Datasets:

Modalities:
Text
Formats:
text
Libraries:
Datasets
License:
OTC-Corpus / Sami Paşazade Sezai_Eserleri_1901_İstanbul.txt
sbozates's picture
Upload 55 files
53086b3 verified
raw
history blame
158 kB
|\/|
_____
<?xml version="1.
0" encoding="UTF-8"?>
<metadata>
<title>Sami Paşazade Sezai Eserleri</title>
<author>Sami Paşazade Sezai</author>
<date>1901</date>
<word_count>20307</word_count>
<unique_words>10842</unique_words>
<line_count>1565</line_count>
</metadata>
_____
ESERLERİNDEN SEÇMELER SERGÜZEŞT’ten
Özeti Sergüzeşt romamnın esas kahramanı, küçük yaşta Kafkasya’dan zorla kaçırılarak İstanbul’a getirilen ve değişik evlere satılan Dilber’dir.
Dilber’in kısa hayatı başbca üç çevrede geçer.
Küçük kızı vapurdan alan.
Hacı Ömer adlı esirci, onu sabık Harput malmüdürü Mustafa Efendi’nin karısına kırk Osmanlı lirasına satar.
Küçük ve çelimsiz kız/bu evde, gerek fa.
aaımı, gerekse yine bir halayık olan Taravet’ten hiç şefkat görmediği gibi, en ağır işleri yapmağa zorlanır.
Takatini aşan bu işler, en ufak vesilelerle yediği dayaklar ve kötü muamele yüzünden Dilber.
karh ve fırtınah bir gecede evden kaçar.
Ertesi sabah gözlerini mektep arkadaşı Latife’nin evinde açar.
Latife’nin büyükannesi bütün gayretlerine rağmen, Dilbor’in azat olmasmı sağlayamaz.
Senelerce Mustafa Efendi’nin hanımına hizmet eden Dilber, memuriyete atanan beyi nin ve ailesinin yol masraflarım karşılamak üzere altmış beş iiraya bir esirciye satıhr.
Esircinin Edlrnekapısı civarmdaki eski konağı, ürkütücü ve korkunç bir yer olmakla beraber, Dilber burada kendisini daha mesut hisseder.
Zira aynı kaderi paylaşan, kendisi gibi vatanlarından ve ailelerinden koparılan kızların arasında, yalmzJığmı nispeten unutur.
Dilber, burada uzun müddet kalmaz, yüz elli liraya Moda bumu taraflarmda otııran Asaf Paşa’nın kona.
ğma satılır.
Dilber, bu evde vücutça rahata kavuşur, serpilir, güzelleşir ve kendisini mesut hisseder.
Ona verilen işler basit, zevkli ve hafiftir.
Mustafa Efendi’nin hanımmm aksine Asaf Paşa’mn hanımı Dilber’e iyi muamele eder ama genç kızın muhtaç ölduğu sevgi ve şefkati göstermez.
Hanımm üstten bakan aşağılayıcı bakışları Düber’i dayaktan daha fazla üzer.
Rusya İmmpanyasınm Batum’dan gelen bir vapuru Tophane’nin önüne yanaştığı zaman denizin üzerinde sa-
-----
hırsızlıkla bekleyen birkaç şi sandallardan vapunuı içine atılmışlardı.
Btınlardsüi birisi uzun boylu, geniş omuzlu, seyrek siyah sakallı, etekleri ayaklanna kadar uzun, beli gayet dar bir Çerkeş paltosu giymiş; yanında kendi kavminin kalpağı, elinde bir gümüşlü kırbacı olan Çerkese :
— Safa geldiniz, cariyeler nerede?
— İşte burada.
.
.
— Kaç tane?.
.
— Üç.
.
.
— Güzel mi?
Çerkeş- Şu raai gözlere bak.
Bir paşa buna bir hazine verir.
Çerkesle bu herif bir sandala, cariyeler de diğerine binerek Tophane iskelesine doğru vapurdan açıldılar.
Çerkesle beraber bulunan ve gayet cesimü’l-cüsse olan bu adam Hacı Ömer isminde bir esirci idi ki, insan ticaretinin kalb-i bî-ruhuna verdiği merhametsizlik, kalbinin o büyük yuvarlak gözlerine aksettirdiği bir nevi vahşilik âsânndan olarak, bakışı kaplana benzer, mânâ-yı şümulü ile kendisinin de dahil olduğu insaniyetin -menfaat-i şahsiyesinden başka- bir kısmma gelen felâketten müteessir olmaz; bîr hanendenin sesiyle bir kızın ağlamasını, bir sazın sadasıyle bir hüsn-i bî-bahanm istirhamını tefrik etmezdi.
Vazaif-i insaniyesinden iki şeyi takdis ederdi.
Biri ticaretinin tâziyane-i terakkisi olarak odasımn duvarına asılan kırbacı, diğeri evine giren mahlukat-ı zaîfenin kimsesizliği idi.
Sandalm içinde iken o büyük yuvarlak gözleriyle Çerkese bakarak ve birer küçük yelpaze kadar büyük olan ellerini sallayarak esirleri pazarlık ediyordu.
Pazarlık yolunda gitmeyince, kırk beş yaşı ile elli arasmda olduğunu gösteren ve siyahtan ziyade kirli bir renge mâil olan kır sakalıyla esmer çehresinde bir iki kaba buruşukluğu şâyân-ı nefret bir suret kesbederdi.
Halayıkların ikisi on altı, on yedişer yaşında Kafkasya’nın iki parlak mahsul-i hüsnü idi.
Üçüncüsü tahminen sekiz, dokuz yaşında bir küçük esir idi ki, saçlarıyle kaşlarının arası biraz yakınca, ağzı gayet küçük, yuvarlak olan omuzlarına nispetle beli incecik, hele o siyah gözlerde pertevi zekâ bir letafet-i nâ-mütenahî gösterirdi.
Bir dest-i üstadâne ile hutut-ı mütenasibesi çekilmiş fakat rengi verilmemiş bir tasvir idi.
Zira küçücük dudakları pek renksiz, bakümamaktan saçları seyrek, sefalet ve meşakk-ı seferin tesiriyle rengi uçuk, gözlerinin etrafı ince bir siyah daire ile çevrilmiş, nazarmda kafesin içine konulmuş bir kuşun arasıra semaya bakışını andırır surette.
hafî bir hüzün ve teessür meşhud idi.
Bu küçük kızın üzerinde dar ve serâpâ ilikli bir Çerkeş paltosu, başmda bir küçük eski kalpağı vardı.
Sandallar sahile yanaşarak bu kızları bir eve götürdüler.
Eve girdikleri zaman esircinin karısı karşılayarak, «bu ikisi güzel, bu küçük kız hastalıklı bir şeye benziyor, bunu buraya ölsün diye mi getirdin?» dedi.
Hacı Ömer de «biz de bunu bin liraya almadık a.
Tamam Yüksekkaldırım’dakl Mustafa Efendi hareminin istediği gibi bir küçük.
.
.
» cevabım verdi.
O gece Çerkeş o evde kalarak, üç gün muhayyer olmak üzere üçünün de pazarlığı bitti.
Burada kızlar geceleri bir odaya toplanır, birbirleriyle konuşurlardı; fakat çok gülmek, Çerkesçe söylemek yasak ve bir müşteriye gidip de her ne sebepten dolayı olursa olsun beğenilmeyerek gelen esirlere on, on beş kırbaç muhakkak idi.
Bu eve vusullerinden birkaç hafta sonra idi ki, bir sabah Hacı Ömer o küçücük esire Çerkesçe; «H?ıydi kalk gideceğiz» dedi.
Çocuk kendi sinnindeküere mahsus bir tavırla hemen yerinden kalktı.
Koşarak beraber geldiği kızlardan birinin boynuna sarıldı.
Birbirleriyle öpüşüp ayrıldıkları zaman çocuğun gözünde küçücük ruhunun iz tırabına delâlet edsn bir damla yaş gözüktü; sonra birdenbire hayatın bâr-ı ıztırabını hissetmeğe başlayan adamlar gibi mini mini kaşlarını çatarak ciddi, müessir, mütefekkir bir çehre ile esircinin o cesim ellerinden tutarak evden çıktılar.
Yürüyorlardı.
Çocuk sokakta giderken etrafından geçen arabalara, tramvaylara hayran hayran bakıyordu.
Tophane meydanına geldikleri zaman orada birçok çocuklann gülüşerek, haykınşarak oynadıklarını görür görmez -güzergâh-ı hissiyat olan kalblerinden geçen arzulara hiç tedkik etmeden hemen tâbi olmak- hasâis-i etfalden bulunduğu cihetle kendisinden geçerek, yerde koşuşan bu mahlukatın semada uçuşan kuşlara olan münasebeti olmalı, kendilerinden bir cemiyet gördükleri zaman iltihak etmek sevdasının şevkiyle hemen onların yanma doğru koşmağa başladı.
Birdenbire esircinin o büyük, o korkunç gözlerini açarak «gel buraya.
.
.
Şimdi kırbacı çıkarırım” dediğini işitir işitmez, yavaş yavaş geri döndü.
Yanmdaki gulyabanînin ellerini tutarak kendisinin nasıl bir dest-i âhenin-i esaret içinde olduğunu birinci defa olarak hissetti.
Yürüyorlardı.
İkisi de hiç bir lakırdı söylemiyordu.
Köprü’nün üzerinden geçerken iki tarafa yanaşıp kalktı vapurlardan gözlerini ayıramıyordu.
Birkaç adım daha ileri gidip de vapur düdüğünün sesini işitir işitmez bulunduğu yerde vücuduna titremek geldi.
Zira memleketinden ayrılıp gelirken Batum’da duran vapur düdüğünün aksi hâlâ kulağmda kalmıştı.
Karşı tarafta semanın mai gölgesi altında dûş-ber-dûş-ı itilâ olmuş dağların üzerinden dökülüp ge ien bir rüzgâr saçlarını dağıtarak görmüş olduğu bir rüyayı yani memleketini ihtar ile kalb-i muztaribine anlaşılmaz bir surette teselli-bahş oluyordu.
Yürüyorlardı.
Köprü’yü geçip de Yenicami’in önüne geldikleri zaman çocuk rengi büsbütün uçmuş yüzünü havf ve tereddüde delâlet eder bir hal ile kaldırarak Çerkesçe; «Kamım aç»
dedi.
Esirci kolunu çekerek düşürecek gibi olduktan ve yine itip doğrulttuktan sonra «yürü» dedi.
Yürüyorlardı.
Biçare çocuğun o güzel fakat renksiz dudakları titriyordu.
Çakmakçılar yokuşunu çıkarken ayaklarmın sızladığım hissediyor fakat korkusundan söylemiyordu.
Gözüne,
karşısındaki on adımlık yer yürümekle tükenmez bir mesafe-i bî'nihaye görünmeğe başladı.
Ayaklan dolaşıp düşecek gibi oldu.
Sonra yine doğruldu.
Yürüyorlardı.
Bayezıt meydanma geldikleri zaman gözünü çevirip de bir tarafa bakmağa mecali kalmamıştı.
Bacakları gûyâ vücuduna bağlanmış birer kurşun gibi ağır gelmeğe başladığından, vücudundaki bütün kuvveti sürüklemeğe ancak yetişiyordu.
Hele şükürler olsun, Beyazıt’ta tramvay mevkiinin yanındaki bir kahvede oturdular.
Yorgunluktan tâb ü takati kalmayan çocuğa o hasır iskemle bir kraliçenin taht-ı saltanatına cülusu kadar huzur ve safa verdi.
Esirci bir simit, biraz da peynir aldı.
Çocuk bunları yedikten ve bir bardak da su içtikten sonra tramvaya binerek Aksaray’a,
oradan diğer hattın tramvayıyla Yüksekkaldırım’a indiler.
Esirci küçük bir sokak, tenha bir mahallenin içinde bir evin kapısını çalıyordu.
Öğleye müsadif olan bu esnada şarkın parlak güneşi bu küçük, bu tenha sokağı tenvir ederek, kapısmı çaldıkları evin üst kat pencereleri saçağm gölgesi altında kalır ve alt kat pencerelerinin kafeslerinden süzülerek giren.
Evin kapısını açan bir Arap halayık: «Safa geldiniz Hacı Ömer Efendi, buyurun» dedikten ve hanımına gidip haber verdikten sonra, bunları hanımın odasma götürdü.
Bir baş örtüsüyle köşede oturan hanım şişman, esmer,
kaşlarına bir parmak enliliğinde rastıklar sürmüştü; kaba bir hilkat, çirkin bir kıyafete girmişti.
Odaya girip de esirci; «Git hanımın eteğini öp» dediği zaman, küçük esir gidip kadına sarılmak isteyince, h m gayet sert bir tavırla geriye doğru itti.
Kız mahzun geri çekilerek mindere oturdu.
Hacı Ömer şiddetle: «Senin mindere oturmak haddin mi? Sen esirsini Kalk ayakta dur» dedikten sonra, hanıma doğru dönerek: «KusuruAa bakmaym, daha acemidir.
Geleli birkaç gün oldu, siz istediğiniz gibi terbiye edersiniz» yolunda arz-ı mazeret etti.
Çocuk bu emirlere bir hüzün ve hayret içinde itaat ederdi.
Bir taraftan hanım çocuğun vücudunu eliyle yoklayarak ucuz almak için birçok kusurlar bulur, diğer taraftan Arap halayık muayene-i müdekkikanesini ifa ile «Hanımefendi bu nafile, zayıf, bu ölür» derdi.
Velhâsıl iki tarafın bir mahlûk-ı zî-şuurdan istifade için sâika-i hırs ve sevda-yı menfaatle saatlerce ettikleri pazarhk kırk lirada karar buldu.
Çerkesü’l-asi dokuz yaşmda kul cinsi bir esiri ilel ve eskamdan sâlim olarak Harput Malmüdürü sâbık Mustafa Efendi’nin haremine kırk adet lirâ-yı Osm anî mukabilinde füruht ettiğimi mübeyyin .
işbu senedin bit-tahrir.
hanım-ı mumaileyhaya teslim kılındı.
Esirci Hacı Ömer
Hâsıl ettiği meleke cihetiyle bu senedi sür’atle tahrir ederek evden çıkıp gitti.
Hanımm verdiği emir üzerine Arap halayık yanuıda bir sükûnet-i mutavaatkârâne ile giden küçük kızı mutfağa indirdi, kendi yemek pişirirken ona da su taşıttırdı.
Hanım evin idare ve intizammı kemal-i dikkatle ifa ve muhafaza eder, fakat çok bağırır, pek çabuk hiddetlenirdi.
Kaşlarmı çatarak sönük siyah gözleriyle bakışında bir çocuğu ağlatacak, bir adamı korkutacak kadar merhametsizlik görünürdü.
Yalnız on iki yaşında Atiye ismindeki kızını mektepten avdetinde kucakladığı zaman nezaket-i hilkat, rikkat-i kalb gibi kadınlara mahsus olan hasâis garip bir surette kendisini gösterirdi.
Bu hasîsa tamamiyle kızına mahsus ve münhasır olarak, yoksa zaten hiç çocuk sevmez, hiç kimseye acımazdı.
Gençîiğind.
e arasıra kendisini döven kocasının muamelât-ı vahşiyesini görmüş ve en nazik yaratılan bir kadını bile en azgın hayvana tahvil edec0k kadar müessir olan kıskançlığı çok.
çekmiş, hele bir zamandan beri su-i idare ve irtikâbından dolaj hükumet-i seniyenin hükm-i adaletiyle kocasının mazuliyet ıztırap ve kederini hissetmiş ve bunların cümlesi kalbine bir merhametsizlik, bir neşesizlik getirmişti.
Hayat-ı manevî olan iştigalat-ı zihniyeden ve bir heyet-i içtimaiye içinde valide olmak için lâzım gelen terbiyeci medeniyeden mahrum bulunduğu cihetle, daima
rının aleyhinde söylenir dururdu.
Kocası tebriye-i zimmet ve istihsal-i memuriyet için gündüzleri dolaşır, akşamlan geç gelir, sabahlan erken giderdi.
Akşam olunca Arap cariye-ki ismi Taravet idi- kendisinin yattığı mutfağm üstündeki odaya gayet ince bir şilte, katı bir yastık, kirli bir yorgan koydu.
Sabahtan beri yürümekten takati kesilen bu esir yatağın içine girdi, evin jaıkarı kattaki penceresinden bahçedeki nar ağacmm dallarma akseden bir şamdanın hafif ziyeısına gözlerini dikerek serâir-i hilkatin anlaşılmaz bir hissine tebaiyetle «gece» dedi.
Yorganı başına çekti, sâkit, derin bir hâb-ı masumâneye daldı.
Sabahleyin erken gözlerini açtığı zaman karşısındaki nar ağacında bir kuş nağmesâz oluyordu.
Bir kuşun nağmesiyle bir çocuğun ruhu beyninde münasebet vardır.
Yatağından kalktı, başmı pencereye dayayarak kuşu seyretmeğe başladı.
Bu kuş tulu etmekte olan güneşin ziyasına karşı kanatlarmı sallayarak uçtukça, göğsünde şafaktan iktibas ettiği al, nıai birtakım renkler temevvüç eder;
ağaca konduğu zaman yeni açılmış bir çiçeğe benzerdi.
Bu temâşâya o kadar dalmıştı ki, içinde bulunduğu hayret-i meftunâneden Taravet’in «gel yatağını kaldır!» diye bağırarak ettiği tekdir uyandırdı.
Eline bir süpürge vererek süpüreceği odaları, edeceği hizmetleri, yukarıya, mutfağa taşıyacağı sulan gösterdi.
İsmini Dilber koymuşlardı,
zira hanım kendisini bu nâra, ile çağırmağa başladı.
Biçare Dilber sabahlan erken kalkar, incecik şiltesini bin belâ ile kaldırır, odaları süpürür, kovaların içine birer parça su koyarak yukarı çıkanrdı.
Bir sabah yukarısını süpürürken, Atiye Hanım’ın oynadığını görünce, süpürgesini olduğu yere bırakarak yao korkunç sesiyle «Dilber, Dilber» diye bağırdığım işiterek bulunduğu yerde kaldı; hanım içeriye girip bu halayık parçasmın kızıyle oynamak istediğini görünce, Dilber’in kulağından tutarak süpürgeyi bıraktığı yere getirdi, «sen şini bırakıp ne oynuyorsun» diye bir tokat vurdu.
Zavalı çocuk! Ağlamağa bile cesaret edemeyerek hizmetini görmeğe başladı.
Her sabah hizmetinin zahmetle görür, bir küçük kusur etse hanımdan, Taravet’ten tokat yerdi.
Evdeki vazaifini ifa ettikten sonra Atiye Hanım’la mektebe gider, akşamları çantalar elinde olarak avdet ederdi.
Aradan haftalar, aylar mürur etmeğe başlaymca, lisan öğrenmekte çocuklara mahsus bir sühûlet-i fevkalâde le Türkçeyi oldukça söylemeğe ve anlamağa iktidar kesbetti.
Fakat sabahlan takatinin yetmediği hizmetleri görmekten, bir parça eğlenecek, gülecek olsa yediği tokatardan dolayı bu yaşta olanlara göre bir devre-i saadet olan hayat kendisine pek müşkil, pek acı görünmeğe başadığı, sarkmış yanaklarmdan, büsbütün kesilmiş gözlerinden anlaşılırdı.
Evvelleri Atiye Hamm kendisiyle oynamak isterse de validesinin, Taravet’in ettiği muameleeri gördüğünden, şimdi her ne zaman yanma gelse «pis halayık, hadi aşağı» diye kovardı.
Elem ve ıztırap ile cereyan eden bu hayat-ı hüzn-engîzî içinde en büyük arzusu melrtebe gitmekti, zira orada diğer çocuklarla muhtaç olduğu hürriyet ve muhabbetle mükâleme eder, kimse bu küçük mahlûkun haysiyet-i insaniyesini «pis halayık» diye pâmâl-i tahkir etmez ve bulunduğu hal-i ye's ü ıztırabında derslerine fevkalâde gayret ettiğinden hocasından arasıra aferin alır ve bütün bunlar kalb-i münkesirine teselli-bahş olduğu gibi, Latife Hamm nâmında bir de küçük yâr ü hem-dem peyda eylemişti ki, bu iki ruh-ı râz-âşinânm birbirleriyle olan irtibat-ı hafisinden bil-istifade ke-
ün Latife kendisine ;«Sen kimin halayığısın?» dedi.
— Hanımın.
.
.
— Hangi hanımın?.
.
'
— Bunun validesinin.
.
.
— Senin oyuncakların var mı?
— Hayır.
.
.
Ben esirim.
— Ben sana bir tane vereyim.
Bu kısacık muhavere üzerine çantasından bir bebek ıkararak Dilber’e verince, timsal-i ikbalini der-âgûş eden ahtiyarlar gibi büyük bir meserretle alarak yattığı edaaki dolaba saklamış ve merhametsiz Sudanlı görüp de ütün ümit ve âmâlinin bu timsal-i ikbalini kırmasın die birisi odaya girince, «benim dolapta bir şeyim yok ki»
demeği âdet edinmişti.
Latife arasıra kendisine şeker,
meyve gibi etfal-firib olan şeyleri verdikçe, bu atîyeleri ereye koyacağmı şaşırır, sonra kimse görmesin diye acee ile evden cüz’ünü getirdiği bohçasına gizlerdi.
Fakat ir kere şeker alırken Atiye Hanım gördüğü cihetle, eve vdetlerinde validesine söyledi.
Bir gamandan beri kocamın xımûr-ı muamelâtmda görülen adem-i muvaffakiyet e idare-i beytiyede tesadüf olunan müşkilât zaten hadid lan mizacına günlerce devam eder bir neşesizlik getirdiinden, o kadar sevdiği kızının noksan terbiyeden neş’et den bir gurur-ı tıflâne ile ettiği şikâyeti üzerine Buraya el pis Çerkeş, buraya gel murdar dilenci» diye Dilber'i dasına çağırdı.
Çocuk odaya girdiği zaman o rastıklı kaşlarının altındaki sönük, beyazı siyahından büyük gözerini açarak «yamma gel» dedikçe, Dilber, çocuklardan aşka kimseye malum olmayan bir havf ve dehşetle titeyerek olduğu yerde kaldı; hanım ayağa kalktı, Dilber’in kolundan çekip sengdilâne bir, iki vurarak «şimdi dileniliği öğrendin mi?» sualiyle bohçasının içinde ne kadar
-----
dın! Dilber’in bütün mâ-melekini, çocuğun bütün hazine sini kıymadan böyle mahv ve tahrip etti.
Bu muamele geçirdiği hayat-ı elemin tesiratındac olan durgun tavrım zaten kolaylıkla teessür-yâb cimayan hilkat-i masumânesini amîk bir surette ihlâl ettiyse de,
sinnine göre hayret verecek bir metanetle ağlamamak için cehd ve ikdam ederek kapıdan çıkmak üzere iken çeşman-ı mütefekkirânmda bî-ihtiyârâne bir, iki dmla gözyaşı peyda olmuştu.
Taravet de aşağıdan bu ::avallı KafkasyalIya «pis Çerkeş, dilenci kız, gel mutfağa su getir» diye bağırdı.
Gayet müessir bir surette esen şimal rüzgârının ufuklardan getirdiği sehab-ı siyah-ı kesiften teraşşuh eden ince, soğuk bir yağmurun altında, bahçedeki kuyudan su taşır, kovaların tabiî ihtizazından su damlaları üzerine döküldükçe, soğuğu tâ yüreğinin içinde hissederdi.
Kovalan koyduktan sonra mutfaktan artık dışarı çıkmağa cesareti, su taşımağa takati kalmamıştı, Taravet bir taraftan yemek pişirir, diğer taraftan «hadi su getir tenbel,
sonra akşam yemek pişmez» derdi.
Çocuk olduğu yerden kalkmayarak «artık su getiremem» dedi.
Taravet ağacm aşağısından bakıp da yukandaki kuşlan düşüren yılan gibi beyazlan kan içinde ve yalnız o gözlere mahsus bir nazar-ı vahşiyane ile ocaktan bir yanar odun çıkararak Dilber’e doğru yürüyünce, çocuk üzerine bir yanardağ geldiğini veyahut elindeki topuzuyle yanında bir zebani dolaştığını görünce, rikkati en ziyade tehyic eden havf ve hırâstan hâsıl olma bir teslimiyet-i mutavaatkârâne ile hemen dışarı çıktı.
Sûz u güdâzıyle tahammülünün fevkinde olan hizmetini ifa etti.
O akşam herkes bir hâb-ı amîk içinde bulunduğu zaman, asılı bir saat mezaristanda öten baykuş gibi gece
-----
yarısını çalarken, Dilber yatağından kalktı.
Yavaş yavaş dolabı açarak bir şey çıkardı.
Sonra elini başına Ilıtarak bir ordu kumandanına mahsus metanetle düşünmeğe başadı.
Korkunç şey! O soğuk, o muzlim gece yarılarmda bu çocuk ne yapıyor? Artık kaçacak.
.
.
Artık firar edecek.
.
.
Fakat gecenin devlere mahsus müdhiş, azîm olarak semaya yayılan siyah kanatlarının altı öyle bir küçük mahlûka melce olamaz.
Firar edecek.
.
Kendisince meçhul olan bir kuvvetin şevkiyle bir şey arayacak.
Kendisinin haberi olmadan ayaklarının rehberi ve delâletiyle bir ye re gidecek.
Hissettiği azîm bir noksanı ikmal etmeğe,
muhtaç olduğu bir penah-ı münferidi bulmağa gidecek.
Rahat bulmak, teselli - yâb olmak, bir hal-i nisyan ü metrukiyetten kurtulmak, velhâsıl âgûş-ı şefkatinde istediği gibi ağlamak için validesini bulacaktı.
Zavallı esir! Bir tavr-ı âlicenâbâne ile hanımın verdiği elbiseyi üstünden çıkararak yavaş yavaş dolabı açtı.
Dolabm tozlar içinde bir köşesine atılmış Çerkeş paltosuyla kalpağını çıkardı.
Giyindiği zaman ikide birde yatağın içinde uyuyan tali’-i siyahına bir nazar-ı hâifâne ile bakıyordu.
Odanın içindeki kandilin , necm-i ümidi gibi hafif ve zayıf olan ziyası çocuğa minderin üzerine atılmış bir eski hırka, bir yırtık entariyi, ağır bir uykuya dalmış Taravet’i mahûf bir surette gösterirdi.
.
.
Böyle bir firar için hevâic-i seferiye lâzım.
.
.
Mektebe giderken cüz’
ünü koyduğu bohçasmı önüne açarak içine en evvel Latife’den aldığı bebeğini koydu.
Sonra bir elma, daha sonra yüzük olarak iki demir halkasmı vaz’etti.
îşte dünyada mutasarrıf olduğu bütün bu mâ-melekini bohçasma yerleştirirken, muttasıl sessiz sessiz ağlıyordu.
Bir taraftan gözyaşı döker, bir taraftan bohçasını tanzim ile uğraşırdı.
Aferin bu küçücük Kafkasyalınm kalb-i ulvî-i muztarihine ki, kendi mâ-meîekinden başka bir şey kabul etmeyerek ve bohçasmı koltuğunun altına alarak oda ka-
-----
pısmdan dışarı çıktı.
Karanlıkta elleriyle merdivenleri yoklayarak aşağı indi.
Sokak kapısına yaklaşıp da kapının demirli olduğunu görünce pişgâh-ı azmine tesadüf eden bu istihkâm-ı âheninin, bu mânia-i tahammül'fersâmn karşısında bir meyusiyet-i tamme ile donakaldı.
Iztırap ve nevmidînin talırik ettiği asabı sayesinde tezâuf eden kuvvetiyle bir iskemlenin üzerine çıkarak demiri yukarı doğru itti.
Mümkün değil.
Gazap ve yeis ile titremeğe başlayan elleriyle bir kere daha tecrübeye kalkıştı.
Kabil değil.
Demir, hammıyle Taravet’in kalbi gibi hissiz duruyor.
Yeisin verdiği olanca kuvvetiyle bir kere daha itince, demir yerinden kmnidadı.
Arasıra iskemlenin üzerine oturup nefes alarak ameliyatına devam ile yarım saatlik sa’y-i mevâni-ber-endâzânesi sayesinde kapı açıldı.
Kapıyı tekrar kapamak hatırına bile gelmeyerek kendisini sokağın ortasında buldu.
Gece bütün sükûnet ve zulmetiyle ortalığı istilâ etmişti.
Ne gökte bir yıldızın, ne yerde bir kandilin riyası göründüğü bu koca gecenin İçinde hiçbir ses işitümez,
Yalnız uzaktan uzağa havlayan köpeklerin sesleriyle, arasıra şiddetle esen soğuk, müessir bir rüzgârm eski Bizans harabelerinden çıkardığı müdhiş aksisadalar sâmia-i lıavî
-nâkine vâsıl olurdu.
Korkusundan önüne bakarak ve adımlarım sık sık atarak mahalleyi geçip de bir tarafında yangın harabesine tesadüf edince, oradaki bir f»vin kapısınm önünde birdenbire durdu.
Yaşamak için nfk ve mülâyemete ve nevaziş ve himâyete mulıtaç olan ou mahlukun küçücük kalbi o büyük gecenin mahûf sükûnetiyle harabelerden çıkan müdhiş sadalardan durmağa ve şimâ'
buzlu dağlarmdan dökülüp gelen o müessir rüzgâr en ince asabma kadar sirayet ederek, bütün vücudu titremeğe başladığı zamanda Taravet’in, hanımın hâtırât-] zulm ü gadri tesir-i bürûdet ve şiddet-i havf ile hürriyet-i ameliyatını ve harekât'i âsâyişkârânesini kaybettiği kalb ve
-----
zihnine hücum ederek, dehşet-i hayaliye ve kuvve-i vâhirae istiklâl ve istibdad ile hüküın-fermâ olunca, birdenbire bulunduğu yere oturdu.
Bî-tab olan gözleri meşhudatı rüya gibi gördüğü zaman tâ karşıda.
.
.
bir siyah kadife ile mestur gibi görünen semâ-yı muzlimin ufuklara karîb bir köşesinde.
.
.
sislere benzer bir ziya peyda oldu.
Bu nûr-ı nâgeh-zuhur-ı semavîye daha dikkatle bakmca,
o ziyanın içinde valideceğinin çehre-i mütebessimini gördü.
îşte orada, kendisine gülüyor! Lakırdısnıı işitecek.
Ah üzerine doğru geliyor.
.
.
İktidarının ta’lik edemediği şeyleri taşımaktan kadîd olmuş kollarını valideceğini ku caklamısk için semanın o cihetine doğru uzatarak «aman imdadıma yetiş» dedi, sonra şiddetli bir feryat ile arka üstü düştü, bayıldı,
Uyumuş.
.
.
Başucunda bittiği için sönmüş bir mum.
Arka üzeri yatarak derin bir uykuya dalmasından, halinde takatsizlik görünüyordu.
Yanında yanan kandil ziyasıyla görünen gözlerinin etrafmdaki bir iki ince çizgiler bu genç kalbin gizli bir ıztırabını açık söylüyordu .
.
Nazar-ı mühabbet-perverinin saye-i ssvdavîsi olan ızun kirpikler yaş içinde.
.
.
Ağlamış.
.
.
O anda dağınık saçlarnıın arasmda hayret ve takdir ile açılmış gözlerine bir şey ilişerek dikkat etti.
Bir resim!.
.
.
Kimin?.
.
Bir kere bakmak!
Ne için?.
.
Bir biçare esirin belki en kıymetdar bir yâdigârmı, en mukaddes bir sırrını uykuda buluınduğu zaman tecessüs etmek, kendisine en büyük vicdansızlık görünüyordu.
Belki cihanda yegâne medar-ı tesellisi olarak validesinin?.
.
Pederinin?.
.
Yahut sevdiğinin?.
.
Heyecan ve ıztırap halinde olan zihninden geçen bu son fikre karşı takat ve tahammülü büsbütün kaybederek resmi aldı.
Bu hüsn-i nâimi şairane bir surette tenvir eden kandilin yanına götürüp de baktığı zaman, yüzü kül gibi olmuştu.
Kendisinin resmiydi! Hemen iki ellerini yüzüne kapayıp ağlaya ağlaya ayaklarına kapanmak istediyse de uyandır
-----
mak ve belki gece yansı odasına geldiği için gücendirmek korkusuyla resmi aldığı yere bırakarak odasına çıktı.
Yatağına girdiği zaman, yirmi üç senelik müddet-i iıayatında ilk defa olarak sevda yolımda o azim ve metaneti ve belki merhametsizliği gösteren gözlerinden kendisini zaptedemez bir surette yaşlar dökülmeğe başladı,
O gece Dilberle beraber bir odada yatan Çaresaz,
muttasıl Kafkasya’dan, esaretten ağlaya ağlaya bahsediyordu.
Bütün hüviyet-i insaniyesini tehyic eden keder,
sesine şedid bir tesir, Usanma garip bir talakat vermişti ki, Dilber, ret'ika-i esaratinin hilaf-ı mutad olan bu halinden teessür ederek, «niçin ağlıyorsun» diye sordukça,
«Hiç! Ağlamak esaretin en büyük hakkıdır.
Biz o hürriyete mâlikiz!» diyordu.
Garip şey! Acaba bu biçare Çaresaz’
ın kalbini kim kırmıştı ki, Dilber soyunup da yatağına girdiği halde yine lâyenkatı mendille gözlerini silerek ağlamasma devam ediyordu.
Dilber yatağmdan kalkarak
«Çaresaz! Yalnız dökülen gözyaşları acıdır.
Sen hiçbir derdini benden gizlemezken, bu ıztırabınm sebebini niçin saklıyorsun? Memleketinde geçen bir şey mi hatırma geldi? Yoksa çocukken validenin kucağmda ağladığmı mı hatırladm? Sen kalbini bana da açmazken, burada haline hanımlar mı acıyarak, beyler mi ağlayacak?
— Oh! Yok yok! Onların indinde ağlayan bir esir mutlak dayağa, tekdire müstahaktır.
İnsanın ıztırabına,
hastalığma inanmayıp da yatağmdan kaldırarak hasta hasta hizmet ettirenlerde kalb mi olur? Merhamet mi bulunur? Senin gönlün pek yumuşaktır.
Bana acırsm bilirim.
.
.
Bir şey yok, şimdi susar yatağıma girerim.
Sen rahatına bak, bir şey yok!.
.
İkisi de yataklarına girdiler.
Daha büsbütün sabah olmamıştı ki, odaya bir kadın girerek Dilber’i yatağından kaldırdı.
Dilber «ne istiyorsunuz?» diye sorduğu zaman, «kalk, bohçanı topla.
Yaş-
-----
nı verdi.
Dilber perişan saçlanyle yatağm ayak ucunda durup,
sabah-ı muhabbet gibi yeni uyanan gözlerini elleriyle uğuşturarak kemal-i hayretle» «Ne söylüyor bu.
.
.
Anlamıyorum» diyordu.
Zira bu genç zihin, iki gün evvelki bir rûz-ı saadeti böyle bir ferdâ-yı matem takip edeceğini tefehhüm de âcizdi.
Bu kadın, bir mahkûm-ı idamı maktele davet eden bir gardiyanı gibi, kızm baş ucunda her türlü hissiyattan âri olarak duruyor ve lâyenkatı «çabıık ol.
.
.
Sabah olmadan bu evden çıkacağız.
.
.
Efendilerinin emri böyle» sözünü tekrar eyliyordu.
Dilber odasmdaki çekmecesinden yaşmağmı, feracesini çıkarıp da aynanm karşısmda, ağzmdaiîi aldığı iğnelerle saçlarım kaldırdığı zaman, bu kadın yerinden kımıldamayarak duruyor, odanm köşesindeki Çareaaz ise artık sesi işitilecek surette ağlıyordu.
Dilber’in gözlerinde girye-i teessürden eser görünmüyordu.
Yalmz renginin, yaptığı yaşmaktan farkı kalmamıştı.
Feracesini giyerek ilerleyince, Çaresaz arkasından yetişerek, bir müddet birbirlerinin jzüne baktıktan sonra kucaklaştılar.
Dilber’in çehresindeki soğukluk, arkadaşınm dudaklarına hafif bir titremek vermişti.
Dilber önde, bu kadın arkada olarak bahçeye indiklerinde «hani bohçan kızım?» diye sorduğu zaman, o vakte kadar hiç bir şey söylemeyen Dilber, «istemem!» dedi,
Kabul etmediği halde, bohça kendisine kalır ümidiyle tekrar odaya çıkarak, bohçayı koltuğuna alıp avdetinde Çaresaz ağlamasmdan,.
sözünü itmam ve ifham edemez bir surette parmağından bir yüzük çıkararak «al bunu benim
-----
tarafımdan ona vör» diye yalvarırken, Dilber, bir gün ew el bir riyaz-ı neşat-âbad-ı cinan addettiği bahçede, sabah letafet ve şaşaasıyle, kuşlar kemal-i şevk ü tarabla liağme-saz olmağa başladıkları halde, hiçbir şey hissetmeyerek zihni düşünmek, ciğerleri teneffüs etmek kuvvetini kaybettiği cihetle insana kofku verecek kadar uçuk olan rengiyle, bahçenin bir tarafına konmuş Venüs 'cstatue»süne benziyordu.
Kadm avdetinde Dilber’i bıraktığı yerde bularak,
ildsi birlikte yürümeğe başladılar.
Biraz uzaklaşmca, iki tarafı büyük ağaçlarla muhat olan bir yolun müntebasmda, sabahm hafif sisleri arasmdan görünen bu köşke, bu âşiyâne-i muhabbete, Dilber son bir nazar-ı iştiyak ile bakıyordu.
Senelerce oturduğu ve bâ-husus birkaç aylardan beri kendisini gaşy eden hissiyat-ı âliyenin mehbiti olan bu ev, ağaçlarm arasında, sisli bir semanın altmda, amîk bir sükûnetin içinde, yalnız başma duruyordu.
Dilber orada bir köşeye, bir taşın üzerine oturup da ebedî olarak veda ettiği bu eve, bu mabed-i muhabbete,
saatlerce bakarak, birdenbire hücum eden şedâid-i hissiyat, sadme-i iftirak, bil-husus pâmâl-i istihkar olan haysiyet-i muhabbetiyle oracıkta mahvolmak istiyordu.
Başındaki kadm bu tevakkufa mâni olunca hayatın son dakikalara takarrüb ettiği zaman hissolunur bir ıztırab-ı can-güdaz ile bahçenin kapısından dışarı çıktılar.
Orada tarlalarda çalışmak için pek erken uyanan amele, tek tük işlerinin başına gidiyor, bir çoban çayırlara doğru götürdüğü köyün koyunlan kuzuları meliyordu.
Köyün minaresinde bîr müezzin Mısır’a, Cezair’e,
Tunus’a mahsus olan elhan-ı Arab üzere ezan okuyor ve sadası o lekesiz bir sütun-ı hârâya benzeyen minareden,
SO
-----
bir âlemi lâciverdîye doğru inerek, sabahın sükûnet ve şeffafiyeti içinde kubbe-i semaya aks ile tekrar zemine döküldüğü esnada, uzaktan iki gün evvel Celâl Bey’in gösterdiği mücerret mezar meşhud oluyordu.
Bulundukları yolu biraz daha takip edip de seherin gayet uçuk renkli ziyası etrafındaki parmaklıklardan geçerek, üzerine aksettiği makberenin yanına gelince, o dakikaya kadar fevkalâde sâkit görünen Dilber, o peri-i muhabbeti okşamağa lâyık olan ellerini, o anda en kayıtsız bir bakîmi saatlerce düşündürecek bir hüzn-i amîk-i sevdavı kesbeden çehresine kapayarak, mezarın ayak ucuna düştü, û endam-ı dil-rübâsı toprağın üzerine kapandığı zaman beş yaşındaki çocuklara mahsus şiddetle hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Ne derecelerde fütur, ne derecelerde inkisar-ı kalb! Ağlamasınm sesinden uzakta işine giden bir amele bile yolun üzerinde durmuştu.
Yamndaki vahşiye de telaş ederek uzaktan ameleye «oğlum biraz su bul» diyordu.
-----
PANDOMİMA
Haseki tarafiarında bir çıkmaz sokağın içinde yalnız duran üş odak bir ev, bir mezar gibi sükûnet-i ebediye ile muhat idi.
Bir hal-i nisyan ve metrukiyette bulunuyordu.
.
.
Çatısmdan kopan bir tahta, dammdan uçan bir kiremit, duvarından yuvarlanm bîr taş senelerce düştüğü yerde kahr.
Ara-sıra çirkin, ihtiyar bir Rum kansı cadılara mahsus dehşet ve sükûnetle dışarı çıkarak malzeme-i beytiyesini işürâ ve tedarikle alelâcele eve girip kaybo lurdu.
Evin küçiüc bahçesinde duvara yakın bir büyük ağaç, temmuzun o ateşii güneşi İstanbul’un bu cihetleri ni takat- bir hararet içinde bıraktığı zaman, yapraklar nnın araşma gizlenmiş serin bir rüzgâr neşretmeğe başlayarak o evin, o mahallenin bir büyük yeşil yelpazesi gibi havayı tecdid ve tehziz ederdi.
Hiç bir kimsenin geçmediği, hiç bir sadânın işitilmediği harekât-ı insaniyenin nâdiren görüldüğü bu evde, bu tenha sokakta izhar-ı hayat eden yalnız bu ağaçtı.
.
.
Bahar gelince çiçeklerle donanır, yazın yapraklarla tezeyyün eder.
Dallarmın, yapraklannm arasında lâne-saz olan bir âlem-i zî-bal, semâda âşık, havada hâmil, yaprakların arasında valide olurlar.
Ziyaya karşı uçuşurlar.
Hep birlikte ötüşerek uzaktalü tarlalara gittikten sonra yine yeşil memleketîcrine avdet ederler.
Bu azimet ve avdet, bu muaşakalar, bu ötüşmeler, bu uçuşmalar, heyecanlı bir hareket-i umimiye hâsıl eder.
Yazm bir cuma günü öğle üzeri bu evden koltuğun da boğçasıyla çıkan bir adam kapısmı itina ve dikkat ile
-----
bakıhnca omuzlarıyle belinin, genişliği bir derecede bulunacak kadar şişman olan otuz üç yaşmdaki bu adamın enli fakat pek kısa bacakları üzerindeki yükü bu kaldırmılann arasında istediği tarafa götürmekte müşldîâi çektiği görünüyordu.
Bu sokaklarda ilerledikçe sükûnet derece derece artarak tâ uzaktaki bir mahallenin kaldırımlarından geçen bir arabanın gürültüsü, camlan, çerçeveleri kınimış bir evin iç tarafmdan bazı çoaıklarm ağlaması işitilir, ara-sıra esen sıcak bir rüzgârın kaldırdığı tozlar gündüzün ziyasını bir gubar-ı gam-âlud ile lekedâr ederdi.
Bu uzak mahallelerin tenha sokaklarında mütefekkir,
mahzun bir surette yoluna devam eden bu adam, halkı güldürmek için gidiyordu.
Evinden çıktıktan yarım saat sonra idi ki Kurun-ı vusta mesirelerinden olan Yeni B.
ahçe’ye vâsıl oldu.
Karşısında, o bir avuç toprağı, her yıkılmış taşı bir asr-ı münhedim olan duvarların arasında, gûyâ birkaç yüz sene evvelki baharın yetiştirip, hazanın o gûşe-î nisyanda unuttuğu soluk, baygın çiçeklerden birkaç tane kopararak yine o duvarların ortalarında semâya doğru açılmış mal pencerelerinden sür’at-i tayeranıyle girip çıkan larlangıçlarm, diğer tuyûrun, başı ucundaki hisarın tâ tepesine kanatlan tutunacak surette uçuşan kuşlann, Bizanten usul-i musikisini andırıyor gibi gelen seslerini dinledikten sonra, orada, o harab kalelerin yamnda, o asırlann zîr-i pâyı azametinde, ince tahtalarla inşâ edilmiş ve yıkılmamak için etrafına destekler vurulmuş bir binânm önüne geldi.
Bu binânm kapısının üzerinde beyaz kâğıda büyük siyah yazıyle,şu levha ta’lik edilmişti.
-----
Meşhur Paskarm Pandomimasi
Burada her cuma ve pazar günleri meşhur Paskal envai türlü hünerler ve gülünçlü icrâyı lu’biyât edor.
Rağbetlû müşterilerinin teşvîkatlannı kazanan
Paskal her hafta yeni yeni oyunlar temaşaya vaz edecektir.
Paskal kendisi idi.
Tiyatrosunun kapısmdan girip boğçasım açarak hiç değişmeyen oyununa mahsus şalvar biçimindeki beyaz pantalonunu, yakası oymah beyaz saltasmı, başma sivri bayaz külâhmı giydikten ve tekmil yüzünü unlara, kurbağa bakışlı siyah gözlerinin alt kapaklarını kırmızıya boyadıktan bir saat sonra idi ki boş zihinlerle gailesiz gönüllerden çıkıp yükselen kahkaha sadalan ve alkış âvâzeleri arasında «icrâ-yı lu’biyât» ediyordu.
O gün bu teatr bütün iftihar ve maharetini ibraz ettiğinden her şey şevke gelmişti.
Tavanım teşkil eden bir yelken bezi rüzgâra karşı neş’esinden öte beriye atılarak içerideki havayı tecdid ettiği ve tahtaların aralarından nüfuz eden güneşin zerrât-ı zerrini gubardan müteşekkil bir amûdun içinde birtakım böcekleri oynattığı gibi tiyatronun muzıkası olan bir laterna da, ihtiyarîığm hutut'i inhitatı görünmeğe başlamış çirkin çehresi düzgünler, metaib ve mesaî-i ten-fersâsından dolayı her tarafı sarkmış etlerden terekküp eden endamı, kesret-i istimalden solmuş kanarya sansı atlaslar içinde, bir kadım raksettiriyordu.
Oyunda bu kadına âşıklık vazifesini icrâ eden Paskal’ın, ilânı muhabbet için dilini çıkarması, ve şükrâne-i iltifat olmak üzere taklak kılması oradaki halkı çok güldürüyordu.
Tiyatronun bezden tavanını başının üstünde
-----
daki sigarasıyle oyunu temaşa eden 'bir seyirci «Paskal’
ın dilini çıkarması yok mu? însan buna gülmekten bayılır» diyordu.
Zaten bunu orada küçük iskemlelerin üzerinde oturanların.
ekserisi tasdik etmişti.
Oyuncularm yanındaki locada, o samimi, o .
masum,
o tıflâne gülüşleri âlâm-ı hayata teselliler veren genç kızlardan biri, kemal-i neşe ile kanatlarını sallayaral uçuşan kuşlar gibi, o küçücük penbe dudaklarmm üzerinde nûranî bir tebessüm olduğu halde, sevdayı okşayan ellerini birbirine çırparak Paskal’ı alkışlıyordu.
Eftelya ismindeki yirmi yaşında bu genç kız ihtiyar validesiyle hemen her hafta bu locaya gelirdi.
Validesi: «Kızım burada çok mu eğleniyorsun?» di/e sorduğu vakit, kerim esi: «Paskal’ı bundan evvel ölen sevgili köpeğine benzettiğini ve bazen de hal ve tavrı, bir kere görüp de pek hoşuna giden bir maymunu andırdığını» söylerdi.
Paskal, tiyatrosunun bu genç müdavimini, maskara hklarının bu güzel müşterisini daha ziyade eğlendirmek için karşısına geçerek oynar, ve bazen oyunda münasebet getirerek locasının altına düşerdi.
O gün ise beyaz ketenler, seheri tebessümler içinde bulunan bu genç kız, o gürültüler arasında takdir-i istihzâ-âmizinine bir delil olmak üzere locadan çiçek atıyordu.
Attığı bu çiçekler, Paskal’ın yüzüne, göğsüne dokundukça eliyle kalbini tutarak en can alacak yerinden vurulmuş bir yırtıcı hayvan gibi acı acı feryat ediyordtı.
-----
Bir-iki dakika sonra -tiyatrosunun iç tarafındaki toprağın üzerine oturarak, hâlâ güldürdüğü adamların kahkahaları devam ederken içini çeke çeke ağlıyordu.
Gözünden dökülen yaşlar yüzündeki unları, kırmızı boyalan bozarak kıvılcım taneleri gibi o harab duvarların yıkılmış taşlanna damlıyordu.
Bu zavallı Paskal o güzel Eftelya’yı seviyordu! Bu nâkıs vücud ö kemal-i hilkate âşık olmuştu.
Fakat gönlünün en gizli bir köşesinde hıfzettiği bu muhabbeti kimseye söylemeğe, küçükten beri mahrem-i her hali olan eviııdeki ihtiyar hizmetçisiyle hasbıhal etmeğe, hattâ kendi kendine düşünmeğe bile cesaret edemiyordu.
Zira kimseye itimadı, hiçbir şeye itikadı olmadığmdan zihninde gizlenerek bâis-i hayatı olan timsal-i muhabbetin görünmesinden ihtiraz ediyordu.
Ömründe bir kadınm nazar-ı nüvazişkârânesine, hiç kimsenin muamele-i mültefitânesüıe nâil olmamıştı.
Kendisinden beklenilen yalnız güldürmek.
Bak, bu hal-i inkisarında, gözyaşları içinde boğulduğu şu zaman-ı ye’s ve iğbirarında, herkes kahkahalarla gülüyor.
Evet, kimseye söylemeğe, hattâ düşünmeğe bile cesaret edemiyordu.
Oyun bittiği cihetle akşamdan sonra yine boğçasını koltuğuna alarak geldiği yoldan muhterizâne evine avdet ediyonlu.
Yolun yarısında, asabî bir hal ile arkasmdan bir şeyin takip ettiğini, o şey-i meçhulün gözlerinden girerek harem-serâ-yı ruhunda gizlediği güzel Eftelya’sını görmek istediğim hissediyordu.
Bir hal-i telâş ve ihtiraz ile başmı çevirdi.
Ay! Yansından büyük bir kısm-ı nûranîsi
-----
şuâı o tenha sokağın arasına düşmüştü.
Evine vâsıl olup biraz bir şey yedikten sonra odasına çekildi.
Aradan birkaç dakika güzar etmişti ki odasının kapısını açarak içinde kimse olmayan evinde birisinin dolaşıp dolaşmadığını,
penceresini kaldırıp sokaktan kimsenin geçip geçmediğini anladıktan sonra güzel Eftalya’sını düşünmeğe başladı.
Bugün oyunda kendisine niçin o kadar ziyade gülmüştü acaba?.
.
Koynundaki çiçekleri çıkarıp bir hürmet-i dindarâne ile öpdükten sonra hücresinin en yüksek cihetine koydu!
«Bu çiçekler.
Ah bu çiçekler.
.
.
Beni öldürecek!» diyordu.
Kendisini bir kere kabul edecek olursa.
.
.
Bu hücreleri saksılarla donatacak.
O güzel Eftelya’sını şu köşeye ik’ad edecek.
.
.
Kendi kendine ayağa kalkıp oda kapısının eşiğine oturdu.
Ne kadar garip hikâyeler söyleyecek,
bütün geceler güldürecek! Galiba gündüzün kendisine gülerek bakan o büyük siyah gözler, bunu ziyadece mestetmişti.
Meselâ şimdi odaya giriyor.
.
.
Bir ilâhe-i hüsnün karşısmdaki putperest gibi başını tahtaların üzerine koydu.
.
.
Bir müddet o vaziyette kaldıktan sonra gayet güzel rüyâlı bir uykudan uyanır gibi bir hal ile başını kaldırdı.
Ah,
pek de çirkin.
.
.
Âlemin maskarası.
.
.
Ağlamağa başladı.
Bu tahayyülât-ı durâdur içinde iken o büyük ağaçtaki kuşlar ötüşmeğe başladılar.
Sabah oluyordu.
Bî-tab-ı hayal olarak orada bir köşeye düştü,
Son gününde bir haber-i matem getiren o ay ne kadar da sür’atle cereyan edip gitmişti.
İki haftadan beri
-----
tiyatrosuna gelmeyen Eftelya evleniyordu.
Senelerden beri hiç bir ses sada işitilmeyen bu evden, o günlerde birisinin hıçkıra hıçkıra ağladığı işitilmişti.
Bli zavallı Paskal bir cuma günü, locaya kocasıyla beraber gefen Eftelya’yı güldürerek ve leessürât-ı canhıraşından renk vermemek için başını önüne eğerek ke-
-i sür’atle evine gidip içine kapandığı odasının kapısını sürmeledi.
Ertesi sabah öğleden sonra kapısını kıracak gibi vuran ihtiyar Rum karısı hiç bir cevap alamayınca kemal-i havf ve telâş ile mahalleden topladığı adamlarla kapısını kırıp odaya girdiler.
Odaya girer girmez herkes gülüşmeğe başladı.
Zira Paskal asılmış bir adam taklidi yaparak o meşhur maharetiyle dilini çıkarmıştı.
Hayatında herkesi güldürdüğü halde mematında kimseyi ağlatmayan zavallı Paskal’ın bu seferki hali taklit değil, ölüm gibi hakikat idi.
Küçük Şeyler, / s.
-.
-----
DÜĞÜN
— Hele şükür yetiştirene!.
.
Bugün düğün demek.
.
.
Çok da uzadı kardeş.
Bir sene tamam bir sene nikâh sürdü.
Bizim Behçet Bey sabırhdır.
— Gelin hanımm ismi ne?
— Silare Hanım!
— Güzel mİ?
— Neresi güzel ben de bilmem.
Renk dersen yok.
Kaş dersen düşük.
Boy desen meydan süpürgesi.
— Böyledir de niçin bu kadar ayıla bayıla aldı?
— Bu var bu! Şimdi güzelliği kim arıyor?
— Kapıya kadar gidip etrafı mütecessisâne dinledikten sonra: Öteki nasıl?
— Fena fena.
.
.
Tavrını değiştirerek Âlem düğünle meşgulî Nene lâzım oraları sorarsın.
Herkesin tasası sana mı düşmüş.
— Yoook! Bir erkek için hastalanan, bir herife varmak için para verenlere acırım da onun için yoksa.
Bu muhavere, uzun boyunlarının yarısını birer beyaz boyun bağıyle setretnıiş, başlarındaki küçücük hotozlanna birer mor sünbül takmış, uzun mai hırkalı, penbe en
-----
tarili iki soygun arasında cerey.
an ediyordu] İkisi de içinde bulundukları düğün evine gelmek üzere olan misafirleri istikbal için sofaya çıktılar.
Sultanahmet meydanının arka taraflarında olan bu büyük, bu eski ev, o sabah pencerelerini bahar güneşinin şuama, kapılarını muhabbete karşı açmıştı.
Birçok senelerden beri ilk def’a tamir görerek kısm-ı haricîsi kırmızı bir aşı boyasına boyandığı ve dahilindeki odalar, duvarlar bütün sıvandığı halde, düzgün sürmüş bir kocakarı gibi yine kaplamalarındaki çatlaklar, buruşuklar, duvarlarındaki inhinalar, çukurlar tamamiyle setredilememiş ve bununla beraber üzerinden m ürur eden senelerin zır-i pâ-yı tahribinde inhinaya başlamış.
Sofalarına genç kızların uzun etekleri dokunacağı, kış rüzgârlarının iniltisinden başka bir ses işitmeyen ıssız duvarlarına gençleri kahkahaları aksedeceği ve bahçeye nâzır olan bir köşesi de bu gece şebabete hacis-i visal olacağı cihetle, ortasında bulunduğu meydanda kanatlannı açarak ihtiyarlara mahsus bir neş’e ve gurur ile gelin-güveyi bekliyor gibi duruyordu.
Şimdi, yarım saate kadar, birçok zamandan beri netice-i hayat olan gubar-ı hüzn-âlûdun istilâyı elimine teslim edilerek metrûk bir halde bırakılmış odalarının kapılarını istihbali, muhabbeti okşayan güzel eller açacak.
.
.
ÎVTânâ-yı bülend-i tabiat olan güzel çehreler her biri bir tarafa atılmış yastıklarına dayanacak.
.
.
Rengi solmuş döşemelerinin üzerine rengârenk atlas elbiseler birer pûşide-i letafet olacak.
.
.
Bulunduğu o yüksek mevki-i mümtazdan, etrafındaki küçük evlere doğru mütenezzilâne biraz eğilerek, yarım saate kadar her tarafa aksendaz-ı letafet olacak bir saz ü sûz-i dil-nüvazı istima’ eylemelerine müsaade ediyor gibi görünüyordu.
Hattâ her gün kapısını kıracak gibi vuran, merdivenlerinden yıkacak gibi çıkan mahalle bek
-----
çisi Haso ile o gün başma kırmızı yemenisi sarmış, ayağma abâdaiı yeni poturımu, arkasına yine abâdan yeni saltasını giymiş, kemal-i hürmet ü nezaketle sokak kapısmm önünde küçük hasır iskemlesinin üstünde hilâf-ı itiyadı olarak gelen geçene mütebessimâne atf-ı nazarla gelin arabalarma intizar ediyordu.
Biraz sonra seyirciler kapılardan muhacimeye ibtidar edip evin her tarafmı istilâ ettikleri gibi zavallı bekçi de kırmızı yemenili büyük ayaklanyle sevincinden, telâşından çekinerek üzerinden geçtiği birkaç sokak köpeğinin feryad ü figanı arasmda, harem dairesine doğru koşarak bütün mahallede mûcib-i iştihar ü iftiharı olan sadâ-yı bülendiyle, tebşiri kudum edince, evin içinde biı halecan hasıl olarak herkes kapüara doğru koşmağa başladılar, Tekmil mahalleye bir hatt-ı müteharrik çeken arabalar evin avlusuna girdikten beş dakika sonra idi ki,
gelin ve güvey nihayetsiz derecede mütenevvi, mütelevvin elbise ve kıyafetleriyle merdivenlerden gelin odasına kadar tesadüf eden yerleri, sofaları birkaç sıra olarak işgal eyleyen davetlilerle seyircilerin, bu iki gencin şan-ı galibiyet ü muhabbetlerini alkışlayalı «Maşallah.
.
.
Kırk bîr kere maşallah» nidaları arasmdan geçiyorlardı.
Merdivenlerden gelin hanımı sürükler gibi çıkaran bu genç,
güzel damat bey kadmlarda en ziyade tahrik-i tahsin eden uzun boyu, kemikli geniş omuzları, bil-husus muntazam ve yirmi beş yaşına göre biraz çokça ve uçlan maşa ile yukanya doğru kaldırılmış olan siyah bıyıkları nazar-ı takdiri cezbadiyorduysa da galiba ettiği izdivacm muhasebe-i menfaati ile biraz ziyadece meşguliyetinden olmalıdır ki, dalgın bir tavır ile merdivenlerden önüne bakarak çıkıyordu; yalnız ara-sıra başmı kaldırarak kadınlar hakkmda tahkir ile memzuc kin ve garaz besleyen kalbinin mânâ-yı hıyanetini ifade eden gözleriyle etrafında mestur olarak bulunan nisvânı pâmâl-i nazar-ı istihkar
fil
-----
ederdi.
O dakikada memnun ve bahtiyar olmaktan ziyade hadid ve sitîze-cu görünüyordu.
İtimat ediniz bana,
bu tabiatlarda, her türlü teessürât hattâ muhabbet bile bir kin ve adavettir.
Kolundaki uzun boylu endamma büyük bir nakîse verecek surette dar ve uçları yukarıya doğru kalkık omuzlu gelin hanımın giydiği elbise, Türklerin sanayl-i nefiseden addolımacak kadar güzel o iki etekli sevb-i latiflerinin alafrangaya meze ve izdivacıyle mor atlastan gayet uzun etekli ve korsajından başlayarak ta eteklerine kadar olan bütün kumaş, maşrıktan garba akseden ziyâ-yı nev-zulıur-ı neharîyi andırır surette uzun yollu sırmalarla işlenmişti.
Genç kızlarda maksad-ı izdivacm birincilerinden biri olan gelinlik elbisesinin ve etrafındaki alkışların verdiği bir hiss-i gurur ü bahtiyarı içinde hüsn ü şebabetinin istinatgahı addettiği kocasına dayanarak, nefsinde her türlü teessürât ve üıfiâlatm medid ve şedid olduğunu gösterir surette biraz derin ve biraz birbirine yakın ve bir saniyede her tarafa mün'atıf, o anda ise neş’e ve sürurundan nîm-mest olan parlak siyah gözleriyle tebessüm ediyordu.
Yüzüne taktığı al tülden duvağı esmer çehresine hıyanet ediyorsa da, güldüğü zaman bütün çehresi vc bil-husus o halde parla“k dişlerini gösteren güzel ağzı, gayet nerm ü nazenin, latif ve mânidar bir suret kesbeyliyordu.
Kalabalığm en ziyade toplandığı yerden uzakça bir köşedeki minderin üzerinde ayakta duran iki yaşlı kadın fevkalâde meserretlerden hâsıl olma bir hayret içinde,
ağızları biraz açılmış, koltuğu seyrediyorlardı.
Kısa saçlarını toplayan küçük hotozlarının etrafma elmaslı iğneler, kulaklarına uzun felenıenk küpeler takmış, bütün çehreleri bir tebessüm halinde olduğu gibi nur-ı sürür içinde kalmıştı.
Bu iki kadın meserret ve memnuniyetle
-----
riyle, o kadar izdiham arasında temayüz ederek herkesin nazar-ı dikkatini celbediyorlardı.
Bu iki hanım gelin ve güveyin validesi idi.
Bir tanesi bizde erkek evlâdı olan validelere mahsus gurur ile,
diğeri bir rikkat ü şefkat-i maderâne ile, mahdumunun sâika-i kuvvet ü galibiyet sayesinde heyet-i içtimaiyeye duhulünü, kerime-i ber-güzidesinin âlem-i hakiki üzerinde attığı ilk adımlanyle rehberî-i hayatı olan kocasını bah tiyarâne ve masumane surette takibini, ikisi de ömr-i gü zeştelerinin kol-kola vererek avdetini, yahut saha-i maziden istikbalin güzânm, birtakım hissiyat-ı mühimme içinde temâşâ ediyorlardı.
Behçet Bey gelin hanımı köşesine ik’ad ederek orada her cinsten mürekkep izdihamın enzârı mütecessisâne vü muahezekârânesine karşı vaz’ ve teşhir eyledikten sonra kalabalığın arasından bin müşkilât içinde selâmlığa cıkımştı.
Sitare Hanım, tâ akşama kadar yüzlerce gözlerin ted kikat-ı mütecessisâne ve muayene-i muahezekârânesine terk ve vaz’ edildiği cihetle, hüsünlerine pek ziyade emniyetleri olmayan ve çehrelerindeki kusurlara kendileri de vâkıf bulunan kadmlara mahsus bir ıztırab-ı asabî içinde kalmıştı.
Yüzündeki tebessüm rengiyle beraber uçup gitmiş ve bu ıztırab-ı şedidin tesirâtmdan olarak yüzü ağlar gibi bir hal keebetmişti.
Kalbiyle hem-aheng-i halecan olan karşısmdaki saat çaldıkça ıztırabı tezâyüd ve teşeddüd ediyordu.
Zira üzerine ma’tuf ve mansub olarak, ayağından başlayıp başında ârâm edan, yüzünün enküçük çizgileri'
ne, en mahfî kusurlarma ayn ayrı isabet eyleyen nazarlarda nevâkıs-cûluk, taharri-i kusur, hased gibi birtakım mânâlar hissediyordu.
-----
— Gelin güzel mi?
— Güzellik ona kalmışîî Görmüyor musunuz ne kadar esmer.
Kaşları da ne kadar düşük.
Yalnız gözlerini beğendim.
— Gözleri sizin gözlerinize ne kadar benziyor! Diğer tarafta:
— Gelin güzel değil ama esvabına bayıldım.
Mor atlas üzerine sırma işleme ne kadar yaraşıyor.
— Bundan daha güzel gelinlik esvabı olmaz.
Fakat
«belim ince görünsün» diye korsesini ne kadar sıkmış!
Baksanıza.
Rahat nefes alamıyor.
— Kardeş! Kendi belin gibi arıyorsan onu hiç kimsede bulamazsın,
Diğer köşede:
— Dansı başına.
Gelin hanım niçin böyle ağlar gibi duruyor.
Sanki.
.
.
Ne kadar sevinse lâyık.
Bence güvey gelinden daha güzel.
— Niçin? Bence zavallı gelin hanım da güzel.
.
Güveyin bir odalığı varmış.
Sahih mî?
— Benim de kulağıma öyle bir şey çalmdı.
Çıkarmış mı? Satoıış mı öyle bir şeyler diyorlardı ama bilmem.
—' Ben hastalanmış, yatağa düşmüş diye işittim.
Gelin duymasın diye bütün ev halkı pek telâş ediyorlarmış.
Her köşede, her tarafta muhavereler, , mükâlemeler,
mülâtafalar, muahezeler, germiyet kesbetmiştir.
Bu cihetle sesler birbirine k a n ş a r yavaş yavaş yükselmeğe, sofalarda, odalarda gidip gelenlerin ve sür’atle aşağıya inip çıkanların ayak patırtılanna bir cihette nağme-saz
-----
yat-ı galeyan-engiz hüküm-ferma olmağa başladı.
Âdâtımızm devr-i inkılâbında bulunduğumuz cihetle usul'i müttehazaya muhalif olarak darvetlilerin geceye alıkonulacağına dair sabahtan beri deveran eden bir rivayet akşam üzeri kesb-i hakikat ettiğinden, evin her-tarafında birer birer mumlar, âvizeler, lambalar iş’al edildi.
Genç çehrelerdeki en mestur çizgileri, en görünmez lekeleri, en hafî kusurları teşhir etmekle, en parlak renkleri bozmağa çalışmakla me’luf olan güneşin o cuşan, o hasud, o meâyib-cu ziyası sönüp de âvizelerin hafifşuleleri güzel yüzlerde mütehassirâne intizâza, sijah saçlarda âşıkane mülâtafaya, intihab-ı elvanda müsellem olaa:!
hüsn-i tabiatları mübalâğaya meyyal şarkıların o rengârenk atlas elbiselerinin üzerinde dalgalanmağa başlama siyle düğün büsbütün bir başka letafet ve taravet iktisal:
etti.
Saat gece yansma takarrüb edip de en güzide hanende ve sazendelerden müntahab çalgi takımı bir şevk-i sanat-psrverâneye, neş’eler bir revnak-ı hoş-rübâya, bütürj düğün bir tavr-ı serbestiyâneye döküldüğü zamandı ki, al canfesten bir etekli entari giymiş, bir kırmızı kurdeleyle bağladığı saçlarını arkasına dökmüş bir cariye merdivenlerden inerek alt katta, evin hâli bir köşesine doğru gidiyordu.
Yalnız, giderken ara-sıra durarak bir arslanin önünden kaçan ahu gibi havf ü halecanından, dökülmüş saçlarınm içindeki başını çevirerek o güzel siyah gözleriyle arkasma bakıyordu.
Müntehasında bir oda olan uzunca bir yola girdi.
Halecanını teskine çalışır bir tavır ile elini kalbinin üzerine koyarak etrafını dinledi.
Düğünün gürültüsü buraya uzaktan uzağa aksediyordu.
Arkasım
-----
güzel kızı tecessüs etmek için gizli gizli giren ayın şuama karşı asabî bir halde bulunan vücudunu ısıtıyordu.
Azıcık sonra, eski kanaklarda hâlâ mevcut olan bu uzunca yolun müntehasmdaki odanın kilitli kapısını yavaş yavaş vurdu.
Cevap yok.
Evvelkinden daha hızlıca vurdu.
Yine ses yok.
Biraz dinledikten sonra daha hızhca vurunca içeriden bir titrek ses «kimdir o» diye sordu.
«Hanım nine benimîl Kapıyı açar mısın» diyince bir ihtiyar kadın seccadesinden kalkarak elindeki teşbihi başmdaki örtüsüyle oda kapısını yavaşça açtı.
Kapısı açılan bu oda, zenginliğin sefalete terkettiği bir gûşe-i nisyan olduğu cihetle,
pek muntazam olmayan bahçeye nâzır küçük pencereleı-inin önüne kayıtsızhkla atılmış uzun, bir minderin uçlan rutubetten çürümüş ve yine o rutubetin tesiriyle duvariarmdaki sıvalarda büyük siyah lekeler hâsıl olmuş idi.
Odaya girince sağ tarafmda bir yatak, yatağın içinde yastığın üzerine perişan surette dökülmüş san saçların reng-i adem olan donukluğu, hayatı birkaç saniye reh-güzârından tehir edecek kadar müdhiş, müessir bir çehre-i nevcivanî görünüyordu.
Bir başka âleme mün’atıf olmuş gibi mailiği üst kapaklarının içinde kaybolarak, yalnız beyazlan görünen gözleri, âfâk-ı durâdurda gurub eden iki necm-i tev’em gibi hüzünler, sevdalar içinde sönüyordu.
Yanaklarının renginde olan dudaklarının aralığmdan dişleri, şakaklarmdaki ve boynundaki gayet ince derisinden mal damarları seçiliyordu.
Ölümün getirdiği bazı haller bütün tenasübünü ihlâl ile çehresinde dehşetli bir tezat hâsıl eylediği ve cereyan-ı hayatın sekte-dar olduğu cihetlerde de toprağm renk ve tesiri göründüğü gibi, ağır bir kolcu, gündüzün hararetiyle toplamp gecenin serinliğiyle intişara başlayan rutubete karışarak odanın içinde hafif surette tebahhur ediyordu.
Zira anasır bozulmağa başlamıştı,
-----
ölüm yatağında yatan on sekiz yaşındaki bu genç kiJs bundan, üç-dört sene evvel sınna saçları, penbe teni, mai gözleriyle bahar gibi taze, kuşlar gibi şen idi.
Vukuât-ı âleme karşı kapılan kapanmış ve etrafmdan geçen asrın nüfuzuna mâni olmak üzere azîm duvarlar çekilmiş bir haremde büyüdüğü için hayat-ı hakikînin hiç bir haline vâkıf değildi.
Çiçekleri sever, gülbünlerin arkasmdan kaşar, bahçeye nâzır olan odasmm penceresini açarak sabah lan şarkı söyler.
Merdivenlerin ikişer basamağmı birden atlayarak aşağıya iner, evde küçükten beri nazlı büyüdüğü için intih.
â-yı sahavetle ibtida-yı şebabetin arasmda,
iki cihetten esen rüzgâr ortasında kalmış kırlangıçlar gibi heva-yı heves-i masumâneslne tâbi olarak hiffet ve sür’atle konağm her odasma, bahçenin her tarafma ve her köşesine girer, çıkar, yürür, koşardı.
Sıhhatte olan çocuklarm o sinnine mahsus olarak hayat kuvvet ve revnakıyle icrâ-yı hükm ediyordu.
Gül rengindeki dudaklarını hemen daimî surette tenvir ederek bazen o penbe nuru gözlerinin maiüğina kadar sirayet ettiren tebessümü,
en küçük bir şeyle mümted kahkahalara tahavvül ederdi.
Bununla beraber pek büyük kabahatleri vardı, Sinnine göre çok güzel, bulunduğu mevkie göre çok nazik, bilhusus hayat-ı İnsanînin ne demek olduğunu ve bugün kendisine verilen müsaade-i hürriyet-perverâne, edilen îutf-ı âlicenâbâne, esassız bir eğlence, sebatsız bir heves olduğu için yarın şiddet ve tahkir- zâlimâneye tahavvül edeceğini bilmiyordu.
Çiçekleri çok sever, kelebeklerin arkasına çok düşer, hele o muhatarah tebessüm dudaklarmı öpmeği hiç terketmezdi.
Gayet erken kalktığı bir sa bah bahçede koşup dururken haşin, kuvvetli iki kol omuzlarından tutarak birisi kendisini öpmüştü.
Birdenbire içine düştüğü bu kapandan kurtulmak için çalıştığı sırada havf ü dehşetle başmı çevirdi.
Behçet Bey! O kollardan daha haşin, daha kuvvetli bir sada âmirane bir surette
-----
«rahat durî Seviyorum seni» demişti.
O esnada esen bir rüzgâr gisû-yı zertânnı kulaklarına doğru dağıtarak bu muhataralı, bu mühlik sözü işitmesine mâni olmak istiyordu.
Fakat maksadma vâsıl olmak için her mânii pâmâl-i istihkar edaı tabiat yanı başında.
Bu genç beyin şiddet ve kuvveti Dilsitan’ı ferman-ı tabiata râmeylemişti.
Alaka mı etmişti? Hayır! Bir kuvvet-i muhakkirâneyi ve bir şiddet-i âmirâneyi muhtevi olan bu sada, kendisine şimdiye kadar işittiği güzel seslerden, kuşların nağmelerinden daha latif ve hafif gelerek hissettiği azîm bir noksanın ikmalini, muhtaç olduğu bir şeflat ve himayetin vücudunu vaad ve temin ettiği cilietle, yanı başında rahim bir hâmi, bir birader mi? Yahut güzel bir bey mi bulunduğuna kalbince kat’î karar veremiyordu.
Aradan ancak iki üç gün geçti.
Dilsitan artık genç bir kız, bihaber bir çocuk, kimsesiz bir halayık değil, Behçet Bey’in odalığı idi.
O dakikada genç zihni gıda-yı ruhanîsi olan hayâlât-ı şebabete başlayarak mes’ud bir hali, emin bir istikbali, âteşin bir sevdayı küçücük ayaklarının altında buluyordu.
Eğer Dilsitan’ın muamelât-i insaniye ve hayat-ı hakikîyeye biraz vulcufu olsaydı, tarîk-i ömründe birdenbire karşısına çıkarak rehzenlik eden her türlü letafet ve ulviyetiyle muhabbet değil, her türlü şiddet ve hakaretiyle şehvet olduğunu anlardı.
Evet! Bu bey âcizlere karşı şedid ve müdhiş idi.
Şiddeti o derecelerde idi ki,, akşamları geldiği zaman bütün ev eşyasıyle beraber titrerdi.
Konağın gayet büyük, gayet eski üst kat sofasmda dehşetle dolaştığı zaman, büyük ahşap evlerde daima görüldüğü gibi, etraftaki odalar sallanır, odalarda mevzu olan kanapeler titrer, bazen en küçük bir hiddetle veyahut evin haricinde kemal-i meskenet ü mezelletle istida ettiği bir emel ve arzusımun adem-i husulünden gelen yeis ile sandalyeleri şuraya buraya atarak kırardı.
-----
Dilsitan daha iki haftalık hayatı olan bu muhabbete,
bu münasebet-i nev-peydaya karşı ezildiğini ve kalbinde gurur-ı şebabete ve emniyet-i hüsnüne, haysiyet-i nisvâniyesine bâis olan birtakım râbıtalarm kırıldığını hissediyordu.
Meselâ Behçet Bey Dilsitan’a bağınp da işittiremediği zaman «seni çağırıyorum.
Kulağın sağır mı? Eşek»
der ve bazen geç geldiği geceler oda kapısımn önünde bîtab-ı ıztırab olarak hâbide bulduğu Dilsitan’ı ayağmır:
ucuyle iterek uyandınrdı.
Bir kere iyi süprülmediğini göstermek için Dilsitan’m kulağından tutarak esvablanmn yanına götürdü.
Dilsitan bu muamele-i zâlimân&nin atife veyahut ciddi mi olduğunu anlamak için Behçet Bey’in gözlerinin içine nasb-ı nigâh etti.
O katil bakışlı gözlerinin bebeğini daha büjoik, daha siyah gördü.
Uçurumdan derin, matemden hazin bulduğu bu büyük siyah gözler o dakikada Dilsitan’ın bütün hüviyet-i insaniyesini tâ esasından lerze-nâk etti.
Ah kadınlar! Anlaşılmaz bir muamma.
Bazen vahşet ve şiddeti zayıf nevazişlere, âciz lutuflara tercih ederler.
Bir uçurumun içine düşerken etrafında tesadüf eden eşhası, eşyayı kucaklayanlar gibi, bütün cemiyet içinde hiç bir msded-resi, hiç bir penalu blJnayan Dilsitan da haysiyet-i nisvaniye ve insaniyesinin tenezzül ettiğini gördükçe Behçet Bey’e büsbütün sarılarak sevmeğe başlamıştı.
Sevmeğe başlamıştı.
En acı hakaike karşı yine genç zihinleri terketmeyen hayalât-ı şehabet hüküm-ferma olmağa ibtidar ederek: Behçet Bey’i bu kadar hadid ve şedid eden belki muhabbet idi?
Kıskançlık!.
.
En sâkin mizaçları bile tehyiç eden o dâhiye-i muhabbet! BeUd kendisinin hırpalanmasına,
meşine sebep bu idi.
Bak kemal- muhabbetle
-----
yanında duran arslan vahşi, güzel, yırtıcı, ulvî değil midir?
Burası doğru.
Zira bu alçak, Dilsîtan’a kadın değil,
dişi muamelesi ediyordu.
Bu şiddetlere, bu tahkirlere, bir mutavaat-ı muhabbetkârane ile sabır ve tahammülü altı ayı geçiyordu ki,
beyinin etvarmda, evin halinde, herkesin muamelesinde bir hazırlık, bir tebeddül görmeğe başlamıştı.
Evin bazı yerlerinde hasırlar değişiyor, duvarlar sıvanıyor, evin halkı Behçet Bey’in karar verilmiş nikâh cemiyetinden muttasıl bahsedip duruyordu.
Dilsitan o geceler sabahs kadar hiç uyumuyordu.
Bak.
Kalbi muhakemât-ı muhabbetinde haklı değil miydi? Behçet Bey’i bu kadar hadid, bu kadar muhakkar eden kendi ilham ettiği sevdanm kuvvet ve şiddeti olduğu şimdi sâbit olmadı mı? Şimdiye kadar odalığı idi.
Bundan sonra haremi!.
.
Tahkir ve tenzil ile başlayan muhabbet bugün kendisini bir kürsi-yi âlülâl-i aşka is’ad ediyor.
Bu nikâh! Aşk ve muhabbet.
.
O küçük, o mahzun, o sevdalı kalbi bu muvaffakiyeti, bu galibiyeti için kendi kendine bir lyd-ı nurânur icrâ eyliyordu.
Dilsitan birtakım hayalat-ı latifenin âgûş-ı nevazişkârânesinde bîhab ü tab olarak geçirdiği bu gecelerin bir sabahı arkadaşlarının toplandığı odaya girmişti.
Bir büyük daire teşkil ederek orada toplanan kızlar nikâh cemiyetine yetiştirmek için dikiş dikiyorlar ve bazen hepsi birden söze başlayarak her şeyden, her türlü intizam-ı muhavereden âri olarak bahsettikleri gibi ara-sıra birbirlerine tire makaralarını atarak şakalaşıyorlardı.
— Aman kardeş.
Ne tenbelsin! Hâlâ bir çarşafm kenarını bastıramamışsın.
-----
— Babamın adı Hızır, elimden gelen budur.
— Kız göster bakayım dikişini! A.
, bütün ters dikmişin.
Şimdi hepsini sök.
Yeniden başla da o vakit gözünü çmayı öğren.
— Maşallah Cevr-i felek kalfa sana.
Bu kadar iğne rdım iki günde bitirdi.
— Beyimin mürüvvet günü çalışmayacağım da ne ünü çalışacağım.
Bunun iki katı olsa yine dikerim.
Odanın bir köşesinde sağ elinin üstünü tutarak içini çeke çeke ağlayan bir kıza hitaben Kız ne ağlıyorsun? Dayak emekle kıyamet mi kopar? Efendin değil mi? O seni teriye için döver.
— Evet efendim.
Yastık yüzünü yanlış eyelledin diye adamın eline bu kadar iğne batınhr mı aksana.
Elim nasıl şişti.
.
.
Vâkıa batınlan iğne biraz ziadece girdiğinden elinin üzerinde bir iltihap hâsıl etmişti.
Şu kadar var ki küçücük elinin üzerinden çıkan kan damlalarını gözyaşları temizliyordu.
— Dilsitan Kalfa! Sen niçin nibâhlık esvabım dikmiorsun? Nikâha topu topu bir hafta kaldı.
Sonra yetiştiemezsin!
— Bana nikâh için şim diye kadar kimse bir şey söylemedi.
Bir iki gündür yal'
nız sîzlerden işittim.
O aralık odanın içinde bulunan kızların hepsi birden gülüşmeğe başlamışlardı.
Odanm bir terafıııda başını eğerek dikişiyle meşgul olup şimdiye kadar hiç bîr söz öylemeyen geniş ve atık yanakları, çıkık alnı, küçük ve ekik gözleriyle Tatar cinsine mensubiyetini irae eden bir halayık başmı kaldırarak müntakimâne ve Cengiz-peendâne bir nazarla Dilsitan’a bakıyordu.
-----
— Dilsitan Kalfa? Sen bizim gelin hanımı görmedin mi? Ben hanımla beraber komşunuın düğününde gördüm.
Ne güzel.
Ne güzel.
Behçet Bey yaşmaklı görmüş hep böyle bayıhyormuş.
— Pek pek de zenginmiş.
Onun ismi ne idi kuzum?
— Sitri Hanım.
Bu söz üzerine bütün halayıklar dikişlerini bırakarak kahkahalarla gülmeğe başladılar.
— Kız hiç öyle isim olur mu? Senin de dilin dönmez kİ.
.
.
Sitare Hamm!
— Yetişin! Amaaı yetişin! Dilsitan’a bir şeyler oluyor.
Evet Dilsitan’a; bir şeyler oluyordu.
Odanın içinde gülerek, eğlenerek söylenen bir söz, bir kelime, nazik vücudımun en hassas bir cihetine saplanmış hançer hükmünü aldığı cihetle oturduğu yerde, arka üstü düşerek kalbinin halecanı duyulmaz, nabzınm darabatı bulunmaz bir hale gelmişti.
Odanın içinde her ağızdan maksatlı maksatsız karmakanşık surette çıkan sözlerden hâsıl olan güniltüler,
şakalar, eğlenceler, gülüşmeler, birdenbire bitmiş ve köşede elini tutarak ağlayan küçük kız da susmuştu.
Hiçbir şeyden müteessir olmak, hiçbir şeyi vazife etmek istemeyen şevk ve şetaret, orada, korkunç rengi, müessir çehresi ile hasınn üzerinde arka üstü yatan o hayat-ı hakikiye, o mecruhe-i kalbe nasb-ı nigâh ile sükûnet-yâb olarak düşünmeğe başlamıştı.
Dilsitan bayıldığı zaman odanın ilk hali İşte bu idi.
Sonra telaş ve endişe ile yatırdıkları yatağımn etrafında kemaî-i sükûnetle dolaşan bir hekim:
«Bir şey ddpl.
Sinir liali.
îstemm}> diyordu.
-----
Bütün geceler ve bâ-husus bıtndan birkaç gün evvelki geceler, en dilnüvaz hayalât-ı şebabetin ziyaret ettiği yatağının içinde üç günden beri esir-iâlâm ü ıztırap olduğu halde Behçet Bey bir kere, bir kere başucuna gelip kendisini sormamıştı.
Üç-dört gün zarfmda büsbütün ayağa kalkarak gayet uçuk bir renk ile evin içinde dolaştığı zaman arkadaşlarından birine gayet zayıf bir sesle: «Artık büsbütün iyileştim.
Bir şeyim kalmadı.
Nikâh için olan işleri hep ben göreceğim.
Düğünde gelin hainimi ben ağırlayacağmı» diyordu.
Üç-dört günd&n beri o nazik bünyesini tâ esasından sarsan en şiddetli bir buhran-] asabi içinden çıkararak kendisini bir rüyadan uyanmış gibi görüyordu.
Bütün ümitler, arzular, sevdalar, şiddetler, Behçet Bey, hepsi vücudu olmayan birer hayal idi.
.
Bundan sonra bulunduğu mevkie göre hareket ederek vazifesinden, hizmetinden başka bir şey düşünmeyeceğine azm ü niyet etti.
«Ah isterisizm» «isterisizm» o düşman-ı azm ü niyet.
O muğfil-i ezhan, o müşevvik-i evham, o muhteri-i ehval,
o muhavvil-i her hal, o muharrib-i kuvvet, biçare Dilsitan’ı bitiriyordu.
Bazen yanlış bir fikir, şiddetli bir arzu,
sebepsiz bir korku, hiddetli bir söz, sertçe esen bir rüzgâr,
bayılmasına sebep oluyordu.
Bmıunla beraber «nikâh için olan işleri hep ben göreceğim» sözünü alkışlanacak bir metanet ve sür’atle icrâya çalışıyordu.
Nikâha üç gün kaldığı halde, çehresindeki ölü rengi, dudaklarındaki teşrih tebessümüyle herkesin dikişini dikiyor, her hizmete yetişmek için evin içinde koşarak, biçtiği esvabı acelesinden parçalar, yukarıdan kahve istenildiğini duyunca elindeki işi bırakarak hemen yetişmek için merdivenlerden çıkarken kahve fincanlanm düşürüp kırar, sonra da dinlenmek için oturduğu köşede dört-beş dakika kadar kendisini zaptedemeyecek surette kahkabalsrla gülerdi.
-----
Mutlak, mutlak cemiyette bulunmak, hizmet etmek istiyordu.
Sabahleyin erken kalkıp vech-i bî-renginin ifşa etmek istediği mânâ-yı âlâm ü ıztırabı bir dereceye kadar tadil ve tağyir eder ümidiyle bir etekli penbe canfesten elbisesini giyerek ve sırma saçlarmı arkasma bırakarak, kesbettiği o hüsn-i rikkat-âver ile cemiyete beraber gitmek için evin alt katında hanımlarmı bekliyordu.
Kendisini götürmek istemedikleri halde, o müessir güzelliğiyle ettiği istirham-ı musırrâne arzû-yı elimine nâil olarak akıbet nikâh cemiyetinde bulunmuştu.
Hiçbir mecburiyeti olmadığı ve vazifesinin tamaraıyle haricinde buhmduğu halde evin içinde her hizmeti kendi görmek, her tarafa yetişmek istiyordu.
Nikâh kıyıldıktan ve misafirlere şerbetler dağıtıldıktan sonra cemiyette nağme-saz olan çalgıyı dinlemek üzere oradaki kafesin arkasında gizlice bir köşeye oturmuştu.
O günlerde her şçyi şiddetli bir halde ifrat bir surette hissediyordu.
Can kulağıyle dinlediği çalgıların mızrabı, sazların tellerinden ziyade revâbıt-ı kalbiyesine dokunduğundan haîecanlar içinde kalıyordu.
Sazendelerin arasında bulunan bir hanendenin sadâ-yı dil-rübâsını galiba o gün gayet hafî bir hüzn-i sevdavî teheyyüç ediyordu ki bir fıskiye gibi yüksele yüksele muhayyerin en tiz perdesine kadar çıkan sesi sonra çağlayanlar gibi bir hüzün ve letafet iîe Dilsitan’ın ru
hunun içine dökülüyordu.
O esnada sazlarla hem-âheng-i itilâ olan bu müessir, bu merhametsiz sada :
Kimseler gelmez senin fery.
ad-ı âteşbârma Yandın ey bîçare dil yandın melâmet nânna
şarkısını söylerken Dilsitan bulunduğu yerde hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı.
Bu gözyaşları cemiyetin aheng-i şevk ü zevkine halel verir telâşıyle Dilsitan’ı o anda aşağı indirerek bîr araba ile eve naklettiler.
Eve gittikten birkaç gün sonra yine eski hal-i lâkaydânesinde devam et-
-----
raeğe başlamıştı.
Hattâ ara-sıra hiç sebebi olmadığı halde neş’elenir, gülerdi.
Fakat bu neş’e-i galeyâneyi müteakip başmm döndüğünden, biraz ziyadece gülerse göğsünün ağrıdığından şikâyet ederdi.
Aradan günler, haftalar, aylar güzar edip gittiği halde bir kere, her türlü tesadüften ihtiraz eden Behçet Bey’e rastgelerek başını kaldınp yüzüne baktığı cihetle,
kendisine etrafından geçen bir gölge, bir hayal-i zulmanî gibi görünmüştü.
Diğer bir defasında o büyük sofanın bir tarafından siyah setresi siyah pantalonu ile geçen Behçet Bey’i görerek yamndakine «bu siyah adam kimdir?» diye sormuştu.
Yaz tamamıyle nihayete ermişti ki, ormanların en iç taraflarından fenâyab olan mevsim-i hayatın son nefesi denilecek surette derin bir inilti ile zuhur ederek şimalden götürdüğü bürudeti, üzerinden dökülüp gelen Karadeniz’in rutubetine meze ile ağaçların yapraklarını döken,
geceleri altından geçtiği uçuk renkli semanın hilâliyle ahterâmmn ziyalanna ihtizazlar veren ve yazın o uzun gündüzlerinin nur-ı süruru içinde uçuşan kuşları küme küme ekalim-i mutedileye doğru seVkeden sonbaharm o soğuk, o müessir, o mütenefliz rüzgârları esmeğe başlayınca, Dilsitan vücudunda büyük bir zaaf hissiyle kesik kesik öksürüyordu.
Gecelere ve bil-husus Dilsitan’m mensup olduğu kavme musallat olan bu maraz-ı mühlik-i şebabet istilâ ve terakkisi için her esbabı âmade bulduğu bu vücudda az müddette çok ilerleyerek öksürük ziyadeleşiyor ve akşamlan gelen nöbet bir gecede âsârı görülecek surette biçareyi eritiyordu.
Her sabah daha renksiz, daha mecalsiz kalkıyordu.
Üst dudağının arasından görünen beyaz dişleri çehresine bir hal-i tebessüm verdiği gibi san saçlan, o donuk beyaz cemal-i mütebessimin üzerine, mehtab vur
-----
muş bir gölün kenarındaki salkımsöğüt gibi döîdilerek,
ara-sıra uçları gözyaşlanyle ıslanıyor, o çeşm-i lâciverdinin rengi bile uçuk semaî mâi bakışıyle daima düşünüyordu.
Kendisini bu hale koyan sonbahara benzemişti.
O senenin şedid ve medid mevsim-i şitası hükm-ferma olmağa başladığı zaman, Behçet Bey, ileride kıl u kale sebep olmamak ve düğün masarifini ifa etmek için Di!-
sitan’ı satmak istiyordu.
Fakat pek geç.
Zira satılmak için vücuden mükemmel olması lâzım gelen Diîsitan’m bir ciğeri eksikti.
Bu ye’s-efzâ, bu musir, bu muannid öksürükbazı geceler derece-i ifrata vararak evde herkesi ve bilhusus Behçet Bey’i taciz ettiğinden, Diîsitan'ı evin bir köşesindeki eskiliği cihetiyle hâli, rutubeti sebebiyle metrûk bir odaya koymuşlardı ki, hastalığın sür’at-i terakkisine bu rutubetin pek büyük tesiri olmuştu.
Cevr-i Felek kalfa odaya girip de en son nefesini âlâm ve ıztırap içinde almağa boş yere çalışan Dilsitan’a, yaşlarla dolu gözlerini nasbettiği zaman, yukarıdan, kemal-i neş’e vü şetaretle devam eden düğünün âvâze-i zevk ü şevki bu odaya aksediyordu.
Iüçük Şeyler, /
-----
YARIN
Bulgurlu’da yüksek bir tepenin sırtında kâin bağın ağaçlarla ayrılmış bir gûşe-i sebz-gûnu arasında bir türbu gibi yalnız duran bu evden, mevâkı-i hâliyeye doğru mtidad ederek reh-güzerinde mânialara tesadüf ettikçe ssız ovalara, izbe yerlere sapan Alemdağı’nm tozlu yolu göz alabildiği kadar görünüyor ve etrafın çıplak manzaraı hal ve mevkie bir beyâbân-ı bî-pâyân hüznünü vererek ekser günler rüzgârla kalkan tozlar cevv-i havâda girdibadlar hâsıl ediyor ve bu temâşâya yalnız uzaktan müteharrik siyah noktalar gibi görünen kömür arabaları bir hayat ve hareket veriyordu.
Penceresi Alemdağı’na doğru açılmış bir odamn içinde Süleyman Bey'in haremi ev sahibesi Mebruke Hanım mektep arkadaşlarından, alıibbâ-yı sebavet ve şebâbetinden misafireten gelmiş üç genç hanımın arasında kemâl-i muhabbet ve mahremiyete konuşuyordu.
Üçü de on dokuz, yirmi yaşmda olan bu kızlardan Zarife şekil ve hey’eti tûlânî bir hanımdı.
Boyu, başının biçimi, yeşil gözlerinin şakaklarına doğru uçan, parm aklan hep uzundu.
Bir menba’-ı meçhul-ı hilkatin cereyanından vücud bulmuş gibi görünen bu hüviyet-i insaniyenin üstünden, her tarafmdan gençliğe mahsus bir garabet akıyordu.
Diğeri Refika Hanım şişman ve ekser şişmanlar gibi şendi.
Çıkmtılı, renksiz, beyaz alnı m üdev ver bir mermer şeklinde olarak bu zihn-i müstahkeme hü«
cum eden gaileler, teessürler, elemler birbirini kovalayıp ifrat-ı sıhhatin kırmızıya boyadığı çehresinde hiç bir eser,
-----
hiç bir iz bırakmadan makhuren kaçıştıkları görünüyordu.
O musahabede her söze karşı cevabı bir kahkaha idi.
Giydiği koyu kurşunî jüpiyle kolları gayet kabarık jaketinin içinde yaşamaktan pek memnun ve bahtiyar görünüyordu.
Üçüncüsü Saadet Hanım, hepsinden genç, kıvncık gür saçları, çokça kaşları, küçük gözleri, uzun kirpikleri kuzgımî siyah, bu sâye-i hüsnün altında, renginin beyazlığı, güzel dudaklannm kırmızılığı ile husule gelen tezad-ı dil-nişin renklerin taravet ye tesirim teşdid ediyordu.
Bu çehrede her şey küçük, her şey mütenasib.
Hattâ boyunun kısalığı bir nakîse gibi değil, bir mütemmim-i tencsüb gibi görünüyordu.
Bu tenasübü, bu endamı, güvez kaşmirden bir entari ile önü açık bir jaket, yaIcalarm açık bıraktığı göğsünü de sarı müsîinden bir şömizet oldukça bir nezaket ve zarafetle setrediyordu.
Saadet, Zarife Hanımla Refika Hanım gibi öyle derin okumak yazmak bilmiyor, çalgı meşkediyor.
Çaldığı kanun oturduğu mahalledeki bütün komşu hanımların uzun kış gecelerinde aheng-i zevk ve şevki idi.
Birbirlerine,
kendilerini temin için, isimlerini bile söylemiyerek münasebet alsın almasm hanım derlerdi.
Şimdi hanım, arkadaşlarına yana yakıla derdini anlatan hanım, Süleyman Bey’in haremi Mebruke Hanını’dı.
- - Ah kardeş! Odanm içinde muttasıl dolaşarak kendi kendine söylenir bir adam! Para kazanmasım, hattâ giyinmesini bilmez bir koca!.
.
Bizim bu dağ başlarında,
kırların ortasmda ne işimiz var? Söylesem korkarsınız.
Şu uzaktan görünen yalnız servi yok mu? îşte biz buraya onun için gelmişiz!.
.
Ah ben şair olduğunu bilmedim,
bilsem kabul eder miydim? Şu yazıhanenin üstündeki küçük küçük kâğıt parçalanm görüyorsunuz ya! Hepsine biı şey yazar bırakır.
-----
Zarife Hanım! Şu kâğıt parçası seîvi ağaeı için.
Bak asıl başlıyor:
Metrûk durur Hûda’ya karşı Nûr-ı ebed-i semâya metıbut
«
«
Âvâz-ı sürûd'i sermediyet Etmiş de am bu yolda mebhut Plepsi birden gülüşmeğe başladı.
— Bir gün kendisine güzel güzel nasihat ettim.
Süeyman Bey! Artık çocuk değilsin.
Maşallah kızımız Haat beş yaşma bastı.
Artık edebiyatı bırak.
Ciddi şeylerle ğraş.
Büyük bir Frenk edibi de böyle söylemiş diye bana ne cevap verirse beğenirsiniz! «Zavallı kadın.
Dünyada edebiyattan daha ciddi ne olabilir!»
Şimdi üçü de gülerek, eğlenerek şairin yazıiıanesiıü karıştırıyorlar.
îçi siyah siyah satırlarla dolu büyük bir defter görünce: «Aman Yarabbim.
Üşenmeden bunlan nasıl yazmış» diye şaşıyorlar ve gülmek için kâğıtları birirlerinin ellerinden kapışıyorlardı.
Şuraya bak!.
.
.
Yok bu daha tuhaf!.
.
Zavallı Mebruke Hanımj sana çok acırım!.
.
Bu aralık Refika Hanım, Saadet Hanım’ın hayretle bakığı uzunluğuna yazılmış bir kâğıdı çekerken, uçları ikiinin de elinde kaldı.
Bu hale karşı biraz mahcup olarak Mebruke Hanmı’a itizar etmek istediyse de ev sahibesi kemal-i nezaketle diyordu ki:
— Zaran yok kardeş.
Hiç sücılma.
Ben öyle kaç tanesini yırttıml Bir gün, artık bu şeyleri bırak Bak evimiz ne hale geliyor diye kendisine nasihat verdiğim halde inadma sabdıtan akşama kadar başmı kaldırmayarak yazdı.
Ben de o sokağa çıkar çıkmaz inadıma o gün yazdıklarmın hepsini yırtarak attım.
Akşam eve geldiği zaman bir hiddet! Bir bağırmak! Zaten emniyet etmediğim
-----
bu adamdan ne yalan söyleyeyim içime korku geldi.
Dedim ki: Yabancmm kâğıdmı yırtmadım ya.
Kocam değil misin? Köpürmüş gibi bağırarak: Hayır, Ben senin değil,
bulutların, dağlarm, semanm, ziyanmım demesin mi? Bunun üzerine hanımlar kendilerini zaptedemeyecek suret te gülüyorlar, yalnız Zarife hüzün ve kederle muhibbe sine acıyarak «zavallı Mekruke hanımcığım!» diyordu.
Bu genç, bu ter ü taze, bu güzel budalalar, şiir ve şairi muahaze, muhakeme, sonra itham ediyorlardı.
— Benim ona ettiğim nasihatîan ancak bir valide evlâdma eder.
Bir gece, Süleyman Bey, sanat sanat diye bağırıyorsun.
Bu sanattan eline ne geçti? Para yok, menfaat yok.
Yine arkadaşların tarafından sövülmekten başka bir kânm gördün mü? Pederinin bu kadar bildikleri var.
Onlara yalvar: Su Şirketinde mi olur? Gümrük Kolculuğunda mı olur? Sana bîr yer bulsımlar.
Kızımızla beraber rahat rahat geçinelim, dedim.
Dizlerime kapanarak hüngür hüngür ağlamağa başlanıasm mı? Süleyman Beyi Beni kendine acıtnıak için ağlıyorsan onu hiç umma.
Çocuk gibi ağlayacağma erkek gibi düşün! Dediklerim çıkmadı mı? Şimdi karisiyle bir çocuğunu beslemek için çekmediği eziyet ve meşakkat kalmıyor.
Sül&yman Bey, bu büyük şair, Mebruke Hanım’ı nereden bulup almıştı?.
.
Beş sene mukaddem, o zaman sağ olan pederiyle oturdukları Göksu’daki yalıda bir temmuz gecesi Yeni köy’deki ahibbâsmdan Vâsıf Bey’e gitmek için tesadüfen bulduğu Emirgân kayıklarından birisine bindi.
Bu kayık,
mâlâmâl-i ahteran olan bir sem'anın altında, her kevkebin bu’d-ı nâ-mütenahîden bıraktığı hutut-ı zerrine cilvegâh olan suların üzerinde sessiz sadasız cereyan ediyor idi.
Her ahter, mai billurdan ayine gibi denizin içinde is
-----
miyle gösterilebilirdi-.
Şairin bâlâ-yı serinde, cereyan-ı lâciverdîde parlayan avâlim-i ulviye yalı başına kadar, inmişti.
Her tarafta iıükm-fermâ olan ziya, nur, şu’le! Anadoluhisarı’ndaki bir kandilin denize düşen ziyâ-yı âli ce reyan ederek Boyacıköyü’nün rıhtımına dokunuyor, Kanlıoa’da yaın'an gazlar, fenerler, Emirgân’daki bir yalmm odasmda gece kandili kadar aydınlık ediyor, Körîez’in en karanlık köşesindeki ateşböcekleri serâir-i muzlime-i muhabbete nüfuz etmek isteyen fikr-i şairane gibi parlayıp sönüyordu.
Bu aralık karşıdan zuhur eden diğer bir kayık denizde hâsıl olan «yakamoz» cihetiyle geçtiği yerlerde nuranî bir iz bırakarak Süleyman' Bey’e doğru ilerliyor,
nurlar, şu’leler, bu gelen kayığm etrafında uçuşuyor, çırpmıyor, sudan çıkan küreklerden bile denize inci taneleri gibi nurlar damlıyordu.
Kehkeşan arasında uçan melekler gibi bu nur ve ziya girdablarına tutulmuş kayığın için de bir güzel kız peyda ve nihan idi; Yirmi yaşında olan şairin hayal-i bî-misali! Süleyman Bey kayıkçıya: Bu geçen hamm kimdir? diye sordu.
O zamana kadar hiç bir söz söylemeyen kayıkçı: «Bunları ben taşırım.
Şimdi evine gideceğimiz Vâsıf Bey’in hemşiresil Sizden iyi olmasm beğim ama elmas gibi bir familyadır» dedi.
Zaten bu .
aile hakkmda vukuf ve hürmeti olan Süleyman Bey’in, bu şairin nikâhı ıkd-ı Süreyya’nın iş’al ettiği âvizenin altında, Zühre’nin şehadetiyle bu bezm-i nurânur-ı semavîde akdolunmuştu.
Günler, aylar yevm-i izdivacı takip ettikçe yavaş yavaş Süleyman Bey’in faal olan hayatına, her haline bir durgunluk gelmeğe başlamıştı.
Zira şair, haremini enkazı hayalden, sakaf-ı semâ-nazîri fikr-i şairâneden yapılmış,
mâ-fevkü’t-tabiiye bir ma’bed-i ulviyete, bir hacle-i visale ik’ad ve is’adda ısrar ettikçe Mebruke Hanım tabiat ve terbiyesinin tahdid ettiği daireden çıkmamakta inad ediyordu.
-----
Bîr gün, Süleyman,' Bey kendinden geçmiş İDİr halde âvâz-ı bülend üe Dante okurken, Mebnıke Hanım korkusundan acele acele komşu hanımlardan bir ikisini eve almıştı.
Bunlar, kapı aralığından hâifâne şaire, sonra da birbirlerine kinaye ile bakarak gülüyorlardı.
Bu karı-kocanın âheng-i imtizacı halel-pezîr olarak aralarında her.
fikir bâis'i mücadele bir mevzu, her söz şâyân-ı iğbirar bir şey, her bakış tahammül olunmaz bir kinaye oluyordu.
Bir zsnıandan beri ise âsâr-ı elîmesini ibraz etmeğe başlayan parasızlıktan hâsıl olan şikâyetler, hiddetler, mücadeleler şairin huzur ve ârâmını büsbütün selbetmişti.
Süleyman Bey’in tüccardan olan pederi vefatma yakın servetini Panama hisselerinde kaybederek .
mahdumuna bıraktığı irad-ı cüz’i hareminin iddiasınca «kendi gibilere yedirdiğinden» kendisinin kavlince «emniyetini su-i istimal ettiklerinden» hemen tamamiyle bitmişti.
Mebruke Hanım’ın, kocası hakkında «iradını kendi gibilere yedirdiğinden» sözü büsbütün sebepsiz değildi.
Süleyman Bey matbaaların birinde tesadüfât-ı edebiyeden olarak biraderân-ı tahririnden İzzet Efendi namında bir zat ile kesb-i aşnayî etmişti.
Bu îzzet Efendi kırk yaşında burnunun üstünün büyük camlı bir gözlük, kırptırdığı saçları, sathında noksan kalmış bir iki hat bulunan nâsiyesinin yarısına kadar inmiş, matbaalara edilen siparişlere göre yazı yazar bir muharrir idi ki koltuğunda birçok gazete-
###### ler kitaplar dolu.
Zihninde ise kemal-i intizam ile bend-
, makaleler, hikâyeler tabaka tabaka vaz’ ve tertib edilmiş, her sâhib-i imtiyazm, her kitapçının istediği şeyleri orada bulduğu masanın üstünde hemen tahrir ve ikmal ederdi.
Bu muharrir erbâb-ı sanayiin hiç bir kısmında görülmemiş bir tevazu ve mahviyetle meselâ sabaha kadar çalışarak itmam ettiği makale matluba muvafık gelmezse, zaı-arı yok bir başkasını, istediğinizi yazarım, der
-----
.
Namus ve haysiyeti ve hasâil-i âliyesi cihetiyle heresin indinde bir mevki-i şeref ve ihtiram ihraz eden bu uharririn kusuru, çak olaır, çok yazar, az çalışırdı.
Doğamış bir çocuğa esvab ihzar eder gibi zihninde hazırlağı birçok kelimeleri, cümleleri giydirmek için fikir arar,
u kelimeler ise ya dar, ya kısa, veyahut geniş, uzun gerek büyük adam elbisesi giymiş bir çocuk veya çocuk bisesi giymiş bir büyük adam gibi fikirler ekser gülünç ir hal ve kıyafete girerdi.
Bunlan kendisi de görür, anrdı.
Fakat ne yapsm! Midesi için kalb ve ruhundan böyfedakârlıklar etmeğe mecburdu.
Bir defa evine kapaarak dört gün sarf-ı mesaî ile yazdığı dört sütunluk bir endi okumak için matbaaya getirmiş, Süleyman Bey de ynı onun gibi yazdığı bir makaleyi okumak üzere mataada bulunuyordu.
İbtida İzzet Efendi edebiyata ait olan endini okudu.
Bu sefer, edebiyat-ı âliye ile kesret'i teaggulü sâyesinde fikirler güzel, muhakemeler vâkıfâne,
ümleler mahirâne, hey’et-i mecmuası bir eser-i edibâne di.
Sâhib-i imtiyaz dest-i nıuhâlesetini uzatarak İzzet fendi’yi tebrik etti.
O ise kemal-i memnuniyetle iskemesine ittikâ ederek Süleyman Bey’i dinliyor.
Bir serdar-ı muzafferin şşn-ı galibiyetini ilâ eden muzikayı dinlemegibi bir neşve-i mestâne ile ibtida eden bu hal birkaç atır sonra kemal-i rikkate, bir jjsi sahife hitâmında inhimak ve ibtilâya taharvvül ederek, şair okuduğu eseri biermek üzere iken, İzzet Efendi uzun parmaklı ellerini üzüne kapayarak:
— Ah bununkinde can var, hayat var!
Diye çocuk gibi ağlamağa başladı.
İzzet Efendi’nin braz ettiği bu eser-i âll-i şâiraneden en ziyade müteessir lan Süleyman Beyle aralarında o zamandan beri büyük ir samimiyet-i muhabbet,bir mahremiyet-i ülfet hâsıl
-----
olarak bir müddet sonra birlikte yaşamak için şâir, İzzet Efendi’ye evinden, sofrasmdan bir hisse-i uhuvvet-i sanat tefrik etmişti.
Hareminin iddiasmca «kendi gibilere yedirdiğinden»,
kendi kavlince «emniyetini su-i istimal ettiklerinden»,
her neden ise arada muhakkak olan şey Süleyman Bey’in her adım attıkça fakra ve sefalete doğru inmesi idi.
Fakr u zaruretin en derin uçurumlarma düştüğü bir kış, pederinden mevrûs Süleymaniye’deki harab bir evin, kırık camına beyaz mukavvadan kâğıt yapıştırılmış bir odasında kerimesi Hayat hastalanmıştı.
Pederi elinde pek pahalı olduğu için yaptıramadığı bir reçete olduğu halde yatağın içinde eksiliyor gibi gördüğü Hayat’mın başı ucunda düşünüyordu.
Dışarıda sessiz, sadasız kar yağıyor, odanın içini istilâ eden sükûnet, oradaki münkesir kalblerin çarpmtısı duyulacak kadar derin idi.
Kadınların istihsal-j esbâb-ı taayyüş için kuvvetleri erkek olduğundan o kuvvetin inhitat ve zevâle meylini gördükleri zaman uyandırmak, tecdid ve ihyâ etmek ihtiyâcında bulunurlar.
Haremi: Bey! O kadar düşünecek ne var? Bu gün para alacaksın.
Zaten hekim: Nezleden gelme bir boğaz rahatsızlığı! Zannederim iyi bakılırsa çabuk geçer, diyordu.
Süleyman Bey: Hakkm var Mebruke’ciğim, zaten şimdi gideceğim, cevabmı verdi.
Süleyman iki saat sonra pederinden müntakil bir vakfm vâridâtmı almak üzere mümeyyizin odasına girdi.
Para verilmiş, hazır duruyordu.
Fakat bu adam ahibbâsmdan biriyle bazı yemeklerin suret-i tabh ve ihzârına dair iştihalı iştıhalı konuşuyordu.
Senede bakmak, muamelesini icrâya masruf olacak zamanı düşünerek, bu lezzeti musâhabeti o aamana fedâ etmemek için : Yann! dedi.
Bu söz üzerine Süleyman Bey’in vurulmuş gibi kımıldamayarak ayakta durduğunu görünce oturduğu yerden eliyle kapıyı göstererek : Yarm dedik a.
.
.
diye hitap etti.
Haysiyet-i edebiyesi kendisini
-----
bir sevk-i tabiî ile dışarı çıkardı.
Şimdi sokakta düşünerek bir makine hareketiyle yürüyordu.
Başının üstünde kıyametler koparan fırtına ile yağan karlar, azîm, âli olan âmâl ve tasavvurâtını göz alabildiği kadar vâsi mesafelerde tekfin ediyor, edebiyata hararet-i hayat veren mer kez-i dehâ nâsiyesine büyük kar taneleri dökülüyordu.
Eve girdi.
Akşam olmuştu.
Bir saat sonra çıldırmış gibi bir halde, yatağın başı ucunda ağlayan karısına, çocuğa gelen hararete» kırık cama doğru koşarak sofadaın; aşağı inen soğuğa, kar borasının âvâze-i müdhişesine karşı; Yarın, yarın, yarm! diye bağırıyordu.
-----
MUSAHABE
Bir hayli senelerden beri Ramazan gecelerinde bulunamadığım Şehzadebaşı’na birkaç ay evvel bir refikimle gitmiştik.
Gecenin hafif zalâm-i lâciverdîsinde, bir burc-ı sema-pervaz gibi yüksele yüksele müntehâ-yı itilası olan tabaka-i havaîyede etrafa şuleler serperek, bu aym matlaı olan semaya karşı şehrayinler icra eden minarelerden, semadan inen kelimat-x akaid-i beyyinat yine semaya doğru yükselip gittiği esnada, zeminde sâfiline bir şeb-i lyd tertip ve ihzar eden Şehzadebaşı idi.
Çaycı dükkânları karşılarında «sirk»!.
.
Zuhuhî kolu!
Beş'On adım ilerde ««fonograf”!.
.
Karagöz! Yanı başında
«Sinematograf»!.
.
Edison Zuhuri kolunu seyrediyor, Karagöz Edison’u dinliyordu.
Edison! Bu hârika-i hilkatin,
bu yeni dünyanın, kadîm Asya ile bir iskemlede oturması bir garip tezat değil midir?
Rehgüzarımızda renkli fenerleri, kandilleriyle en şule-nisar baraka, bizi pervaneler gibi ziyasına doğru cezbetti.
îçeri girdik.
Hemen oturup da petrol kokusundan,
tüten lambalardan şikâyeti havi aramızda ancak bir-iki kelime teati olunmuştu ki, birdenbire kopan bir kahkaha kıyametine karşı bilâ-ihtiyar başımızı çevirdik.
Bir cinli
«karikatüristsin dest-i nâzikî-i şikestinden çıkmış bir oyuncu sahnede durarak makineli bir cisim gibi başını iki tarafa çeviriyordu.
Hâlâ bir kelime bile söylemiyor! Moliere söz söylemeyerek yalnız bir görünüşü ile Fransa’yı bu
-----
det ve sür’atıyle istilâya başladı.
Acaba ağzm zihne taalluku yok mudur? Ulunı-ı tabiiye dudaklann doğrudan doğruya beyne irtibatını söylüyor ki, hassaslığı, da onu gösterir.
Psikoloji nokta-i nazarınca, zannederim ki gülmenin zuhur ve tecellisi yalmz ağza mahsus olmadığı gibi,
vâ esefa ki, gülmek de daima neşenin sada-yı beyanı değildir.
Zekâ bî-tab-ı ıztırap olan ruha tertip ettiği sûr-ı nuranîde bir fikr-i dakika, rengin olduğu kadar amîk olmayan bir mazmuna, şihab gibi şuleler içinde ulviyet-i dehadan inen bir nükteye güldüğü zaman, o neşveyi ağızdan ziyade gözlerde parlayan bir tebessüm tebyin eder.
Bu mütalaata rağmen biz yine muttasıl gülüyorduk.
Eğer Hoca Nasreddin Efendi bir tiyatro yazmış olsa, onu da Abdürrezzak Elendi oynasa idi, biz de kendimize göre bir Moliere’le bir Coquelin’e mâlik olmaz mıydık? Yarım saat sonra bu barakayı' neşve-i şematet-engizine terk ile Karagöz’e girdik.
Perde kuran, şem’a yakan, zil ve hayal gösteren o edebli, terbiyeli Hacivad’m, bu uslu akıllı adamın asırlardan beri devam eden nasayih ve mesaî-i ebcdiyesine rağhıen Karagöz’ü yine maram anlamaz, söz dinlemez, terbiye kabul etmez bir halde gördük.
O çelebi Hacivad kemal-i fasahatle KaragÖz’ün «mizaç-ı sıhhat-imtizaç-ı âlileri ne dairede dâir ve ne merkezde şâir?», olduğunu soruyordu.
O, kendisine gelen velehle bu sözlerin ne demek olduğunu anlamağa çalışıyordu.
Sonra bütün bu sözlerin
«nasılsınız? İyi misiniz?» demek olduğumı anlayan Karagöz’deki hayreti, bu kadar sade bir şeyi şimdiye kadar söylemeyip de kendisini bu derece yorduğundan dolayı hâsıl ettiği hiddeti görülecek şeydi!
- Edebiyat bahsinde ben de KaragÖz’ün fikrindeyim.
Karagöz dese ki: Bir adam hem Arap, hem Türk, hem
-----
Acem olamadığı gibi bir edebiyat da hem Arap, hem Türk,
hem Acem olamaz.
Dünyada başka bir milletin sarfıyle yazar, okur bir kavim yoktur.
Bilmem ne cevap veririz.
Dünyamn bütün elsins-i kemali bir araya gelse bir Türkte Türkçe kelimelerin hâsıl ettiği tesiri vücuda getiremez.
Belki de biz Türklere sözün, Arap ve Latin milletleri derecesinde tesiri olmaması Arabî ile Farisînin kesret-i istimalinden neş’et ediyor.
Asıl şikâyet de bu kesret veya suistimale aitiir.
Yoksa cihanın en büyük medeniyetinden birinin, en âli edebiyatından birincilerinin lisanı ve kendi dilimizin bünyan-ı beyanı olan Arabî ile Farisîden kim iddia-yı istiğna edebilir? Öyle düşünüyorum ki esasen fikirler, nazarlar, «mümkün olduğu kadar» Türkçeye matuf olmalıdır.
Bu maksada çalışmalı.
Muvaffakiyeti zaman temin eder.
Bahis buraya gelince, naaarlar Kırım'a doğru in’itaf eyliyor.
İstanbul’a gelen Türkçe gazeteler içinde zamanın ihtiyacatına, garbın kemalatına en ziyade vukuf gösteren, ru-şiııaşi-i fikr,
sevda-yı marifet, selâmet- muhakemesiyle temayüz eden
«Bahçesaray’da Özhane’de matbu» Tercüman gazetesi ekser bizim lisan hususundaki itiyad-ı tekellüfümüzü muaheze ediyor.
Türkçenin esası Çağatayca, Tatarca olduğundan oraya dönmemizi ihtar eyliyor.
Bizim istediğimiz Türkçe, sadelik büsbütün başkadır.
Bizde Tatar âsâr ve eflîânndan hiç bir şey yoktur.
Yalnız şurasını itiraf etmeli ki, bizde bir tatarböreği vardır.
Fakat onu da hazmetmek için mide demirden olmalı.
Bir gün' Londra’da «Cambridge» darülfünundan bir mektup aldım.
Türkçe!.
İngiliz darülfünunundan Türkçe mektup!.
.
Şaşılacak bir şey değil.
Zuhur-ı nâgehamîsiyle iiisam hayrete bırakan bu şeyler —tabir caizse— İngilizcedir.
O mektubu bulup bugün ilân etmesini ne kadar is
-----
terdim.
O mektup da birçok kütüb ve âsâr ile, birçok hâ'
tırat'i sahavet ve şebabetle yakını olan semadan inmiş fikirleriyle, muhiti olan bahannda açmış ümitleriyle Çamlıca köşkünde yanmıştı.
Şimdi o yanmış fikirlerin, ümitlerin, gönüldeki hâkisterini nadiren Çamlıca’dan gelen bir rüzgâr târümar ettiği zaman, büsbütün sönmeğe yüz tutmuş bazı şerare-i hâtıratm beyaban-ı bî-pâyân-ı nisyana karşı uçuşlarını görüyorum.
Bugün nakledeceğim hâtıra onlardandır.
Elîm değil midir ki aldığım vakit bir hubb-i millî ile o kadar memnun olduğum bu mektup sahibinin şimdi nâm-ı muhteremini batırlıyamıyorum.
Bu mektup beni dört gün sonra «Cambridge» darülfünunda bir sabah taamına davet ediyordu.
Bu davete kemal-i memnuniyetle icabet ettiğim sabah, Londra’nın o dağdağa-i mahşer-nü mâsı uzaklaştıkça tabiatm sükût-ı ruh-perveri istikbal edi yor, memâlik-i vesîasmda gurub etmediği halde payitalıtında tulu etmeyen güneş yolda bu şarklıya uçuk renkli tebessümüyle rehberlik ediyordu.
Bu rehber Cambridge’e yakm bir mevkie geldiğim zaman beni terketti.
Gök kapalı, darülfünun, zihn-i insaniyi muhît olan serâir-i tabiiye ve ilmiye gibi, sisler içinde duruyordu.
Bu, ummanlan mecrâ-yı âmâline râmeden İngiltere’nin zekâsı, İngiltere'
deki darülfünunlar Avrupa’nın diğer cihetlerindekilere benzemiyor.
A yn ayrı «colleges» medreselere taksim edilmiş, her kolejin yanlarmda da bir kilisesi var.
Her müderrisin odası ayrı, suret-i maişetleri ise servetlerine göre muhtelif.
Her tâlib ne kadar isterse o kadar çalışmakta muhtar, oynamak için vâsi meydanları, tenezzüh etmek için azîm ağaçlarla müzeyyen mesireleri, sandal çekmek için nehirleri var.
Bu memlekette terbiye-i fikriye ile terbiye-i bedeniye müsavi bir gayret ibraz ediyorlar.
Bu iki lâzime-i hayat arasında muvazene husule getirerek kaviül-bünye bir kavim yetiştiriyorlar.
Galiba bunların
-----
dan hâsıl oluyor.
Mücadele-i hayatın pek çok yerlerinde muvaffakiyeti temin eden sıhhattir.
Her ne dense netice sahih ve sâlim çıkıyor.
Açık mai gözlerinin mütehayyil, müteneffiz bakışı,
bir kalb-i sâfı gösteren lutuf-şiar tebessümü, hattâ çehresinin hutut-ı mânidarı, hafızamda menkuş olduğu halde ismini hatırlayamadığımı hicap ile söylediğim '.
< zat» beni na kadar samimi bir nezaketle hüsn-i kabul etti.
Odasında bir küçük kütüphanesi, bir büyük yazıhanesi, duvarında her sene mutad olan «darülfünunların sandal yarışında» bir şehper gibi sandalı uçurarak birinciliği ka zandırdığı için üzerine büyük rakamlarla müsabakîi ve muvaffakiyet tarihi hakkolunmuş bir kürek asılı idi.
Senede bir kere «darülfünunların sandal yarışı» İngiltere’
de bir yevmi mahsustur denilebilir.
- O gün sokakta hemen herkes ve bâ-husus eski Romalılar gibi dehşetli bir kuvve-i bedeniyeye mâlik olmak sevdasıyle en mâhirane,
en vücut-fersâ «idmanları» icrada iddia-yı temayüz ' ve müsabakat eden erbab-ı şebabet birbirlerine tesadüf ■ ettikçe daima bu suali tekrar ederler.
— Cambridge mi?.
.
Oxford mu?.
.
Bu suale akşam gazeteleri cevap ve hitam verir.
Darülfünunun o esnada görülebilecek bazı yerlerini,
nehrin sahilim biraz gezdikten sonra sofraya, oturduk.
Kendisi daha memâlik-i şahanenin hiçbir tarafını görmemiş, hiçbir Türkle görüşmemiş, konuşulan Türkçeyi hiç işitmemiş, Türkçeyi sa’y ve zekâsıyle hayret verecek, •surette tamamiyle kitaptan öğrenmiş.
Meselâ:-.
«Zat-ı.
vâlâ-yı şerifiniz memnuniyet kesb buyurunuz ta ki dâiniz edâ-yı şükr ve m m idet eyleyeni», biraz sonra da: «Zat-ı behiyeniz Dersaadet’te Çamlıca semtinde ârâmsaz-ı ikamef
-----
du.
Hepinize sorarım.
İngiltere’de sırf sa’y ve zekâsı sayesinde lisanımızı öğrenen bir zata karşı ifasına mecbur olduğumuz ta’zim ve hürmetle beraber, bu tarzda konuşmağa hiç gülmeden hanginiz devam edebilirsiniz? Vâkıa her lisanın yazılışıyle söylenişinde fark vardır.
Fakat söylemekle yazmak beyninde bizimki kadar ayrı iki lisan kullananları ben bilmiyorum.
-----
e s k i b i r m e k t e p
Yüksekkaldırım’da büyük bir konağın harem daireindeki yatak odasında, hürmet ve şefkatle memlu bir adının yaşlıca sesi:
— Haydi kalk beyim.
Mektep vakti geldi.
Saat biri alıyor, diyordu.
Bir hâb-ı nûşinden uyanmak istemeyen on beş yaşınaki Sabit Bey yatağın içinde dönerek:
— Rüya görürken beni uyandırdın, şimdi kalkıyoum dadı! diye cevap verdi.
Zarar yok, uyanan gözleri rüyayı görmekte devam decek bir yaşta idi.
Üzerinde hab ve hayale dalan baını yastıktan kaldırdı.
Bu genç başlar, derinliği keşfolunmamış uçurumlar, yüksekliği ölçülmez şahikalardır.
Burçarından cemiyetlerin karanlık tabakalarını aydınlatacak üneşler doğduğu gibi, içlerinden insaniyeti sarsacak volanlar da infilak edebilir.
Onların inkişafı, tekemmülü çin ne kadar itina ve ihtimam ister.
Herhalde Türkün ruhunda, toprağında nebean eden ayat şimdiye kadar inkişaf etmeliydi.
Vâlaa bu inkişafa üyük mânialar vardı, fakat ehiller ellerinde olsa Türün kuvveti bu mânialara da galebe edebilirdi.
Zira Avupa’da, Asya’da, Afrika’da, topraklarımızın altında mesur ve medfun hazineler, saraylar, mamureler, darülfüımlar, sath-ı arz.
a çıkmak için cûş u hûruş ettiği, dinle-
-----
bu sadaya, yerin üstünde, eski medeniyetlerin merkezlerinde, Emevîlerin erike-i saltanatı, Abbasîlerin payitaht-ı İlmîsi etrafında dolaşan arslanlarm Fırat ve Dicle nehri sahillerine akseden sayhaları cevap veriyordu.
Hattâ o zaman.
Bağdad valileri muvasala ve münakale yollarını temin için arslan, kaplan öldüıüp getirenlere mükâfat-ı nakdiye vereceğini ilân ederdi.
Nahif, sinnine göre uzunca, hassas Sabit Bey yatağından kalktı.
O zaman İstanbul’daki büyük konaklarda istimali yeni kabul olunmuş bir soba odayı ısıtmağa henüz başlamış, gece kandili henüz sönmemiş, zihninde bir hayal-i dûradûr henüz tutuşmamışken giyiniyordu.
Konaktan uzak olmayan Molla Gürani’deki Mekteb-i rüşdiye’ye gitmek için, divitini, hâmil olduğu yazı edevaüyle zaman-ı icadında giyilen elbiseler için kolaylıkla cebine veya bele bağlanan mütenevvi kumaştan en adi yünle en ince işlenmiş lâhor şalmdan kuşaklar araşma konur bir yazıhane olan güzel yapılmış gümüşten divitini ve ders kitaplarını çantasına yerleştirdi.
Çantayı eline alan lala ile sokağa çıktılar.
Gök açılmış ,hafif sislerle yağan yağmur, uzakta ıslak siyah noktalar gibi titreyen mahalleleri karakalem bir resimdeki hutut gibi siliyor, kapısı yarı açılmış bir evden insan bir yeniçeri çıkacak diye bekliyor, pencereleri silinmekte olan bir kahvehane uyanmak için gözlerini uğuşturuyor, biraz daha ötede bir attar dükkânı kepenklerini buhar ile açıyor sanılıyordu.
Şimdi dükkânın önünden geçtikleri attar:
— «Lala Allah bağışlasın.
Bey için gel bir nazar boncuğu al da fesin içine dikelim?» Lala da böyle şeylerin konakta yasak olduğunu söylediği zaman: «Öyle ise çöre otu al da cebine koy.
Allah kötü nazarlardan esirgesin»
cevabım veriyordu.
Şüphe yok ki attann bu sözünde
-----
kr-i menfaat vardı.
Her ne olursa olsun yanı başındaki,
uhtaç olanlara daima yardım eden büyük konağı iktiarımn müsaadesi derecesinde memnun etmek isterdi.
Faat o zaman şarkta, bâ-husus milletin böyle sade ruhlanda her şey yalnız menfaatten ibaret değildi.
Bu çocuun saha-i hayata doğru attığı ilk adımlarda her mahluk bi mücehhez olması lüzumunu hissediyor ve uğrayacağı ücumlarda şimdilik esbab-ı müdafaası için idrakinin huudu nazar boncuğuyle çöre otunda nihayet buluyordu.
Bu mahalleler, kani, mütevekkil hayatlarının istihl-! ihtiyacı için mesai-i yevmiyesine ağır, vakur harekâyle başlayarak herkes işte, çarşılılar, bedestenliler, şeyülislâm efendi vakarıyle dükkânlarına giderlerdi.
Şimdi raz ötedeki kahvehanenin önünde küçük bir iskemleye urmuş, elinde büyük bir kahve fincam olan yaşlı bir dam:
— «Lala, beyi mektebe mi götürüyorsun? Allah zihin çıklığı versin.
Büyüdüğü zaman inşallah devlet ve milte hizmet eder» diyor ve bu sözüyle bu genç çocuğım etişeceği asrı tenvir edecek bir ziya olmasını kalben teenni ediyordu.
Bu müstakbel ziya ile lala, alçalmış butlarla sisli bir yağmurun karalattığı mahallelerin arana sokuluyor ve çamurlu sokakların bozuk kaldırımları zerinde ilerliyorlardı.
Bu uzak mahallelerde ilerledikçe o asırdaki hayattan,
r başka şevk ve galeyan ile terakkiye şitab eden, garpn uzaklaşarak âzâde ve âsûde bir surette bütün dünya ağdağasını terk ile zalam-ı maziye giriyorlardı.
Biraz aha ilerledikten sonra kurun-ı vustanın inşa ettiği yeren çıkmış gibi toprak renginde bir binanın önünde dur ular.
Bu mektepti.
Sabit Bay’le lala, mektebin kapısman içeri giriyorlardı.
Medhalin sağ tarafında dar ve uzuna bir dehliz talebeyi müteaddit muslukları olan çeşme-
-----
iil önündön geçirerek, «bu ab»ın daimî bulunduğu ve er talibin evindeii getirdiği yemek için tahsis edilmiş daya isal ederdi.
Yine medhalin sağ tarafmın biraz ilesinde sonradan ilâve edilmiş üç basamakla çıkılır tahta ir şeddin üstünde pencereleri dahile, çeşmenin bulunduu cihete, kapısı dershaneye nâzır büyük hocanm- odası ardı.
Dershane geniş bir kubbs altı idi.
Buraya, beş sııfa taksim olunmuş talebenin yeşil boyalı sıralan dizilişti.
Mektebe yeni vâsıl olmuş talebe bu sıralara dizilir;
itaplarım, kâğıtlarını çıkarmak için önlerindeki çekmeri çekip kaparken hâsıl, olan gürültüler, birbirleriyle ep birden konuşurken yükselen sesler büyük hocanın daya girmesiyle birdenbire sükût-ı ihtiramkâraneye münalip olurdu.
îcbar-ı sükût eden büyük hocanın huzurunu,
üphe yok ki odasının köşesine konmuş değneklerle, falaayı getirmek için bir işaret arayan Halil Ağa’nın kaplan ibi yuvarlak parlak gözlerinin takviye ve teyidde hisseeri büyüktü.
Mektebin müderrisliğinde, idaresinde, hidemat-ı âdiesinde daimî bulunan büyük hoca, küçük hoca, bir de apıcı vardı.
Sonra farisî öğrenilmez bir kitaptan farisî edris etmek için haftada üç kere zarif, çelebi, rakseder ibi yürür bir mevlevî.
İleri sımflara ilm-i heyet, hesap kutmak.
için bir zabit, sülüs, rik’a, nesih, hüsn-i hat talimi için haftada iki defa ketebeden hocalar gelirdi.
- Şimdi iki sınıf birden büyük hocadan İsagoci dorsi lmak için binaya sonradan ilâve edilmiş tahta merdivenen acele , acele çıkararak yukanki dershaneye giriyorları.
Bu dershanenin harap bir mescidle uzaktan uzağa büük bir yangın yerine nazır pencerelerinden solmuş bir ündüz içeri girerek sıraların üstündeki kitapları, hocam.
n hlatm'ak için pek anlayamadığı mealleri, gözlüğüyle sahielere eğilmiş abus ve vakur çehresini, sevk-i fıtratla
-----
müphemiyet içinde bırakıyor,, ortada ıslak bir soğukluğu kurutmağa çalışan bir mangal sönüyor, hüznü arttıran bir aheng-i muttaridle saçaklardan damlayan yağmur talebenin önünde açık duran kitapların satırlarmı siliyor gibiydi.
Bu İsagoci, Harunü’r-Reşid zamanında Arap medeniy'
tinin en kerim avâmilinden, Yahya Bey’in eski Yunancadan tercüme ettirdiği o zamanın makbul, ma’kul bir mantık kitabı idi.
Bu mantığı sekiz yüz sene sonra Türk çocuklarına okutmakta hiçbir mantık var mıydı? Tedris ettikleri Malsud genç Türkler için maksud değildi.
Sabahtan beri gündüz, bî-tabı-i nekahatiyle, uçuk rengiyle, açılıp kapandıkça ah ü emin eden ve her tarafından seyeran-ı rutubetlerle ağlayan dört duvarında dolaştıktan sonra magribde sönüyor, Emsile’lerin, AvâmÜ’
lerin, Bina’ların, Maksud’ların, İsagoci’lerin sahifelerini nihayet bulmuş birer devir gibi kapıyor, akıbet dersler nihayet bularak talebe bu fikir zindanından azad oluyordu.
İçinde ne bir fikir, ne bir ziya, ne hayat olan ve geçmiş asırların dokunduğu yastıklara, zamana karşı çevirdiği başmı koymuş uyuyan bu mektebi havayic-i zaruriyenin ucuzluğundan husul bulmuş bir huzur ile kaygusuz,
belki inşa edildikleri zamandan beri sokaklarına bir araba sesi aksetmemiş, uzak, âsûde mahalleler arasında bırakıp evine geldiği zaman, Sabit Bey başka bir muhit buluyordu.
Bütün dinî, ahlâkî, terbiyevî an’anatı câmi olmakla beraber bu muhitte, garpta cûşân olan terakkinin âvâzesi, uzaktan ışıldayan ummanın sesi gibi duyuluyordu.
-----
: Tatil günlerinde Sabit Bey’e gelen arkadaşları yine bir Ramazan gecesi evde bulunduklan zaman bütün konak teravihe kıyam ediyor, İstanbul camilerinin yüzlerce minaresinden yıldızlı bir.
gecenin âfâkı âsûdegîsine yük>
selen yatsı ezanına konağm sofasındaki pencerelerindenMısır’ın hafızları cevap veriyor.
Herkes cami ittihaz edilen büyük odaya giriyorken bu gençler o gece R-.
'caizade Ekrem’in Vıuslat veya Süreksiz Sevînç’ini tiyatroda dinlemek için hazırlanıyordu.
Yatsı ezam bütün halkıyle misafirleri camilere celbeyliyor, Recaizade Ekrem’in ruhlara ezanı olan o eseri de gençleri mabed-i dehada ibadete davet eyliyordu.
Tiyatro başlamak için perde açılırken bu gençlerin o zamanki mahalle rüştiye mekteplerinde perdedar olan gözleri de açılıyordu.
Tiyatronun o iptidaî salınesinden daha ötesini, yükseğini görüj-or, ziya içinde bir nâ-mütenahiliğe şitap ediyorlardı.
Sabahlardan akşamlara kadar fikre ecnebi, ruha ecnebi, zekâyı söndüren, mevcudiyeti uyuşturan derslerden sonra Recaizade Ekrem’in eserinde o esir genç bir kızm feryad-ı âşıkanesinde kalbi görüyor, darabanını işitiyorlardı.
Halecan eden cümlelerin, şeffaf kelimelerin arasından doğmakta olan istikbal güneşi yüzlerine, gözlerine değiyordu.
Artık Sabit Bey’le birkaç arkadaşı o mektepten çıkmıştı.
Şimdi Sabit Bey’e kendi evlerinde, kısaca boylu, elli yaşında, sakalma biraz kır düşmüş uzun ve mahzun yüzlü İzzet Efendi Fransızca ders veriyordu.
Fakat bu hocanın yüzünde derin bir hüzün görünüyor ve bazen birdenbire gazetede gördüğü tevcihe, işittiği havadise karşı hiddetleniyor, galeyana geliyordu.
Üzerinde yürüdüğü saha-i hayatm hiçbir tarafında muvaffak olamamıştı.
Tıbbıye’de yıllarca tahsil ederek doktorasını almağa bir sene kaldığı halde mektebi terketmiş, zaruret içinde geçirdiği uzun bir zamandan sojıra dostlarmın himayet ve delâletiyle tayin olunduğu bir şeh"
benderlikten bin şikâyetle ayrılarak İstanbul’a gelip bir
-----
seven kimseye tesadüf etmediği için bütün kâinatta hiç kimseyi sevmiyordu.
Yalnız kerimesi Nuriye! Ona hased ve tehevvürle titreyen bir aşkı vardı.
Nuriye’si, genç yaında verem olmuş, zevk-i mevcudiyete müştak, sönmeğe başlamış gözleriyle temdid-i hayat için sada arayan sancılı göğsü, eğilmiş boynuyle tabiatm perişan ve zafer safhasında babasıyle beraber gezerdi.
Onu on dokuz yaşında kaybetti.
Temas ettiği bütün adamlara, etrafından geçeıı bütün hadiselere küskün, dargmdı.
Bu halin bir buhran şeklîne girdiği zamanlar odasmın penceresi açılarak zuhur eden uzun ve küskün bir çehre, sokaktan geçen adamarla, semayı güzel eden bulutlarla kavga ederdi.
Adem-i muvaffakiyetle uzun süren zaruret, kendini husumetle akip edan bir tali’ bu adamı isyan ettirmişti.
Bir gün bir kıraathanede etrafım taassup silahıyle, Frenkçe okumanm küfür olduğunu söylemekle tehdid eden âlim kıya etinde bir hocaya : «Voltaire aleyhisselam, Jean Jacques Rousseau Radiallahüan» demiş ve tevkif olunarak polise götürülmüştü.
Hiç kimseyi sevmemesi bir mukabele-i bil-misi olabilirse de gönlü gösterdiği gibi fena değildi.
Türkçeyi ve Fransızcayı pek iyi bilirdi.
Voltaire’i, Jean acques Rousseau’yn her gün okur ve Sabit Bey’le arkadaşlarma onlardan bahsederdi.
.
.
Diyordu ki: «Her hekim, bir Türkün zayıf bulduğu kalbi için tertip ettiği ilaçlarda, günde beş hap alacaksınız, yemeklerde şu maden suyunu içeceksiniz ve günde n aşağı beş sahife Namık Kemal’den okuyacaksınız diye yazmalıdır.
Bunlar ve Avrupa’dan nüfuz eden ziya gençerin yeni hayatı olurdu.
Garpta nakit addedilen vakit ark milletlerinde itibara lâyık olmayan bir şey, bir hiç olduğu için o zaman genç ruhlarda başlayan inkılabı otuz üç sene vücuda getirdi.
-----
GIRNATA
Arap şairlerinin «güneş kâinatı seyir ve devrinde hiçir zaman.
Suriye’de Şam, Endülüs’te Gırnata gibi 'ild ehri dil-âram görmemiştir» dedikleri şehre ben girerken üneş gördüğü bugünkü Gırnata’dan yüzü kızararak gu ub ediyordu.
Bu humret-i hicaba odalannda, sofalarında,
meclislerinde, daha ziyade yükselerek hattâ taht-ı saltaatlarında şedid ihtiraslar, sükûnet-yâb olmayan kinler,
ifa bulmayan garazlar, kanlar döken rekabet-i sîyasiyeer, memleketler harab eden sevda-yı cahlanyle Elhama’nm tesiri büyüktür.
Vâsıl olduğum akşam Gırnata’nm fâk-ı duradurunda yalnız şehrin bir günlük hay-ı huy-ı ayatı sükûnete münkalib olarak zeval bulmuyor.
Sekiz üz sene hâdisat ve hayatiyle o ufuklara çarpıp kırılarak im ve medeniyete feveran ve galeyan veren hûn-ı mazumu ummana dökülüyordu.
Zamanında her biri medeniet-i sahihaya birer merkez olan ve tevhid-i kalb etmeikleri için bilâhare düşman eline düşen Kurtuba’dan,
Valansiya’dan, îşbiliye’den îslâm şpn merhalesine, son melce addettiği Gırnata’ya sığınıyordu.
Bu muhacirîn-i izâm her bulundukları memleketi bier medine-i fâzıla, birer merkez-i ilm eden avâmil-i saayi ve amele-i bedayi idiler ki silâh-ı vahşetten korkan medeniyet de kendileriyle beraber hicret ediyordu.
Muhammed ibnü’l-Kâtib, İbn Haldun, Battuta gibi mesahir-i hükema ve ulema da bu muhacirlerin arasında
-----
yeyi tehyic eden ruhban güruhunun tahriki ile Kurtuba’dan, İşbilye’den, Gımata’dan tagrib edilen bu amele-i İlmiyenin mahv ve ifnası Avrupa’da dört yüz sene terakki-i ilme mâni oldu.
Kurtuba’dan hilâfetin sukut etmesi üzerine Nâsiriler,
Murabitin, Muvahhidin sülaleleri Endülüs’ün bakiye-i memâlikinde harb ve cidal ve birbirlerini hal ve iclâs ederek Elhamra’daki taht-ı saltanata tırmanıyorlardı.
O zamanki Araplarda bir hasise-i harikuladedir ki, ilim ve edebi her gün daha ziyade ilâya, her gün daha ziyade büyük bir millet olmalarına ne muharebat-ı hariciye, ne ihtilâlat-ı dahiliye, ve ne —hiç hiçbir milletin duçar olmadığı— mesaib ve devahi mâni olabiliyordu.
Dünyanın fethettikleri akşamını tamir ve ihya eyledikleri halde İslâmiyet’in emrettiği ittihat ve vahdete tâbi olmayarak kendi kendilerini tahrip ve ifna eden Abbasılerin kusurlarıyle beraber vücudu insaniyet için lâzım olan devlet-i âliyesi inkıraz bulmuş, bütün şark Sadi’nin kalbine sığınarak bu akıbet-i deha-sûza şairin mersiyesinde ağlıyor ve hülefa-yı Abbasîyenin bir zaman cihan-şümul olan nüfuzları şehrin d ilin e münhasır ve Bağdat surlarmm alında münkesir olarak harice çıkamıyorken, bu halifeler saraylanna kapanarak ilim ve fenne hasr-ı hayat ettiler ve ilim ve fenni Harunü’r-Reşid ve Memun halifeler zamanındaki kemale isar eylediler.
Âlâm-ı bî-nihayeleriyle hücre-i itikâflarmda ilme vakf-ı hayat eden hülefanın muahharînden Mustağfi-i Billah zamamnda idi ki İbn Sina ilme çalışıyor ve şöhreti dünyayı tutuyordu.
Arabın bu hâlet-i icaz-nüma-yı ruhîsi Gırnata’da aynı suretle tecelli ediyordu.
Elhamra’nın tesis ettiği sülâle-
Biz ekser yirinde kullanınz ki câiz değildir.
-----
den ve hükümdapan-ı İslâm dan Birinci Muhammed ve onu istilılâf ile isrine iktifa eden İkinci Muhammed ve İsmail ve Birinci Yusuf gibi hülefamn tenvir eden tedbirleri, irşad eden fikirleri, basiretkâr olan idareleri,
Kurtuba’dan, İşbiliye’den, Valansiya’dan hicret eyleyen avâmil-i medeniyet-i sahihaya rehber olarak Gırnata ziraat cihetiyle bir Bag-ı İrem, sanat ve ticaretin terakkisiyle bir şehr-i mesud, ilim ve fence bir Darülfünun oldu.
Arap usuM mimarîsinin inşa ettiği ebniye-i âliye Gnnata’yı bir belde-i bedia yaptı.
Halbuki bu bedayii vücuda getiren millet Endülüs mamurelerinden hicret ederek artık son merhalelerine ve umman-ı ademin kenarına inmişlerdi.
Vâveyl bir kuvve-i musallahaya istinat etmediği için büyük milletler, müesseseleri, bedialan, mabedleri, ilimleri, allâmeîeri, mütefekkirleri, her şeyleri mahv ve ifna edildi.
Bugün kalanlar o hazain ve bedayiin hâkisteridir.
Bu büyük millet devre-i mesaibinin sonlarında zalam-i ye’s içinde boğulurken bir gün, bîr mucize-i necatm tuluunu temaşa eder gibi vechei ümidini mihrab-ı şarka doğru çevirerek İlâhî bir his île durdular.
O gün Müslüman ettikleri ve darülfünunlarında birçok ulemasmı yetiştirdikleri Türklerin muazzam hakanı İkinci Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethettiği haberini almışlardı.
Bundan sonra : Sükût-ı ebedî!.
.
İşte bugünkü Gırnata o sükût-ı ebedî ile muhat! Gırnata şehri iki dağın, dünyanın en güzel sath-ı mâilinde bina edilmiş, bir taraftan şehre hâkim yüksek bir tepenin üzerinde Elhamra sarayı görünüyor, diğer taraftan da Siera Navada dağlarmm şevahik-i berf-puşu şehrin manzara-i umumiyesine garip bir heyet ve heybet veriyor.
-----
mahallesi kapılarım eski sahiplsrine, pencerelerini onların semadan inecek efkâr ve .
eş’arına açmış, bekliyor gibi duruyor.
Elhamra sarayının bulunduğu tepeden tahrip edilmiş eski Arap istihkâmlarmın Hısn denilen mevkiinden.
oıazar inerek her tarafına rengârenk şark seccadeleri serilmiş gibi görünen mezru vadilerden medid, vâsi ufuklara doğru uzaklaşıyor, sonra yine tepelere, dağlara çıkarak kayboluyordu.
Karşıda Siera Nevada dağının eteklerine doğru bir tepesinde İspanyalılann «Arabm ah ettiği yer» dedikleri mevzi, kendisine bir şarklı Müslümanın baktığmı görür gibi duruyor ve Hamlet’e görünen tayf gibi beni çağırarak bir şeyler söylemek istiyordu.
Abdullahü’s-sagir’in ve onun şahsında bütün Endülüs devlet-i Islâmiyesinin ebedî terkettikleri Ispanya’ya veda için son defa imale ettikleri nazarları, bütün hüviyet-i milliyeleriyle ağladıkları o damen-i kühsar-ı gam-güsardan bir rüzgâr-ı bî-karar ile münkariz saltaınat-ı arabiyenin ah ü enini hâlâ işitiliyor, Gım ata’nın bâis olduğu tahassüsat, ne Tedmir harabelerinden, ne Akrepol’lerden,
ne Kolize’îerden hâsıl olan intibaata benzemiyor.
Başka bir yerde duyulmaz, münferit, yegâne bir his! Bütün şehrin içinde Afrika’yı andırır bir güneş, başının üstünde karlı dağlar, El-beyzain evlerinin aydmiık yapacak kadar beyazlığı, Elhamra sarayındaki reiıkler, her yerde,
her zerreye şiddetle nüfuz eden ziya, bilhassa her yerden ziyade zi-hayat yâd-ı mazi-i azamet-nümaya garip ve bigâne bir şeyler ilâve ederek havass-ı hamseyi tutuşturuyor.
İkametgâhımız olan Elhamra sarayının yanında ve nammdaki otel, devr-i ahirin bütün büyük şehirlerde bina ettiği esbab-ı istirahatı mükemmel kervansaraylardan biri idi ki biz avdetimizde girerken yeni seyyahlar geliyordu.
Taam salonu o gece kalabalıktı.
Söylemeğe hacet j’ok ki kalabalığı yapan Anglo-Sakson ırkı idi.
Ara-
-----
yanların bî-karar bazı simaları seçiliyordu.
Yanımızda sofrada birleşen birkaç Amerikalı, Sevüla’da Bahr-ı muhitin tabiî ve büyük limanı olan Vadiü’l-kebirin tevsi olunmakta bulunduğundan ve ummandan oraya cereyan edecek emval-i ticariyeden bahsediyorlardı.
Bu Amerika cumhuriyetinin kralları, ekser ticarette bankalarda, borsalarda kesb-i servet-i bîpâyân etmiş şu’un-ı asrın hâkimi olan bu maîiyun-ı mübareze-i kıyamet-nümun içinde Endülüs hâtıra-i zevalinin bugünkü sükûnetinden ne işitirler? Babil kuleleriyle iddia-yı müsabakat eden kırk katlı yüksek evlerden, adem-i merkeziyet iddia edecek kadar vâsi otellerden köhne Avrupa’ya nazar-ı istihza ile bakan Amerikalılar mehasin ve bedayii, vüs’atte biraz kaba büyüklükte, genişlikte ararlar.
Halbuki Arabm Endülüs’deki enkaz-ı bedayiinin ima ettiği mânâ vüs’atten ziyade derinlik, büyüklükten ziyade incelik, mehabetten ziyade hassasiyet-i raldkadır.
Onun için bu seyyahların buradaki ziyaretleri inhidam-ı hayallerine bâis oluyor.
Şimdi yemek salonunun tâ köşesinde kırmızı abaj urlu bir elektrik ziyasımn penbe gölgesinde biraz uzunca donuk beyaz ve müdevver boynunun üstündeki küçük güzel çehresi ve pek uzaklara matuf görünen mütefekkir gözleriyle Guy de Maupassant’m eşhas-ı musavveresine benzeyen Avusturya erbab-ı asaletinden bir hanım bu sabah, refik-i seyahatim olan yeğenim Nebil’e demiş ki:
«Pek çok yer gezdim, pek çok yer gördüm.
Hiçbirisinde Gırnata’nın, Elhamra’nın bende hâsıl ettiği tesiri duymadım.
Bu tesir hissiyatımın ıttırad ve intizamını ihlâl, fikrimi garip bir ateşle iş’al etti.
Ben buradan yaruı sabah gidiyorum.
Daha zij'-ade kalırsam çıldıracağım».
Acaba hakkı yok mu? Yukarı yatak odasına çıkıp kapıyı kapadığım zaman Hamlet’e görünen hayalet gibi bu
-----
ah ettiği yer» zihnimi bir an terketmeyerek ihtidaları bir hayal, bir endişe, bir fikir iken şimdi bir vicdan oldu.
Saatlerce uyuyamıyordum.
Gidip odanın penceresini açtım.
İspanya’mn koyu mai semasmda, Elhamra’nm üstünde yüdızlann ziyası ihtizaz ediyor, Gırnata, bir hâb-ı şeffafı andıran bu gecenin içinde eski vatanını hicranla düşünen sahranişin bir Endülüslü Arabın rüyasına benziyordu.
Bir taraftan da Endülüs mülûkunım s'ayfiyesindeki bahçeden ve vadilerden gecenin uzaklara sevkettiği çiçek rayihaları insanı sermest ediyordu ki birdenbire Siera Nevada dağının eteğindeki «Arabın ah ettiği yer» den bir nikab-ı siyahla mestur bir kadın hayali zuhur etti.
Bu hfiyal-i mütereddit, muhteriz, muztarib, mütehassir, şehre,
Elhamra’ya bakıyor ve cism-i şeffafından tâ uzakta, bu’d-ı nâ-mütenahîde bir mahşer-i akvam ile yedi asr-ı medeniyetin âfâk-güzar-ı hicret olduğu görülüyordu.
Öyle bir zamanda ki ziya-lar işitiyor, renkler söylüyor gibiydi.
Bu tayfın, Endülüs devletinin son gününde, son an-ı vedaında girye-bar olan oğluna «Vatanını erkek gibi müdafaa edemedin, şimdi kadın gibi ağla!» diyen Abdullahü’s-sa gir’in validesi Ayşe olduğunu işittim.
Göğsünün üzerinde olan sağ elinde bir kitap vardı.
Yüzündeki siyah nikabı açtı.
Çehresinde şahane bir melal ve infial nümayan idi.
Etrafma bakıyor ve bir şeyler söylemek için bana doğru geliyordu.
Hürmetle kıyam ettiğim vakit hitap etti.
Bir eliyle o mahşer-i akvamı göstererek:
«Bu gördüğün millet ilim ve marifette, saltanat ve hükümette kemali ve ikbali ihraz etmişti.
Bugün onların mevcudiyet-i milliy el erini, sisler içinde, âfâk-ı hicranda bir hayal eden aralarmdan hiç ayrılmayan nifak ve şikakür.
Ben Endülüs’te ebedî veda eylediğimiz bu yeri daima gece yanlarmdân scmua tavaf ederim.
Devletini müdafaa
-----
yüz seneden beri hâlâ ağlıyor.
Hıfzma İbraz-ı liyakat edemediği Kur’an-ı Kerim’i elinden alarak o kitab-ı izzeti samimi, fedakâr, yolunda canlar isar eden, kanlar döken Anadolu’ya vermek için sana tevdi ediyorum» buyurdu.
Galiba saat-i eyyam, hayatîlerin uyanacakları vakt-i sabahı çalıyordu ki bu meşhudat, âsâr-ı bakiyesini kalbte bırakarak semaya doğru uçup kayboldu.
îdâî, , s.
-.
-----
EL-MESCIDÜ’L-CÂMÎA : ELHAMRA
Endülüs'ü görmek için Madrid’den bindiğim ekspres,
akşam saat yedide hareket etti.
Bir saat sonra yemek vagonundan bulunduğuna kompartımana .
avdetimi müteakip,
ekspresin bütün müstahdemini mücteraian gelerek bana İspanyolca bir şeyler söyledilerse de birdenbire anlayamadım.
Yanımda bulunan bir yolcudan sordum.
Yemeğe gideceklermiş, benden izin istiyorlarmış.
Hemen izin verdim ama asıl verilecek şeyin bahşiş olduğ'unu düşündüm.
Bu izâz ve ta’zime karşı yanlış bir şey yapmayım diye korkuyordum.
Halbuki bahşiş yanlış bir şey değildir.
Kurtuba’ya sabah alaca karanlıkta çıktım.
İndiğim İsviçre otelinde birkaç saat istirahatten sonra şehri gezmeğe başladım.
En evvel İberilerin gayet mühim bir payitahtı, sonraları Romalıların bir müstemlekesi haline gelmiş, müteakiben birçok milletlerin eline geçmiş, nihayet muasırları oldukları milletlerin cümlesine rüçhanları bulunan Araplarm hüküm ve nüfuzuna ve devlet-i İlmiyesine rânı olarak, Avrupa’nın her tarafından gelen talebe ile garbnı bir darülfünunu olmuş ve o zamanki tahmine göre bir milyon nüfusu ihtiva etmiş olan bu gezdiğim Kurtuba, bugün elli bin nüfuslu bir merkez-i vilâyettir.
Ancak dört adamın yany£ina yürüyebileceği birçok dar sokakları var.
Avrupa’nın her tarafındaki geniş, yeknesak caddelerinden sonra, bunlar insana hem garip, hem hoş geliyor.
İnsan kendi kendine, gizli gizli diyor ki: «Bu dar, bu hafî yollar kim
-----
râir-âmizine çıkacak».
Bana bu yollardan asırları geçerek kurun-ı vustaya, Arap Ispanya’ya, Afrika’nın âteşin raşeleriyle ürpermiş binlerce meçhul aşk ve sevdalara âşinâ olacağım hissi geliyordu.
Pek de yanılmamışım.
Nihayette Melik Birinci Abdurrahman’ın inşasına iptida ve onu takip eden müiûkun itmam ettiği, tülü , arzı olan,
hemen Roma’daki o meşhur Saint-Pierre kilisesi kadar büyük bir camie girdim.
îçinde şarka mahsus başka bir âlem, ukbayı düşünür gibi azim bir sükûnet.
Derununda uluhiyet-nüma sekiz yüz altmış sütunu, yirmi iki kapısı,
her biri bir şaheser olan savmaları, maksûreleri, Müslüman olmayanlarm bile secdeye varacağı mihrabı var.
Fakat camii kiliseye tahvil etmişler, mihrabı, o bulunmaz nadire-i sanatı kaldırarak, yerine Şariken’in dediği gibi, her kilisede bulunan bir kilise mihrabı yapmışlar.
Ben girdiğim zaman, yüksele yüksele peyveste-i uluhiyet olmak isteyen dualar, feryatlar, ah ü eninlerin yedi asır aralarında uçuştuğu, beyaz bir ormana benzeyen bu sütunların bir tarafma güneş aksetmiş, diğer kısmı uzaklaştıkça çinilerin mai, yeşil gölgeleri içinde minadan birer sütunu andırıyordu.
Arapların Ispanya’da inşa ettiği ebniye-i âliyenin ve İslâm memleketlerindeki csımilerin en büyüğü olan bu Eîmescldü’l'câmia her şeydan ziyade ve her şeye dinin hâkim olduğu o devirlerde, dünyanın her tarafından îslâmı Endülüs’e ve imanı şaırktan garba davet için zevk ve ruhu taltif ve fikir ve kalbi teshir edecek esbâb-ı sanatı azametnüma bir surette tehiyye etmişler.
İslâm ruhlarını tehyic ile onlara tayin-i istikamet için yapılmış bir mabed.
Bir gün sonra Kurtuba’yı terkederek, Endülüs’teki gezinmemize devam ile Gırnata’ya doğru gidiyorduk.
Sene, insaniyetin yüzlerce asırlık hayat ve tarihinde bun
-----
an mel un, bundan musibet-engızini görmediği idi.
nsaniyetin âfâk-ı mukadderatında kıyametler hazırlanıren, burada tabiatın ufukları âsûde, dağlar, vadiler şedad-i şitadan âzâde çayırlar, çemenler, ağaçlar yeni bir haatın verdiği şevk ve şuleler, çiçekler içinde idi.
Tabiatın e vazifesi!.
.
O duvardan düşen bir kedi ile sukut eden Roma imparatorluğuna bir nazarla bakar.
Bir serçenin esiyle bir milyon insanın feryadını bir surette işitir.
Daha martın beşi olduğu halde Paris’te, Viyana’da, İstanbul’
da, Madrid’de, ağaçların üstünde az çok bulunan karlar urada beyaz çiçeğe tahavvül ediyor.
Orada ihtiyarlık, buada gençlik beyaz.
Tren yolunda devam ediyordu.
Hayaa karşı inkişafa başlamış çocuklar gibi, hıyabanlar, o topakların altmda medfun olan saltanatların hatıratı, bahar,
ep uyanıyordu.
O derecede ki, sekiz yüz senelik hatıraı hâfıza yâdetmeden göz görüyor.
Gırnata’ya akşam bir’
den evvel vasıl olmuştuk.
İstasyonda bulduğumuz çmgıaklı dört katır koşulmuş bir otel arabasına seyyahlarla eraber bindik.
Yeni gelenleri Don Kişot’a haber vermek çin çıngıraklarıyle bağıran bu katırlı araba bizi Elhama sarayının yanında ve o namda büyük bir otele götürdü.
Otel asri idi.
Bana verdikleri odada yerleştikten sona balkona çıktım.
Ne dil-rüba manzara! Gözümün altmda ufuklara kadar imtidad eden yeşil bir ovada inşa edilmiş evlerde ve bahçelerde lerzan ve firüzan elektrik ziyaarı, Gırnata’nın bu kısmını tersim ve tenvir ediyordu.
Bu iyalar, bu şuleler tekrar geleceklerine kani olduklan çin El-beyzaîn’deki evlerinin anahtarlarını koyunlarında götürenlerin geçmiş zamanın sonsuz karanlığı içinde hican ve hasretle yanan ruhları zannolıınuyordu.
İlk gece İbni Haldun’un evinin karşısında, Endülüs’
ün bir yatağmda uyuduktan sonra, sabahleyin Elhamra arajonı görmek için yola çıktık.
-----
nin üstünde.
Bizi oraya îsal edecek olan yokuşu çıktıkça,
renkleri koyulaşmış kırmızı tuğlalı, yüksek duvarları ve kuleleriyle haricen saraydan ziyade fair istihkâma benzeyen binaya yaklaşıyorduk.
Arap evleri, kâşaneleri, sarayları harice karşı kapalı, bütün odaları, sofaları, dahilî akşamı, havuzlu, fıskiyeli, mermer döşeli latif ve müzeyyen avlulara nâzır.
Şariken’in Elbamra’ya rağmen inşasına başlattığı bitmemiş, metin fakat kaba sarayla sarnıçlar arasındaki zaviyede bulunan kapıdan girerek, îspanyalıla rın çiçekli nakışlarından dolayı olmalı, Mersin mabeyn-i hümayunu dedikleri yere dahil olmakla, Arapların ortadaki büyük havuzdan dolayı «Berîk» namı verdikleri büyük salonda bulunuyoruz.
Ondan sonra sefirlerin kabul olunduğu arz odcma geçtik.
İnce, zarif mermer sütunların baş üstünde tuttukları dehlizler, mabeyn-i hümayunlarındaki büyük ve birbirlerini takip ederek bitmek bil-
###### meyen küçük kubbeler, Arabın icat ettiği istilaktitler,
kırmızı, koyu mai, altın sansı renkler, nakışlar o kadar ince, o kadar zarif ve şeffaf ki, onlarda muhtefi olan cevher-i sanatla bu güzelliklerin nebean ettiği eski Arap ruhu görünüyordu.
Elhamra’yı anlamak ve hissetmek için zannederim şarklı olmalıdır.
Garplılar bu sarayda sukut-ı hayale uğruyorlar.
Sarayda bir heykel, duvarlarda bir resim olmamasını garip ve büyük bir noksan addediyorlar.
Halbuki bir şarklı bu hale teessüf eder, fakat şaşmaz.
Avrupahlar Elhamra sarayı mimarlarını, sanatlarının kanununu bilmemekle veya hayal uğrunda feda eylemekle itham ediyorlar.
Mimar olmayan gerçekten bir şarklı bu hale hiç teessüf etm .
Yalnız mağlup ola ola Gırnata’da tutunmağa çalışan Endülüs melikleri, galiba, galibiyetten büsbütün ümitleri
-----
i kesmişler ki, resim ve heykel yerine saraym bütün duarlarında, her sofasmda, her odasmda eski hatt-ı kufi ile alnız «Lâ-galibe illallah» yazılı.
Halbuki hiçbir zaman enab‘ Hak yalnız ben galibim sizler mağlupsunuz, yalz ben mevcudum, sizler ma’dumsunuz buyurmamış.
Hiçir resul böyle bir haber getirmemiştir.
Halık’m ahlâkiyle lıalluk ediniz denilmiş.
Düşmanları galip değil de, nedir a? Şarkm en büyük derdi olan böyle elim ve zelil teveküllerle Endülüslüler tarümar ve âsâr-ı medeniyetleri hâisar olmuş.
Diğer münkariz olmuş milletlerin, münhedim oluş memleketlerin bakıye-i âsârı arasında dolaşırken,
dam, maziyi Endülüs’teki kadar şedid hissetmiyor.
Zira u mazide hiçbir şey uyumuyor, hepsi, hepsi uyanık.
Mazi, fakat geçmemiş.
Mazi, fakat intibaları, tesirle'
, heyecanları bugündeki, bu andaki kadar canlı, keskin.
lhamra’da dolaştığınız zaman, bir Endülüs meliki tahtıa doğru yürürken, giydiği sınnalar içinde mai bornozuun omuzuîia attığı ucu yüzünüze dokunuyor; şehrin soaklarmda yürürken Berberi neferler size dirsek vurarak eçiyor, insan El-beyzai’nin bir kâşanesinden çıkan niha etsiz siyah gözlü, kalınca kırmızı dudaklı, Afrika’nın büün ateşleriyle şule-nisar bir Arap kızım, beş yüz sene vvel geçtiği bir bahçede, bugün aşk ve sevda ile öpüyor.
Ne dil-rüba bir saray: «Sefirlerin kabul salonu».
Buada Arap, nakışlarda, renklerde, o büyük pencerelerin rz-ı mimarîsinde, bütün hazain-i sanatını sarfetmiş.
enkler arasında en ziyade hâkim olan kırmızı ile koyu ai.
Bu renkler, bu nakışlar şark zekâ ve hayalinin münha-yı garptaki bir sarayda doğan şafağıdır ki, altı asıran sonra hâlâ teravet ve şebabetini muhafaza ediyor.
Elhamra bana, bir sahraya kurulmuş, içinde en yük
adır gibi geldi ki, kapısındaki mai atlas perdeyi açınca,
ndülüs, eski Şam, Bağdad, bütün Arabistan zırhlı, miğerli askerleriyle, harbe, kahramanlığa teşvik eden şaireri, âteşin hatipleri, medeniyetin âmilleri olan âlimleriye, sonraları fesad-ı ahlâktan esir olan halkı ile uzaktan zağa sisler içinde bir rüya, bir serap gibi görünüyor.
Elhamra gösteriyor ki, hakikatten uzaklaşa uzaklaşa ir rüya-yı behiştîye dalmış Gırnata’daki Arap devleti,
rtık Endülüs’ten, vatanından büsbütün çıkacak, yerini,
medeniyetini ve vatanım eski sahipleri olan o zamanki aşin ve mutaassıp İspanyalılara terk ve teslim edecek
Altı saatten beri devam eden muharebe, gündüzle beraber nihayete eriyor; pâ-yı siyahı tâ uzaktaki ufukardan bazısına dokunmağa başlayan gece sessiz-sadasız attığı adımlarıyle takarrüp ederek, iki ordu arasmda birkaç saat için siyah müreklîebiyle bir mütareke imzalamağa hazırlanıyorken, Yunan cenerali istihkâmının bulutlaa dokunur bir nokta-i mürtefiesinde dürbünüyle etrafı arassut ediyordu.
Gurubun âteşin al alevleri mağribde eyyar ve bî-karar olan bazı bulutları tutuşturduğu o esnada, OsmanlI ordusundan vakit vakit gelen güllelerin sada-yı mehib ve müdhişi, akşamın sükût-ı amîki içinde derelerden derelere, vadilerden vadilere aks ile bütün bir devletin bünyan-ı bekasını esasından sarsıyor; tâ karşıda ema-pâye bir dağın kenarında, ezhar-ı bahar ile donanmış bir memleket-i esatir yanıyor; sahranm şark tarafında tutuşmuş birkaç nahiyenin dud-ı siyahı, ahalisinin zaman zaman zuhur eden giriv ve feryadıyla akşamın sema-yı âsudegîsine doğru yükselip gidiyor; gayet uzun bir kervan-ı pür-figan teşkil eden Teselya ahalisi, asker-i mecruhlan, «Etnika Eterya» cemiyetinin teslih ettiği gönüllüler, hepsi karma-karışık bir halde —baştan başa ateş almış bir azîm ormanın içinden feryad ederek kaçışan mahlûkat-ı vahşiye sürüsü gibi— birbirini çiğneyerek,
birbirinin üzerine düşe düşe hendekleri doldurarak, adam çarak gidiyorlardı.
Zîr-i nazarında lerzan ve girizan olan bu temaşa-yı ıüdhişe karşı başını Atina tarafına çevirerek: «Ah Etnia Eterya! Daima kan, daima fesat isteyen bir cemiyet-i afiyenin âmâl-i hunlıaranelerinl icraya vasıta olanlar!
Gelin de eser-i muvaffakiyetinizi görün!» diye feryat ediordu.
Bir sevk-i tabiî ile dürbününü Osmanlı ordusuna evirdi.
En hafif bir nesim ile temevvüc ederek saflar eşkil eder, en zayıf bir sada ile teheyyüc ederek silah-ı alibiyetlerine sarılır, bir emre, bir işarete muntazır orunun karşısında birdenbire bütün vücudu dehşet ve iddetle titremeğe başladı.
Herkesten ziyade kendini temin ve iknaa ihtiyacı olduğundan bir raşe-i ser-tâ-be-pa-yı sabi ile yumruk göstererek söyleniyordu: «Titreyin, titeyin! Bu mevkii müdafaa eden askerin kim olduğunu iliyor musunuz? Hepsi bir hayal-i bî-misal-i istikbal ile mücehhez, müttehit, muti, genç, medeniyetin fedakâr aseri! Termopil’de, bir milyon İranîyi mahveden ecdadımn âris-i şecaati olan hayrü’l-halefleridir.
Medeniyet-i halûiyeyi her tarafa, hattâ Avrupa’ya kadar bunlar götüreek.
»
Bu esnada bu fedakâr medeniyet askerinin Teselya’da köyleri ihrak ve yağma ettiklerini, büyük Napoleon’un Elbe adasından Fransa’ya tekrar girmesi gibi Girit ceziesinden kemal'i şan ve şerefle avdet eden kanlı Kolonel Vasoyi görmemek için gözlerini uğuşturuyordu.
Bu mer’
yatı piş-i nazarından tard ve def etmek için âvaz-ı bülent le: «Makedonya! Makedonya, Makedonya.
.
.
Benimdir!»
diye bağırıyor; yanmdaki yaver-i harbi ise: «Îstikbaî, isikbal, istikbal.
.
.
Sizindir ceneralî» diyordu.
İstikbal gibi sütre-i seraire bürünerek Teselya’yı,
Makedonya’yı ceneralden evvel istilâ eden gece, âsâr-ı
malamal olarak ceneralin, ordugâhının etrafını ihata etmeğe başlamıştı.
Etrafını ihata etmeğe başladığı ordu ise gündüzkü beş saatlik muharebede gördüğü hücumlardan,
savletlerden yorulmuş, kırılmış, ezilmiş bir halde toprakların berinde uyuyor, ayakta durmağa takati olanlar da mevkie hükm-ferma olan o azîm sükûneti ah ü eninleriyle inleten mecruhlan taşıyorlardı.
Bir taraftan erkân-ı harb heyeti yarın alessabah muhakkak addettiği Osmanlı hücumuna sebat ve mukavemet etmek için bir beyanname neşriyle askere cesaret ve metanet verilmesini tavsiye ediyor.
Diğer zabitler gündüzkü muharebede Türklerin eline geçen esirlerin, toplarla tüienklerin adedini mübeyyen raporları veriyorken ceneral Atina’ya seriyyen göndermek üzere şu telgrafı yazıyordu :
-iMuzafferiyetimiz pek şanlıdır.
Yarın tekrar başlayacağımız muharebeden sonra artık Teselya’da Türk askerinden bir fert kalmayacağına emin olmamzı ve tarihlerin sahaif'i ebediyesine şeref verecek olan bu muzafferiyetimiz için kiliselerde âyin-i ruhanîler, Atina’da şehrâyinler icrasını vatanperverlik namına ihtar ederim.
Ceneral
Şimdi ceneral bir büyük aşk ve şevkle taburların arasına girerek, askerin kırılmış cesaretini tamir, büsbütün mahvolmuş metanetini ihya için :
«Askerler! Sizler medeniyet-i atîka-i Yunaniyeyi yalnız dünyanm bir cihetine değil, bütün cihana neşretmek vazifesiyle mükellefsiniz.
Toplanmadan çıkacak alevler İnsaniyetin en muzlim köşelerini tenvir edecek, tüfenklerinizdan çıkacak kurşımlar hiss-i medeniyeti her kalbe ilka eyleyecektir!.
.
Aşil’in alıfadı olan kahramanlar! Siz
lâlesinden gelmiş birer filozofsunuz; şan ve şeref, Makedonya sahralarında sîzleri bekliyor.
îleri! İleri!»
İleri, ileri ama Aşil’iıı ahfadı bu ferman-ı şevke muhakkirane harultularıyle cevap veriyor; ayakta duran büyük feylezoflar ise ikide birde gözleri kapanarak o dakikada hikmet-i hilkatin ihtiyacat-ı latifesinden olan uyku,
Makedonya’da kendilerini bekleyen şan ve şereften ziyade gözlerine giriyordu.
General, gizli gizli, istihsal ettiği bu hakikat-i mesrukadan, bu hayal-i ikbalinin gaybubetinden sonra zulmetler içinde kaçar gibi attığı adımlarıyle mevkiine avdet ediyor, düşünüyordu: Yarm alessabah hücum edecek o müdhiş Osmanlı ordusuna bu askerle mukavemet olunacak!.
.
Yarm şafakla beraber burası en dehşetli bir hücum ile dünyada emsali görülmemiş bir mukavemetin kanlı meydan-ı imtihanı olacak!.
.
Atina’mn,
Stnika Eterya’nm istilâ için hazırladığı bu kahraman askerler, şimdi burada müdafaaya mecbur olacak! Ben demin «ileri, ileri» diye bağırdıkça hepsi ayaklarmm ucuna doğru bakıyordu.
Ah! Gözler, ayakların uçlarına, toprağa değil vâsi ufuklara, büyük şehirlere,' azîm kıt’alara mün'
atıf olmalı! Yarm şafakta beraber hücum.
.
.
Askerlikçe bu muhakkak! Ya burası da diğerleri gibi mukavemet edemezse?.
.
Ah! Bu bulutlar içindeki istihkâm-ı âheninimin burç u borusunda da Osmanlı bayrağı mı temeyyüc edecek?
Zihnini istilâ eden bu fikrin dehşetiyle nefsine gelen sektelerden dolayı rahatça teneffüs etmek üzere başmı saf ve şeffaf semaya doğru kaldırdı.
.
.
Hilâl!.
.
Teselya’nm o sâkit, o âsûde gecesinde, sipihr-i lâciverdinin bir paye-i bülendinde duruyordu.
.
.
General birdenbire başından vurulmuş gibi ayağa kalkıp feryat ediyordu; bilâkis, hilâl bâlâ-yı ser-i hayalânda daha ziyade revnak ve ulviyetiyle nurlar serpiyoru.
General, elleri yanlarına sarkmış olduğu halde iskemsinin üzerine düştü.
Ah! Harareti var, yanıyor; vücudu,
eyni ateş içinde.
.
.
Gözleri yarı açık, yarı kapalı; hem ykuda, hem uyanık! Vücuduna dokunan yerleri yaralar ncirlere sarılmış gibi, içine düştüğü tarihin silsile-i vuuatından kurtulamıyordu.
Gözünün önünden hadsizce asker geçiyordu.
Geçiyor.
.
.
yüz bin, beş yüz bin,
r milyon asker geçiyor.
.
.
Lâyenkatı geçiyordu.
Hararen şiddetinden sayıklamağa başlamıştı;
— Bu nihayetsiz, bu bitmek tükenmek bilmez asker mindir?
Zalam içinde bir ses kendisine cevap veriyordu:
— Osmanlı askeri!
Boğulur gibi bir halde iskemlesinden sıçrayarak gözrini üğuşturuyor, vakt-i hücum olan sabahın ağarmağa aşlayıp başlamadığını anlamak için m aşnka doğru bakıordu.
Maşrıkta daha şafaktan eser olmadığı gibi ileri arakolların da hücuma dair hiç bir işaret vermediklerini örünce tekrar sandalî-i hayalatı olan iskemlenin üzerine üşerek ateş içinde yanan başı arkasına sarkıyordu.
Yine özünün önünde bir mevki-i mahşer gibi asker toplanıyor,
planıyor, lâyenkatı toplamyordu!.
.
General dehşetle gözlerini açarak, halecan içinde aşnka nasb-ı nigâh etti.
Yunan ilâhelerine maskat ve esken olan Olemp dağları şevahik-i semaviyesinin mâvkinde penbe bir şule sönüp parlıyordu.
Vakt-i hücum an sabaha nişane addettiği bu şule her dokunduğu yeri aka yaka dolaşarak, şimdi piş-i nazarında duş-ber-duş-ı lâ olan cibal birer yanardağ gibi âteş-feşan görünmeğe verdi.
Bu emri biraz hayretle telâkki eden zabitâna mecal-i sühan bırakmamak için: «Ric’at! Ric’at!» diye bağırıyordu.
Bu emir, gayet gizli, kulaktan kulağa tebliğ olunarak tekmil ordu birdenbire her taraftan ric’at etmeğe başladı.
Daha sabahtan eser yoktu.
Bütün ordu gece yarısı zuhur etmiş bir hayalden kaçıyordu!.
.
Kendilerini takip eden hayalin piş-i dehşetinde, mütefekkir, yorgun,
meyus, perişan bir halde ric’at ederken, ceneralin telgrafındaki ihtar-ı vatanperverane üzerine bu ordunun kazandığı şanlı muzafferiyet için kiliselerde âyin-i ruhanîler,
Atina’da şehrâyinler icra olunuyordu.
-----
KAHRAMAN TÜRK ZABİTİ
Gelibolu şibh'i ceziresinin ileri siperlerinden varid olan mektubunuz resûlân-ı peyam-âverâne gelen ilhamâtı necat kadar bülenddir.
Siz, orada İslâmiyet’in, Türklüğün vücudunu, bütün insaniyetin sıhhatini canlar vererek temin ederken bilmem niçin bir-iki şair ile benim sıhhatimi ormağa lüzum görüyorsunuz? Evet biliyorum, denizden,
karadan şibh-i cezireye dölîülen tufan-ı ateşe karşı pâ-bercâ-yı sebat ve mehabet olan ilk millet sizsiniz, yine sizsiniz ki Balkan hezimet-i rezilesini icaz-nümâ bir kudretle maziden silktiniz, Gelibolu şibh-i ceziresini istikbalin âfâk-ı ebediyetine bir hilâl-i ikbal-i Osmanî gibi ta’lik etiniz.
Bugün Türklüğün hudud-ı hayatı olan Seddülbahirerde, Kum Kalelerde atebe-i millete yüz süren dalgalar oradan geçecek seyyahlara, hattâ asırlara: «Ey yolcu! Ey asır! Biraz tevakkuf et, burası Gelibolu şibh-i ceziresidir.
Türkler, İngiltere’nin, Fransa’nın kuvayı bahriye ve beriyesine göğüs gererek dünyanın en kahraman milleti olduklarını burada da ispat ettiler, bu gördüğünüz semadan denize, denizden karaya, taşlara, topraklara, her yere seyyal ve seyyar ateşler yağarken, Türkler görülmemiş bir aşk-ı vatan ile şarkı söyleyerek hücum ediyorlardı.
Ey asırlar! Buradan geçerken medeniyetinin galebesi için müttefiken harbeyleyen İngiltere’yi, Fransa'yı berren ve bahren mağlup eden Türk kahramanlarının hâtıra-i ebediyelerini kemal-i hürmetle eğilerek selâmlaym!» diyecek ferda-yı muzafferiyetinizde doğan her gün, vatanın ebediyetini temin ve tenvir ediyor.
Yaşasın Türk kahramanan!
Diyordu ki; Dört gün evvel yine hücum ettik.
bizim Çanakkale hücumlannı görmediniz mi?
— Hayır.
Ben değil, o hücumları dünya da görmemişti.
.
.
— Süngülerle hücum ettik.
Ne kadar düşman çiğnedik.
Ne kadar vakit geçti bihnijorum, ayaklarımda, bacaklarımda bir yaşlık duydum, baktım, denize girmişiz!.
Demek Çanakkale muhacimleri, İslâmiyet’i, kumları birer kıvılcım olan çöllerden muazzam ve muzaffer olarak geçirdikten sonra atım o zaman aksâ-yı arazi addolunan sahilden ummana sürerek: «İlahî! Bu derya-yı bî-iniha mâni-i meşy ü hareket olmasaydı İslâmiyet’i daha leri götürürdüm» diyen serdar-ı cihangir-şiar Arabm azim ve cezmiyle, hâlet-i ruhiyesiyle muharebe ediyorlar.
Balkan hezimetinden sonra, bu vatanın, evladına medfen olmaktan başka bir meziyeti kalmamıştı.
Kıt’aiar zaptı, payitahtlar muhasarası, İstanbul fethi, Silistre, P lev ne müdafaaları altı yüz senede kazanılan şan ve şöhretler velhasıl hep bu güneşler sönmüş, serâser vatan bir ridâ-yı siyah'i matemle örtülmüştü.
Her tarafımızda sönen güneşerin bakiye-i envar-ı bî-karan iltica edecek köşeler taharri ederek, yalnız azm-perver kalblere sığınmıştı.
Asker! Sen bu vatanı ne kadar yükselttin, ne kadar bü5âilttün.
şırken, başının üstünde dağ tepelerinin rüzgârları ayakarının altında Anadolu nehirleri geçerken, etrafından güeş esiyor gibi ziyalar, şuleler akarken, tarlada buğday aşaklan önünde eğilirken sen ne sâkit, ne mutî ne müd bir rençbersin.
Rençber! Vatan seni imdadına çağırıp da orağı bıraarak silâhı eline aldığın zaman, piş-i celâdet ve şevkende ne taht ve taçlar eğilmiştir.
Şark ve garpta kıt’alaın, ikbal ve icIâlin, şan ve şerefin ebvab-ı meshuresini erinden sökmekle me’luf kollarınla küre-i arzdaki altı sırlık mevkiinden sukut etmiş olan bu vatanı kıyametler çinde kaldırdın.
Daha yükseklere, göklere çıkar.
Bu vakanın yeri hilâlin mevkiidir.
TÜRK MİLLETİNİN DEHASI
Einstein’ın eser-i deha olan nazariyesi ilim âleminde nasıl bir kıyamet-i fikriyeye bâis olduysa orada, Asya-yı sugrada bir milletin, Türk milletinin dehası da mebhasü’l-milelde, tarilı-i âlemde bir inkılap vücuda getirse sezâdır.
Bu millet on seneden beri Afrika’da, Avrupa’da, Asya’da cihan ile çarpıştıktan sonra müttefikleri ile beraber yaralı, bî-tab düştü.
Yerde iken silâhını elinden aldılar.
Ordusunu dağıttılar.
Şark alevler içinde! Düştüğü yerde vatanın her mesammmdan bir volkan fışlardığmı görüyordu.
Yanmış vatamn dumanı evlâdının dud-ı ahiyle göklere çıkıyordu.
Ufuklar nazar-ı bîtabına ebvab-ı ümidini, minarelerinden sema-pervaz olan İlahî nağmeler kanatlarım kapamıştı.
Bir de biliyordu’ ki, İslâmiyet’in müessisi Arap, muavin-i kalemi Acem, muhafızı Türk’tü.
Asya bâlin-i ihtizarmda ağlıyorken Avrupa’dan Yunanistan’ın, asnn en son, en mükemmel âlât-ı harbiyesiyle mücehhez bir ordusu bu ağır yaralıya saldırıyordu:.
Bu hal-i ihtizarm dünya seyrine çıkmışken o topraklar üstünde terkolunmuş bu kimsesiz yetimin, bu dünyaya hâkim olmuş altı yüz senelik saltanat-ı muhtazıranın başı ucunda sevgili evlâdından biri, bir Mustafa Kemal peyda oldu.
Bütün âlem birbirinden bu kimdir? diye soruyordu.
Bir âsidir diyordu, Avrupa! Bir deha-yı rehadır, diyordu vatan! Yangın çıkıyor diye bağırıyordu, düşmanlar.
Bir güneş çıkıyor diyordu hâtifle başına konmuş nuranî kanatları olan beyaz saçlarıyla türbe-i Selim’de Türk’ün, İsİâmın duayı selâmeti için ece yanları secde-i vecde kapandığı zaman, topraktan erinden derine gelen Selim-i evvel’in sadası demiş ki Ağlama! Ben milletimi Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya emaet ettim!» İşte halkın Imva-yı milliye’ye imanı böyle idi.
Bununla beraber millet ağlıyor, bir zaman en büyük,
n mağrur saltanatlarm burç u bârûsunda temevvüc ettiken sonra âfâk-ı ümid-i millete bir perde gibi kapanan ancak ağlıyor, rüzgâr ağlıyor, Boğaziçi gözyaşları dökeek cereyan edip gidiyordu.
Bu hale karşı bütün Anadolu’nun üzerinden ilâhî bir a’şe geçti.
Zira kalbinin en hassas bir noktasına, bin şu adar seneden beri nev-i beşerin geçirdiği tufan-ı hadisat,
ademat-ı inkılap arasından Irurtararak hıfzettiği istiklâline dokunulmuştu.
Bir millet harbeder,
mağlup olur, mağlubiyetinin netâyicine katlanır.
Fakat nun kendinin bile bilmediği histen daha rakik, hayattan aha ziyade bir ciheti, bir noktası vardır ki oraya dokuunca mahvolmuş gibi görünen büyük milletlerin pek mîk ve payansız olan menabi-i deha ve hamasetinden asıl olacak şerareler birer yıldırımçlır ki isabet ettiği devetin bünyan-ı mülkünü sarsar.
Şüphe yok ki Gazi Musafa Kemal Paşa asırların nadiren yetiştirdiği bir dâhidir.
O dâhi, âlem-şümul bir sadme ile düşmüş milletini,
ir millet için lem’a-i basar olan iki üç sene içinde dest-i ehasıyle, çocukluk devresini geçirmeden, neşv ü nemaya acet kalmadan topraktan Hazret-i Âdem gibi tam, müemmel hilkatten kaldırarak «İleri, Akdeniz’e!» dedi.
Arkasından mevcudiyeti cerihadar edilen bin sene eryad ediyordu.
-----
rının alkışları içinde Bizans imparatorluğunu tekrar tesis etmek sevdasında bir devletin kuva-yı mevcudesini mahveden Türk ordusu o bin senelik menabi’den aldığı silâhlarla mücehhez idi.
Her şeyi alınmış Türk’ün kendisinde kalan yegâne âmil ruhu idi.
Bu, ona kâfi idi.
Bu anâsır, bu kabiliyetler, bu menabi meydana çıkmak için Mustafa Kemal Paşa gibi bir dâhiyi bekliyordu.
Bir deha inkişaf-ı âsârını göstermek için etrafında Anadolu’nun Türklüğe şeref veren erkân-ı askeriyesi Büyük Millet Meclisi gibi anâsıra, muhite muhtaçtır.
Zira deha, anâsır halk edemez.
Yalnız Anadolu’nun vazifesini pek ziyade işkâl eden kaba bir düşmanla uğraşmasıdır.
Yunan bir millet değil murdar bir illet.
Memleketlere kolera gibi giriyor, katil gibi, yangın gibi mazlumlarla harabeler bırakarak çıkıyor.
Siyaset, malikâne-i dehasının haricinde olduğu için bir zaman Yunan ilkaatma aldanarak Yunanı müdafaa maksadıyle Türklerin geçtiği yerlerde birer harabe bıraktığım söyleyen şair, bugün dünyada olsaydı silâh-ı satvetin önünde kaçan Yunan sürülerinin geçtiği yerlerde nişanelerin, izleri olan silâhsız şehit ve şehidelerin, müdafaasız makbere ve harebelerin piş-i azîm ü hazininde belki azab-ı vicdan ile ağlardı.
Asker! Silşh-ı satvetinin piş-i mehabetinde tac ve tahtların eğildiği zamandald büyüklüğü tekrar gösterdin.
Vatanın maneviyatmı hilâlin bulunduğu mevkie kadar ilâ ettin.
Sabır ve metaneti, necat ve safvati, aşk-ı istiklâli muzaffer eden ordun sayesinde vicdan-ı nev-i beşere karşı istihsaline ibraz-ı istihkak ettiğin sulhde, esasen arslan yatağı olan köyün, yurdun seni idare eden bu ellerde şenlik ve ilim ve hüner ocağı olacağından da emin ol ve şevketinle bin yaşa!
MEKTUP
Kânun-ı evvel Perşembe
Nur-ı aynım efendim Hâmid’im,
Buraya geleli sana niçin mektup yazmadım.
Niçin yaamadım, bilmiyorum.
Galiba kendimi şimdi bilmeğe başadığımdan dolayı! Bîr müddetten beri burada seninle eraberim.
İştigalim, tevaggulum seninle.
Finten burada,
mütalaa ettim, hâlâ okuyorum, okumakla bitmez bir kitap!
ir kitabe-i kâinat gibi.
Kitabının şemmesi, hevâ-yı nesimîsi, bahan, şitası, kusuru, noksanı var; kitabe-i tabiat ibi.
Fikrimi sormadığın bu kitabına dair herkes gibi ben e bir iki kelime söyleyeceğim.
Eserinin tiyatroya nisbeti pek az.
Londra’ya aidiyeti e pek çok değil.
Güzide şair Şeyh Galib’in başlarken yeri öğü birbirine katan Hüsnü Aşk’ın mukaddeme-i kıya met-nümûnunun bir devam-ı mütekâmili veyahut seraser e nihayet derecede lirik bir kitap.
Nef’înin bir büyük kaidesine dehanın bir naziresi.
Bern sefaretine gelen gazeelerin içinde okuyup tekmiline vakit bulamadığım Cenab ehabeddin Bey’in mütalaasında Nedim’in —kalbin teşh-i tıbb-ı ihmirarı müstesna— dil-rüba bir gazeli! Üzende kıyametler kopan bir denizin dalgalan Finten’i Daalaciro’nun bulunduğu vapurun güvertesine atıyor.
Emâc-ı peyâpey-res-i hadisat arasında mecrâ’yı emele bu neden daha az haşin imiş ki, vapurun üzerine bırakır bıakmaz, Davalaciro’y.
a doğru koşarak «işi» soruyor.
Maum ya Avustralya’daki kocasını öldürmek işi.
Finten’i bu derya-yı bî-intihâ-yı mütemevvicln içinden ıslanmayarak ıkmış zannediyordum.
Sırsıklam, diyorsun, olamaz.
Geelerin ka’nndan nebean ederek denizlerde gezen hayal veya semadan yıldızlarla inerek denize giren leyal ıslanmaz.
Shakespeare, Victor Hugo, sen, tiyatro piyeslerinizde ir kambur, bir cüce, nevâkıs veya zevâid-i hilkat,
münkesir veya münkariz cisimler içinde feryat eden ruhlaı asvir ediyorsunuz.
Fakat onlarınkinde adem-i muvaffaldet-i hilkat olan müstesnalar az.
Senınkinde çok.
Aheng-i umumi-i tabiatı ve sıhhat-i tabiiye-i hilkati ihlâl eden bu müstesnaların kesreti cihetiyle eserinin bazı yerleri tiyatoluktan çıkarak bir «eKcentricite lyrique» oluyor.
Bir de iyatronda en reel olması lâzım gelen yerler mahz-ı hayal kan, kevâkibin mâ-fevkine çıkacak kadar hayal olması âzım gelen yerler vekayi-i hakikiye gibi musavver! Meela mehtaplı bir gecede mezaristand ecsâm-ı mayiadan ddolunacak heyet ve kıyafette, sim-abvâri elbise iktısa tmiş ölüler, âdeta bir çay ziyafetindekiler gibi konuşuyor.
«Akıllı uslu» bir bezm-i ülfet! Davalaciro ile Finten’e ait emaşalar âli! Davalaciro! Hindistan’daki yanardağların bu evlâd-ı cibal hısali, yirminci asrın kerime-i fâciresi, Londa'nm âfet-i nâiresi olan Finten’in odasında görünüyor.
Bu odada her şey zî-hayat! Yunan ilâhelerinin ilhâmat-ı aşkından, Cleopatre’m erike-i ibtilâ ve istilâsından, kadınlığın cevâzıb-ı sevdasından perdelere, kapılara, şamdanlara kadar bütün eşya zî-hayat! Yatağın perdesi kendi kendine açılıyor.
Levnini, ırkını, kendini düşünerek Himalaya dağlarmın üzerinden baktığı bu yatağm, bu hoşuba, bu bî-payan uçurumun kenarında başı dönerek senazenin nevazişler, ruha temas eden nermin ve dil-nişin az ü niyazlar, hep bu kadınlığın kıvılcımları, bu volkan ateşlerini tar ü mar ediyor.
Kaptanın yerinde yalnız, bir âvâz-ı bülend-i vahşiyae ile ber-vech-i âti tagannüm eder; Davalaciro umman e yalnız kaldığı zaman taganni eden Finten’in odasında ahibesine, Bibi’ye yalvarır, niyaz ederken, o vahşi ve uazzam sesinde Hind ü Sind’in ağladığı işitiliyor.
Emin ki Tayflar Geçidi'nde Dante’ler, Shakespeare’ler, Sadi'
er, Victor Hugo’lar geçitte tevakkufla dünyada kendilenden birinin tasvir ettiği bu hali temaşaya vakf-ı nazar-ı kdir ederler.
Böyle bir iki temaşası istisna edilirse Finn, Eşber’den, hattâ Zeynep’ten daha güzel mi? Tekr okumak üzere şimdilik Finten’i kapıyorum.
Kapamaam benim de mütalaalarım bir kitap olacak.
Mektuplarıbüyük bir teessürle mütalaa ettim.
Bu teessüratımı gecek mektubumda yazarım.
Gerek senin, gerek harem-i muhteremenin süıhat ve hatınız kemalde olduğunu haber almağı pek arzu edirum .
Bilmem hatırında mı? Ben İstanbul’da iken sen uraya geleli pek rahat edemedin, biraz seyahat et demişrdi.
Dediğin gibi buraya geleli sıhhatçe çok istifade ettim.
Fakat sizi ve kendisini, kendisine lâyık bir surette üdafaa eden vatanı pek göreceğim geldi.
Romanya da düvel-i galibeden olmak için ilân-ı harb dip de düvel-i gaibeden olanlara iltihak etti.
Taksim-i urama ediliyor.
İstanbul’da yakında mirasyedi olacak maşallah.
Nâsiye-i bülendini takbil ederek sana ve harem-i uhteremene arz-ı uhuvvet ve hürm et ederim, büyük iraderim efendim.
|/\|