte olmalarından ileri gelmektedir.
|
|
Ben esnâ-yı seyâhatimde mezkûr kuş etini de âdeta bıkacak kadar ekl
|
|
ettim. Üçüncü derecede nâfi‘ ve mühim ve doğrusu medâr-ı ta‘ayyüş
|
|
olmak hasebiyle de câlib-i nazar-ı dikkat tuyûr çulluklardır. Şöyle ki
|
|
ile havalisindeki işbu kuşların tüyleri bizim şimâl cihetlerinde tesâdüf eden
|
|
çulluklardan daha koyudur. Vâkı‘â bu keyfiyet artık bu iklîme mahsûs
|
|
güneşe de atıf ve isnâd edilmelidir. Nitekim şimâle doğru gidilince renklerin
|
|
solduğu müşâhede olunur. Ez-cümle bembeyâz ayılara ancak kutup
|
|
taraflarında tesâdüf edilmekte olduğu misillü ismi verilen ve
|
|
Hindistân ’ın hudûd-ı garb-ı şimâlîsindeki buz ve kar eksik olmayan
|
|
yerlerde yaşayan mahlûkâtın beyâzlığı da bunu ispât edecek mevâddandır.
|
|
Her ne hâl ise sâlifu’l-beyân etli ve yine de bizim iklîmimizin çulluklarından
|
|
büyük kuşlardan sonra bıldırcınlar gelir ki onlar da fevkalâde çoktur. Ve
|
|
husûsuyla yerlilerin rivâyetlerince işbu memleket iklîminin kışına doğru
|
|
onlar sanki kehribâ gibi serâpâ yağlar hâsıl ederek derece-i nihâyette semirmektedirler.
|
|
İşte karada yaşayan tuyûr bunlarla hitâm buluyor. Ve tuyûr-ı
|
|
mezkûrenin artık suya pek de ihtiyâcları olmadığından ile
|
|
etrâf ve cevânibinde yaşamalarına pek de ta‘accüb edilemez ise de ben şâyânı
|
|
istiğrâb ve hayret olarak yabân ördeği ve yabân kazı misillü tuyûrun dahi
|
|
bazı semtlerde kesretle türediklerini anladım. Ve lâkin içlerinde en nâdiri
|
|
şüphesiz yabân hindisidir. Ve fi’l-vâki‘ artık bizim mükemmel saçmalı fişeklerle
|
|
doldurulmuş av silâhlarımızla bile tuyûr-ı mezkûrenin saydı derece-i
|
|
nihâyette su‘ûbetlidir. Ve ben kendi seyâhat koleksiyonum için dahi ancak
|
|
hârikulâde ihtimâm ve ısrâr ile ve tam otuz altı saat dolaşarak yüksek
|
|
kavak ağaçlarının tepelerine konup nişân almağı da müşkil kılmasına binâen
|
|
yalnız bir çift yabân hindisi vurmağa muvaffak oldum. Ve artık ne birinin
|
|
ne diğerinin etinin lezzetine de bakamadım. Çünkü her ikisini hey’et-i asliyyeleriyle
|
|
tahnîte mecbûr oldum. Hâsılı bizim bildiğimiz hindilerden biraz
|
|
büyücek olan tuyûr-ı mezkûre şimdiki günde küre-i arzın pek mahdûd yerlerinde
|
|
tesâdüf ettiğinden koleksiyonumun en nedretli mevâdından birini
|
|
teşkîl eylediğini beyâna bile hâcet yoktur. Bâlâda beyân ettiğim üzere
|
|
ben ile havâlisini bittabi‘ Kasabası’na dönmek
|
|
müddeti de dâhil hesâb eylemek şartıyla ancak bir ay süren zamân zarfındaki
|
|
müşâhedâtım üzerine işbu seyâhatnâmemi kaleme aldım. Ve fi’l-vâki‘
|
|
benim tetebbu‘âtım meyânında hayli büyük ve şâyân-ı dikkat kusûr da görülür.
|
|
Bu ise mezkûr memleketin ma‘deniyyâtına dâir tedkîkât noksânından
|
|
ibârettir. Ve lâkin ben bu bâbda bana i‘tirâz edenlere cevâb olarak Merv ile
|
|
havâlisinde müsta‘mereler elde etmek için pek ziyâde yeltenmekte olan
|
|
Almanların dedikleri misillü ile havâlisinde kâ’in nevâhîlerin
|
|
sâde ismi verilen bir cins fevkalâde kuvve-i münbiteyi hâ’iz tortulu
|
|
kumsal arâzisi de hadd-i zâtında sâ’ir memleketlerin en kıymetli ma‘denlerine
|
|
mu‘âdil idiğini beyân edebilirim. Velâkin ilerde bir diğer seyyâh buraları ma‘deniyyât
|
|
cihetinden de tahkîk ve tetebbu‘ etmeğe muvaffak olduğu
|
|
takdîrde artık vatanımıza ve hükûmetimize ve milletimize elbette daha
|
|
ziyâde hizmet etmiş olur. Hulâsa-i kelâm nisanın dördüncü günü ben tekrâr
|
|
pek uzun ve şimendifer hattı güzergâhının gâyet garîb kavislerle
|
|
devâm eden yolu boyunca pek sık yılankavî hareket eden trenin birinci
|
|
mevki‘ yolcularından birinde işbu seyâhatnâmenin müsveddesini karalamakta iken
|
|
artık Karasnovadsak Kasabası’na avdetimizi bile ancak birden
|
|
bire trenin durması esnâsında fark ettim. Ma‘a-hâzâ Mâverâ-yı Bahr-ı Hazar
|
|
hattının medeniyet nokta-i nazarından müntehâsını teşkîl eden işbu kasaba
|
|
mevkifine çıkıldığı esnâlarda bile insâna gerek Merv ile civârlarını ve gerek
|
|
o havâlide yaşayan akvâmı der-hâtır ettirecek manzaralar görülmektedir.
|
|
Ez-cümle benim râkib olduğum birinci mevki‘ vagonun hemen arkasındaki ikinci mevki‘
|
|
vagonundan çıkan yolcular meyânında zevcesini
|
|
etrâfında hayli sık tesâdüf edilen bir nev‘î göz hastalığından tedâvî
|
|
ettirmek üzere tâ Petersburg’a kadar götürmekte bulunduğunu anladığım
|
|
bir zengin Türkmen herkesce câlib-i nazar-ı dikkat olmakta idi. Çünkü gerek
|
|
kendisinin ve gerek zevcesinin hem sîmâ ve eşkâlleri hem de kalıp ve
|
|
kıyâfetleri ister istemez göze çarpıyorlar idi.
|
|
|/\| |