petition
stringlengths 171
32.8k
| petition_length
int64 26
4.41k
|
---|---|
Esas Sayısı : 2003/18 Karar Sayısı : 2004/88 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçesinin ilgili bölümü şöyledir : “…B) Anayasamızın 2. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” şeklindedir. Anayasa Mahkememizin 11.11.1963 tarihli 1963/106 E. 1963/270 K. sayılı kararında da belirtildiği üzere uluslararası hukukta hukukun genel ilkeleri arasında kazanmış haklara saygı, kanunların geriye yürümezliği ilkesinin de olduğu, kazanmış haklara saygı ilkesinin temel amacının bireylerin hukuk güvenliğini sağlamak olduğu, kazanmış hakların tanınması ve korunmasının hukuk devletlerinde benimsenen ana hukuk kuralı olduğu bilinmektedir. Sosyal hukuk devleti insan hak ve özgürlüklerine saygı gösteren ferdin huzur ve refahını gerçekleştiren ve teminat altına alan kişi ile toplum arasında denge kuran emek ve sermaye ilişkilerini dengeli olarak düzenleyen özel teşebbüsün güvenlik ve kararlılık içerisinde çalışmasını sağlayan çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kararlılık içerisinde gelişmesi için sosyal, iktisadi ve mali önlemler alarak çalışanları koruyan işsizliği önleyici ve milli gelirin adalete uygun bir şekilde dağıtılmasını sağlayıcı tedbirler alan adaletli bir hukuk düzeni kuran bunu devam ettirmeye kendini yükümlü sayan hukuka bağlı kararlılık içinde ve gerçekçi bir özgürlük rejimini uygulayan devlet demektir. (Anayasa Mahkememizin 1986/16 E. sayılı 21.10.1986 tarihli kararında) tanımları dikkate alındığında 4759 S.Y.'nın Anayasamızın 2. maddesinde yazılı hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu anlaşılmaktadır. C) Anayasamızın 5. maddesi “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin toplumun hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” şeklindedir. Yukarda bahsedilen gerekçelerde de görüleceği üzere 4759 S.Y. ile devletin çalışanları aleyhine bir düzenleme yaptığı kişilerin hürriyetlerini sınırlayan hükümler getirdiği çalışma hayatında emekli olma hayaliyle çalışan sigortalıların bu amaçlarına ulaşmalarının zorlaştırıldığı, dünyada mevcut birey lehine düzenleme anlayışının ve Anayasamızın 5. maddesinin aksine bireylerin emeklilik şartlarının zorlaştırıldığı anlaşılmaktadır. D) Anayasamızın 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Anayasaya Aykırılığı ileri sürülen 4759 S.Y.'nın 3. maddesiyle düzenlenen geçici 81. maddesinin B bendinin Kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 23.5.2002 tarihi itibarıyla sigortalılık süresi 25 yıldan fazla olan ve 44 yaşını dolduran 5000 iş günü prim yatıran kişilere ayrıcalık ve imtiyaz tanıdığı diğer şartları taşısalar bile 44 yaşını doldurmayanların bu maddeden faydalanamadığı aynı çalışma süresi ve prim ödeme süresine sahip sigortalılar arasında eşitsizlik yaratıldığı, ayrıca yukarda belirtildiği üzere 4759 S.Y. ile oluşturulan basamaklar arasında sigortalılık süreleri ve emekli olmak için aranılan yaş süresi bakımından kendi içinde eşitsizlikler olduğu düzenlemenin Anayasamızın 10. maddesine aykırı olduğu anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2003/18 Karar Sayısı : 2004/88 2 E) Anayasamızın 60. maddesinde “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” hükümleri yer almaktadır. 4759 S.Y.'dan önce emeklilik için yaş şartı aranmadığından 20 yılı aşkın süreyle çalışan ve emeklilik hakkı bekleyen sigortalıların kazanılmış haklarının tek taraflı bir düzenleme ile ortadan kaldıramayacağı ve temel hükümlerin sigortalı aleyhine değiştirilemeyeceği mevcut durumun Sosyal Güvenlik Hukukunun temel ilkeleriyle şekillenen Anayasamızın 60. maddesine aykırı olduğu devletin bu düzenlemenin aksine bireylerinin sosyal güvenliğini kolaylıkla sağlayacak tedbirleri alması ve Sosyal Güvenlik Sisteminin geliştirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Yukardaki gerekçeler doğrultusunda; Anayasa Mahkememizin 4447 S.Y.'nın 17. maddesinde düzenlenen 506 S.Y.'nın geçici 81. maddesinin B bendinin iptaline ilişkin verdiği gerekçeli kararında belirtilen iptal gerekçelerinin 4759 S.Y.'nın düzenlemesinde dikkate alınmadığı ve yasadaki adil, makul ve ölçülü olmayan yapının muhafaza edildiği, Sosyal Sigortalar Sözleşmesinin kurallarının devlet tarafından tek taraflı olarak konulduğu, bu nedenle sigortalıların çalışma hayatlarındaki ilk düzenlemelerin kendileri bakımından baz alınması gerektiği, düzenlemelerin tek taraflı olarak değiştirilmesi halinde ise bu değişikliğin adil, makul ve ölçülü olması gerektiği yasa koyucunun sigorta sözleşmesinin çalışanların aleyhine tek taraflı olarak adil, makul ve ölçülü olamayan bir şekilde değiştiremeyeceği düşünüldüğünden aşağıdaki şekilde karar vermek gerekmiştir. SONUÇ VE TALEP : Anayasamızın 152. maddesi gereğince taraflar arasındaki davada ileri sürülen Anayasaya Aykırılık iddiası mahkememizce ciddi görüldüğünden davacıyı ilgilendiren ve sigortalı olarak çalışanların yaşlılık aylığından faydalanabilmeleri için sigortalılık süresi, yaş ve ödenmesi gereken prim konusunda kademeli geçişi düzenleyen 4759 S.Y.'nın 3. maddesi ile kanunlaştırıIan 506. S.Y.'nın geçici 81. maddesinin B bendinin Anayasamızın 2., 5., 10. ve 60. maddelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına…” | 722 |
E. Sayısı:1970/48 K. Sayısı:1972/3 1 B) İptal İsteminin gerekçeleri Özeti : Davacı Parti Genel Başkanınca düzenlenip mahkeme kalemince 13/8/1970 te kaydedilmiş dâva dilekçesinde ileri sürülen iptal nedenleri şöylece özetlenebilir: l Dâva konusu Yasa'nın Cumhuriyet Senatosunda görüşülmesi sırasında Senato'nun Başkanlık Divanının kuruluş biçimi Başkanın iki yıllık sürenin sonunda yeniden seçilmemiş olması nedeniyle Anayasa'ya aykırı bulunduğundan, böyle bir Başkanlık Divanının yönetimi altında görüşülüp kabul edilen Yasanın Anayasa'ya aykırı olduğu görülmektedir ve bu aykırılık iptali gerektirmektedir. Gerçekten Başkan Şevki Atasagun'un Anayasa'nın 84 üncü maddesinde öngörülen iki yıl için seçilmiş bulunması dolayısiyle iki yılın sonunda yeniden seçilecek başkanın görevi üzerine alması zorunlu iken iki yılın sona ermiş olmasına karşın yeni başkan seçilememiş ve eski başkan görevde kalmış, dâva konusu Yasa eski başkanın Anayasa'ya aykın biçimde görev yaptığı sırada Cumhuriyet Senato'sunca kabul edilmiş ve onun imzasiyle yasama işlemi tamamlanmıştır. 2 Yasanın tümünün esas yönünden Anayasa'ya aykırı olduğu görülmektedir. Gerek yazılı gerekçede, gerekse Meclislerdeki konuşmalarda. Yasanın ereğinin sendika bolluğunu önlemek, güçlü sendikalar yaratmak, sendikaların sömürmeye elverişli kuruluşlar olmasını engellemek olduğu bildirilmiştir; oysa Anayasa güçlü veya güçsüz sendika gibi herhangi bir ayırım gözetmeden çalışanlara sendika kurma hakkını salt biçimde öngörmüştür. Bu gibi koşulların işçilere karşı işleyecek ve iktidarlara göre ayarlanabilecek görüşlere yol açacağı açık olduğu içindir ki Anayasa bu yolda bir sınırlandırmaya gitmemiştir. Nitekim bu Yasada ele alınan ölçü, sendikanın üye sayısıdır ki hiç bir zaman geçerli ve yeterli değildir; çünkü üye sayısının çokluğu, sendikanın gördüğü işler, elde ettiği yararlar bakımından işçilerce tutulmasının sonucu ise güçlülüğün kanıtı olabilir, yoksa yarışmacı kuruluşlar yasa ile kapatılmış veya kurulmaları engellenmiş ise ve bunun sonucunda bir sendikada üye sayısı çoğalmış ise bu çokluk, sendika için güçlülük kanıtı olamaz. Kaldı ki üye sayısını saptama yöntemleri dahi, bu işe elverişli değildir; çünkü üve sayısını saptamada dolanları, kötü düzenleri önleyici tedbirler öngörülmemiştir. Değişiklimin amacı, tekelci sendikalara yasa gücü ile yol açmaktadır ki bu da eşit ve serbest sendikacılık ilkesine, başka deyimle Anayasa'nın 46 ncı maddesine aykırıdır. Bu nedenlerle Yasanın aşağıda anılacak kurallarının iptali gerekmektedir. 3 274 sayılı Yasanın l inci maddesindeki, 13 üncü maddesinin 3, 4 ve 6 sayılı bentlerindeki ve 32 nci maddesindeki (birlik) sözcükleri, 1317 sayılı Yasanın birinci maddesiyle yapılan değişiklik sonucunda metinlerden çıkarılmıştır. Bu değişikliğin gerekçesi olarak, (birlik) sözcüğünün fedarasyon ve konfederasyonları anlattığı, bu iki sözcük metinde geçtiğinden, (birlik) sözcüğünün yersiz kaldığı ileri sürülmüştür; oysa (birlik) sözcüğü sendikalar arasındaki her türlü birleşmeyi içerdiği gibi dar anlamıyla da aynı veya değişik iş kollarındaki sendikaların bölgesel birleşme biçimlerini dahi anlatmaktadır. Anayasa'nın 46 ncı maddesinde geniş anlamıyla sendikalar birliklerinden söz edilerek her biçimde birliğin kurulabileceği ilkesi benimsenmiş. Kurucu Meclis Komisyon sözcüsü dahi bunu açıkça bildirmiştir. Değişiklik sonunda federasyon ve konfederasyondan başka birliklerin kurulmaları yasaklanmaktadır ki aykırıdır; buna göre anılan maddelerin değişik biçimlerinin iptali ve düzenleme Anayasa'nın 6 ncı maddesinin birinci fıkrasına açıkca gerekir.E. Sayısı:1970/48 K. Sayısı:1972/3 2 4 274 sayılı Yasanın 1317 sayılı Yasanın l inci maddesiyle değiştirilen 5 inci maddesinin l sayılı bendinde bir işçinin sendika üyesi olabilmesi için sendikanın yetkili organının üyelik isteğini kabul etmesi koşulu öngörülmüştür ki bu koşul Anayasa'ya aykırıdır; çünkü bu kuralla işçinin sendikaya serbestçe girme yetkisi elinden alınmıştır. Sendikada üye olmayı engellemiyecek herhangi bir nedenle örneğin üye olmak isteğinin yetkili organdaki üyelerin hoşuna gitmemesi veya üye olmak isteğinin kendileriyle yarışmaya gireceğini ummaları nedeniyle inançlı ve bilgili bir işçiyi sendika üyeliğinden yoksun bırakmaları saplanmış olacaktır. Anayasa 46 ncı maddesinde serbestçe üye olma hakkını tanımış, buna bir sınırlandırma koymamıştır. Bu nedenlerle metindeki (ve meslekî teşekkülün yetkili organının kabulü) deyiminin iptali gerekir. 5 274 sayılı Yasanın 1317 sayılı Yasanın l inci maddesiyle değiştirilen 6 ncı maddesinin l sayılı bendinde, Üyelikten çekilmenin ancak noter önünde olabileceği kuralı benimsenmiştir. Anayasa'nın 46 ncı maddesi sendikaya serbestçe girme ve sendikadan serbestçe çıkma hakkını tanımaktadır. Söz konusu kural, sendikadan çıkma özgürlüğünü kaldırmaktadır; çünkü notere gidebilmek için işçi üyeler gündeliklerinden olacaklar, notere bir hayli para ödeyeceklerdir; bu engeller çekilme olanağını eylemli olarak kaldırmaktadır. Hiç bir meslekten veya kuruluştan çekilmek için böyle ağır bir koşul öngörülmüş değildir. Bu nedenlerle kuralın iptali gereklidir. 6 274 sayılı Yasanın 1317 sayılı Yasanın l inci maddesiyle değiştirilen 9 uncu maddesinin 2 sayılı bendinin (a) fıkrasında, bir işçi sendikasının Türkiye çapında çalışabilmesi için kurulu bulunduğu işkolunda çalışan sigortalı işçilerin en az 1/3 ünü temsil etmesi; (b) fıkrasında ise işçi federasyonlarının kurulabilmesi için aynı işkolunda kurulmuş sendikalardan en az ikisinin bir araya gelmeleri ve o işkolunda çalışan sigortalı işçilerin en az 1/3 ünü temsil etmeleri gerektiği, (c) fıkrasında da işçi konfederasyonlarının kurulabilmesi için (a) ve (b) fıkralarına göre sendika ye federasyonlardan en az 1/3 ünün ve Türkiye'deki sendikalı işçilerin en az 1/3 ünün üye olarak bir araya gelmelerinin zorunlu olduğu kurala bağlanmıştır. Bu değişiklik 1317 sayılı Yasa ile getirilen değişikliklerin öz ereği ki İşçilerin üçte birini üye yazması olanağı bulunmadığına göre yapılan bu değişiklikle, işçi yaranna çalışmaları sonucunda o işkolunda zamanla işçilerin değil, üçte birini, belki üçte ikisini toplayabilecek bir sendikanın yeniden kurulup bir çok yerlerde şubeler açması önlenmekte ve böylece sendika kurma olanağı eylemli olarak yok edilmektedir. Konulan bu 1/3 sınırlandırmaları ile yeni federasyon ve konfederasyonların kurulması da engellenmekte ve sendika birlikleri kurma özgürlüğü dahi kaldınlmıktadır. Bu kurala göre bugün Türkiye çapında çalışan sendikaların işkolunda 1/3 çoğunluğu temsil etmemesi durumunda ya çalışmalarına son vermesi gerekecek, ya da sendika parçalanacak bir çok yerel ve güçsüz sendikalara bölünecektir ki bu durum dahi son Yasanın konuluş ereği ile çelişkiler yaratacaktır; çünkü 1317 sayılı Yasanın çok sayıda güçsüz sendikalar kurulmasını önlemek ve güçlü sendikalar kurulmasını sağlamak ereği ile konulduğu savunulmaktadır. Tartışma konusu kurallar Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunu (Disk) dağıtmak ereğini gütmektedir. Nitekim, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonunun (Türk İş) genel kurul toplantısında Çalışma Bakanı bu Yasa ile Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunun ortadan kalkacağını açıkça söyleyerek Yasanın konulmasiyle güdülen gerçek ereği belirtilmiş. Başka deyimle bu Yasa, Türkiye işçi Sendikaları Konfederasyonunu ve onun yöneticilerini sonsuza değin korumak üzere çıkarılmıştır.E. Sayısı:1970/48 K. Sayısı:1972/3 3 Bu maddenin tartışma konusu kuralları gereğince bir işkolunda her nasılsa 1/3 çoğunluğu sağlamış bir sendika, ona yakın çoğunluğa sahip öteki sendikaları sıra dışı edebilecektir. Öteki sendikalar 1/3 çoğunluğa sahip olanın ileri sürdüğünden başka istekleri Türkiye çapında ileri süremiyeceklerdir. Öbür sendikalardaki işçiler, 1/3 çoğunluğa sahip olanın imzaladığı toplu sözleşmeden ancak dayanışma ödentisi vererek yararlanacaklardır. Her işkolunda tek ve zorunlu bir sendika bulunması düzeni, faşist bir görüştür; Anayasa'ya ve uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Bir işkolunda bir sendikanın veya federasyonun 1/3 çoğunluğu sağladığının saptanması da, nesnel biçimde olamamaktadır. Uygulamadaki bir sürü dâvalar, aksaklıklar bunu göstermiştir. 1/3 çoğunluğun varlığının saptanması ancak, grevde uygulandığı üzere yargıç denetiminde oylamaya gidilmesiyle sağlanabilir. Bu görüş önerilmiş. Yasama Meclisinde iktidar çoğunluğunca reddolunmuştur. 9 uncu maddenin 3 sayılı bendinde işveren kuruluşları için benzer bir sınırlandırma öngörülmüş değildir. İşçi kuruluşları için böyle bir sınırlandırma öngörülmesini haklı gösterecek, akla uygun bir gerekçe yoktur. Bu nedenlerle anılan, maddenin 2 sayılı bendinin (a), (b), (c) fıkralarının iptali gerekir. 7 274 sayılı Yasa'nın 1317 sayılı Yasa ile değişik 11 inci maddesinin l sayılı bendinde işçi sendikası kurabilecek işçinin, sendikanın kurulacağı işkolunda en az üç yıldan beri eylemli olarak çalışmış bulunması koşulu öngörülmüştür. Ülkemizde köyden kente doğru yönelen insan akını işçi sayısındaki sürekli artış sonucunda yeni işçilerin sayıca çokluğu ve bir işkolunda uzun süre çalışma durumunun zorluğu gözönüne alınırsa bu koşul ile işçilerin önemli bir çoğunluğu sendika kurmak yetkisinden yoksun kalacak demektir. Bu kural için gerekçe olarak Sendikaların Anayasa'daki nitelik ve görevleri gözetilerek sendika kuruculuğu kurumuna güvenlik ve yeterlik kazandırılabilmek ereği ileri sürülmektedir; oysa Anayasa'da sendika kuruculuğu için herhangi bir sınırlandırma konulmuş değildir. Böyle bir sınırlandırmaya gerek yoktur ve bu sınırlandırma sendika kurma hakkının özüne dokunmakta böylelikle Anayasa'nın 46 ncı maddesine aykın bulunmaktadır. 274 sayılı Yasa'nın 1317 sayılı Yasa ile değiştirilmiş 11 inci maddesinin 3 sayılı bendinin birinci fıkrasında, Türkiye'de en çok işçiyi temsil eden işçi konfederasyonunun veya bu nitelikteki konfaderasyona bağlı sendikaların uluslararası meslek kuruluşlarına girebileceği öngörülmüştür. Bu sınırlandırma Türkiye İşçi Sendikalan Konfederasyonunu (Türk İş) destekleme ve öteki sendikaları uluslararası dayanışmadan yoksun bırakma ereğine yönelmiştir. Anayasa'nın 46 ncı maddesinde böyle bir sınırlandırma öngörülmüş olmadığından,, bu kural Anayasa'ya aykırıdır ve iptali gerekir. 8 274 sayılı Yasa'nın 1317 sayılı Yasa'nın l inci maddesiyle değiştirilmiş olan 14 üncü maddesinin l sayılı bendinin (h) fıkrasında lokavta karar vermek ve bunu yönetmek kuralı yer almıştır Anayasa'nın 47 nci maddesinde işçiler için grev hakkı öngörülmesine karşın işverenler için lokavt hakkı öngörülmüş değildir. Bundan ötürü lokavta ilişkin olan bu kural Anayasa'ya aykırıdır ve iptali gerekir.E. Sayısı:1970/48 K. Sayısı:1972/3 4 9 274 sayılı Yasa'nın 1317 sayılı Yasa ile değişik 14 üncü maddesinin l sayılı bendinin (j) fıkrasında işçi sendikalarına kooperatifler kurmak ve en çok üyesi bulunan işçi konfederasyonunun onayını alarak sınaî ve iktisadî işletmelere yatırımlar yapmak yetkisi tanınmıştır. Bu kuralın gerekçesi olarak alın terinin değerlendirilmesi gösterilmiştir. İşçinin alın teri ancak işçinin emeğine karşılık olan iş parasını alması ile değerlendirilebilir. Bu bakımdan gösterilen gerekçe yersizdir. Bu kuralın gerçek ereği, sendikaların üstü kapalı biçimde ticarî ortaklıklar durumuna girmesi ya da işverenlerin sermayesine ortak olması, dar zamanlar için işçilerin verdikleri ödentilerin bir bölümünün sermaye piyasasına aktarılması ve sonuçta işçi sınıfının sınıfsal dayanışmasının ortadan kaldırılarak sermaye ile bütünleştirilmesinin sağlanmasıdır. Kesin bir gerçektir ki sendikaların ticaretle uğraşması, onları sendikalıktan çıkarır. Nitekim, 274 sayılı Yasa'nın 1317 sayılı Yasa ile değişik 15 inci maddesinin birinci fıkrasında (Bu Kanuna göre kurulan meslekî teşekküller ticaretle uğraşamazlar) denilerek gerek sendikaların, gerekse işveren kuruluşlarının ticaretle uğraşmaları yasaklanmıştır. Ancak bu (j) fıkrası kuralı ile söz konusu yasak anlamsız duruma sokulmuştur. Anayasa'nın 46 nci maddesinin gerekçesinde sendikaların, derneklerin özel bir biçimi olduğu bildirilmiştir. Hukuk açısından dernek ile ticari ortaklık birbirinden büsbütün ayrı varlıklardır. Bu nedenlerle sendikaların ticaretle uğraşması ve yatırımlar yapması, onları sendikalıktan çıkarır ve Anayasa'ya aykırı duruma getirir. Bundan ötürü tartışma konusu fıkranın kooperatifler kurmak ve yatırımlar yapmak yetkisine ilişkin kuralının iptali gerekir. 10 274 sayılı Yasa'nın 1317 sayılı Yasanın l inci maddesiyle değişik 14 üncü maddesinin l sayılı bendinin (k) fıkrasında sendikalara meslekleri için gerekli her türlü ham veya yan işlenmiş maddelerle araçları ve gereçleri üyelerine kiralamak, ödünç vermek veya bağışlamak yetkisi tanınmıştır. Yukarı ki bentte anılan gerçeklerden ötürü bu kural dahi Anayasa'ya aykırıdır ve iptali gerekir. 11 274 sayılı Yasa'nın 1317 sayılı Yasa'nın l inci maddesiyle değişik 15 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki 14 üncü maddesinin l sayılı bendinin (j) fıkrasını saklı tutan kuralı ile anılan 15 inci maddenin üçüncü fıkrasının ikinci cümlesindeki 14 üncü maddenin l inci bendinin (j) fıkrası gereğince dağıtılacak risturnları saklı tutan kural; az yukarda 9 uncu bentte 14 üncü maddenin l sayılı bendinin (j) fıkrası için ileri sürülen gerekçelerden ötürü Anayasa'ya aykırı bulunmaktadırlar ve bundan ötürü iptalleri gerekir. 12 274 sayılı Yasa'nın 1317 sayılı Yasa'nın l inci maddesiyle değiştirilmiş olan 23 üncü maddesinin 2 sayılı bendi ile işçiler, üyesi olmasa dahi, o iş kolunda yetki almış sendikalara ödenti vermeye zorlanmakta, buna karşılık işçilerin üyesi oldukları sendikaya ödenti vermeleri engellenmekte, işçi serbestçe girdiği sendikayı desteklemekten alıkonulmakta, istemediği bir sendikaya ödenti vermeye zorlanmaktadır. Böylece bu kural, Anayasa'nın 46 ncı maddesine aykırı bulunmaktadır. Bundan ötürü, metindeki (kurulu bulunduğu işkolunda yetki almış sendikanın veya yetki alınmamış ise) değiminin iptali gerekir. 13 274 sayılı Yasa'nın 1317 sayılı Yasa'nın l inci maddesi ile değiştirilmiş bulunan 29 uncu maddesine eklenen 9 sayılı bent gereğince konfederasyonlar, kendisine bağlı sendikalarla federasyonların gelirlerini, giderlerini ve çalışmalarını denetlemeye yetkili kılınmışlardır. Bu kural Anayasa'ya aykırıdır ve iptali gerekir; çünkü asıl denetleme, demokratik kurallar gereğince aşağıdan yukarıya, üyeler ve temsilciler eliyle yapılmalıdır, ve bununla ügili bir takım kurallar YasaIarda yer almıştır. Bunların dışındaki bir denetleme biçimi, konfederasyonlarlaE. Sayısı:1970/48 K. Sayısı:1972/3 5 ona bağlı federasyon ve sendikaların aralarındaki anlaşmalara başka deyimle fedarasyon ve konfederasyonların tüzüklerine bırakılmak gerekir. Bu kuralda kamu düzenini ilgilendiren bir yön yoktur. | 1,865 |
Esas Sayısı : 2012/80 Karar Sayısı : 2013/16 1 II İTİRAZLARIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkemelerin başvuru kararlarında özetle; 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu'nun 47. maddesinin birinci fıkrasının (A) bendiyle anılan Kanun'un üçüncü babının 4. faslında düzenlenen suçlar nedeniyle hükmolunacak cezalara ilişkin erteleme, tedbir ya da para cezasına çevrilme yasağı ile 3., 5. ve 8. fasıllarda düzenlenen suçlara ilişkin erteleme yasağının, ek 8. maddenin ikinci fıkrası ile sırf askeri suçlar ile anılan Kanun'un üçüncü babının dördüncü faslında düzenlenen suçlar nedeniyle hükmolunacak cezalar hakkında 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımların uygulanamamasının, ek 10. maddenin ikinci fıkrasıyla da 1632 sayılı Kanun'da düzenlenen tüm suçlarla ilgili olarak 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 231. maddesinin (5) ila (14) numaralı fıkraları arasında düzenlenen hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına dair kuralların uygulanamamasının aynı hukuki durumda bulunan kişiler arasında eşitsizlik yarattığı; mahkemelerce suça etki eden faktörlerin yeterince değerlendirilip failin ve fiilin özellikleri dikkate alınarak hükmolunacak cezanın şahsileştirebilmesi imkânını ortadan kaldırdığı ve ölçülülük ilkesine aykırılık teşkil ettiği belirtilerek, itiraz konusu kuralların Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür. | 177 |
Esas Sayısı : 2018/121 Karar Sayısı : 2021/84 1 “ A. CUMHURBAŞKANLIĞI KARARNAMELERİNİN (CK) ANAYASAL ÇERÇEVESİ 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, 16 Nisan 2017 tarihli halkoylamasıyla kabul edilmiş, böylece daha önce 1982 Anayasasının sadece 107. maddesinde belirtilen cumhurbaşkanlığı kararnamesi, Anayasanın farklı maddelerinde hem kapsamı genişletilerek hem de niteliği farklılaştırılarak yeniden düzenlenmiştir. 107. maddenin önceki halinde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinin kuruluşu, çalışma esasları ve personel atama işlemlerinin Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceğini belirtiliyordu. Burada bir ad benzerliği dışında iki tür düzenlemenin kapsam ve sınırları açısından oldukça farklı olduğu kabul edilmelidir. 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu ile getirilen yeni tip Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin temel ilke ve koşulları Anayasa’nın 104. maddesinin 17. fıkrasında ortaya konuluştur. “Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez. Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir.” Anayasanın 106. maddenin 11. fıkrasına göre de; “Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir.” Esasen 5 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi bu iki maddede belirtilen hükümler çerçevesinde çıkarılmıştır. Bununla beraber genelde Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin ve özelde 5 sayılı CK’nin anayasaya uygunluk denetiminde, yukarıdaki hükümler yanında, Anayasa’da yer alan iki temel ilkenin daha göz önünde bulundurulması gerekir: yasama yetkisinin devri yasağı ve kanuni idare ilkesi. 6771 sayılı Kanun ile Anayasa’dan kaynaklanan doğrudan düzenleme yetkisiyle yürütme fonksiyonu daha da güçlendirilmiştir. Bu noktada Türk anayasa hukukunda tartışılan konulardan biri olan idarenin kanunla düzenlenmeyen bir alanda düzenleme yapıpEsas Sayısı : 2018/121 Karar Sayısı : 2021/84 2 yapamayacağı hususu üzerinde durulmalıdır. Bu noktada yasama yetkisinin devri yasağı göz önüne alınmalıdır. Anayasa'nın 7. maddesinde, Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez. denilmiştir. Buna göre, Anayasa'da kanun ile düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Ancak yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakması, yasama yetkisinin devri olarak yorumlanamayacağı gibi yürütme organının yasama organı tarafından çerçevesi çizilmiş alanda genel nitelikte hukuksal tasarruflarda bulunması, hukuk devletinin belirlilik ilkesine de aykırı düşmez.” (E.2013/114 K.2014/184, 4.12.2014) Mahkeme bir başka kararında ise yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesini şu şekilde ifade etmiştir. “Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinden ne anlaşılması gerektiği hususu açıklanmıştır. Buna göre, kanunla düzenleme ilkesi, düzenlenen konudan yalnız kavram, ad ve kurum olarak söz edilmesi değil, bunların kanun metninde kurallaştırılmasıdır. Kurallaştırma ise düzenlenen alanda temel ilkelerin konulmasını ve çerçevenin çizilmiş olmasını ifade eder… Anayasa’da öngörülen ayrık durumlar dışında, kanunlarla düzenlenmemiş bir alanda, kanun ile yürütmeye genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemez. Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasa’nın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yürütmenin düzenlemesine bırakmaması gerekir” (E.2013/47 K.2013/72, 6/6/2013). Bununla beraber AYM’nin daha yakın tarihli kararlarında bu içtihadı bir miktar esnettiği görülmektedir. “15… yasama yetkisinin devredilmezliği esasen kanun koyma yetkisinin TBMM dışında başka bir organca kullanılamaması anlamına gelmektedir. Anayasa’nın 7. maddesi ile yasaklanan husus, kanun yapma yetkisinin devredilmesi olup bu madde, yürütme organına hiçbir şekilde düzenleme yapma yetkisi verilemeyeceği anlamına gelmemektedir. Kanun koyucu, yasama yetkisinin genelliği ilkesi uyarınca bir konuyu doğrudan kanunla düzenleyebileceği gibi bu hususta düzenleme yapma yetkisini yürütme organına da bırakabilir.(par. 15). 16. Yürütmenin türevselliği ilkesi gereğince yürütme organının bir konuda düzenleme yapabilmesi için yasama organınca yetkilendirilmesi gerekmektedir. Kural olarak, kanun koyucunun genel ifadelerle yürütme organını yetkilendirmesi yeterli olmakla birlikte Anayasa’da kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda genel ifadelerle yürütme organına düzenleme yapma yetkisi verilmesi, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle Anayasa’da temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması, vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin konması ve memurların atanmaları, özlük hakları gibi münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda, kanunun temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olması gerekmektedir. Anayasa koyucunun açıkça kanunla düzenlenmesini öngördüğü konularda, yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakması, yasama yetkisinin devri olarak yorumlanamaz.” (E.2017/143 K.2018/40, 2/5/2018). Neticede sadece yakın dönem AYM kararlarını dikkate alındığında, ilkesel olarak kanun koyucunun “genel ifadelerle yürütme organını yetkilendirmesi yeterli”dir, denilebilir. Ancak Mahkemenin Anayasa’da farklı kavramlarla ifade ettiği kanunla düzenleme kaydı içeren konularda ise “Anayasa’da kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda”, “münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda”, “Anayasa koyucunun açıkça kanunla düzenlenmesini öngördüğü konularda” genel ifadelerle yetkilendirme yapılması kabul edilemez.Esas Sayısı : 2018/121 Karar Sayısı : 2021/84 3 Öte yandan yasal idare ilkesi, Ülkemizde idare hukukunun temelini oluşturur. Anayasanın 123/1. maddesinde karşılığını bulan bu ilke uyarınca “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir.” Bu ilke idarenin kendiliğinden bir teşkilatlanma yetkisi olmadığını bu yetkinin yasama organında olduğunu ifade etmektedir. AYM’ye göre “Bu maddede yer alan düzenleme, idarenin kanuniliği ilkesine vücut vermektedir. İdarenin kanuniliği ilkesi, idarenin ve organlarının görev ve yetkilerinin kanunla düzenlenmesini gerekli kılar.” (E.2013/114 K.2014/184, 4.12.2014). Bu ilkeyle kamusal kaynakların toplumun hangi tür gereksinimlerinin öncelikle karşılanacağını ve bunun hangi usuller uygulanarak sağlanacağını tespit etme yetkisini yasama organına verir. Ayrıca idarenin toplumsal gereksinimleri karşılarken kamu gücü ve ayrıcalıklarını kullanması ve bunun da kişilerin temel hak ve hürriyetleri üzerinde olumsuz etkiler de doğurabilmesi bu yetkinin yasamaya verilmesi sonucunu getirmiştir. Yasal idare ilkesi, idarenin eylem ve işlemlerinin hem kanuna dayanmasını, hem de bu eylem ve işlemlerin kanuna aykırı olmamasını ifade eder. Asli ve ilkel bir yetki olan yasama yetkisine dayanarak yasama organı, Anayasaya aykırı olmamak şartıyla, Anayasanın herhangi bir şekilde düzenlemediği bir konuyu düzenleyebilir. Ancak idare, önceden yasa ile düzenlenmeyen bir alanda faaliyette bulunamaz, böyle bir konuda yasadan aldığı bir yetkiye dayanarak bir işlem ve eylemde bulunabilir. 6771 sayılı Kanun öncesinde bunun iki istisnası olduğu kabul edilmekteydi: Biri Cumhurbaşkanının başkanlığındaki Bakanlar Kurulunun çıkardığı sıkıyönetim ve olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri diğeri ise Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinin kuruluş ve çalışma esaslarını düzenleyen Cumhurbaşkanlığı kararnamesi. Yasal idare ilkesinin bir diğer sonucu da idarenin eylem ve işlemlerinin kanuna uygun olmasıdır. Zaten Anayasa da 8. maddede “yürütme yetkisi ve görevi Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir” diyerek bu hususu belirtir (Bkz., Kemal Gözler, İdare Hukuku, Bursa, Ekin Kitabevi Yayınları http://www.idare.gen.tr/idarehuk.htm). 6771 sayılı Kanunla getirilen Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, her ne kadar ciddi kısıtlılıklarla çerçevelenmiş olsa da, yürütme organı yasaya dayanmaksızın ilk elden kural koyma, yani asli düzenleme yetkisine sahip olmuştur. Başka bir ifadeyle, yasama organı yanında yürütme organı da Anayasa’da kanun kaydı olan, kanunun açıkça düzenlediği konuları içermemek ve kanunlara aykırı olmamak şartıyla Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle ilk elden düzenleme yapabilecektir. Ancak bu durum Fransa’da olduğu gibi yasama ve yürütmenin özerk düzenleme alanlarına sahip olduğu, yani her bir organın düzenleme yapacağı konuların açıkça sayıldığı, şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü cumhurbaşkanlığı kararnamesine konu olan alan yasama konusu olmaktan çıkmamaktadır. TBMM isterse CK ile düzenlenen bir alanda yasa çıkarabilir, buna bir engel bulunmamaktadır. “Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir.” (madde 104/17) hükmü bu yargıyı doğrulamaktadır. O halde Anayasa’da yasayla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamayacak iken, ancak Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleneceği belirtilen konularda dahi TBMM yasa çıkarabilecektir. 6771 sayılı Kanun ile Anayasa’nın 7. maddesindeki yasama yetkisinin devri yasağı ve 123. maddedeki idarenin kanuniliği ilkesi muhafaza edilmiş, ancak belirli idari konular Anayasa’da açıkça Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleneceği öngörülmüştür. “Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir.” (madde 106/son). Ayrıca 123. maddenin son fıkrasında kamu tüzel kişiliğinin Kanunla veya CumhurbaşkanlığıEsas Sayısı : 2018/121 Karar Sayısı : 2021/84 4 kararnamesiyle kurulacağı kuralına yer verilmiştir. Anayasa hükümleri arasında hiyerarşi söz konusu olmadığından, bir çelişki kabul edilmediğinden, bu iki hükmün bir arada, Anayasanın bütünlüğü ve sistematiği içinde bağdaştırılarak yorumlanması gerekir. Gerçekte Anayasa koyucu 123/1. maddede genel kuralı, idarenin kanuniliği ilkesini, koymuş; bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri ile kamu tüzel kişiliği kurulması yönünden bu genel kurala bir istisna getirmiştir. Diğer bir ifadeyle, idarenin kanuniliği ilkesi salt 106/son ve 123/son maddelerde belirtilen hususlar açısından geçerli değildir. Genel kural ve istisna kural ilişkisine dair kamu hukukunda kabul edilen birtakım yorum ilkeleri vardır: 1. Bir istisna kuralın varlığından söz edebilmek için, bu istisnanın ayrıca ve açıkça konulmuş olması gerekir. 2. İstisna kural, sadece ve sadece genel kuralı koyan makam tarafından konulabilir, başka bir makamın istisna kural getirme yetkisi yoktur. 3. Genel kuralı koyan makam açıkça yetkilendirmedikçe, bir başka makam genel kurala istisna getiremez. 4. İstisna kural koymak, genel kuralı değiştirmek anlamına geldiğinden istisna kural, yorum yoluyla genişletilemez; yani, yorum yoluyla genel kural istisna getirilemez. 5. Genel kuralın geniş yorumlanması esası benimsenmiştir. 6. İstisna kural, dar yorumlanır. Çünkü istisna kural, genel kuralın kapsamını daralttığından genel kuralı değiştirir, oysa onu değiştirme salt genel kuralı koyana aittir. (Bkz., Kemal Gözler, Yorum İlkeleri, http://www.anayasa.gen.tr/yorum ilkeleri kitaptan.pdf). Öte yandan kamu hukukunda mevzuatın açıkça belirttiği bir makama ya da makamın görevlisine verdikleri yetkiler devre konu olamazlar. Yargı kararlarında da yetkinin, mevzuat tarafından kime verilmiş ise, ancak onun bu yetkiyi kullanabileceğini belirtmiştir. Yetki devrinde yetki devredilen makamın devraldığı bu yetkiyi kendinden alt bir makama devrinin yasak olduğu hususu idare hukukunda ve kamu yönetiminde benimsenen görüştür (Bkz. R. Cengiz Derdiman, Yusuf Uysal Türk Kamu Yönetiminde Yetki Devri, http://dergipark.gov.tr/download/article file/235994). Bu anlamda Anayasanın 106. Maddenin son fıkrasında belirtilen yetkinin bizzat Cumhurbaşkanlığı tarafından cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kullanılması gerekir. Anayasanın 104. maddesinin 17. fıkrasındaki Cumhurbaşkanlığı kararnameleri normlar hiyerarşisinde yasaya eşdeğer işlemler değildir. Anayasanın bu tür kararnamelerin salt “yürütme yetkisine ilişkin konular”la sınırlı olarak çıkarılacağı öngörmesi bunların yasaya eşdeğer, yasayla aynı düzeyde kurallar olamayacağını gösterir. Çünkü yürütme yetkisi, kanunların uygulanmasına yönelik, kanunlara uygun kullanılması gereken bir yetkidir. Ayrıca aynı fıkrada yer alan “Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz; Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz; Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır; Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir.” şeklindeki düzenlemeler Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin yasaya eşdeğer olmadığının bir başka açık delilidir. Bu düzenlemelerden CK ile düzenleneceği belirtilen konuların yasayla düzenlenmesi halinde bir anayasaya aykırılık oluşturmayacağı anlaşılır. Kanunsuz emre dair Anayasanın 137. maddesinde yapılan değişikliğe bakıldığında ise Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin, Anayasanın konuya ilişkin diğer düzenlemeleri ile birlikte değerlendirildiğinde, normlar hiyerarşisindeki yeri açıkça anlaşılır: “Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik. Esas Sayısı : 2018/121 Karar Sayısı : 2021/84 5 Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir…”. 6771 sayılı Yasa değişikliği ile Cumhurbaşkanına Anayasada tanınan diğer yetkiler ise şöyledir: Anayasanın 123. maddenin son fıkrası ise “Kamu tüzelkişiliği, ancak kanunla veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kurulur” denilerek CK ile kamu tüzelkişiliği kurulmasına da imkân tanır. Anayasa, Devlet Denetleme Kurulunu işleyişi, üyelerinin görev süresi ve diğer özlük işleri (m.108/4.) ile Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin teşkilatı ve görevlerinin Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceğini hüküm altına almıştır(m.118/7.). 124. ve 137. maddelerde yer alan tüzük ibaresi Anayasadan tamamen çıkarılmış, onun yerine Cumhurbaşkanlığı kararnamesi konulmuştur. Yönetmelikleri düzenleyen 124. maddede, “Cumhurbaşkanı, bakanlıklar ve kamu tüzelkişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilirler.” hükmü yer almıştır. Böylece hukuk düzeninde tüzük denen işlem türünün varlığı sona ermiştir. Ancak bu, tüzük ve cumhurbaşkanlığı kararnamesinin aynı hukuki nitelikte olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yapılabileceği yukarıda belirtilen istisnai işlemler kaynağını doğrudan Anayasadan alan yürütme işlemi niteliğinde kabul edilmelidir. Öte yandan Cumhurbaşkanı “üst kademe kamu yöneticilerini atar, görevlerine son verir ve bunların atanmalarına ilişkin usul ve esasları Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenler” (madde 104/9). Son olarak belirtmek gerekir ki olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanı, “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, 104 üncü maddenin onyedinci fıkrasının ikinci cümlesinde belirtilen sınırlamalara tabi olmaksızın Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Kanun hükmündeki bu kararnameler Resmî Gazetede yayımlanır, aynı gün Meclis onayına sunulur.” (madde 119/6). Bu kararnameler kanuna eşdeğer metinler olarak kabul edilmiştir. Ancak bu kararnameler AYM denetimi dışında tutulmuştur. 1. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılmasının sınırları Anayasanın 104/17. maddesiyle getirilen CK ile yürütmeye tanınan düzenleme alanı oldukça dar ve sınırlıdır. Bu sınırları şu şekilde açıklamak mümkündür. 1. ) İlk olarak Cumhurbaşkanlığı kararnamesi “yürütme yetkisine ilişkin konularda” çıkarılabilecektir. Maddenin gerekçesinde ise cumhurbaşkanına “genel siyasetin yürütülmesinde yürütme yetkisi ile ilgili ihtiyaç duyduğu konularda kararname çıkarabilme” yetkisi verildiği ifade edilmektedir. Bu nedenle CK’ler ancak yürütme yetkisinin gerektirdiği hususlarda ihtiyaç duyulduğunda çıkarılabilecek, yasama ve yargı yetkilerinden herhangi birinin alanına giren bir konuda ise CK çıkarılması mümkün olmayacaktır. 2. ) İkinci olarak CK’ler “Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler”le ilgili konularda düzenleme yapamaz. Bu yasakla, kişilerin temel haklarını ilgilendiren hususlarda yasa olmaksızın CK’lerin devreye girmesi engellenmek istenmiştir.Esas Sayısı : 2018/121 Karar Sayısı : 2021/84 6 Ancak bu noktada çözümlenmesi gereken soru, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevlerin tamamının CK ile düzenlenip düzenlenemeyeceğidir. Sadece yukarıdaki ifadeden yola çıkarak yapılan bir değerlendirme bu soruya olumlu cevap vermeyi gerektirir. Ancak bu cümlenin aynı fıkradaki diğer hükümler ve anayasanın konuya ilişkin diğer ilke ve kuralları dikkate alınarak, Anayasanın bütünlüğü içinde tartışılması ve anlaşılması gerekir. Öncelikle aşağıda ayrıntılarıyla belirtildiği üzere, “Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz.” Dolayısıyla ilgili maddede yasayla düzenlenmesi kaydı bulunan sosyal ve ekonomik hak ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenemeyecektir. Örneğin Anayasa’nın 42/2. maddesinde “Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir.”, 51. maddesinde “Sendika kurma hakkı … kanunla sınırlanabilir. Sendika kurma hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.”, 63. maddesinde Tarih, kültür ve tabiat varlıklarından “özel mülkiyet konusu olanlara getirilecek sınırlamalar ve bu nedenle hak sahiplerine yapılacak yardımlar ve tanınacak muafiyetler kanunla düzenlenir.” denilmektedir. Dolayısıyla belirtilen konuların CK ile düzenlenmesi mümkün değildir. Eğer böyle bir düzenleme yapılırsa bu hem Anayasanın 104/17. maddesine hem de o hak ve ödev için kanun kaydı koyan hükme aykırılık oluşturur. Ancak yasa kaydı içermeyen sosyal ve ekonomik haklar Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin konusu olabilecektir. Örneğin konut hakkını düzenleyen Anayasanın 57. maddesi böyledir. Bir başka açıdan ise 104/17. maddenin ikinci cümlesi, sosyal ve ekonomik haklar alanının CK ile düzenlenmesini kabul ederken, bu düzenlemenin sınırlarını da belirtir: ilki, fıkranın ilk cümlesindeki CK’nin sadece yürütme yetkisine ilişkin konularda çıkarılabilmesi, diğeri ise üçüncü cümlesindeki münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda çıkarılmasıdır. Öte yandan Anayasanın 13. maddesindeki temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlanabileceği kuralı dikkate alındığında, CK’ye konu olabilecek sosyal ve ekonomik hak ve ödevlerle ilgili cumhurbaşkanının sınırlama değil sadece bir düzenleme yetkisinden bahsedilebilir. Yani düzenleme ve sınırlama ayrımı dikkate alındığında CK ile sosyal ve ekonomik haklar ve ödevlerin gerçekleşmesi için birtakım pozitif tedbirleri içeren düzenlemeler yapabilecek, fakat kişilerin bundan yararlanmasını sınırlamayacak denilebilir. Zira anayasal çerçevede, bir hakkın kısıtlanması ancak ve ancak kanun ile yapılabilecektir. 3. ) Üçüncü sınır, “Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz.” hükmüdür. AYM tarafından yasama yetkisinin devir yasağı çerçevesinde yürütmenin düzenleme yetkisi izah edilirken kullanılan “münhasıran” kanunla düzenlenmesi gereken konular ibaresi Anayasa kuralı haline getirilmiştir (Bkz., E.2017/143 K.2018/40, 2/5/2018). AYM’ye göre “Kural olarak, kanun koyucunun genel ifadelerle yürütme organını yetkilendirmesi yeterli olmakla birlikte Anayasa’da kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda genel ifadelerle yürütme organına düzenleme yapma yetkisi verilmesi, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle Anayasa’da temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması, vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin konması ve memurların atanmaları, özlük hakları gibi münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda, kanunun temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olması gerekmektedir. Anayasa koyucunun açıkça kanunla düzenlenmesini öngördüğü konularda, yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakması, yasama yetkisinin devri olarak yorumlanamaz.”. Bu nedenle Anayasa’nın münhasıran kanunla düzenlenmesini gerektirdiği konularda yürütmeye düzenleme yetkisi verilirken, yasanın “temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyiEsas Sayısı : 2018/121 Karar Sayısı : 2021/84 7 belirlemiş olması gerekmektedir”. AYM ayrıca, Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi gereken birtakım konuları örnek olarak sıralamıştır: “Anayasa’da temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması, vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin konması ve memurların atanmaları, özlük hakları gibi”. AYM’nin münhasıran kavramını açıklarken verdiği örnekler ve açıklamalardan bir konunun münhasıran yasa alanında olması için Anayasanın özellikle ve ısrarla o konunun yasayla düzenlemesini istemesi yasayla düzenlemeye çok özel vurgu yapması gerekmemektedir. Bu çerçevede temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına dair 13. maddede, sınırlamanın “ancak” kanunla yapılabileceği şartı vardır: “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir”. Oysa vergilerle alakalı 73. maddede (Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.) ve kamu hizmeti görevlileriyle alakalı genel ilkeleri koyan 128. maddede (Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir.) yasayla düzenleme öngörülmüş, hiçbir özel vurgu yapılmamıştır. Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konular kavramı bu nedenle yasa kaydı olarak anlaşılmak ve uygulanmak durumundadır. Anayasanın 126. maddesindeki birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatının (bölge teşkilatının) “görev ve yetkileri kanunla düzenlenir”, 127. maddesindeki “Mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir.”, 128. maddesindeki “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir” ve “üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul ve esasları, kanunla özel olarak düzenlenir.” hükümleri buna örnek oluşturur. Özellikle bu son husus, CK ile yasanın konu itibarıyla iç içe geçme riskini içerir, karmaşaya yol açma ihtimalini barındırır. Çünkü Anayasanın 104/9. maddesi cumhurbaşkanı CK ile “üst kademe kamu yöneticilerini atar, görevlerine son verir ve bunların atanmalarına ilişkin usul ve esasları … düzenler” hükmünü içerirken, üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul ve esasları 128. maddeye göre yasa ile özel olarak düzenlenmek zorundadır. Dolayısıyla 104/17. maddede geçen “münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konular” ibaresinin Anayasada “kanunla düzenlenir veya kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır” vb. ifadelerin bulunduğu maddelere bakarak belirlenmesi gerekir. O halde Anayasanın bir maddesinde bir konunun yasayla düzenlenmesi öngörülmüşse o konunun Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenmesi Anayasa’nın 7. ve 104/17. maddelerine aykırılık oluşturacaktır. 4. ) Bir diğer sınır ise “Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz” kuralıdır. Bir konu yasa ile açıkça düzenlenmişse Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkartılamaz. Elbette CK’lerin çıkarılması için KHK’lerde olduğu gibi yasa ile yetkilendirme gerekmez. Ancak KHK’ler yasaları değiştirebilirken CK’ler yasaların açıkça düzenlediği hususlarda bir düzenleme yapamamakta, “Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulan”makta, “Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gel”mektedir. Bu hükümler açıkça Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin yasa gücünde olmadığını, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle yasaların değiştirilemeyeceğini gösterir.Esas Sayısı : 2018/121 Karar Sayısı : 2021/84 8 Bu açıklamalar ışığında Anayasa’nın Cumhurbaşkanı kararnamesiyle doğrudan düzenleme yetkisi verdiği konularda dahi CK ile kanunlarda değişiklik yapılması mümkün değildir. Örneğin Anayasanın 106/son maddesine göre “Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir.” Ancak bu, bakanlıkların kurulmasına ilişkin olarak mevcut yasalarda CK ile değişiklik yapılabileceği anlamına gelmemektedir. Sonuç olarak Anayasanın 104. maddesinin onyedinci fıkrasının mevcut hükümleri karşısında hangi konuda olursa olsun CK ile bir yasayı değiştirmek veya yürürlükten kaldırmak mümkün değildir. 2. CK’lerle ilgili Olarak Anayasa Mahkemesi Denetiminin Kapsamı Anayasa Mahkemesinin denetim kapsamına giren işlemlerden biri de cumhurbaşkanlığı kararnamesidir. Anayasanın 148., 150., 151., 152. ve 153. maddelerinde daha önce mevcut olan kanun hükmünde kararname yerine Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ibaresi konulmuştur. Anayasanın 148. maddesi bu konuda gayet açıktır: “Anayasa Mahkemesi, kanunların, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler ve bireysel başvuruları karara bağlar. … Ancak, olağanüstü hallerde ve savaş hallerinde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz.” Bu maddede yapılan değişiklikle Anayasanın 2017 öncesi halinde 91. maddede düzenlenen ve 6771 sayılı Kanun ile kaldırılan kanun hükmünde kararname ifadesi yerine Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ibaresi konulmuştur. Ayrıca olağanüstü KHK’lerde olduğu gibi olağanüstü hallerde ve savaş hallerinde çıkarılan CK’lerin de anayasallık denetiminin yapılamayacağı ifade edilmiştir. 150. maddede ise Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin iptali için dava açma hakkının kimlere tanındığı belirtilir: Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin, “Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde doğrudan doğruya iptal davası açabilme hakkı, Cumhurbaşkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisinde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubuna ve üye tamsayısının en az beşte biri tutarındaki üyelere aittir.” Anayasa, ayrıca, itiraz dava yolunda, yani Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesinde, “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir … Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.” demektedir (madde 152). Cumhurbaşkanlığı kararnameleri bir davaya uygulanacak kural olduğunda söz konusu CK hükmü somut norm denetimi yoluyla AYM önüne götürülebilecektir. 153. maddede ise Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hakkında verilen iptal kararının, kararın Resmî Gazetede yayımlanması ile hukuki sonucunu doğuracağı ifade edilmiş, AYM’ye iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilme imkanı da tanınmıştır. Anayasa Mahkemesi bu denetimi nasıl ve hangi çerçevede yapmalıdır? Yargısal denetimde AYM öncelikle bir CK’nın Anayasada CK ile düzenlenmesi öngörülen hususlarda düzenleme içerip içermediği yani yetki yönünden denetleyecektir. Dolayısıyla CK yetki kapsamı dışında bir konuyu düzenlemişse doğrudan yetkisizlik dolayısıyla iptal edilmelidir.Esas Sayısı : 2018/121 Karar Sayısı : 2021/84 9 CK’nın yetki kapsamı içinde olduğu sonucuna varırsa AYM bu kez düzenlemenin esas bakımından Anayasa’nın ilgili maddelerine uygunluğunu inceleyecektir. Her ne kadar Anayasanın 148. maddesinde CK’lerin şekil ve esas bakımlarından Anayasaya uygunluk denetiminden söz edilmişse de bu denetim 104. maddenin 17. fıkrasındaki koşulların bir bütün olarak AYM tarafından denetlenmesini gerektirir. Çünkü Anayasa’da, Cumhurbaşkanına ancak fıkrada belirtilen sınırlar içinde CK çıkarma yetkisi verilmiştir. Bu sınırların aşılması, CK’yi Anayasa’ya aykırı hale getirir. Böylece, CK’nın örneğin kanunun açıkça düzenlediği bir hususu içermesi onun Anayasa’ya aykırı olması sonucunu doğurur. Bu açıdan CK’lerin denetimi yasaların denetiminden farklıdır. Yasaların esas denetiminde sadece yasanın maddi bakımdan anayasaya uygunluğu inceleme konusu olurken, CK’lerin önce yetki yönünden incelenerek, Anayasanın 104/17. maddedeki sınırlara uyulup uyulmadığı denetlemelidir. Bu çerçevede CK’nın bir temel hakkı düzenleyip düzenlemediği, Anayasada yasa kaydı olan ya da bir kanun tarafından düzenlenmiş bulunan bir konuda düzenlemeye yer verilip verilmediği öncelikle ele alınmalıdır. Ayrıca sosyal ve ekonomik haklar konusunda CK’lerin hak üzerindeki somut etkisi inceleme dikkate alınmalıdır. Bu yönden bir CK hak ve hürriyetleri sınırlayıcı nitelikte ise, konu yasama yetkisinin alanına kayacak ve CK Anayasaya aykırı hale gelebilecektir. Bu nedenle sosyal ve ekonomik haklara ilişkin olarak CK’lerde yer alan her bir hükmün somut etkileri dikkate alınarak bir değerlendirme yapılmalıdır. Bu çerçevede hangi kuralın hak ve hürriyetleri kısıtlayıcı, hangi kuralın sadece düzenleyici nitelikte olduğunun tespiti oldukça zor olacaktır. Anayasanın 148. maddesi uyarınca olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılabilecek Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin AYM’nin denetimi dışında tutulduğu görülmektedir “Ancak, olağanüstü hallerde ve savaş hallerinde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz” (md. 148/1). B. 5 SAYILI CK’NIN BAZI HÜKÜMLERİNİN ANAYASA AYKIRILIĞI 1. 15.07.2018 tarih ve 5 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin Birinci maddesinin Birinci fıkrasının (b) bendinin Anayasaya Aykırılığı Devlet Denetleme Kurulu’nun görev ve işlevleri, Anayasanın 108. maddesi ile düzenlemiştir. Anayasa’nın 108. maddesine göre Kurulun amacı “İdarenin hukuka uygunluğunun, düzenli ve verimli şekilde yürütülmesinin ve geliştirilmesinin sağlanması amacıyla, Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak kurulan Devlet Denetleme Kurulu, Cumhurbaşkanının isteği üzerine, tüm kamu kurum ve kuruluşlarında ve sermayesinin yarısından fazlasına bu kurum ve kuruluşların katıldığı her türlü kuruluşta, kamu kurumu niteliğinde olan meslek kuruluşlarında, her düzeydeki işçi ve işveren meslek kuruluşlarında, kamuya yararlı derneklerle vakıflarda, her türlü idari soruşturma, inceleme, araştırma ve denetlemeleri yapar.”. Bu söylemden anlaşılacağı gibi, kurulun iki önemli işlevi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, yönetimin hukuka uygunluğunun, ikincisi ise düzenli ve verimli çalışmasının sağlanmasıdır. Devlet Denetleme Kurulu’nun görevleri de bu iki önemli işlev çerçevesinde tanımlanmıştır. Yönetimin hukuka uygunluğunun sağlanması, hukuk devleti ve hukuka bağlı yönetim ilkelerinin vazgeçilemez unsurudur. Hiç şüphesiz ki Devlet Denetleme Kurulu’nu düzenleyenEsas Sayısı : 2018/121 Karar Sayısı : 2021/84 10 Anayasa’nın 108. maddesinin ana amacı da kişi hak ve özgürlüklerinin yönetim karşısındaki durumunu daha güvenceli zeminlere oturtmak ve bu yolla işleyecek koruma dizgesinin daha sağlıklı çalışmasını sağlamaktadır. Cumhurbaşkanı’nın isteği üzerine harekete geçen, örgütsel bakımdan ona bağlı, Devlet Denetleme Kurulu kamu makamlarının ve bu arada kamu kurumu niteliğinde olan meslek kuruluşları, her düzeydeki işçi ve işveren meslek kuruluşları, kamuya yararlı derneklerle vakıflarda hukuka ve yasaya uygunluğunu sağlarken yalnızca, “Kamu Hukuku Usul ve Kurallarını” değil, aynı zamanda, | 3,888 |
Esas Sayısı : 1991/60 Karar Sayısı : 1992/16 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Ankara 4 Nolu idare Mahkemesinin gerekçesi aynen şöyledir : Sözü geçen vakfın, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yönetim Kurulunun 3.9.1982 gün ve 416/432 sayılı karan ile mazbut vakıflar arasına alındığı ve vakıf evlatlarına 1982 ve 1983 yıllarında yapılan ödemelerin, 17.2.1982 gün ve 2587 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü 1983 Mali Yılı Bütçe Kanununun 6 ncı maddesine dayandığı anlaşılmaktadır. Gerek 2597 sayılı ve gerekse 2722 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinde Mazbut Vakıflarda ilgililerin intifa baklan, 2762 saydı Kanunun 39. maddesinin uygulanmasını gösterir tüzükte değişiklik yapılıncaya kadar Vakıflar Nizamnamesine ek 23.12.1937 ve 13.10.1939 tarihli Nizamnamelere göre ödenir hükmüne yer verilmiştir. 2709 sayılı Anayasanın 161. maddesinin son fıkrasında Bütçe Kanununa, bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz denilerek, Bütçe Kanununa, bütçe ile ilgili olanlar dışında hüküm konulması yasaklanmış bulunduğundan ve yukarıda sözü edilen yasaların 6. madde hükümleri ise, bütçe ile ilgisi olmayıp, ayrı bir kanun hükmüne konu edilebileceğinden, bakılmakta olan dava sebebiyle uygulanacak olan 2597 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü 1982 Mali Yılı Bütçe Kanununun 6. maddesi ile 2722 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü 1983 Mali Yılı Bütçe Kanununun 6. maddesinin Anayasanın 87 ve 161. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptallerine karar verilmesi için Anayasanın 152. ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında 2949 sayılı Kanunun 28. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve ilgili belgelerin tasdikli örneklerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine, 4.12.1991 gününde karar verildi. | 234 |
Esas Sayısı : 1990/38 Karar Sayısı : 1991/32 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Danıştay 6. Dairesi'nin başvuru kararındaki gerekçe özetle şöyledir: 3194 sayılı İmar Yasası'nın 8. maddesinde belediye ve mücavir alanları içerisinde nazım ve uygulama imar plânlarının ilgili belediyelerce yapılacağı veya yaptırılacağı ve belediye meclisince onaylanarak yürürlüğe gireceği hükme bağlanmıştır. Aynı Yasa'nın 9. maddesinde ise, maddede sayılan hallerde plân yapma yetkisi istisnai olarak Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'na verilmiştir. 3194 sayılı Yasa'nın bu maddesine daha sonra yürürlüğe giren 3394 sayılı Yasa ile eklenen fıkra, uyarınca gerekli görülen hallerde 3030 sayılı Yasa'ya tabi belediyeler dahil imar plânı yapma hususunda belediyelere verilen yetkilerin Başbakan onayı ile geçici olarak Bayındırlık ve îskân Bakanına verilebileceği kabul edilmiştir. Dava konusu Başbakanlık işlemi ise, anılan yetkiye dayanılarak re'sen plân yapma, yaptırma, değiştirme ve onama yetkisinin üç yıl süre ile Bayındırlık ve îskân Bakanı tarafından kullanılmasına ilişkin bulunmaktadır. Anayasa'nın 6. maddesinde hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisini kullanamayacağı belirtilmiş, 127. maddesinde ise, kamu tüzelkişileri olan yerel yönetimlerin kuruluş, görev ve yetkilerinin yerinden yönetim ilkesine uygun olarak yasa ile düzenleneceği belirtildikten sonra aynı maddenin beşinci fıkrasında, Merkezî idare, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir. hükmüne yer verilmiştir. Bu hükümle merkezî idareye yerel yönetimler üzerinde yasada belirtilen esas ve usuller içinde idarî vesayet yetkisi verilmiş, ancak merkezî idareye bu yetkinin ötesine geçerek yerel yönetimlere yasa ile verilen yetkileri bizzat kullanma izni verilmemiştir. Bilindiği üzere idarî vesayet merkezî yönetimin vesayet yetkisine bağlı diğer kamu tüzelkişilerinin yürütülebilir (icraî) kararlarını onaylama, reddetme, istisnai olarak da yerine geçerek karar verme yetkisidir, îdarî vesayetten, söz edilebilmesi için herşeyden önce idarî makamlarca oluşturulmuş bir işlem veya kararın bulunması gerekir. Oysa 3194 sayılı Yasa'nın 9. maddesine 3394 sayılı Yasa ile eklenen fıkra hükmü, merkezî idareye tanınan idarî vesayet yetkisinin sınırlarını aşarak belediyelere yasa ile verilen plân yapma yetkisinin Başbakan tarafından merkezî yönetime aktarılması olanağını getirmektedir. Diğer bir anlatımla merkezî idare yerel yönetimin yerine konulmaktadır. Bu durumun, merkezî yönetimin yerel yönetimler üzerindeki denetimini vesayetle sınırlayan Anayasa'nın 127. maddesine aykırılığı açıktır. Öte yandan Anayasa'nın Başbakanın görev ve sorumluluğunu düzenleyen 112. maddesinde, Başbakanın Bakanlar Kurulunun başkam olarak, bakanlıklar arasındaki işbirliğini sağlamak ve hükümetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetmekle görevli olduğu belirtilmiştir. Başbakana verilen bu genel koordinasyon ve gözetim yetkisinin, yerel yönetimlerin yasal görevlerinden olan imar plânı yapma yetkisinin merkezî idareye aktarılmasını kapsamayacağı açıktır. Üstelik yasa hükmü ile Bayındırlık ve iskân 'Bakanlığının şahsına geçici fakat belirsiz bir süre için parsel bazına kadar her ölçekli plânlarda re'senEsas Sayısı : 1990/38 Karar Sayısı : 1991/32 2 değişiklik yapmaya yetki verilmektedir. Başbakanın, yasa ile böyle bir yetki ile donatılması, O'nun Anayasa ile çizilen görev ve yetki sınırını asmaktadır. Bütün bu nedenlerle 3194 sayılı İmar Yasası'nın 9. maddesine 3394 sayılı Yasa ile eklenen fıkranın Anayasa'nın 6., 112. ve 127. maddelerine aykırı olduğu kanısına varılmıştır. | 484 |
Esas Sayısı : 2002/45 Karar Sayısı : 2008/109 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Anayasamızın 10. maddesinde; Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Hükmüne 60. maddesinde de, Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar. hükmüne yer verilmiştir. Dava konusu olayda Kara Kuvvetleri Komutanlığı emrinde KD.Bnb. olarak görev yapmakta iken 21.4.1993 tarihinde isteği ile emekliye ayrılan davacı 1996 yılı Kasım ayında İzelman Genel Hizmetler Temizlik İşleri Özel Eğitim Reklam ve Taşımacılık Tic. Ltd. Şti.'nde S.S.K.'na sosyal güvenlik destek primi ödeyerek çalışmaya başladığı, söz konusu şirketin kuruluşundan 15.11.1999 tarihine kadar % 70'i İZOLAŞ A.Ş.'ne % 30'u ise İzmir Yayıncılık İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayıncılık ve Tarım Hizmetleri Sanayi ve Ticaret A.Ş.'ne ait iken İzmir İmar Limited Şirketi ve İzay İzmir İnşaat Müşavirlik Jeotermal Kaynaklar Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi ile birleşmesi sonucunda İzmir Büyükşehir Belediyesi hisse oranının % 63.3'e yükseldiği, bunun üzerine davacının emekli aylıklarının kesilerek 1.12.1999 20.6.2000 tarihleri arası aylık farkları tutarının adına borç çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Dava konusu işleme dayanak alınan 5434 sayılı Ekmekli Sandığı Yasasının Ek 11. maddesinde aynen; T.C. Emekli Sandığı Kanununa tabi daire, kurum ve ortaklar ile bunların Sosyal Sigortalar Kanununa tabi daireler, kurum ve ortaklar ile bunların Sosyal Sigortalar Kanununa tabi işyerlerinde emekliye tabi olmayan ücretli geçici kadrolu veya yevmiyeli hizmetler tayin edilen emeklilerin, buralarda çalıştıkları sürece emekli aylıkları kesilir. Bunları çalıştıranlar, vazifeye başladıkları tarihten itibaren bir ay içinde yazı ile T.C. Emekli Sandığına bildirirler. Şu kadar ki, yaş haddini aşmamış olmaları kaydıyla her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında ders ücreti karşılığı ders görevi verilenler ile mahiyeti itibariyle hizmetin görülmesi mücbir bir sebebe dayandığı ve özel bir ihtisası gerektirdiği ilgili Bakanlığın teklifi ve Maliye Bakanlığının mütalaası alınmak suretiyle Bakanlar Kurulu kararı ile belirtilen yerlere tayin edilecekler hakkında 1. fıkra hükmü uygulanmaz hükmü yer almakta ancak, 5434 sayılı Yasa'da söz konusu maddede belirtilenler dışında Sosyal Sigortalar Yasasına tabi olarak çalışan emeklilerin emekli, aylıklarının kesileceğine ilişkin herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu durumda 5434 sayılı Yasanın Ek 11. maddesi Emekli Sandığına tabi emekli statüsünde olup Sosyal Sigortalar Yasasına tabi iş yerlerinde çalışanlar arasında çalıştıkları işyerlerinin niteliklerine göre bir ayrıma yer verilmiş olmaktadır ki bu hususu Anayasanın 10. maddesinde yer alan yasa önünde eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Zira bu ilke ile aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa önünde eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Öte yandan 5434 sayılı Yasanın Ek 11. madde hükmü ile Emekli Sandığına tabi emekli olanlardan söz konusu maddede belirtilen işyerlerinde çalışanların emekli aylıklarınınEsas Sayısı : 2002/45 Karar Sayısı : 2008/109 2 kesilmesinin öngörülmesi sosyal güvenlik hakkının kısıtlanması sonucunu doğurduğundan Anayasa'nın 60. maddesine aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. Açıklanan nedenlerle 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanununun Ek 11. maddesindeki hükmün Anayasanın 10. ve 60. maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan Yasa hükmünün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine, başvurulmasına ve Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar dosyanın bekletilmesine 4.7.2001 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 488 |
Esas Sayısı : 2016/18 Karar Sayısı : 2016/16 1 “ Hükmün açıklanmasının geri bırakılması; 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 231.maddesinin 5.fıkrasındaki tanım uyarınca sanık hakkında kurulan hükmün herhangi bir hukuki sonuç doğurmamasını ifade eden bir kurumdur. Bilindiği üzere hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumu; mülga 765 sayılı Türk Ceza Kanunu döneminde hukuk sistemimizde yer alan bir husus olmayıp; ilk defa 3.7.2005 tarih ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanununun 23.maddesi ile hukuk sistemimize girmiş bulunmaktadır. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 2009/4 13 Esas ve 2009/12 Karar sayılı kararında da belirtildiği üzere 6.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Kanun değişikliği ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 231. maddesine 4. fıkradan sonra gelmek üzere eklenen fıkralar ile söz konusu kurum yaşı 18 den büyük olanlar için de kabul edilmiş; çocuklar ile yetişkinler arasında hükmün açıklanmasının geri bırakılması hükümlerinin uygulanması bakımından denetim süresi hariç olmak üzere herhangi bir fark kalmamıştır. Mahkum olduğu ceza yönünden hakkında kanuni şartların varlığı halinde uygulanan hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumunun sonucu olarak sanık; 5 yıl süre ile (çocuklar yönünden 3 yıl) denetime tabi tutulmakta; CMK 231. maddesinin 10. fıkrası uyarınca denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmediği ve/veya mahkemece aynı maddenin 8. fıkrası uyarınca denetimli serbestlik uygulanmasına karar verilmiş ise buna da uygun davrandığı takdirde açıklanması geri bırakılan hüküm ortadan kaldırılarak davanın düşmesine; aksi durumda ise CMK 231. maddesinin 11. fıkrası uyarınca hükmün açıklanmasına karar verilmektedir. Hükmün açıklanmasına karar verildiğinde de artık bu hüküm sanık hakkında hüküm doğurmaya başlamakta ve kesin hükmler hariç temyiz yolu açılmakta ve sabıka kaydına da geçmektedir. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı ile birlikte denetim süresi içinde yükümlülük yüklenmediği hallerde; sanık kasten yeni bir suç işler ve bu suç dolayısı ile aldığı mahkumiyet kararı kesinleşirse; ikinci suçtan yargılama yapan mahkeme ilk mahkemeye ihbarda bulunması üzerine hükmün açıklanmasının şartlarının oluşup oluşmadığının değerlendirilmesi için sanığın dosyası yeniden ele alınmaktadır. Kanun koyucu CMK 231. maddesinin 11. fıkrasında hükmün açıklanması için denetim süresi içinde işlenen ikinci suçun kasıtlı bir suç olmasını yeterli görmüş; ancak Türk Ceza Kanunu veya özel ceza hükmü taşıyan kanunlardaki suçlar bakımından herhangi bir ayrım yapmamıştır. Somut olayda ise ; mahkememizce verilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının beş yıllık denetim süresi içinde sanığın işlediği kasıtlı suç Askeri Ceza Kanununun 66/1 b maddesinde düzenlenen izin tecavüzü suçudur. Uyuşmazlık Mahkemesinin 30.11.2015 tarih ve 2015/21 Esas 2015/33 Karar sayılı ilamında “Askeri suç; a) Unsurları ve cezalarının tamamı Askeri Ceza Kanunu'nda yazılı olan, başka bir anlatımla, Askeri Ceza Kanunu dışında hiçbir ceza yasası ile cezalandırılmayan suçlar. Esas Sayısı : 2016/18 Karar Sayısı : 2016/16 2 b) Unsurları kısmen Askeri Ceza Kanunu'nda kısmen diğer ceza yasalarında gösterilen suçlar, c) Türk Ceza Kanunu'na atıf suretiyle askeri suç haline dönüştürülen suçlar, olmak üzere üç grupta mütalaa edilmektedir.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanıma göre sanığın Askeri Mahkemece cezalandırıldığı suç olan izin tecavüzü suçu sadece Askeri Ceza Kanununda tanımlanan bir suç olup, bu tür suçlar Uyuşmazlık mahkemesi kararının (a) bendine göre sırf askeri suç olarak tanımlanmaktadır. Ceza Kanunlarının genelinde suçların birbirine göre durumlarına bakıldığında kasıtlı suçlar ile taksirli suçlar, askeri suçlar ile diğer suçlar arasında bir ayrım yapıldığı göze çarpmaktadır. Nitekim suçta tekerrürü düzenleyen Türk Ceza Kanununun 58. maddesinin 4. fıkrasında kasıtlı suçlar ile taksirli suçlar ve sırf askeri suçlar ile diğer suçlar arasında tekerrür hükümleri uygulanmaz hükmü getirilerek sırf askeri suçlar diğer kasıtlı suçlardan ayrı bir yere konulmuştur. Bu da kanun koyucunun amacının, sırf askeri suçların kişilerin sivil hayatlarında etki doğurmamasını amaçladığını göstermektedir. Anayasaya Aykırılık Sorunu: Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olarak tanımlanmış ve yine Anayasanın 10. maddesinde eşitlik ilkesi açıkça düzenlenmiştir. Hukuk devleti ilkesiyle bağlantılı olarak Anayasanın 5. maddesinde devletin temel amaç ve görevleri düzenlenerek kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan engelleri kaldırmak devletin ödevi olarak öngörülmüştür. Sanığın Anayasal bir görev olarak belirli bir sürede yerine getirdiği askerlik görevi sırasında işlediği ve hayatının başka hiç bir evresinde işleme olanağı bulunmayan ve sadece Askeri Ceza Kanununda tanımlanan suçlar olan sırf askeri suçların; bu özelliği gereği kişilerin askerlik dışındaki özel hayatlarını da etkileyecek şeklide etki doğurması yukarıda sayılan ilkeler ile bağdaşmaz. Şöyle ki, sivil hayatta kasten suç işleyen biri hakkında verilecek hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının denetim süresi içinde yine sivil hayatta işlenmesi olanağı bulunan kasıtlı bir suçu işleyen kişi; bunun sonuçlarına katlanmak zorunda olduğunun bilincindedir. Oysa ki sivil hayatta işlediği bir suçtan dolayı hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilen bir şahsın; zorunlu askerlik hizmeti sırasında işlediği ve sadece askerlik hizmetine özgü olan bir suçtan dolayı sivil hayatının etkilenmesi ve şahıs hakkındaki hüküm açıklanıp sabıkalı hale gelmesi hakkaniyet ve adalet ilkeleri ile bağdaşmaz. Nitekim örneği verilen bu iki kişi hukuki olarak aynı durumda olmamalarına rağmen aynı sonuca tabi tutulmaktadırlar. Bu ise Anayasa Mahkemesi kararlarında tanımı yapılan ve Anayasanın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine aykırıdır. Yine askerlik hizmetini yerine getirirken salt bu hizmete özgü bir suçtan dolayı mahkum olan sanığın askerlik hizmeti bittikten sonra bu suç dolayısı ile sivil hayatta kamu hizmetine girememe veya sabıkalı hale gelme sonucuna uğramaktan kurtulması için de gerekli düzenlemeleri yapmak Anayasanın 2. ve 5. Maddelerine göre devletin görevidir. Oysaki mevcut düzenleme bu hali ile uygulandığında, hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına dair karar bulunan şahsın, bu kararın denetim süresi içinde askere alınıp bu hizmet sırasında işlediği sırf askeri suçtan dolayı ceza alması halinde CMK 231/11 maddesi uyarınca denetim süresinde kasıtlı suç işlediğinden bahisle hüküm açıklanacak ve kişi sabıkalı hale gelecektir.Esas Sayısı : 2016/18 Karar Sayısı : 2016/16 3 Kanun koyucunun; CMK 231. maddesinin 11. fıkrasının 1. cümlesini vaz ederken denetim süresi içinde işlenen kasıtlı suçlar bakımından sırf askeri suçlar ile diğer suçlar arasında tıpkı TCK 58/4 maddesinde olduğu gibi farklı düzenleme yapması ve denetim süresi içinde sırf askeri suç işleyenleri diğer sanıklardan ayrı değerlendirmesi hukuk devleti, suç ve cezada orantılılık ve eşitlik ilkelerine göre beklenmesi gereken bir husustur. Bu hali ile iptali istenen kural sırf askeri suçlar ile diğer kasıtlı suçlar arasında bir ayrım yapmadığı için Anayasanın 2. ve 5. maddelerine de aykırıdır. Yukarıda arz edilen ve Yüksek Mahkemenizce resen gözetilecek sair hususlara göre eldeki davada uygulanma ihtimali bulunan 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 231. maddesinin 11. fıkrasının 1. cümlesinde yer alan “ kasten yeni bir suç işlemesi veya ibaresi sırf askeri suçlar yönünden Anayasaya aykırı olduğundan, işbu ibarenin iptal edilmesi Anayasanın 152. maddesine göre Yüksek Mahkemenizden arz olunur.” | 1,029 |
Esas Sayısı : 2017/46 Karar Sayısı : 2017/30 1 “Mahkememizin 2016/344 E sayılı dosyasında şikayetçi Tarım Gıda Tekstil San. Ve Tic. Ltd. Şti vekili Av. …. tarafından Alptekin Plastik Ambalaj Kalıp San. ve Tic. Ltd. Şti. yetkilisi … hakkında karşılıksız çek keşide etmek suçundan açılan ceza davasının yapılan tensip ara kararı gereğince Anayasa Mahkemesine aykırılık iddiasında bulunulduğu, 19/10/2016 tarihinde Anayasa Mahkemesinin 2016/174 sırasına kaydedildiği, daha sonra 02/11/2016 tarih ve 2016/174 167 EK sayılı kararı ile başvurumuzun 6216 sayılı Kanunun 40. maddesinin ( 1) numaralı fıkrasının (a) , ( b) ve ( c) bendlerine aykırı olduğu anlaşılan itiraz başvurusunun aynı Kanunun 40. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince yöntemine uygun olmadığından esas incelemeye geçilmeksizin reddedildiği, bunun üzerine 13/01/2017 tarihli duruşmanın 1 nolu ara karan gereği; “31/01/2012 tarihli ve 6273 sayılı Kanunun 3 üncü maddesiyle “Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı” şekilde değiştirilen ve daha sonra 15/7/2016 tarihli ve 6273 sayılı Kanunun 63 üncü maddesiyle değiştirilen 5941 Sayılı Kanunun (Değişik 15/07/2016 6728/63 md) 5 inci maddesinde yer alan ve Anayasaya aykırı olan çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına yönelik suçlardan dolayı açılan davaların icra mahkemesinde görülmesi ve İcra ve İflas Kanunun 347, 349, 1350, 351, 352 ve 353 üncü maddelerinde düzenlenen yargılama usulüne ilişkin hükümler uygulanarak icra mahkemelerinde görülmesine ilişkin hususunun iptali için mahkememizce Anayasa Yüksek Mahkemesine resen başvuruda bulunulmasına” karar verilmiştir. 31/1/2012 tarihli ve 6273 sayılı Kanunun 3 üncü maddesiyle “Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı” şekilde değiştirilen ve daha sonra 15/7/2016 tarihli ve 6273 sayılı Kanunun 63 üncü maddesiyle değiştirilen 5941 Sayılı Kanunun (Değişik 15/07/2016 6728/63 md) 5 inci maddesi ile; “Üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanuni ibraz süresi içinde ibrazında, çekle ilgili olarak “karşılıksızdır” işlemi yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında, hamilin şikayeti üzerine, her bir çekle ilgili olarak, binbeşyüz güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Ancak, hükmedilecek adli para cezası; çek bedelinin karşılıksız kalan miktarı, çekin üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanuni ibraz tarihinden itibaren işleyecek 3095 sayılı kanuna göre ticari işlerde temerrüt faizi oram üzerinden hesaplanacak faiz ile takip ve yargılama gideri toplamından az olamaz. Mahkeme ayrıca çek düzenleme ve çek açma yasağına, bu yasağın onanması halinde devamına hükmeder. Yargılama sırasında da re’sen mahkeme tarafından koruma tedbiri olarak çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına karar verilir. Çek düzenleme ve çek açma yasağı çek hesabı sahibi gerçek veya tüzel kişi, bu tüzel kişi adına çek keşide edenler ve karşılıksız çekin bir sermaye şirketi adına düzenlenmesi durumunda ayrıca yönetim organı ile ticaret siciline tescil edilen şirket yetkilileri hakkında uygulanır. Koruma tedbiri olarak verilen çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararlarına karşı yapılan itirazlar bakımından 09/06/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunun 353. maddesinin 1. fıkrası hükmü uygulanır. Bu suçtan dolayı açılan davalar icra mahkemesinde görülür ve İcra ve İflas Kanunun 347, 349, 350, 351, 352 ve 353 üncü maddelerinde düzenlenen yargılama usulüne ilişkin hükümler uygulanır. Bu davalar çekin tahsili için bankaya ibraz edildiği veya çek hesabının açıldığı banka şubesinin bulunduğu yer ya da hesap sahibinin yahut şikayetçinin yerleşim yeri mahkemesinde görülür” denilmektedir. Yukarıda belirtilen kanun maddesine göre çekle ilgili olarak karşılıksız işlemin yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında 1500 güne kadar adli para cezasına hükmolunacağı ve buna ilişkin yargılamanın da icra mahkemesinde görüleceği hükme bağlanmıştır. İcra mahkemesinin temel olarak hukuk mahkemesi olarak yapılandırılarak sınırlı ve şekli yargılama yetkisi olduğu, icra ceza suçlarının ise ancak hapis tazyiki veya disiplin hapsiEsas Sayısı : 2017/46 Karar Sayısı : 2017/30 2 mahiyetinde olup belge üzerinden yargılama yapıldığı kaldı ki söz konusu icra ceza suçlarının tekerrür ve sabıkaya esas olmayacağı, dolayısıyla karşılıksız çeke ilişkin verilen adli para cezasının yargılama usulünün icra mahkemesinde görülmesinin kişilerin Anayasadaki savunma hakkım açıkça zedeler nitelikte olduğu, karşılıksız çeke ilişkin verilen adli para cezasının hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte ya da müstakil olarak Türk Ceza Kanununda düzenlendiği, yine Türk Ceza Kanununa göre doğrudan verilen adli para cezalarının ertelenemeyip ve beher gün karşılığı 100. 00TL üzerinden hapis cezasına çevrildiği, bu hususun genel hükümlere tabi genel mahkemeler tarafından yargılamasının yapılmasının kişilerin teminatı için Anayasal bir güvence olduğu, kaldı ki icra ve İflas Kanunun 347 349 350 351 352 ve 353. maddelerinde düzenlenen yargılama usulüne ilişkin hükümlerin de bu suçlara uygulanacağı göz önüne alındığında, İcra İflas Kanunu 353 inci maddeye ilişkin itiraz başlıklı hükümde kanun yolu olarak istinaf ve temyiz usulünün uygulanmayıp aynı seviyedeki diğer icra mahkemesine itirazın öngörülmüş olması verilen hükme karşı erteleyeceği ve aktarıcı kanun yollarının da açılmamış olması açıkça savunma hakkım da ortadan kaldırır mahiyettedir. Anayasa’nın 36 ve 37. maddelerinde tanımlanan hak arama hürriyeti ve kanuni hakim güvencesi prensipleri bakımından; şekli yargılama hukuku içerisinde sınırlı inceleme yaparak belgeye dayalı karar veren icra mahkemesince, maddi gerçekliği kuşkudan arındırılmış bir şekilde tespit edecek ceza mahkemesinin bu faaliyeti sonucu vicdani kanaatinin hasıl olması halinde verilebilecek normatif değerlendirmeye ulaşılabilmesi, yargılama prosedürünün tabiatındaki sınırlılık ve farklılık dolayısıyla mümkün olamayacağı için ceza i tehdit altındaki sanık yönünden etkili hak arama özgürlüğünü kısıtlayıcı mahiyet taşıdığı sonuç ve kanısına istinaden Anayasa’nın 36. ve 37. maddelerine aykırı yasal düzenleme olan ilgili kanun maddesindeki çek düzenleme ye çek hesabı açma yasağıma yönelik suçlardan dolayı açılan davaların icra mahkemesinde görülmesi ve İcra ve İflas Kanunun 347, 349, 350, 351, 352 ve 353 üncü maddelerinde düzenlenen yargılama usulüne ilişkin hükümler uygulanarak icra mahkemelerinde görülmesine ilişkin hususunun iptali talebi doğmuştur. NETİCE İ TALEP: Yukarıda arz ve izah edilmeye çalışılan sebepler dairesince ve diğer etkenler re’sen dikkate alınarak Yüksek Mahkemenize e, ilgi kanun maddesinde geçen ve Anayasaya aykırı olan “çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağıma yönelik suçlardan dolayı açılan davaların icra mahkemesinde görülmesi ve İcra ve İflas Kanunun 347, 349, 350, 351, 352 ve 353 üncü maddelerinde düzenlenen yargılama usulüne ilişkin hükümler uygulanarak icra mahkemelerinde görülmesine ilişkin hususunun iptal edilmesini saygıyla talep ve dava ederiz.” | 937 |
Esas Sayısı:2011/140 Karar Sayısı:2012/185 . 1 I HÂKİMİN REDDİ, İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'I HAKİMİN REDDİ TALEBİ Anayasanın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36 ncı maddesinde, 'adil yargılanma hakkı' düzenlenmiş; 138 inci maddesinde ise, 'Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' denilmiştir. Yargıçların bağımsızlığına gerekçe oluşturan, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermesine ilişkin bu kuraldan yargıçların tarafsızlığı anlaşılmalıdır. Yargıçlara yönelik 'meslek ahlakı standartlarını' oluşturmak amacıyla belirlenen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 27.06.2006 gün ve 315 sayılı kararıyla benimsenen, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul ettiği 2003/43 sayılı 'Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkeleri' de yargıcın bağımsızlığı ile tarafsızlığına ilişkin bağlayıcı hükümler içermektedir. Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri şöyledir: 'Değer 1: BAĞIMSIZLIK İlke: Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin ön koşulu ve âdil yargılanmanın temel garantisidir. Bundan dolayı hâkim, hem bireysel hem de kurumsal yönleriyle yargı bağımsızlığını temsil ve muhâfaza etmelidir. Uygulama: 1.1 Hâkim, doğrudan ya da dolayısıyla her hangi bir sebeple ya da her hangi bir yerden gelen müdâhale, tehdit, baskı, teşvik ve tüm hâricî etkilerden uzak, hâkimin olayları değerlendirmesi temelinde, vicdânî hukuk anlayışı ile uyum içerisinde bağımsız olarak yargısal işlevini yerine getirmelidir. 1.2 Hâkim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır. 1.3 Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiîlen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de. 1.4 Hâkim, yargısal görevlerini yerine getirirken, tek başına karar vermek zorunda olduğu hususlarda diğer yargıçlardan da bağımsızdır. 1.5 Hâkim, yargının kurumsal ve eylemsel bağımsızlığını sürdürmek ve arttırmak için, yargısal görevlerinin ifasına yönelik koruma tedbirlerini almalı ve bunları artırmalıdır.Esas Sayısı:2011/140 Karar Sayısı:2012/185 . 2 1.6 Hâkim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla, yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir. Değer 2: TARAFSIZLIK İlke: Tarafsızlık, yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Uygulama: 1. Hâkim, yargısal görevlerini tarafsız, önyargısız ve iltimassız olarak yerine getirmelidir. 2. Hâkim, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır. 3. Hâkim, duruşma ve karar aşamalarında, kendisini yargılamadan zorunlu olarak el çektirecek olasılıkları makul ölçüler içerisinde asgariye indirecek şekilde hareket etmelidir. 4. Hâkim, önündeki bir dava veya önüne gelme ihtimâli olan bir konu hakkında, bilerek ve isteyerek; yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak hiçbir yorumda bulunmamalıdır. Ayrıca hâkim, her hangi bir şahsın ya da meselenin âdil yargılanmasını etkileyebilecek alenî olsun veya olmasın her hangi bir yorum da yapmamalıdır. 5. Hâkim, tarafsız olarak karar veremeyeceği durumda veya makul olarak düşünme yeteneği olan bir kişide tarafsız olarak karar veremeyeceği izlenimi yaratması halinde, yargılamanın her hangi bir aşamasına katılmaktan çekinmelidir. Sınırlı sayıda sayılmamakla birlikte bu durum aşağıdaki ihtimâllerde söz konusu olur: 6. Hâkimin, yargılama aşamasında delil kâbilinden tartışılan olaylarla ilgili kişisel bir bilgiye sahip olması veya davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olması veya, 7. Hâkimin ihtilâf konusu davada, olaya ilişkin bir tanıklığının olması ya da daha önceden bu konuda avukat olarak hizmet vermiş olması veya, 8. Hâkim ya da hâkimin ailesinden birisinin ihtilâf konusu dava sonuçlarıyla ilgili ekonomik bir çıkarının olması. Davaya bakmaya devam edecek yeni bir mahkemenin kurulamaması halinde veya hiçbir şeyin yapılmamasının durumun aciliyeti nedeniyle ciddi şekilde adaletsizliğe yol açacağı halde hâkime, görevden el çektirmek gerekmez.' Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin yukarıda aynen yer verilen 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri hiçbir yoruma ve ek açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır.Esas Sayısı:2011/140 Karar Sayısı:2012/185 . 3 Kamuoyunda Wikileaks belgeleri olarak bilinen ve bir internet sitesinde (http://www.wikileaks.ch/origin/186_18.html) yer alan 03 ANKARA 4862 kodlu yazıda, ' 4. (C) Kapsamlı reformların önde gelen savunucularından, Anayasa Mahkemesi Hakimi Haşim Kılıç, 1 Ağustos tarihinde bize özel olarak CHP'nin mevcut problemleri için kendini suçlaması gerektiğini aktarmıştır. CHP, muhalefet etmek görüntüsünü vererek ya da çok çekişme yarattıktan sonra isteksizce 'her şeyi' ' demokrasi yanlısı ortaya atılan tüm reformları kabul ederek, kendisi için prensipsiz ve erişilemez bir imaj yaratmakta. CHP, Hükümet doğru şeyi yapsa bile, sanki tek işinin AK Parti Hükümetinin yaptığı her şeye muhalefet etmek gibi davranmak olduğunu söylemiştir. Bu da seçmenleri kaçırıyor demiştir.' ifadeleri yer almaktadır. Kamuoyuna yansıyan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç tarafından da yalanlanmayan belgeye dayalı bilgilere göre, Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisi hakkında Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçiliği yetkililerine olumsuz değer yargılarında bulunduğu anlaşılmış, bu konudaki gizli görüşmenin kamuoyuna yansıması ile de Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu bir davada tarafsız karar veremeyeceği izlenimi doğmuştur. Yasama ve yürütme organlarının siyasi söylemlerinden ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmesi de gereken bir yüksek yargıcın, hem de yabancı bir ülkenin Büyükelçiliğine iç siyasete ilişkin değerlendirmelerde bulunmasındaki tuhaf ötesi gariplik bir yana, yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü, Anayasaya şekil ve esas bakımından; Anayasa değişikliklerini ise şekil bakımından denetlemek ve bireysel başvuruları karara bağlamakla Anayasal olarak görevli Anayasa Mahkemesinin bir üyesinin, TBMM'nin çıkardığı yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü ve Anayasa değişikliklerini gerek gördüğü durumlarda Anayasa Mahkemesine taşımakla Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet Partisi hakkında şikayetvari olumsuz görüş beyan etmenin de ötesinde, hiç kimseyi yüceltmeyecek sözler söylemesi; yargıcın bireysel bağımsızlığını koruyamadığını, karar vermek zorunda olduğu ihtilafın taraflarından bağımsız kalamadığını, sadece bizatihi karar için değil, aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerli olan tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmayan eylemler içinde bulunduğunu, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde bulunmadığını; önüne gelme ihtimâli olan davalar hakkında, yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça adilanelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak yorumlarda bulunduğunu, hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek açıklıkta ortaya koymaktadır. Somut olayda, ekte yer alan belgeler ve bu belgeler çerçevesinde kamuoyu önünde yapılan aleni tartışma ve değerlendirmeler karşısında, Sayın Başkan Haşim Kılıç'ın derin bir sessizliğe bürünerek, usulen yalanlama yoluna dahi gitmemiş olması, kamuoyunda ABD Ankara Büyükelçiliğine Cumhuriyet Halk Partisini şikayet eder mahiyetteki sözleri söylediği ve olumsuz değerlendirmelerde bulunduğu ve dolayısıyla davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olduğu şeklinde anlaşılmış ve Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu işbu davada bir yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin ciddi kuşkuların yerleşmesine yol açmıştır. 25 Nisan 2011 tarihinde Anayasa Mahkemesinin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde yapılan açılış konuşmasındaki şu sözler de Sayın Haşim Kılıç'a aittir:Esas Sayısı:2011/140 Karar Sayısı:2012/185 . 4 'Anayasanın 175 inci maddesinde Anayasa değişikliği için öngörülen nitelikli çoğunluk anlayışının içinde, uzlaşmaya dönük örtülü bir yaklaşım olduğu düşünülebilirse de, bu, çoğunluğu elde edenlerin azınlıkta kalan diğer görüşleri ve farklılıkları yok sayma, dışlama ya da dayatma yolunu haklı kılamaz. Ancak, nitelikli çoğunluk dışındaki görüş sahiplerinin de bu gücü bloke etme, etkisizleştirme gibi davranış sergilemelerine de izin verilemez. Doğal hukukla örtüşen evrensel değerler üzerinde geniş katılımlı bir iradeyi oluşturmak zor değildir. Yeter ki demokrasinin müzakere imkânlarından faydalanarak çözüm bulma iradesi samimiyetle ortaya konulabilsin. Toplumun tanıklığında ortaya konulan bu samimi duruşlar, çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' noktasındaki düşünce sahiplerinin haksızlığını açıkça ortaya koyacaktır. Siyaset kurumları, geçmişte yaşanan fahiş hatalarla hesaplaşarak, sorunlara çözüm önerilerini cesaretle sunabilmelidirler. Ümit ediyorum ki bu gayret, Anayasa Mahkemesi'ne dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığını da ortadan kaldıracaktır.' Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı Haşim Kılıç'a göre, Anayasanın 175 inci maddesinde aranan nitelikli çoğunluk, uzlaşmaya dönük açık bir kural değil, sadece örtülü bir yaklaşım olarak düşünülebilir ve Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet partisinin, siyasal iktidarın çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' anlayışıyla çıkardığı yasal düzenlemeleri, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine götürmesi, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı'dır. CHP'nin Anayasa Mahkemesine dava açmasına ilişkin olarak kamuoyunda kahve sohbeti düzeyinde sürdürülen güncel siyasi tartışmalar esnasında, sadece Anayasa Mahkemesine iptal davası açma yetkisi bulunan Anamuhalefet Partisini aşağılamayı ve toplum nezdinde itibarsızlaştırmayı değil, aynı zamanda Başkanı olduğu Yüksek Mahkemenin demokratik sistem içindeki işlevi ile Anayasal varlık nedenini de sorgulayan bu sözleri, herhangi bir siyaset insanı değil, Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı söyleyebilmiştir. Dahası bu sözler, günümüz Türkiye'sinin kâbusu olduğu üzere, dostlar arasında yapılan özel bir sohbetin ortam veya telefon dinlemesi suretiyle elde edilmesi ve medyaya servisi yoluyla kamuoyuna yansımamış; yazılı ve görsel tüm medyanın takip ettiği Yüksek Mahkemenin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde 6223 sayılı Yetki Yasasının siyasal iktidarın sayısal çoğunluğuna dayalı olarak kabul edildiği 06.04.2011 tarihinden 20 gün sonra 25.04.2011 tarihinde yapılmıştır. Demokratik siyasal sistemlerde bir siyasi partinin muhatabı, diğer siyasi partilerdir. Bu bağlamda, herhangi bir siyasi parti hakkında siyasi değerlendirme, eleştiri ve suçlamaları yapacak olanların da halkın oylarına talip olan diğer siyasi partiler olacağında kuşku yoktur. Anayasasında demokratik hukuk devleti ile kuvvetler ayrılığı ilkelerini benimsemiş ve yargıç bağımsızlığı ile tarafsızlığına yer vermiş bir ülkede, Anayasa Mahkemesi Başkanının herhangi bir siyasi partiyi bırakınız suçlamayı, eleştirmesi dahi hiçbir şekilde mümkün olamaz. Hele bu suçlamanın, Başkanı olduğu Mahkemenin demokrasilerdeki işlevi ile varlık nedenini de yok sayarak Anayasa Mahkemesine dava açmak gibi Anayasal bir hakkın kullanımı, muhalefet görevinin bir parçası ve temel hak ve özgürlükler ile halkın çıkarlarını korumanın gereği ile ilgili olması, açıklanabilir olmanın uzağındadır. Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanının amacı ve hedefi, 'kör kör parmağım gözüne' kadar açık ve herhangi bir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar belirgin bir şekilde Anamuhalefet Partisini, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı' ile suçlaması; hukuksal konumu ve statüsü ile mesleki deneyimi göz önüne alındığında, ancak, Anamuhalefet Partisine karşı alt benliğe yerleşmiş katı önyargının, üst benliğin kontrol işlevini parçalayarakEsas Sayısı:2011/140 Karar Sayısı:2012/185 . 5 açığa çıkacak derecede güçlü olmasıyla mümkün olabilir ve bu durum tarafsızlığın yitirildiğinin en belirgin göstergesidir. Öte yandan, Sayın Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildiği 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali başvurularına üye ve başkan sıfatıyla katılmıştır. Bu Yetki Yasaları ve Anayasa Mahkemesi kararları ile Sayın Haşim Kılıç'ın kullandığı oylar şöyledir: 1) 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin açtığı davada, AYM 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı Kararı ile 3755 sayılı Yetki Yasasını, Anayasanın 91 inci ve 153 üncü maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, karşıoy kullanmıştır. 2) 24.06.1993 günlü 3911 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı Kararı ile 3911 sayılı Yetki Yasası, 'verilen yetkinin belirsiz olduğu', 'yetki yasasında bulunması gereken öğeleri içermediği', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu olup olmadığının tespitinin olanaksız olduğu', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 3) 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı Kararı ile 3990 sayılı Yetki Yasası, 'verilen KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olmadığı', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu', 'öngörülen amaç, konu ve kapsamın somut ve belirgin nitelikte olmadığı' gerekçeleriyle Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile İptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, iptali yönünde oy kullanmakla beraber, KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olması gerektiği görüşüne katılmamıştır. 4) 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı Yetki Kanununun iptali için TBMM Üyeleri Hasan KORKMAZCAN, Bülent ECEVİT ve 113 Milletvekilinin açtığı davada, AYM 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı Kararı ile 4109 sayılı Yetki Yasasını, 'erkler ayrılığı', 'demokratik hukuk devleti' 'yasama yetkisinin devredilemeyeceği' ilkelerine aykırı olduğu, 'nerelerin il, nerelerin ilçe olacağı konusunda belirsizlik yarattığı', 'kapsam ve ilkelerinin belirsiz olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 5) 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı Kararı ile 4113 sayılı Yetki Yasasını, 'yetki yasasında, çıkarılacak KHK'lerin konu, amaç, kapsam ve ilkelerinin belirgin ve somut biçimde gösterilmemesi', 'yasama yetkisinin devrini doğurması' gerekçeleriyle Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 6) 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'in açtığı davada, AYM 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılıEsas Sayısı:2011/140 Karar Sayısı:2012/185 . 6 Kararı ile 4183 sayılı Yetki Yasasını, 'amaç, kapsam ve ilkelerin belirsiz olduğu', 'Bakanlar Kurulu'na geniş kapsamlı KHK çıkarma yetkisi verildiği', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanındığı' gerekçeleriyle, Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 7) 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararı ile 4588 sayılı Yetki Yasasını, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmesi', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 8) 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 20.03.2001 tarihli ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı Kararı ile 4615 sayılı Yasanın 1 inci ve 2 nci maddelerinde yer alan 'idari' ibaresini, 'idarî hak kavramının, memurların ve diğer kamu görevlilerinin malî ve sosyal hakları dışında kalan tüm haklarını ifade etmesi nedeniyle belirsizlik içermesi', 'idari haklara ilişkin düzenlemelerin Anayasanın 91 inci maddesindeki yasak alan içinde olması' 'Malî ve sosyal haklar dışındaki idarî hak kavramı içinde nitelenebilecek konuların önemli, zorunlu ve ivedi durumlar kapsamında düşünülemeyeceği' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak oyçokluğu ile iptal etmiş; Sayın Haşim Kılıç iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 9) 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı davada, AYM'nin 27.10.2011 tarihli ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oyun üstün sayılmasından dolayı iptal istemi reddedilmiştir. Her dosyanın kendi içinde değerlendirilmesi gerekeceği kural olmakla birlikte, Sayın Haşim Kılıç'ın Yetki Yasaları konusunda 1993 yılından bu yana istikrar kazanmış görüşünden ve bu görüşlerindeki, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanınması' 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçelerinden dönerek iptal isteminin reddi yönünde oy kullanması, kamuoyunda AKP'yi Anayasa Mahkemesi Başkanının kurtarması şeklinde değerlendirilmiş ve bu değerlendirme Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu davalarda yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin yerleşen ciddi kuşkuları pekiştirmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 30.03.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 59 uncu maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde yer alan, Başkan ve üyelerin istişari görüş ve düşüncesini ifade etmiş olduğu dava ve işlere bakamayacaklarına ilişkin kural ile 60 ıncı maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki, 'Başkan ve üyeler tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hâllerin olduğu iddiası ile reddolunabilirler.' hükmüne dayanarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç hakkında reddi hakim talebinde bulunuyoruz.Esas Sayısı:2011/140 Karar Sayısı:2012/185 . 7 ' III GEREKÇELER 1) 11.10.2011 Tarihli ve 665 Sayılı 'Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname'nin Tümü ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri ile Ekindeki Listelerin Anayasaya Aykırılığı Anayasanın Başlangıcının dördüncü fıkrasında, 'Kuvvetler ayırımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;' belirtildikten sonra 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında 'hukuk devleti' ilkesine yer verilmiş; 6 ncı maddesinde, hiç kimse ve hiçbir organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı; 7 nci maddesinde, Yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği kuralları getirilmiş; 87 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna 'belli konularda' KHK çıkarma yetkisi verilmesi TBMM'nin görevleri arasında sayılmış; 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği hükme bağlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında da vurgulandığı üzere, Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerinin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olması, TBMM'ye ait bulunması ve devredilememesi karşısında KHK çıkarma yetkisinin kendine özgü ve ayrık bir yetki olduğu anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla yetki yasalarının, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi doğuracak biçimde yaygınlaştırılıp genelleştirilmemesi gerekir. KHK'ler ancak ivedilik gerektiren belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulmak durumundadır. Anayasanın 91 inci maddesinin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni, ' çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir ' biçiminde açıklanırken; Anayasa Komisyonu Başkanınca da, 'Kanun hükmünde kararname, yasama meclisinin acil bir durumda, kanun yapmak için geçecek sürede çıkaracağı kanun ihtiyacı, halledilmesi gereken meseleyi çözemeyeceğine; o zaman çok geç kalınacağı endişesinden kaynaklanan bir müessesedir ve bu müessese bunun için kurulmuştur.' denilerek aynı doğrultuda görüş bildirilmiştir. Yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulunun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. KHK'nin, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli, değişik biçimlerde yorumlamaya elverişli olmamalıdır. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasakEsas Sayısı:2011/140 Karar Sayısı:2012/185 . 8 alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Anayasa Mahkemesinin 1990'lardan bu yana verdiği kararlarda, TBMM'nin Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi vermesi için, 'ivedilik, 'zorunluluk' ve 'önemlilik' gibi üç koşulun birlikte bulunması gerekeceğine yönelik içtihat oluşturduğu gözlenmektedir (06.02.1990 günlü ve E.1988/62, K.1990/3). Yüksek Mahkeme, 16.10.1993 günlü ve E.1993/26, K.1993/28 sayılı kararında ise, 'KHK'lar, ancak ivedilik isteyen belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konur.' demiştir. İvedilik koşulu ile etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeleri taşımayan hususlarda KHK çıkarma yetkisi verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına geleceği açıktır. Nitekim; 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvurulardan, sonuncusu olan 6223 sayılı Yetki Yasası hariç, 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı, 24.06.1993 günlü ve 3911 sayılı, 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı, 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı, 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı, 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı, 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Yasaları; Anayasa Mahkemesinin sırasıyla 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı; 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı; 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı; 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı; 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı; 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı; 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27, 20.03.2001 günlü ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı kararları ile iptal edilmiştir. Yüksek Mahkemenin anılan 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında; 'Anayasanın 87 nci maddesine göre, ancak, belli konularda KHK çıkarma yetkisi verilmesi gerekirken dava konusu Yasa'yla her konuyu kapsayacak biçimde genel bir yetki verilmiştir. Bakanlar Kurulu, ayrık tutulan iki kurum dışında tüm kamu kurum ve kuruluşlarını yeniden örgütleyebilecek, bunların görev ve yetkilerini yeniden düzenleyebilecek, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin ücret, aylık, disiplin ve cezaları ile emeklileri hakkında kanun ve KHK'lerde değişiklik yapabilecek, Devletin gelirleri ve harcamalarına ilişkin tüm mevzuatı 'kamu malî yönetimi' kavramı içinde değerlendirerek yeni kurallar getirebilecektir. Sınırları geniş ve belirsiz konularda düzenleme yapmak üzere Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, Anayasanın 87 nci maddesinde belirtilen 'belli konu'larda verilen yetki olarak değerlendirilemez. Öte yandan, yasa, Anayasanın 91 inci maddesinde belirtilen öğeleri de içermemektedir. Yasa'nın 1 inci maddesinde çıkarılacak KHK'lerin 'kapsam' ve konusu içiçe girmiş, kapsamının çok geniş ve sınırsız olması nedeniyle de verilen yetkinin 91 inci maddede öngörülen yasak alana girip girmediğinin denetimi olanaksız hale gelmiştir. Konu ve kapsamdaki bu sınırsızlık ve belirsizlik, TBMM'ne ait olan yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelir. Amaç, konu, ilke ve kapsamla ilgili sınırların belirli olması gerekirken bunlara uyulmadan KHK çıkarma yetkisi verilmesi Anayasanın 7 nci maddesine aykırılık oluşturur. Yasa'nın 2 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin ivedi ve zorunlu hallerde kullanılması gerektiği belirtilmiştir. Yetkinin 'önemli, ivedi ve zorunlu' durumlarla sınırlandırılması, dava konusu Yetki Yasası'nda olduğu gibi bunun takdirinin Bakanlar Kuruluna bırakılmasıyla değil, amacın, kapsamın ve konunun içeriği yönünden ivedi ve zorunlu olduğunun yasa koyucu tarafından saptanmasıyla olanaklıdır. Niteliği itibariyle uzun süreli veEsas Sayısı:2011/140 Karar Sayısı:2012/185 . 9 çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeler ivedi ve zorunlu olarak nitelendirilemez. Dava konusu Yasa'nın amaç ve kapsamındaki genişlik ve sınırsızlık, verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemektedir. Açıklanan nedenlerle Yetki Yasası'nın 1 inci maddesiyle 2 nci maddesinin birinci fıkrası Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.' denilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasasının 'Amaç ve kapsam' başlıklı 1 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek;' denildikten sonra; (1) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine; (2) numaralı alt bendinde, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine; (3) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına; (b) bendinde ise, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına; 'ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.' gibi belirsiz ve sınırsız ifadelere yer verilerek Yetki Yasasının amacı ortaya konmak istenmiştir. Aynı maddenin (2) numaralı fıkrasında ise, Yetki Yasasının kapsamına ilişkin olarak, 'Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;' denilip, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesine ilişkin olarak;' ifadesinden sonra, 19 alt bent halinde 19 yasa ve KHK sayılmış ve (20) numaralı alt bendinde, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki, merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerine ilişkin hükümlerinde, (') yapılacak değişiklik ve yeni düzenlemeleri kapsar.' denilerek adeta teşkilatlanmaya ilişkin tüm yasa ve yasa gücünde kararnameler kapsama alınmak istenmiş; (b) bendinde ise, 'Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin olarak;' denildikten sonra 6 alt bent halinde 5 yasa ve 1 KHK sayılmış ve (7) numaralı alt bendinde ise, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin hükümlerinde' ifadesiyle de neredeyse tüm kamu personeli hakkında Bakanlar Kuruluna her türlü düzenlemede bulunma yetkisi verilmesi hedeflenmiştir.Esas Sayısı:2011/140 Karar Sayısı:2012/185 . 10 Oysa yetki yasalarının, Anayasanın belirlediği ögeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması ve verilen yetkiyi hiçbir tartışmaya yol açmayacak açıklıkta belirleyerek Bakanlar Kurulu'na çerçeveyi çizmesi ve niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeleri kapsamaması gerekmektedir. Çünkü, Yetki Yasası'nda Bakanlar Kurulu'na verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulu'nun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Ancak, 6223 sayılı Yetki Yasasının, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla geçiştirilerek, her okuyanın değişik şekillerde yorumlamasına açık hale getirilmiştir. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Herhangi bir yetki yasasının Anayasaya aykırı olmaması için Anayasadaki öge ve ölçütlere, Anayasa Mahkemesi kararları ile getirilen yorumlara uygun olması gerekir. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesi kararlarda açıklanan gerekçelerin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar. Tüm bunlara ve kanun hükmünde kararnamenin, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesinden sonra 20.09.1971 tarihli ve 1488 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle Anayasanın 64 üncü maddesine girdiğinden bu güne kadarki Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına rağmen; 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı 'Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'nun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı iptal davası sonucunda 6223 sayılı Yetki Yasası, AYM'nin 27.10.2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle, bu güne kadar istikrar kazanmış görüşünün aksine iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan ve bu Dava Dilekçesinin 'Hakimin Reddi Talebi' bölümünde belirtilen nedenlerle reddi hakim talebinde bu | 4,131 |
Esas Sayısı : 2004/116 Karar Sayısı : 2008/74 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran mahkeme, başvuru kararında şu gerekçelere yer vermiştir: 'Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz' şeklinde Anayasa'mızın 38. maddesinde yer alan ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin altıncı maddesinde de benzer ifadelerle tanımlanan ilke masumiyet karinesi olarak adlandırılır. Yani bir kimse, yargı organınca suçluluğu kesin olarak belirlenmediği sürece masumdur. Maddede tanımlanan diğer bir temel ilke ise ceza sorumluluğun şahsiliği ilkesidir. Yani bir kimse sadece kendi eyleminin sonuçlarından sorumludur. Her iki ilkenin ortak temel sonucu şudur. Bir kimsenin suçluluğu hemen hemen hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açığa çıkarıldığında kişi suçu işlemekle itham edilebilir. Ve ancak böylesi bir durumda kişi, suçsuzluğunu kanıtlama yükümlülüğü altına sokulabilir. Oysa iptali istenen maddede bu ilkeler ters yüz edilmiştir. Madde gereğince kişi daha başlangıçta taşıt aracının eyleminden sorumlu tutulmaktadır. Ve kişinin taşıt aracının sahibi olması suçluluğun karinesi sayılmakta, kişi suçsuzluğunu kanıtlama yükümlülüğü altına sokulmaktadır. Diğer yandan trafik polisince düzenlenen trafik ceza tutanağı HUMK'nun 297. maddesi hükmü gereğince aksi sabit oluncaya kadar geçerli bir resmi belgedir. Bu özelliği gereği kesin delil niteliğindedir. Yani aksini kanıtlama yükümlülüğü suçlanan kişiye yüklenmiştir. Oysa bu durumu, yargılama hukuku ilkelerine uymamaktadır. Yargılama hukukunda öncelikle olağan bir durumun aksini iddia eden bu iddiasını ispat ile yükümlüdür. Bu yüzden 2918 sayılı Kanun'un 116. maddesinde yer alan ve sürücüsü tespit edilemeyen ile tescil plakalarına göre kelimeleri Anayasa'nın 38. maddesinin dört ve yedinci fıkralarına aykırı olup iptali gerekmektedir. | 237 |
Esas Sayısı : 2021/77 Karar Sayısı : 2021/56 1 “… 1982 Anayasasının “Anayasaya Aykırılığın Diğer Mahkemelerde İleri Sürülmesi” başlıklı 152. maddesinde; “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır.” hükmü yer almıştır. 03.04.2011 tarihli ve 27894 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun “Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi” başlıklı 40. maddesinde, “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. Genel Sekreterlik gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti başvuran mahkemeye bir yazı ile bildirir. Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde başvurunun yöntemine uygun olup olmadığı incelenir. Açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvuruları, Mahkeme tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedilir. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır.” hükmü yer almaktadır. Uygulanacak Kanun kuralı, bakılmakta olan davayı yürütmeye, uyuşmazlığı çözmeye, davayı sona erdirmeye veya kararın dayanağını oluşturmaya yarayacak kuraldır.Esas Sayısı : 2021/77 Karar Sayısı : 2021/56 2 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un, 09/07/2018 tarih ve 30473 (3. Mükerrer) sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 141. maddesinin 1. fıkrasının (h) bendi ile anılan Kanuna eklenen “Sözleşmeli personel istihdamı” başlıklı 10/A maddesinin 3. fıkrasında; “Bu madde uyarınca atanan sözleşmeli personel üç yıl süreyle başka bir yere atanamaz. Aile birliği mazeretine bağlı yer değiştirmelerde bu madde uyarınca istihdam edilenlerin eşi bu personele tabidir. Sözleşme gereği üç yıllık çalışma süresini tamamlayanlar talepleri halinde bulundukları yerde din hizmetleri sınıfına ait kadrolarına atanır. Bu şekilde atananlar, aynı yerde en az bir yıl daha görev yapar.” hükmüne yer verilmiştir. Uyuşmazlık konusu olayda, davacının ilk olarak 15/06/2015 tarihinde 657 sayılı Kanun’un 4/B maddesi hükmü kapsamında sözleşmeli imam hatip olarak Gaziantep ili, İslahiye İlçe Müftülüğü emrinde göreve başladığı, davacı tarafından 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunu’na eklenen 10/A maddesi hükmü kapsamında görev yaptığı yerde beş yıl, altı aydır çalıştığı ileri sürülerek kadrolu olarak din hizmetleri sınıfına atamasının yapılması istemiyle başvuruda bulunulduğu, yapılan başvurunun; davacının 633 sayılı Kanun’un 10/A maddesi uyarınca değil, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unun 4/B maddesi uyarınca çalıştırılan bir personel olduğundan bahisle 25/01/2021 tarih ve E 94013213 900 992884 sayılı işlemle reddedildiği, dolayısıyla davaya konu kadroya geçiş talebinin reddi işleminin dayanağının anılan hüküm olduğu anlaşıldığından, 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un 10/A maddesinin 3. fıkrasının davada uygulanacak kural olduğu tartışmasızdır. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının: “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” hükmü, “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesinde; “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk güvenliği, temel hak güvencelerinde korunan ortak değerdir. Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Anayasa’nın 10. maddesinin birinci fıkrasında herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu belirtilmiştir. Eşitlik ilkesiyle eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumunda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasalar karşısında ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasınıEsas Sayısı : 2021/77 Karar Sayısı : 2021/56 3 önlemektir. Durum ve konumlarındaki özellikler, kimi kişi ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’nın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlal edilmiş olmaz. Nitelikleri ve durumları özdeş olanlar için yasalarla değişik kurallar konulamaz. “Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” başlıklı 11. maddesinde; “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” hükmü yer almaktadır. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun “Temel ilkeler” başlıklı 3. maddesinde, bu Kanun’un temel ilkeleri “sınıflandırma”, “kariyer” ve “liyakat” olarak sıralandıktan sonra; (C) bendinde liyakat ilkesi; “Devlet kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar içinde ilerleme ve yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini liyakat sistemine dayandırmak ve bu sistemin eşit imkanlarla uygulanmasında Devlet memurlarını güvenliğe sahip kılmaktır.” şeklinde tanımlanmıştır. 657 sayılı Kanun’un 4. maddesinin birinci fıkrasında; kamu hizmetlerinin, memurlar, sözleşmeli personel, geçici personel ve işçiler eliyle gördürüleceği; ikinci fıkrasının (B) bendinde ise; sözleşmeli personelin, kalkınma planı, yıllık program ve iş programlarında yer alan önemli projelerin hazırlanması, gerçekleştirilmesi, işletilmesi ve işlerliği için şart olan, zaruri ve istisnai hallere münhasır olmak üzere özel bir meslek bilgisine ve ihtisasına ihtiyaç gösteren geçici işlerde, Cumhurbaşkanınca belirlenen esas ve usuller çerçevesinde, ihdas edilen pozisyonlarda, mali yılla sınırlı olarak sözleşme ile çalıştırılmasına karar verilen ve işçi sayılmayan kamu hizmeti görevlileri olduğu belirtilmiştir. 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un, 09/07/2018 tarih ve 30473(3. Mükerrer) sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 141. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendi ile değişik 1. maddesinde; İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulduğu belirtilmiş; 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 141. maddesinin 1. fıkrasının (h) bendi ile anılan Kanuna eklenen “Sözleşmeli personel istihdamı” başlıklı 10/A maddesinde; Başkanlığın Din Hizmetleri Sınıfına ait kadrolarında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4. maddesinin (B) fıkrası kapsamında sözleşmeli personel istihdam edilebilir. Sözleşmeli personel, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde öngörülen genel şartlar ile Başkanlık mevzuatı ile belirlenmiş olan özel şartları taşıyanlardan Kamu Personel Seçme Sınavı puan sırasına konulmak kaydıyla alım yapılacak her bir pozisyonun üç katına kadar aday arasından Başkanlık tarafından yapılacak sözlü sınav başarı sırasına göre atanır. Yapılan atama, sözleşmenin imzalanmasıyla geçerlilik kazanır. Sözleşme, imzalanmadan herhangi bir hak doğurmaz. Bu madde uyarınca atanan sözleşmeli personel üç yıl süreyle başka bir yere atanamaz. Aile birliği mazeretine bağlı yer değiştirmelerde bu madde uyarınca istihdam edilenlerin eşi bu personele tabidir. Sözleşme gereği üç yıllık çalışma süresini tamamlayanlar talepleri halinde bulundukları yerde din hizmetleri sınıfına ait kadrolarına atanır. Bu şekilde atananlar, aynı yerde en az bir yıl daha görev yapar. Bu madde hükümlerine göre kadrolara atananların, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4 üncü maddesinin (B) fıkrası uyarınca sözleşmeli pozisyonlarda geçirdikleri hizmet süreleri, öğrenim durumlarına göre yükselebilecekleri dereceleri aşmamak kaydıylaEsas Sayısı : 2021/77 Karar Sayısı : 2021/56 4 kazanılmış hak aylık derece ve kademelerinin tespitinde değerlendirilir. Bunlar; atandıkları kadronun mali ve sosyal haklarına, göreve başladığı tarihi takip eden aybaşından itibaren hak kazanır ve önceki pozisyonlarında aldıkları mali ve sosyal haklar hakkında herhangi bir mahsuplaşma yapılmaz. Bu madde kapsamında kadrolara atananlara iş sonu tazminatı ödenmez. Bu personelin önceden iş sonu tazminatı ödenmiş süreleri hariç, iş sonu tazminatına esas olan toplam hizmet süreleri, 8/6/1949 tarihli ve 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu uyarınca ödenecek emekli ikramiyesine esas toplam hizmet süresinin hesabında dikkate alınır. Bu madde kapsamında sözleşmeli personelin atanacağı kadrolar, genel kadro usulü hakkında ilgili Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine ekli cetvellerde yer alan sınıf, unvan ve derecelerine uygun olmak şartıyla, başka bir işleme gerek kalmaksızın atama işleminin yapıldığı tarih itibariyle ihdas edilerek genel kadro usulü hakkında ilgili Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine ekli cetvellerin ilgili bölümlerine eklenmiş ve atananların pozisyonları başka bir işleme gerek kalmaksızın iptal edilmiş sayılır. İhdas edilen kadrolar ile iptal edilen pozisyonlar; unvanı, sınıfı, adedi, derecesi, teşkilatı ve birimi belirtilmek suretiyle atama tarihinden itibaren iki ay içinde Cumhurbaşkanlığına ve Devlet Personel Başkanlığına bildirilir. Sözleşmeli personel olarak atanacakların başvuruları, sözlü sınava alınacakların belirlenmesi, sözlü sınav konuları, sözlü sınavın usul ve esasları, atanmaları ve bu maddenin uygulanmasına ilişkin diğer hususlar yönetmelikle düzenlenir.” hükmüne yer verilmiştir. Diğer taraftan, 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin “Geçiş hükümleri” başlıklı Geçici 1. maddesinin 7. fıkrasında ise; “Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte bakanlık veya diğer kamu kurum ve kuruluşlarında ilgili Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümlerine göre yeniden yapılandırma sonucunda kapanan veya bünyesinde bulunduğu bakanlık veya diğer kamu kurum ve kuruluşu değişen birimlerde 657 sayılı Kanunun 4. maddesinin (B) fıkrasına göre istihdam edilen sözleşmeli personel, görev yapmakta oldukları birimlerin ve/veya bu birimlere verilmiş olan görevlerin ilgili Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümlerine göre bünyesinde düzenlendiği bakanlık veya diğer kamu kurum ve kuruluşuna ilgili Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla, pozisyonlarının vize edildiği teşkilat esas alınmak suretiyle pozisyonlarıyla birlikte devredilmiş sayılır. Bunlardan birimleri ve/veya bu birimlere verilmiş olan görevleri, ilgili Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümlerine göre birden fazla bakanlık veya diğer kamu kurum ve kuruluşunun uhdesine geçen bakanlıkların veya diğer kamu kurum ve kuruluşlarının pozisyonlarında bulunanlar, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç ay içinde Cumhurbaşkanı kararıyla belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde atanır.” hükmü yer almaktadır. Yukarıda yer verilen mevzuat hükümleri birlikte değerlendirildiğinde; çoğu kamu kurumunda olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığı emrinde de 657 sayılı Kanunun 4/B maddesi hükmü kapsamında sözleşmeli personel istihdam edilebileceği açık olup, 633 sayılı Kanun’a 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile eklenen 10/A maddesi gereğince de, sözleşmeli personelin belirli koşullar dahilinde kadrolu olarak atanabilecekleri öngörülmüştür. Uyuşmazlık, sözleşmeli personele kadroya geçiş imkanı getiren hükmün, 09/07/2018 tarihli ve 30473 (3. Mükerrer) sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname düzenlenmesi nedeniyle, bu tarihten önce 657 sayılı Kanun’un 4/B maddesi kapsamında sözleşmeli olarak atanan kişilerin de bu madde ile getirilen haktan yararlanıp yararlanamayacağı noktasında toplanmaktadır. Bakılan davada, 633 sayılı Kanun’a 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile eklenen 10/A maddesinin 3. fıkrasında, “Bu madde uyarınca atanan sözleşmeli personel” ibaresine yer verilmesi nedeniyle, davalı idarece kadroya geçiş imkanının, yalnızca 703 sayılı KanunEsas Sayısı : 2021/77 Karar Sayısı : 2021/56 5 Hükmünde Kararnamenin yürürlüğe girmesinden sonra anılan madde uyarınca Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatına sözleşmeli personel olarak atananlara uygulanabileceği savunulmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin 10/03/2011 tarih ve E:2008/54, K:2011/45 sayılı kararında da değinildiği üzere, Anayasa’nın 10. maddesinde öngörülen “yasa önünde eşitlik ilkesi” hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi, hakkaniyet ölçülerini gözetmesi ve kazanılmış hakları ihlal etmemesi Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesinin bir gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun, hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekmektedir. Kanun koyucu; memur ve diğer kamu görevlileri ile bunların dışında çalışanlarla ilgili olarak, Anayasa’da belirlenen kurallara bağlı kalmak, adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini gözetmek koşuluyla düzenleme yapma yetkisine sahiptir. Ancak, yapılan düzenlemelerin, aynı durum ve hukuki koşullarda görev yapan personelin bazısı lehine avantajlı uygulamalar getirmesi halinde, bu durumun evrensel hukuk ilkesi olan eşitlik ve eşit muamele ilkelerine aykırılık oluşturması bir yana, kamu kurumundaki çalışma barışını bozacağı da izahtan varestedir. Gerek 657 sayılı Kanun’un 4/B maddesi uyarınca atanan gerekse 633 sayılı Kanun’un 10/A maddesi kapsamında atanan kişiler kamu görevlisi olup, anılan kamu görevlilerinin yürüttüğü kamu hizmetinin de farklılaşan bir yönünün bulunmadığı, sadece atandıkları maddenin değişik olması gerekçesiyle kadroya atanma durumlarının aynı şartlara tabi kılınmadığı anlaşılmaktadır. İstihdam ediliş amaç ve şartları farklı olmayan anılan sözleşmeli personelin atanmaları ile ilgili tabi oldukları kuralların da farklı olmaması gerekirken, aynı yerde görev yapıp, aynı hizmeti yürüten ve yukarıda zikredilen farklı iki maddeye göre atanan sözleşmeli personelin hukuki durumlarının ve nihayetinde statülerinin farklılaştırıldığı görülmektedir. 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin Geçici 1. maddenin 7. fıkrası ile, yeniden yapılandırma sonucunda kapanan veya bünyesinde bulunduğu bakanlık veya diğer kamu kurum ve kuruluşu değişen birimlerde 657 sayılı Kanun’un 4. maddesinin (B) fıkrasına göre istihdam edilen sözleşmeli personelin, görev yapmakta oldukları birimlerin ve/veya bu birimlere verilmiş olan görevlerin ilgili Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümlerine göre bünyesinde düzenlendiği bakanlık veya diğer kamu kurum ve kuruluşuna ilgili Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla, pozisyonlarının vize edildiği teşkilat esas alınmak suretiyle pozisyonlarıyla birlikte devredilmiş sayılacağı hüküm altına alındığına göre, 633 sayılı Kanun’a eklenen 10/A maddesi ile getirilen uygulama, sözleşmeli personel istihdamı yönünden yeni bir statü olmayıp, yalnızca 4/B’li personelin kadroya geçişlerine imkan tanıyan bir düzenlemedir. Ayrıca, maddede “çalışma süresini tamamlayanlar talepleri halinde bulundukları yerde din hizmetleri sınıfına ait kadrolarına atanır.” denilmek suretiyle idareye bağlayıcı bir görev verilmiştir.Esas Sayısı : 2021/77 Karar Sayısı : 2021/56 6 Bu haliyle itiraz konusu kuralın, kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir denge oluşturmadığından ölçülülük ilkesine aykırılık içerdiği, dolayısıyla anılan düzenlemenin Anayasanın 2. maddesine aykırı olduğu ve daha önce 657 sayılı Kanun’un 4/B maddesi uyarınca göreve başlayan personel yönünden de hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerini ihlal edici nitelikte olduğu, ayrıca aynı kamu hizmetini yürüten kamu görevlileri arasında kadroya geçiş imkanı ile ilgili getirilen bu ayrımcı yaklaşımın kamu hizmetinin görümüne ve iş barışına olumsuz etki edeceği, nitekim Anayasa Mahkemesi de vermiş olduğu birçok kararında aynı durumda olanlar için farklı düzenlemeler yapılmasının eşitlik ilkesine aykırılık oluşturacağını ifade ettiği, bu haliyle anılan düzenlemenin, aynı durumda olanlar için Kanuni düzenlemeden beklenilen sonuç itibarıyla çok farklı bir durum oluşturacağından Kanun önünde eşitliği düzenleyen Anayasanın 10. maddesine de aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesi ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi gereğince, 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un 10/A maddesinin üçüncü fıkrasının; “Bu madde uyarınca atanan sözleşmeli personel” ibaresinin iptali istemiyle, anılan hükmün Anayasa’nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle re’sen Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan konuyla ilgili belgelerin ve başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesi’nin konu hakkında vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına ve Anayasa Mahkemesince verilecek olan kararın gecikmesi halinde yargısal anlamda giderilmesi güç veya olanaksız zararlar doğabileceği göz önünde bulundurularak esas hakkında karar verilinceye kadar itiraz konusu kuralın yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesinin istenilmesine, beş ay içinde bir karar verilmezse uyuşmazlığın yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 18/06/2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.” | 2,533 |
Esas Sayısı : 2017/44 Karar Sayısı : 2017/118 1 “Davacı SOSYAL GÜVENLİK KURUMU BAŞKANLIĞI GAZİOSMANPAŞA SOSYAL GÜVENLİK MERKEZİ tarafından davalı … aleyhine açılan İtirazın İptali (Sosyal Güvenlik Hukukundan Kaynaklanan İtirazın İptali), Tazminat (Maddi Manevi Tazminat) ilişkin davanın mahkememizde yapılan açık duruşması sonunda verilen 12/01/2017 tarihli ara karan gereğince; Davalı karşı davacı vekili 16/12/2016 tarihli dilekçesi ile davalı müvekkilinin tüm çalışmalarının birleştirilmek sureti ile hangi kurumdan fazla maaş alacaksa o kurumdan maaş alması gerektiğinin Bağkur’dan “talep yok” diye hakettiği tarihten itibaren aylık bağlanma talebinin reddedilmesinin yasalara ve hukuka aykırı olduğunu, zaten SGK’dan aylık alırken yeniden başka bir kurumdan yaşlılık aylığı talebinin neden yapılması gerektiğini, davalının aylık alma başvurusunda bulunduğunu, Bağkur’dan aylık talebinin SGK’ya talepte bulunduğu tarih olarak kabul edilmesini ve Bağkur’dan hakettiği tarihten itibaren yaşlılık aylığı bağlanması gerektiğini, aksi durumun Türkiye Cumhuriyet Anayasasında belirtilen Sosyal Hukuk Devleti kurallarına aykırı olduğunu belirterek 12/01/2017 tarihli celsede 5510 sayılı Yasa’nın 96. maddesinin Anayasa’ya aykırılığı konusunda dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesini talep etmiştir. Talep gereğince yapılan inceleme sonucunda davalının kuruma yaptığı müracaat üzerine SGK hizmetleri yönünden davalı adına maaş bağlandığı, daha sonra kurum tarafından belgeler üzerindeki inceleme sonucunda şartlarının oluşmadığı anlaşılmak sureti ile maaş bağlama kararının iptal edildiği, bu defa davalının Bağkur hizmetleri yönünden emeklilik talebinin de yasal müracaat süresi içerisinde bulunmadığından reddedildiği, müracaata ilişkin getirilen hükmün Anayasa’nın 60. maddesinde düzenlenen “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” hükmü gereğince maddede belirlenen müracaat koşulunun davalı hakkında daha önce yapılan kurum işlemi nedeni ile sosyal güvenlik hakkında mahrum kalacağı sonucunu doğuracağından Anayasa’ya aykırılık iddiası yerinde görülmekle; GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Davalı karşı davacı vekilinin 5510 sayılı Yasa’nın 96. maddesinin Anayasa’ya aykırılığı iddiası gereğince bu konuda inceleme yapılmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesine karar verildi.” | 283 |
Esas Sayısı : 2015/69 Karar Sayısı : 2015/69 1 “Anayasanın 152 inci maddesinin 1 inci fıkrasında; “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır” hükmüne yer verilmiştir. Olaya uygulanacak TCK.nun İmar Kirliliğine Neden Olma başlıklı 184. maddesi şu şekildedir. (1) Yapı ruhsatiyesi alınmadan veya ruhsata aykırı olarak bina yapan veya yaptıran kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Yapı ruhsatiyesi olmadan başlatılan inşaatlar dolayısıyla kurulan şantiyelere elektrik, su veya telefon bağlantısı yapılmasına müsaade eden kişi, yukarıdaki fıkra hükmüne göre cezalandırılır. (3) Yapı kullanma izni alınmamış binalarda herhangi bir sınai faaliyetin icrasına müsaade eden kişi iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (4) Üçüncü fıkra hariç, bu madde hükümleri ancak belediye sınırları içinde veya özel imar rejimine tâbi yerlerde uygulanır. (5) Kişinin, ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar plânına ve ruhsatına uygun hale getirmesi halinde, bir ve ikinci fıkra hükümleri gereğince kamu davası açılmaz, açılmış olan kamu davası düşer, mahkum olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar. (6) Ek fıkra: 29/06/2005 5377 S.K./21.mad) İkinci ve üçüncü fıkra hükümleri, 12 Ekim 2004 tarihinden önce yapılmış yapılarla ilgili olarak uygulanmaz. Mahkememizce maddenin özellikle Anayasanın suç ve cezalara ilişkin hükümleri düzenleyen 38. maddesi ile 10. ve 19. maddelerine aykırı olduğu değerlendirilmiştir şöyle ki, maddenin 1. fıkrasında yapı ruhsatiyesi almadan veya ruhsata aykırı olarak bina yapan ya da yaptıran kişinin 1 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacağı belirtilmiş iken maddenin 5. fıkrasında kişinin, ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar planına ve ruhsatına uygun hale getirmesi halinde, kamu davası açılmayacağı, açılmış olan kamu davasının düşeceği, mahkum olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkacağı hükmü düzenlenmektedir. Dava dosyasındaki belgelerden de anlaşılacağı üzere bu davalar belediyelerce imara aykırılığın saptanmasından sonra yapı tatil zabtı düzenlendikten sonra savcılığa gönderilmekte ve ilgili maddeden dava açılmaktadır. Yapı tatil zaptı düzenlenmesinden sonra imara aykırılıktan yapı tatil zaptı düzenlenen binanın öngörülen sürede ilgilisi tarafından yıkılmaması halinde belediye tarafından yıkılması gerekmektedir. Aksi durumda yıkım kararı alıp yıkımı gerçekleştirmeyen ilgili belediye görevlileri hakkında TCK’nun 257. maddesinde düzenlenen görevi kötüye kullanma suçu oluşacaktır. Suç konusunu oluşturan bina veya yapının yıkılması halinde imara aykırılığın giderilmiş olacağında kuşku yoktur. Bu durumda Kanunun 5. maddesi uyarınca imara aykırılık giderilmiş olduğundan sanığa ceza verilemeyecektir. Daha açık bir ifadeyle belediye görevlilerinin imara aykırı olması ve yapı tatil zaptı bulunması nedeniyle yıkmak zorunda oldukları binayı, görevlerini yapmadıkları için sanık suçlu duruma gelmekte ve Kanunun 1. fıkrası ile 5. fıkrası arasında çelişki meydana gelmektedir.Esas Sayısı : 2015/69 Karar Sayısı : 2015/69 2 5. fıkrada düzenlenen etkin pişmanlık hükmünün uygulanması bakımından imara aykırılığın bizzat giderilmesi ya da 3. şahıs ya da kurum tarafından ortadan kaldırılması hali bakımından fark bulunmamaktadır. (Yargıtay 4. CD., 23.2.2011, 2009/1388 2011/2394) İlgili Kanununun ceza hukukunun amacı bakımından da Anayasaya aykırı olduğu değerlendirilmiştir. Madde gerekçesinde, “ülkemizdeki plansız kentleşme ve kaçak yapılaşmanın ciddi bir sorun haline gelmesi” şeklinde açıklanmıştır. Suç bir tarife göre, toplumun huzur ve sükununu bozdukları için yapılmaları yasak edilmiş ise işlenmeleri halinde cezayı müeyyideye maruz bulunan fiillere denilmektedir. (BAYRAKTAROGLU, H. 1977). Başka bir tarife göre ise suç; halkın güvenliğini korumak için devletçe neşir ve ilan edilen ve ceza tehdidini havi olan bir konunun, sorumlu bir şahıs tarafından icrai ve ihmali olabilen harici bir hareketle ve bir veya vazifeyi müstenit olmayarak ihlal edilmesidir (ÖZDÖNMEZ H. 1965). Suç tariflerinden de anlaşıldığı üzere suç teşkil edecek fiillerin toplumsal düzeni, toplumun huzur ve sükununu halkın güvenliğini bozacak nitelikte olmalı ve bu kavramları koruma amacına yönelmiş olmalıdır. Az yukarıda da değinildiği üzere imara aykırılığı gidermek belediyelerin görevindedir ve yıkım için yetkileri de bulunmaktadır. Ayrıca imara aykırı yapılanma halinde idari yaptırım uygulanmakta ve imara aykırılıktan düzenlenen para cezaları belediyelerce tahsil edilmektedir. Belediyelerce imara aykırılığın giderilmesini sağlamak yerine bu hususun belediyelerce yeterli ölçüde gerçekleştirilemediği düşüncesinden hareketle kamu kurumunca gerçekleştirilmesi gerekli düzenin ceza hukuku araç olarak kullanılarak sağlanmaya çalışılması ceza hukukunun amacına uygun düşmediği değerlendirilmiştir. TALEP : Açıklanan nedenlerle TCK 184. maddesinin Anayasanın 38. maddesine aykırılığı nedeniyle tamamının ya da 5. fıkrasının iptaline karar verilmesi talep olunur.” | 683 |
Esas Sayısı : 2007/59 Karar Sayısı : 2007/75 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 5341 sayılı Siyasi Partiler Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un 1. maddesinde, 22.04.1983 tarihli ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun geçici 16. maddesi yürürlükten kaldırılmıştır, hükmü yer almaktadır. Yukarıda anılan ve Mahkememizce Anayasa'ya aykırı olduğu kanaatine varılan 5341 sayılı Kanun'un 1. maddesiyle yürürlükten kaldırılan 2820 sayılı Kanun'na 24.3.1992 günlü, 3789 sayılı Kanunla eklenen geçici 16. maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinde 10 veya daha fazla milletvekili bulunup da Devlet yardımı alamayan ve seçimlere girme hakkını elde edecek şekilde teşkilatlanmasını tamamlamış siyasi partilere, bu Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten sonra, Siyasi Partiler Kanununun Ek Madde l'de öngörülen esaslar dairesinde en az Devlet yardımı alan siyasi partiye yapılan yardım kadar Devlet yardımı yapılır. Bu partilerin 10'dan az olmakla birlikte en az 3 veya daha fazla milletvekiline sahip olmaları halinde kendilerine en az Devlet yardımı alan siyasi partiye yapılan yardımın ¼'ü tutarında Devlet yardımı yapılır. hükmüne yer verilmiştir. Siyasi Partilere yapılacak Devlet yardımı, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun 27.6.1984 günlü, 3032 sayılı Kanun'la eklenen Ek madde 1'de düzenlenmiştir. Kanun maddesinin ilk düzenlemesinde, son milletvekili genel seçimlerine katılma hakkı tanınan ve yüzde 10'luk genel oy barajını aşan siyasi partilere Devlet yardımı öngörülmüş iken daha sonra, 3349 sayılı Kanunla, Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunan partilere, 3470 sayılı Kanunla, genel seçimlerde toplam geçerli oyların yüzde 7'sinden fazlasını alan partilere, 3673 sayılı Kanunla, seçimlere girme hakkını elde edecek biçimde örgütlenmesini tamamlamış ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde 10 ya da daha çok milletvekili bulunup da Devlet yardımı alamayan partilere, 3789 sayılı Kanunla da, seçimlere girme hakkını elde edecek biçimde örgütlenmesini tamamlamış ve en az üç milletvekiline sahip olan partilere, Devlet yardımı yapılmasına olanak sağlanmıştır. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik bir devlet olduğu, 5. maddesinde, Devlet'in demokrasiyi korumakla görevli bulunduğu, 68. maddesinin 2. fıkrasında, siyasal partilerin, demokratik yaşamın vazgeçilmez öğeleri olduğu, bu maddenin son fıkrasında, siyasal partilere Devletin yeterli düzeyde ve hakça mali yardım yapacağı, bu yardımın bağlı olacağı ilkelerin yasayla düzenleneceği belirtilmiştir. Anayasa'nın 69. maddesinde, hesaplarının Anayasa Mahkemesi'nce incelenmesinin öngörülmesi ve kapatılmalarının da ancak Anayasa Mahkemesi kararına bağlı tutulması, Anayasa'nın siyasi partilere verdiği önem yanında siyasi partilerin demokratik devletlerdeki konumunu da göstermektedir. Siyasi partiler, demokratik toplumların vazgeçilmez unsurları arasındadır. Her siyasi partinin ulaşmak istediği amaç, kendi siyasi düşüncelerini ortaya koyabilmek için iktidara gelebilmektedir. Siyasi partilerin kendi bağımsızlığını koruyarak, etki altında kalmadan, çıkar grupları tarafından baskı görmeden siyasal yaşamını devam ettirebilmesi için demokratikEsas Sayısı : 2007/59 Karar Sayısı : 2007/75 2 Devlet tarafından korunması amaç edinilmektedir. Nitekim bu koruma ve Devlet desteği, Anayasa'nın 68. maddesi ile siyasi partilere Devlet yardımı ve bu yardımın bağlı olacağı ilkelerin yasayla destekleneceği şeklinde Anayasa koyucu tarafından düzenlenmiştir. Halkın siyasi partilere gösterdiği ilgi her seçimde farklılıklar arz etmekte, seçim sonrası çıkan tablolara bakıldığında, çeşitli siyasi partilerin bir sonraki iktidar yarışında büyük miktarda Devlet yardımı aldığı ve bir sonraki seçime daha kuvvetli hazırlandığı, bunun yanında seçimlerde az oy alan siyasi partilerin, Devlet yardımından daha az yararlanması veya hiç yararlanmaması sonucu sonraki seçime iyi bir hazırlık dönemi geçirememesi sonucu, oy oranlarının adil bir biçimde dağılmamasına neden olacaktır ki, bu nedenle demokratik yaşamın vazgeçilmez öğeleri arasında olan siyasal partilere Devlet yardımı yapılması, anayasal önemi yanında demokratik düzenin gereğidir. Büyüklük, yeterli seçmen kitlesinin güvenin kazanan ve kamu yararının oluşmasına daha çok katkıda bulunacak siyasal partiler için Devlet yardımının miktarı yönünden ayrım yapılabileceği, aynı şekilde siyasal parti olarak nitelendirilebilecek bir örgütsel yapısı ve ekinliği olmayan oluşumlara da Devlet yardımı verilmemesi kamu yararı için gereklidir. Bunun yanında, ülke çapında örgütlenmesine rağmen seçimlere katılmayan veya katılmakla birlikte yeterli oy alamayan ya da seçimden sonra kurulan ve belli sayıda milletvekilinin katılımıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışmalarına katkı sağlayan siyasal partilerin, büyüklük ve güçlerine göre farklı oranlarda da olsa, Devlet yardımı ile desteklenmeleri Anayasal kuralların ve kamu yararının bir sonucudur. Sonuç olarak, 5341 sayılı Siyasi Partiler Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un 1. maddesinin yarattığı duruma göre, genel oy barajını aşan siyasi partiler dışında, yalnızca genel seçimlerde toplam geçerli oyların en az yüzde 7'sini alan siyasi partilere Devlet yardımı yapılmasının olanaklı kılınması, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekili bulunan diğer partilerin, milletvekili sayısına bakılmaksızın bu haktan yoksun bırakılması, Mahkememizce, Anayasa'nın 2, 5 ve 68. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varılmıştır Açıklanan nedenlerle, Anayasa'nın 152. maddesi ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesi uyarınca, Mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanacak olan, 5341 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un 1. maddesinin Anayasaya aykırı olduğu kanaatine varıldığından, dava dilekçesi, savunma dilekçesi ve dosyaya sunulan eklerin onaylı örneği ile söz konusu Kanun maddesinin iptali için itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 27.04.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 759 |
Esas Sayısı : 1986/11 Karar Sayısı : 1986/26 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : İptal isteminin dava dilekçesinde açıklanan gerekçeleri aynen şöyledir : İptali istenen Yasanın 1 inci maddesinde düzenlenen Türk Ceza Kanununun 175 inci maddesinde : 1) Semavî dinlerden birine ait dini işler, ibadet ve ayinin yapılmasını men ve ihlâl, 2) Allah'a ve semavî dinlerden veya bu dinlerin peygamberlerinden veya mukaddes kitaplarından veya mezheplerinden birine hakaret, İkinci maddesinde düzenlenen Türk Ceza Kanununun 176 ncı maddesinde; 1) Her kim semavî dinlerden birini tahkir maksadıyla; bu dinlerce kutsal sayılan mabetleri, mezarları buna benzer yerleri veya bu yerlerdeki eşyayı yıkmak, bozmak ve zarar vermek, 2) Semavî din görevlilerinin görevleri esnasında veya görevlerini yapmalarından dolayı kendilerine karşı cürüm işlenmesi suç sayılmış ve bunlarla ilgili olarak ceza tertip edilmiştir. Yukarıda belirtildiği gibi semavî dinlere bu yasa ile ayrıcalık getirilmiştir. Semavî dinler, buna inananlar, bu dinlerle ilgili görevliler ve bu dinlerle ilgili mabetler ve eşyalar çeşitli tecavüz fiillerine karşı bir korumaya tabi tutulmuşlardır. Bu durumda semavî olmayan dinler, buna inananlar, bu dinlerin görevlileri mabet ve eşyaları koruma dışı bırakılmışlardır. Yeryüzünde semavî kabul edilen dinler (Hıristiyanlık, İslamiyet, Yahudilik) yanında semavî olmayan dinler (Cainizm, Şintoizm, Budizm, Hindu dini, Konfüçyus dini gibi dinler) de mevcuttur. (Bu konuda bilgiler şu iki ansiklopediden sağlanmıştır: (1) Büyük Kültür Ansiklopedisi C. 4, sh. 1528, (2) Encyclopedia İnternational, C. 15, sn. 361). Bu dinlerin yeryüzünde milyonlarca ve hatta milyarlarca taraftarı mevcuttur. 1 A) Lâiklik, en basit anlamı ile din işleriyle dünya işlerini birbirinden ayırmak, sosyal, siyasal ve hukuki hayat ile din arasındaki ilişkiyi çizmek, yasalar açısından dinler arasında ayırım yapmamak, devlet ve yasalar önünde her dinin ayrı değere sahip olması anlamını taşır. (Bu anlam için bkz. Anayasa Mahkemesi'nin 21/10/1971 gün ve E. 1970/53, K. 1971/76 sayılı Kararı, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, sayı : 10, sh. 52; ayrıca : Niyazi Berkes, Teokrasi ve Lâiklik, İstanbul 1984, sh. 91; Ali Fuad Başgil, Din ve Lâiklik, İstanbul 1962, sh. 157. Anayasa'ya aykırılık konusu ele alındığında, Anayasa Mahkemesi'nin 1961 Anayasası yürürlükte iken verdiği bazı kararlardan da yararlanılmıştır. Bu kararlarda söylenenler, 1982 Anayasasının yürürlükte bulunduğu günümüzde de geçerlidir. Zira, Anayasa Mahkemesi lâiklik ile, din ve vicdan hürriyeti ile ilgili bu kararlarında genellikle 1961 Anayasa'sının Başlangıç hükümleri ile 2, 11, 12, 19 ve 153 üncü madde hükümlerine dayanmıştır. Bu maddelerin 1982 Anayasasında karşılığını oluşturan Başlangıç hükümleri ve 2, 10, 13, 24 ve 174 üncü madde hükümleri, konumuzu ilgilendiren hususları bakımından, 1961 Anayasasındaki hükümlerin aynısıdır. Herhangi bir değişiklik mevcut değildir. Bu nedenle bu konuda 1961 Anayasası hükümlerine dayanarak verilen kararlar ve gerekçeleri günümüzde de geçerlidir.Esas Sayısı : 1986/11 Karar Sayısı : 1986/26 2 O halde dinleri ve inanç sahiplerini semavî dinler ve ona inananlar ile semavî olmayan dinler ve onlara inananlar diye ikiye ayırmak, bunlara yasa ile farklı muamelede bulunmak lâiklik kavramına aykırıdır. Bu nedenle maddeler Anayasa'nın Başlangıç hükümlerine ve 2 nci maddesine aykırıdır. B) Keza, Anayasamızın 2 nci maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Hukuk devletinde, hukuk tarafından korunmayı kazanabilmek için belirli bir din ya da dinlerden olmak gerekmez. Oysa 175 ve 176 nci maddeler hukukî korunmayı sadece belirli dinler için öngörmüştür. Hukuk devleti fikri ile mevcut dinlerden birini ya da birkaçını tercih eylemi bağdaşamaz. (Bu konuda bkz. Faruk Erem, Türk Ceza Hukuku, C. III, Özel Hükümler, 3. Baskı Ankara 1985, sh. 201). Bu gerekçe ile de 175 ve 176 nci maddelerin yeni şekli Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırıdır. C) Anayasa'nın 10 uncu maddesi, herkesin .din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu hükme bağlamaktadır. İncelenen maddeler ise, Türkiye'deki kişileri inançlarına göre farklı görmektedirler. Eğer kişi semavî dine inanıyor ise, onun inancı korunmaya değerdir. Onun inancına küfredilmeyecek, ibadeti engellenemeyecek, inancı nedeni ile kınanamayacak, alaya alınamayacaktır. Aksi halde suç teşekkül edecektir. Yani kısacası devlet, semavî dinlere inananların inançlarını cezaî himayenin konusu kabul etmiştir. Buna karşın, semavî olmayan dinlere mensuplarının inancı ise cezaî himaye dışı bırakılmıştır. Semavî olmayan din mensuplarının ibadetleri engellenebilecek, inançları tezyif ve olay konusu yapılabilecektir. Zira böyle bir eylem suç değildir. Bu durum ise 10 uncu maddede öngörülen eşitliğe aykırıdır. Kişilerin inançları mensup oldukları din nedeniyle yasa tarafından farklı muameleye tâbi tutulmaktadır. O halde 175 ve 176 ncı maddeler bu açıdan Anayasa'nın 10 uncu maddesine aykırıdırlar. D) Anayasa'nın 24 üncü maddesi Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir demektedir. Bu maddenin öngördüğü din hürriyetini, TCK'nun 175 ve 176 ncı maddeleri korumakta idi. Son değişiklikten önce bu maddeler dinler arasında bir ayırım yapmadan din hürriyetini koruyan maddelerdi. Maddelerin eski halinde yer alan Devletçe tanınan dinler kavramı, gerek mehaz kanunundan, gerek Majno şerhinden, gerek Yargıtay Ceza Kanunu Komisyonunun 7 Eylül 1341 tarihli zabıtlarından ve gerekse takdir ve uygulamadan açıkça anlaşılacağı üzere, Türk devletinin temel nizamına aykırı olmayan dinler anlamını taşımakta idi. (Bkz. Faruk Erem, Türk Ceza Hukuku, C. III Özel Hükümler, 3. Baskı, Ankara 1985, sh. 203). Ve bu suretle Anayasal düzeni ile öngörülen sınır içinde kalan bütün dinler (mevcut ve ortaya çıkabilecek) açısından din hürriyeti eşit bir şekilde himaye edilmekte ve böylece Anayasa'nın 24 üncü maddesinde tanınan tahkim fiiliyatta varlığı sağlanmakta idi. Son değişiklik ile, semavî olmayan dinler, din hürriyetini sağlayan himayenin dışına çıkarılmakta; o semavî olmayan dinlere inanma hürriyeti zedelenmiştir. Zira artık bu dine mensup olanların ibadetleri engellenebilecek, inançları tezyif ve olay konusu yapılabilecektir. Bu durumda artık ülkemizde din hürriyeti herkes için mevcut değildir; sadece semavî dinlere inananlar için mevcuttur. Bu ise Anayasa'nın 24 üncü maddesine aykırıdır.Esas Sayısı : 1986/11 Karar Sayısı : 1986/26 3 2) 3255 sayılı Yasa ile değiştirilen 175 inci maddenin 3 üncü fıkrası Her kim bir kimseyi mensup olduğu dinin emirlerini yerine getirmesinden dolayı kınarsa cezalandırılır hükmünü getirmektedir. Fıkrada geçen dinin emirleri ibaresi geniş ve maksadı aşan yorumlara elverişli bir ibaredir. Bu ibare bu şekliyle dinin her türlü emri lâik hukuk sistemine ters düşse bile kayıtsız şartsız koruma altına almaktadır. Böylece madde, semavî dinlerin gereklerinin hiçbir sınırlamaya tabi olmadan yerine getirilmesi hakkını öngörmektedir. Çünkü, dinin yerine getirilen emrinin, Türk Anayasası'na, kamu düzenine, yasalarına uygun olup olmadığı aranmamaktadır. Davranışın, dinin emri olması onun kınanamaz dahi olması için yeterlidir. Kınamak ise hakaret demek değildir. Maddede bu durum tezyif sözcüğü ile ayrıca hükme bağlanmıştır. Kınamak ise Yapılan bir işin kötü olduğunu belirten bir biçimde söz söylemek, ayıplamak, takbih etmek demektir (Bkz. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, 7. Baskı, C. 1, sh. 697; keza aynı anlam : Okyar'ın Türkçe Sözlük, C. 2, sh. 1539). Kınamak sözcüğünün eski dildeki karşılığı olan takbih sözünün de çirkin görme, beğenmeme anlamını taşıdığı belirtilmiştir (Bkz. Osmanlıca Türkçe Sözlük, Ansiklopedik Lügat, Ferit Devellioğlu, Ankara 1962, sh. 1226). Görülmektedir ki, dinin her türlü emrine uyan davranışlar, eleştirinin dahi dışında bırakılmıştır. Bütün bunlar maddenin bu hükmünün, semavî dinlerin bütün emirlerinin (Türk yasalarına aykırı olsa dahi) korunmasını öngördüğünü göstermektedir. Oysa Anayasa'nın kabul ettiği din ve vicdan hürriyeti, böyle sınırsız, her şeyin hatta devlet düzeninin dahi üzerinde bir din hürriyeti değildir. Anayasa'nın 13 ve 14 üncü maddeleri nasıl ve nelerin dikkate alınarak sınırlama yapılacağını genel olarak belirtmişlerdir. Anayasa'nın 24 üncü maddesinin 2 nci fıkrası da yine sınırın mevcut olduğunu açıkça belirtmiştir. Başlangıç hükümleri ise Anayasa'nın Atatürk'ün inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda olduğunu, çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde bulunduğunu ifade etmektedir. Anayasa'nın 174 üncü maddesi de, Anayasa'nın temel amaçlarının Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâik niteliğini koruma olduğunu belirtmektedir. O halde bu Anayasal düzenin sağlanabilmesi, buna aykırı davranışların kınanabilmesine, eleştirilebilmesine bağlıdır. Herhangi bir dinin, Atatürk inkılâp ve ilkelerine, Türk toplumunun çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma seviyesine ve en önemlisi lâik düzene ters düşen hükümleri, emirleri: mevcut olabilir. Bu emirlere uymayı (yani Anayasamızın temel ilke ve amaçlarına ters davranışları) kınamayı (kötü gördüğünü söylemeyi) dahi yasaklamak, bu dini emirlere, Anayasa ilkeleri üzerinde yer vermek, Anayasa'ya aykırı bu davranışların yapılabileceğini hükme bağlamak demektir. Bu nedenlerle, 175 inci maddenin 3 üncü fıkrasında yeralan Her kim . bir kimseyi . mensup olduğu dinin emirlerini yerine getirmesinden . dolayı kınarsa cezalandırılır hükmü, Anayasamızın Başlangıç hükümlerine, 2, 13, 14, 24 ve 174 üncü madde hükümlerine aykırıdır | 1,294 |
Esas Sayısı : 2006/106 Karar Sayısı : 2009/124 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Anayasa Aykırı Olduğu Düşülen Metinler ve Gerekçeleri: A) 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunun 23. Maddesi 2. Fıkra (d) bendinde 'Suçun işlenmesiyle mağdurun veya kamunun uğradığı zararın, aynen iade, suçtan önceki hâle getirme veya tazmin suretiyle tamamen giderilmesi. Suçun işlenmesiyle kamunun uğradığı zarar miktarının belirlenememesi hâlinde, mahkemece takdir edilecek bir miktarda paranın bir defada Maliye veznesine yatırılması. Ancak bu koşul, çocuğun ailesinin veya kendisinin ekonomik durumunun elverişli olmaması hâlinde aranmayabilir.' 4. Fıkrasında 'İkinci fıkranın (d) bendinde belirtilen koşulun yerine getirilememesi hâlinde; denetimli serbestlik süresince sanığa aşağıdaki yükümlülüklerden biri yüklenerek, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilebilir: a) Suçun işlenmesiyle mağdurun veya kamunun uğradığı, zararın, aylık taksitler hâlinde ödenerek tamamen giderilmesi. b) Suçun işlenmesiyle kamunun uğradığı zarar miktarının belirlenememesi hâlinde, mahkemece takdir edilecek miktarda paranın aylık taksitler hâlinde Maliye veznesine yatırılması.' hükümleri getirilmiştir. Söz konusu metinlerin Anayasaya aykırı olduğu düşünülmüştür. Şöyle ki; 1) Her suçta zarar doğma hali olmadığından, yine de zarar doğmuş gibi hareket edip tazmini yoluna gitmenin hukuka uygun düşmeyeceği; 18 yaşından küçüklerin velayet vesayet altında oldukları düşünüldüğünde, zararın giderilmesi halinin suça sürüklenen çocuğa değil, onun bakımını üstlenen veli veya vasinin insiyatifine bırakılmasına neden olacağından belirtilen maddelerin Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, 36/1 maddesindeki adil yargılama ilkesine, 38/6 maddesindeki ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine, 61/4 maddesindeki korunmaya muhtaç çocukların topluma kazandırılması ilkesine aykırı olduğu, 2) Suça konu zararın giderilmesi için hukuk mahkemelerine dava açılması ve cebri icra yoluna gidilmesi halinde gerekli harç ve benzerlerinin alınması icap ettiği halde, ceza mahkemesi aracılığıyla tazmin halinde harç ve benzerleri alınmayıp devletin vergi zıyaı olacağından, belirtilen maddelerin Anayasanın 10. maddesindeki, kanun önünde eşitlik ilkesine, 73. maddesindeki herkesin gücü ölçüsünde vergi vermesi ilkesine aykırı olduğu, 3) Ceza hukukuna ilişkin asıl mesele çözüldüğü halde sırf zarara ve tazminat miktarına ilişkin olarak gerekli tespit yapılması için yargılamaya devam edilip, özel hukuk alanına giren bir mesele nedeniyle ceza yargılamasının uzamasına sebebiyet verilebileceği, aylık taksitlendirme halinde herhangi bir kriter öngörülmediğinden, mahkemece örneğin 1000 eşit taksitte alınması gibi hüküm kurulabileceği, bu halde davanın gereksiz yere sürüncemede kalması sonucu ortaya çıkabileceğinden, belirtilen maddelerin Anayasanın 141/sonEsas Sayısı : 2006/106 Karar Sayısı : 2009/124 2 maddesindeki yargılamanın en az giderle hızlı bir şekilde sonuçlandırılması ilkesine aykırı olduğu, B) 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 73/8 maddesinde; '(8) Suçtan zarar göreni gerçek kişi veya özel hukuk tüzel kişisi olup, soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı bulunan suçlarda, failin suçu kabullenmesi ve doğmuş olan zararın tümünü veya büyük bir kısmını ödemesi veya gidermesi koşuluyla mağdur ile fail özgür iradeleri ile uzlaştıklarında ve bu husus Cumhuriyet savcısı veya hâkim tarafından saptandığında kamu davası açılmaz veya davanın düşürülmesine karar verilir'. hükmü getirilmiştir. Söz konusu metinlerin Anayasaya aykırı olduğu düşünülmüştür. Şöyle ki; 1) Uzlaşmanın failin suçu kabullenmesi şartına bağlı olmasının sanığın savunma hakkını kullanmasına engel olabileceği, sanığın suçlamayı kabul etmeyip ancak suçtan doğacak zararı gidermeyi kabul edeceği haller olabileceği; başlangıçta suçu kabul edip uzlaşma yoluna giden ve daha sonra uzlaşamayan sanığın bu psikolojik baskı altında savunmada bulunması halinde savunmanın gerçeği yansıtmayabileceği; sanığın 18 yaşından küçük olduğu da düşünüldüğünde psikolojik etkilenmesinin daha fazla olabileceğinden, belirtilen maddelerin Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine, 36/1 maddesindeki adil yargılama ilkesine, 38/5 maddesindeki hiç kimsenin kendisini suçlayan beyanda bulunmaya zorlanamaz ilkesine aykırı olduğu, 2) Suça konu zararın giderilmesi için hukuk mahkemelerine dava açılması ve cebri icra yoluna gidilmesi halinde gerekli harç ve benzerlerinin alınması icap ettiği halde, ceza mahkemesi aracılığıyla tazmin halinde harç ve benzerleri alınmayıp devletin vergi zıyaı olacağından, belirtilen maddelerin Anayasanın 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine, 73. maddesindeki herkesin gücü ölçüsünde vergi vermesi ilkesine aykırı olduğu, C) 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun 253. maddesi 2 ve 3. fıkralarında: (2) Fail, suçu ve fiilinden doğmuş olan maddî ve manevî zararın tümünü veya bunun büyük bir kısmını ödemeyi veya zararları gidermeyi kabullendiğinde durum, mağdura veya varsa vekiline veya kanunî temsilcisine bildirilir. (3) Mağdur, verilmiş olan zararın tümüyle veya büyük bir kısmı itibarıyla giderildiğinde özgür iradesi ile uzlaşacağını bildirirse, soruşturma sürdürülmez. hükümleri getirilmiştir. Söz konusu metinlerin Anayasaya aykırı olduğu düşünülmüştür. Şöyle ki; 1) Uzlaşmanın failin suçu kabullenmesi şartına bağlı olmasının sanığın savunma hakkını kullanmasına engel olabileceği, sanığın suçlamayı kabul etmeyip ancak suçtan doğacak zararı gidermeyi kabul edeceği haller olabileceği; başlangıçta suçu kabul edip uzlaşma yoluna giden ve daha sonra uzlaşamayan sanığın bu psikolojik baskı altında savunmada bulunması halinde savunmanın gerçeği yansıtmayabileceği; sanığın 18 yaşından küçük olduğu da düşünüldüğünde psikolojik etkilenmesinin daha fazla olabileceğinden, belirtilen maddelerin Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine, 36/1 maddesindeki adil yargılama ilkesine, 38/5 maddesindeki hiç kimsenin kendisini suçlayan beyanda bulunmaya zorlanamaz ilkesine aykırı olduğu. Esas Sayısı : 2006/106 Karar Sayısı : 2009/124 3 2) Suça konu zararın giderilmesi için hukuk mahkemelerine dava açılması ve cebri icra yoluna gidilmesi halinde gerekli harç ve benzerlerinin alınması icap ettiği halde, ceza mahkemesi aracılığıyla tazmin halinde harç ve benzerleri alınmayıp devletin/vergi zıyaı olacağından, belirtilen maddelerin Anayasanın 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine, 73. maddesindeki herkesin gücü ölçüsünde vergi vermesi ilkesine aykırı olduğu, D) 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun 255. Maddesi 1. fıkrasında, '(1) Aralarında iştirak ilişkisi olsun veya olmasın birden çok kişi tarafından işlenen suçlarda, ancak uzlaşan kişi uzlaşmadan yararlanır.' hükmü getirilmiştir. Söz konusu metinlerin Anayasaya aykırı olduğu düşünülmüştür. Şöyle ki; 1) Maddede sanıklardan birisinin tüm zararı ödemesi halinde bu sanığın uzlaşmadan yararlanacağı diğer sanığın yararlanamayacağı belirtildiği, sanıklardan birisinin uzlaşmasından sonra diğer sanığında uzlaşmayı kabul ettiğinde bu sanık tarafından giderilecek zarar kalmayacağı için, sanık hakkında uzlaşma hükümlerinin uygulanmasında sorun çıkabileceği, bu sanık tarafından da zarar giderildiğinde müştekinin aynı konuda birden fazla tazminat alıp haksız ve sebepsiz yere zenginleşmesi olabileceğinden, belirtilen maddelerin Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu düşünülmüştür. Yukarıda açıklanan nedenlerle, belirtilen maddelerin Anayasaya aykırılıkları yönünden Anayasanın 152. maddesi uyarınca gerekli incelemenin Anayasa Mahkemesince yapılması saygıyla arz olunur.' | 959 |
Esas Sayısı : 1997/37 Karar Sayısı : 1997/69 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ Yürürlüğün durdurulması istemini de içeren 28.3.1997 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 5.2.1997'de TBMM'de kabul edilen Sosyal Sigortalar Kurumu Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi ve Bu Kanuna Bir Geçici Madde Eklenmesi Hakkında Kanun, 25 Şubat 1997 tarihli ve 22906 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Ülkemizde sosyal güvenlik kurumları fon değerlendirme modeli temeline dayalı olarak kurulduğundan Sosyal Sigortalar Kurumuna varlıklarını satma yetkisi verilmemişti. Son yıllarda fon değerleme modelinin uygulanamaz duruma gelmesiyle kurumun varlıklarının satılabilmesi için 4228 sayılı Yasa çıkarılmıştır. 4228 sayılı Yasa, SSK Yönetim Kuruluna, kurum adına gayrimenkul alınması, satılması ve idare edilmesi hakkında kararlar vermek yetkisi tanımakta ve 4792 sayılı Yasaya geçici 9 uncu madde ekleyerek sosyal tesisler ve konutlar da dahil olmak üzere Kurumun mülkiyetinde bulunan gayrimenkullerin satılarak değerlendirilmesi ile ilgili bazı usul ve esasları hükme bağlamaktadır. Bu maddenin (c) bendinde gayrimenkullerin satışının açık arttırma ile yapılacağı ve satış usul ve esaslarının yönetmelikle belirleneceği belirtilmiştir. Aşağıda 4228 sayılı Yasa'nın 2 nci maddesinin Anayasa'ya aykırılık nedenleri açıklanmaktadır: I. Anayasa'nın Başlangıç Bölümünün 4. Fıkrasına ve 6 ncı , 7 nci, 8 inci Maddelerine Aykırılık 4228 sayılı Yasa, Sosyal Sigortalar Kurumunun mülkiyetinde bulunan gayrimenkullerin satılarak değerlendirilebilmesi amacıyla çıkarılmıştır. Sosyal Sigortalar Kurumu, 2886 sayılı Devlet İhale Yasasının kapsamı dışında kaldığından fon değerleme esası temeli üzerine kurulmuş olan kurumun varlıklarının satılabilmesi için yasal düzenleme zorunluluğu açık olarak ortaya çıkmaktadır. 4228 sayılı Yasa'nın 1 inci maddesi, SSK Yönetim Kuruluna, Kurum adına gayrimenkul alınması, satılması ve idare edilmesi hakkında kararlar vermek yetkisini tanımakta; 2 nci madde de 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu Kanununa Geçici 9 uncu madde ekleyerek, sosyal tesisler ve konutlar dahil kurumun mülkiyetinde bulunan gayrimenkullerin satılarak değerlendirilmesine ilişkin bazı usul ve esasları belirlemektedir. Bu maddenin (c) bendinde, gayrimenkullerin satışının açık arttırma ile yapılacağı ve gayrimenkullerin satışına ilişkin usul ve esasların yönetmelikle belirleneceğini hükme bağlamaktadır. Bu madde kendi içinde çelişkili olduğu gibi sözü edilen yönetmeliğin kim tarafından çıkarılacağı da belli edilmemiştir. SSK gayrimenkullerinin satılması ile ilgili usul ve esasların yönetmelikle değil yasa ile belirlenmesi Anayasal açıdan zorunludur. Öte yandan 2 nci maddenin (b) bendinde satışına karar verilen gayrimenkullerin rayiç bedelden daha düşük fiyatla satılmayacağı belirtildikten sonra (d) bendinde satışların peşin veya taksitle yapılması hususunun yönetim kurulunca ihaleden önce karara bağlanacağı hükmü yerEsas Sayısı : 1997/37 Karar Sayısı : 1997/69 2 almıştır. Taksitli satışlarda faiz ve vade farkı alınıp alınmayacağı yasaya konulmamıştır. Satışın temel unsurlarından biri yasada düzenlenmemiştir. 4228 sayılı Yasa'nın, SSK.'nın mülkiyetinde bulunan gayrimenkullerin satış usul ve esaslarını belirleyen 2 nci maddesi, 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası'na geçici 9 uncu madde eklemektedir. Dolayısıyla bu hükümler Yönetim Kurulu'nun satış yetkisini kullanacağı zaman uygulanacak sürekli bir düzenleme değil, geçici madde özelliğini taşımaktadır. 4228 sayılı Yasa, 1 inci ve 2 nci maddesi ile SSK Yönetim Kuruluna Anayasal yetki devri koşullarına uygun olmayan bir yoldan yetki devretmiştir. Anayasa'nın Başlangıç Bölümünün 4 üncü fıkrasında, kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda olduğu hükme bağlanmıştır. Anayasa'nın 2 nci maddesinde de Türkiye Cumhuriyeti'nin hukuk devleti olduğu açık olarak belirtilmiştir. Hukuk devletinde devleti yönetenler, Anayasa'ya ve yasalara bağlıdır ve saygılıdır. 4228 sayılı Yasa ile SSK Yönetim Kuruluna SSK varlıklarının satılması konusunda verilen yetki, Anayasa'nın öngördüğü yetki devri koşullarına uygun düşmemektedir. Öte yandan, Anayasa'nın 6 ncı maddesi, hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisini kullanmayacağını (f), Anayasa'nın 7 nci maddesi de yasama yetkisinin TBMM'nin olduğunu, bu yetkinin devredilemeyeceğini hükme bağlamıştır. 4228 sayılı Yasa'nın 1 inci ve 2 nci maddeleri, Sosyal Sigortalar Kurumunun gayrimenkullerinin SSK Yönetim Kurulu tarafından ve yönetmelikle belirlenecek usul ve esaslara göre satılmasını hükme bağladığından yasama yetkisini Anayasa'ya aykırı biçimde devretmiş olmaktadır. Oysa ki Anayasa'nın 8 inci maddesine göre, yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir. 4228 sayılı Yasa'nın 1 inci ve 2 nci maddeleri, Anayasa'nın Başlangıç Bölümünün 4 üncü fıkrasına ve 6 ncı, 7 nci, 8 inci maddelerine aykırılık taşımaktadır. II. Anayasa'nın 35. Maddesine Aykırılık Anayasa'nın 35 inci maddesi, mülkiyet hakkını Anayasal bir kurum olarak düzenlemekte ve Anayasal güvenceye bağlamaktadır. Bu maddeye göre, herkes mülkiyet hakkına sahiptir; bu hak kamu yararı amacıyla yasa ile sınırlanabilir ve bu hakkın kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. SSK'nun gayrimenkullerinin satılması, kamu mülkiyeti konusunda sınırlama getirmektedir. Bu satışa ilişkin usul ve esasların sadece biçimsel olarak değil gerçek anlamda yasa ile düzenlenmesi, Anayasa'nın 35 inci maddesinin gereğidir. Anayasa'nın 35 inci maddesinin kişiler için öngördüğü güvenceden malik sıfatıyla devletin ve diğer kamu kuruluşlarının yararlanması doğaldır. Çünkü 35 inci maddede; gerçek kişi tüzel kişi ayrımı yapılmaksızın, mülkiyet hakkı herkes için öngörülmüştür. Bu maddenin gerekçesinde malik sıfatını taşıyan gerçek ve tüzel kişilerin bu güvenceden yararlanabilecekleri ve onu dermeyan edebilecekleri açık olarak belirtilmiştir. 4228 sayılı Yasa ile SSK'nın satılmak istenen gayrimenkulleri, 4792 sayılı Yasa'nın 20 nci maddesi uyarınca kurumun yedek akçelerinin yatırıldığı değerlerdir. Bunlar, SSK'nın sigortalılara karşı yükümlülüklerini yerine getirmesinin güvencesidir. 4228 sayılı Yasa, SSK'nın hizmet binaları dahil bütün gayrimenkullerini satış kapsamına almaktadır. Fon birikimi sistemi temeline dayalı olarak kurulan Sosyal Sigortalar Kurumu'nun gayrimenkullerinin salt gelir amaçlı olarak, ne pahasına olursa olsun zihniyetiyle ve Anayasal yetki devri koşullarına aykırı olarak satılması, 4228 sayılı Yasa'nın 1 inci ve 2 nci maddelerini Anayasa'nın 35 inciEsas Sayısı : 1997/37 Karar Sayısı : 1997/69 3 maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarına aykırı kılmaktadır. Çünkü, böyle bir satış işlemine ilişkin usul ve esasların yasa ile belirlenmesi zorunlu olduğu gibi bu yoldan yapılacak satış işleminin toplum yararına olduğunu ileri sürmekte mümkün değildir. III. Anayasa'nın 153 üncü Maddesine Aykırılık Anayasa'nın 153 üncü maddesinin son fıkrasına göre, Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar. Anayasa Mahkemesi, pek çok kararında kamu varlıklarının satışı konusunda yasa ile yetkilendirmenin yasa ile düzenleme anlamına gelmediğini, yasa ile yetkilendirmenin Anayasa'ya aykırılık oluşturduğunu karara bağlamıştır. 4228 sayılı Yasa yasa ile düzenleme yapmamıştır. Yüksek Mahkeme en son emsal kararını 12.12.1998 tarihinde 4182 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Taşınmaz Mallarının Satışı Hakkında Kanun ile ilgili olarak vermiş ve yürürlüğün durdurulması istemini kabul etmiştir. (E.1996/64, K.1996/9, RG. 14 Aralık 1996) 4228 sayılı Yasa'nın 1 inci ve 2 nci maddeleri, Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasına da aykırıdır. IV. Yürürlüğün Durdurulması İstemi Anayasa Mahkemesi ilk kez 509 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin iptali için açılan davada yürürlüğün durdurulması kararı vermiş, daha sonra açılan iptal davalarında da aynı yönde ya da yürürlüğün durdurulmasının reddi yönünde kararlar vermiştir. Yüksek Mahkeme son olarak; 4182 sayılı Kanunun Anayasa'ya aykırılığını saptamış ve gerekçeli karar yayımlanıncaya kadar yürürlüğün durdurulmasına karar vermiştir. Bu davada da yürürlüğün durdurulması istemi vardır. İptal istenen 4228 sayılı Yasa, SSK Yönetim Kurulu'na, Bakanlar Kurulu'na bile verilemeyecek gayrimenkullerin satış usul ve esaslarını belirleme yetkisi vermektedir. İptali istenen 4228 sayılı Yasa'nın 1 inci ve 2 nci maddelerinin, iptal hükmü verilinceye kadar uygulanması durumunda, giderilmesi olanaksız zararlar ortaya çıkabilecek ve çok açık hukuka aykırılık da söz konusu olacaktır. Böyle bir durumda iptal davası ile amaçlanan adaletsizliğin giderilmesi, tamamen ya da kısmen gerçekleşmeyecektir. Bu nedenle, yürürlüğün durdurulması isteminde bulunulmaktadır. Sonuç Yukarıda belirtilen nedenlerle 4228 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi ve Bu Kanuna Bir Geçici Madde Eklenmesi Hakkında Kanun, dilekçemizde Anayasa'nın Başlangıç Bölümünün 4 üncü Fıkrasına, 2., 6., 7., 8., 35. ve 153. maddelerine aykırı olduğu belirtilen 1 inci ve 2 nci maddelerin İPTALİNE, gerekçeli iptal kararı Resmî Gazetede yayımlanıncaya kadar geçecek sürede bu hükümlerin uygulanması açıkça hukuka aykırı olacağından ve giderilmesi mümkün olmayacak zararlara yol açacağından Yürürlüğün Durdurulmasına karar verilmesini saygılarımızla arz ederiz. | 1,219 |
Esas Sayısı : 2009/30 Karar Sayısı : 2011/76 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: '' III. GEREKÇE 1) 18.02.2009 tarihli ve 5838 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanununun 22 nci maddesi ile 12.4.2000 tarihli ve 4562 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanununun geçici 7 nci maddesine eklenen fıkradaki; a 'mülkiyete yönelik Hazinece dava açılmaz, açılmış davalardan vazgeçilir,' ile b 'açılan davalar sonunda bu taşınmazların mera olarak sınırlandırılmasına ve özel sicile yazılmasına dair verilen ve kesinleşen mahkeme kararları uygulanmaz ve bu kararlar uyarınca tapu kütüklerine konulan şerhler terkin edilir' tümcelerinin Anayasa'ya aykırılığı a 'mülkiyete yönelik Hazinece dava açılmaz, açılmış davalardan vazgeçilir,' tümcesinin Anayasa'ya aykırılığı İptali istenen bu tümce ile, Organize Sanayi Bölgelerinin bulunduğu alanlardaki mera vasıflı taşınmazlar hakkında, mülkiyete yönelik Hazinece dava açılamayacağı, açılmış davalardan da vazgeçileceği öngörülmektedir. Anayasanın 45 inci maddesinin birinci fıkrasında, 'Devlet, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır' hükmüne yer verilmiştir. Bu maddenin gerekçesinde de aynen, 'Madde, Devlet'e tarım arazilerinin ve çayırlarla meraların amaç dışı kullanılmasını önleme görevini yüklemektedir. Bu ifade ile amaçlanan; tarım arazilerinin endüstri ve şehirleşme sebebiyle yok edilmesinin önlenmesidir. Devlet, bu amaçla yasal düzenlemeler yapmalıdır' denilmiştir. Bu gerekçeden de anlaşılacağı üzere, Devlet'e, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tarım arazilerinin endüstri ve şehirleşme nedeniyle yok edilmesinin önlenmesi görevi verilmiştir. Organize Sanayi Bölgelerinin bulunduğu alanlardaki mera vasıflı taşınmazlar hakkında; mülkiyete yönelik Hazinece dava açılmaz, açılmış davalardan vazgeçilir kuralı ile meraların endüstri nedeniyle yok edilmenin önü açılmaktadır. Bu nedenle iptali istenen tümce, Anayasa'nın 45 inci maddesine aykırıdır. b 'açılan davalar sonunda bu taşınmazların mera olarak sınırlandırılmasına ve özel sicile yazılmasına dair verilen ve kesinleşen mahkeme kararları uygulanmaz ve bu kararlar uyarınca tapu kütüklerine konulan şerhler terkin edilir' tümcesinin Anayasa'ya aykırılığıEsas Sayısı : 2009/30 Karar Sayısı : 2011/76 2 İptali istenen bu tümce de, yukarıda (a) başlığı altından belirtilen nedenlerle Anayasa'nın 45 inci maddesine aykırı olduğu gibi ayrıca Anayasa'nın 138 inci maddesine de ters düşmektedir. 'Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında tanımlandığı gibi, hukuk devleti; İnsan haklarına saygı gösteren, bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran, bunu sürdürmeye kendisini yükümlü sayan, bütünüyle hukuka uyan devlet demektir. Hukuk devleti niteliğini kazanmanın vazgeçilmez koşullarından birisi mahkeme kararlarına uyulma zorunluluğudur. Anayasanın 138. maddesinde; Yasama ve yürütme organları ile idarenin, mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu, bu organlar ve idarenin, mahkeme kararlarını hiç bir surette değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceği öngörülmüştür. Bu kural gereğince yasama organının yapacağı düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen yargı kararlarını etkisiz kılacak biçimde yasa çıkarmamak yükümlülüğü vardır.' (Anayasa Mahkemesi'nin 24.12.2003 tarihli ve E.2002/43, K.2003/103 sayılı kararı). Bu nedenle, kesinleşen mahkeme kararları uygulanmayacağını ve bu kararlar uyarınca tapu kütüklerine konulan şerhlerin terkin edileceğini öngören iptali istenen tümcenin, Anayasanın 138 nci maddesine de aykırı olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle çelişmesine yol açacak ve dolayısı ile Anayasanın 2 nci maddesinin yanısıra, 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Bu nedenle iptali istenen tümceler, Anayasa'nın 2 nci ve 11 inci maddelerine de aykırıdır. Açıklanan nedenlerle, 18.02.2009 tarihli ve 5838 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanununun 22 nci maddesi ile 12.4.2000 tarihli ve 4562 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanununun geçici 7 nci maddesine eklenen fıkradaki; a 'mülkiyete yönelik Hazinece dava açılmaz, açılmış davalardan vazgeçilir,' tümcesi, Anayasa'nın 2 nci. 11 inci ve 45 inci maddelerine aykırı olduğundan, b 'açılan davalar sonunda bu taşınmazların mera olarak sınırlandırılmasına ve özel sicile yazılmasına dair verilen ve kesinleşen mahkeme kararları uygulanmaz ve bu kararlar uyarınca tapu kütüklerine konulan şerhler terkin edilir' tümcesi, Anayasa'nın 2 nci, 11 inci, 45 inci ve 138 inci maddelerine aykırı olduğundan, iptal edilmeleri gerekmektedir. 2) 18.02.2009 tarihli ve 5838 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanununun 32 nci maddesinin (17) numaralı fıkrasının (b) bendinin Anayasa'ya aykırılığıEsas Sayısı : 2009/30 Karar Sayısı : 2011/76 3 Tarihi ve doğal mirasın devlet koruması altına alınması büyük önem arz etmekte, tarihi ve doğal miras koruma altına alınırken bireylerin mülkiyet hakkı da gözetilmektedir. Anayasamızda mülkiyet hakkı, temel hak ve özgürlüklerin kapsamına alınarak koruma altına alınmıştır. Taşınmazları doğal ve arkeolojik sit alanı kapsamında bulunan bireylerin mülkiyet haklarının korunarak aynı zamanda bu taşınmazların devlet koruması altına alınması, sosyal hukuk devletinin gereğidir. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, doğal, arkeolojik ve kentsel sit alanında kalan taşınmazların hukuki durumlarını düzenlemektedir. Bu düzenlemelere göre, taşınmazı I. ve II. derece arkeolojik ve doğal sit alanında kalan taşınmaz sahibi birey, söz konusu taşınmazı üzerinde inşaat yapamamaktadır. Sit alanı kapsamında taşınmazı bulunan bireylerin, tasarrufta bulunmalarım kısıtlayan bu düzenleme ve koruma hükümlerinin mülkiyet hakkını ortadan kaldırmaması adına, bu tür taşınmazların Hazine taşınmazları ile takas edilmesi yöntemi kabul edilmiştir. Nitekim, iptali istenen bu kural ile yürürlükten kaldırılan 4706 sayılı Hazineye Ait Taşınmaz Malların Değerlendirilmesi ve Katma Değer Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 'Sit Alanlarında Kalan Taşınmaz Mallar' başlıklı 6 ncı maddesi, '21.7.1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu uyarınca, sit alanı ilan edilmiş ve onanlı koruma amaçlı imar planında kesin inşaat yasağı getirilmiş arsa ve arazilerin, Hazineye ait taşınmazlarla değiştirilmesi işlemlerinde, taşınmaz maliklerinin kabul etmesi halinde Hazineye ait taşınmazların satış işlemlerinde ödeme aracı olarak kabul edilmek üzere, taşınmazın bedelini gösteren bir belge verilir. Belgenin işleme tabi tutulacağı tarihteki bedeli, belgede yazılı bedele kıymet takdir tarihinden itibaren kanuni faiz uygulanmak suretiyle tespit edilir.' hükmüne amirdi. Bu kural ile öngörülen sistem şöyle işletilmekteydi: Taşınmazı I. ve II. derece doğal ve arkeolojik sit alam kapsamında bulunan ve takas yapmak isteyen vatandaş, önce Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne başvuru yapmakta, başvurusu üzerine taşınmaza ait 1/1000 ölçekli koruma amaçlı imar planı hazırlanıyordu. Gerekli plan ve evrakları tamamlanan takas dosyası, Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü'ne iletilmekte, Genel Müdürlük talimatıyla taşınmaza 2886 sayılı yasa uyarınca kıymet takdiri yapılmakta, kıymet takdir kararı, taşınmaz sahibine bildirilmekte, bedeli kabul etmesi halinde, söz konusu bedel üzerinden taşınmaz sahibi adına 'sertifika' adı verilen ve taşınmazın değerini gösteren belge düzenlenmekte idi. 4706 sayılı Yasa'nın 6 ncı maddesinde düzenlenen bu belge, Hazineye ait taşınmazların satış ihalelerinde ödeme aracı olarak kullanılabilmekte idi. Böylece, Hazineden alınan taşınmaz ile sit alanında kalan taşınmaz trampa edilebiliyordu. Bu suretle gerek taşınmazı sit alanında bulunan taşınmaz sahiplerinin mülkiyet hakkı korunmakta, gerek tarihi ve doğal sit özelliği taşıyan alanlar devlet tarafından koruma altına alınmaktaydı. 5838 sayılı Yasa'nın 32 nci maddesinin 17 numaralı fıkrasının iptali istenen (b) bendi hükmü ile sertifika düzenlenmesini öngören söz konusu yasa maddesi yürürlükten kaldırılmış. Esas Sayısı : 2009/30 Karar Sayısı : 2011/76 4 dolayısıyla mevcut sistem ortadan kaldırıldığı halde, sit alanlarının değerlendirilmesi ve taşınmaz sahiplerinin hakları konusunda yeni bir düzenleme getirilmemiştir. Anayasa'nın 35 inci maddesinde mülkiyet hakkı, 63 üncü maddesinde tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması düzenlenmiştir. Anayasa ile koruma altına alınan ve düzenlenen iki önemli konuyu da kapsayan söz konusu düzenlemenin kaldırılması 'Yasaların kamu yararına dayanması' ilkesi ile bağdaşmaz. 'Anayasa'nın 2. maddesinde öngörülen hukuk devleti ilkesi, yasaların kamu yararına dayanması ögesini içerdiği gibi, yasama organı tarafından konulacak kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçülerinin gözönünde tutulmasının gerekliliği, yine bu ilkenin doğal bir yansımasıdır. Bu ölçütler ise hukuk kurallarının korunmasında birbiriyle çatışan yararların uzlaştırılmasını zorunlu kılar.'(Anayasa Mahkemesi'nin 29.12.2004 tarihli ve E.2002/39, K.2004/125 sayılı kararı). Taşınmaz sahiplerinin yararları ile sit alanlarının korunmasındaki devlet yararını diğer bir anlatımla çatışan yararların uzlaştırılması öngören bir yasa kuralını(4706 sayılı Yasa'nın 6 ncı maddesini) ortadan kaldıran ve bu konuda yeni bir düzenleme de getirmeyen iptali istenen kuralın kamu yararına dayanmadığı ve dolayısıyla Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırı olduğu çok açıktır. Diğer taraftan iptali istenen kural, Yasa'nın yayımı 5838 sayılı Yasa'nın yürürlük tarihinden önce düzenlenen sertifika sahiplerinin kazanılmış haklarını da ortadan kaldırmaktadır. Hukuk devletinin temel unsurları arasında 'kazanılmış haklara saygı' yer almaktadır. Bu nedenle de iptali istenen kural, Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırıdır. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle çelişmesine yol açacak ve dolayısı ile Anayasanın 2 nci maddesinin yanısıra, 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 18.02.2009 tarihli ve 5838 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanununun 32 nci maddesinin (17) numaralı fıkrasının (b) bendi Anayasa'nın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 18.02.2009 tarihli ve 5838 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanununun 22 nci maddesi ile 12.4.2000 tarihli ve 4562 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanununun geçici 7 nci maddesine eklenen fıkradaki tümcelerin, Anayasanın 'çayır ve meraların amaç dışı kullanılması ve tahribinin önlenmesi için devleti gerekli tedbirleri alması için görevlendiren' 45 inci maddesine açıkça aykırılığı ortadadır. Ancak Anayasanın 153 üncü maddesindeki 'iptal kararlarının geriye yürümezliği' kuralı karşısında, doğal kaynaklarımızı işgal edip el koyanlar, söz konusu tümcelerin getirdiği hükümlere dayanarak iptal kararı yayımlanıncaya kadar çayır ve meralarımızda mülkiyet tesis edebileceklerdir. Bu nedenle giderilmesi olanaksız durum ve zararlar doğacağından, iptal davası sonuçlanıncaya kadar iptali istenen söz konusu tümcelerin yürürlüklerinin durdurulması gerekmektedir.Esas Sayısı : 2009/30 Karar Sayısı : 2011/76 5 Öte yandan, Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde subjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle 18.02.2009 tarihli ve 5838 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanununun; 1) 22 nci maddesi ile 12.4.2000 tarihli ve 4562 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanununun geçici 7 nci maddesine eklenen fıkradaki; a 'mülkiyete yönelik Hazinece dava açılmaz, açılmış davalardan vazgeçilir,' tümcesi, Anayasa'nın 2 nci. 11 inci ve 45 inci maddelerine aykırı olduğundan, b 'açılan davalar sonunda bu taşınmazların mera olarak sınırlandırılmasına ve özel sicile yazılmasına dair verilen ve kesinleşen mahkeme kararları uygulanmaz ve bu kararlar uyarınca tapu kütüklerine konulan şerhler terkin edilir' tümcesi, Anayasa'nın 2 nci, 11 inci, 45 inci ve 138 inci maddelerine aykırı olduğundan, 2) 32 nci maddesinin (17) numaralı fıkrasının (b) bendi Anayasa'nın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan, iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.' | 1,743 |
Esas Sayısı : 2014/52 Karar Sayısı : 2014/139 1 II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ A E.2014/52 sayılı başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Davacı ŞTİ. tarafından .plakalı aracının trafikten 60 gün süreyle men edilmesi ve adına 2.102. TL trafik para cezası verilmesinden dolayı İSTANBUL VALİLİĞİ'ne karşı 08.10.2013 tarihinde açılan davada, bahse konu idari yaptırımların uygulanmasına dayanak teşkil eden 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun ek 2. maddesine 31.05.2012 tarih ve 6321 sayılı Kanunun 3. maddesi ile eklenen 'İlgili belediyeden izin veya ruhsat almaksızın, belediye sınırları dâhilinde ticari amaçlı yolcu taşıyan kişiye, araç sahibine, bağlı bulunduğu durak, işyeri ve işletmelerin sorumlularına birinci fıkrada gösterilen idari para cezası üç kat olarak, fiilin işlendiği tarihten itibaren bir yıl içinde tekerrürü halinde ise beş kat olarak uygulanır. Ayrıca, araç her defasında altmış gün süre ile trafikten men edilir. Hükmünün Anayasanın 2. ve 38. maddelerine aykırı olması sebebiyle bu konuda Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. 2709 sayılı T.C. Anayasasının 2. maddesinde 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.' hükmü yer almaktadır. Söz konusu anayasal metinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerde olduğu gibi idari yaptırımlar açısından da Anayasa'ya ve ceza hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla hangi eylemlerin kabahat sayılacağı, bunlara uygulanacak yaptırımın türü ve ölçüsü, yaptırımın ağırlaştırıcı ve hafifleştirici nedenlerinin belirlenmesi gibi konularda kanun koyucunun takdir yetkisine sahip olduğu muhakkaktır. Anayasa'nın 38. maddesinin yedinci fıkrasında, Ceza sorumluluğu şahsidir. denilerek herkesin, kendi eyleminden sorumlu tutulacağı, başkalarının suç oluşturan eylemlerinden dolayı cezalandırılmayacağı kabul edilmiş bulunmaktadır. Söz konusu hüküm ile Anayasada ifade bulan ceza sorumluluğunun şahsiliği, bilindiği üzere ceza hukukunun temel kurallarından olup, idari yaptırım öngören yasa normlarında da söz konusu ilke ile güdülen amacın yani bir kimsenin işlemediği bir fiilden dolayı cezalandırılmaması hususunun dikkate alınması gerekmektedir. Başka bir ifade ile bir kimsenin başkasının fiilinden sorumlu tutulmaması, asli ve fer'i failden başka kişilerin bir suç/kabahat sebebiyle cezalandırılmamaları gerekmektedir. Nitekim, Anayasa'nın 38. maddesinin yedinci fıkrası ile ilgili gerekçede de, fıkra, ceza sorumluluğunun şahsi olduğu; yani failden gayri kişilerin bir suç sebebiyle cezalandırılmayacağı hükmünü getirmektedir. Bu ilke dahi ceza hukukuna yerleşmiş ve 'kusura dayanan ceza sorumluluğu' ilkesine dahil, terki mümkün olmayan bir temel kuralıdır. denilmekte olup, Anayasanın 38. maddesinde idari ve adli cezalarEsas Sayısı : 2014/52 Karar Sayısı : 2014/139 2 arasında bir ayrım yapılmaması da idari yaptırımlarında bu maddede öngörülen ilkelere tâbi olduğunu göstermektedir. Mahkememiz nezdindeki ihtilaf konusu işlemlere dayanak alındığı görülen itiraz konusu kural uyarınca, araç maliki, işletmesinin faaliyet alanı ile ilgili olarak mülkiyetindeki . plakalı aracı kira sözleşmesi uyarınca belirli bir süre (12 aylığına) ile kiralaması sonrası, araç kiralayan şahsın 2918 sayılı Kanunun ek 2. maddesinde izin belgesi almaksızın korsan taşımacılık yaptığının tespiti üzerine eylemden haberi olmayan araç sahibinin kusurunun bulunup bulunmadığı iradesinin olup olmadığı dikkate alınmaksızın yaptırıma (aracının 60 gün süreyle trafikten men edilmesi ve adına aynı hüküm uyarınca 2013 yılı için 2.102. TL para cezası ile cezalandırılması) tabi tutulmuştur. Aracı kiralamak suretiyle zilyetliğinde bulunduran şahsın sarih beyanı yahut trafik polisince ticari amaçlı kullanım olarak değerlendirilmesi halinde tescil plakası sahiplerinesadece ruhsat sahibi olmaları nedeniyle işlemediği bir fiilden dolayı yaptırım uygulanması cezaların şahsiliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Sonuç olarak görülmektedir ki, iptali istenen söz konusu kanun hükmü uyarınca, bir kimsenin icrai (izin almaksızın ticari amaçlı yolcu naklinde kullanması için kiralama yoluyla araç tedarik ve teşvik etme vs) veya ihmali (göz yumma vs) herhangi bir hareketi olmasa veya tespit edilemese dahi sadece araç sahibi olmasından dolayı başkasının bir fiili nedeniyle yaptırıma maruz kalması söz konusu olmaktadır. Açıklanan nedenlerle, 2709 sayılı T.C.Anayasasının 2. ve 38/7. maddesine aykırılık teşkil eden 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ek 2. maddesinin 3. fıkrasında yazılı 'araç sahibine', 'işyeri ve işletmelerin sorumlularına', 'birinci fıkrasında gösterilen idari para cezası üç kat olarak' ifadeleri ile söz konusu ifadelerde geçen şahsılara ait motorlu taşıtları kasteden 'Ayrıca, araç her defasında altmış gün süre ile trafikten men edilir.' cümlesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmak gerektiğine mahkememizce 05.02.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. B E.2014/80 sayılı başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 4.1.Anayasa 2. Madde (Hukuk Devleti İlkesi) Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasa'ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür. Yasakoyucu, kamu düzeninin korunması amacıyla ceza hukuku alanında düzenleme yaparken Anayasa'ya ve ceza hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla toplumda hangi eylemlerin suç sayılacağı ve suç sayılan bu eylemlerin hangi tür ve ölçüde cezai yaptırıma bağlanacağı konusunda anayasal sınırlar içinde takdir yetkisine sahiptir. Bu yetki, idari yaptırımlar bakımından da geçerlidir. Bu bağlamda hukuk devletinde, ceza hukukuEsas Sayısı : 2014/52 Karar Sayısı : 2014/139 3 alanında olduğu gibi idari yaptırımlara ilişkin düzenlemelerde de kuralların, önleme ve iyileştirme amaçlarına uygun olarak ölçülü, adil ve orantılı olması gerekir. İtiraz konusu kuralda ise izin belgesiz araç kullananlar 2918 sayılı Kanun'un EK 2. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen araçlarını motorlu araç tescil ve trafik belgesinde gösterilen maksadın dışında kullananlar ile sürülmesine izin veren araç sahipleri hakkında uygulanandan daha ağır yaptırımlara tabi tutulmalarını öngördüğünden adalet ve hakkaniyet kurallarına ve dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırı bir sonuç doğurmaktadır. Zira, 2918 sayılı Kanun'un EK 2. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen yaptırım, kamuoyunda korsan taşımacılık olarak bilinen, esasen tescil ve trafik belgelerinde hususi olarak kayıtlı araçların ticari amaçla yolcu taşımaları halinde uygulanmakta ve bu yolla kamu düzenin ve yasal olarakticari faaliyet yürüten bireylerin hak ve menfaatlerini korumayı amaçlamaktadır. Bu haliyle, anılan birinci fıkra ile getirilen yaptırım hukuk devleti ilkesine uygun olduğu halde, ikinci cümle ile getirilen düzenleme; yasal olarak faaliyet gösteren ticari araç sahiplerine yasal olmayan faaliyet gösterenlere uygulanan yaptırımın uygulanması sonucunu doğurduğundan hakkaniyete ve hukuk devleti ilkesine uygun değildir. Ayrıca, ilgili belediyeden alınması gerekli izin belgesinin yasada tanımlanmamıştır. Aksine bu konuda yukarıda yer verilen Büyükşehir Belediyesi Servis Yönergesinde belirlenen Güzergah Kullanım İzin Belgesi ve Diğer Belgelerin alınmaması sonuçta yapılan faaliyetin izinsiz olarak yürütülmesi ve itiraz konusu yasal düzenlemenin uygulanması sonucunu doğurmaktadır. Bir başka anlatım ile, somut olayda davacının ilgili belediyeden izinsiz faaliyet göstermesi nedeniyle Ek. 2. maddesinin 3. cümlesine göre yaptırım uygulanması, mezkur Servis Yönergesine göre bulundurulması gerekli belgeye sahip olmadığından dolayı anılan düzenleyici işlemin uygulanmasından değil, itiraz konusu ettiğimiz yasal düzenlemenin içeriğinin belirsizliği ve öngörülebilir olmaması, olayda bulundurulmamasının Servis Yönergesinde olduğu gibi diğer düzenleyici işlemler ile ihdas edilen izin belgelerininyasadaki izinsiz taşıma yapma karşılığı yaptırım uygulanmasına neden olabileceği, izinsiz ticari faaliyet eyleminin tespiti konusunda yasallık ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırı şekilde idareye geniş bir takdir yetkisi vermiş olmasından kaynaklanmaktadır. Olayda izin belgesi olarak bulundurulması gerekli belgelerin idari düzenlemeler ile belirlenmesi, bunlara yenilerinin eklenmesinin mümkün olması ve bu belgelerden birinin bulunmaması halinde ticari araçların 2918 sayılı Yasanın Ek 2. maddesinin üçüncü fıkrası gereği izinsiz faaliyet gösterme fiilinin kapsamına alması nedeniyle, itiraz konusu kuralın bir idari yaptırım türü olarak sahip olması gerekli kesinlik, öngörülebilirlik koşullarına sahip olmadığı dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu açıktır. 4.2. Anayasanın 5. Maddesine Aykırılık Anayasa'nın 5. maddesinde de kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır.Esas Sayısı : 2014/52 Karar Sayısı : 2014/139 4 Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerine ilişkin kurallar, ceza hukukunun ana ilkeleri ile Anayasa'nın konuya ilişkin kuralları başta olmak üzere, ülkenin genel durumu, sosyal, kültürel yapısı, etik değerleri ve ekonomik hayatın gereksinmeleri gözönüne alınarak saptanacak ceza politikasına göre belirlenir. Bu nedenle, yasa koyucunun, ceza politikasını, öncelikle Anayasa'nın 2. maddesinde nitelikleri, 5. maddesinde de temel amaç ve görevleri belirtilen hukuk devletine ve adalet ilkesine uygun olarak belirlemesi gerekir. Yasa koyucu, cezalandırma yetkisini kullanırken toplumda hangi eylemlerin suç sayılacağı, bunun hangi tür ve ölçüdeki ceza yaptırımı ile karşılanacağı, nelerin ağırlaştırıcı veya hafifletici sebep olarak kabul edilebileceği ve ceza sistemini tamamlayan müesseseler konusunda takdir yetkisine sahiptir. Yasa koyucu, bu takdir yetkisi içinde kamusal düzeni, güven ve huzuru bozan eylemlerden öngördüklerini suç olarak belirleyebilir, bunlara verilecek cezaları tür ve ağırlık olarak saptayabilir ve yine benimsediği ilkeler doğrultusunda bunlar için farklı cezalar öngörebilir; kimi suçların niteliğini, işlenme biçimini, kişi, toplum ve devletin uğraması mümkün zararların içerik ve yoğunluğunu, toplumsal barışın ihlâl derecesini, suçtan zarar görenlerin kimliğini, cezaların caydırıcılığını ve toplumun değer yargılarını dikkate alarak düzenleme yapabilir. İtiraz konusu kural, araçlarını tescil belgelerine uygun olarak kullanan kişilere idari düzenleme ile getirilen, sınırı ve sayısı belirsiz belgelerin alınmaması halinde tümüyle izinsiz faaliyette bulunduğu sonucunu doğuracak şekilde yaptırım uygulanması niteliği ile kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan bir tedbir olduğu ve Devlet'in Anayasa'nın 5. maddesinde belirlenen temel amaç ve görevleriyle de bağdaşmadığı sonucuna ulaşılmıştır. 4.3.Anayasanın 10. Maddesine Aykırılık Anayasa'nın 10. maddesinde belirtilen eşitlik ilkesi, birbirleriyle aynı durumda olanlara, ayrı kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenleme, eşitliğe aykırılık oluşturur. Anayasa'nın amaçladığı hukuksal eşitlik olup eylemli, mutlak eşitlik değildir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'nın öngördüğü eşitlik ilkesi çiğnenmiş olmaz. İtiraz konusu kuralla, araçlarını ticari faaliyete özgüleyip, tescil belgelerin de kayıtlı amaca uygun şekilde kullanan kişiler ile araçlarını hususi olarak kaydettikleri halde ticari amaçla kullanan kişiler ayrı hukuksal durumlara sahip oldukları halde, ikinci kişilerin daha ağır yaptırıma tabi tutulmalarıeşitlik ilkesine aykırılık taşımaktadır. 4.4. Anayasa 13. maddeye Aykırılık (Ölçüsüz ve Orantısız Bir Tedbir Olması) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerinde ve yine Anayasamızın 13. maddesinde Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. İtiraz konusu kural ileyasal olarak ticari faaliyet gösterenaraç sahiplerinin ilgili belediyeden ayrıca izin alma zorunluluğu getirilmesinin ötesinde; izin belgelerinin herhangi bir nedenle bulundurulmamasının izinsiz ticari faaliyet kapsamına alınarak yasa dışı taşımacılık yapan kişiler gibi yaptırıma tabi tutulması, Anayasamızın çalışma hak veEsas Sayısı : 2014/52 Karar Sayısı : 2014/139 5 özgürlüğünün özüne dokunacak ölçüsüz bir şekilde tedbir uygulanması niteliği ile Anayasamıza aykırılık teşkil etmektedir. Zira itiraz konusu kurala göre, ilgili düzenleyici işlemde yer alan ticari faaliyete ilişkin izin belgesinin bulunmaması halinde önceden süre verilmesi, ilgilinin uyarılması gibi tedbirlere yer verilmeksizin doğrudan doğruya idari para cezası uygulanması ve aracın 60 gün süreyle trafikten men edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Hatta idarece yapılan tespitten sonra ilgili izin belgesinin alınması halinde dahi itiraz konusu yasal düzenlemenin uygulanmasına engel teşkil etmemektedir. Oysa, 2918 sayılı Yasanın 21. ve 30. maddelerinde araçların tescil ve muayene zorunluluğuna uyulmaması karşılığında getirilen diğer yaptırımlara bakıldığında, aracın doğrudan trafikten meninin öngörülmediği, araç sahibine eksikliğin giderilmesi amacıyla süre tanındığı görülmektedir. Nitekim Anayasa Mahkemesi sürücü belgelerinin süresiz olarak geri alınmasına ilişkin kuralı iptal edenEsas Sayısı : 2010/104, Karar Sayısı : 2011/180, Karar Günü: 29.12.2011günlü kararında 'İtiraz konusu kuralın, toplumun, refah, huzur ve mutluluğunu etkileyen trafik kazalarının önlenmesini sağlamak, dolayısıyla kişilerin can ve mal güvenliğini ve kamu düzenini korumak amacıyla öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Bu düzenlemenin anayasal sınırlar içinde yasa koyucunun takdirinde olduğu açıktır. Ancak itiraz konusu kuralda, tedbirine yer verilmemesi, .ölçütüne yer verilmemesi ve belirli sürelerle kademelendirmenin de yapılmaması nedeniyle kuralın hakkaniyete aykırı sonuçlar doğuracağı açıktır. Ayrıca, yaptırımlarda güdülen asıl amacın işlediği suçtan dolayı kişinin ıslah olmasını sağlayıp tekrar topluma kazandırılması olduğu dikkate alındığında, itiraz konusu kuralla süresiz bir hak yoksunluğu getirilmesi, yaptırımların ıslah edici yönüyle de bağdaşmamaktadır.' gerekçesine yer vermiştir. 4.5. Anayasanın 49. Maddesine Aykırılık Öte yandan, Anayasa'nın 49. maddesinde, çalışmanın, herkesin hakkı ve ödevi olduğu, devletin çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları, işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alacağı belirtilmektedir. İtiraz konusu kuralın yukarıda ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle ayrıca Anayasa'nın 49. maddesine de aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Sonuç olarak; 13.10.1983 günlü, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun ek 2. maddesinin 31/05/2012 tarihli, 6321 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişen 3. cümlesindeki İlgili belediyeden izin veya ruhsat almaksızın, belediye sınırları dâhilinde ticari amaçlı yolcu taşıyan kişiye, araç sahibine, bağlı bulunduğu durak, işyeri ve işletmelerin sorumlularına birinci fıkrada gösterilen idari para cezası üç kat olarak, fiilin işlendiği tarihten itibaren bir yıl içinde tekerrürü halinde ise beş kat olarak uygulanır. Ayrıca, araç her defasında altmış gün süre ile trafikten men edilir ibaresinin Anayasanın 2, 5, 10, 13. ve 49. maddelerinde belirtilen temel hak ve özgürlük ve aykırı düzenleme getirdiği anlaşılmakla Anayasamızın 152.maddesi ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 40. maddesi uyarınca anılan metnin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, bu tarihtenEsas Sayısı : 2014/52 Karar Sayısı : 2014/139 6 itibaren 5 ay içerisinde, Anayasa Mahkemesince, karar verilmediği taktirde dosyamızın yeniden mevcut mevzuat uyarınca karar verilmesine. 21/02/2014 tarihinde oybirliğiylekarar verildi. | 2,141 |
Esas Sayısı : 2021/59 Karar Sayısı : 2021/90 1 “ 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 11. maddesinin ikinci fıkrasında, ka nunların Anayasa’ya aykırı olamayacağı belirtilmiş; 152. maddesinde de, “Bir davaya bak makta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddî görmezse bu iddia, temyiz merciince esas hü kümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürür lükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hak kındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mah kemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmî Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bu lunulamaz.” hükmüne yer verilmiştir. Anayasa’nın 152. maddesi hükmüne göre, bir davaya bakmakta olan mahkemenin itiraz yoluyla bir kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için, iptali iste nen kuralın davada uygulanacak nitelikte bir kural olması gerekir. Olayda; davacının içkili lokal açma ve işletme izninin iptal edilmesi cezası almasına sebep olan Yönetmelik maddesinin da yanağı olan 5253 sayılı Dernekler Kanunu’nun 26. maddesinin son cümlesinin, bakılan davada uygulanacak bir kural niteliğinde olduğu açıktır. Dava dosyasının incelenmesinden; Menteşe İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı ekipler tarafından Bütün Emekliler Derneği Muğla Şubesine ait Şeyh Mahallesi Açık Pazar Yeri Apartmanı Daire:2’de bulunan içkisiz dernek lokalinde kumar oynandığı ihbarı üzerine 26/08/2019 tarihinde yapılan denetimde lokal kapısının kilitli olduğu ve geç açıldığının tespit edilerek durumun tutanağa bağlandığı ve 10/12/2019 tarih ve 2726 sayılı davalı idare yazısıyla Derneğin uyarıldığı, aynı Dernek lokalinde ikinci kez yapılan denetimde, yazılı uyarıya rağmen lokal kapısının kilitli olduğu ve geç açıldığının tespit edilerek Dernekler Kanununun 26. ve Dernekler Yönetmeliğinin 66. maddesi uyarınca davalı idarenin 23/01/2020 tarih ve 218 sayılı işlemiyle lokalin geçici süreyle 3 gün faaliyetten men edilmesine karar verildiği, dernek loka linde aynı yönde gelen ihbarlar üzerine 11/06/2020 tarihinde 3. Kez yapılan denetimde de bina dış kapısının kapalı ve açılamaz vaziyette olduğu, dış kapının kapalı olması ve geç açılması dolayısıyla denetimin sağlıklı yapılamadığının tutanağa not düşüldüğü ve bu tespite istinaden davalı idarenin 19/06/2020 tarih ve 1052 sayılı işlemiyle lokalin ikinci kez geçici süreyle 5 gün faaliyetten men edilmesine karar verildiği, aynı lokalde bu kez Covid 19 salgın hastalığı ile mücadele kapsamında 29/10/2020 ve 06/11/2020 tarihlerinde yapılan denetimlerde de lokal ka pısının kilitli olduğu ve yaklaşık 1 dakika sonra açıldığı hususunun tespit edildiği, bu tespite istinaden davalı idarenin 08/12/2020 tarih ve 08.2004 sayılı işlemiyle lokalin üçüncü kez geçici süreyle 10 gün faaliyetten men edilmesine ve söz konusu lokalle ilgili 3 kez faaliyetten men karar verildiğinden Dernekler Kanununun 26. ve Dernekler Yönetmeliğinin 66. maddesi uya rınca Valilik Makamının 30/04/2012 tarih ve 4002 sayılı olurları ile verilen içkisiz lokal açma ve işletme izninin iptal edilmesi üzerine 10/03/2021 tarihinde bakılan davanın açıldığı anlaşıl maktadır. Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin; toplumun huzuru, millî daya nışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlan gıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu belirtilmiş; 13. maddesinde, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızcaEsas Sayısı : 2021/59 Karar Sayısı : 2021/90 2 Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabi leceği, bu sınırlamaların, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı hükme bağlanmış; 7. mad desinde, “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki dev redilemez.” hükmüne yer verilmiş, 38. maddesinin ilk üç fıkrasında, “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Suç ve ceza zamanaşımı ile ceza mahkumiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır. Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur.” denilmiş; 48. maddesinde, “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir.” düzenlemesine yer verilmiş; 124. maddesinde “Cumhur başkanı, bakanlıklar ve kamu tüzelkişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilirler. Hangi yönetmeliklerin Resmî Gazetede yayımlanacağı kanunda belirtilir.” hükmüne yer verilmiştir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadında hukuk devleti, “insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu âdil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa’ya uygun, bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir.” şeklinde tanımlanmaktadır. Söz konusu tanıma göre; idarenin etkin bir şekilde yargısal denetimi hukuk devleti ilke sinin bir unsuru olup; hukuk devleti ilkesini benimseyen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 125. maddesinde de, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açık tutulmuştur. Yukarıda aktarılan Anayasa hükümlerinin, hukuk devleti ilkesi ile birlikte değerlendi rilmesinden; temel hak ve hürriyetlerinden birisi olan çalışma ve sözleşme hürriyeti hakkının ancak kanunla sınırlandırılabileceği, keza bu hakkı sınırlandıran özelliklere sahip yaptırımların kanunla düzenlenmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır. Diğer yandan; hukuk devletinin, öğreti ve uygulamada iki unsurundan daha bahsedil mekte; bu unsurlardan birinin “idarî faaliyetlerin belirliliği (düzenli idare, idarî istikrar) ilkesi”, diğerinin ise “hukukî güvenlik ilkesi” olduğu kabul edilmektedir. Düzenli idare ilkesiyle, ida renin faaliyetlerinin belli ölçüde tayin edilebilir ve önceden öngörülebilir olması, idarenin sü rekli uygulamaları ile hukukî istikrarı tesis etmesi gereği anlatılmaktadır. “Bir hukuk devletinde bireylerin kendilerine uygulanacak hukuk kurallarının neler olduğunu önceden bilmesi ve kendi davranışlarını ona göre ayarlayabilme imkânına sahip olması” şeklinde özetlenebilecek hukukî güvenlik ilkesi de, hukuk devletinin gereklerinden biri olarak kabul edilmekte ve kanun ve ka nun hükmünde kararnamelerin hukuka uygunluğunun tespiti kapsamında Anayasa Mahkemesi içtihatlarında uygulanmaktadır.Esas Sayısı : 2021/59 Karar Sayısı : 2021/90 3 Öte yandan 5253 sayılı Dernekler Kanunu’nun 26. maddesinde; “Derneklerin, tüzükle rinde gösterilen amaçları gerçekleştirmek üzere, eğitim ve öğretim faaliyetleri için yurt, pansi yon; üyeleri için lokal açmaları ve lokallerinde alkollü içki kullanılması ile bu tesislerin işletil mesi mülkî idare amirinden izin almalarına bağlıdır. Bu tesislerin açılması, işletilmesi ve kapa tılmasına ilişkin esas ve usuller yönetmelikte düzenlenir.” düzenlemesine yer verilmiştir. Bu düzenlemenin son cümlesi ile anılan maddede sayılan türden yerlerin kapatılmasına dair usul ve esasların yönetmelikte düzenleneceği öngörülerek kanun metninde kapatma usul ve esasla rına dair bir kurala yer verilmemiş, dolayısıyla kapatılma işlemine gerekçe teşkil edecek hukuki sebepler ve yöntemlerin saptanması idareye bırakılmıştır. Derneklerin tabi olacağı usul ve esasları belirlemek amacıyla Dernekler Kanunu daya nak alınarak çıkarılan ve 31/03/2005 tarih ve 25772 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yü rürlüğe giren Dernekler Yönetmeliğinin “Faaliyetten Geçici Olarak Men Etme” başlıklı 66. maddesinde; “Kumar oynatıldığı, izinsiz içki kullanıldığı, umuma açık yer durumuna geldiği veya yazılı uyarıya rağmen, 63. maddede belirtilen lokal yönergesine veya bu Yönetmelikte belirtilen lokaller ile ilgili diğer usul ve esaslara aykırı hareket edildiği tespit edilen lokaller, mülki idare amiri tarafından otuz günü geçmemek üzere geçici süreyle faaliyetten men edilir. Bu maddede yazılı fiiller sebebiyle bir yıl içinde üç defa faaliyetten men edilen lokallerin izin belgeleri, mülki idare amirince iptal edilir.” hükmü yer almaktadır. Oysaki Anayasanın 13. maddesinde, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmak sızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak ka nunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı hükme bağlanmıştır. Dernekler Kanunu’nun 26. maddesinin son cümlesi, mevcut düzenleniş biçimiyle asıl olarak yukarıda aktarılan hukuk devleti ilkesine ve Anayasanın 7. maddesinde düzenlenen ya sama yetkisinin devredilmezliği ilkesine, özel olarak da cezaların kanuniliği ilkesine, çalışma sözleşme hürriyetinin ancak kanunla sınırlandırılabileceği kuralına, keza Anayasa’nın 124. maddesine aykırıdır. Bu durumda; 5253 sayılı Dernekler Kanunu’nun 26. maddesinde yer verilen “Dernek lerin, tüzüklerinde gösterilen amaçları gerçekleştirmek üzere, eğitim ve öğretim faaliyetleri için yurt, pansiyon; üyeleri için lokal açmaları ve lokallerinde alkollü içki kullanılması ile bu tesis lerin işletilmesi mülkî idare amirinden izin almalarına bağlıdır. Bu tesislerin açılması, işletil mesi ve kapatılmasına ilişkin esas ve usuller yönetmelikte düzenlenir.” hükmünün son cümle sinin Anayasanın 2., 7., 13., 38., 48. ve 124. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan Kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması gerekmiştir. Açıklanan nedenlerle; 1 Anayasa’nın 152. maddesi uyarınca bakılmakta olan davada uygulanacak olan 5253 sayılı Dernekler Kanunu’nun 26. maddesinde yer verilen “Derneklerin, tüzüklerinde gösterilen amaçları gerçekleştirmek üzere, eğitim ve öğretim faaliyetleri için yurt, pansiyon; üyeleri için lokal açmaları ve lokallerinde alkollü içki kullanılması ile bu tesislerin işletilmesi mülkî idare amirinden izin almalarına bağlıdır. Bu tesislerin açılması, işletilmesi ve kapatılmasına ilişkin esas ve usuller yönetmelikte düzenlenir.” hükmünün son cümlesinin Anayasanın 2., 7., 13., 38., 48. ve 124. maddelerine aykırı olduğu kanaatiyle, anılan Kanun hükmünün iptali ve yürürlüğü nün durdurulması talebiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına. Esas Sayısı : 2021/59 Karar Sayısı : 2021/90 4 2 Anayasa Mahkemesinin konu hakkında vereceği karara kadar davanın geri bırakıl masına, beş ay içinde bir karar verilmezse davanın yürürlükteki kanun hükümlerine göre so nuçlandırılmasına, 3 İşbu kararın birer örneğinin taraflara tebliğine, 4 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usûlleri Hakkında Ka nun’un 40’ncı maddesi uyarınca işbu kararın aslı ile birlikte işbu karara ilişkin görüşme tutana ğının, dava dilekçesinin ve dosya içindeki diğer tüm evrakların onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 06/05/2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.” | 1,492 |
Esas Sayısı : 1999/4 Karar Sayısı : 1999/47 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Olay ve Yargılama: Sanık hakkında müsnet suçtan TCK.nun 398. ve 402. maddeleri gereğince cezalandırılması istemi ile kamu davası açılmıştır. Yargılama aşamasında sanığın eyleminin 560 s. Kanun Hükmünde Kararname'nin 12/b maddesi delaleti ile aynı kanun hükmünde kararnamenin 4128 s. Y. ile değişik 18/A g maddesi kapsamında kalması ihtimaline binaen ek savunma hakkı verilmiş ve sözkonusu maddede öngörülen cezanın ağır para cezası olması nedeni ile suç tarihi dikkate alınarak 10.000.000 TL. olan ağır para cezası TCK.nun Ek 2/3 maddesi gereğince 61 misli artırılarak 610.000.000 TL.yi ödemesi için sanığa ön ödeme tebliği yapılmış ve sanık para cezasının çok fahiş olduğunu belirterek, itirazda bulunmuştur. Açıklama : Bilindiği gibi, 3506 s. Y. 07.12.1988 tarihinde yürürlüğe girmiş ve 1988 yılından önceki çıkan yasaların çıkış tarihine göre para cezalarını belirli misli artırımlara tabi tutmuş ve bundan sonra da Bütçe Kanunundaki memur artış katsayısının artışına bağlanıp, her 75 puan artış 1 birim olarak belirlenmiştir. Aynı yasanın 4. maddesi ile getirilen ve TCK.nun eklenen Ek 2. maddesinin 3. fıkrası ile de bu tarihten sonraki çıkarılacak yasalardaki para cezalarının artışı düzenlenmiştir. İtiraz Edilen TCK Ek 2/3 Maddesi Düzenlemesi : Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra kabul edilecek, kanunlardaki para cezaları içinde, müteakip yıllar, Bütçe Kanunu'nca belirlenen katsayı miktarlarında artırma yapıldığı takdirde birim sayısının tesbitinde başlangıç olarak, o kanunun yürürlüğe girdiği tarihteki Bütçe Kanunu'nda geçerli olan devlet memurları aylıkları katsayısı esas alınır. Örneklerle Kıyaslama : Olayımızda sanığın eylemi 560 s. Y.nın 4128 s. Y. ile değişik 18/A g maddesi kapsamında değerlendirildiğinde ve suç tarihi 1998 yılı olduğuna göre TCK.nun 2/3 maddesine göre, para cezası 61 misli artırılacaktır. Çünkü yasa 1995 yılında çıkarılmıştır. O tarihte Bütçe Kanunu'ndaki memur maaş katsayısı 1225'tir. Suç tarihinde 5820'dir. Aradaki fark 4595'tir. Her 75 puanlık artış, 1 birim kabul edildiğinden, bu 61 birime tekabül etmektedir. Oysa bu yasanın çıkmasından önce örneğin 1985 yılında çıkarılan ve 100.000 TL. para cezası öngören bir düzenleme getiren yasadaki para cezası Ek 1. maddesi gereğince yasanın çıktığı tarihte 300.000, 1995 yılında Ek. 2/1 maddesi gereğince 4.500.000, 1998 yılında ise 22.800.000 TL.dir. Keza, TCK.nun 19. maddesi gereğince ağır para cezası, 1989 yılında 20.000. TL, 1995 yılında 300.000 TL. ve 1998 yılında 1.520.000 TL.den az olamaz. Görüldüğü gibi, 1995 yılında çıkarılan ve para cezası öngören bir yasanın 1998 yılında ihlal edilmesi halinde ceza miktarı 61 misli arttığı halde, 3506 s. Y.nın çıkışından önce ya da çıktığı tarihte para cezası düzenleyen bir yasanın para cezası, 1995 yılı itibarı ile 1998 yılında yaklaşık 5 misli artmaktadır. Arada misli arttırmada çok fark vardır. Oysa yasanın amacı, Bütçe Kanunundaki artışa ve enflasyon gerçeklerine göre artışı sağlamaktır. O halde Ek 2/3 maddesi yasanın gerekçesine, ruhuna ve en önemlisi aşağıda belirtilen Anayasa'nın ilgili düzenlemelerine aykırıdır.Esas Sayısı : 1999/4 Karar Sayısı : 1999/47 2 Aykırılık ve Gerekçe : Anayasa'nın 5. maddesinde devletin temel amaç ve görevleri düzenlenmiş olup, temel hak ve hürriyetlerin sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan, ibaresi, 10. maddesinde herkesin kanun önünde eşit olduğu düzenlemesi ve 38/1. maddesinde kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemeyeceği düzenlemesi değerlendirildiğinde, 3506 s. Y. ile getirilen TCK.nun Ek 2. maddesinin, 3. fıkrası bu belirtilen Anayasamızın ilgili düzenlemelerine aykırılık teşkil etmektedir. Çünkü bu madde, yayımlandığı tarihten sonraki yeni çıkarılacak yasalardaki para cezalarını, önceki yasalardaki para cezalarına göre çok fazla artırıma tabii tutmaktadır. Bu adil değildir. Adalet ilkeleri ile bağdaşmaz. Örneklemede de görüldüğü gibi, aynı tarihte suç işleyen ve biri eskiden çıkan ve para düzenlemesi getiren yasaya tabii olan, diğeri ise yeni çıkan ve para düzenlemesi getiren yasaya tabii olan iki kişi hakkında Ek 2. maddesinin 3. fıkrası farklı uygulanmaktadır, bu eşitlik ilkesine aykırıdır. Keza aynı zamanda farklı misli artırımlara tabii tutulması nedeni ile de düzenlenen ve enflasyon gerçeği dikkate alınarak amaçlananın dışında, daha ağır bir ceza getirilmek sureti ile Anayasa'nın 38. maddesi de ihlal edilmektedir. Tüm bu gerekçeler ışığında, TCK.nun 3506 s. Y. ile düzenlenen Ek 2. maddesinin 3. fıkrası bu düzenlemenin yayımlandığı tarihten sonraki para cezası öngören yasalardaki para cezalarını, daha önceki yıllarda düzenleme yapan diğer yasalara göre, çok fahiş şekilde artırdığından ve yukarıda belirtildiği gibi Anayasa'nın ilgili maddelerine göre ciddi aykırılık görüldüğünden yasanın bu düzenlemesinin iptali için itiraz yoluna gitmek gerekmiştir. Hüküm : Yukarıdaki gerekçeler ile; TCK.nun 3506 s. Y. ile düzenlenen Ek 2. maddesinin 3. fıkrası düzenlemesi Anayasamıza ciddi aykırılık taşıdığından iptali için Anayasa'nın 152. maddesi gereğince itiraz yoluna gidilmesine, Düzenlenmiş dosyanın gerekçeli karar ile birlikte Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmek üzere C. Başsavcılığı'na tevdiine, Dair yasal yollar açık olmak üzere sanığın yüzünde karar verildi. | 756 |
Esas Sayısı:1978/38 Karar Sayısı:1978/49 1 II. İTİRAZIN GEREKÇESİ : Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaya dayanak yaptığı gerekçe şöyledir : 1805 sayılı Yasanın olayda uygulanacak 8 inci maddesi hükmü bütçe ile ilgili bir hüküm niteliğinde bulunmadığından, aynı nitelikteki 27/2/1976 günlü, ve 1940 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü 1976 yılı Bütçe Kanununun 8 inci maddesinin iptaline ilişkin Anayasa Mahkemesi'nin Esas 1976/32, Karar 1976/56 sayılı ve 23/12/1976 günlü kararında açıklanan gerekçelerle, Anayasa'ya aykırıdır. Sonuç : Yukarda açıklanan nedenlerle 30/5/1974 gün ve 1805 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü 1974 yılı Bütçe Kanununun 8 inci maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına varıldığından iptal edilmesi için 44 sayılı Kanunun 27 inci maddesi hükmünce Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve temyiz incelemesinin geri bırakılmasına 17/2/1978 gününde oybirliği ile karar verildi. | 121 |
Esas Sayısı : 2018/136 Karar Sayısı : 2019/21 1 “ Davacı Maliye Hazinesi tarafından davalı Yimpaş Holding A.Ş.'ye karşı olmak üzere, davalı şirketin 2000 ve 2001 yıllarına ait ticari karından kanuni vergiler düştükten sonra ortaklarına dağıtılmayan 2000 yılı için 3.511.666. 00 TL ve 2001 yılı için 18.611. 00 TL meblağındaki kar paylarının 2308 sayılı “Şirketlerin Müruru Zamana Uğrayan Kupon, Tahvilat ve Hisse Senedi Bedelerinin Hazineye İntikali Hakkında Kanun” hükümleri çerçevesinde hazineye intikalinin sağlanması için dava ikame olunan davada dosya incelendi: Dava Konusu Olay ve Davacının İstemi Davacı Maliye Hazinesi tarafından davalı şirketin 2000 ve 2001 yıllarına ait ticari karından kanuni vergiler düştükten sonra ortaklarına dağıtılmayan 2000 yılı için 3.511.666. 00 TL ve 2001 yılı için 18.611. 00 TL meblağındaki kar paylarının bulunduğu, dağıtılmayan kar paylarının 2308 sayılı “Şirketlerin Müruru Zamana Uğrayan Kupon, Tahvilat ve Hisse Senedi Bedelerinin Hazineye İntikali Hakkında Kanun” hükümleri çerçevesinde hazineye intikalinin sağlanması için davanın açıldığı anlaşılmaktadır. İptali İstenilen Kanun Hükümleri 2308 sayılı Şirketlerin Müruru Zamana Uğrayan Kupon, Tahvilat ve Hisse Senedi Bedelerinin Hazineye İntikali Hakkında Kanun'un 1. maddesinde yer alan “Anonim ve limited şirketleriyle sermayesi eshama ayrılmış komandit şirketlerin komanditlere ait hisse senetlerinin ve tahvillerinin kanuni mazeret bulunmaksızın beş senelik müruruzamana uğrıyan faiz, temettü ve ikramiye gibi menfaatleriyle bu şirketlerin hisse senetleri ve tahvillerinden bedele inkilâp etmiş olanlarının on senelik müruruzamana uğrayan bedelleri Devlete intikal eder. Bu şirketler bahsolunan menfaat ve bedelleri müruruzaman müddetlerinin bitmesinden itibaren üç ay içinde mahallî malsandığına vermeğe mecburdurlar.Nizamnamelerinde müruruzaman müddeti tasrih edilip de Ticaret Kanunu mucibince Hükümetçe tasdik edilmiş olan şirketler için tâyin olunmuş müddetler müruruzamana esas tutulur.” hükmü, 2. maddesinde yer alan “Birinci madde hükmüne riayet etmiyen şirketler vermeğe mecbur oldukları parayı üç misli tazminatla birlikte ödemeğe mahkûm edilirler.” hükmü, 3. maddesinde yer alan “Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.” hükmü ve 4. maddesinde yer alan “ Bu kanunun hükümlerini icraya Adliye ve Maliye Vekilleri memurdur.” hükümlerinin Anayasa'nın 5. maddesinde düzenlenen “Devletin Temel Amaç ve Görevleri” başlıklı hükmüne, 48. maddede düzenlenen “ Çalışma ve Sözleşme Hürriyeti” başlıklı hükmüne, 35. maddede düzenlenen mülkiyet hakkına, 167. maddede düzenlenen “Piyasaların Denetimi ve Dış Ticaretin Düzenlemesi” başlıklı hükümlerine aykırılığı düşüncesiyle başvurulmaktadır. İptali İstenilen Kanun Hükümlerinin Anayasa'ya Aykırılığının Değerlendirilmesi 1982 Anayasası'nın 5. maddesinde düzenlenen “Devletin Temel Amaç ve Görevleri” başlıklı hükmünde “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” hususu düzenlenmiş olup, mülkiyet hakkı başlıklı 35. Maddesinde “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunlaEsas Sayısı : 2018/136 Karar Sayısı : 2019/21 2 sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” hükmü bulunmaktadır. Bununla beraber çalışma ve sözleşme hürriyeti başlığını taşınan 48. maddesinde “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin millî ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.” hükmüyle beraber “Piyasaların Denetimi ve Dış Ticaretin Düzenlemesi” başlığını taşıyan 167. maddesinde “Devlet, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiilî veya anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önler. Dış ticaretin ülke ekonomisinin yararına olmak üzere düzenlenmesi amacıyla ithalat, ihracat ve diğer dış ticaret işlemleri üzerine vergi ve benzeri yükümlülükler dışında ek malî yükümlülükler koymaya ve bunları kaldırmaya kanunla Bakanlar Kuruluna yetki verilebilir” hükmü bulunmaktadır. Yukarıda belirtilen anayasa hükümleri gerçek veya tüzel kişilerin mülkiyet haklarına anayasal güvence getirmekle beraber özellikle 167. madde hükmü, devletin özel piyasalar açısından düzenleyici, koruyucu ve geliştirici tedbirleri alacağı hususu düzenlenmiştir. Bununla beraber yukarıda somut norm denetimi yoluyla iptali hususunda Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verilen 2308 sayılı Şirketlerin Müruru Zamana Uğrayan Kupon, Tahvilat ve Hisse Senedi Bedelerinin Hazineye İntikali Hakkında Kanun'un 1., 2., 3. ve 4. maddeleri, anonim şirket veyahut limited şirketler ile bu tüzel kişilerin ortağı konumundaki gerek gerçek gerekse tüzel kişiler arasındaki ortaklık ilişkisine müdahalede bulunulmaktadır. Bu çerçevede olmak üzere iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verilen yasa hükümlerinde, hazineye intikal için konulan 5 yıllık süre, hali hazırda kar payı ödemesini alamamış ve bu konuda ortağı olduğu tüzel kişiye dava yöneltmemiş olan ortakların hak arama özgürlüklerine de müdahale teşkil etmektedir. Zira bahse konu kanun hükümlerinin lafzi yorumunda 5 yıllık süre hak düşürücü süre mahiyetinde metinde yer almış, bu süre içerisinde dava açmamış veyahut açmış olup da davası sonuçlanmamış ortakların, ortağı olduğu tüzel kişiye karşı ortaklık hakkından kaynaklı bu hakkını da ileri sürmesi imkansız hale gelecektir. İzah olunan hususlarla beraber başvuruya konu olan yasa hükmünde intikal ifadesi geçmekte olduğundan, şirket ortaklarının haklarına halef olma durumu da söz konusu olamayacağından, yasa hükmünün uygulanması halinde gerek ilgili tüzel kişi gerekse ortakları bakımından telafisi zor sonuçlar doğabilecektir. Açıklanan nedenlerle; bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak kanun hükmünü Anayasa'ya aykırı görürse ilgili kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurabileceğini düzenleyen Anayasa'nın 152. maddesi ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 40. maddesi gereğince, 2308 sayılı Şirketlerin Müruru Zamana Uğrayan Kupon, Tahvilat ve Hisse Senedi Bedelerinin Hazineye İntikali Hakkında Kanun'un 1. Maddesinde yer alan “Anonim ve limited şirketleriyle sermayesi eshama ayrılmış komandit şirketlerin komanditlere ait hisse senetlerinin ve tahvillerinin kanuni mazeret bulunmaksızın beş senelik müruruzamana uğrıyan faiz, temettü ve ikramiye gibi menfaatleriyle bu şirketlerin hisse senetleri ve tahvillerinden bedele inkilâp etmiş olanlarının on senelik müruruzamana uğrayan bedelleri Devlete intikal eder. Bu şirketler bahsolunan menfaat ve bedelleri müruruzaman müddetlerinin bitmesinden itibaren üç ay içinde mahallî malsandığına vermeğe mecburdurlar. Nizamnamelerinde müruruzaman müddeti tasrih edilip de Ticaret Kanunu mucibince Hükümetçe tasdik edilmiş olan şirketler için tâyin olunmuş müddetler müruruzamana esas tutulur.” hükmü, 2. maddesinde yer alan “Birinci madde hükmüne riayet etmiyen şirketler vermeğe mecbur oldukları parayı üç misli tazminatla birlikte ödemeğe mahkûm edilirler.” hükmü, 3. maddesinde yer alan “Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.” hükmü ve 4. maddesinde yer alan “ Bu kanunun hükümlerini icraya Adliye veEsas Sayısı : 2018/136 Karar Sayısı : 2019/21 3 Maliye Vekilleri memurdur.” hükümlerinin, Anayasa'nın 5. maddesinde düzenlenen “Devletin Temel Amaç ve Görevleri” başlıklı hükmüne, 48. maddede düzenlenen “Çalışma ve Sözleşme Hürriyeti” başlıklı hükmüne, 35. maddede düzenlenen mülkiyet hakkına, 167. maddede düzenlenen “Piyasaların Denetimi ve Dış Ticaretin Düzenlemesi” başlıklı hükümlerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle anılan yasa hükümlerinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, iptali istenen yasa hükümlerinin Anayasa'nın hangi maddelerine aykırı olduğunu açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslının, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğinin, dava dilekçesi ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI'NA GÖNDERİLMESİNE 17.08.2018 tarihinde karar verildi.” | 1,075 |
Esas Sayısı : 2008/15 Karar Sayısı : 2011/57 1 II İTİRAZLARIN GEREKÇESİ A 2008/15 Esas Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: 'Yargıtay üyeliğinden 19.7.2006 tarihinde emekli olan davacı tarafından, emekli aylığı ve ikramiyesinin, en son aylık aldığı 15.7.2006 tarihindeki aylık ve diğer ödemeler esas alınarak değil, 5536 sayılı Kanunla 2802 sayılı Kanuna eklenen geçici 16. madde hükmü uyarınca Haziran/2006 aylık ve ödemeleri dikkate alınarak belirlenmesine ilişkin davalı idare işleminin iptali ve mahrum kaldığı parasal hakların yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığına karşı açılan davada; Ankara 2. İdare Mahkemesince verilen ve davanın reddine ilişkin bulunan 16.5.2007 günlü, E:2006/2118, K:2007/1269 sayılı kararı, yürütmenin durdurulması istemli olarak temyizen inceleyen Danıştay Onbirinci Dairesince; uyuşmazlığın çözümünde uygulanacak olan 2802 sayılı Kanuna 5536 sayılı Kanunla eklenen geçici 16. madde hükmüyle ilgili olarak davacının ileri sürdüğü Anayasa'ya aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varılması üzerine işin gereği görüşüldü; 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 43. maddesinde, bu Kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylıklarının, aylık gösterge tablosu ve ek gösterge rakamları göz önünde bulundurulmak suretiyle tespit edileceği hüküm altına alınmıştır. 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununun 41. maddesinin (a) fıkrasında, emekli, adi malullük ve vazife malullüğü aylıklarının hesaplanmasında 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 43'üncü maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergelerin esas alınacağı, (b) fıkrasında ise emekli, adi malullük ve vazife malullüğü aylıklarının, (a) fıkrasına göre tespit edilen rakamların her yıl Bütçe Kanununda tespit edilen katsayı ile çarpılması sonunda bulunacak tutarın fiili ve itibari hizmet toplamı 25 yıl olanlara %75'i, 25 yıldan az olanlara her tam yıl için %1 eksiği, fazla olanlara da her tam yıl için %1 fazlası üzerinden bağlanacağı, bağlanacak aylıkların toplamının, emekli ve adi malullük aylıklarında emekli aylığı bağlanmasına esas aylıklarının %100'ünü geçemeyeceği, vazife malullüğü aylıkları hakkında bu tahdidin uygulanmayacağı kurala bağlanmış, aynı Kanunun 13/06/1994 tarih ve 546 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 3. maddesi ile değişik ek 70. maddesinde, Sandık iştirakçilerine ödenmekte olan memuriyet taban aylığı ve kıdem aylığı tutarları ile, zam, tazminat ve ödenekler ile benzeri ödemeler toplamına karşılık gelmek üzere, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi en yüksek devlet memuru aylığı (ek gösterge dahil) brüt tutarının, bu maddede belirtilen yüzdelerine tekabül eden miktarının; emeklilik keseneğine ve kurum karşılığına tabi tutulacağı, bu tutarların, bu Kanunun 41'inci maddesinin (a) fıkrasına göre emekli, adi malüllük, vazife malüllüğü, dul ve yetim aylıklarının; ek 20'inci maddesine göre de emeklilik ikramiyelerinin hesaplanmasına dahil edileceği belirtilmiş, söz konusu Kanunun 21.04.2005 tarih ve 5335 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 89. maddesinde ise emekli, adi malûllük veya vazife malûllüğü aylığı bağlanan veyahut toptan ödeme yapılan; asker, sivil tüm iştirakçilere, her tam fiili hizmet yılı için, aylık bağlamaya esas tutarların bir aylığının emekli ikramiyesi olarak verileceği, verilecek emekli ikramiyesinin hesabında, 30 fiili hizmet yılından fazla sürelerin nazara alınmayacağı kuralına yer verilmiştir. 24.2.1983 tarihli ve 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun, 08.07.2006 tarih ve 26222 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak 15.7.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5536 sayılı Kanunla değişik 102, 103 ve 106. maddelerinde hakim ve savcıların mali hakları düzenlenmiş, 111. maddesinde, devlet memurlarına tanınan sosyal hak ve yardımlara ilişkin hükümlerin buEsas Sayısı : 2008/15 Karar Sayısı : 2011/57 2 Kanunun 2'nci maddesinde sayılanlar hakkında da uygulanacağı belirtilmiş, aynı sayılı Kanuna 5536 sayılı Kanunla eklenen geçici 16. maddede ise Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yürürlüğe girinceye kadar, 103'üncü maddede unvanları belirtilenlerin emekli kesenek ve karşılıkları ile emekli aylıkları ve ikramiyelerinin hesaplanmasında, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki bu hususlara dair hükümlerin uygulanmasına devam olunacağı hüküm altına alınmıştır. Yukarıda yer verilen yasal düzenlemeler birlikte incelendiğinde, emekli aylığı bağlanması gereken iştirakçilere, görevlerinden ayrıldıkları tarihte, emekli keseneğine esas aylık veya ücretleri baz alınarak, bu tarihe kadar olan fiili ve itibari hizmet müddetleri toplamı üzerinden aylık bağlandığı ve emekliye ayrılmadan önce en son almakta oldukları aylık gösterge, ek gösterge, taban aylığı, kıdem aylığı ve özel hizmet tazminatı göz önünde bulundurulmak suretiyle hesaplanan emekli aylığı bağlanmasına esas aylık tutarının, fiili hizmet yılıyla çarpılması suretiyle bulunan miktar kadar emekli ikramiyesi verildiği halde, hakim ve savcılar için son aylığın, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yürürlüğe girinceye kadar 2006/Haziran aylığı olarak sabitlendiği, böylece emekli aylığı ve ikramiyesi yönünden diğer devlet memurlarıyla aynı hukuki durumda bulunan, aynı sosyal güvenlik kurumuna tabi hakim ve savcılar için diğer devlet memurlarından farklı bir düzenlemeye gidildiği görülmektedir. Dosyanın incelenmesinden, Yargıtay üyeliğinden 19.7.2006 tarihinde emekli olan davacının 15.7.2006 tarihli aylığını, 5536 sayılı Kanun hükümleri uyarınca en yüksek devlet memurunun maaşına endeksli olarak aldığı halde, emekli aylığı ve ikramiyesinin, en son aylık ve ödemeleri üzerinden değil de 2802 sayılı Kanunun geçici 16. maddesi hükmü uyarınca, 5536 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önceki uygulama uyarınca yapılmış bulunan, 2006/Haziran ayına ilişkin aylık ve ödemeleri esas alınarak ödenmesi üzerine, 5434 sayılı Kanunun 41. ve 89. maddesi hükümleri uyarınca, çalışmakta olan hakim ve savcılar ile emekli olan hakim ve savcıların aylıklarının, yasadaki belirli oranlar gözönünde bulundurularak, aynı esaslara dayanılarak hesaplanması gerektiği ileri sürülerek bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu belirtilmiş, 10. maddesinde; herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu vurgulanmış, 60. maddesinde ise, herkesin, sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu, Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alacağı öngörülmüştür. Hukuk Devleti, en kısa tanımıyla, vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, Devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi ifade eder. Anayasa Mahkemesinin çoğu kararlarında Hukuk Devleti; 'insan haklarına saygılı ve hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet' şeklinde tanımlanmıştır. Anayasanın 10. maddesinde belirtilen eşitlik ilkesi ise, birbirleriyle aynı durumda olanlara aynı kuralların uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemek amacına hizmet eder. Bu itibarla aynı hukuksal durumda olanlar için yapılan farklı düzenlemeler Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nun 111. maddesinde bulunan atıf uyarınca, devlet memurlarına tanınan sosyal hak ve yardımlara ilişkin hükümlerden faydalanacaklarının öngörülmesi nedeniyle, emekli aylığı ve ikramiyesi yönünden diğer devlet memurlarıyla aynıEsas Sayısı : 2008/15 Karar Sayısı : 2011/57 3 hukuki durumda bulunan hakim ve savcılara, şu anda yürürlükte olmayan bir ücret rejimine göre ve görevden ayrıldıkları tarih değil, Haziran/2006 dönemi aylık ve ödemeleri dikkate alınmak suretiyle emekli aylığı bağlanması ve ikramiye ödenmesi, kazanılmış hakların korunması ve eşitlik ilkesine aykırı bulunmaktadır. Öte yandan, 5434 sayılı Kanunun Ek 9. maddesini değiştiren ve emekli, adi malüllük, vazife malüllüğü ile dul ve yetim aylıklarının, her ay bir önceki aya ilişkin Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından açıklanan en son temel yıllı kentsel yerler tüketici fiyatları indeksi değişim oranına göre belirleneceğine dair hüküm içeren 4457 sayılı Kanunun 24. maddesinin iptali istemiyle açılan davada, Anayasa Mahkemesinin 23.2.2001 günlü ve E:1999/42, K:2001/41 sayılı kararıyla; devlet memurlarının çalıştıkları ve emekli oldukları döneme ilişkin hak ve yükümlülüklerinin yasalarla düzenlendiği, Emekli Sandığı Kanunu'nun 'Emekli Aylığı' başlıklı 41. maddesinin (a) fıkrasında; emekli, adi malüllük ve vazife malüllüğü aylıklarının hesaplanmasında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 43. maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergelerin esas alınacağının belirtildiği, buna göre, çalışmakta olan devlet memuru ile emekli olan memurun aylıklarının hesaplanmasının, yasadaki belirli oranlar gözönünde bulundurularak aynı esasa dayanılarak yapılacağı, 5434 sayılı Yasa'nın Ek 9. maddesinin birinci fıkrasının değişikliğinden önce, eski emeklilerle yeni emekliler arasında herhangi bir eşitsizlik doğması engellenmiş iken, yeni düzenlemeyle emekli aylıklarındaki artışın gösterge ve ek göstergelerdeki artışa göre hesaplanması esasından vazgeçilerek, aylığın enflasyon oranındaki artışa göre hesaplanmasının kabul edildiği, böylece çalışan memurların maaş artışı ile emekli memurların maaş artışı arasında olduğu gibi, daha önce aynı görevlerde bulunan eski ve yeni emeklilerin maaşları arasında da büyük farkların ortaya çıkmasına neden olacak bir sistem getirildiği, bu durumun ise Anayasa'nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesini zedelediği gerekçesiyle dava konusu düzenlemenin, Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı bulunarak iptal edildiği, aynı şekilde 31.5.2006 tarih ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununa göre bağlanacak gelir ve aylıkların, her yılın Ocak ve Temmuz ödeme tarihlerinden geçerli olmak üzere, bir önceki altı aylık döneme göre Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan en son temel yıllı tüketici fiyatları genel indeksindeki değişim oranı kadar artırılarak belirleneceğine dair anılan Kanunun 55'inci maddesinin ikinci fıkrasının iptali istemiyle ilgili olarak da Anayasa Mahkemesinin 15.12.2006 gün ve E:2006/111, K:2006/112 sayılı kararıyla; 4447 sayılı Kanunun 24'üncü maddesiyle değiştirilen 5434 sayılı Kanun'un Ek 9. maddesinin birinci fıkrası Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olmasına rağmen, yapılan bu düzenleme ile, Anayasa'nın 153'üncü maddesi dikkate alınmaksızın, çalışan memurların maaş artışı ile emekli memurların maaş artışı arasında olduğu gibi, daha önce aynı görevlerde bulunan eski ve yeni emeklilerin maaşları arasında da büyük farkların ortaya çıkmasına neden olacak bir sistem getirildiği, bu durumda, Anayasa Mahkemesi'nin daha önce iptal ettiği kuralla yapılan düzenleme açısından tümüyle benzer olan iptali istenen kuralın da, Anayasa'nın 2'nci, 10'uncu, 11'inci ve 153'üncü maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verildiği görülmüş olup, bu bakımdan bu dosyada iptali istenilen 2802 sayılı Kanunun geçici 16. maddesi hükmünde, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağladığına ilişkin Anayasanın 153'üncü maddesine de uyarlık bulunmamaktadır. Bu durumda, hakim ve savcılara, diğer devlet memurlarında olduğu gibi, görevlerinden ayrıldıkları tarihteki emekli keseneğine esas aylıkları esas alınarak emekli aylığı bağlanması ve ikramiye ödenmesini engelleyen, 29.6.2006 tarih ve 5536 sayılı Kanunun 5. maddesiyle 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa eklenen geçici 16. maddede yer alan düzenlemenin, Anayasanın 10'uncu maddesinde ifadesini bulan 'eşitlik' ilkesine, 2'nci maddesinde öngörülen hakları koruyucu adil bir hukuk düzenini kurmakla yükümlü Devletin niteliklerinden olanEsas Sayısı : 2008/15 Karar Sayısı : 2011/57 4 'hukuk devleti' ilkesine, herkesin 'sosyal güvenlik hakkı'na sahip olduğunu düzenleyen 60'ıncı maddesine ve 'Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı'na ilişkin 153'üncü maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa, 29.6.2006 tarih ve 5536 sayılı Kanunla eklenen geçici 16. maddede yer alan, 'Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yürürlüğe girinceye kadar, 103'üncü maddede unvanları belirtilenlerin emekli kesenek ve karşılıkları ile emekli aylıkları ve ikramiyelerinin hesaplanmasında, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki bu hususlara dair hükümlerin uygulanmasına devam olunur' şeklindeki düzenlemenin Anayasanın 2'nci, 10'uncu, 60'ıncı ve 153'üncü maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan madde hükmünün iptaline karar verilmesi istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 4.12.2007 tarihinde oybirliği ile karar verildi.' B 2008/53 Esas Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: 'Danıştay Onuncu Dairesi Başkanlığından 25.3.2007 tarihinde emekli olan davacı tarafından, 2.983 YTL emekli aylığı bağlanmasına, 58.256. 78 YTL emekli ikramiyesi ödenmesine ilişkin işlemin iptali ve mahrum kaldığı parasal hakların yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle Danıştay Başkanlığı ve Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı'na karşı açılan davada uyuşmazlığın çözümünde uygulanacak olan 2802 sayılı Kanuna 5536 sayılı Kanunla eklenen geçici 16. madde hükmüyle ilgili olarak davacının ileri sürdüğü Anayasa'ya aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varılması üzerine işin gereği görüşüldü; 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 43. maddesinde, bu Kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylıklarının, aylık gösterge tablosu ve ek gösterge rakamları göz önünde bulundurulmak suretiyle tespit edileceği hüküm altına alınmıştır. 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununun 41. maddesinin (a) fıkrasında, emekli, adi malullük ve vazife malullüğü aylıklarının hesaplanmasında 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 43'üncü maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergelerin esas alınacağı, (b) fıkrasında ise emekli, adi malullük ve vazife malullüğü aylıklarının, (a) fıkrasına göre tespit edilen rakamların her yıl Bütçe Kanununda tespit edilen Katsayı ile çarpılması sonunda bulunacak tutarın fiili ve itibari hizmet toplamı 25 yıl olanlara %75'i, 25 yıldan az olanlara her tam yıl için %1 eksiği, fazla olanlara da her tam yıl için %1 fazlası üzerinden bağlanacağı, bağlanacak aylıkların toplamının, emekli ve adi malullük aylıklarında emekli aylığı bağlanmasına esas aylıklarının %100'ünü geçemeyeceği, vazife malullüğü aylıkları hakkında bu tahdidin uygulanmayacağı kurala bağlanmış, aynı Kanunun 13/06/1994 tarih ve 546 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 3. maddesi ile değişik ek 70. maddesinde, sandık iştirakçilerine ödenmekte olan memuriyet taban aylığı ve kıdem aylığı tutarları ile, zam, tazminat ve ödenekler ile benzeri ödemeler toplamına karşılık gelmek üzere, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi en yüksek devlet memuru aylığı (ek gösterge dahil) brüt tutarının, bu maddede belirtilen yüzdelerine tekabül eden miktarının; emeklilik keseneğine ve kurum karşılığına tabi tutulacağı, bu tutarların, bu Kanunun 41'inci maddesinin (a) fıkrasına göre emekli, adi malûllük, vazife malûllüğü, dul ve yetim aylıklarının; ek 20'inci maddesine göre de emeklilik ikramiyelerinin hesaplanmasına dahil edileceği belirtilmiş, söz konusu Kanunun 21.04.2005 tarih ve 5335 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 89. maddesinde ise emekli, adi malûllük veya vazife malûllüğü aylığı bağlanan veyahut toptan ödeme yapılan; asker, sivil tüm iştirakçilere, her tam fiili hizmet yılı için, aylık bağlamaya esas tutarların bir aylığının emekli ikramiyesi olarak verileceği, verilecek emekli ikramiyesinin hesabında, 30 fiili hizmet yılından fazla sürelerin nazara alınmayacağı kuralına yer verilmiştir.Esas Sayısı : 2008/15 Karar Sayısı : 2011/57 5 24.2.1983 tarihli ve 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun, 08.07.2006 tarih ve 26222 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak 15.7.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5536 sayılı Kanunla değişik 102, 103 ve 106. maddelerinde hakim ve savcıların mali hakları düzenlenmiş, 111. maddesinde, devlet memurlarına tanınan sosyal hak ve yardımlara ilişkin hükümlerin bu Kanunun 2'nci maddesinde sayılanlar hakkında da uygulanacağı belirtilmiş, aynı sayılı Kanuna 5536 sayılı Kanunla eklenen geçici 16. maddede ise Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yürürlüğe girinceye kadar, 103'üncü maddede unvanları belirtilenlerin emekli kesenek ve karşılıkları ile emekli aylıkları ve ikramiyelerinin hesaplanmasında, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki bu hususlara dair hükümlerin uygulanmasına devam olunacağı hüküm altına alınmıştır. Yukarıda yer verilen yasal düzenlemeler birlikte incelendiğinde, emekli aylığı bağlanması gereken iştirakçilere, görevlerinden ayrıldıkları tarihte, emekli keseneğine esas aylık veya ücretleri baz alınarak, bu tarihe kadar olan fiili ve itibari hizmet müddetleri toplamı üzerinden aylık bağlandığı ve emekliye ayrılmadan önce en son almakta oldukları aylık gösterge, ek gösterge, taban aylığı, kıdem aylığı ve özel hizmet tazminatı göz önünde bulundurulmak suretiyle hesaplanan emekli aylığı bağlanmasına esas aylık tutarının, fiili hizmet yılıyla çarpılması suretiyle bulunan miktar kadar emekli ikramiyesi verildiği halde, hakim ve savcılar için son aylığın, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yürürlüğe girinceye kadar 2006/Haziran aylığı olarak sabitlendiği, böylece emekli aylığı ve ikramiyesi yönünden diğer devlet memurlarıyla aynı hukuki durumda bulunan, aynı sosyal güvenlik kurumuna tabi hakim ve savcılar için diğer devlet memurlarından farklı bir düzenlemeye gidildiği görülmektedir. Dosyanın incelenmesinden, Danıştay Onuncu Dairesi Başkanlığından 25.3.2007 tarihinde emekli olan davacının en son aylığını, 5536 sayılı Kanun hükümleri uyarınca en yüksek devlet memurunun maaşına endeksli olarak aldığı halde, emekli aylığı ve ikramiyesinin, en son aylık ve ödemeleri üzerinden değil de 2802 sayılı Kanunun geçici 16. maddesi hükmü uyarınca, 5536 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önceki uygulama uyarınca yapılmış bulunan, 2006/Haziran ayına ilişkin aylık ve ödemeleri esas alınarak ödenmesi üzerine, 5434 sayılı Kanunun 41. ve 89. maddesi hükümleri uyarınca, çalışmakta olan hakim ve savcılar ile emekli olan hakim ve savcıların aylıklarının, yasadaki belirli oranlar gözönünde bulundurularak, aynı esaslara dayanılarak hesaplanması gerektiği ileri sürülerek bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu belirtilmiş, 10. maddesinde; herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyası düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu vurgulanmış, 60. maddesinde ise, herkesin, sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu, Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alacağı öngörülmüştür. Hukuk Devleti, en kısa tanımıyla, vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, Devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi ifade eder. Anayasa Mahkemesinin çoğu kararlarında Hukuk Devleti; 'insan haklarına saygılı ve hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet' şeklinde tanımlanmıştır. Anayasanın 10. maddesinde belirtilen eşitlik ilkesi ise, birbirleriyle aynı durumda olanlara aynı kuralların uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemek amacına hizmet eder. Bu itibarla aynı hukuksal durumda olanlar için yapılan farklı düzenlemeler Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur.Esas Sayısı : 2008/15 Karar Sayısı : 2011/57 6 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nun 111. maddesinde bulunan atıf uyarınca, devlet memurlarına tanınan sosyal hak ve yardımlara ilişkin hükümlerden faydalanacaklarının öngörülmesi nedeniyle, emekli aylığı ve ikramiyesi yönünden diğer devlet memurlarıyla aynı hukuki durumda bulunan hakim ve savcılara, şu anda yürürlükte olmayan bir ücret rejimine göre ve görevden ayrıldıkları tarih değil, Haziran/2006 dönemi aylık ve ödemeleri dikkate alınmak suretiyle emekli aylığı bağlanması ve ikramiye ödenmesi, kazanılmış hakların korunması ve eşitlik ilkesine aykırı bulunmaktadır. Öte yandan, 5434 sayılı Kanunun Ek 9. maddesini değiştiren ve emekli, adi malullük, vazife malullüğü ile dul ve yetim aylıklarının, her ay bir önceki aya ilişkin Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından açıklanan en son temel yıllı kentsel yerler tüketici fiyatları indeksi değişim oranına göre belirleneceğine dair hüküm içeren 4457 sayılı Kanunun 24. maddesinin iptali istemiyle açılan davada, Anayasa Mahkemesinin 23.2.2001 günlü ve E:1999/42, K:2001/41 sayılı kararıyla; devlet memurlarının çalıştıkları ve emekli oldukları döneme ilişkin hak ve yükümlülüklerinin yasalarla düzenlendiği, Emekli Sandığı Kanunu'nun 'Emekli Aylığı' başlıklı 41. maddesinin (a) fıkrasında; emekli, adi malûllük ve vazife malûllüğü aylıklarının hesaplanmasında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 43. maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergelerin esas alınacağının belirtildiği, buna göre, çalışmakta olan devlet memuru ile emekli olan memurun aylıklarının hesaplanmasının, yasadaki belirli oranlar gözönünde bulundurularak aynı esasa dayanılarak yapılacağı, 5434 sayılı Yasa'nın Ek 9. maddesinin birinci fıkrasının değişikliğinden önce, eski emeklilerle yeni emekliler arasında herhangi bir eşitsizlik doğması engellenmiş iken, yeni düzenlemeyle emekli aylıklarındaki artışın gösterge ve ek göstergelerdeki artışa göre hesaplanması esasından vazgeçilerek, aylığın enflasyon oranındaki artışa göre hesaplanmasının kabul edildiği, böylece çalışan memurların maaş artışı ile emekli memurların maaş artışı arasında olduğu gibi, daha önce aynı görevlerde bulunan eski ve yeni emeklilerin maaşları arasında da büyük farkların ortaya çıkmasına neden olacak bir sistem getirildiği, bu durumun ise Anayasa'nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesini zedelediği gerekçesiyle dava konusu düzenlemenin, Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı bulunarak iptal edildiği, aynı şekilde 31.5.2006 tarih ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununa göre bağlanacak gelir ve aylıkların, her yılın Ocak ve Temmuz ödeme tarihlerinden geçerli olmak üzere, bir önceki altı aylık döneme göre Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan en son temel yıllı tüketici fiyatları genel indeksindeki değişim oranı kadar artırılarak belirleneceğine dair anılan Kanunun 55'inci maddesinin ikinci fıkrasının iptali istemiyle ilgili olarak da Anayasa Mahkemesinin 15.12.2006 gün ve E:2006/111, K:2006/112 sayılı kararıyla; 4447 sayılı Kanunun 24'üncü maddesiyle değiştirilen 5434 sayılı Kanun'un Ek 9. maddesinin birinci fıkrası Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olmasına rağmen, yapılan bu düzenleme ile, Anayasa'nın 153'üncü maddesi dikkate alınmaksızın, çalışan memurların maaş artışı ile emekli memurların maaş artışı arasında olduğu gibi, daha önce aynı görevlerde bulunan eski ve yeni emeklilerin maaşları arasında da büyük farkların ortaya çıkmasına neden olacak bir sistem getirildiği, bu durumda, Anayasa Mahkemesi'nin daha önce iptal ettiği kuralla yapılan düzenleme açısından tümüyle benzer olan iptali istenen kuralın da, Anayasa'nın 2'nci, 10'uncu, 11'inci ve 153'üncü maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verildiği görülmüş olup, bu bakımdan bu dosyada iptali istenilen 2802 sayılı Kanunun geçici 16. maddesi hükmünde, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağladığına ilişkin Anayasanın 153'üncü maddesine de uyarlık bulunmamaktadır. Bu durumda, hakim ve savcılara, diğer devlet memurlarında olduğu gibi, görevlerinden ayrıldıkları tarihteki emekli keseneğine esas aylıkları esas alınarak emekli aylığı bağlanması veEsas Sayısı : 2008/15 Karar Sayısı : 2011/57 7 ikramiye ödenmesini engelleyen, 29.6.2006 tarih ve 5536 sayılı Kanunun 5. maddesiyle 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa eklenen geçici 16. maddede yer alan düzenlemenin, Anayasanın 10'uncu maddesinde ifadesini bulan 'eşitlik' ilkesine, 2'nci maddesinde öngörülen hakları koruyucu adil bir hukuk düzenini kurmakla yükümlü Devletin niteliklerinden olan 'hukuk devleti' ilkesine, herkesin 'sosyal güvenlik hakkı'na sahip olduğunu düzenleyen 60'ıncı maddesine ve 'Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığına ilişkin 153'üncü maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle; 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa, 29.6.2006 tarih ve 5536 sayılı Kanunla eklenen geçici 16. maddede yer alan, 'Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yürürlüğe girinceye kadar, 103'üncü maddede unvanları belirtilenlerin emekli kesenek ve karşılıkları ile emekli aylıkları ve ikramiyelerinin hesaplanmasında, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki bu hususlara dair hükümlerin uygulanmasına devam olunur' şeklindeki düzenlemenin Anayasanın 2'nci, 10'uncu, 60'ıncı ve 153'üncü maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan madde hükmünün iptaline karar verilmesi istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 24.3.2008 tarihinde oybirliği ile karar verildi.' | 3,265 |
Esas Sayısı:1971/19 Karar Sayısı:1971/61 1 A) İleri sürülen iptal gerekçeleri ve savunma özeti : 1 Konfederasyon vekilince ileri sürülen gerekçe özeti : a) 775 sayılı Gecekondu Kanununun 1. maddesiyle saptanan amaç ve kapsam gözönünde tutulduğunda Yasada öngörülen işlerin gerektirimi giderlerin, vergi ve harç gibi Devlet gelirleriyle karşılanması gerektiği anlaşılır. b) 775 sayılı Yasanın 14. maddesinin b bendiyle Sosyal Sigortalar Kurumunun yıllık bütçesinden ayrılacak Bakanlar Kurulunun uygun göreceği tutarda bir paranın, sözü geçen Yasanın öngördüğü islerin görülmesi için zorunlu malî kaynaklardan biri olarak gösterilmesi, Anayasa'nın 61. maddesiyle konulan ilkeye aykırı düşmektedir. c) 775 sayılı Yasanın 14. maddesinin b bendinde ver alan kural, mal varlığı üzerindeki mülkiyet hakkına el atma niteliğinde bulunması dolayısiyle Anayasa'nın 36. maddesine de aykırı düşmektedir. 2 Danıştay'daki dâvada dâvâlı gösterilen İmar ve İskân Bakanlığının savunması özeti : a) Gecekondu bölgelerinde oturanların yüzde 70 den çoğunun işçiler olması dolayısiyle 775 sayılı Yasanın uygulanmasından yararlanacakların büyük bir bölümü işçilerdir. Sosyal Sigortalar Kurumunun mal varlığının oluşturmasına işverenler ve işveren olarak Devlet de katılmaktadır ve bu varlığa genel bütçeden yardım yapma yolu ile dahi Devletin katkısı vardır. Bu nedenlerle, sözü edilen Kurumun paralarından gecekondu işlerinde yararlanılması olağandır. Bu yararlanışta Anayasa'nın 61. maddesine aykırılık yoktur. b) Anayasa'nın 36. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkinin kamu yaran ereğiyle ve yasayla sınırlandırılabilmesi öngörülmüş olduğundan, tartışma konusu 14. maddesinin b bendinde yer alan kural. Anayasa'nın 36. maddesine aykırı bulunamaz. 3 Danıştay Dâva (Daireleri Kurulunun Anayasa'ya aykırılık savın ciddi görmesine ilişkin gerekçenin özeti : 775 sayılı Yasanın 14. maddesinin b bendi kuralı, Bakanlar Kuruluna Sosyal Sigortalar Kurumu kaynaklarına, yalnızca kendisinin belli edeceği ölçüler içerisinde el atma ve uygun göreceği tutarları gecekondu işleri için kurulan fona aktarma yetkisi vermektedir. a) Tartışma konusu kuralda veya Yasanın başka bir kuralında, Sosyal Sigortalar Kurumu bütçesinden, fona aktarılacak paraların sonradan Kuruma geri verileceği öngörülmüş değildir. Böylece Sosyal Sigortalar Kurumu Yasayla akçalı bir yüküm altına sokulmuş bulunmaktadır. Oysa Anayasa'nın 61. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca böyle yükümlerin matrah ve oran yönleri hiç değilse ana çizgileriyle ve bu olamıyorsa en yüksek sınırlarıyle belli edilmelidir. Tartışma konusu 14. maddenin b bendiyle Bakanlar Kuruluna tanınan yetki Anayasa'nın 61. maddesinin buyurduğu biçimde sınırlandırılmış değildir ve akçalı yüküm, bu nedenle 61. maddeyle çelişmektedir. b) 775 sayılı Yasanın 14. maddesinin b bendiyle aslında Kurumun sosyal durumlarını güvenceye bağlamakla yükümlü olduğu sigortalıların öbür yurttaşlardan daha başka bir biçimdeEsas Sayısı:1971/19 Karar Sayısı:1971/61 2 bu giderlere katılması öngörülmektedir; oysa Anayasa'nın 61. maddesinin ilk fıkrası gereğince herkes kamu giderlerine mali gücüne göre katılmakla yükümlüdür. Demek ki 61 maddeye bu yönden de aykırılık vardır. c) Anayasa'nın 48. maddesi gereğince herkesin sosyal güvenliğin; sağlamak .üzere sosyal sigortalar ve sosyal yardım örgütleri kurmak Devletin ödevlerindendir. Devletin bu ödevini yerine getirmek üzere kurduğu Sosyal Sigortalar Kurumu kaynaklarını geliştirmek ve genişletmek yolu ile sigortalıların sosyal güvenlik haklarından olabildiğince en iyi biçimde yararlanmalarım sağlamak yerine, bu konuda yapıla çak bir iş kalmamış gibi, Devletin genel giderleriyle karşılanması gereken gecekondu işlerinin yürütümünde sosyal güvenlik için ayrılmış bulunan sigorta kurumu paralarının kullanılması Anayasayla öngörülmüş bulunan eşitlik ilkesiyle de çelişmektedir. | 487 |
Esas Sayısı : 1999/28 Karar Sayısı : 1999/38 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 27.12.1997 günlü, 23213 sayılı (Mükerrer) Resmi Gazetede yayımlanarak 1.1.1998 tarihinde yürürlüğe giren 4316 sayılı 1998 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun Yurtdışı Teşkilâtlarının Yeniden Düzenlenmesi başlıklı 64. maddesinde, Genel bütçeli daireler ve katma bütçeli idareler ile kamu iktisadi teşebbüslerine ait yurtdışı teşkilâtlarını yeniden düzenlemeye veya kaldırmaya, sürekli kadroları ile sözleşmeli personel pozisyonlarını iptal etmeye ve halen yurtdışında sürekli görevli bulunan personelin görev sürelerini kısaltmaya, değişik kurumlara ait birimleri aynı çalışma mekanlarında toplamaya, ihtiyaç fazlası taşınır ve taşınmaz malların tasfiye edilmesi esas ve usullerini belirlemeye Dışişleri ve Maliye Bakanlığının müşterek teklifi üzerine Başbakan yetkilidir. hükmüne yer verilmiştir. 189 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Yurtdışı Teşkilâtı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 4. maddesinde sürekli yurtdışı teşkilâtından; a. Dış temsilcilikler, Dışişleri Bakanlığının, b. İhtisas birimleri ile dış temsilcilik niteliği taşımayan yurtdışı teşkilâtı ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının, teklifi üzerine, Bakanlar Kurulu kararı ile kurulur veya akredite edilir, kaldırılır, birleştirilir veya değiştirilir. kuralına yer verilmiştir. Anayasanın 87. maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri arasında; kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak ile bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek ayrı ayrı sayılmış; 88. maddesinde de; yasa tasarı ve tekliflerinin TBMM'de görüşülme usul ve esaslarının içtüzükte düzenleneceği belirtilmişken; bütçenin görüşülme usul ve esasları Anayasa'nın 162. maddesinde hüküm altına alınmış; ayrıca 89. maddede, Cumhurbaşkanına Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilen diğer yasaların aksine bütçe yasalarını bir daha görüşülmek üzere Meclise geri gönderme yetkisi tanınmamıştır. Anayasanın 161. maddesinin son fıkrası Bütçe Kanununa bütçeyle ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz kuralını taşımakta olup; Anayasa Mahkemesinin pekçok kararında, örneğin 10 Ocak 1992 günlü, 21107 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 27.11.1991 günlü, E:1991/37, K:1991/44 sayılı kararında da vurgulandığı üzere bütçe ile ilgili hükümler deyimini, mali nitelikli kurallar anlamında değil, bütçenin uygulanmasını kolaylaştırıcı, yasa konusu bir kuralı içermemek koşulu ile ancak açıklayıcı nitelikte hükümler olarak algılamak gerekmektedir. Yukarıda genel hatlarıyla aktarıldığı üzere Anayasamızda bütçe yasaları ve diğer yasaları çıkarma yöntemleri ayrı ayrı düzenlenmiş olup, bu düzenleme karşısında, yasa konusu olacak hükümlerinin bütçe yasasında yer almasına veya bir yasa hükmünün bütçe yasasıyla değiştirilmesi veya kaldırılmasına olanak bulunmamaktadır.Esas Sayısı : 1999/28 Karar Sayısı : 1999/38 2 Nitekim Anayasanın 161. maddesindeki yasaklayıcı kuralla; bütçe yasalarını kendi yapısına yabancı hükümlerden arındırmak, gerçek anlamda bütçe kavramı dışında kalan konulara bütçe yasalarında yer verilmemesini sağlamak amaçlanmıştır. 1998 Mali Yılı Bütçe Kanununun 64. maddesinde ise, içerdiği hükümler itibariyle başka bir yasa konusu olacak hususlar düzenlenerek 189 sayılı Kanun Hükmünde Kararname de değişiklik yapılması sonucunu doğuran nitelikte düzenlemeye gidilmiş olduğu görüldüğünden anılan madde Anayasanın 161. maddesinin son fıkrasına aykırı görülmüştür. Açıklanan nedenlerle ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görmesi durumunda gerekçeli kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Yasanın 28. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 1998 Mali Yılı Bütçe Kanununun 64. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan ilgili belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 6.7.1999 tarihinde oybirliği ile karar verildi. | 503 |
Esas Sayısı : 2011/42 Karar Sayısı : 2013/60 1 I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ ile İTİRAZ BAŞVURUSUNUN GEREKÇELERİ A Dava Dilekçesinin Gerekçe Bölümü Şöyledir: II. İPTALİ İSTENEN MADDELERİN ANAYASAYA AYKIRILIK GEREKÇELERİ 1) 13.02.2011 Tarihli ve 6111 Sayılı Kanunun 40 ıncı Maddesi ile Değiştirilen 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 86 ncı Maddesinin Dördüncü Fıkrasının, Kurumca belirlenen işyerlerinde bu şart aranmaz. Şeklindeki İkinci Cümlesinin Anayasaya Aykırılığı 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun Prim belgeleri ve işyeri kayıtları başlıklı 86 ncı maddesinde, işverenlerin bir ay içinde çalıştırdıkları sigortalılar ile sosyal güvenlik destek primine tabi sigortalıların aylık prim ve hizmet belgesini Sosyal Güvenlik Kurumuna bildirme esas ve usulleri düzenlenmektedir. Maddenin dördüncü fıkrasının ilk cümlesinde, ay içinde 30 günden az çalıştırıldığı ve dolayısıyla 30 günden az ücret ödendiği beyan edilen sigortalılar için, 30 günden az çalıştıklarını ispatlayan belgelerin işverence ilgili aya ait aylık prim ve hizmet belgesine eklenmesinin şart olduğu temel kural olarak yer almaktadır. Fıkranın temel kurala istisna getiren, Kamu idareleri ile toplu iş sözleşmesi imzalanan işyerlerinde bu şart aranmaz. şeklindeki ikinci cümlesi ise, yapılan değişiklikle Kurumca belirlenen işyerlerinde bu şart aranmaz. biçimine dönüştürülmüştür. Böylece, beyanı ispatlayıcı belgeleri ibraz yükümlülüğünden, yasayla sadece kamu idareleri ile toplu iş sözleşmesi imzalanan işyerleri muaf tutulmuş iken; fıkrada yapılan değişiklikle, kamu özel, toplu iş sözleşmesi bireysel iş sözleşmesi, tam zamanlı kısmi zamanlı ayrımı yapılmaksızın ve hiçbir ölçü de getirilmeksizin beyanı ispatlayıcı belgeleri ibraz yükümlüğünden muaf tutulacak işyerlerini belirleme yetkisi Sosyal Güvenlik Kurumuna verilmektedir. Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmıştır. Hukuk devleti ilkesi kurallarda belirliliği gerektirir. Ay içinde bazı işgünlerinde çalıştırılmadığı ve ücret ödenmediği beyan edilen sigortalıların, otuz günden az çalıştıklarını ispatlayan belgelerin işverence ilgili aya ait aylık prim ve hizmet belgesine eklenmesi yükümlülüğünden, kamu özel, toplu iş sözleşmesi bireysel iş sözleşmesi, tam zamanlı kısmi zamanlı ayrımı yapılmaksızın; amacı, ilkeleri ve sınırları belirtilmeksizin ve hiç bir ölçüye bağlanmaksızın muaf tutulacak işyerlerini belirleme yetkisinin Sosyal Güvenlik Kurumuna verilmesi hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacağı için Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. Öte yandan, Anayasanın 7 nci maddesinde, Yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği belirtilmiştir. Beyanı ispata yarayacak belgeleri verme yükümlülüğünden muaf tutulacak işyerlerinin belirlenmesi yetkisinin, kamu özel, toplu iş sözleşmesi bireysel iş sözleşmesi, tam zamanlı kısmi zamanlı ayrımı yapılmaksızın ve amacı, ilkeleri ve sınırları belirtilmeksizin yasayla doğrudanEsas Sayısı : 2011/42 Karar Sayısı : 2013/60 2 Sosyal Güvenlik Kurumuna verilmesi, yasama yetkisinin devri anlamına geleceğinden, söz konusu düzenleme Anayasanın 7 nci maddesine de aykırıdır. Anayasanın 2 nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında vurgulandığı üzere sosyal hukuk devleti, temel hak ve özgürlükleri en geniş ölçüde gerçekleştiren ve güvence altına alan, toplumsal gerekleri ve toplum yararını gözeten, kişi ve toplum yararı arasında denge kuran, toplumsal dayanışmayı en üst düzeyde gerçekleştiren, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak eşitliği ve sosyal adaleti sağlayan, çalışma hayatının gelişmesi için önlemler alarak çalışanları koruyan, sosyal güvenlik sorunlarını çözmeyi yüklenmiş, ülkenin kalkınmasıyla birlikte ulusal gelirin sosyal katmanlar arasında adaletli biçimde sağlanmasını amaç edinmiş devlettir. Oysa, yapılan değişiklik ile bir yandan kısmi zamanlı çalışma işçiler aleyhine alabildiğine genişletilirken, diğer yandan kısmi zamanlı çalışmayı haklı kılan nedenlerine ilişkin belgelerin işverenlerce ibrazına ilişkin yükümlülüğün idarenin takdirine bırakılması, emeğin tümüyle istismarına yol açacaktır. Bu bağlamda söz konusu düzenleme sosyal devlet ilkesine de aykırıdır. Anayasanın 60 ıncı maddesinde, herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu; Devletin bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alacağı ve teşkilatı kuracağı hükmüne yer verilmiştir. Aynı madde ile 5510 sayılı Kanunun 86 ncı maddesinin yedinci fıkrasının da yürürlükten kaldırıldığı ve böylece sigortalıyı çalıştıran işveren ile alt işveren ve sigortalıyı geçici olarak devralan işverenlerin; aylık prim ve hizmet belgesinin Sosyal Güvenlik Kurumunca onaylanan bir nüshasını sigortalının çalıştığı her işyerinde, sigortalılar tarafından görülebilecek bir yere asma yükümlülüğüne de son verildiği göz önüne alındığında, Sosyal Güvenlik Kurumuna verilen bu yetki, işçilerin kontrol ve Devletin otokontrol imkanını büsbütün sona erdirerek, taşeronlaşmayı ve kayıt dışı istihdamı teşvik ettiği için, Anayasanın 60 ıncı maddesine de aykırılık oluşturmaktadır. Güçsüzleri güçlülere ezdirmemek ilkesi, herkesi, bu arada çalışanları, emeklilerle yaşlıları, durumlarına uygun düzenlemelerle, sağlıklı, mutlu ve güven içinde yaşatmayı gerektirir. Açıklanan nedenlerle 13.02.2011 tarihli ve 6111 sayılı Kanunun 40 ıncı maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 86 ncı maddesinin dördüncü fıkrasının, Kurumca belirlenen işyerlerinde bu şart aranmaz. şeklindeki ikinci cümlesi, Anayasanın 2 nci, 7 nci ve 60 ıncı maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 2) 13.02.2011 Tarihli ve 6111 Sayılı Kanunun 53 üncü Maddesi ile 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun Geçici 20 nci Maddesine Eklenen Fıkranın Anayasaya Aykırılığı 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 20 nci maddesinde, bankalar, sigorta ve reasürans şirketleri, ticaret odaları, sanayi odaları, borsalar veya bunların teşkil ettikleri birlikler personelinin malullük, yaşlılık ve ölümlerinde yardım yapmak üzere, 506 sayılı Kanunun yayımı tarihine kadar tesis veya dernek olarak kurulmuş bulunan sandıklar düzenlenmekte ve (b) bendi ise, Bu personelin, iş kazalarıyla meslek hastalıkları, hastalık. Esas Sayısı : 2011/42 Karar Sayısı : 2013/60 3 analık, malûllük, yaşlılık ve ölüm, eşlerinin analık, eş ve çocuklarının hastalık hallerinde, en az bu kanunda belirtilen yardımları sağlayacak. hükmünü içermektedir. Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 09.03.1983 günlü ve 1983/1 1 sayılı Kararında da (RG 23.06.1983/18086) belirtildiği üzere, 506 sayılı Kanunun geçici 20 nci maddesi, 506 sayılı Yasanın bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde görüleceği üzere, 20 nci maddede belirtilen sandıklar bağlı bulundukları kuruluşların personeli hakkında yasal düzenleme alanı içinde Sosyal Sigortalar Kurumunun yüklendiği görevleri, sağladığı hakları o düzeyin altına düşmemek üzere yüklenmiş sandıklar olup, görevleri ve en az yükümlülükleri yasa ile belirlenmiştir. Bu bağlamda, örneğin; T. Vakıflar Bankası T.A.O. Memur ve Hizmetlileri Emekli ve Sağlık Yardım Vakfı Vakıf Senedinin 4 üncü maddesinde, Vakfın gayesi: a İşbu vakıf Senedi hükümleri dairesinde üyelerin emeklilik, malullük, ölüm, hastalık, analık, iş kazaları ve meslek hastalıkları hallerinde ve eş ve çocukları ile üyenin geçindirmekle yükümlü bulunduğu ana ve babasının hastalıklarında, Sosyal Sigortalar Kanunları ile temin edilen yardımlardan az olmamak üzere hak sahiplerine yardımda bulunmak. denilmektedir. T. Vakıflar Bankası T.A.O. Memur ve Hizmetlileri Emekli ve Sağlık Yardım Vakfının, Yasadan ve Vakıf Senedinden kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmemesi üzerine, hak sahiplerinin açtığı davalar davacılar lehine sonuçlanmış ve Yargıtay bu kararları onamıştır. Nitekim, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 26.10.2010 tarih ve E.2009/15373, K.2010/14473 sayılı Kararında, . davalı Vakfın, vazgeçilmez ve devredilmez nitelikteki sosyal güvenlik hakkının yaşama geçirilmesi görevini sürdüren bir tüzel kişilik olduğu gözetildiğinde, bu görevi yerine getirirken, konuya ilişkin daha üst düzeydeki düzenlemeleri içeren, Sosyal Sigortalar Kanunundaki temel düzenlemelerle bağlı kalmasının gereklilik arz etmesine, geçici 20 nci maddede yer alan sandıklar ile 506 sayılı Yasa arasındaki ilişkinin, yasanın bu sandıklar için bir alt sınır ile gerçekleşmesine, Hukuk Genel Kurulunun 24.03.2010 tarih 2010/10 155 Esas 170 Karar sayılı ilamında da belirtildiği gibi; davalı vakıf tarafından bu alt sınırın, bağladığı aylıklara yapılan artış oranları yönünden, 506 sayılı Yasa hükümlerine göre bağlanan aylıklara yapılan artış oranlarının karşılaştırılması suretiyle sağlanmasının gerekmesine, sağlanan artış oranının, 506 sayılı Yasa uyarınca yaşlılık aylığı alanlara yapılan artış oranından az olması durumunda, davalı Sandık yönünden yaşlılık aylığı artış oranı konusunda ek yükümlülük doğurmasına, vakıf senedindeki düzenlemelere göre aylıklarında artış olan kimselerin, ayrıca 506 sayılı Yasanın aylık artışına dair hükümlerinden de yararlanmalarının gerekmesine . karar vermiştir. Yasa hükmü, Vakıf Senedi ve Yargıtay 10. Hukuk Dairesi ile Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararı böyle iken; 6111 Sayılı Kanunun 53 üncü maddesi ile 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 20 nci maddesine eklenen fıkrada ise, Birinci fıkranın (b) bendinin uygulanmasında, yardımların sağlanması ve bağlanması yönünden alt sınırın belirlenmesinde muadil miktar karşılaştırması esas alınır. Ancak, gelir ve aylıkların artırılmasında 506 sayılı Kanuna göre bağlanan gelir ve aylıkların artırımına ilişkin hükümler devir tarihine kadar uygulanmaz. 5510 sayılı Kanunun geçici 20 nci maddesinin onikinci fıkrasında yer alan sınırlama dâhilinde sandıkların kuruluş senetlerinde yer alan hükümler ve sandıkların uygulamaları saklıdır. Bu hüküm, yürürlüğe girdiği tarihten önceki artışlarda ve görülmekte olan davalar hakkında da uygulanır. hükmü getirilerek kazanılmış haklar ortadan kaldırılmakta, yasaların geriye yürüyemeyeceği ilkesi çiğnenmekte ve görülmekte olan davalar geçersiz kılınmaktadır.Esas Sayısı : 2011/42 Karar Sayısı : 2013/60 4 Anayasa Mahkemesi 03.04.2001 tarih ve E.1990/50, K.2001/67 sayılı Kararında kazanılmış hakkı, kişinin bulunduğu statüden doğan, tahakkuk etmiş ve kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel alacak niteliğine dönüşmüş hak olarak tanımlamış; 20.05.1998 tarih ve E.1998/10, K.1998/418 sayılı Kararında ise, Anayasanın 2 nci maddesinde yazılı niteliklere sahip bir hukuk devletinde, mevcut kanunlara göre kazanılmış hakların sonradan çıkacak kanunlarla tanınmasının zorunlu olduğu şüphesizdir. denilmiştir. Bu bağlamda, 6111 Sayılı Kanunun 53 üncü maddesi ile 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 20 nci maddesine eklenen fıkra, Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Öte yandan, 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 20 nci maddesi kapsamındaki sigortalıların, emekli maaş artışı konusunda yargı mercileri nezdinde açmış oldukları davalardan bir kısmı kesinleşmiş; bir kısmı ise halen devam etmektedir. 6111 Sayılı Kanunun 53 üncü maddesi ile 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 20 nci maddesine eklenen fıkra ile görülmekte olan davalar ortadan kaldırılmaktadır. Anayasanın 138 inci maddesinin üçüncü fıkrasında, görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamayacağı, görüşme yapılamayacağı veya herhangi bir beyanda bulunulamayacağı belirtilirken; dördüncü fıkrasında ise, yasama ve yürütme organları ile idarenin, mahkeme kararlarına uymak zorunda oldukları, bu organlarla idarenin mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremeyecekleri ve bunların yerine getirilmesini geciktiremeyecekleri hüküm altına alınmıştır. Dolayısıyla 6111 Sayılı Kanunun 53 üncü maddesi ile 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 20 nci maddesine eklenen fıkra, Anayasanın 138 inci maddesine aykırıdır. Açıklanan nedenlerle, 6111 Sayılı Kanunun 53 üncü maddesi ile 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 20 nci maddesine eklenen fıkra, Anayasanın 2 nci ve 138 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 3) 13.02.2011 Tarihli ve 6111 Sayılı Kanunun 64 üncü Maddesi ile Değiştirilen 3308 Sayılı Mesleki Eğitim Kanununun 25 inci Maddesinin Birinci Fıkrasının Son Cümlesindeki, net tutarının yirmi ve üzerinde personel çalıştıran işyerlerinde İbaresi ile yirmiden az personel çalıştıran işyerlerinde yüzde 15'inden İbaresinin Anayasaya Aykırılığı 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanununun 25 inci maddesinin birinci fıkrasının, Ancak, işletmelerde meslek eğitimi gören öğrenci, aday çırak ve çırağa yaşına uygun asgari ücretin % 30'undan aşağı ücret ödenemez. hükmüne amir son cümlesi, 13.02.2011 tarihli ve 6111 sayılı Kanunun 64 üncü maddesi ile Ancak, işletmelerde meslek eğitimi gören örgün eğitim öğrencilerine, asgari ücretin net tutarının yirmi ve üzerinde personel çalıştıran işyerlerinde yüzde 30'undan, yirmiden az personel çalıştıran işyerlerinde yüzde 15'inden, aday çırak ve çırağa yaşına uygun asgari ücretin yüzde 30'undan aşağı ücret ödenemez. şeklinde değiştirilmiştir. Bu düzenlemeyle, aday çırak ve çıraklara ödenecek ücrette bir değişiklik öngörülmez iken; işletmelerde meslek eğitimi gören öğrencilere ödenecek ücrette ise, bir yandan yirmi ve üzeri personel çalıştıran işyeri yirmiden az personel çalıştıran işyeri ayrımına gidilmiş, diğer yandan da esas alınan brüt asgari ücret net asgari ücrete dönüştürülmüştür. Böylece işletmelerde meslek eğitimi gören (16 yaşından büyük) öğrencilerin 2011 yılının ilk altı ayında aylık 239 TL olan harçlığı, yirmiden fazla personel çalıştıran işyerlerinde 189 TL'ye, yirmiden az personel çalıştıran işyerlerinde ise 94. 5 TL'ye düşürülmüştür.Esas Sayısı : 2011/42 Karar Sayısı : 2013/60 5 Anayasa Mahkemesinin 03.04.2001 tarih ve E.1990/50, K.2001/67 sayılı Kararında da belirtildiği üzere, kişinin bulunduğu statüden doğan, tahakkuk etmiş ve kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel alacak niteliğine dönüşmüş hak, kazanılmış haktır. Yine Anayasa Mahkemesinin 20.05.1998 tarih ve E.1998/10, K.1998/418 sayılı Kararında vurgulandığı üzere, Anayasanın 2 nci maddesinde yazılı niteliklere sahip bir hukuk devletinde, mevcut kanunlara göre kazanılmış hakların sonradan çıkacak kanunlarla tanınması zorunludur. Bu bağlamda, işletmelerde meslek eğitimi gören öğrencilere ödenen 239 TL'nin, yirmiden fazla personel çalıştıran işyerlerinde 189 TL'ye, yirmiden az personel çalıştıran işyerlerinde ise 94. 5 TL'ye düşürülmesini öngören, 6111 sayılı Kanunun 64 üncü maddesi ile değiştirilen 3308 Sayılı Mesleki Eğitim Kanununun 25 inci maddesinin birinci fıkrasının son cümlesindeki, net tutarının yirmi ve üzerinde personel çalıştıran işyerlerinde ibaresi ile yirmiden az personel çalıştıran işyerlerinde yüzde 15'inden ibaresi, Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. Öte yandan, işletmelerde meslek eğitimi gören öğrencilere ödenecek ücrette, yirmi ve üzeri personel çalıştıran işyeri yirmiden az personel çalıştıran işyeri ayrımına gidilerek öğrenciler arasında haklı ve geçerli bir nedene dayanmayan eşitsizlik ve adaletsizlik yaratılması, Anayasanın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesi ile 55 inci maddesindeki ücrette adalet sağlanması hükmüne de aykırıdır. Açıklanan nedenlerle, 6111 sayılı Kanunun 64 üncü maddesi ile değiştirilen 3308 Sayılı Mesleki Eğitim Kanununun 25 inci maddesinin birinci fıkrasının son cümlesindeki, net tutarının yirmi ve üzerinde personel çalıştıran işyerlerinde ibaresi ile yirmiden az personel çalıştıran işyerlerinde yüzde 15'inden ibaresi, Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 55 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 4) 13.02.2011 Tarihli ve 6111 Sayılı Kanunun 67 nci Maddesiyle 2022 Sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanuna Eklenen Geçici 2 nci Maddenin Birinci Fıkrasında Yer Alan, 3 aylık süre içerisinde İbaresinin Anayasaya Aykırılığı 13.02.2011 tarihli ve 6111 sayılı Kanunun 67 nci maddesiyle 2022 Sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanuna eklenen geçici 2 nci madde ile, sosyal güvenlik mevzuatına tabi olarak çalışmayan, sosyal güvenlik kurumlarından ya da yabancı ülkeler sosyal güvenlik kurumlarından her ne ad altında olursa olsun herhangi bir gelir veya aylık almayan ve silikozis hastalığı nedeniyle meslekte kazanma gücünü en az % 15 kaybettiğine Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Kurulunca meslek hastalıkları tespit hükümleri çerçevesinde karar verilen kişilere, Sosyal Güvenlik Kurumunca aylık bağlanması öngörülmekte; ancak, söz konusu aylığın bağlanması, Kanunun yayım tarihinden itibaren 3 aylık süre içinde talepte bulunulması şartına bağlanmaktadır. Bu düzenlemeye göre, Kanunun yayımı tarihinden itibaren 3 aylık süre içinde başvuramayanlar ile Kanunun yayımı tarihinden sonra silikozis hastalığına yakalananlar söz konusu haktan yararlanamayacaklardır. Anayasanın 2 nci maddesinde, sosyal hukuk devleti ilkesi Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmıştır. Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında vurgulandığı üzere sosyal hukuk devleti, temel hak ve özgürlükleri en geniş ölçüde gerçekleştiren ve güvence altına alan, toplumsal gerekleri ve toplum yararını gözeten, kişi ve toplum yararı arasında denge kuran. Esas Sayısı : 2011/42 Karar Sayısı : 2013/60 6 toplumsal dayanışmayı en üst düzeyde gerçekleştiren, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak eşitliği ve sosyal adaleti sağlayan, çalışma hayatının gelişmesi için önlemler alarak çalışanları koruyan, sosyal güvenlik sorunlarını çözmeyi yüklenmiş, ülkenin kalkınmasıyla birlikte ulusal gelirin sosyal katmanlar arasında adaletli biçimde sağlanmasını amaç edinmiş devlettir. Sosyal güvenlik mevzuatına tabi olarak çalışmayan, sosyal güvenlik kurumlarından ya da yabancı ülkeler sosyal güvenlik kurumlarından her ne ad altında olursa olsun herhangi bir gelir veya aylık almayan silikozis hastalarına bir hak tanınmışken, bunun Yasanın yayımı tarihinden itibaren belli bir süreyle sınırlanması ve bu süreden sonra silikozis hastası olanların ise Yasanın kapsamı dışında tutulması Anayasanın 2 nci maddesindeki sosyal hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmayacağı gibi Anayasanın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine de aykırılık oluşturur. Açıklanan gerekçelerle, 13.02.2011 tarihli ve 6111 sayılı Kanunun 67 nci maddesiyle 2022 Sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanuna eklenen geçici 2 nci maddesinin birinci fıkrasında yer alan üç aylık süre içerisinde ibaresi Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 5) 13.02.2011 Tarihli ve 6111 Sayılı Kanunun 98 inci Maddesi ile 6219 Sayılı Türkiye Vakıflar Bankası Türk Anonim Ortaklığı Kanununa Eklenen Geçici 4 üncü Maddenin Anayasaya Aykırılığı 11.01.1954 tarihli ve 6219 sayılı Türkiye Vakıflar Bankası Türk Anonim Ortaklığı Kanununun, 1050, 2490 ve 3460 sayılı kanunlar ile bunların ek ve tadilleri, banka ve kuracağı ortaklıklar hakkında uygulanmaz. hükmüne amir 18 inci maddesi; 6111 sayılı Kanunun 97 nci maddesi ile 8/9/1983 tarihli ve 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu, 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu, 8/6/1984 tarihli ve 233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ve 22/1/1990 tarihli ve 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname, 2/1/1961 tarihli ve 195 sayılı Basın İlan Kurumu Teşkiline Dair Kanun ve 12/4/1990 tarihli ve 3624 sayılı Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı Kurulması Hakkında Kanun Banka ve ortaklıkları hakkında uygulanmaz. şeklinde değiştirilmekte; ve 6111 sayılı Kanunun 98 inci maddesi ile 6219 sayılı Kanuna eklenen geçici 4 üncü maddede ise, 6219 sayılı Kanunun değişik 18 inci maddesi, 1/1/2004 tarihinden itibaren geçerli olup, Banka ve ortaklıkları hakkında yargı mercilerine açılmış davalar ve icra takipleri hakkında da uygulanır. denilmektedir. 6219 sayılı Kanunun 18 inci maddesinde yapılan değişiklik ile yürürlükten kalkmış olan 1050 sayılı Muhasebe i Umumiye Kanunu, 2490 sayılı Artırma, Eksiltme ve İhale Kanunu ve 3460 sayılı Sermayesinin Tamamı Devlet Tarafından Verilmek Suretiyle Kurulan İktisadi Teşekküllerin Teşkilatıyla İdare ve Murakabeleri Hakkındaki Kanununun yürürlükte bulunan kanunlarla güncellenmesinin amaçlandığı anlaşılmakla birlikte, 399 sayılı KHK ile 195 sayılı Kanun ve 3624 sayılı Kanunun da Vakıflar Bankası ve ortaklıkları hakkında uygulanmayacağına yönelik yeni bir düzenleme de içermektedir. 6111 sayılı Kanunun Yürürlük başlıklı 215 inci maddesine göre, 6111 sayılı Kanunun 97 nci maddesiyle değiştirilen 6219 sayılı Kanunun 18 inci maddesi, Kanunun yayımı tarihinde yürürlüğe girerken; 98 inci maddesiyle 6219 sayılı Kanuna eklenen geçici 4 üncü madde de ise. Esas Sayısı : 2011/42 Karar Sayısı : 2013/60 7 6219 sayılı Kanunun değişik 18 inci maddesinin 01.01.2004 tarihinden itibaren geçerli olacağı ve Vakıflar Bankası ile ortaklıkları hakkında açılmış olan davalar ile icra takipleri hakkında da uygulanacağı hüküm altına alınmaktadır. Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti ilkesi Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmıştır. Hukuk devleti, insan haklarına dayanan, insan hak ve özgürlüklerini koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı ve bunu geliştirerek sürdürmeyi amaç edinen, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasaya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür. Yasalar kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Geçmiş, yeni çıkarılan bir yasanın etki olanı dışında kalır. Sonradan yürürlüğe giren yasaların geçmiş ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkeleri arasındadır. Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olması yanında, kazanılmış haklara saygı duyulmasını da gerektirir. Kazanılmış haklara saygı ilkesi hukukun genel ilkeleri ve hukuk devleti kavramı içerisinde yer alır. Bu ilkenin temel amacı ise bireylerin hukuk güvenliğini sağlamaktır. Bu bağlamda, 25.02.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6219 sayılı Kanununun değişik 18 inci maddesinin, geçmişi kapsayacak şekilde 01.01.2004 tarihinden itibaren geçerli olması, Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Öte yandan, Anayasanın 87 nci maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri tadadı olarak sayılmıştır. 6219 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesindeki, değişik 18 inci maddenin 01.01.2004 tarihinden itibaren geçerli olacağına ve Banka ve ortaklıkları hakkında açılmış bulunan dava ve icra takiplerinde de uygulanacağına ilişkin düzenleme Yasama organının yetkisi kapsamında olmadığından Anayasanın 87 nci maddesine de aykırıdır. Anayasanın 138 inci maddesinin dördüncü fıkrası, yasama ve yürütme organları ile idarenin, mahkeme kararlarına uymak zorunda oldukları, bu organlarla idarenin mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremeyecekleri ve bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceklerine amirdir. 6219 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesinde yer alan, değişik 18 inci maddenin 01.01.2004 tarihinden itibaren geçerli olacağına ve Banka ve ortaklıkları hakkında açılmış bulunan davalar yanında icra takiplerinde de uygulanacağına ilişkin hüküm, yürümekte olan dava ve icra takiplerine açık bir müdahale olduğu için Anayasanın 138 inci maddesine aykırıdır. Açıklanana nedenlerle 6111 sayılı Kanunun 98 inci maddesiyle 6219 sayılı Kanuna eklenen geçici 4 üncü madde, Anayasanın 2 nci, 87 nci ve 138 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 6) 13.02.2011 Tarihli ve 6111 Sayılı Kanunun 101 inci Maddesi ile Değiştirilen 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun 68 inci Maddesinin (B) Bendinin İkinci Paragrafındaki, Başbakanlık ve bakanlıkların bağlı ve ilgili kuruluşlarının müsteşar ve müsteşar yardımcıları ile en üst yönetici konumundaki genel müdür ve başkan kadrolarına atanacaklar için tamamı, diğer kadrolara atanacaklar için İfadesinin Anayasaya AykırılığıEsas Sayısı : 2011/42 Karar Sayısı : 2013/60 8 Anayasa ve yasalarımızda Devlet memurluğu bir statü hukuku olarak düzenlenmiştir. Personel mevzuatımız temellerini, Anayasanın kamu hizmetine girme hakkını düzenleyen 70 inci maddesi ile kamu görevlileriyle ilgili genel ilkeleri düzenleyen 128 inci maddesinden almaktadır. Devlet memurluğuna giriş, memuriyet koşulları, memurların hak ve yükümlülükleri ile hizmet içinde yükselme şartları, statü hukukunun gereği olarak yasalarla belirlenmektedir. Öte yandan, Kıta Avrupa'sı Hukuk Sisteminde, Devlet memurlarının kamu hizmeti içinde ilerleme ve yükselmeleri liyakat ve kariyer ilkeleri temelinde şekillenmektedir. Nitekim, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun Temel ilkeler başlıklı 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (B) bendinde kariyer, Devlet memurlarına, yaptıkları hizmetler için lüzumlu bilgilere ve yetişme şartlarına uygun şekilde, sınıfları içinde en yüksek derecelere kadar ilerleme imkanını sağlamaktır. şeklinde tanımlanırken; (C) bendinde ise liyakat, Devlet kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar içinde ilerleme ve yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini liyakat sistemine dayandırmak ve bu sistemin eşit imkanlarla uygulanmasında Devlet memurlarını güvenliğe sahip kılmaktır. şeklinde tanımlanmıştır. Bu bağlamda, devlet memuriyetine girenlerden gerekli koşulları taşıyanların liyakat ve kariyer ilkelerinin gereği olarak en yüksek memuriyet kadrolarına kadar yükselebilmeleri gerekir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda öngörülen sistem, Devlet memurlarına bu olanağı sağlamaktadır. Ancak, 6111 sayılı Kanunun 101 inci maddesiyle değiştirilen 657 sayılı Kanunun 68 inci maddesinin (B) bendinin ikinci paragrafındaki düzenlemeler, 657 sayılı Kanunun temel ilkelerini ortadan kaldırmakta ve Devlet memurlarının hizmet içinde yükselerek üst kademe yöneticisi olabilmelerini dolaylı olarak engellemektedir. 657 sayılı Kanunun (B) bendinde yapılan değişiklikle, eğitim ve öğretim hizmetleri sınıfı hariç kurumların 1 nci derece kadrolu Başbakanlık ve bakanlıklarla bunların bağlı ve ilgili kuruluşlarının müsteşar ve müsteşar yardımcılığı ile en üst yönetici konumundaki genel müdür ve başkan kadrolarına, yükseköğrenim gördükten sonra özel kurumlarda veya serbest olarak çalıştıkları sürenin tamamı dikkate alınarak atama yapılabilecektir. Bu düzenlemeye göre üniversiteyi bitirdikten sonra 12 yıl serbest avukatlık yapmış bir kişi, hiç Devlet memuriyeti yapmamış olmasına rağmen doğrudan Başbakanlık veya Adalet Bakanlığı müsteşarlığı; herhangi bir inşaat firmasında 12 yıl çalışan bir mühendis Bayındırlık Bakanlığı müsteşarlığı; bir dershanede 12 yıl öğretmenlik yapan bir kişi Ortaöğretim Genel Müdürlüğü vb. görevlere atanabilecektir. Anayasanın 128 inci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında kamu görevlileriyle ilgili genel ilkeler düzenlendikten sonra, üçüncü fıkrasında aynen, Üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul ve esasları, kanunla özel olarak düzenlenir. hükmüne yer verilmiştir. Anayasa, üst kademe yöneticiler için statü hukukunun gerekleriyle yetinmeyerek ayrıca yasayla düzenlenmiş özel yetiştirilme usul ve esaslarını zorunlu görürken, yükseköğrenim gördükten sonra özel kurumlarda veya serbest olarak 12 yıl çalışan ve bu yanıyla da kamu hizmeti birikimi ile devlet memuriyeti kariyeri ve deneyimi olmayanların, başbakanlık ve bakanlıklar ile bağlı ve ilgili kuruluşların müsteşarlık ve müsteşar yardımcılığı ile en üst yönetici konumundaki genel müdür ve başkan kadrolarına atanmalarını öngören düzenleme, kamu hizmetleri ve kamu yararı ile kamu görevi ve görevlileri arasındaki fonksiyonel ilişkiyi, tek göstergesi fiyat olan piyasa mantığına indirgeyerek statü hukukunun bütün gerekleriniEsas Sayısı : 2011/42 Karar Sayısı : 2013/60 9 ortadan kaldırdığı için Anayasanın 128 inci maddesine aykırıdır. Yasama organından beklenen statü hukukunu bütünüyle ortadan kaldırmak değil, Anayasanın 128 inci maddesinin üçüncü fıkrasındaki emredici normu, personel mevzuatına taşıyarak uygulanabilir kılacak yasal düzenlemeleri yapmaktır. Açıklanan nedenlerle, 6111 sayılı Kanunun 101 inci maddesi ile değiştirilen 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 68 inci maddesinin (B) bendinin ikinci paragrafındaki, Başbakanlık ve bakanlıkların bağlı ve ilgili kuruluşlarının müsteşar ve müsteşar yardımcıları ile en üst yönetici konumundaki genel müdür ve başkan kadrolarına atanacaklar için tamamı, diğer kadrolara atanacaklar için ifadesi Anayasanın 128 inci maddesine aykırı olduğundan iptali gerekir. 7) 13.02.2011 Tarihli ve 6111 Sayılı Kanunun 115 inci Maddesi ile Değiştirilen 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun Ek 8 inci Maddesinin İkinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 6111 sayılı Kanunun 115 inci maddesiyle 657 sayılı Kanunun ek 8 inci maddesi değiştirilmiştir. Ek 8 inci maddenin birinci fıkrasında memurların başka kurumlarda görevlendirilmeleri; geçici olarak görevlendirilecek kurumun talepte bulunması, geçici görevlendirmenin memurun görevi ile ilgili olması ve geçici olarak görevlendirilecek memurun onayının alınması gibi statü hukukunun gereklerine uygun olarak düzenlenmişken; ikinci fıkrasında aynen, Birinci fıkrada belirtilen hâller dışında memurlar, kamu yararı ve hizmet gerekleri sebebiyle ihtiyaç duyulması hâlinde kurumlarınca, Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşü alınarak diğer kamu kurum ve kuruluşlarında altı aya kadar geçici süreli olarak görevlendirilebilir. denilmektedir. Memurun başka bir kurumda geçici görevlendirilmesinin birinci şartı, memurun hizmetine ihtiyaç duyan geçici görevlendirileceği kurumun istekte bulunmasıdır. Oysa ek 8 inci maddenin yukarıya aynen alınan ikinci fıkrasında, geçici görevlendirmenin başka kurumlardan herhangi bir talep olmadan çalışmakta oldukları kurumlarının isteği ve Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşü ile yapılacağı hükmü getirilmiş ve ayrıca geçici görevlendirmenin memurun göreviyle ilgili olması ve memurun onayının alınması gibi geçici görevlendirmenin asli unsurlarına fıkrada yer verilmemiştir. Düzenleme bu haliyle, yasalarla verilen kamu hizmeti görevini kadro eksiği nedeniyle yürütemeyen idarelerin görevleri olan kamu hizmetlerini diğer kurumlardan alınacak personel desteğiyle yerine getirmelerini sağlamayı değil; görevi olan kamu hizmetlerini yerine getirmek için ihtiyaçtan fazla personeli olan kamu kurumlarındaki personel fazlalığını memurları taciz ederek eritmeyi amaçlamaktadır. Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti ilkesi Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmıştır. Hukuk devletinin gereklerinden biri, hukuksal güvenlik ilkesine uyulması, başka bir anlatımla hukuk kurallarının belirlilik ve öngörülebilirlik niteliklerini taşımasıdır. Hukuksal güvenlik, kişilerin gelecekle ilgili plan, düşünce ve kararlarında var olan hukuk kurallarına güvenerek hareket etmelerinin hukuken korunması gereğini ifade eder. Bu durum hukuk devleti anlayışının bir gereği olduğu kadar, kamu hizmetlerinin verimli, etkin ve ekonomik yürütülmesinin de ön koşuludur. Statü hukukuna kişilerin isteği ile değil, Devletin tek taraflı tasarrufu ile girilmektedir. Siyasi karar organları kamu hizmetlerinin kapsam ve niteliği ile nelerin kamu hizmetinden sayılıp, nelerin sayılmayacağını belirlemekte, kamu hizmetinden sayılanların karşılanması için teşkilat kanunları ile kamu kurum ve kuruluşları kurmakta ve kamu kurum ve kuruluşlarınaEsas Sayısı : 2011/42 Karar Sayısı : 2013/60 10 verilen görev ve hizmetlerin yerine getirilmesi için yasalarla memuriyet kadroları ihdas etmektedir. İstekliler de tek taraflı olarak belirlenmiş statü hukukuna yasaların öngördüğü süreçlerden geçerek girmektedir. Herhangi bir kamu kurum ve kuruluşunda görevleri, sorumlulukları, hakları ve hizmet üretme süreçleri yasalarla önceden belirlenmiş Devlet memuriyetine giren kişi, yasalarda olağanüstü dönem ve durumlar olarak nitelenenler hariç, çalışmakta olduğu kamu kurum ve kuruluşunda yasaların öngördüğü şekilde görevini yaparak kariyer ve liyakat ilkeleri çerçevesinde en üst makamlara kadar yükseleceğini ve görevini güven | 4,183 |
Esas Sayısı : 2019/83 Karar Sayısı : 2019/62 1 “ III. Anayasaya Aykırılık Nedenleri 1 Muratpaşa Belediyesinin 7166 sayılı Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2 ve 36 ıncı maddelerine aykırı olduğu iddiası ciddi bulunmuştur. Mahkemece, itiraz konusu kuralların aynı zamanda Anayasanın 10 uncu maddesine de aykırı olduğu düşünülmüştür. 2 a) Anayasanın “Cumhuriyetin Nitelikleri” başlıklı 2 inci maddesi şöyledir. “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” b) Anayasa Mahkemesi, “hukuk devleti” bahsinde, bu kavramın ne şekilde anlaşılması gerektiğine dair bir çok karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin internet sitesi aracılığıyla erişilen bu kararlarla ortaya konulan görüşler kısaca şöyledir: “Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise kanunların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır.” “Kanunların ilke olarak genel ve nesnel olmaları gereğini ifade eden “kanunların genelliği ilkesi” ise hukuk devleti ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin bir sonucudur. Kanunların genelliğinden anlaşılan, belli kişileri hedef almayan, özel bir durumu gözetmeyen, önceden saptanıp soyut biçimde herkese uygulanabilecek kurallar içermesidir. Buna göre yasa kurallarının her şeyden önce genel nitelikte olması, herkes için objektif hukuki durumlar yaratması ve aynı hukuki durumda bulunan kişilere ayırım gözetilmeksizin uygulanabilir olması gerekir.” “Anayasa Mahkemesince “kamu yararı” konusunda yapılacak inceleme, kanunun kamu yararı amacıyla yapılıp yapılmadığının araştırılmasıyla sınırlıdır. Anayasa’nın çeşitli hükümlerinde yer alan kamu yararı kavramının Anayasa’da bir tanımı yapılmamıştır. Ancak Anayasa Mahkemesinin kararlarında da belirtildiği gibi kamu yararı; bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yarardır. Kamu yararı düşüncesi olmaksızın yalnız özel çıkarlar için veya yalnız belli kişilerin yararına olarak kanun hükmü konulamaz. Böyle bir durumun açık bir biçimde ve kesin olarak saptanması hâlinde söz konusu kanun hükmü Anayasa’nın 2. maddesine aykırı düşer. Açıklanan ayrık hâl dışında bir kanun hükmünün ülke gereksinimlerine uygun olup olmadığı, hangi araç ve yöntemlerle kamu yararının sağlanabileceği bir siyasî tercih sorunu olarak kanun koyucunun takdirinde olduğundan bu kapsamda kamu yararı değerlendirmesi yapmak anayasa yargısıyla bağdaşmaz.” “Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Belirlilik ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir olma gibi niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir.Esas Sayısı : 2019/83 Karar Sayısı : 2019/62 2 Hukuki belirlilik ilkesinde asıl olan, bir hukuk normunun uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların o hukuk düzeninde öngörülebilir olmasıdır.” “Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ortak değerdir. Kural olarak hukuk güvenliği kanunların geriye yürütülmemesini zorunlu kılar. “Kanunların geriye yürümezliği” olarak adlandırılan bu ilke uyarınca, kanunlar kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılır. Geçmiş, yeni çıkarılan bir kanunun etki alanı dışında kalır. Bu nedenle, sonradan yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir.” c) Hizmet alımı sözleşmeleri ile kamu idarelerinde çalışan işçiler, hizmeti sunan şirketlere bağlıdır. Bu işçilerin istihdamından asıl yararı, “karlılık” amacıyla faaliyet gösteren bu şirketler elde etmektedir. Kamu idareleri, istihdam edilen işçilerin sunduğu hizmetin karşılığını şirketlere ödemektedir. Şirketler, kamu idarelerinden aldıkları hizmet bedeliyle, istihdam ettikleri işçilerin ücretlerini, kıdem tazminatlarını ve diğer kanuni haklarını ödemek ödevi altındadırlar. 4857 sayılı Kanunun 2 inci maddesinde düzenlenen “alt işveren üst işveren” kurumları, iş hukukunda egemen olan “işçinin korunması”, “işçi yararına yorum” ilke ve amaçlarına matuftur. Ne ki, itiraz konusu kurallarla, “işçi lehine yorum” ve “işçinin korunması” ilke ve amaçlarından, kar elde etmek amacıyla hareket eden, çoğu tacir sıfatına haiz alt işverenler de yararlandırılmış olmaktadır. 11/06/2014’den sonra kurulan hizmet alımı sözleşmelerinde kıdem tazminatının alt işverenlere rücu edileceğine dair bir düzenleme yoksa, kıdem tazminatlarını ödeme yükü sadece kamu idarelerine geçecektir. Oysaki hizmet sunan şirketler birer tacirdirler ve her tacir gibi basiretli davranmak zorundadırlar. Kamu idareleri ile akdettikleri sözleşmelerde, kıdem tazminatı ve diğer işçilik alacaklarının kendilerince karşılanmasına olanak sağlayan düzenlemeleri, en azından müteselsil borçluluk düzenlemesini kendi ticari politikalarına uygun bulmuyorlarsa o sözleşmeleri imzalamayabilirler. Bu sözleşmeleri ve eklerindeki şartnameleri önceden görme imkanına da sahiptirler. Kıdem tazminatlarının kamu idarelerince ödenmesi, işveren şirketlerin bu yasal ödevlerinin onların uhdesinden alınarak kamu idarelerinin uhdesine geçirilmesi sonucunu doğurur. Bu sonucun, hukuk devletinin temelini oluşturan “adalet” düşüncesiyle, keza “kamu yararı” amacıyla bağdaştığı söylenemez. Türk Borçlar Kanunu’nun 167 inci maddesi, müteselsil borçlulukta “ iç ilişki”nin öncelikle sözleşmeye göre belirleneceğini öngörmektedir. Müteselsil borçlular bu ilişkiyi diledikleri şekilde düzenleyebilirler. Eğer düzenlememişlerse, o takdirde, yasa hükmü uygulanır ve müteselsil borçlular iç ilişkide “yarı yarıya” sorumlu olurlar. İşte itiraz konusu kurallarla genel bir kanun olan Türk Borçlar Kanunu’nun 167 inci maddesinin kamu idarelerine bahşettiği “yarı yarıya rücu” imkanı da ortadan kalkmaktadır. Ama bu imkan, sadece kamu idareleri yönünden ortadan kalkmaktadır. Kamu idareleri dışındaki üst işverenler , sözleşmeye ve yasaya göre önceden olduğu gibi alt işverenlere rücu edebileceklerdir. İtiraz konusu kurallar, bu nitelikleriyle “kanunların genelliği” ilkesine de aykırıdırlar. İtiraz konusu kuralların geçmişe yürütülmeleri, 11/09/2014’den sonra kurulan tüm sözleşmeleri etki alanına almaları, “kanunların geriye yürümezliği” ve bağlantılı olarak “hukuki güvenlik” ilkelerine de aykırılık oluşturur.Esas Sayısı : 2019/83 Karar Sayısı : 2019/62 3 “Belirlilik” ilkesi de ihlal edilmiştir. Çünkü, 11/09/2014’den itibaren kurulan hizmet alımı sözleşmelerinin kamu idarelerine bahşettiği, en azından yasal “yarı yarıya rücu” hakkı yaklaşık beş yıl sonra kabul edilen bu kurallarla geçmişe etkili olarak ortadan kaldırılmıştır. Halbuki, geçmiş beş yılda kurulan bu sözleşmeler, yasalara , irade ve sözleşme özgürlüğüne, kısaca hukuk düzenine uygun ve meşrudurlar. 3 Anayasanın “Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 10 uncu maddesi şöyledir. “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010 5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Anayasa Mahkemesi bir çok kararında “kanun önünde eşitlik” ilkesinin şu şekilde yorumlanması gerektiğine işaret etmektedir. “Anayasa’nın 10. maddesinde yer verilen “eşitlik ilkesi” ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunla aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanunlar karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlâli yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik ilkesi herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlardaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’nın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlâl edilmiş olmaz.” Kamu idareleri dışındaki üst işverenler Türk Borçlar Kanunu’nun 167 inci maddesiyle bahşedilen “yarı yarıya rücu” hakkından şartsız ve kısıtlamasız yararlanabilirken, kamu idarelerinin bu haktan yoksun kalması, kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olur. Çünkü, örneğin, alt işverenlerden temizlik hizmeti satın alan bir özel sağlık kuruluşu ile, Sağlık Bakanlığına bağlı bir kamu sağlık kuruluşu arasında hukuki konum açısından hiçbir fark yoktur. İkisi de bedelini ödeyerek hizmet satın almaktadırlar. Keza, özel sağlık kuruluşlarının kıdem tazminatını alt işverenlere rücu için sözleşmede açık bir düzenlenme bulunması aranmazken, kamu sağlık kuruluşları için aranması da, aynı şekilde “kanun önünde eşitlik” ilkesini ihlal eder. 4 Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36 ncı maddesi ise şöyledir. “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.Esas Sayısı : 2019/83 Karar Sayısı : 2019/62 4 Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” 11/09/2014’den, itiraz konusu kuralların yürürlüğe girdiği 22/02/2019’a kadar bakanlıklar, üniversiteler, belediyeler ve diğer birçok kamu kurum ve kuruluşu çeşitli şirketlerle hizmet alım sözleşmeleri akdetmişlerdir. Bu sözleşmelerin bazılarında kıdem tazminatının alt işverenlere rücu için özel bir düzenleme yer almasa da, kamu idareleri yasa gereği yarı yarıya rücu hakkına sahiptir. Halihazırda ülkemizdeki asliye hukuk mahkemelerinde. 11/09/2014’den sonra kurulan sözleşmeler sebebiyle kamu idarelerinin açtığı ve devam eden çok sayıda rücu davası bulunmaktadır. İtiraz konusu “geçici madde 9”, bu davalarda, “ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına” şeklinde kararlar verilmesini buyurmaktadır. Oysaki kamu idareleri bu davaları meşru yasal ve yargısal ilkelere dayanarak açmışlardır. İtiraz konusu kural geçmişe yürütülmeyecek olsa, bu davalar önceden olduğu gibi kamu idareleri lehine sonuçlanacak ve idareler alt işverenlerin yasal borcu olan kıdem tazminatını onların yerine ödemek yükünden kurtulacaklardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yürürlükteki kurallara uygun olarak açılmış bir dava devam ederken, yasamanın yeni düzenleme yaparak davayı etkisizleştirmesinin “mahkemeye başvurma hakkı”nı zedeleyebileceğini benimsemektedir. (İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Kapsamında Bir inceleme. Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU. Avrupa Konseyi. 2013. 1. baskı.) İtiraz konusu kurallarla Anayasanın 36 ncı maddesinin de ihlal edildiği belirgindir. III. Sonuç ve İstek Açıklanan nedenlerle, 22 Şubat 2019 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 21 Şubat 2019 kabul tarihli ve 7166 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin T.C Anayasası’nın 2., 10., 36 ıncı maddelerine aykırı olmaları nedeniyle iptalleri, yüksek takdirlerinize saygıyla arz olunur.” | 1,555 |
Esas Sayısı:1977/35 Karar Sayısı:1977/43 1 II İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN MAHKEMENİN ANAYASA'YA AYKIRILIK GEREKÇESİNİN ÖZETİ: Iğdır'ın Hoşdere Köyünde davacının 20 yıldan çok bir süreden beri zilyetliğinde bulundurduğu taşınmaz mal Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus uyruğunda iken savaş sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri uyruğunu yeğ tutup Türkiye'yi terk eden kişilerin mülkiyetinde idi. Tercih hakkını iki devlet arasındaki anlaşmalar uyarınca, Sovyetler yararına kullanarak memleketi terk eden bu gibi kişilerden kalma taşınmazlar, 2502 sayılı Kanunun 1. maddesiyle devlet malı kabul edildiğinden, göçmen ve sığıntılara tahsis edilmiştir. Bu nedenlerle Iğdır'da tapulama çalışmaları başlandıktan sonra bu nitelikteki taşınmazlar için kütüklenim işlemleri zilyetleri adına değil, devlet adına yapılmaktadır. 766 sayılı Tapulama Kanununun 19/7/1972 günlü, 1617 sayılı Yasa ile değiştirilen 33. maddesinin son fıkrası, bu taşınmazların zilyetleri yararına kütüğe geçirilmesine engel olmaktadır. Çünkü 33. maddenin son fıkrasında Kanunlar uyarınca devlete kalan gayrimenkuller Tapuda kayıtlı olsun veya olmasın kazandırıcı zaman aşımı yoluyla iktisap edilemez. denilmektedir. 33. maddenin son fıkrasında söz konusu edilen kanunlardan biri de 2502 sayılı Kanundur. Bu kanunun birinci maddesi kapsamında olan taşınmaz mallar devlet malı kabul edilmiş ve böylece kişilerin zilyetliği mülkiyete dönüşme olanağından yoksun kalmıştır. Davacının zilyetliğe dayanan mülkiyet hakkının kütüğe geçirilmesi 2502 sayılı Kanunun 1. maddesinde yer alan hüküm nedeniyle gerçekleşemediğinden davada uygulanması zorunludur. Ancak bu hükmün iptalinden sonra davacı yararına karar verilebilecektir. 2502 sayılı Kanunun 1. maddesi ise, Anayasa'nın Başlangıç, 11., 12., 36. ve 37. maddelerine aykırıdır. | 224 |
Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 “ 1) 7144 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 24/3/1950 tarihli ve 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununun ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrasını değiştiren 3. maddesinin Anayasa’ya aykırılığı. 7144 sayılı Kanun’un 3. maddesi: “MADDE 3 24/3/1950 tarihli ve 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununun ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının uygun görüşü ile Atatürk Orman Çiftliği arazilerinin, ekli (2) numaralı Sınır Krokisinde koordinatları belirlenen arazisi, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile Atatürk Orman Çiftliği tüzel kişiliğine bir külfet ve yükümlülük getirmemek kaydıyla, Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı arasında yapılacak bir protokolle Ankara Büyükşehir Belediyesine; hayvanat bahçesi, tema park, rekreasyon alanları ile buralara gelecek ziyaretçilerin günübirlik ihtiyaçlarını karşılayacak yapılar yapılmak üzere yirmi dokuz yıllığına ve bedelsiz olarak tahsis edilir. Tahsis süresinin sonunda, alan içerisindeki her türlü yapı tesis ve malzeme bedelsiz olarak Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğüne devredilir. Tahsis edilen bu alan, Ankara Büyükşehir Belediyesince tespit edilecek şartlarla yirmi dokuz yıla kadar üçüncü kişilere kiraya veya işletmeye verilebilir. Kiraya veya işletmeye verilen bu alanlar, bu maddenin beşinci fıkrasındaki kısıtlamalara tabi değildir.” hükmünü içermektedir. Söz konusu maddenin gerekçesinde; “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının uygun görüşü ile maddeye ekli krokide koordinatları belirlenen arazinin, 29 yılı aşmamak üzere Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ve Atatürk Orman Çiftliği tüzel kişiliğine bir külfet ve yükümlülük getirmemek kaydıyla, Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı arasında yapılacak bir protokolle Ankara Büyükşehir Belediyesine hayvanat bahçesi, tema park, rekreasyon alanları ile buralara gelecek ziyaretçilerin günü birlik ihtiyaçlarını karşılayacak yapılar yapılmak üzere bedelsiz olarak tahsisi öngörülmektedir. Düzenleme ile Ankara iline ekonomik ve sosyal alanda büyük katkı sağlanacaktır.” açıklaması yer almaktadır. Atatürk Orman Çiftliği, 05.05.1925 tarihinde, önce 20 000 dekar, daha sonra Balgat, Etimesgut, Çakırlar, Macun, Güvercinlik, Tatar ve Yağmurbaba gibi arazilerin de satın alınmasıyla 52 000 dekarlık arazi üzerine M. Kemal Atatürk’ün emriyle kurulmuştur. Çiftlik kuruluşunda Atatürk’ün kendi kişisel mülküdür. İlk adı “Orman Çiftliği” olan Çiftlik arazisinin bir bölümü, ilk kuruluşu sırasında bataklık halindedir. Ancak, yapılan çalışmalarla bataklık ve sazlık olan bu bölge tarıma elverişli duruma getirilmiş, tarım, hayvancılık ile ıslah projelerine öncülük yapma görevleriniEsas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 2 üstlenmiştir. Kuruluş amaçları doğrultusunda, Atatürk Orman Çiftliğinde ilk aşamada ziraat ve hayvancılık organize edilmiştir. Bunun uzantısı olarak endüstriyel tesisler oluşturulmuştur. Doğal olarak üretimin değerlendirilmesi için piyasalarla ilişkiyi sağlamak için bazı yapılanmalar kurulmuştur. Bunun için satış mağazaları, lokanta ve gazinolar açılmıştır. Atatürk Orman Çiftlikleri satış mağazalarında, çiftliklerin bütün mahsulleri satılmıştır. Atatürk, kurduğu Orman Çiftliği’ni, kuruluş amaçları çerçevesinde yönetilmesi umuduyla 11.06.1937 ve 13.06.1937 tarihli iki yazısı ile hazineye bağışlamıştır. Bağışın ardından, bu Çiftliklerin yönetilmesi için 01.01.1938 günlü 3308 sayılı Yasa ile Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu (DZİK) kurulmuş ve bütün taşınmazlar bu kuruma devredilmiştir. Bu dönemde Orman Çiftliği, “Gazi Orman Çiftliği” adını alarak faaliyetlerini sürdürmüştür. 1950 yılına gelene kadar, Atatürk Orman Çifliği ile ilgili yasal bir düzenlemeye gerek duyulmamıştır. Çiftliğin özelliği dikkate alınarak 24.03.1950 tarihinde 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanunu ile Çiftlik, “Atatürk Orman Çiftliği” adı altında Tarım Bakanlığı’na bağlı tüzel kişiliğe sahip bir kuruluş haline getirilmiştir. Atatürk Orman Çiftliği devlet eliyle kırsal kalkınmanın bir örneği olarak ürünlerinin bütün Türkiye tarafından tüketildiği bir tarımsal işletme olmanın yanında, Cumhuriyet değerlerinin yerleşmesi için gerekli ortak yaşam alanlarının oluşması için de ilgili zeminin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Kurulduğunda 52.000 dekar olan Atatürk Orman Çiftliği arazisi geçen dönem zarfında özel kanunla, protokollerle, kiralama yolu ile aynı zamanda yasasız, protokolsüz devirlerle bir bölümünü kaybetmiştir. Halen yürürlükte olan 5659 sayılı Yasa’nın en önemli yönü, Atatürk Orman Çiftliği arazisinin kullanımı ve korunmasına yönelik maddeleri içermesidir. 9. ve 10. maddeler Çiftliğin arazilerinin devredilmesini zorlaştırmayı amaçlamaktadır. 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununun 10. maddesi; “Atatürk Orman Çiftliğinin bu kanunun yayımı tarihindeki sınırları içinde bulunan gayrimenkullerin gerçek veya tüzelkişilere devir ve temliki ve kamulaştırılması özel bir kanunla izin alınmasına bağlıdır.” hükmünü taşımaktadır. Anılan kanunun 9. maddesi hükmüne göre de; “Müdürlüğün bütün malları Devlet malı hükmündedir. Bu mallar aleyhine suç işleyenler Devlet malları aleyhine suç işleyenler gibi ceza göreceklerdir. 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununa 21.06.2006 tarih ve 5524 sayılı Kanunun 1. maddesiyle eklenen EK Madde1’in 3. fıkrası; “Tarım ve Köyişleri Bakanlığının uygun görüşü ile Atatürk Orman Çiftliği arazilerinin onaylı imar planlarında görülen hayvanat bahçesi 10 yılı aşmamak üzere herhangi bir şekilde Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ve Atatürk Orman Çiftliği tüzel kişiliğine bir külfet ve yükümlülük getirmemesi kaydı ile Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü ile Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı arasında yapılacak bir protokolle Ankara Büyükşehir Belediyesi lehine intifa hakkı tesis edilebilir. Tarım ve Köyişleri Bakanlığının uygun görüşü üzerine Hayvanat Bahçesi içerisindeki işletmeler tahsis amacına uygun olarak Büyükşehir Belediyesi tarafından üçüncü şahıslara kiraya verilebilir.” düzenlemesini içermektedir.Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 3 Mevcut Yasanın Ek 1. maddesinin son fıkralarında “Büyükşehir Belediyesine tahsis edilen araziler, Büyükşehir Belediyesince hiçbir şekilde maddede belirtilen amaçlar dışında kullanılamaz. Yukarıdaki fıkralarda belirtilen amaca aykırı kullanımlara teşebbüsün ve/veya kullanımın tespiti halinde bu arazilerin intifa ve/veya işletme hakkı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğüne derhal iade edilir. Atatürk Orman Çiftliği arazileri üzerinde konut, ticaret ve sanayi amaçlı yapılaşma yapılamaz.” hükmü de yer almaktadır. Söz konusu değişiklikten ve imzalanan protokolden sonra Ankara Belediyesi tarafından ilgili alanda yapılan çalışmalarda hayvanat bahçesinin tamamen ortadan kaldırıldığı, “tema park “ adı altında bir park inşaatına geçildiği, süre dolmasına rağmen ilgili alanda yapım, inşaat ve düzenleme faaliyet ve işlemlerin devam ettiği anlaşılmaktadır. Kanun maddesi metninde 10 yıllık süre 29 yıla çıkarılmakta, ayrıca tahsis edilen bu alanın, Ankara Büyükşehir Belediyesince tespit edilecek şartlarla yirmi dokuz yıla kadar üçüncü kişilere kiraya veya işletmeye verilebilmesine olanak tanınmaktadır. Diğer bir deyişle, madde metniyle 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununun ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrasını ekleyen 3. maddesinde yapılan değişiklik 2006 yılından geçen bu süre zarfında Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından bu alanda Yasaya aykırı olarak yapılan işlemlere bir meşruiyet kazandırmakta, ayrıca adı geçen belediyeye Atatürk Orman Çiftliği arazisi için yapılan intifa hakkı tesisi ile ilgili süreyi de 29 yıla çıkarmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk‘ün 1925 yılında “Orman Çiftliği” adıyla kurduğu ve 1937 yılında Türkiye Cumhuriyet‘ine vasiyet mektubuyla emanet ettiği Atatürk Orman Çiftliği, örnek bir tarımsal üretim alanı olması yanında, aynı zamanda kentliler için bir dinlenme ve sosyal yaşam alanı olarak planlanmış ve Ankaralıların kuşaklar boyu sahiplendikleri bir rekreasyon alanı olmuştur. Taşıdığı doğal ve kültürel değerler, kentin ve ülkenin toplumsal belleğindeki yeri ile Atatürk Orman Çiftliği özel bir kültürel peyzaj alanıdır. Ankara‘nın Batı koridoru üzerinde kentsel gelişme alanlarının ortasında uzanan bir rekreasyon alanı olması yanında, Ankara Çayı boyunca uzanan sürekli bir ekolojik koridor oluşturmaktadır. Cumhuriyetin kurucuları kentleşme ile ilgili planlamalarında ve uygulamalarında yeşil alan ve toplumsal yaşam alanlarının kurulmasına özel bir önem vermişlerdir. Atatürk Orman Çiftliği Atatürk’ün armağanıdır. Çiftliğin bağışlanma amacına uygun olarak kullanılmasının güvencesi Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Atatürk Orman Çifliği Türkiye Büyük Millet Meclisine, milletvekillerine emanet edilmiş bir mirastır. Bu nedenlerle Atatürk’ün mirası olan ve devlet malı niteliğinde bulunan AOÇ arazisi üzerindeki yasal olmayan tasarruflara menşei teşkil eden bu tür düzenlemelere izin verilmemesi gerekmektedir. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti; Anayasa Mahkemesinin birçok kararında da açıklandığı üzere; eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlıEsas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 4 sayan, yargı denetimine açık, Anayasa’nın ve yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu ve keyfiliği teşvik ettiği durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı ortaya çıkar. Diğer taraftan, Anayasa'nın 2’nci maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması gereklidir. Yasa metinlerinde açıklıktan yoksun ve keyfi bir düzenleme, öngörülemezlik ve belirsizlik yaratır. Belirlilik ve öngörülebilirlik özellikleri taşımayan ve dolayısı ile hukuki güvenlik sağlamayan kurallar ise “hukuk devleti” ilkesi ve dolayısıyla Anayasanın Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğunu ifade eden 2. maddesi ile bağdaşmaz. 7144 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 24/3/1950 tarihli ve 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununun Ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrasını ekleyen 3. maddesinde, Ankara Büyükşehir Belediyesine 29 yılı aşmamak üzere hayvanat bahçesi, tema park, rekreasyon alanları ile buralara gelecek ziyaretçilerin günü birlik ihtiyaçlarını karşılayacak yapılar yapılmak üzere bedelsiz olarak tahsisi öngörülen Atatürk Orman Çiftliği arazisinin, adı geçen belediye tarafından tespit edilecek şartlarla yirmi dokuz yıla kadar üçüncü kişilere kiraya veya işletmeye verilebileceği hükme bağlanmıştır. Ancak söz konusu düzenlemede belediye tarafından tespit edilecek şartların nelerden ibaret olduğu konusunda net bir belirleme yapılmamıştır. Bu düzenleme ile Ankara Büyükşehir Belediyesi söz konusu alanla ilgili kullanma hakkını kendisinin belirleyeceği şartlarla üçüncü kişilere devredebilecektir. İptali istenilen madde metninde yer alan;”Tahsis edilen bu alan, Ankara Büyükşehir Belediyesince tespit edilecek şartlarla yirmi dokuz yıla kadar üçüncü kişilere kiraya veya işletmeye verilebilir.” şeklindeki düzenleme tam olarak kesinlik ve belirlilik içermediği için Anayasa’nın 2. maddesine aykırılık içermektedir. Anayasa'nın 7’nci maddesinde de, 'Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.' denilmiştir. Buna göre, yasa ile yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilebilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme Anayasa'nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır. Temel ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin, yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralı ile sınırsız, belirsiz, geniş bir alanın yönetimin düzenlemesine bırakılması, Anayasa'nın belirtilen maddesine aykırılık oluşturur. İptali istenilen 7144 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 24/3/1950 tarihli ve 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununun ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrasını değiştiren 3. maddesinde yer alan Ankara Büyükşehir Belediyesine 29 yılı aşmamak üzere hayvanat bahçesi, tema park, rekreasyon alanları ileEsas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 5 buralara gelecek ziyaretçilerin günü birlik ihtiyaçlarını karşılayacak yapılar yapılmak üzere bedelsiz olarak tahsisi öngörülen Atatürk Orman Çiftliği arazisinin, adı geçen belediye tarafından tespit edilecek şartlarla yirmi dokuz yıla kadar üçüncü kişilere kiraya veya işletmeye verilebileceği yönündeki düzenleme, Ankara Büyükşehir Belediyesine muğlak bir takdir yetkisi vermekte, yani yürütme organına temel ilkeler belirlenmeden sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisi tanımaktadır. Bu durum aynı zamanda hukuk güvenliğini tehlikeye düşürmekte, asli düzenleme yetkisinin yürütmeye devri anlamına gelmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin çok sayıda yasaların iptal gerekçelerinde belirttiği gibi, “yasa ile düzenleme”, yasama organının uygulanacak kuralları, usul ve esasları “nesnel” (objektif) biçimde belirlemesini gerektirir. Yasa koyucunun “nesnel” biçimde ilke ve yöntemleri belirlemeden, bunları belirleme yetkisini yürütme organına devretmesi, “yasama yetkisinin devri” anlamına gelir ve Anayasa'nın 7. maddesine aykırılık oluşturur. Anayasa Mahkemesi’nin 11.04.2007 tarihli 2006/35 E. ve 2007/48 K. Sayılı kararında; “Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Hukuk devleti, tüm işlem ve eylemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdürmeyi amaçlayan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Anayasanın 7. maddesinde “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” denilmektedir. Buna göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Anayasa Mahkemesi’nin daha önceki kararlarında vurgulandığı üzere, Anayasada yasa ile düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi yasa ile sınırlandırılmış, tamamlayıcı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasada öngörülen ayrık durumlar dışında, yürütme organına yasalarla düzenlenmemiş bir alanda genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemez. Ayrıca, yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasanın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkelerin konulması, çerçevenin çizilmesi, düzenleme için sınırsız, süresiz, belirsiz, geniş bir alanın bırakılmaması gerekir. Bu nedenle iptali istenilen maddede yer alan; “Tahsis edilen bu alan, Ankara Büyükşehir Belediyesince tespit edilecek şartlarla yirmi dokuz yıla kadar üçüncü kişilere kiraya veya işletmeye verilebilir.” şeklindeki düzenleme Ankara Büyükşehir Belediyesince tespit edilecek şartlar açısından herhangi bir kriter ve sınırlama içermediği için Anayasanın 7. maddesi hükmüne de uygun düşmemektedir. Anayasanın “mülkiyet hakkı” başlıklı 35. maddesi;Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 6 “Madde 35 Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” hükmünü içermektedir. Atatürk tarafından Atatürk Orman Çiftliği arazisinin de hazineye devrini içeren 11 Haziran 1937 tarihinde Başbakanlığa gönderilen “ÇİFTLİKLERİN HAZİNEYE DEVRİ HAKKINDA BAŞVEKALETE” başlıklı yazıda;1 “Çiftliklerin, yerine göre, araziyi ıslah ve tanzim etmek, muhitlerini güzelleştirmek, halka gezecek eğlenecek ve dinlenecek sıhhi yerler, hilesiz ve nefis gıda maddeleri temin eylemek, bazı yerlerde ihtikârla fiili ve muvaffakiyetli mücadelede bulunmak gibi hizmetleri zikre şayandır. Bünyelerinin metanetini ve muvaffakiyetlerinin temelini teşkil eden geniş çalışma ve ticari esaslar dâhilinde idare edildikleri ve memleketin diğer mıntıkalarında da mümasilleri tesis edildiği takdirde tecrübelerini müspet iş sahasından alan bu müesseselerin ziraat usullerini düzeltme, istihalaatı artırma köyleri kalkındırma yolunda devletçe alınan ve alınacak olan tedbirlerin hüsnü intihap ve inkişafına çok müsait birer amil ve mesnet olacaklarına kani bulunuyorum ve bu kanaatle tasarrufum altındaki bu çiftlikleri bütün tesisat, hayvanat ve demirbaşlarıyla beraber hazineye hediye ediyorum” denilmektedir. Mustafa Kemal Atatürk'ün kişisel mal varlığı içinde olan Atatürk Orman Çiftliği, 1937 yılında Atatürk tarafından şartlı olarak Hazineye bağışlanmıştır. Bağışla ilgili pek çok resmi belgeye göre; Atatürk Orman Çiftliği üzerindeki bütün zirai işletmeler, donanımları birlikte bir zirai üretim birimi olarak korunması ve işlerliğinin devamı şartı ile Hazineye devredilmiştir. Yukarıda bir bölümüne yer verilen devir yazısında ayrıca, çiftlikte arazi ıslahı ve düzenlenmesi yapılması, çevrenin güzelleştirilmesi, halka gezecek eğlenecek ve dinlenecek sağlıklı yerler sağlanması, halka nefis ve katıksız gıda maddeleri üretilmesi ve temini amacı açıkça belirtilerek bunların gerçekleştirilmesi yükümlülüğü konulmuştur. Atatürk'ün kişisel mülkünü bağışladığı Hazine, Atatürk Orman Çiftliği'nin mülkiyetini yukarıdaki yükümlülükleri ile birlikte devralmış bulunmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1937 yılında, tasarrufu altındaki Atatürk Orman Çiftliği arazisini Hazineye hediye etmesi herkes için geçerli olan objektif kurallar çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu işlemler hukuken bugün de yürürlükte olan yasa kurallarına göre, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu kurallarına göre gerçekleşmiştir. Bu devir işlemi, devir yazısında açıkça yazıldığı ve 1937 yılında düzenlenen resmi yazışmalarda da teyit edildiği üzere şarta bağlı ve mükellefiyetli bir işlemdir. Anayasa’nın 35. maddesinde herkesin mülkiyet ve miras haklarına sahip olduğu hususu düzenlenmiştir Bu nedenlerle, Mustafa Kemal Atatürk'ün Hazineye hediye ettiği çiftlik arazisi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu çiftlikleri devir yazısında yer alan iradesi ve buyruğu yönünde kullanılabilir. Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk Orman Çiftliğini kararteristiği bir tarım işletmesi olarak bir bütünlük içinde kullanılmak ve işletmek üzere Hazineye hediye etmiştir. 1 Belgenin aslı T.C. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Dosya No:030.10, Yer No:2.12.5 bulunmaktadır. Kaynak Yayınları, Atatürk’ün Bütün Eserleri Cilt 29 (1937), sahife 258.Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 7 Anayasal olarak korunan bu hak, mülkiyet ve miras haklarının devamı ve gereğidir. Devlet ve özel kişiler için konulmuş bu koruma kurallarının Mustafa Kemal Atatürk’ün mülkiyet hakkı ve sözleşme hürriyeti için kullandırılmaması söz konusu olamaz. Yasa koyucular, Atatürk Orman Çiftliği ile ilgili olarak ancak ve ancak Atatürk Orman Çiftliğinin yönetimi ve korunması ile ilgili yasal düzenlemeler yapabilirler, ancak bu düzenlemeleri de devir hükümlerinin sınırlılıkları dahilinde gerçekleştirebilirler. 7144 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 24/3/1950 tarihli ve 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununun ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrasını değiştiren 3. maddesinde yer alan düzenlemeler öncelikle Mustafa Kemal Atatürk’ün devir iradesine uygun düşmemektedir. Bu durum aynı zamanda Anayasanın “mülkiyet hakkı” başlıklı 35. maddesine de aykırılık teşkil etmektedir. Anayasa’nın “Toprak Mülkiyeti” başlıklı 44. maddesi; “Madde 44 – Devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini önlemek ve topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alır. Kanun, bu amaçla, değişik tarım bölgeleri ve çeşitlerine göre toprağın genişliğini tesbit edebilir. Topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçiye toprak sağlanması, üretimin düşürülmesi, ormanların küçülmesi ve diğer toprak ve yeraltı servetlerinin azalması sonucunu doğuramaz. Bu amaçla dağıtılan topraklar bölünemez, miras hükümleri dışında başkalarına devredilemez ve ancak dağıtılan çiftçilerle mirasçıları tarafından işletilebilir. Bu şartların kaybı halinde, dağıtılan toprağın Devletçe geri alınmasına ilişkin esaslar kanunla düzenlenir.” Anayasanın “Tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında çalışanların korunması” başlıklı 45. maddesi; “Madde 45 Devlet, tarım arazileri ile çayır ve mer'aların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır. Devlet, bitkisel ve hayvansal ürünlerin değerlendirilmesi ve gerçek değerlerinin üreticinin eline geçmesi için gereken tedbirleri alır.” hükmünü içermektedir. Yukarıda da belirtildiği üzere Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk Orman Çiftliğini kararteristiği bir tarım işletmesi olarak bir bütünlük içinde kullanılmak ve işletmek üzere Hazineye hediye etmiştir. Anayasa’nın 44. ve 45. maddeleri ile Devlete toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek yükümlülüğü öngörülmüşken, mutlak tarım arazisi niteliği taşıyan Atatürk Orman Çiftliği arazisi ile ilgili olarak 7144 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 24/3/1950 tarihli ve 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununun Ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrasını değiştiren 3. maddesinde yer alan düzenlemeler, Anayasa’nın 44. ve 45. maddeleri hükümlerine de uygun bulunmamaktadır. “Anayasanın Milletlerarası anlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesi;Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 8 “Madde 90 Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır. Ekonomik, ticari veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan andlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konabilir. Bu takdirde bu andlaşmalar, yayımlarından başlayarak iki ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgisine sunulur. Milletlerarası bir andlaşmaya dayanan uygulama andlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticari, teknik veya idari andlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticari veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren andlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz. Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü andlaşmaların yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmünü taşımaktadır. Kanunlar hiyerarşisinde Anayasa, uluslararası anlaşmalar, kanunlar, tüzükler, yönetmelikler sıralaması bulunmaktadır. Hatta uluslararası anlaşmaların Anayasa’ya aykırılığının da iddia edilmemesi nedeniyle uluslararası anlaşmaların bu hiyerarşi içerisinde ön sırada yer aldığı söylenebilir. Anayasanın 90. maddesinde; Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz”. hükmü yer almaktadır. Bu anayasa hükmüne göre, dava konumuzla ilgili uluslararası sözleşmeler ile ulusal yasaların çelişmesi halinde, Uluslararası sözleşme hükümlerinin uygulanması gerekmektedir. Atatürk Orman Çiftliği ve benzeri tarihi ve doğal alanlar; insanlığın ortak kültür mirasıdır ve korunması gerekir. Günümüzde bu tür değerlerin korunması için pek çok uluslararası sözleşme imzalanmış ve ulusal yasalar çıkartılmıştır. 23 Kasım 1972 Paris Dünya Kültür ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme ile “kültür mirası ve doğal miras niteliğindeki varlıkların evrensel miras olduğu kabul edilmiş, sözleşmeci ülkelere, kendi ülkelerindeki, kültür mirası ya da doğal miras sayılabilecek varlıkların saptanması, korunması, muhafazası teşhiri ve gelecek kuşaklara iletilmesinin sağlanması” görevi yüklenmiştir. 14.04.1982 tarihli ve 2658 sayılı Kanunla katılmamız uygun bulunan söz konusu sözleşmenin onaylanması 14.02.1983 tarih ve 17959 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 23.05.1982 tarih ve 8/4788 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uygun bulunmuştur.Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 9 03.10.1985 Granada Avrupa Mimari Mirasının Korunması Sözleşmesi ile korunacak anıt, bina grupları ile ören yerlerinin kesin olarak tespit edilebilmesi için sözleşmeci devletler; “bu tarihsel varlıkların envanterlerini oluşturmayı, bu tarihsel varlıklara zarar verebilecek tehlikeli durum doğduğunda, en kısa zamanda gerekli dokümanları hazırlamayı, mimari mirasın korunması için yasal önlemleri almayı, korunma için gerekli denetlemeleri yapmayı, korunan varlıkların bozulmasını, hasar görmesini veya yıkılmasını, önlemeyi” taahhüt etmişlerdir. 3 Ekim 1985 tarihinde imzalanan ve 13/4/1989 tarihli ve 3534 sayılı kanunla onaylanması uygun bulunan söz konusu sözleşmenin onaylanması, 22.07.1989 tarih ve 20229 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 18.05.1989 tarih ve 89/14165 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile uygun bulunmuştur. 20 Ekim 2000 tarihli Avrupa Peyzaj Sözleşmesi bu tür tarihi ve kültürel miras değerlerini uluslararası önemde korumayı zorunlu kılacak taahhütleri içermektedir. Avrupa Peyzaj Sözleşmesi, 20 Ekim 2000 tarihinde imzaya açılmış ve ülkemiz sözleşmeyi bu tarihte imzalamıştır. Avrupa Peyzaj Sözleşmesi’nin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair 10.06.2003 tarih ve 4881 sayılı Kanun 17.06.2003 tarih ve 25141 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Avrupa Peyzaj Sözleşmesi; peyzajın kültürel, ekolojik, çevresel ve sosyal alanlarda kamu yararı taşıdığını; peyzajın yerel kültürlerin biçimlenmesine katkısı sağladığını ve bunun da Avrupa kültürel ve doğal mirasının en önemli parçası olduğunu, insanın refahı ve Avrupalı kimliğinin pekiştirilmesine katkıda bulunduğunu vurgulamaktadır. Bu sözleşmeyi imzalayan her bir taraf peyzajları, yasayla, insanların çevrelerinin önemli bir bileşeni, onların paylaştıkları kültürel ve doğal mirasın çeşitliliğinin bir ifadesi ve kimliklerinin bir temeli olarak tanımayı taahhüt etmektedir. “Ülkeler; peyzajı, bölgesel ve şehir planlama politikalarına ve kültürel, çevresel, tarımsal, sosyal ve ekonomik politikalarına ve aynı zamanda peyzaj üzerinde doğrudan veya dolaylı etkisi olabilecek diğer politikalarına katmayı yükümlenir” denilmekte olup burada ülkeselbölgesel fiziki planlarda, peyzaj alanlarının korunması ve kent yerleşimlerinin planlanmasında peyzajın temel bir veri olarak ele alınması amaçlanmaktadır (Md.5). 7144 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 24/3/1950 tarihli ve 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununun ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrasını değiştiren 3. maddesinde yer alan düzenlemeler geçmişte yapılan ve T.B.M.M. tarafından da onaylanmış bulunan uluslararası anlaşmalara aykırı düzenlemeleri içerdiğinden Anayasanın 90. maddesine de aykırı bulunmaktadır. Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere 7144 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 24/3/1950 tarihli ve 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanununun ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrasını değiştiren 3. maddesinde yer alan düzenlemeler Anayasanın 2., 7., 35., 44., 45. ve 90 maddelerine aykırı içerik taşımaktadır. 2) 7144 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 18/12/1953 tarihli ve 6200 sayılı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun ek 11 inci maddesinin ikinci fıkrasını değiştiren 4. maddesinin Anayasaya aykırılığı 7144 sayılı Kanun”un 4. maddesi;Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 10 “MADDE 4 18/12/1953 tarihli ve 6200 sayılı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun ek 11 inci maddesinin ikinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. “Devlet tarafından yapılacak destekleme ödemesi almaya hak kazanan çiftçilerin vadesi geldiği halde ödenmeyen sulama işletme ve bakım ücreti veya su kullanım hizmet bedeli borcu veya münferiden tarımsal sulamada kullanılan elektrik enerji borcu bulunması halinde; DSİ veya işletme ve bakım sorumluluğu devredilen gerçek veya tüzel kişi veya elektrik dağıtım şirketi ve/veya elektrik perakende satış şirketi tarafından tarımsal destekleme ödemesi yapacak bankaya borç miktarı bildirilir. Bu bildirim üzerine; çiftçilerin destekleme ödemelerinden borç tutarı mahsup edilerek DSİ veya işletme ve bakım sorumluluğu devredilen gerçek veya tüzel kişiye veya elektrik dağıtım şirketine ve/veya elektrik perakende satış şirketine ödenir.” hükmünü içermektedir. Maddenin gerekçesinde; “Madde ile tarımsal desteklemelerden yararlanmakta olan çiftçilerin tarımsal sulamada kullandıkları elektrik bedelinden kaynaklanan borçlarının, kaynakta kesinti yapılmak suretiyle yasal takibe gerek kalmaksızın tahsili sağlanmaktadır.” açıklaması yer almaktadır. Aslında madde gerekçesinde; tarımsal desteklemelerden yararlanmakta olan çiftçilerin tarımsal sulamada kullandıkları elektrik bedelinden kaynaklanan borçlarının, kaynakta kesinti yapılmak suretiyle yasal takibe gerek kalmaksızın tahsili sağlanmaktadır, denilmesine karşın madde metni içeriği çiftçilerin sadece elektrik enerji borcunu içermemekte ödenmeyen sulama işletme ve bakım ücreti veya su kullanım hizmet bedeli borcunu da içermektedir. Maddede yer alan bu düzenleme ile tarımsal desteklemelerden yararlanan çiftçilerin tarımsal sulamada kullandıkları elektrik ve sulama borçlarının yasal takibe gerek kalmaksızın tahsili sağlanması amaçlanmaktadır. Bu çiftçilerin ödenmeyen sulama işletme, bakım ücreti, su kullanım hizmet bedeli borcunun yanı sıra tarımsal sulamada kullanılan elektrik enerji borcu bulunması halinde; Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü, işletme ve bakım sorumluluğu devredilen gerçek veya tüzel kişi, elektrik dağıtım şirketi veya elektrik perakende satış şirketi, tarımsal destekleme ödemesi yapacak bankaya borç miktarını bildirecek. borç tutarı, çiftçilerin destekleme ödemelerinden mahsup edilerek, DSİ veya işletme ve bakım sorumluluğu devredilen gerçek veya tüzel kişiye, elektrik dağıtım şirketine veya elektrik perakende satış şirketine ödenecektir. Elektrik enerjisi ve su kullanımı toplumun vazgeçilmez ortak gereksinimlerindendir. Tarımda kullanımının gerekliliği tartışmasız bir gerçektir. Elektrik dağıtım bölgelerinde varlıkların daha verimli işletileceği, maliyetlerin azalacağı, kayıp kaçağın düşürüleceği inancıyla Türkiye’de elektrik dağıtımı özelleştirilmiştir. Elektrik dağıtım şebekelerinin özel sektör eliyle işletilmesi amacıyla ilk özelleş tirme girişimine 1989 yılında başlanmıştır. Bu yıllarda 3096 sayılı Yasa çerçevesinde ilk olarak Kayseri ve Civarı Elk. TAŞ, Çukurova Elk. AŞ. Kepez AŞ. ve Aktaş Elk. AŞ. ilgili bölgelerindeEsas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/80 11 elektrik üretim, iletim, dağıtım ve ticareti ile görevlendirilmişlerdir. Yapılan görevlendirmelerin hukuksal zemine oturmaması ve dava konusu olması iktidarı değişik modeller aramaya itmiş ve 3096 sayılı Kanundan sonra sırasıyla, önce Yap İşlet Devret modeli olarak bi | 4,058 |
Esas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 1 I İPTAL DAVASI VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İLE İTİRAZ BAŞVURUSUNUN GEREKÇELERİ A Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: '' III. GEREKÇE 1) 25.2.2009 tarih ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2 nci Maddesi ile 21.6.1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12 nci Maddesinin Üçüncü Fıkrasına eklenen Cümlenin 'iddia ve taşınmazın niteliğine' Tümcesinin Anayasa'ya Aykırılığı 3402 sayı Kadastro Kanunun 12 nci maddesi, 5841 sayılı Yasa'nın 2 nci maddesi ile eklenen ve iptali istenen tümceyi de içeren cümle ile şu şekli almıştır: 'Madde 12 30 günlük ilan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tespitler kesinleşir. Kadastro müdürü tarafından onaylanarak kesinleşen tutanaklar ile kadastro mahkemesinin kesinleşmiş kararları; kesinleşme tarihleri tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle en geç 3 ay içinde tapu kütüklerine kaydedilir. Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz. 'Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır' Kadastrosu tamamlanan çalışma alanı içerisinde kalan eski tapu kayıtları, işleme tabi kayıt niteliğini kaybederler. Bu kayıtlara dayanılarak kadastro ve tapu sicil müdürlüklerinde işlem yapılamaz. Kesinleşmemiş tutanaklar herhangi bir nedenle tapuya tescil edilmişse, iddia ve taşınmazın niteliğine bakılmaksızın, taşınmazı tescil tarihinden itibaren 20 yıl müddetle malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduranlar ile bunların akdi ve kanuni halefleri açılmış ve açılacak olan davalarda medeni kanunun tapuya itimat prensibinden yararlanırlar.' Yapılan bu düzenlemeye göre, Kadastro tutanaklarında belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak iddia ve taşınmazın niteliği ne olursa olsun itiraz olunamayacak ve dava açılamayacaktır. Diğer bir anlatımla, kadastro tutağında özel mülkiyet olarak tespit edilen taşınmaz, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki örneğin 'kıyı' veya 'Devlet Ormanı' dahi olsa kadastro tutağının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçmiş ise artık itiraz olunamayacak ve dava açılamayacaktır. Madde gerekçesinde, 10 yıllık hak düşürücü süre sınırlamasının hakka yönelik olmadığı da dikkate alınarak Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi gereğince özel mülkiyet ve kamuEsas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 2 mülkiyeti ayrımı yapılmaksızın, Türk Medeni Kanununda öngörülen tapuya güven ilkesini uygulanamaz hale getiren ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Ek 1 numaralı protokolünün 1 inci maddesine aykırılık oluşturan uygulamanın ortadan kaldırılmasının amaçlandığı belirtilmiştir. Arhavi Asliye Hukuk Mahkemesi kıyı kenar çizgisi içinde kalması nedeniyle tapu kaydının iptali ve kıyı kenar çizgisi içerisinde kalan arazinin tescil dışında bırakılması istemiyle açılan davada, 3621 sayılı Kıyı Kanunu'nun 5. maddesinin birinci fıkrasının 'Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır,' bölümünün Anayasa'nın 35. maddesine aykırılığı savıyla iptali istemiştir. Mahkemenin itiraz gerekçesinde, 'İptali istenen taşınmazların tapulu olduğu, bu tapuların devletin yetkili organlarınca yetkileri dâhilinde düzenlenerek tapuya davalı özel şahıslar adına kaydedildiği noktasında bir ihtilaf bulunmamaktadır. Davalılar adına devletin yetkili organlarınca oluşturulan bu kayda rağmen yine yürütme organlarınca bu tapuların bu kez kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığından bahisle iptalinin istenmesi Anayasanın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkına açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Aynı şekilde bu şekilde yapılacak bir iptal Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ek protokol 1. maddesinde düzenlenen mülkiyet haklarının da ihlali sonucunu doğuracaktır. Böyle bir halde davalı tarafların Avrupa İnsan Haklarına Mahkemesine başvurusu halinde belirtilen maddenin ihlali nedeni ile ülkemizin tazminatla sorumlu tutulacağı Ek Protokol 1. maddenin açıklığı karşısında izahtan varestedir. Ülkenin bu şekilde bu tip davalarla mahkûm edilmesi Avrupa ülkeleri nezdinde ülkemizin itibarını kaybetmesine neden olmaktadır.' denilmiştir. Görüldüğü üzere iptali istenen düzenlemeyi getiren 5841 sayılı Yasa'nın 2 nci maddesinin gerekçesi ile adı geçen mahkemenin itiraz gerekçesi örtüşmektedir. Anayasa Mahkemesi 24.9.2008 tarih ve E.2008/26, K.2008/147 sayılı kararı ile yapılan itirazı oybirliği ile reddetmiştir. Anayasa Mahkemesinin bu kararında; 'Anayasa'nın 35. maddesinde 'Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.' denilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne Ek 1. Protokolün 1. maddesinde de 'Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.' denilmektedir. Temel bir insan hakkı olan mülkiyet hakkı bireyin eşya üzerindeki hâkimiyetini güvence altına almaktadır. Eşya üzerindeki hâkimiyet bir yönüyle bireye devletin müdahale edemeyeceği özel bir alan yaratırken, diğer taraftan emeğinin karşılığını güvence altınaEsas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 3 almakla bireye kendi hayatını yönlendirme ve geleceğini tasarlama olanağı sunmaktadır. Bu nedenle birey özgürlüğü ile mülkiyet hakkı arasında yakın bir ilişki vardır. Ancak mülkiyet hakkının mutlak bir hak olmadığı ve kamu yararı amacıyla sınırlandırılabileceği, kıyıların devletin hüküm ve tasarrufu altında olması nedeniyle özel mülkiyete konu yapılamaması Anayasa'da öngörülmektedir. Kıyıların devletin hüküm ve tasarrufu altında olması, buraların özel mülkiyete konu olamayacağı ve doğasına uygun olarak, genellik, eşitlik ve serbestlik ilkeleri gereği herkesin ortak kullanımına açık bulunmaları gerektiği anlamına gelmektedir. Hukukumuzda kıyılar, sahipsiz doğal nitelikli ve herkese açık bir kamu malı olarak düzenlenmiştir. Anayasa'nın 43. maddesi kıyıların devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu hükmünü içermektedir. Buna göre anayasa koyucu kıyıların toplum için önemini dikkate alarak mülkiyet konusu olmasını yasaklamaktadır. İptali istenilen 3621 sayılı Yasa'nın 5. maddesinin birinci fıkrası, Anayasa'nın 43. maddesindeki hükmün bir tekrarı niteliğindedir. Bu nedenle 5. maddenin Anayasa'ya aykırı bir yönü bulunmamaktadır. İtiraz başvurusunda değinilen uygulama sorunu, son yıllarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararları çerçevesinde kıyı kenar çizgisi içinde kalan tapu siciline kayıtlı taşınmazların karşılıklı hak dengesini sağlamak amacıyla mülk sahibine tazminat niteliğinde bir bedelin ödenmesi gerektiği yolundaki yargı kararları ile ortadan kalkmıştır. Açıklanan nedenlerle kural Anayasa'ya aykırı değildir, iptal isteminin reddi gerekir.' Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı ile; mülkiyet hakkının mutlak bir hak olmadığı, kamu yararı amacıyla sınırlandırılabileceği, böyle bir sınırlandırmanın da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Ek 1 numaralı protokolünün 1 inci maddesine aykırılık oluşturmayacağı, ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararları çerçevesinde ortaya çıkan uygulama sorununun da, kıyı kenar çizgisi içinde kalan tapu siciline kayıtlı taşınmazların karşılıklı hak dengesini sağlamak amacıyla mülk sahibine tazminat niteliğinde bir bedelin ödenmesi gerektiği yolundaki yargı kararları ile ortadan kalkmış olduğu vurgulanmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bu kararında ayrıca 'Kıyıların devletin hüküm ve tasarrufu altında olması, buraların özel mülkiyete konu olamayacağı ve doğasına uygun olarak, genellik, eşitlik ve serbestlik ilkeleri gereği herkesin ortak kullanımına açık bulunmaları gerektiği anlamına gelmektedir' denilerek devletin hüküm ve tasarrufu altında olan yerlerin özel mülkiyet konusu olamayacağı belirtilmiştir. Bu nedenle, özel mülkiyet konusu olmayacağı Anayasal kurallarla belirlenen yerlerin özel mülkiyet konusu yapılmasının önünü açan iptali istenen düzenlemenin söz konusu Anayasa kuralları ile bağdaşmayacağı açıktır. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun kararlarında da bu durum vurgulanmıştır. Bu bağlamda; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 23.11.1988 gün ve 1/825 954 sayılı kararında, 'Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler, bu nitelikleri itibariyle yasama organının serbestçe düzenlenmesine açık yerlerden değildirler. Yasama organı çıkaracağı yasalarla, söz konusu taşınmazların bu niteliklerini koruyucu yönde düzenlemede bulunmak zorundadır; zira Anayasa hükümleri yasa koyucunun yetkilerini ve düzenleme alan ve sınırlarını belirleyiciEsas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 4 hükümleridir. Bu itibarla 3402 sayılı Yasanın devletle kişiler arasındaki uyuşmazlıklara ve davalara son vermek amacıyla devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin bu niteliklerini ortadan kaldıracak yönde yoruma elverişli olarak çıkarıldığını benimseme olanağı yoktur.' görüşüne yer verilmiş, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 24.3.1999 gün ve 1/170 167 sayılı kararında da, '3402 sayılı Yasanın 12/3 maddesinde düzenlenen 10 yıllık hak düşürücü sürenin, Hazinece açılan ve devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yer iddiasına dayanan davalarda dava koşulu olarak ele alınıp değerlendirilemeyeceği, işin esasına girilip dava konusu taşınmazın gerçek niteliğini, daha açık bir anlatımla özel mülkiyete konu olup, olmayacağının tespit edilmesinden sonra bu yönde bir karar verilmesi gerektiği; yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ortaklaşa kabul edilen bir kural haline geldiği' vurgulanmıştır. Yukarıdan beri açıklanan yerleşmiş Yargıtay Hukuk Genel Kurul Kararları özetlenecek olursa, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve bu nedenle tespit dışı bırakılması gereken taşınmazlar hakkında tespit tutanağı düzenlenmiş olsa bile, yok hükmünde sayılan işlemler, önceki 766 sayılı Yasanın 31/2 ve halen yürürlükte bulunan 3402 sayılı Yasanın 12/3 maddelerinde yazılı olan 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi değildir. Açıklanan nedenlerle özel mülkiyet konusu olmaması gereken devletin hüküm ve tasarrufu altındaki kıyılar ile ormanlar için de bir hak düşürücü süre getiren iptali istenen tümce, öncelikle Anayasa'nın 43 üncü ve 169 uncu maddelerine aykırıdır. Diğer taraftan, 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı yeni Türk Medeni Kanunu'nun 'Sahipsiz Yerler ve Yararı Kamuya Ait Mallar' konusunu düzenleyen 715. maddesinde şöyle denilmektedir: 'Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait mallar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Aksi ispatlanmadıkça, yararı kamuya ait sular ile kayalar, tepeler, dağlar, buzullar gibi tarıma elverişli olmayan yerler ve bunlardan çıkan kaynaklar, kimsenin mülkiyetinde değildir ve hiçbir şekilde özel mülkiyete konu olamaz. Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait malların kazanılması, bakımı, korunması, işletilmesi ve kullanılması özel kanun hükümlerine tâbidir.' Bu maddedeki düzenleme 09.07.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Yasası'nın 'Kamu Malları'nı düzenleyen 16 ncı maddesinde ele alınmıştır. Maddenin (C) fıkrasında, 'Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kayalar, tepeler, dağlar (bunlardan çıkan kaynaklar) gibi, tarıma elverişli olmayan sahipsiz yerler ile deniz, göl, nehir gibi genel sular tescil ve sınırlandırmaya tabi değildir, istisnalar saklıdır,' denilmiştir. Bu genel kuralın ayrıksı durumu ise aynı Yasa'nın 'İhya Edilen Taşınmaz Mallar' başlıklı 17 nci maddesinde düzenlenmiştir: 'Orman sayılmayan Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen araziden, masraf ve emek sarfı ile imar ve ihya edilerek tarıma elverişli haleEsas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 5 getirilen taşınmaz mallar 14 üncü maddedeki şartlar mevcut ise imar ve ihya edenler veya halefleri adına, aksi takdirde hazine adına tespit edilir. İl, ilçe ve kasabaların imar planının kapsadığı alanlarda kalan taşınmaz mallarda bu hüküm uygulanmaz.' Görüldüğü üzere, iptali istenen bu düzenleme, Temel Yasa niteliğindeki Türk Medeni Kanununun ve Kadastro Kanununun Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmazlara ilişkin düzenlemeleri de içeren ve yukarıda değinilen hükümlerine de ters düşmektedir. Böyle bir durumun, 'Hukuk Devleti' ilkesiyle bağdaşmayacağı ve dolayısıyla Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırı olduğu açıktır. Anayasa Mahkemesi kararlarında vurgulandığı üzere, hukuk devletinin vazgeçilmez ögeleri içinde yer alan yasaların kamu yararına dayanması ilkesiyle bütün kamusal girişimlerin temelinde bulunması doğal olan kamu yararı düşüncesinin yasalara egemen olması ve özellikle bir ülkenin en önemli doğal yaşam alanı olan ormanların korunması için yasakoyucunun bu esası gözardı etmemesi ve bunu en iyi şekilde yansıtması zorunludur. Günümüzde 'kamu yararı kavram yanında; 'toplum yararı' 'ortak çıkar', 'genel yarar' gibi birbirinin yerine kullanılan kavramlarla anlatılmak istenen; tümünün 'bireysel çıkar' dan farklı onun, üstünde ya da dışında ortak bir yararı amaçlamasıdır (Anym., T. 21.10.1992, E. 92/13, K. 92/50). 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrasındaki 'Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz' kuralında tanımlanan hak düşürücü sürelerin kadastro anlamında tespite ve sınırlandırmaya konu olacak taşınmazlar için öngörüldüğü ve kamu düzeni ile tapu sicil sisteminin güvenilirliği açısından getirildiği açıktır. Bu nedenle kadastro anlamında tespit ve sınırlandırma dışında tutulması ve özel mülkiyet konusu olmaması gereken taşınmazlar için de bir hak düşürücü süre tanımlanmasına gidilmesi kamu ve toplum yararına aykırı, toplumsal adaleti yaralayıcı, işgalcileri ödüllendirici bir yaklaşımdır. Dolayısıyla iptali istenen tümce, kamu düzenini kurucu ve güçlendirici değil, bozucu bir nitelik taşımakta, diğer bir anlatımla kamu yararına dayanmadığından bu nedenle de Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırı düşmektedir. Açıklanan nedenlerle, 25.2.2009 tarih ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2 nci maddesi ile 21.6.1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümlenin 'iddia ve taşınmazın niteliğine' tümcesi, Anayasa'nın 2 nci, 43 üncü ve 169 uncu maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 2) 25.2.2009 tarih ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü Maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanununa eklenen Geçici Madde 8'in Anayasa'ya Aykırılığı 25.2.2009 tarih ve 5841 sayılı Yasa'nın 3 üncü maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanununa eklenen geçici madde 8'de 'Bu Kanunun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrasının yani 'Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz. Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğerEsas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 6 kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır' hükmünün Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanacağı hükme bağlanmıştır. Yapılan bu düzenleme ile 3402 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin 3 üncü fıkrasındaki hak düşürücü sürenin 'geriye yürümezlik' ilkesine aykırı olarak Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanması öngörülmektedir. Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 2.4.2004 tarihli ve E.2003/1, K.2004/1 sayılı kararında (R.G. T.20.05.2004, Sa.25467) 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12 nci maddesinin 3 üncü fıkrasında öngörülen on yıllık sürenin, de hak düşürücü süre olduğu açıklanmıştır. Bu kararda aynen şöyle denilmiştir: 'Hak düşürücü süre, doğrudan doğruya hakim tarafından kendiliğinden göz önünde tutulması gereken, davada 'itiraz' olarak başvurulması zorunlu olan ve zamanaşımı gibi 'kesme' ve 'durma' hükümlerine bağlı olmayan, uyulmama halinde 'hakkın' kaybına yol açan yani hakkın özünü ortadan kaldıran süredir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3.fıkrasında öngörülen on yıllık sürenin de hak düşürücü süre olduğu kuşkusuzdur. Çünkü bu madde de öngörülen süre ile tapu sicilinde kararlılık kazanması, sicillerin bozulmaması, belli bir süre geçtikten sonra yargı organlarınca bu sicillerin tartışma konusu yapılmaması amaçlanmıştır.' İlke olarak, herhangi bir kanun veya düzenleyici kural, hukuksal sonuçlarını yürürlüğe girdiği tarihten sonrası için doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucu da, yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilememeleri, yani, geçmişe etkili olmamalarıdır. Hakkın özünü ortadan kaldıran bir hükmün aleyhteki kanun hükmü olduğu açıktır. Hukuk devletinin temel özelliği, bütün vatandaşlar, hatta vatandaş olmasa bile ülkesindeki tüm insanlara hukuki güvence sağlamasıdır. Hukuki güvencenin ilk ve en basit şartı ise aleyhteki kanunların geriye yürümemesidir. Anayasa Mahkemesi'nin de bu yönde verilmiş birçok kararı vardır. Nitekim Yüksek Mahkeme 'geriye yürümezlik' ilkesini incelerken 7.2.2008 tarihli ve E.2005/128, K.2008/54 sayılı kararında aynen şöyle demiştir: 'Daha önce tesis edilmiş bulunan işlemlerin doğurduğu hukuki sonuçları ortadan kaldıracak şekilde yasama tasarrufunda bulunulması, hukuk güvenliği ilkesine aykırılık oluşturur. Hukuk devletinin gereği olan hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların geriye yürütülmemesini gerekli kılar. 'Yasaların geriye yürümezliği ilkesi' uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir.' Anayasa Mahkemesi bu kararı ile, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun, 13.1.2004 günlü, 5043 sayılı Yasa ile eklenen geçici 21 nci maddesinin 'Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte, kesin hükme bağlanmamış bütün ihtilaflarda bu Kanunun değişik hükümleri uygulanır.' hükmünü, Anayasa'nın 2 nci ve 48 inci maddelerine aykırı bularak iptal etmiştir.Esas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 7 Öte yandan, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan tümüyle aynı nitelikteki iki taşınmaz hakkında Yasa'nın yürürlük tarihinden önce açılan davalardan birinin kesin hükme bağlamış, diğerinin ise herhangi bir nedenle (örneğin tebligatların gecikmesi nedeniyle henüz kesin hükme bağlanmamış olması halinde bu taşınmazlardan birincisi taşınmaz malikin lehine, ikincisi aleyhine sonuçlanacaktır. Böyle bir durumun ise, adaletsiz ve hakkaniyete aykırı düşeceği ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesi ile bağdaşmayacağı açıktır. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan devlettir. Açıklanan nedenlerle, 25.2.2009 tarih ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanununa eklenen geçici madde 8, Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırı olup, iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptali istenen kurallar, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan alanların niteliklerinin yitirilmesine imkan vereceğinden ve hukuk devletinin temel özelliği olan hukuki güvenceyi ortadan kaldıracağından giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır. Öte yandan, anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde subjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Arz ve izah olunan nedenlerle, söz konusu kurallar hakkında yürürlüğünün durdurulması da istenerek iptal davası açılmıştır. V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 25.2.2009 tarih ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; 1) 2 nci maddesi ile 21.6.1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümlenin 'iddia ve taşınmazın niteliğine' tümcesi, Anayasa'nın 2 nci, 43 üncü ve 169 uncu maddelerine aykırı olduğundan, 2) 3 üncü maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanununa eklenen geçici madde 8, Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırı olduğundan, iptallerine ve uygulanmaları halinde sonradan giderilmesi güç yada olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'Esas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 8 B İtiraz Başvurularının Gerekçe Bölümleri Şöyledir: 1 E.2009/36 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: '' 5 GEREKÇE: Anayasamızın mali ve ekonomik hükümler başlıklı kısmının 2. Bölümünün 'ormanların korunması ve geliştirilmesi' başlığını taşıyan 169. maddesinde 'Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz' denilmiştir. Madde ile ormanların özel mülkiyete konu olamayacağı zamanaşımı ile iktisap edilemeyeceği açıkça düzenlenmiştir. 169. madde ile ormanların hak düşürücü süre ile iktisap edilemeyeceği açıkça belirtilmese de Anayasamızın 169. ve 170. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, Anayasa koyucunun hak düşürücü sürenin geçmesi ile de ormanların mülkiyetinin kazanılamayacağı ilkesini amaçladığı ve bu ilkeyi benimsediği açıktır. Anayasa koyucunun amacı ormanlar üzerinde herhangi bir şekilde özel mülkiyet edimini yasaklamaktır. Bu da 169. maddede kesin olarak dile getirilmiştir. Amaçsal yorum yaptığımızda Anayasa koyucunun zamanaşımı ibaresini geniş anlamda hak düşürücü süreyi de kapsar nitelikte kullandığı anlaşılmaktadır. Maddede ormanların mülk edinilemeyeceği kesin olarak dile getirilmiş ve istisnaya yer verilmemiştir. 25.02.2009 tarihli 5841 sayılı Yasa ile 3402 sayılı Kadastro Kanunun 12/3. fıkraya eklenen son cümle ile 169. maddenin 2. fıkrasına aykırı olarak 'Kadastro Kanunun 12/3 fıkra son cümlesinin taşınmazın niteliğine ve tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanacağı' düzenlemesi yapılarak hak düşürücü süre ile ormanların mülkiyetinin kazanılacağı sonucu ortaya çıkmıştır. Hukuk Genel Kurulunun 23.11.1988 gün ve 1/825 964 sayılı kararında da değinildiği gibi, 'Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler, bu nitelikleri itibariyle yasama organının serbestçe düzenlemesine açık yerlerden değildirler. Yasama organı çıkaracağı yasalarla, söz konusu taşınmazların bu niteliklerini koruyucu yönde düzenlemede bulunmak zorundadır; zira Anayasa hükümleri yasa koyucunun yetkilerini ve düzenleme alan ve sınırlarını belirleyici hükümlerdir. Bu itibarla 3402 sayılı Yasanın Devletle kişiler arasındaki uyuşmazlıklara ve davalara son vermek amacıyla Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin bu niteliklerini ortadan kaldıracak yönde yoruma elverişli olarak çıkarıldığını benimseme olanağı yoktur.' Devletin görevi ormanların niteliğini korumak ve kamunun bundan yararlanmasını olabildiği ölçüde sağlamaktır. Yukarıda sözü edilen Genel Kurul Kararındaki, hak düşürücü sürenin Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki, özel mülkiyete konu olmayacak yerlerde uygulanmayacağı ilkesi '3402 sayılı Yasanın 12. maddesini yorumlarken aynı Yasanın 16. maddesinin de birlikte değerlendirilmesi gerekir.' Yasanın 12. maddesi hak düşürücü süreyi tutanaklarda belirtilen' haklara sınırlandırma ve tespitlere ait tutanaklar kesinleştiği tarihten itibaren' işletmeye başlamıştır. Bu itibarla 3402 sayılı Yasanın 12. maddesinde öngörülen hak düşürücü süre özel mülkiyete konu olmayan ve özel hukuk hükümlerine tabi olmayan üzerinde mülkiyet hakkıEsas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 9 kurulamayacak devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazlar hakkında Hazine tarafından açılacak davalara uygulanmaz' şeklinde açıklanmıştır. Hukuk Genel Kurulunun 24.3.1999 gün ve 1/170 167 sayılı kararında da '3402 sayılı Yasanın 12/3. maddesinde düzenlenen 10 yıllık hak düşürücü sürenin, Hazinece açılan ve devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yer iddiasına dayanan davalarda dava koşulu olarak ele alınıp değerlendirilemeyeceği, işin esasına girilip dava konusu taşınmazın gerçek niteliğini, daha açık bir anlatımla özel mülkiyete konu olup, olmayacağının tespit edilmesinden sonra bu yönde bir karar verilmesi gerektiği; yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ortaklaşa kabul edilen bir kural haline geldiği' vurgulanmıştır. Yukarıdan beri açıklanan yerleşmiş Yargıtay Hukuk Genel Kurul Kararları özetlenecek olursa, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve bu nedenle tespit dışı bırakılması gereken taşınmazlar hakkında tespit tutanağı düzenlenmiş olsa bile, yok hükmünde sayılan işlemler, önceki 766 sayılı Yasanın 31/2 ve halen yürürlükte bulunan 3402 sayılı Yasanın 12/3 maddelerinde yazılı olan 10 yıllık hak düşürücü sureye tabi değildir. Yargıtay'ın 3402 sayılı Yasanın 12/3 maddesinin uygulanması ile ilgili bu kararlarından sonra yasa koyucu 'tapu kütüğündeki tescile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımının korunması; dava açma hakkına getirilen 10 yıllık hak düşürücü süre sınırlamasının hakka yönelik olmadığı da dikkate alınarak Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi gereğince özel mülkiyet ve kamu mülkiyeti ayrımı yapılmaksızın, gerçek ve özel hukuk tüzel kişileri yanında kamu tüzel kişiliğinin de bu sürece tabi olması, Türk Medeni Kanununda öngörülen tapuya güven ilkesini uygulanamaz hale getiren ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Ek 1 numaralı protokolünün 1. maddesine aykırılık oluşturan uygulamanın ortadan kaldırılması ve farklı yorumlar yapılmasının önüne geçilmesi amaçlanmıştır.' gerekçesi ile 12/3. fıkrasının taşınmazın niteliğine ve tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanacağı düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarında vurgulandığı üzere, hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri içinde yer alan yasaların kamu yararına dayanması ilkesiyle bütün kamusal girişimlerin temelinde bulunması doğal olan kamu yararı düşüncesinin yasalara egemen olması ve özellikle bir ülkenin en önemli doğal yaşam alanı olan ormanların korunması için yasa koyucunun bu esası göz ardı etmemesi ve bunu en iyi şekilde yansıtması zorunludur. Günümüzde 'kamu yararı kavram yanında; 'toplum yararı' 'ortak çıkar', 'genel yarar' gibi birbirinin yerine kullanılan kavramlarla anlatılmak istenen; tümünün 'bireysel çıkar'dan farklı onun, üstünde ya da dışında ortak bir yararı ama amaçlamasıdır (Anym., T. 21.10.1992, E. 92/13, K. 92/50). Anayasa Mahkemesinin 13.09.2000 gün ve 2000/21 sayılı kararında, 'Anayasa'nın 169 uncu maddesinde, ormanların ülke yönünden taşıdığı büyük önem gözetilerek, korunmaları ve geliştirilmeleri konusunda ayrıntılı düzenlemelere yer verilmiştir. Bu özel ve ayrıntılı düzenlemenin ülkemizde orman örtüsünün sürekli yok edilmesi gerçeğinden kaynaklandığı kuşkusuzdur. Anayasanın 169 uncu maddesinin gerekçesinde de belirtildiği gibi maddenin birinci fıkrası doğal kaynaklarımızın en önemlilerinden birisi olan ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için Devlete gereken tedbirleri alıp kanun koymayı ve bütün ormanların gözetimi ödevini getirmektedir. 25.02.2009 tarihli 5841 sayılı Yasa ile 3402 sayılı Kadastro Kanunun 12/3. fıkraya eklenen son cümle ile Anayasamızın 169. maddesinin 2. fıkrasına aykırı olarak 169. maddedeEsas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 10 yer alan genel kurala istisna olabilecek nitelikte düzenleme getirilmiştir. Yapılan bu düzenleme Anayasamızın 169/2. fıkrasında belirtilen 'Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz, zamanaşımı ile mülk edinilemez' ilkelerine açıkça aykırıdır. 6 YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ: Anayasamızın 169 uncu maddesinin orman alanlarının daraltılmasına yol açabilecek yasal ve fiili çalışmaları sınırlayan hükümlerine aykırı, ormanların korunmasında Devletin yüksek menfaatlerini göz önüne almaktan uzak olan ve uygulanmaları halinde, ormanların bütünlüğünün bozulmasına ve ormanların daraltılmasına yol açabileceği gibi ormanlara zarar verecek faaliyetlere de imkan vereceğinden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacak olan iptali istenen hükümlerin, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulması gerekmektedir. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 25.02.2009 tarihli 5841 sayılı Yasa ile 3402 sayılı Kadastro Kanunun 12/3. fıkraya eklenen 'Taşınmazın niteliğine ve tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanacağı' cümlesinin Anayasa'nın 169. maddesine aykırı olduğu hususunda mahkememizce ciddi kanıya varıldığından Anayasa'nın 152. maddesi uyarınca 25.02.2009 tarih ve 5841 sayılı Yasanın 2. ve geçici 10. maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesine arz olunur.' 2 E.2009/37 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: ' II. GEREKÇE 6) Dava konusu taşınmazın öncesinin Devlet Ormanı olduğunu belirleyen ve bu nedenlerle davalılar üzerindeki tapu kaydını iptal eden mahkeme kararı, davalı kişiler vekilinin temyizi üzerine, Uluslararası Sözleşmeler, Anayasa ve Orman Hukuku ile ilgili halen yürürlükte bulunan tüm yasa hükümleri ile Dairemizin ve konu ile ilgili diğer tüm Yargıtay Daireleri ve özellikle Hukuk Genel Kurulunun 30.09.1981 gün 1979/1 167/656 ve 23.11.1988 gün 1988/1 825/954 ve 06.05.1992 gün 1992/1 187/295 ve 24.03.1999 gün 1999/1 170/167 ve 22.09.1989 gün 1989/1 568/569 ve 27.02.2002 gün 2002/1 19/97 ve 09.06.2004 gün 2004/1 335/354 ve 21.02.1990 gün 1989/1 700/101 ve 18.10.1989 gün 1989/1 419/528 ve 19.02.2003 gün 2003/20 102/90 ve 26.02.2003 gün 2003/12 116/111 ve 25.12.2002 gün 2002/12 1101/1113 ve 11.06.2003 gün 2003/13 414/410 ve 03.12.2008 gün 2008/7 717/722 sayılı kararlarında kabul edilen ilkeler gözönünde bulundurularak, Dairemizde 07.04.2009 günü incelenmiş, hüküm ve temyiz tarihinden sonra, ancak Dairede yapılan görüşmelerden 25 gün önce 14 Mart 2009 günlü Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren ve 25.02.2009 gün ve 5841 Sayılı Yasanın 2. maddesi ile 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 12'nci maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen 'Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişilikleri dahil, tarafların sıfatına bırakılmaksızın uygulanır' hükmü ile yine aynı Yasanın 3 üncü maddesi ile 3402 Sayılı Yasaya eklenen Geçici 10 uncu maddesindeki 'Bu yasanın 12 nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahiEsas Sayısı : 2009/31 Karar Sayısı : 2011/77 11 uygulanır' hükmünün somut olayda uygulanması gerektiği, ancak bu hükümlerin Anayasanın 2, 35, 44 ve 169 uncu maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılarak, temyiz incelenmesi şimdilik ertelenip, bu hükümlerin iptal edilmesi için Anayasanın 152 nci maddesi ile Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Yasanın 28. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvurulması sonucuna varılmıştır. 7) Anayasanın 2 nci maddesinde 'Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk Devleti' olduğu 35 inci maddesinde 'mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla sınırlandırılabileceği, mülkiyet hakkının kullanılmasının top | 4,191 |
Esas Sayısı : 2017/130 Karar Sayısı : 2017/165 1 “Davacı tarafından açılan davada cinsiyet değişikliğinin kabulü için cinsiyet değişikliğine izin verilmesi talebinde bulunulduğu, Mahkememizce yapılan yargılamada davacının alman raporlarında; transeksüalite tespit edildiği, dış genital organların kadın görünümünde olduğu ve üreme yeteneğinin bulunduğunun tespit edildiği, yargılama sırasında davacı tarafından verilen dilekçe ile cinsiyet değişikliği ameliyatının yapılabilmesi için Mahkemece izin verilmesi gerektiği, ancak 4721 Sayılı TMK 40. Maddesinin anayasaya aykırı olduğu ileri sürülmüştür. 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 40. maddesinde “cinsiyetini değiştirmek isteyen kimse, şahsen başvuruda bulunarak mahkemece cinsiyet değişikliğine izin verilmesini isteyebilir. Ancak, iznin verilebilmesi için, istem sahibinin on sekiz yaşını doldurmuş bulunması ve evli olmaması ayrıca transseksüel yapıda olup, cinsiyet değişikliğinin ruh sağlığı açısından zorunluluğunu ve üreme yeteneğinden sürekli biçimde yoksun bulunduğunu bir eğitim ve araştırma hastanesinden alınacak resmi sağlık kurulu raporuyla belgelemesi şarttır. Verilen izne bağlı olarak amaç ve tıbbi yöntemlere uygun bir cinsiyet değiştirme ameliyatı gerçekleştirildiğinin resmi sağlık kurulu raporuyla doğrulanması halinde, mahkemece nüfus sicilinde gerekli düzeltmenin yapılmasına karar verilir” hükmü yer almaktadır. Bu maddeye göre cinsiyet değişikliği ameliyatına izin verilebilmesi için tüm şartları birarada olması gerekir. Bu şartlardan biri de kişinin üreme yeteneğinden sürekli bibimde yoksun bulunması şartıdır. Üreme yeteneğinden sürekli yoksun bulunmayan kişinin cinsiyet değişikliği ameliyatı yapılmasına yasa gereği olanak bulunmamaktadır. Oysaki tersi durumda yani üreme yeteneğinde sürekli yoksun bulunan bir kişinin ise cinsiyet değişikliği ameliyatı yapılmasında engel durum bulunmamaktadır. Anayasanın Kanun Önünde eşitlik başlıklı 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 7/5/2004 5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 12/9/2010 5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.(Ek fıkra: 12/9/2010 5982/1 md.) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar” hükmü mevcut olup 4721 sayılı TMK.nın 40. maddesinde yer alan “ve üreme yeteneğinden sürekli biçimde yoksun bulunduğu” cümlesinin 10. maddesinde yer alıp eşitlik kuralına aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. Anayasanın Kişinin dokunulmazlığı, maddî ve manevî varlığı başlıklı 17. maddesinde “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbî zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbî deneylere tâbi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz. (Değişik: 7/5/2004 5170/3 md.) Meşrû müdafaa hali, yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın bastırılması, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği zorunlu durumlarda meydana gelen öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü dışındadır” şeklinde düzenleme yapılmış yine Özel hayatın gizliliği başlıklı 20. maddesinde “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygıEsas Sayısı : 2017/130 Karar Sayısı : 2017/165 2 gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. (Mülga cümle: 3/10/2001 4709/5 md.) (Değişik: 3/10/2001 4709/5 md.) Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin karan yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar. (Ek fıkra: 12/9/2010 5982/2 md.) Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.” şeklinde düzenleme yapılmıştır. Dosya kapsamına göre davacıda transseksüalite tespit edilmiş olup cinsiyet değişikliğinin biyolojik olarak üreme yeteneğinden sürekli yoksun bulunma şartına bağlanması ve bu şartı karşılamayan davacının bundan sonraki hayatına cinsiyet değişikliği yapamadan devam etmesinin kendisinden beklenememesi ve cinsiyet değişikliği yapamadan yaşamaya zorlanamayacağı bu durumun anayasanın özel hayatın gizliliği ve kişinin dokunulmazlığı ile ilgili 17. ve 20. maddelerine aykırı olduğu düşünülerek 4721 sayılı Yasanın 40/2 maddesi’nde yer alan “ve üreme yeteneğinden sürekli biçimde yoksun bulunduğu” cümlesinin anayasanın 10., 17 ve 20. maddelerine aykırı olduğu kanaatiyle iptalinin talep edilmesine karar verilmiştir. KARAR: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 4721 sayılı Yasanın 40/2. maddesinde yer alan “ve üreme yeteneğinden sürekli biçimde yoksun bulunduğu” cümlesinin anayasanın 10., 17. ve 20. maddelerine aykırı olduğu kanaatiyle iptalinin talep edilmesine karar verilmiştir.” | 777 |
Esas Sayısı : 2002/171 Karar Sayısı : 2003/5 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir; Anılan iddianamede sanığın çeklerinin karşılıksız çıkması üzerine elinde bulunan çek karnelerini iade etmesi için kendisine gönderilen ihtar mektubuna rağmen karneleri 7 gün içerisinde iade etmediği, yapılan ihbar üzerine sanığa ön ödeme önerisinde bulunulduğu ancak sanığın yasal süresi içerisinde ön ödeme önerisine riayet etmediği ve böylece müsned suçu işlediği iddia olunarak 3167 sayılı Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkındaki Kanun'un 13/1. ve Türk Ceza Kanunu'nun 119/5. maddesi uyarınca cezalandırılmasına karar verilmesi talep edilmiştir. Aşamalarda yapılan yargılama esnasında mahkememizce 17.10.2001 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 03.10.2001 kabul tarihli ve 4709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun'un 15. Maddesi ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 38. maddesine eklenen hiç kimse yalnızca sözleşmeden doğan yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz hükmüne sanık hakkında uygulanması istenen kanun maddesinin aykırı olduğu değerlendirmesi ile Anayasa Mahkemesine kanunun iptali talebi ile itirazda bulunulması gerektiği düşünülmüştür. Gerçekten somut olayda sanık hakkında uygulanması istenen kanun maddesi bu kanunun 7. maddesi uyarınca banka tarafından yapılan ihtarı aldığı veya almış sayıldığı tarihten itibaren 7 iş günü içinde geçerli bir sebebe dayanmaksızın çek karnelerini geri vermeyenlere ilgili bankanın ihbarı üzerine 20.000 TL.den 200.000 TL.ye kadar ağır para cezası verilir hükmünü içermektedir. Bilindiği gibi çek bir kambiyo senedidir ve kambiyo senetleri temel borç ilişkisinden mücerret, bağımsız, yeni bir borç ilişkisi meydana getirmektedir. Borçlar kaynakları itibarı ile haksız fiilden, sebepsiz zenginleşmeden ve sözleşmeden doğan borçlar olmak üzere üç ana başlık altında incelenebilir. Kambiyo senetlerinin doğurduğu borçlar da yukarıda açıklandığı şekilde sözleşmeden doğan borçlar arasında yer almaktadır. 3167 sayılı Kanun'un 13/1. maddesine göre sanığın çek karnesinin banka tarafından iadesinin istenebilmesi için çek verilmesinden dolayı ortaya çıkan borcunu ödememiş olması başka bir deyişle çekinin karşılıksız kalmış bulunması gerekmektedir. Somut olayda da hadisenin böyle cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Her ne kadar eylem kanunda çek karnesini süresinde iade etmemek şeklinde pekiştirilmiş olduğundan hadisede sanığın borcunu ödememesi sebebi ile hürriyetinden yoksun kılınması ihtimalinin söz konusu olmadığı ilk bakışta iddia edilebilir ise de temelde yukarıda açıklandığı gibi sanık çek keşidesi ile ortaya çıkan borcunu süresinde ödemiş olsaydı hakkında ceza tatbikatının yapılmayacağı anlaşıldığından yani borcunu ödememesi ve ödeyememesi münasebeti ile ceza tatbikatına maruz kaldığından mezkur Anayasa'nın değişik 38. maddesi kapsamı içinde olayın mütalaa olunması sonucuna varılmıştır. Bunun gibi her ne kadar iptali istenen kanun hükmü yalnızca para cezasını öngörmekte ise de mahkememizce hükmolunması muhtemel iş bu cezanın ödenmemesi halinde 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanun hükümlerine göre hürriyeti bağlayıcı cezaya çevrilerekEsas Sayısı : 2002/171 Karar Sayısı : 2003/5 2 infaz edilmesi ihtimali yani sanığın borcunu ödememesi sebebi ile özgürlüğünden yoksun kılınması olasılığı mevcuttur. Belirtilen nedenlerle aşağıdaki gibi itirazda bulunulmasına karar vermek gerekmiştir. Netice ve Talep: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkında Kanun'un 13/1. maddesinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 38. maddesine 4709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkındaki Kanun'un 15. maddesi ile eklenen Hiç kimse yalnızca sözleşmeden doğan yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz hükmüne aykırı olduğundan iptaline, karar verilmesi, Arz ve talep olunur. | 499 |
Esas Sayısı : 2021/43 Karar Sayısı : 2021/74 1 “ 7315 sayılı Kanun’a ilişkin 220 Sıra Sayılı Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu Teklifinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşmeleri sırasında gerçekleşen fahiş (bariz/aşıkâr) usulsüzlükler dolayısıyla Kanun’un tümü Anayasaya aykırıdır. Bu usulsüzlükle rin ağırlığı dolayısıyla Kanun’un öncelikle hukuken yok hükmümde olduğunun tespit edilmesi gerekir. Zira İçtüzüğün 76. maddesine göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından reddedil miş olan kanun teklifleri, ret tarihinden itibaren bir tam yıl geçmedikçe Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı yasama dönemi içinde yeniden verilemez. Aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacağı gibi 220 sıra sayılı teklifin TBMM Genel Kuru lunda görüşüldüğü 31.03.2021 tarihli 66. Birleşiminde teklifin maddelerine geçilmesi reddedil miştir. İçtüzüğün 81. maddesinin beşinci fıkrasına göre maddelerine geçilmesi kabul edilmeyen kanun teklifleri Genel Kurulca reddedilmiş olur. Yine İçtüzüğün 76. maddesinde göre TBMM tarafından reddedilmiş olan kanun teklifleri ret tarihinden itibaren bir yıl geçmedikçe yeniden verilemez. Buna rağmen 220 sıra sayılı teklif, İçtüzüğün pek çok hükmü ihlal edilerek 01.04.2021 tarihli oturumda yeniden gündeme alınmış, maddelere geçilmesi bir kez daha oylanmış, görü şülmüş ve kabul edilmiş ve 17.04.2021 tarihli Resmî Gazetede yayımlanmıştır. Bu şekilde yayımlanan Kanun, üç farklı nedenle Anayasaya aykırıdır. Öncelikle geçerli bir teklif olmadan kabul edilen kanun, hukuken yok hükmündedir, ikinci olarak maddelerine geçilmesi kabul edilmeyerek reddedilen kanun teklifinin yeniden gündeme alınarak görüşül mesi ve oylanması için İçtüzüğün pek çok hükmü yok sayılmış ve ihlal edilmiştir. Bu nedenle, eylemli İçtüzük değişikliği suretiyle kabul edilen kanun Anayasaya aykırıdır. Nihayet, geçerli bir teklif olmadan görüşülerek kabul edilen kanun şekil bakımından da Anayasaya aykırıdır. Hal böyle olunca, önce kanunun yok hükmünde olduğunun tespitine karar verilmesi gerekir. Bu talebimizin reddedilmesi halinde eylemli İçtüzük değişikliği ve şekil bakımından Anaya saya aykırılık dolayısıyla kanunun iptaline karar verilmesi gerekir. Burada öncelikle 220 sıra sayılı teklifin 31.03.2021 tarihli birleşimde reddedilmiş ol ması açıklanacaktır. Daha sonra, sırasıyla, yokluk, eylemli İçtüzük değişikliği ve şekil bakımın dan Anayasaya aykırılık argümanları açıklanacaktır. 220 Sıra Sayılı Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu Teklifi TBMM Tarafından Reddedilmiştir 220 sıra sayılı teklifin TBMM Genel Kurulunda görüşüldüğü 31.03.2021 tarihli 66. Bir leşimde, Teklifin maddelerine geçilmesi reddedilmiştir. Oylama işaret yoluyla yapılmış ve tek lifin maddelerine geçilmesi için yeterli oy sağlanamamıştır. Oylama sırasında ya da sonrasında oylamaya ilişkin olarak İçtüzüğe uygun bir itiraz yapılmamıştır. Oylamadan sonra Genel Ku rula ara verilmiş ve Genel Kurul verilen aralardan sonra tekrar açılmış ve oturumu yöneten başkan “ikinci sırada yer alan 253 sıra sayılı Kanun Teklifi’nin görüşmelerine başlayacağız.” diyerek gündemin diğer maddesine geçmiştir. TBMM İçtüzüğünün 81. maddesinin 5. fıkrasında “maddelerine geçilmesi veya tümü kabul edilmeyen kanun teklifleri, Genel Kurulca reddedilmiş olur.” hükmü yer almaktadır. Do layısıyla 220 Sıra Sayılı Teklif TBMM gündeminden düşmüştür. Genel Kurulun kararı gere ğince TBMM Başkanlığınca hazırlanan Genel Kurulun 1.4.2021 tarihli Birleşimi gündemindeEsas Sayısı : 2021/43 Karar Sayısı : 2021/74 2 de, 220 Sıra Sayılı Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu Teklifine yer verilme miştir. 66. Birleşimin Teklifin görüşülmesine kadarki bölümünde zaman zaman toplantı yeter sayısı bulunmasında zorluklar yaşanmıştır. Birleşimi yöneten başkan toplantı yeter sayısı bu lunmadığından Birleşime iki kez ara vermek zorunda kalmıştır. Teklifin maddelerine geçilmesine ilişkin oylamada ise ret oyları kabul oylarından fazla çıkmıştır. Gerçekleştirilen oylamaya İçtüzük’te belirlenmiş usullere uygun olarak herhangi bir itiraz yapılmamıştır. İçtüzüğün 139. maddesinde “İşaretle oylama üyelerin el kaldırması; tered düt halinde ayağa kalkmaları; beş üyenin ayağa kalkarak teklif etmesi halinde de salonda olumlu ve olumsuz oy verenlerin ikiye bölünerek sayılmaları suretiyle yapılır.” hükmü yer al maktadır. İçtüzüğün İşaretle oylamada usul başlıklı 141. maddesi şöyledir: “İşaret oyuna başvurulması gereken hallerde Başkan oylama yapılacağını bildirerek önce oya sunulan hususu kabul edenlerin, sonra kabul etmeyenlerin el kaldırmasını ister. Kâtip üyeler, kendi oylarını Genel Kuruldaki oyların sayımı bittikten sonra Başkana bildirirler. Oylama sonucu, Başkan tarafından Genel Kurula “kabul edilmiştir” veya “kabul edil memiştir” denmek suretiyle ilân olunur. İşaretle oylama sırasında oya sunulan hususun lehinde ve aleyhinde el kaldıranları, Baş kan ile kâtip üyeler beraberce sayarak tespit ederler. Aralarında anlaşamadıkları veya oyları tespit edemedikleri hallerde, Başkan, oylamanın ayağa kalkmak suretiyle tekrarlanacağını bil dirir. Ayağa kalkmak suretiyle oylamaya başvurulmasından hemen sonra bir arada ayağa kal kan beş milletvekili sonucun açıkça anlaşılmadığı gerekçesiyle oylamanın tekrarlanmasını is terlerse, oylama salonda ikiye bölünmek suretiyle yeniden yapılır.” Buna göre, Başkanlık Divanı üyeleri arasında anlaşmazlık olması durumunda oylama nın ayağa kalkmak suretiyle tekrarlanması gerekmektedir. Tutanakların incelenmesinde ne Baş kanlık Divanı üyelerinin ne de milletvekillerince usulüne uygun bir itiraz yapılmadığı görül mektedir. Tutanaklara sadece Sakarya Milletvekili ve MHP Grup Başkanvekili M. Levent Bül bül’ün “Başkanım, biz fazlayız.” şeklinde itirazı ile Denizli Milletvekili ve AKP Grup Başkan vekili Cahit Özkan ise, “2 el kaldırıyor, 2 el!” şeklindeki itirazı yansımıştır. Her iki itirazın da İçtüzükte aranılan şartları karşılamadığı açıktır. İşaret oylamasında Başkan tarafından açıklanan sonuca diğer üyelerden herhangi bir iti raz gelmemiş, dolayısıyla Divanda anlaşmazlık çıkmamıştır. TBMM üyelerinden beş kişinin ayağa kalkarak oylamanın tekrarlanmasını istemeleri de söz konusu olmamıştır. Dolayısıyla oylama sonucu Başkan tarafından “KABUL EDİLMEMİŞTİR” şeklinde açıklanmış ve otu ruma ara verilmiştir. Yukarıda belirtildiği gibi aradan sonra da oturumu yöneten başkan günde min ikinci sırasında yer alan 253 sıra sayılı teklifin görüşmelerine geçildiğini açıklamıştır. Do layısıyla Genel Kurulda 220 sıra sayılı Teklifin maddelerine geçilmesi kabul edilmemiş ve İç tüzüğün 81/5 maddesine göre Teklif reddedilmiş ve Genel Kurulun bu yöndeki kararı kesinleş miştir.Esas Sayısı : 2021/43 Karar Sayısı : 2021/74 3 İçtüzüğün 76. maddesine göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından reddedilmiş olan kanun teklifleri, ret tarihinden itibaren bir tam yıl geçmedikçe Türkiye Büyük Millet Mec lisinin aynı yasama dönemi içinde yeniden verilemez. Birleşimin kapanmasından sonra AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan ile 66. Birle şimde Katip üye olarak görev yapan İstanbul Milletvekili Rumeysa Kadak ve Mardin milletve kili Şeyhmus Dinçel İçtüzüğün 13. maddesi uyarınca oylama sırasındaki yanlışlığın giderilmesi talebiyle TBMM Başkanlığına başvurmuşlardır. TBMM Başkanı ise İçtüzüğün 13. maddesine aykırı bir şekilde Başkanlık Divanını toplantıya çağırmıştır. Bu çağrı itirazlar aynı Birleşik içinde yapılmadığından TBMM İçtüzüğünün 13. maddesine aykırıdır. TBMM İçtüzüğünün 13. maddesinin 2. fıkrasında, “Genel Kuruldaki oylamalarda ve seçimlerde önemli bir yanlışlık olduğu iddia edilirse, Başkan usul görüşmesi açabilir ve gere kirse oya başvurarak düzeltme yapar. Yanlışlık birleşimden sonra anlaşılırsa Meclis Başkanı, Divanı toplayarak takip edilecek yolu kararlaştırır.” hükmü yer almaktadır. Kâtip Üye Rumeysa Kadak dilekçesinde, oturumu yöneten Başkanın milletvekillerin den gelen itirazlar üzerine sayalım dedikten sonra, sayım yapmayarak hızlıca hareket ederek “Kabul edilmemiştir” dediğini ve Kâtip Üye olarak kendisinin itirazlarını da dikkate almadığını belirtmektedir. AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan da özetle, oturumu yöneten Başkanın, Kâtip Üye lerinin itirazlarını dikkate almadığını belirtmektedir. Her iki Dilekçedeki iddiaların sonucunda, TBMM Başkanlık Divanının 01.04.2021 ta rihli toplantısında 220 Sıra Sayılı Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu Tekli finin maddelerine geçilmesine ilişkin oylamanın yeniden yapılmasına oy çokluğu ile karar ve rilmiştir. Oylamaya ilişkin her iki dilekçede yer alan iddiaların doğruluğu kabul edilse bile, TBMM İçtüzüğünün 13. maddesi yeniden oylama yapılmasına hukuki dayanak oluşturmamak tadır. Genel Kuruldan yapılan itirazlar TBMM tutanaklarına yansımıştır. Yukarıda da yer ve rilen Tutanağa geçen itirazlar, İçtüzüğün 139. maddesinde yer alan şartları karşılamamaktadır. Bu itirazlar, 5 üyenin ayağa kalkarak itirazda bulunması şeklinde yapılmamış, sadece 2 Grup Başkanvekilinin birbirinden farklı konulardaki görüşlerini ifade etmeleri şeklinde yapılmıştır. İçtüzüğün 139. maddesi uyarınca 66. Birleşim tamamlanmadan bu konuda bir usul tartışması açılması ve düzeltme yapılmasının talep edilebilmesi olanaklı iken, usul tartışması istenmemiş tir. Aynı şekilde Kâtip üyeler de, itirazlarını aynı Birleşim içerisinde yapabilecek iken, bir usul tartışması talep edilmemesi, böyle bir itirazın da yapılmamış olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla İçtüzüğün 139. maddesi uyarınca 66. Birleşim tamamlanmadan bu konuda bir usul tartışması talep edilmemesi, Genel Kurul Salonunda muhalefet partilerinin milletvekillerinin çoğunlukta olduğunu göstermektedir. İçtüzüğün 13. maddesinde yanlışlığın Birleşimden sonra anlaşılması durumunda TBMM Başkanlık Divanına bir görev ve yetki verilmektedir. İtiraz dilekçelerinde yapılan oy lamaya ilişkin Birleşimin kapanmasından sonra ortaya çıkan yeni bir duruma yer verilmemiştir. İddia edilen durumların aynı Birleşim içinde ortaya konulmamasının hiçbir tutarlı ve makul bir açıklaması yoktur. Hem Sayın Kâtip üyeler hem de Sayın Grup Başkanvekili, 66. Birleşim sı Esas Sayısı : 2021/43 Karar Sayısı : 2021/74 4 rasında Genel Kurulda bulunmaktadırlar. Zaten dilekçelerde sonradan ortaya çıkan yeni bir du rum da yer verilmiş değildir. Dolayısıyla Başkanlık Divanının bu konudaki kararı, hukuken yok hükmündedir. TBMM Başkanlık Divanının yeniden oylama yapılmasına ilişkin 1.4.2021 tarihli 47 sa yılı Kararı TBMM Genel Kurulunun 1.4.2021 tarihli 67. Birleşiminde oylanmış ve Teklifin görüşmelerine kaldığı yerden devam edilmiştir. TBMM İçtüzüğünün 49. maddesinde aynen şu hükme yer verilmiştir: “Başkanlıkça lüzum görülen hallerde, 7nci kısımdaki işlerin görüşme sırası Danışma Kurulunca Genel Kurula teklif olunabilir. Esas komisyonlar ve kanun teklifi sahiplerinin bu konu ile ilgili istemleri de Danışma Kurulunda görüşülür. Danışma Kurulunun bu konudaki görüşü Genel Kurulun onayına sunulur. Başkan birleşimi kapatırken, gündemde bulunan hususlardan hangilerinin gelecek bir leşimde veya birleşimlerde görüşüleceğini Genel Kurula bildirir. Bu husus ayrıca elektronik ilan panosunda ilan edilir. Danışma Kurulunun görüşü alınıp, Genel Kurulca kararlaştırılmadıkça, Başkan tarafın dan görüşüleceği önceden bildirilmeyen hiçbir husus, Genel Kurulda konuşulamaz.” Birleşimi yöneten Başkan, kanun teklifleriyle komisyonlardan gelen diğer işleri sıra sıyla görüşmek üzere 66. Birleşimi kapatmıştır. TBMM Başkanlığının bir örneği ekte yer alan TBMM Genel Kurulunun 67. Birleşimine ilişkin bastığı gündemde 220 Sıra Sayılı Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu Teklifi yer almamaktadır. TBMM Başkanlık Divanı toplantı sona erdikten sonra anılan Teklifin gündemin 1. sırasına alınmasına ilişkin bir Danışma Kurulu talebinde de bulunmamıştır. Buna karşın, Teklifin Genel Kurulda görüşmelerine 1.4.2021 tarihinde devam edilmesi de, eylemli bir İçtüzük ihlali niteliğindedir. Haliyle, TBMM İçtüzüğünün 49. maddesi ihlal edilmiştir. 7315 Sayılı Kanun Yok Hükmündedir Bilindiği üzere, bir hukukî işlemin hukuk düzeninde varlık kazanabilmesi için şekil, konu, amaç, sebep ve yetki unsurları bakımından hukuka uygun olması gerekmektedir. Aksi halde, o hukukî işlemin varlığı tartışmalı hâle gelir. Başka bir değişle, bir işlemin kurucu un surlarının yokluğu, o işlemin de hukuken doğmamış olması, “yok (keenlemyekûn)” sayılması sonucunu beraberinde getirir. “Yokluk” ve “İptal” farklı kavramlardır. Yokluk (nullité), işlemin başından beri hü kümsüz sayılması anlamına gelmektedir. Anayasa Mahkemesi, bugüne kadar bir normun “yok luğunu” tespit etmemiş olmakla birlikte, bazı kararlarında “yokluk” konusundaki görüşlerini açıklamıştır. Örneğin 1992 yılında verdiği bir kararda, özetle, “Yönetim hukukunda yokluk, bir hukuksal işlemin hiç doğmamış, hukuk alemine çıkmamış sayılması sonucunu doğurur. Bu bağlamda, Anayasa yargısında yasama işlemlerinin yok sayılabilmesi ancak yetki ve görev gaspı ya da çok ağır biçim eksikliği durumlarında söz konusu olabilir.” demiştir (AYMK, E.1992/26, K.1992/48 K.T. 17.9.1992). Dolayısı ile, Anayasa Mahkemesi, iptalden daha ileri bir tartışma yapabilmek için iptal sebeplerinden daha ağır hukuka aykırılık sebebi aranacağını belirterek, bunun yaptırımının “yokluk” olacağına işaret etmiştir.Esas Sayısı : 2021/43 Karar Sayısı : 2021/74 5 2008 tarihli bir kararında da Mahkeme, “Yokluk, bir normun var olmadığının ifadesidir. Yasalar bakımından, parlamento iradesinin olmaması, Cumhurbaşkanının yayımlama iradesi nin bulunmaması, Resmî Gazetede yayımlanmaması gibi bir normun varlığının zorunlu koşul ları bulunmadığı sürece “var”lıktan söz etmek olanaksızdır. Ancak, bunun dışındaki sakatlıklar, denetime tabi oldukları sürece, Anayasal denetimin konusunu oluşturabilirler.” şeklindeki açık lamalarda bulunmuştur (AYMK, E.2008/16, K. 2008/116, 05.06.2008). Anayasa Mahkemesi nin bu kararına göre normu oluşturan temel unsurlarda noksanlık bulunması durumunda “yok luğa” hükmedilmesi gerekmektedir. Başka bir deyişle, bir norma vücut veren ya da yürürlüğe koyan iradelerin bulunmaması halinde normun yokluğuna karar verilmesi gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi 2014 tarihli bir kararında ise, yokluğa ilişkin daha kapsamlı bir açıklamaya yer vermiştir. Buna göre “Yokluk, bir normun var olmadığının ifadesidir. Bir normun varlığı ise o normun yü rürlüğe girmesi ve uygulanmasına bağlı bulunmamaktadır. “Varlık”, “yürürlük” ve “uygu lanma” kavramları birbirinden farklı olup “varlık”, bir normun hukuk âleminde vücut bulmasını ve geçerlik kazanmasını ifade etmektedir. Hukuk âleminde geçerlik kazanması ise o normun, hukukun öngördüğü usul ve esaslar çerçevesinde çıkarılması anlamını taşımaktadır. Bununla birlikte bir normun hukuka aykırı olması, mutlak olarak o normun yokluğu sonucunu doğurma maktadır. Yokluk sonucunun ortaya çıkabilmesi için söz konusu hukuka aykırılığın, o normun hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamamasına yol açacak ağırlıkta ve açıklıkta olması gerekir. Bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkinin fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durum larda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonu cunu doğuracak şekilde karar almaları “fonksiyon gaspına” yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda “kanun” adı altında yapacağı düzenle melerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa’ya uygunluk denetimi kapsamında ince lenmesi gereken hususlarda Anayasa’ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar.” (AYM, E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014). Yukarıda açıklandığı gibi 7315 sayılı Kanuna ilişkin 220 sıra sayılı Teklif Türkiye Bü yük Millet Meclisi Genel Kurulunun 31.03.2021 tarihli 66. Birleşiminde maddelere geçilmesi nin kabul edilmemesi suretiyle reddedilmiştir. TBMM İçtüzüğünün 76. maddesine göre redde dilen bir teklifin aynı yasama döneminde tekrar getirilebilmesi için en az bir takvim yılı geçmesi gerekmektedir. Buna rağmen Meclis Başkanlık Divanı, AKP ve MHP mensubu üyelerin oyla rıyla İçtüzüğe aykırı bir şekilde aldıkları bir kararla Genel Kurulda reddedilmiş olan teklifi gün deme alarak yeniden oylatmışlardır. Muhalefet partilerine mensup milletvekilleri tarafından ya pılan itirazlar göz ardı edilerek açıkça İçtüzük ve Anayasa ihlal edilmek suretiyle olmayan ve bir yıl süreyle yeniden verilmesi mümkün olmayan bir teklif, iktidar milletvekillerinin oylarıyla kabul edilmiştir. TBMM iradesinin oluştuğundan söz edebilmek için öncelikle ortada geçerli bir teklifin bulunması gerekir. Geçerli bir teklif yokken ve İçtüzük aynı teklifin tekrar verilmesini bir yılEsas Sayısı : 2021/43 Karar Sayısı : 2021/74 6 boyunca yasaklamışken, Genel Kurul’da bulunmayan iktidar çoğunluğunun, Başkanlık Diva nındaki çoğunluk oylarına dayanarak İçtüzüğü yok sayması, yok hükmündeki bir işlemi geçerli hale getirmeyecektir. İktidar grupları görüşmeler sırasında Meclis çoğunluğunu oluşturacak sayıda milletve kilini Genel Kurulda bulunduramamış, usule uygun olarak yapılan oylamada teklif reddedil miştir. Bunun farkında olan iktidar gruplarına mensup Divan üyeleri İçtüzüğe uygun bir itirazda bulunmamış ve bu şekilde oturum kapanmıştır. Sonraki oturumda da yeni gündeme geçilmiştir. Genel Kurulun ertesi günkü gündemi de buna göre yapılmış ve 01.04.2021 gününün günde minde 220 sıra sayılı teklif yer almamıştır. Ancak 66. Birleşim sona erdikten sonra iktidar par tisine mensup Kâtip üyeler Başkanlığa dilekçe vermişlerdir. Bu da İktidar gruplarının genel kurulda yeterli çoğunluklarının bulunmadığının pekâlâ farkında olduklarını göstermektedir. Dolayısıyla 66. Birleşimde TBMM Genel Kurulunun iradesi, teklifin reddi şeklinde ger çekleşmiştir. İktidar çoğunluğunun bu iradeyi yok sayarak ve İçtüzüğü açıkça ihlal ederek ol mayan bir teklifi, aradan 24 saat geçtikten sonra Başkanlık Divanı müdahalesiyle kabul etmesi, TBMM’nin iradesi olarak kabul edilemez. Bu nedenle bir kanundan söz edebilmek için gerekli TBMM iradesinin yokluğu, kabul edilen normun da yokluğu sonucunu doğuracağı açıktır. İçtüzüğün 76. ve 81. maddelerini açık bir şekilde ihlal eden bir teklifin Anayasanın 88. maddesine göre geçerli bir teklif olmadığı gibi İçtüzüğe aykırı görüşmelerin de Anayasanın 88. maddesini ihlal ettiği açıktır. Açıklanan nedenlerle 7315 sayılı Kanun yok hükmündedir ve Anayasa Mahkemesince bu yokluğun tespitine karar verilmesi gerekir. 7315 Sayılı Kanun’un Kabulünde Ortaya Çıkan Eylemli İçtüzük Değişikliklerinin Ana yasa Mahkemesi Denetimine Tabi Olması Anayasanın 148. maddesine göre Anayasa Mahkemesi, İçtüzük değişikliklerini denet leme yetkisine sahiptir. Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 148. maddesiyle kendisine verilmiş olan İçtüzüğün Anayasaya şekil ve esas bakımından uygunluğunu denetleme yetkisini kullanır ken yalnızca ilgili işlemin tasarrufta bulunan organ tarafından nasıl nitelendirildiğine, nasıl ad landırıldığına veya bu işlemin nasıl bir yöntem izlenerek yapıldığına bakmakla yetinmeyerek, yapılış yöntemi ve adı ne olursa olsun hukuksal niteliği, etkisi ve doğurduğu sonuçları da gö zetir. Buna uygun olarak Anayasa Mahkemesi, “hukuksal nitelikleri, etkileri ve meydana getir dikleri sonuçlar bakımından, Anayasaya uygunluk denetimine tabi tutulan kanun, KHK ve TBMM İçtüzüğü ile eşdeğerde bulunan ve bu nedenle de belirtilen işlemlere özgü yöntem ve isimlerle tesis edilip, hukuki varlık kazanması gereken bazı yasama tasarrufları, farklı yöntem ve isimlerle hukuk sistemine dahil edilerek Anayasaya uygunluk denetiminin kapsamı dışına çıkarılabilir” endişesiyle, “() adı yeni bir İçtüzük düzenlemesi veya değişikliği olmadığı ve İçtüzük yapılması ve değiştirilmesindeki yöntem uygulanmadığı halde değer ve etkisi bakımın dan birer İçtüzük kuralı niteliğinde olan TBMM kararları Anayasal denetime bağlı tutulabilir” saptamasını yapmıştır (E.2007/45, K.2007/54, k.t.1.5.2007) Anayasa Mahkemesinin 12.12.1991 günlü ve E.1991/50 ve K.1991/50 sayılı kararında, Anayasanın 85. maddesi uyarınca sadece TBMM üyelerinin yasama dokunulmazlıklarının kal dırılmasına ya da üyeliklerinin düşmesine ilişkin TBMM Kararlarının denetiminin yapıldığı vurgulandıktan sonra aynen şu yoruma yer verilmiştir: “Dava dilekçesinde 6.6.1991 günlü TBMM kararının iptali istenildiğine ve bu karar dokunulmazlığın kaldırılması ya da üyeliğinEsas Sayısı : 2021/43 Karar Sayısı : 2021/74 7 düşürülmesiyle ilgili olmadığına göre, iş bir içtüzük düzenlemesi niteliğinde ise kuşkusuz Ana yasa Mahkemesi’nce denetlenebilecektir. Bu durumda, anılan kararın içeriğinin içtüzük düzen lemesi niteliğinde olup olmadığının incelenmesi gerekmektedir. TBMM kararının İçtüzük dü zenlemesi niteliğinde sayılabilmesi için o kararın “Meclis’in çalışmasıyla ilgili yöntem ve esas lara” ilişkin olması gerekir. Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik içtihatları da bu doğrultudadır. Buna göre çalışma yöntem ve esaslarına ilişkin konuları içeren kararlar içtüzük düzenlemesi niteliğinde olup, bunun dışındakiler ise bu nitelikte değildir.” Kararın devam eden bölümünde ise şu kayıtlar yer almaktadır: “İçtüzüğün yasa tasarı larının görüşülmesine ilişkin öngördüğü yöntemden farklı bir biçimde oluşturulan dava konusu TBMM kararı, doğrudan Meclis’in çalışma yöntem ve esası ile ilgili bulunmakta ve 53. mad deyi değiştirir nitelik taşımaktadır. Böyle bir uygulamanın, içtüzük değişikliği olarak görülme mesi TBMM’nin çalışmalarında içtüzükteki kurallara uyma zorunluluğunu giderek zayıflatacak ve bu da eylemli uygulamaların yerleşik duruma geçmesine neden olacaktır.”. Anayasa Mah kemesi, bu saptamasından hareketle, TBMM Kararının eylemli bir içtüzük değişikliği niteli ğinde olduğuna karar vermiştir. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi, eylemli bir içtüzük değişik liği niteliğinde olan TBMM kararlarının Anayasa Mahkemesinin denetimi kapsamında oldu ğuna karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin Meclis kararlarının denetimine dair verdiği bir başka kararda, açıkça “kurul iradesinin Meclis kararı örtüsü altında gerçekleştirilmesi, hukuk devleti ve özgür lükler bakımından kimi zararlar doğurabilir” denmekte ve Meclis kararlarının bu nitelikleri haiz olduğu hallerde denetlenme zorunluluğunun altı çizilmektedir. Böylelikle Mahkeme, kendi ifa desiyle “Anayasayı dolanma girişimlerinin” hukuksal korumadan faydalanma imkânının önüne geçmek istemiştir (E.2007/62, K.2007/66, K.T.05.7.2007). Anayasa Mahkemesi, bu görüşü, 1961 Anayasası döneminden beri benimsemiştir. Mahkeme, görev hususunu değerlendirirken bu nokta üzerinde durmaktadır. Mahkemenin bu açık içtihadı karşısında bir kanun teklifinin oylama usulü, oylama so nucu, reddedilen bir teklifin yeniden verilmesi, TBMM Genel Kurulunun gündeminin belirlen mesi, gündemin değiştirilmesi gibi hususların TBMM çalışmalarına ilişkin usul ve esaslarla ilişkili olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Dolayısıyla İçtüzüğe uygun olarak yapılan bir oy lama sonucu yeterli kabul oyu alamadığı için reddedilen bir teklifin İçtüzük hükümleri yok sa yılarak yeniden gündeme alınarak görüşülmesi ve oylanmasının birden çok açıdan eylemli iç tüzük değişikliği teşkil ettiği açıktır. Eylemli içtüzük değişikliği doğası gereği içtüzükte öngörülen tüzük değişikliği kuralla rına uyulmadan yapılan –haliyle hukuk dışı fiili bir uygulama anlamına gelmektedir. Bu şe kilde alınan kararların Anayasaya aykırı olması halinde bunu denetlemek ve iptaline karar ver mek, Anayasa Mahkemesinin yetkisi kapsamında olup, Mahkeme geçmişte bu yetkisini kulla narak iptal kararları vermiştir. Aynı şekilde, 7315 sayılı Kanun’a ilişkin teklif reddedilmiş ol masına rağmen İçtüzüğün pek çok hükmü ihlal edilerek iktidar gruplarınca yeniden gündeme alınarak görüşülmesi ve kabul edilmesi “Anayasa’yı dolanma girişimi” anlamına gelmektedir; haliyle Yüksek Mahkeme’nin bu eylemli İçtüzük değişikliklerini denetlemesi ve bu çerçevede 7315 sayılı Kanun’un tümünün iptaline karar vermesi gerekir. Yukarıda açıklandığı gibi 7315 sayılı kanuna ilişkin 220 sıra sayılı Teklif, İçtüzüğün 81. maddesine göre maddelerine geçilmesi kabul edilmediğinden reddedilmiştir. Söz konusu oy lama sırasında ne İçtüzüğün 139. maddesine uygun olarak beş milletvekilinin ayağa kalkması suretiyle sayıma itiraz edilmiş, ne de İçtüzüğün 141. maddesine göre Divan üyeleri arasındaEsas Sayısı : 2021/43 Karar Sayısı : 2021/74 8 herhangi bir uyuşmazlık çıktığı tutanağa geçmiştir. Dolayısıyla 220 sıra sayılı teklifin madde lerine geçilmesine ilişkin oylama sonucu kesinleşmiştir. Nitekim buna uygun olarak oylamadan sonra verilen aranın ardından açılan oturumda gündemin sonraki sırasında yer alan 253 sıra sayılı teklifin görüşülmesine geçilmiştir. Aynı şekilde Genel Kurulun 01.04.2021 günlü Birleşiminin gündeminde 220 sıra sayılı teklifin görüşülmesine ilişkin bir madde konulmamıştır. Buna rağmen AKP Grup Başkan vekili ve bir kâtip üye tarafından İçtüzüğün 13. mad desine dayanarak Meclis Başkanlığına dilekçeler sunulmuştur. İçtüzüğün 13. maddesine göre “Genel Kuruldaki oylamalarda ve seçimlerde önemli bir yanlışlık olduğu iddia edilirse, Başkan usul görüşmesi açabilir ve gerekirse oya başvurarak düzeltme yapar. Yanlışlık birleşimden sonra anlaşılırsa Meclis Başkanı, Divanı toplayarak takip edilecek yolu kararlaştırır.”. Görül düğü gibi oylamada yanlışlık iddiası varsa yapılacak şey, Başkan tarafından usul görüşmesi açılması ve gerekirse oya başvurulmasıdır. 66. Birleşimde bu şekilde usul görüşmesi açılmasına yönelik bir talepte bulunulmamıştır. Bunun yerine Başkanlık Divanının toplanması yoluna gi dilmiştir. 0104.2021 günü toplanan Başkanlık Divanı AKP ve MHP’li üyelerin oylarıyla 47 sayılı kararı alarak, 220 sıra sayılı teklifin yeniden oylanmasına karar verilmiştir. Oysa 13. mad denin açık hükmüne göre bu yola ancak yanlışlığın birleşimden sonra anlaşıldığı hallerde baş vurulabilecektir. Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı gibi 66. Birleşimde 220 sıra sayılı Teklifin oylan masıyla ilgili sonradan anlaşılmış bir yanlışlık söz konusu değildir. Dolayısıyla bu konuda Baş kanlık Divanının bir yetkisi bulunmamaktadır. Başkanlık Divanı İçtüzük tarafından kendisine tanınmayan bir yetki kullanmıştır. Bu şekilde alınan kararın eylemli içtüzük değişikliği teşkil ettiği açıktır. Yine İçtüzüğün 49. maddesine göre “Başkan birleşimi kapatırken, gündemde bulunan hususlardan hangilerinin gelecek birleşimde veya birleşimlerde görüşüleceğini Genel Kurula bildirir. Bu husus ayrıca elektronik ilan panosunda ilan edilir. Danışma Kurulunun görüşü alınıp, Genel Kurulca kararlaştırılmadıkça, Başkan tarafın dan görüşüleceği önceden bildirilmeyen hiçbir husus, Genel Kurulda konuşulamaz.” 31.03.2021 günlü 66. Birleşimi kapatırken Başkan sonraki birleşimde 220 sıra sayılı Teklifin görüşüleceğini açıklamadığı gibi elektronik ilan panosunda da bu konuda herhangi bir ilan yapılmamıştır. Dolayısıyla zaten reddedilmiş olan 220 sıra sayılı Teklifin 01.04.2021 günlü birleşim gündeminde yer almadığı açıktır. İçtüzüğün 49. maddesinin son fıkrasına göre de gündemde olmayan bir hususun Genel Kurulda görüşülebilmesi için Danışma Kurulunun görüşünün alınıp Genel Kurulca kararlaştı rılması gerekmektedir. Oysa 01.04.2021 tarihli birleşimde 220 sıra sayılı teklifin görüşülmesi için Danışma Kurulunun görüşü alınmadığı gibi, bu yönde bir Genel Kurul kararı da alınma mıştır. Dolayısıyla bu bakımdan da eylemli içtüzük değişikliği söz konusudur. Bu şekilde ey lemli içtüzük değişikliği niteliğindeki işlemlerin Anayasa’da İçtüzük değişikliği usulü için ön görülen kurallara aykırı olduğu ve denetlenmesi gerektiği açık olduğu gibi bu şekilde kabulEsas Sayısı : 2021/43 Karar Sayısı : 2021/74 9 edilen 7315 sayılı Kanun, Anayasanın 87. ve 88. maddelerine aykırıdır ve tümünün iptali gere kir. Aksi halde “Anayasayı dolanma girişimine” hukuksal koruma sağlanmış olacaktır. 4 7315 Sayılı Kanun Şekil Bakımından Anayasaya Aykırıdır Anayasa’nın 148. maddesine göre, Kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oy lamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı; Anayasa değişikliklerinde ise teklif ve oy lama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları üze rinde yapılır. Ancak, anılan Anayasa maddesinde belirtilen şekil denetiminin, işlemin yetki unsuru bakımından geçerliliğini denetleme hususunu dışta bırakmış olduğu düşünülemez. Anayasa Mahkemesi’nin şekil denetimi yetkisinin özünde, işlemi öncelikle “yetki” unsuru bakımından denetlemek yetkisi saklıdır. Zirâ, teklif ve oylama çoğunluğuna ulaşılıp ulaşılmadığı, ancak hukuken geçerli bir işlemle ilgili olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle, şekil denetimi kapsa mında, öncelikle, işlemde “yetki unsuru” bakımından sakatlık olup olmadığının araştırılması gerekir. “Yetki” unsuru bakımından sakatlık, işlemi “şekil” unsuru bakımından da sakatlar; sağ lıklı ve hukuken geçerli bir işlem olarak doğmasına imkân bırakmaz. Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı gibi 7315 sayılı Kanun’a ilişkin 220 sıra sayılı Teklif Genel Kurulun 31.03.2021 günlü 66. Birleşiminde reddedilmiştir ve İçtüzüğün 76. maddesine göre aynı teklifin bir takvim yılı geçmeden tekrar verilmesi söz konusu olamaz. Buna rağmen yukarıda açıklandığı gibi yine İçtüzüğün 13. ve 49. maddelerine aykırı olarak söz konusu teklif, sonraki birleşimde gündeme alınmış ve yapılan bütün itirazlara rağ men iktidar çoğunluğunun oylarıyla kabul edilmiştir. Ancak yine yukarıda açıklandığı gibi yok hükmündeki bir teklifin, yani yetki unsuru gerçekleşmeyen bir teklifin son oylaması ile TBMM’nin iradesinin geçerli bir şekilde ortaya çıkması mümkün değildir. Anayasa’nın 148. maddesinde şekil denetiminin oylama ve teklif çoğunluklarına ulaşıl mış olup olmadığı hususları ile sınırlandırılmış olduğunu ve bu denetimin kapsamında yetki unsurunda sakatlık olup olmadığını araştırmanın bulunmadığını söylemek, Anayasa’nın kabul edemeyeceği sonuçlara yol açar; “yasama yetkisinin saptırılmasına” ve “fonksiyon gaspına” geçit verir. Örneğin, yargısal bir işlemin teklif ve oylama çoğunluğuna uyulmak suretiyle TBMM tarafından kanun görünümünde yapılmasına ve şekil bakımından geçerli nitelik kazan masına imkân tanır. Böyle bir sonuca ise, Anayasa’nın izin vermiş olduğu düşünülemez. Çünkü bu durum, “hukuk devleti” ve “kuvvetler ayrılığı” ilkeleri ile asla bağdaşmaz “Yetki unsuru” bakımından denetim, bu nedenlerle Anayasa Mahkemesi’nin Ana yasa’nın 148. maddesinin 2. fıkrası anlamında yapacağı şekil denetiminin, öncelikle yapılması gereken ayrılmaz, içkin bir parçasıdır. Nitekim Anayasa Mahkemesi 1961 Anayasası döneminde maddelerine geçilmesi İçtü züğe uygun olarak oylanmadan maddelerinin görüşülmesine geçilen bir kanunu şekil bakımın dan Anayasaya aykırı bularak iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesine göre; “İçtüzüğünün kanun ların görüşülmesine ilişkin Sekizinci Babı hükümlerine göre kanun tasarı ve tekliflerinin önce tümü üzerinde görüşülür (madde 103). Tasarı veya teklifin tümü üzerindeki görüşmeler bitince bu evrenin maddelere geçilip geçilmemesi üzerinde bir oylama ile kapatılması zorunludurEsas Sayısı : 2021/43 Karar Sayısı : 2021/74 10 (madde 105). İçtüzük Kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesindeki bu belli başlı iki evreyi birbirinden öyle kesin bir çizgiyle ayırmış ve aradaki geçiş koşuluna öylesine önem vermiştir ki 105. maddedeki deyimle “Heyeti Umumiye müzakeresi bittikten sonra maddelere geçil mesi reye iktiran etmeyen layiha veya teklifin reddedilmiş” olacağını hükme bağlamıştır. Olayda 1478 sayılı Yasaya ilişkin teklifin maddelerine geçilmesi usulünce kabul edil meden, başka deyimle teklifin tümü üzerindeki görüşmeler evresi Anayasa’ya ve içtüzüğe uy gun bir biçimde kapanmadan ikinci evreye, maddelerin görüşülmesi ve oylanması evresine at lama gibi bir durum oluşmuş bulunmaktadır. Bu durum dâva konusu Kanunu temelsiz ve daya nıksız bırakır. Maddelere geçildikten sonra da bir kanun tasan veya teklifin reddedilmesine iç tüzükte engel bir hükmün bulunmaması olgusu ileri sürülerek söz konusu kuralın, bir ayrıntı hükmü imişçesine, ihmal edilebileceğini savunmağa, bu kuralın yukarıda açıklanan niteliği el vermez. Maddelerin daha sonra Genel Kurulca kabul edilmiş olmasıyla birinci evre sonundaki eksikliğin düzelmiş ve kapanmış sayılmasına da yine bu nitelik engeldir. Kanunların geçerliliği için zorunlu belli başlı birkaç usul koşulundan biri olan söz konusu kurala uyulmaksızın çıka rılmış bir kanunun akıbetine bu aykırılığın etkisi olmadığı yolunda bir görüş giderek tüm içtü zük kurallarının uygulanıp uygulanmamasını | 4,157 |
Esas Sayısı : 2015/2 Karar Sayısı : 2016/19 1 “Tüm dosya kapsamı incelendiğinde: “Anayasa’nın mülkiyet hakkını güvenceye alan 35. maddesine göre, herkes mülkiyet hakkına sahiptir. Bu hak, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir ve kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Mülkiyet hakkı başkasına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla, kişinin, bir şey üzerinde dilediği biçimde yararlanma, tasarruf etme, başkasına devretme, kullanma biçimini değiştirme, harcama ve tüketme yetkilerini kapsar. Özel mülkiyet gibi, kamu mülkiyeti de Anayasa’nın 35. maddesinin güvencisi altındadır. Zira, özel mülkiyeti güvenceye alan Anayasa’nın, kamu mülkiyetini güvencesiz bıraktığı düşünülemez. 35. maddeye göre, mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla ve yasayla sınırlanabilir.” denilmiştir. Türk Medeni Kanununu madde 836/1’de ise “Üst hakkı bağımsız bir hak olarak en çok yüzyıl için kurulabilir” denilmiştir. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 4. maddesine dayanılarak yapılan irtifak hakkı tesisi irtifak talebinde bulunan idare tarafından amacı dışında kullanılmaktadır. Yapılması gereken irtifak hakkı kurulmasında idarenin kullanım amacı ve mülkiyet sahibinin kullanımın ne kadar kısıtlandığıdır. Kurulan irtifak mülkiyet sahibinin haklarını ortadan kaldıracak düzeye ulaştığı takdirde bu durum kamulaştırma olarak nitelenmelidir. İdare Kamulaştırma Kanununun 4. maddesinde verilen hakkı amacı dışında kullanmaktadır. Bu madde denetime alınmalı ve kaldırılmalıdır. 99 yıllık bir irtifak mülkiyete son veren uygulamadır. Dava dilekçesinde açıklanan somut unsur ve tespitler Kamulaştırma Kanununun 4. maddenin somut norm denetimine tabi tutulması zorunluluğunu ortaya koymaktadır. 99 yıllık irtifak mülkiyeti sona erdirmektedir. 99 yıl bir araziye veya gayrimenkule ihtiyaç duyan idare bu araziyi kamulaştırmalıdır. Kamulaştırma Kanununda irtifak hakkını düzenleyen 4. maddenin iptal edilmesi veya maksimum 10 yıl ile sınırlanması gerekmektedir. Belirlenen irtifak değeri ve süresi 10 yıl için olmalıdır. İkinci on yıla girildiğinde idare ve mülkiyet sahibi durumun şartlarına göre tekrar değerlendirmeye almalıdır. 10 yıl olarak belirlenmesi sözleşmeye dayalı alacaklarda geçerlilik ve zamanaşımı süresinin 10 yıl olarak belirlenmesidir. Açıklanan ve hukuki gerekçesi açıklandığı şekilde idareye irtifak kurma hakkı veren Kamulaştırma Kanunu; “Madde 4 Taşınmaz malın mülkiyetinin kamulaştırılması yerine, amaç için yeterli olduğu takdirde taşınmaz malın belirli kesimi, yüksekliği, derinliği veya kaynak üzerinde kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı kurulabilir” hükmünün iptalinin veya 10 yıl ile sınırlandırılmış olması gerektiği görüşü ile belirtilen kanun maddesinin iptali veya uygulamasındaki süre sınırı yönünden olağanüstü norm denetimine başvuru yapılması gereği duyulmakla Anayasa madde 35’e göre “Herkes mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” şeklinde zikredildiği üzere Anayasa madde 35’e aykırılığı iddiası ile iptal istemidir. Yukarıda açıklanan nedenlerle; dosyanın arasına alınan somut norm denetimi talebinin ve eklerini içeren dilekçelerin incelenmesinde uygulanacak olan kanun maddesinin Anayasa madde 35’e aykırı olduğunun tespiti ile irtifak hakkı kurmaya teşne iş bu Kanunu maddelerinin Anayasa madde 35’e göre iptaline karar verilmesi istemidir.” | 430 |
Esas Sayısı : 2016/8 Karar Sayısı : 2016/8 1 “Davacı vekillerinin 4706 sayılı yasanın 7/B maddesinin son cümlesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 nolu ek protokolünün 1.maddesine, Anayasa'nın 11. 13. 35. 46 ve 57 maddelerine aykırı olduğu iddiasında bulunmuş olup iddiaları mahkememizce ciddi bulunmakla, 1 Anayasa'ya aykırılık iddiası ciddi bulunulduğundan Anayasa'ya aykırılık iddiası hakkında karar verilmek üzere dosyanın Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, Anaya Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 2 Anayasa 152/3 uyarınca Anayasa Mahkemesi 5 ay içerisinde karar vermez ise mahkeme davayı yürürlükteki maddelere göre sonuçlandıracağından dosya gönderme tarihinden itibaren 5 ay dolduktan sonra ya da daha önce Anayasa Mahkemesi kararı verilir ise bu tarihten itibaren yeniden taraflara duruşma günü tebliğine karar verildi.” | 113 |
Esas Sayısı : 2007/68 Karar Sayısı : 2010/2 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Dosyada ileri sürülen iddia ve savunmalar ile Anayasamızın amir hükümleri ve Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen 4734 sayılı Yasa'nın 58/2 ve 59/2 maddeleri ile 4735 sayılı Yasa'nın 21. maddesi bir arada değerlendirildiğinde Türkiye Cumhuriyeti'nin hukuk devleti olduğu, kanun önünde herkesin eşit olup, devletin organlarının, idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları ile suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar hiç kimsenin suçlu sayılamayacağı ilkesi ile herkesin dilediği alanda çalışma ve sözleşme yapma hürriyetine sahip olduğu, bu hükümlerin İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 7, 11, 23. maddeleri ile koruma altına alındığı, yine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Sosyal Şartı ile de bu hakların güvenceye alındığı, yine bu hususlarda İnsan Hakları Mahkemesi'nin pek çok kararının bulunduğu, iç hukukumuz gibi uygulamakla yükümlü bulunduğumuz Uluslararası Sözleşmeler de dikkate alındığında Anayasa'ya aykırılık iddialarının ciddi ve yerinde olduğu kanısına varıldığından, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verilmiş, aşağıdaki şekilde ara karar oluşturulmuştur. GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Dosya ve dava dilekçesi kapsamı nazara alınarak davacı vekillerinin davada uygulanması gerektiği yasa maddelerinin Anayasa'ya aykırılık iddiası ciddi ve yerinde olduğu kanısına varıldığından, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu'nun 58/2 ve 59/2 maddeleriyle 4735 sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu 21. maddesi 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2, 10, 38 ve 48 sayılı maddelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152. maddesi gereğince anılan maddenin iptali için dosyanın onaylı bir örneği çıkarılarak Cumhuriyet Başsavcılığı vasıtasıyla Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine; Anayasa Mahkemesi'nin 5 aylık sürede vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, Bu nedenle duruşmanın 25.07.2007 saat 09.50'ye bırakılmasına oybirliği ile karar verildi. 16.05.2007' | 275 |
Esas Sayısı : 2017/127 Karar Sayısı : 2017/103 1 “Davacı vekili 25/04/2017 havale tarihli dilekçesi ile müvekkilden haksız olarak tahsil edildiği gerekçesiyle taraflarınca vekâleten, davalı Aydem Elek. Dağıtım Perakende Satış A.Ş. ve Tedaş şirketine karşı kayıp/kaçak bedellerinin iadesine yönelik istirdat davası açıldığını, ancak uyuşmazlık konusunda uygulanacak hukuk kuralları 17/06/2016 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu’nun muhtelif maddelerinde değişiklik ve bu Kanuna eklemeler getiren 6719 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik yapılmasına Dair Kanun ile birlikte değişiklik gösterdiğini, 6719 sayılı kanun m.21/10 ve m.26/(Geçici Madde 20) anayasaya aykırı olduğunu, zira m.21/10 ile yargı makamının hukukilik denetimi yolu kapatıldığını, yerindelik denetimi yapılmasına imkân tanınmadığını, ancak yargı organının yerindelik denetimi yapmasının fonksiyon gaspı olacağını, Anayasa m.l25/4’e göre; “Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz. Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez.” hükmünün bulunduğunu, Kanunun 26. maddesi ile yürürlüğe giren ve geriye dönük olarak açılan icra takiplerini, davaları ve başvurulan olumsuz etkilemesi amaçlanan geçici 20. maddede, “aleyhe geriye yürümezlik” kuralını ihlal ettiği için hukuka ve Anayasaya aykırı görülebileceğini, hukuki öngörülebilirlik ve bilinirlik gereğince yasal yola başvuran ve hakkını mahkemede arayan tüketicinin; Kanunun olumsuz etkisinin geriye dönük tatbiki ile hak arama hürriyetine ciddi şekilde kısıtlama getirildiğini, enerji dağıtım şirketlerinin kendisinden yaptığı haksız tahsilatları faizi ile iade alabilmesinin önünün kapatıldığını, bu kısıtlamanın, hem 6719 sayılı Kanununun 21. maddesinde ve hem de geriye dönük olarak bu madde ile 6446 sayılı Kanunun 17. maddesine eklenen hükmün uygulanacağını öngören 26. maddede net olarak kendisini gösterdiğini, 6446 sayılı Kanunun 17. maddesine 10. fıkra olarak eklenen hükümde yer alan “mahkemelerin yetkisi, bu bedellerin, Kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır.” ibaresinin, yargı yetkisine kısıtlama getirdiğini ve tüketicinin haklarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmasına yol açtığını, Anayasa m.36’nın güvencesi altında olan hak arama hürriyeti de, 6719 sayılı Kanunun 21. ve 26. maddeleri ile engellendiğini, bu durumun “hukuk devleti” ilkesini güvence altına alan Anayasa m.2 ve hak arama hürriyetini koruyan Anayasa m.36/re aykırı olduğunu, Ayrıca; yargı yetkisinin bu şekilde kısıtlanmasının , “kuvvetler ayrılığı” ilkesine de haksız bir müdahale niteliği taşıdığını, bir anlamda “Yargı yetkisi” başlıklı Anayasa m.9’e aykırılığı gündeme getirdiğini, bu nedenlerle 17/06/2016 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu’nun muhtelif maddelerinde değişiklik ve bu Kanuna eklemeler getiren 6719 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 21. ve 26. maddeleri Anayasa 2, 13, 36, 40 ve 125. maddelerine açıkça ay kın olduğundan anayasaya olduğundan anayasaya aykırılık iddialarının değerlendirilmesi için dosyanın Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesini ve davanın geriye bırakılmasına karar verilmesini talep etmiştir. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’nın Esas Sayısı: 2010/7, Karar Sayısı: 2011/172, Karar Günü: 22.12.2011 olan kararında da belirtildiği üzere: Kişilere hukuk güvenliğinin sağlanması, Anayasalın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin ön koşullarındandır. Hukuk devleti, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk güvenliğinin sağlanması, bu doğrultuda yasaların geleceğe yönelik öngörülebilir belirlemeler yapılabilmesine olanak verecek kurallar içermesini gerekli kılar. Geriye dönük düzenlemelerle kişilerin haklarının, hukuki istikrar ve güvenlik ilkesi gözetilmeden kısıtlanması hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.Esas Sayısı : 2017/127 Karar Sayısı : 2017/103 2 Hukuk devletinin gereği olan hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların geriye yürütülme meşini gerekli kılar. “Yasaların geriye yürümezliği ilkesi uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması ~ hukuklu^ genel ilkelerindendir. Öte yandan, hukuk devletinin hukuk güvenliği ilkesi belirliliği de gerektirir. Belirlilik ilkesi, yükümlülüğün hem kişiler hem de idare yönünden belli ve kesin olmasını, yasa kuralının, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesini gerekli kılar. Davacı vekilinin ileri sürdüğü Anayasa’ya aykırılık iddiası, Kanunun 26. maddesi ile yürürlüğe giren ve geriye dönük olarak açılan icra takiplerini, davaları ve başvuruları etkilemesi amaçlanan geçici 20. madde, “aleyhe geriye yürümezlik” EVRENSEL HUKUK GENEL KURALINI ihlal ettiği için Anayasaya aykırı olduğu, 1982 Anayasasının: Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğunu düzenleyen 2. maddesine, Sosyal hukuk devleti olduğunu düzenleyen 5. maddesine, Yargı yetkisinin, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanıldığını düzenleyen 9. maddesine, Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanı nam ayacağı ve Devlet organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olduğunu düzenleyen 10. maddesine, Kanunların Anayasaya aykırı olamayacağına ilişkin 11. maddesine, Herkesin, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu ve Hiçbir mahkemenin, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamayacağını düzenleyen 36. maddesine, Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkesin, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahip olduğunu düzenleyen 40. maddesine, aykırı olduğu kanısına varıldığından aşağıdaki hükmün tesisi gerekmiştir. ARA KARAR: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 17/06/2016 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu’nun muhtelif maddelerinde değişiklik ve bu Kanuna eklemeler getiren 6719 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 21. ve 26. maddelerinin Türkiye Cumhuriyet Anayasasının 2, 5, 9, 10, 11, 36 ve 40 maddelerine aykırıEsas Sayısı : 2017/127 Karar Sayısı : 2017/103 3 olduğu iddiasının ciddi olduğu kanaatine varılmakla, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 40/1. maddesi gereğince; mahkememiz dosyadaki belgelerin onaylı birer örneği çıkartılarak, 6719 sayılı Kanunun 21/10. ve 26. maddesinin Anayasaya aykırı olduğu kanaatiyle iptal davası başvurusu olarak, Anayasa Mahkemesi Genel Sekreterliği’ne GÖNDERİLMESİNE, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152. maddesi ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 40/5. maddesi uyarınca başvurunun sonuçlanmasının bekletici mesele yapılmasına, 6216 sayılı Yasanın 40/5. maddesi gereğince 5 aylık azami süre gözetilerek, Anayasa Mahkemesi’nin bu konuda bir karar vermesinin beklenilmesine, bu süre içerisinde ve sonunda Anayasa Mahkemesince bir karar verilmez ise Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 153. ve 6216 sayılı Yasanın 40/5. maddesi gereğince yürürlükteki mevzuat hükümlerine göre değerlendirme yapılmasına, karar verildi.” | 1,001 |
Esas Sayısı: 1990/12 Karar Sayısı: 1991/7 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: İptal istemini içeren 29 Mart 1990 günlü başvuruda açıklanan gerekçeler özetle şöyledir: Anayasa'nın 91. Maddesine Aykırılık Gerekçesi: Dava konusu 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 12.3.1986 günlü, 3268 sayılı; 9.4.1987 günlü, 3347 sayılı; 12.10.1988 günlü, 3479 sayılı; 1.6.1989 günlü, 3569 sayılı Yetki Yasalarına dayanılarak Bakanlar Kurulu'nca 22 Ocak 1990 da kararlaştırılmıştır. İptali istenilen Kanun Hükmünde Kararnamenin dayanağını oluşturan 3479 sayılı Yetki Yasası iptal edilmiştir. Bu Yasa ve 3481 sayılı İdari Usul ve İşlemlerin Yeniden Düzenlenmesi ile ilgili Yetki Yasası'nın iptali için açılan davalarda şu hususları sunmuştuk: Bilindiği gibi, yasa yapma yetkisi ulusal iradenin, ulusal egemenliğin temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ait bir yetkidir. Anayasa' da kuvvetler ayrılığı ilkesi öngörülmüştür. Anayasa'nın 7. maddesi, yasama yetkisini Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne vermiş ve bu yetkinin devredilmeyeceğini emredici bir biçimde ifade etmiştir. Ayrıca, Anayasa'nın 87. maddesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni kanun yapmak, değiştirmek ve kaldırmakla görevlendirmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, ulusal egemenliğin temsilcisi bir organdır. Bu nedenle iktidarı ve muhalefetiyle, herhangi bir partiye bağlı olan ve olmayanla tüm ulus temsilcilerinin birlikte bulunduğu organdır. Yürütme organı, genelde çoğunluk partisi mensuplarından oluşmakta, iktidar partisinin görüş ve politikaları doğrultusunda hizmet üretmektedir. Deyiş yerinde ise; Hükümet, Bakanlar Kurulu yalnızca bir veya bir kaç partinin kadrolarından oluşabilmektedir. İşte bu nedenledir ki; tüm ulus bireylerini bağlayan, herkesin uymasını gerektiren, objektif ve genel kuralları içeren yasalar, tüm ulus temsilcilerinin birlikte bulunduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapılmaktadır. Yetki yasalarında Anayasa'nın 91. maddesinde, belirtilen yasak konular dışında çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağının gösterilmesi gerekmektedir. Öngörülen bu hususlara baktığımızda görülmektedir ki, yetki yasası olabildiğince somut konulara ilişkin olabilecektir. Ayrıca, 91. maddede yine Kararnameler Resmi Gazetede yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur. denilmektedir. Bu kuraldan, kanun hükmünde kararnamenin ivedi ve beklemeye tahammülü olmayan zorunlu durumlarda kullanılacağını anlamak gerekir.Esas Sayısı: 1990/12 Karar Sayısı: 1991/7 2 Anayasa'nın 91. maddesinin sekizinci fıkrasındaki Yetki Kanunları ve bunlara dayanan kanun hükmünde kararnameler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Komisyonları ve Genel Kurulunda öncelikle ve ivedilikle görüşülür. biçimindeki kural da düşünceyi güçlendiren bir anlam ve mahiyet taşımaktadır. Buraya kadar sunduğumuz durumlardan şu sonuçlar çıkarılabilir. Yasa yapma, değiştirme, kaldırma görevi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir. Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, yasama çalışmalarında istisnai bir yetkidir. İstisnalar, fiili zorunlulukların ürünüdür. Bu fiili zorunluluklar hukuk ilkelerini, kurallarını, yani hukukun kendisini, uygulamada çıkacak zorlukları gidermek için hukuk tarafından kabul edilmiş, tanınmış durumlardır. Deyiş yerinde ise istisnai kurallar, hukukun kendisi değildir. Bu nedenle genel kural yerine geçemez. Kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisinin konusu somut olmalıdır. Belli bir zaman diliminde kullanılmalıdır. Anayasanın 91. maddesinde gösterilen ve kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi alanı dışında tutulan konulara ilişkin olmamalıdır. Öyle görülmektedir ki; Yüce Mahkemeniz sunduğumuz gerekçeleri benimseyerek iptal kararları ile bu durumu saptamıştır. O halde, bu yetki yasaları Anayasa'nın amaçladığı ve öngördüğü yetki yasaları değildir. Bu nedenle bu yetki yasalarına dayanılarak çıkarılan kanun hükmünde kararnameler de yok hükmündedir. Bir kez, bu yönden, bu kanun hükmünde kararnamenin tüm hükümleri Anayasa'nın 91. maddesine aykırıdır. İptali gerekir. Ayrıca, 3479 sayılı Yasa'nın 2. maddesi, 3268 ve 3347 sayılı Yasaların sürelerini 31.12.1990 tarihine kadar u/atan bir maddedir. Bu süreyi uzatan madde Yüce Mahkemece iptal edilmiştir. O halde uzatma geçersizdir. Bu nedenle 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin dayandığı bir yetki yasasından söz etmek olası bulunmamaktadır. KHK, bu yönden de Anayasa'nın 91. maddesine aykırıdır. Tümünün yani 61 maddesi ile 10 geçici maddesinin iptali gerekir. Anayasa'nın 153. Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrası; Anayasa Mahkemesi Kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar. demektedir. Bilindiği üzere, sözleşmeli personel statüsüne ilişkin 308 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, Yüce Mahkeme'nin 25 Temmuz 1989 günlü Resmi Gazete'de yayımlanan 22.12.1988 gün Esas: 1988/5, Karar: 1988/55 sayılı kararıyla iptal edilmiştir. 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, esas bakımından 308 sayılı KHK'nin benzeri hükümleri taşımaktadır. Bu nedenle, bu KHK, tümüyle Anayasa'nın 153. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.Esas Sayısı: 1990/12 Karar Sayısı: 1991/7 3 Anayasa'nın 2., 5. ve 49. Maddelerine Aykırılık Gerekçesi: 308 ve 399 sayılı KHK'ler karşılaştırıldığında şu önemli hususları saptayabiliriz : a) 308 sayılı KHK'nin 3. maddesinde hizmetlerin, sözleşmeli personel ve işçiler eliyle yürütüleceği öngörülmüşken, 399 sayılı KHK'nin 3. maddesinde memurlar, sözleşmeli personel ve işçiler eliyle gördürüleceği esası getirilmektedir. Memur statüsünde görev yapacak olanlar, müdürler ve ekli 1 sayılı cetveldeki bir kısım görevlilerle sınırlı tutulmuş, bunun dışında genel idare esaslarına göre yürütülen hizmetlere ilişkin kadroların saptanması ve 1 sayılı cetvele alınması yetkisi Bakanlar Kurulu'na verilmiştir. Özetle sözleşmeli personel ve memurların kim olacağını saptama yetkisi İdareye bırakılmıştır. İptal edilen 308 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 399 sayılı KHK arasında sözleşmeli personel statüsünün niteliğine ilişkin hiçbir fark yoktur. 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, sözleşmeli personel statüsündeki bir kısım görevliyi, memur statüsüne nakletmiştir. Tek fark buradadır. Böylece, Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen sözleşmeli personel rejimi yeniden gerçekleştirilmektedir. b) 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin İşe Alma başlıklı 6. maddesinden, sözleşme metninin Devlet Personel Başkanlığı'nca hazırlanacak yönetmelikle belirlenerek, yıllık olarak düzenleneceğinden içeriğinin hemen her yıl değiştirilebileceği ve bunun yürütme organının emrindeki bir idare birimince yapılacağı anlaşılmaktadır. Sözleşme süresi bittikten sonra personelin geleceğinin ne olacağı hususunda bir güvence öngörülmemektedir. Yine: c) İşe Alınacaklarda Aranılacak Şartlar başlıklı 7. maddesinin son fıkrasında; Sözleşmeli statüde çalıştırılacak personelde aranılacak diğer özel şartlar teşebbüs veya bağlı ortaklık yönetim kurullarınca çıkarılacak bir yönetmelikle tespit olunur. d) Sınav başlıklı 8. maddesinde; sınav konulan, sınav şekli ve sınav komisyonunun şekli ile sınava ilişkin diğer hususlar teşebbüs veya bağlı ortaklık yönetim kurulları tarafından çıkarılacak bir yönetmelikle tespit edilir. e) Görev ve Yer Değişikliği başlıklı 9. maddenin 1. paragrafında; Sözleşme süresi içinde gelişen hizmet şartlarına göre sözleşmeli personelin daha üst bir göreve getirilmesi için bu görevin iş gereklerini taşıması, boş bir pozisyonun bulunması ve sicil ve başarı değerlemesinin A veya B düzeyinde olması gerekir. denilmektedir. Tüm bu hükümlerle sözleşmeli personel, idare karşısında tamamen güçsüz bırakılmıştır. Oysa, Anayasa'nın 2. maddesinde ifadesini bulan ve Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik kararlarına göre güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği, yani sosyal devlet niteliği ile, devletin temel amaç ve görevlerini belirleyen 5. maddesindeki kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırma kuralı ile, Çalışma hakkı ve ödevi' başlığı altındaki 49. maddenin ikinci fıkrasında vurgulanan Devlet çalışanları korumak içinEsas Sayısı: 1990/12 Karar Sayısı: 1991/7 4 gerekli tedbirleri alır. biçimindeki uyulması zorunlu hükümlerle, bu KHK hükümlerini bağdaştırmak olası görülmemektedir. Bu nedenlerle 399 sayılı KHK'nin 3., 6., 7., 8., 9. ve 20. maddeleri Anayasa'nın 2 , 5. ve 49. maddelerine aykırı bulunduğundan iptal edilmeleri gerekir. KHK'nin diğer hükümleri de bu hükümlerle doğrudan ilişkili olduğundan ve bir bütünlük oluşturduğundan bunların da iptali gerekir. Anayasa'nın 7. Maddesine Aykırılık Gerekçesi: Sözleşmeli personelin statüsüne, sözleşme metnine, işe alınmasına işten atılmasına, çalışma koşullarına ve sözleşmeli personelin güvencesine ilişkin her husus teşebbüs ve bağlı kuruluşun yönetim kuruluna veya Bakanlar Kurulu'na ya da Devlet Personel Başkanlığı'na bırakılmıştır. Konunun KİT'lerin hizmet özelliklerine uygun öğeleri içeren bir çerçeve yasa ile kurallara bağlanması zorunlu bulunmaktadır. Bu nedenlerle KHK hükümleri, Anayasa'nın 7. maddesine de aykırıdır, iptali gerekir. Anayasa'nın 25, 26, 33, 67, 68. Maddelerine İlişkin Olmaları Nedeniyle Anayasa'nın 91. Maddesine Aykırı Düşen Hükümler ve Gerekçeleri: 399 sayılı KHK'nin Tarafsızlık başlığını taşıyan 10. maddesinde; Sözleşmeli personel herhangi bir siyasi parti, kişi veya zümrenin yararını veya zararım hedef tutan bir davranışta bulunamaz. Görevini yerine getirirken dil, ırk, cinsiyet, Siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep gibi ayırım yapamaz; hiçbir şekilde Siyasi ve ideolojik amaçlı beyanda bulunamaz ve bu çeşit eylemlere katılamaz. denmektedir. Yine, Siyasi faaliyet yasağı başlığım taşıyan 18. maddesinde ise; Teşebbüs ve bağlı ortaklıkların bu kanun hükmünde kararnameye tabi personeli Siyasi faaliyette bulunamaz ve Siyasi partilere üye olamazlar. denilmektedir. Görüldüğü gibi, 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 10. maddesi, sözleşmeli personelin düşünce, kanaat ve düşünceyi açıklama özgürlüklerini kısıtlamakta, 18. maddesi ise Siyasi faaliyet yasağı getirmektedir. Bu şekilde 10. madde ile sözleşmeli personelin, Anayasa'nın 25, 26, 33. maddelerindeki hakları sınırlanmış 18. madde ile de Anayasa'nın 67. ve 68. maddelerindeki hakları kısıtlanmış ve yasaklanmıştır. Anayasa'nın 91. maddesi bu haklarla ilgili konuların kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemeyeceğini hükme bağlamıştır. Bu nedenle 10. ve 18. maddeler, Anayasa'nın 91. maddesine bu açıdan da aykırıdır. İptali gerekir. | 1,339 |
Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/5 1 “ Davacı vekili müvekkili belediyenin banka nezdindeki hesaplarına ve taşınmaza konulan haczin kaldırılmasını talep etmiş, yargılama sırasında ise 07/09/2016 tarihinde yürürlüğe giren 6745 sayılı sayanın 35. maddesi ile 2972 sayılı Kanuna geçici 12. maddeye ekleme yapıldığını, yürürlüğe giren bu hükmün kesinleşmemiş dava ve icra takiplerine uygulanacağının hüküm altına alındığını, bu çerçevede somut uyuşmazlık karşısında hacizlerin kaldırılasım talep etmiştir. Somut olayda takibe dayanak olan ilam içeriğinin ilama konu taşınmazın yapılan imar uygulaması sonucunda bedele dönüşen davacı payına isabet eden tazminat talebine ilişkin bulunduğu, davacının belediye olduğu, adı geçen ilam çerçevesinde belediye aleyhine haciz uygulandığı, icra takibinin ise iptale konu kanunun yürürlük tarihi olan 07/09/2016 tarihi öncesi başlatıldığı, haciz uygulandığı, iptale konu hükmün somut olayda uygulanması halinde belediye lehine karar verilmesi ihtimali bulunduğu, bu itibarla iptale konu hükmün somut olayda uygulanma kabiliyeti alabileceği kabul edilmiştir. Bu çerçevede 07/09/2016 tarihinde yürürlüğe giren 6745 sayılı Yasanın 35. maddesi ile 2942 sayılı Yasaya eklenen geçici madde 12 hükmü ile 24/02/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun Hükümlerine Göre Yapılan İmar Uygulamalarından Doğan İdarelerin Taraf Olduğu Her Türlü Alacak ve Bedel Arttırım Davalarında Taşınmaz Değerinin Takdire İlişkin Düzenlemelerin yanında adı geçen hüküm ile 2942 sayılı kanunun geçici 6. maddesinin 3., 7., 8. ve 11. fıkra hükümlerinin bu madde kapsamındaki dava ve icra takipleri için de uygulanacağı, devam eden dava ve icra takiplerinin ise bu madde hükümlerine göre sonuçlandırılacağını, adı gecen madde atıf yapılan 2942 sayılı Yasanın geçici 6. maddesinin 11. fıkrası ile “Bu madde uyarınca ödenecek bedelin tahsili sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez.” hükmünün iptale konu cümle iptal edilmediği takdirde ise uygulanacağı açıktır. Somut olayda davaya esas olan icra dosyasının açılış tarihinin, 04/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa 20/08/2016 tarihli ve 6745 sayılı kanunun 35. maddesi ile eklenen geçici 12. maddesinin yürürlük tarihinden önce olması ve geçici 12. maddenin ikinci fıkrasının “onbirinci fıkra hükümlerinin” uygulanma dönemini belirten ikinci cümlede yer alan “Devam eden dava ve icra takipleri ise, bu madde hükümlerine göre sonuçlandırılır.” cümlesinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası hükümlerine aykırı olduğu değerlendirilmektedir. İptale konu olan düzenlemenin yer aldığı 6745 sayılı Yasanın kamulaştırma ile ilgili davamızı esastan etkileyen 35. maddesi ile Kamulaştırma Kanununa eklenen Geçici 12. maddesi aşağıdaki gibidir. 35. madde: 24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 sayılı İmar Kanunun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkındaki Kanun Hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan idarelerin taraf olduğu her türlü alacak ve bedel artırım davalarında taşınmazın değeri: uygulamanın tapuda tescil edildiği tarih değerlendirme tarihi olarak esas alınmak ve o tarihteki nitelikleri gözetilmek suretiyle tespit edilir. Tespit edilen bu bedel, Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi tablosu esas alınmak suretiyle dava tarihi itibariyle güncellenir ve ortaya çıkan gerçek bedel hak sahibine ödenir. Bu Kanunun Geçiçi 6.Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/5 2 maddesinin üçüncü, yedinci, sekizinci ve onbirinci fıkra hükümleri, bu madde kapsamındaki davalar ve icra takipleri içinde uygulanır. Devam eden dava ve icra takipleri ise, bu madde hükümlerine göre sonuçlandırılır.” Bu çerçevede; İptale konu olan “Devam eden dava ve icra takipleri ise, bu madde hükümlerine göre sonuçlandırılır” hükmü Anayasanın 2. maddesinde düzenlenmiş olan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda, adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukuku tüm devlet organlanna egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan devlettir. (Anayasa Mahkemesi Başkanlığının 2012/931 E, 26/06/2014 tarihli kararı) Somut olayda yürürlüğe giren ve iptale konu cümle, geçmişe etkili ve kesin nitelik kazanan, takibe esas mahkeme ilamının infazını engelleyen sonuç doğurmaktadır. En önemlisi de mahkeme ilamı ile alacaklı olan vatandaş lehine oluşan kazanılmış hakkı ortadan kaldıran ve bu suretle ise hukuk güvenliğini ortadan kaldıran nitelik taşımaktadır. Oysaki kural olarak kanunların geçmişe yürümemesi ve kazanılmış hakların korunması hukuk devleti ilkesinin vazgeçilmez alt kurallarındandır. Anayasa Mahkemesinin yerleşik kararlarında da belirtildiği üzere “Kişilere hukuk güvendiğinin sağlanması, Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin ön koşullarındandır. Hukuk devleti, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk güvenliğinin sağlanması, bu doğrultuda yasaların geleceğe yönelik öngörülebilir belirlemeler yapılabilmesine olanak verecek kurallar içermesinin gerekli kılar. Geriye dönük düzenlemelerle kişilerin haklarının, hukuki istikrar ve güvenlik ilkesi gözetilmeden kısıtlanması hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz. Hukuk devletinin gereği olan hukuk güvenliğinin sağlama yükümlülüğü kural olarak yasaların geriye yürütülmemesini gerekli kılar. Yasaların geriye yürümezliği ilkesi uyarınca yasalar, kamu yaran ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. Öte yandan, hukuk devletinin hukuk güvenliği ilkesi belirliliği de gerektirir. Belirlilik ilkesi, yükümlülüğün hem kişiler hem de idare yönünden belli ve kesin olmasını, yasa kuralının, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesini gerekli kılar.” (Anayasa Mahkemesi Başkanlığının 2010/7 E ve 22/12/2011 Tarihli kararı) Bu çerçevede ilamda davacı olan takip alacaklısının ilamın infazına engel olacak şekilde düzenleme yapılacağını normal hukuk düzeni içinde öngörmesi beklenmemelidir.Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/5 3 Yarın hangi sürprizle karşılaşacağı endişesi taşıyan bireylerin var olduğu toplumda, demokratik gelişim hiçbir zaman istenilen seviyeye gelemez. Bu nedenle hukuk devletinin, vatandaşlarına hukuki güven içinde yaşadıklarını her an hissettirmesi zorunludur. Unutulmamalıdır ki hukuk devleti ilkesinin gerçek anlamda özümsenmediği bir ülkede bireyler kazanılmış haklarına dokunulacağı endişesiyle değil, dokunulmayacağı güvencesiyle yaşar. (Mehmet Altundiş, Hukuki Güvenlik İlkesi, Sayfa 92) İptale konu olan cümlenin yürürlüğe girdiği tarih itibariyle, takip alacaklısının bir sürprizle karşılaştığı objektif açıdan tartışmasızdır. Hukuk devleti ilkesinin sağlanabilmesi için yukarıda açıklanan şekli kuralların asıl varlık nedeni ise, bu tip sürprizlerle kişilerin karşılaşmayacağı noktasındaki güvenin verilmesidir. Açıklanan doktrin ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığının karar içerikleri karşısında iptale konu olan cümle ile takip alacaklısının kazanılmış haklarının yok edilmesi ve kanun hükmünün geriye etkili sonuç doğurması hukuk devleti ilkesine açıkça aykırıdır. Bu durum bu açıdan cümlenin Anayasa’nın m.2 hükmüne aykırı olduğunu ortaya koymaktadır. “Devam eden dava ve icra takipleri ise, bu madde hükümlerine göre sonuçlandırılır.” cümlesi Anayasanın 10. maddesinde belirtilen “kanunun eşiklik ilkesine de aykırıdır.” Zira adı geçen ve takibe esas ilama ait aynı uyuşmazlık ile ilgili aynı tarihte açılan ve daha erken hükme bağlanan, takip hukuku çerçevesinde infaz işlemlerine daha erken başlanan ilam alacaklılarının alacaklarına kavuşma imkanı sağlandığı halde aynı tarihte açılan ve değişik nedenlerle geç hükme bağlanan, bu nedenle infaz işlemlerine daha geç başlanan ilam alacaklılarının, iptale konu cümlenin yürürlüğe girmesi nedeniyle alacaklarına kavuşma imkanının engellenmesi kanun önünde eşitlik kuralına aykırıdır. Anayasa Mahkemesi Başkanlığının yerleşik kararlarında da belirttiği üzere eşit statü ve hukuki duruma haiz bulunanlara aynı kanun hükmünün uygulanmaması eşitlik kuralı ihlaline yol açar. İptale konu cümle bu yönden Anayasa m.10 hükmüne aykırıdır. 3 İptale konu “Devam eden dava ve icra takipleri ise, bu madde hükümlerine göre sonuçlandırılır.” cümlesi adil yargılanma hakkını düzenleyen Anayasanın 36. maddesine aykırıdır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının diğer bir alt unsuru ise kesin olan bir mahkeme kararının zamanında uygulanmamasıdır. Devlet, bir devlet kurumu aleyhine verilen mahkeme kararıyla ortaya çıkan borcunun ifa etmemek için ekonomik kaynak yokluğunu mazeret olarak ileri süremez. (Burdov, Rusya, Paragraf 34 38) Buna karşın ekonomik kaynak yokluğu, özel bir şahıs veya şirket aleyhindeki nihai mahkeme kararın icra edilmemesine gerekçe olabilir. (Bobrova, Rusya, Paragraf 16 17) İptale konu olan cümle nedeniyle takip borçlusu olan devlet kurununum lehine, ekonomik kaynak yokluğu nedeniyle avantaj oluşturulması bu çerçevede mümkün değildir. Mahkeme karan uygulanmasındaki belli bir gecikme, mahkemeye erişim hakkının özüne zarar vermemesi şartıyla kabul edilebilir. (Burdov) (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Kapsamında Adil Yargılanma Hakkının Korunması, Avrupa Konseyi İnsan Hakları El Kitapları, Avrupa Konseyi, Strazburg, 2012, Sayfa 37)Esas Sayısı : 2018/108 Karar Sayısı : 2019/5 4 İptale konu olan cümle, mahkeme karannın uygulanmasındaki gecikme bir yana süresiz olarak mahkeme karannın infaz edilmesinin ise kısıtlamaktadır ve giderek ortadan kaldırmaktadır. Bu durum Anayasa’nın m. 3 6 hükmündeki adil yargılanma hakkının açık ihlalidir. 4 İptale konu “Devam eden dava ve icra takipleri ise, bu madde hükümlerine göre sonuçlandırılır.” cümlesi Anayasanın m.l38/son fıkrası hükmüne de aykırıdır. Zira 138. Maddenin son fıkrasına göre yasama ve yürütme organları ile idarenin, mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu ve bu organlar ile idarenin mahkeme kararlarını değiştiremeyeceği ve yerine getirilmesini geciktiremeyeceği kurallarına yer verilmiştir. İptale konu cümle, mahkeme karan ile mülkiyet hakkı ihlal edilen kişinin bu ihlal nedeniyle haketmiş olduğu alacağın tahsiline ilişkin ilamı açıkça etkisiz bırakacak niteliktedir. Zira mahkeme ilamı ile, kişinin mülkiyet hakkının ihlal edilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının tazminine yönelik alacağa hükmedilmesi önemli olmakla birlikte kişinin hakkına kavuşması açısından gerekli ve yeterli değildir. Zira önemli olan mahkeme ilamının infaz edilmesidir. İptale konu cümle, mahkeme ilamının infazını açıkça geciktirmektedir. Bu gecikmenin kabul edilebilir bir hukuki gerekçesi ise mevcut bulunmamaktadır. Mahkeme ilamlarının infazının geciktirilmesi veya hiç yapılmaması açıklanan Anayasa hükmüne aykırıdır. Öte yandan mahkeme kararlan infazının gecikmesindeki makuliyetin özel koşullar karşısında ve adil yargılanma hakkının özünü ihlal etmemek şartıyla söz konusu olabileceği düşünülse dahi (Billur Yatlı Soydan, Vergi Yükümlüsünün Hakları, Sayfa 149) iptale konu cümle ile belediyenin haczi kabil mallarının, kanun yürürlüğe girmeden önce devam eden icra takipleri açısından süresiz ve sınırsız uygulanması noktasında özel koşulun varlığını gerektirir ve uluslararası sözleşmelere uygun neden olmadığı gibi adil yargılanma hakkının özünü de yukarıda açıklandığı üzere ihlal etmektedir. O halde mahkeme kararları içeriğinin ve mahkemece yapılan yargılamanın temel hukuk ilkelerine uygun olması önemli ise de bu kararların infaz aşamasının da temel hukuk ilkelerine uygun gerçekleştirilmesi de zorunludur. Nitekim iptale dayanak olan Anayasanın m.138/son fıkra hükmü de bu amacın gerçekleştirilmesine yöneliktir. SONUÇ: Davaya esas olan icra dosyasının açılış tarihin 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa 20/8/2016 tarihli ve 6745 sayılı Kanunun 35. maddesi ile eklenen geçici 12. maddesinin yürürlük tarihinden önce olduğu ve geçici 12. maddenin ikinci fıkrasının “onbirinci fıkra hükümlerinin” uygulanma dönemini belirten ikinci cümlede yer alan “Devam eden dava ve icra hakimleri ise, bu madde hükümlerine göre sonuçlandırılır.” cümlesinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası m.2, m.10, m.36, m.138/son hükümlerine aykırı olduğu değerlendirilmekle bu cümlenin iptaline karar verilmesini talep etmek gerekmiştir.” | 1,700 |
Esas Sayısı : 2004/3 Karar Sayısı : 2008/47 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini de içeren 15.1.2004 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: III. ANAYASA'YA AYKIRILIK İDDİALARININ GEREKÇESİ 06.11.2003 tarihli ve 5000 sayılı Kanunun 31 inci maddesi ile, 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 14 üncü maddesinde öngörülen 5 yıllık süre, 15.07.1950 tarihli ve 5680 sayılı Basın Kanununa tabi konularda 3 yıla indirilmiştir. Bu düzenleme, bir eşitsizlik yaratmaktadır. Çünkü bir basın yayın organının adının aynı zamanda marka olarak tescil edilmesi durumunda, marka olan ad 5 yıllık koruma süresine tabi olacak, marka olarak tescil edilmemiş mevkute adı ise 3 yıl korunabilecektir. Böyle bir eşitsizliği basın özgürlüğünden yararlanılmasını kolaylaştırmak gerekçesi ile açıklayabilmek mümkün değildir. Bu nedenle, söz konusu 31 inci maddenin birinci fıkrası, Anayasa'nın 10 uncu maddesinde yer alan kanun önünde eşitlik ilkesine aykırıdır. Diğer yandan 31 inci maddenin birinci fıkrası, 5000 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önce mevkute adı üzerinde edinilmiş bulunan 5 yıllık koruma haklarını korumaya almamakta; aksine kanunun yürürlük tarihi itibariyle bu hakları 3 yıla indirmektedir. Halbuki kazanılmış haklara saygı, hukuk devleti adı verilen yönetim biçiminin temel unsurlarındandır. Anayasamızın 2 nci maddesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğunu ifade etmektedir. 31 inci maddenin birinci fıkrasındaki düzenleme, yukarıda açıklandığı gibi, kazanılmış hakları korumadığı ve zedelediği için, Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. Söz konusu 31 inci maddede yapılan düzenlemenin basın özgürlüğünün kullanılmasını kolaylaştırmakla da ilgisi yoktur. Çünkü basın özgürlüğünü kolaylaştırma adı altında, mevkute adı üzerindeki hak yeterince korunmayarak ad üzerindeki hak sahipleri bakımından, Anayasa'nın 28 inci maddesinde ifade edilmiş olan basın özgürlüğü sınırlandırılmaktadır. Bu sınırlamanın ise, Anayasa'nın 13 üncü maddesinde yer alan demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olmadığı görülmektedir. Çünkü getirilen üç yıllık koruma süresi, Fikrî Mülkiyet Hakları Anlaşmasının 15 inci maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen asgari koruma süresidir. Çağdaş demokratik toplumlarda ise bu sürenin genellikle üç yıldan uzun tutulduğu görülmektedir. Bu bakımdan 31 inci maddede getirilen düzenlemenin, Anayasa'nın 28 ve 13 üncü maddelerine aykırı olarak, demokratik toplum düzeninin gereklerine uymayacak biçimde ve amacı aşan ölçüde basın özgürlüğünü sınırlandırdığını söylemek gerekmektedir. 5000 sayılı Kanunun 31 inci maddesinin ikinci fıkrası da, söz konusu Kanun yürürlüğe girdiği tarihte 5680 sayılı Kanun gereğince mevkute neşretmekte olanların, 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname hükümleri gereğince mevkute neşretmekten alıkonamayacaklarını hükme bağlayarak yine, kazanılmış hakları güvencesiz bırakmakta; bunları korumaya yönelik kanun yollarını etkisiz hale getirmektedir. Çünkü buEsas Sayısı : 2004/3 Karar Sayısı : 2008/47 2 düzenleme, koruma süresi içinde olan bir adla, bir başkasının izinsiz olarak çıkarmakta olduğu mevkutenin neşredilmekten alıkonulmasını imkânsızlaştırmaktadır. Bu, hukuka aykırı bir kullanımın hukuk eliyle korunması sonucunu doğurmaktadır. Böyle bir durumun da, Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesi ile bağdaştırılması mümkün değildir. Çünkü hukuk devleti adı verilen yönetim biçiminin temel unsurları, kazanılmış hakların korunması, hukuka aykırı fiillerin yaptırıma bağlanması yoluyla haksızlıkların önlenmesidir. Hukuksuzluğu kanun yoluyla koruyan bir devlet, hukuk devleti olamaz. Anayasa'nın çeşitli hükümlerine aykırı olan bir düzenleme, Anayasa'nın 11inci maddesinde ifade edilen Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile de bağdaşamaz. 5000 sayılı Kanunun bu nedenlerle Anayasa'nın 2, 10, 11, 13 ve 28 inci maddelerine aykırı olan 31 inci maddesinin (2 fıkrasının da) iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 06.11.2003 tarih ve 5000 sayılı Kanunun açıkça Anayasa'ya aykırı olan 31inci maddesinin uygulanması halinde, neşredilmeyen mevkute adı üzerindeki hak sahiplerinin kazanılmış hakları zedelenecek ve giderilmesi mümkün olmayan hukuki zarar ve durumlar doğacaktır. Bu tür zarar ve durumların önlenebilmesi için söz konusu 31 inci maddenin yürürlüğünün iptal davası sonuçlanıncaya kadar durdurulması gerekmektedir. V. SONUÇ VE İSTEM 06.11.2003 tarihli ve 5000 sayılı Türk Patent Enstitüsü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun, Anayasa'nın 2, 10, 11, 13 ve 28 inci maddelerine aykırı olan 31 inci maddesinin iptaline ve iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz. | 620 |
Esas Sayısı : 2010/23 Karar Sayısı : 2011/101 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Yenice Adliyesinde yazı işleri müdürü olarak görev yapan davacının, 11.3.2002 günlü işlem ile, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125/B a maddesi kapsamında kalan eyleminden kınama cezası ile cezalandırıldığı gözetilerek, 2005 yılında aynı hüküm kapsamında kalan eyleminden dolayı tekerrür hükmü uygulanmak suretiyle aylıktan kesme cezası ile cezalandırılmasına ilişkin 21.7.2005 günlü işlemin iptali istemiyle açılan davada; işlemin iptali yolunda Bursa 3. İdare Mahkemesince verilen 29.12.2005günlü, E:2005/1170. K:2005/2506 sayılı kararın onanmasına dair Danıştay 12. Dairesinin 29.12.2008 günlü, E:2006/2618, K:2008/7324 sayılı kararının davalı Adalet Bakanlığı tarafından düzeltilmesinin istenilmesi üzerine açılan dosya incelendi: Davacıya verilen aylıktan kesme cezasının dayanağı, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125/E k maddesinden sonra gelen, disiplin cezası verilmesine sebep olmuş bir fiil veya halin sicilden silinmesine ilişkin sürede yeniden işlenmesine dair tekerrür hükmüdür. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125/E k maddesinden sonra gelen fıkrada: 'Disiplin cezası verilmesine sebep olmuş bir fiil veya halin cezaların sicilden silinmesine ilişkin süre içinde tekerrüründe bir derece ağır ceza uygulanır.' hükmü yer almıştır. Bakılan davada; davacıya tekerrür hükmü uygulanarak verilen aylıktan kesme cezası, yukarıda aktarılan Yasa hükmüne göre verildiğinden, bu hükmün Anayasa'ya aykırı olduğu kanaati ile incelenmesi ve iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması Dairemizce gerekli görülmüştür. Dayanılan Anayasa Kuralları: Madde 2 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Madde 10 Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Madde 36 Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.Esas Sayısı : 2010/23 Karar Sayısı : 2011/101 2 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 124. maddesinde; disiplin cezalarının, kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlara durumun niteliğine ve derecesine göre 125. maddede sıralanan disiplin cezalarından birisinin verileceği belirtilmiştir. Kanunun 125. maddesinde de, Devlet memurlarına verilen disiplin cezaları sayılmıştır. Bunlar sırasıyla, uyarma, kınama, aylıktan kesme, kademe ilerlemesinin durdurulması ve Devlet memurluğundan çıkarma cezalarıdır. Aylıktan kesme, kademe ilerlemesinin durdurulması ve Devlet memurluğundan çıkarma cezasına karşı idari yargı yerlerinde açılan davalarda, işin esasına girilmek suretiyle dava konusu disiplin cezalarının hukuka uygunluğu ile ilgili bir karar verildiği halde, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 135. ve 136/4. maddelerinde, uyarma ve kınama cezalarına karşı itiraz usulünün öngörülmesi ve idari yargı yoluna başvurulamayacağının belirtilmiş olması nedeniyle, uyarma ve kınama cezalarına karşı açılan davalarda uyuşmazlığın esasına girilmeden incelenmeksizin ret kararları verilmektedir. Uyarma ve kınama cezalarına karşı yargı yolunu kısıtlayan 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 135. maddesinin ikinci fıkrası ile 136. maddesinin dördüncü fıkrasının Anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla Konya ve Malatya İdare Mahkemelerince yapılan itiraz başvurularını görüşen Anayasa Mahkemesi 27.11.2007 günlü, E:2002/169, K:2007/88 sayılı kararıyla; itiraz konusu yasa kuralları ile Devlet memurlarına verilen uyarma ve kınama cezalarının, Anayasa'da yer alan hükme ve Anayasa koyucunun bu yöndeki iradesine uygun olarak yargı denetimi dışında tutulduğundan kuralların Anayasa'ya aykırılığından söz edilemeyeceği gerekçesiyle itirazın reddine karar vermiştir. Uyarma ve kınama cezalarına karşı yargı yolunun kapalı olması nedeniyle; bu cezaların verilmesini gerektiren disiplin kuralının birinci kez ihlalinde verilen cezaya karşı dava yoluna gidilemeyecek ve bu cezalar istisnasız kesinleşecek; 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda sayılan diğer disiplin cezalarının ilk kez işlenmesi halinde ise açılacak davalarda verilebilecek iptal kararları nedeniyle tekerrür hali bu cezalar yönünden gerçekleşmeyecek. cezaların tekerrüründe farklılık ortaya çıkacaktır. Bu farklılığın Anayasanın 2.,10.ve36. maddeleri yönünden irdelenmesi gerekmektedir. Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 6.7.1995 günlü ve E:1994/80, K:1995/27 sayılı kararında hukuk devleti; 'tüm işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu bilen, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ile Anayasa'nın bulunduğu bilincinden ayrılmayan devlet' olarak tanımlanmıştır. Hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında, yasa hükümlerinin adaletli bir hukuk düzenini yaratması da vardır. Yasa kuralı görev itibariyle aynı konumda bulunan kamu görevlilerinin cezalandırılmasında ayırım yaratıyorsa, bu kuralın hukuk devleti ilkesine uygun bir kural olduğundan söz edilemez. Disiplin suçlarının tekerrürü halinde verilen cezalara karşı açılan davaların incelenebilirliğine göre, tekerrür halinin varlığı yönünden farklılık yaratan yasa kuralı hukuka uygun değildir.Esas Sayısı : 2010/23 Karar Sayısı : 2011/101 3 Bir defa suç işlendikten ve bu suçtan dolayı cezası kesinleştikten sonra, kanunun belirttiği sürelerde tekrar suç işlenmesi durumu olan tekerrürün, verilen cezaya ve bu cezanın dava konusu edilip edilemeyeceğine göre değişkenlik göstermesi hukukun üstünlüğünü esas alan hukuk devleti ilkesine aykırı olacaktır. Anayasa'nın 10. maddesinde yer alan 'kanun önünde eşitlik' ilkesi ile de, herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu vurgulanmıştır. Anayasanın bu hükmü ile aynı hukuksal durumda olan kişilerin aynı kurallara bağlı tutulacağı, değişik hukuksal durumda olanların ise değişik kurallara bağlı tutulması gerektiği kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında vurgulandığı gibi yasa önünde eşitlik ilkesi, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmemekle birlikte, yasaların uygulanmasında birbirinin aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplumların yaratılmasını engellemektedir. Kimi yurttaşların haklı bir nedene dayanılarak değişik kurallara bağlı tutulmaları eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmamakta, hatta bunların durumu ve konumlarındaki özellikleri, kimi kişi ya da topluluklar için değişik kuralları ve değişik uygulamaları gerekli kılmakta, özelliklere ve aykırılıklara dayandığı için haklı olan nedenler, ayrı düzenlemeyi aykırı değil, geçerli kılarsa da, aynı durumda olanlar için ayrı düzenleme aykırılık oluşturur. Anayasa ile eylemli değil hukuki eşitlik amaçlanmaktadır. Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesinin çiğnenmemesi için, aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumların ayrı kurallara bağlı tutulması gerekmektedir. Ancak, durumlardaki değişikliğin doğurduğu zorunlulukların kamu yararı ya da başka haklı nedenlere dayanılarak yasalarla farklı uygulamalar getirilmesi durumunda Anayasa'nın eşitlik ilkesinin çiğnendiği sonucu çıkarılamaz. Memurlara, 657 sayılı Kanunda sayılan disiplin cezaları verilmektedir. Kanunun 4. maddesinde; mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın, Devlet ve diğer kamu tüzel kişilerince genel idare esaslarına göre yürütülen asli ve sürekli kamu hizmetlerini ifa ile görevlendirilenlerin, bu Kanunun uygulanmasında memur sayılacağı belirtilmiştir. Memurların görev yeri ve unvanları ne olursa olsun disiplin cezalarının sicilden silinme süresi içinde ikinci kez aynı fiili işlemeleri durumunda tekerrür hükmünün eşit bir şekilde uygulanması, eşitlik ilkesi gereğidir. Uyarma ve kınama cezaları ile diğer cezalar arasında tekerrürün, ilk cezalara karşı yargı yoluna başvurma hakkı bulunup bulunmaması durumuna göre aynı hukuki durumda bulunan memurlar yönünden farklı uygulanması, Anayasanın 10. maddesinde düzenlenen 'eşitlik' ilkesine aykırıdır. Hak arama özgürlüğünü düzenleyen Anayasa'nın 36. maddesinde, 'Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz' denilerek yargı mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun tabii sonucu olarak da kişinin yargı mercileri önünde iddia, savunma, adil yargılanma hakkına sahip olduğu güvence altına alınmış ve özel sınırlama nedenleri öngörülmemiştir. Kişinin karşılaştığı bir suçlamaya karşı kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir eylem veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin en etkili yolu. Esas Sayısı : 2010/23 Karar Sayısı : 2011/101 4 yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmek ve bu davada haklılığını ortaya koyabilmektir. Aylıktan kesme ve kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını gerektiren kimi kuralların ikinci kez ihlali üzerine verilen cezalara karşı açılan kimi davalarda, davacıların. birinci disiplin cezasının idare mahkemelerince iptaline karar verildiğini, kararın da temyiz edilmeksizin veya temyiz isteminin reddedilerek kesinleştiğini belirterek tekerrürün söz konusu olmadığı iddiasını kanıtlayan mahkeme kararlarını sunmaları durumunda, yargı yerleri tekerrürün bulunmadığı gerekçesiyle ikinci cezanın iptaline karar verebilmektedir. Kınama cezasını gerektiren kimi fiillerin ikinci kez işlenmesi durumunda verilen aylıktan kesme cezasının iptali istemiyle açılan davada ise, birinci cezaya karşı açılan bir dava veya açılmasına rağmen işin esasına girilerek verilen bir iptal kararı bulunmadığından, davacının fiilin ikinci kez işlenmediğine yönelik bir iddiası ise söz konusu bile olamayacaktır. Bu iddiada bulunulsa bile, salt bu nedenle cezanın iptaline karar verilemeyecektir. Buna göre, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda sıralanan disiplin cezalarını gerektiren fiillerin ikinci kez işlenmesi durumunda, açılan davalarda ileri sürülebilecek iddialar yönünden davacılar arasında yaratılan bu eşitsizlik, Anayasanın 36. maddesinde düzenlenen 'hak arama özgürlüğüne' aykırıdır. Açıklanan nedenlerle, Anayasa'nın 152. ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o dava sebebiyle uygulanacak olan bir kanun hükmünün Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Kanunun 28. maddesinin 2. fıkrası gereğince 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125/E k maddesinden sonra gelen 'Disiplin cezası verilmesine sebep olmuş bir fiil veya halin cezaların sicilden silinmesine ilişkin süre içinde tekerrüründe bir derece ağır ceza uygulanır.' hükmünün uyarma ve kınama cezaları yönünden bir ayırım getirmemesi yönüyle Anayasa'nın 2., 10. ve 36. maddelerine aykırı olduğu kanaati ile iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve dosyadaki belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 20.1.2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.' | 1,520 |
Esas Sayısı : 2020/74 Karar sayısı : 2021/94 1 “… 1) 7252 sayılı “Dijital Mecralar Komisyonu Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 3. maddesinin Anayasa’ya aykırılığı 7252 sayılı Kanun’un 3. maddesi ile Cumhurbaşkanına 4447 sayılı Kanuna eklenen Geçici 23. madde kapsamında ödenen kısa çalışma ödeneğinin süresini bir bütün olarak veya kendi belirleyeceği sektörlerde uzatma yetkisi verilmektedir. 1 Aralık 2019 tarihinde Çin Halk Cumhuriyeti’nin Hubei bölgesinin başkenti olan Vuhan'da ortaya çıkan ve tüm dünyayı saran virüs salgını, COVID 19 pandemisi olarak nitelendirilmiştir. Devletler tarafından pandemiyle mücadele etmek amacıyla birçok önlem alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin aldığı bu önlemlerden biri de, 7226 sayılı Kanun ile yapılan düzenlemelerdir. Bu düzenlemelerin arasında 7226 sayılı Yasanın 41. maddesi de bulunmaktadır. Söz konusu maddeye göre zorlayıcı sebep başvurusu ile yapılan kısa çalışma başvuruları için özel bir düzenleme getirilmiş ve 4447 sayılı Kanunun ek 2. maddesi çerçevesinde kısa çalışma ödeneğine hak kazanma koşulları, pandemi nedeniyle zorlayıcı sebep olarak tanımlanan başvuru hallerinde değiştirilmiştir. 7226 sayılı Kanun ile Cumhurbaşkanına, pandemi nedeniyle yapılacak kısa çalışma başvurularını ve ödenek sürelerini 31/12/2020 tarihine kadar uzatma yetkisi verilmiştir. 7252 sayılı Kanunun 3. maddesi ile de 4447 sayılı Kanuna eklenen geçici 23. maddenin son fıkrasında Cumhurbaşkanına verilen ödenek başvuruları ve kısa çalışma ödeneği sürelerini belirleme yetkisinde sektörel ayrım yapabileceği düzenlenmiştir. İptali istenen kural, Anayasa’nın insan haklarına dayalı demokratik hukuk devletini tanımlayan birçok normuna aykırıdır. Öncelikle, söz konusu düzenleme Anayasa’nın 10. maddesinde belirtilen kanun önünde eşitlik ilkesini zedelemektedir. Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (AYM, 13.04.1976 tarih ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Karar). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir” (AYM, E.S.:2006/11, K.S.:2006/17, K.T.: 7.2.2006). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (E.S.:1985/11, K.S.:1986/29, KT:11.12.1986) Anayasa’nın 10. maddesine ilişkin Anayasa Mahkemesi içtihatları ışığında belirtmek gerekir ki; bugüne kadar yapılan bilimsel çalışmalarda covid 19 virüsünün bulaşmasında herhangi bir ekonomik faaliyet veya sektörel faaliyet ayrımı gözettiğine ilişkin bir bulgu bulunmamaktadır. Bunun tek istisnası virüsle mücadelede sağlık sektöründe özelikle pandemi servislerinde çalışan sağlık personelinin covid 19’a yakalanma riskinin daha yüksek oluşudur. Dolayısıyla ekonomik olarak faaliyet gösteren işyerleri veya işletmeler açısından idarenin bir genelgesi ile faaliyetinin durdurulması veya faaliyetlerinin pandemi nedeniyle sürdürülemez duruma gelmesi nedeniyle haftalık çalışma sürelerini azaltması nedeniyle kısa çalışma ödeneğine hak kazanmada faaliyette bulunduğu sektör nedeniyle ayrım yapılması hukuk devletiEsas Sayısı : 2020/74 Karar sayısı : 2021/94 2 ilkesini zedeleyici ve aynı zorlayıcı sebebe maruz kalmış bir firma veya işletme bünyesindeki işçilere geçici 23. madde kapsamında kısa çalışma ödeneği verilirken başka bir firma bünyesindeki benzer durumdaki işçilere bu ödeneğin verilmemesi, Anayasa’nın 10. maddesinde belirtilen kanun önünde eşitlik ilkesini zedeleyen bir düzenlemedir. Cumhurbaşkanı’na tanınan ihtilaf konusu sektörel ayrım yapma yetkisi, Anayasa’nın “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesi anlamında eşitlik ilkesine aykırı bir durumun ortaya çıkmaması için varlığı gerekli olan haklı bir nedene dayanmamakta ve kısa çalışma ödeneğine ihtiyaç duymak bakımından diğer işçilerle benzer koşullarda bulunmalarına rağmen bu hakka sahip olamayan işçiler açısından ayrımcı bir sonuç yaratmaktadır. Pandemiye ilişkin bilimsel verilerin bu anlamda ayrım yapmayı anlaşılır kılacak haklı bir nedeni belirgin şekilde ortaya koymamasına ek olarak; böyle bir yetkinin kanun düzeyinde çerçevelenmemiş şekilde ve sınırsız biçimde yürütmeye tanınmasının, uygulamada kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı keyfî ayrım ve kararlara yol açmasının da kaçınılmaz olduğu vurgulanmalıdır. Bu nedenle ihtilaflı kuralın iptali gerekir. Bunun yanında; iptali talep edilen madde ile, Cumhurbaşkanına tanınan bu yetki, Anayasa’nın 2. maddesinde temelini bulan hukuk devleti ilkesinin belirlilik unsuruna ve Anayasa’nın 123. maddesinde düzenlenen idarenin kanuniliği ilkesine aykırıdır. Zira Cumhurbaşkanına kısa çalışma başvurularını kabul etme ve ödenekler konusunda sektörel olarak belirleme şeklinde kanun düzeyinde çerçevelenmemiş, sınırsız bir takdir yetkisi verilmiştir. Oysa hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir. (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.200 tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli oranda hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez. Bu nedenle idarenin takdir yetkisinin sınırları kanunla çizilmelidir. İdarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır. Başka bir deyişe idare kendine tanınan takdir yetkisini kullanırken kanuni sınırlar içinde hareket etmelidir. Buna karşılık iptali istenen kural ile Cumhurbaşkanına tanınan geniş takdir yetkisinin açık, net, anlaşılabilir kanuni sınırları belirlenmemiştir. Diğer bir deyişle Cumhurbaşkanının hangi hallerde ve hangi kriterlerle sektörleri belirleyeceğine dair bir kayıt veya sınırlandırma kanun metninde yer almamaktadır. Aynı zamanda Cumhurbaşkanının ölçülülük ilkesi gereğince hangi sektörleri nasıl belirleyeceğine ilişkin objektif bir kıstas da öngörülmüş değildir. Diğer yandan söz konusu yetki, aynı zamanda Anayasa’nın 49. maddesindeki çalışma hakkını da zedeleyen bir yetkidir. Zira Anayasa’nın ‘‘Çalışma Hakkı ve Ödevi’’ başlıklı 49.Esas Sayısı : 2020/74 Karar sayısı : 2021/94 3 maddesinde herkesin çalışma hakkına sahip olduğu hususu ve Devletin çalışanları koruma yükümlülüğü hüküm altına alınmıştır. Devlet, her şeyden önce çalışanların ücretlerini alması, yaşamlarını sürdürebilmeleri ve işlerini koruyabilmeleri hususunda etkin tedbirler alma yükümlülüğü altındadır. Devletin çalışanları koruma yükümlülüğünün kapsamına adil ücret hakkı da dahildir. Bu nedenle, kanun koyucu tarafından yapılan çalışanların kendi rızaları hilafına çalıştıkları işlerden ayrılmaları veya kanunla belirlenmiş haftalık çalışma sürelerinin altında sözleşmeleri ile akdedilmiş süreler dışında çalıştırılmaları nedeniyle ortaya çıkacak ücret kayıplarını karşılamaya yönelik işsizlik sigortasının bir alt türü olan kısa çalışma ödeneğinden yararlanma taleplerinin Cumhurbaşkanının sübjektif olarak alacağı bir karar ile işyerinin faaliyette bulunduğu sektörün kararın kapsamında olup olmadığına göre belirlenmesi, çalışanın bu sigortadan yararlanma hakkını zedeleyecek bir uygulamadır. Çalışanın ücretinden yapılan işsizlik sigortası primi kesintisinin amacı çalışanı bu tür geçici işsizlik durumuna karşı gelir desteği yoluyla korumayı hedefleyen bir düzenlemedir. Çalışanın kanunun gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirmiş olmasına rağmen, Cumhurbaşkanınca alınacak bir karar ile kanunun öngördüğü gelir desteğinden mahrum bırakılmasına yönelik anılan düzenleme, Devletin çalışanları koruma yükümlülüğünü ihlal eden bir düzenlemedir. Bu itibarla, söz konusu düzenleme, çalışanların ücret hakkını keyfî şekilde sınırlaması nedeniyle Anayasa’nın 49. maddesine aykırılık taşımaktadır. Tekrar vurgulamak gerekir ki, madde 49, Devlet için, çalışma hakkı çerçevesinde “yükseltmek, geliştirmek, korumak, desteklemek, sağlamak” fiilleriyle sadece olumlu yükümlülükler öngören bir düzenleme olup, madde 13’ün öngörmüş olduğu kanunla sınırlama ilkesine anayasal nedensellik bakımından kapalıdır. Bu itibarla iptali istenen kural, madde 13’e de aykırıdır. Son olarak söz konusu düzenleme, Anayasa’nın 60. maddesinde tanımlanan sosyal güvenlik hakkını da zedeleyici niteliktedir. Anayasa’nın 60. maddesi, “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” hükmünü öngörmektedir. Bu maddeye göre, Anayasamızda sosyal güvenlik hakkı, Devlet için olumlu edim yükümlülüğü öngörülmek suretiyle güvenceleriyle birlikte tanımlanmıştır. Bu nedenle devlet sosyal güvenliği sağlamak için gerekli tedbirleri ayrımcılık yapmadan, “herkes” için almakla yükümlüdür. Devlet; sosyal güvenlik hakkını hayata geçirmek üzere yasal düzenlemeleri yapmakla, kanunların uygulama esaslarını tüzük ve yönetmelikler çıkararak düzenlemekle ve herkesin sosyal güvenliğini sağlayacak tedbirleri almakla yükümlüdür. Bu çerçevede işsizlik sigortası kanunu da, çalışanları işsizlik gibi bir toplumsal riske karşı korumak ve gelir desteği sağlamak amacını yerine getirmek üzere kurulan işsizlik sigortası fonunu düzenleyen bir kanundur. Bu kanun kapsamında işsiz kalan sigortalılara yönelik gelir desteği ve işe geri dönüşleri için mesleki eğitim ve beceri kazandırma gibi edimler devlete yüklenmiştir. Çalışanlar açısından da bu sigorta kolu için prim ödeme yükümlülüğü getirilmiştir. Bu çerçevede kısa çalışma ödeneği de Kanunun ek 2. maddesinde düzenlenmiş ve “Genel ekonomik, sektörel veya bölgesel kriz ile zorlayıcı sebeplerle” işyerindeki haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak önemli ölçüde azaltılması veya işyerinde faaliyetin tamamen veya kısmen geçici olarak durdurulması hallerinde, işyerinde üç ayı aşmamak üzere kısa çalışma yapılabileceği ve bu kısa çalışma döneminde de kısa çalışma kapsamındaki işçilere 4447 sayılı Yasanın 50. maddesinin 2. fıkrasındaki koşulları yerine getirmiş olması şartıyla kısa çalışma ödeneği ödeneceği öngörülmüştür. Yukarıda da belirtildiği üzere covid 19 pandemisi nedeniyle 4447 sayılı Yasaya eklenen geçici 23. madde ile kısa çalışma ödeneğine bir istisnai düzenleme getirilmiş ve “30/6/2020Esas Sayısı : 2020/74 Karar sayısı : 2021/94 4 tarihine kadar geçerli olmak üzere, yeni koronavirüs (Covid 19) kaynaklı zorlayıcı sebep” de, kısa çalışma ödeneğine başvuru için bir sebep sayılmıştır. Bu kapsamda yapılan başvurularda işçinin 50. maddenin 2. fıkrasındaki şartlar yerine özel olarak kısa çalışma başlama tarihinden önceki son 60 gün hizmet akdine tabi olması ve son üç yıl içinde 450 gün sigortalı olarak çalışıp işsizlik sigortası primi ödenmiş olması şartlarını taşımaları aranmıştır. Sosyal güvenlik hakkının başlıca güvence düzeneği olarak ayrılmaz bir parçası olan sosyal sigorta sistemi özünde külfet ve nimet esasına dayanan bir sistemdir. Sigortalı olarak tanımlanan çalışanlar ücretlerinin belirlenmiş bir kısmını prim olarak oluşturulmuş sigorta fonuna aktarmakla yükümlüdür. Bu yükümlülükleri yerine getiren sigortalılar belirli koşulların veya risklerin ortaya çıkması halinde de bu sigorta kolundan tanımlanmış gelir veya diğer yardım türlerine hak kazanırlar. Bu da sosyal sigortanın nimet kısmıdır. Devlet bu yükümlülüklerini nesnel ölçütlere dayalı olarak ve ayrımcılık gözetmeksizin yerine getirmekle yükümlüdür. Çalışanın ücretinden yapılan işsizlik sigortası primi kesintisinin amacı, tam da çalışanı bu tür geçici işsizlik durumlarına karşı gelir desteği yoluyla korumaktır. Çalışanın kanunun gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirmiş olmasına rağmen, Cumhurbaşkanınca alınacak bir karar ile kanunun öngördüğü gelir desteğinden mahrum bırakılmasına yönelik anılan düzenleme, sosyal güvenlik hakkını zedeleyici bir niteliktedir. Sigortalı, gerekli prim ödeme şartlarını yerine getirmesine ve pandemi nedeniyle normal çalışma akdinin gereklerini yerine getirememesi nedeniyle kısa çalışma ödeneğine hak kazanması gerekirken, idarenin (Cumhurbaşkanının) subjektif takdiri nedeniyle bu ödenekten mahrum kalacak ve hayatını sürdürmesi için gerekli olan maddi destekten yoksun kalmış olacaktır. Hal böyle iken Cumhurbaşkanının belirlediği bir sektörde çalışan aynı nitelikleri taşıyan ve yükümlülükleri yerine getirmiş sigortalı ise, bu kısa çalışma ödeneğinden faydalanabilecektir. Oysa, covid 19 pandemisinin sektörel olarak yoğunlaşması veya belirli sektörlerle bağlı olarak yayılmasına ilişkin bir bilimsel veri bulunmamaktadır. Bu kapsamda ödenen kısa çalışma ödeneği başvurularında sektörel bir ayrım yapmanın objektif bir gerekçesi ve haklı bir nedeni bulunmamaktadır. Dolayısıyla aynı primi ödemiş, aynı yükümlülükleri yerine getirmiş ve gelir desteğiyle korunma ihtiyacı bakımından aynı durumda bulunan iki sigortalı arasında nimete ulaşmada ayrımcılık yaratma yetkisinin cumhurbaşkanına tanınması mümkün değildir. Bu sosyal güvenlik hakkının özünü zedeleyen bir düzenlemedir. Bu nedenle söz konusu düzenleme Anayasa’nın 60. maddesine de aykırıdır ve iptali gerekir. Bu itibarla iptali istenen düzenleme, Anayasa madde 13’e de üç açıdan aykırıdır: hakkın özü bakımından, yasallık ilkesi açısından ve anayasal nedensellik ilkesi bakımından. Madde 13’e göre, Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir”. Öncelikle, sosyal güvenlik hakkının özünü zedeleyen bir düzenleme, Anayasa madde 13’e de aykırılık oluşturur. İkinci olarak, anayasal hak ve özgürlükler, ancak yasa ile sınırlanabildiği halde, sosyal güvenlik hakkının özel bir görünümünü oluşturan ve onu somutlaştıran kısa çalışma ödeneği hakkını sınırlama yetkisini, Cumhurbaşkanı’na tanımaktadır.Esas Sayısı : 2020/74 Karar sayısı : 2021/94 5 Üçüncü olarak, madde 13’ün öngördüğü “ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak” kaydı gereği, sosyal güvenlik hakkı, Devlet yükümlülükleri çerçevesinde güvenceli bir hak olarak düzenlenmiş olup, sınırlanmaya açık olmayan bir haktır. Yasa ile sınırlanması mümkün olmayan bir hakkın Cumhurbaşkanı kararı ile, üstelik ayrımcılık yaratacak biçimde sınırlanması, madde 13’e açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Tüm bu nedenlerle 7252 sayılı Kanun’un 3. maddesi, Anayasa’nın 2., 10., 13., 49. ve 60. maddelerine aykırıdır; anılan bendin iptali gerekir. 2) 7252 sayılı “Dijital Mecralar Komisyonu Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 4. maddesiyle 4447 sayılı Kanuna eklenen Geçici 26. maddenin birinci fıkrasındaki “ve destek tutarı Fondan karşılanır” ile sekizinci fıkrasındaki “Fondan” ibareleri ile dokuzuncu fıkrasındaki “sektörel olarak ayrı ayrı veya bir bütün olarak” ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı 7252 Sayılı Dijital Mecralar Komisyonu Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 4. maddesiyle 4447 sayılı Kanuna eklenen geçici 26. madde ile 01/07/2020 tarihinden önce kısa çalışma başvurusunda bulunmuş olan özel sektör işyerlerinde kısa çalışmanın sona ermesi ve aynı işyerinde haftalık normal çalışma sürelerine dönülmesi halinde 31.12.2020 tarihini geçmemek üzere üç ay süreyle sigortalılar için 5510 Sayılı Kanun gereğince ödenmesi gereken sigortalı ve işveren sigorta primlerinin prime esas kazançların alt sınırı üzerinden hesaplanan sigortalı ve işveren hissesi primlerinin tamamının İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasına dair bir düzenleme yapılmıştır. Ayrıca Cumhurbaşkanına bir bütün olarak veya sektörel olarak bu üç aylık süreyi altı aya kadar uzatma yetkisi verilmiştir. Söz konusu ihtilaflı düzenlemedeki Anayasa’ya aykırılıklar, iki ana başlık altında tespit edilebilir. A) Söz konusu düzenleme ile Fon, amacı dışında kullanıma açılmış, çalışanların işsizlik halinde ekonomik güvencelerinin sağlanması amacından sapılarak Anayasamızın sosyal güvenlik hakkını düzenleyen 60. maddesinde belirlenen yükümlülük ve ödeve aykırı bir durum ortaya çıkmıştır. Bu nedenle 7252 Sayılı Kanunun 4. maddesi ile 4447 Sayılı Kanuna eklenen geçici madde 26’nın birinci fıkrasının son cümlesinde yer alan “ve destek tutarı Fondan karşılanır” ibaresi ile 8. Fıkrasındaki “Fondan” ibareleri, Anayasa’nın “sosyal hukuk devleti ilkesi”ne ve sosyal güvenliğe ilişkin hükümlerine aykırıdır. Haliyle düzenleme, öncelikle Anayasa’nın 60. ve 65. maddeleri ile 2. ve 5. maddelerine aykırıdır. Aşağıda sırasıyla ayrıntılı olarak söz konusu ibarenin Anayasa’nın ilgili maddelerine aykırılıkları tanımlanacaktır. a. Anayasanın 60. ve 65. Maddelerine Aykırılığı 7252 Sayılı Dijital Mecralar Komisyonu Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 4. maddesiyle 4447 sayılı Kanuna eklenen geçici 26. madde ile 01/07/2020 tarihinden önce kısa çalışma başvurusunda bulunmuş olan özel sektör işyerlerinde kısa çalışmanın sona ermesi ve aynı işyerinde haftalık normal çalışma sürelerine dönülmesi halinde 31.12.2020 tarihini geçmemek üzere üç ay süreyle sigortalılar için 5510 Sayılı Kanun gereğince ödenmesi gereken sigortalı ve işveren sigorta primlerinin prime esas kazançların alt sınırı üzerinden hesaplanan sigortalı ve işveren hissesi primlerinin tamamının İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasına dair düzenleme, Anayasanın 60. maddesinde yer alan “sosyal güvenlik hakkı” ile çelişmektedir. Sosyal güvenlik hakkı, ikinci kuşak insan haklarındandır. Sosyal güvenlik hakkı, niteliği itibarı ile ekonomik ve sosyal haklar arasında yer alan bir haktır. Sosyal güvenlik hakkı, insanEsas Sayısı : 2020/74 Karar sayısı : 2021/94 6 haklarına dair bütün milletlerarası belgelerde kabul edilen bir insan hakkıdır. Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa Sosyal Şartı ve Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı tarafından güvence altına alınmıştır. Ayrıca, yine Türkiye Cumhuriyeti tarafından onaylanmış bulunan BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nce güvence altına alınmıştır. Sosyal güvenlik hakkı, bir insan hakkı olarak vatandaş olsun ya da olmasın bütün insanlara tanınması gereken bir haktır. Niteliği itibarı ile ekonomik ve sosyal bir hak olarak sosyal güvenlik hakkı, devlete bu hakkı hayata geçirmek için gereken tedbirleri almak ve teşkilatı kurmak gibi bir çoklu olumlu yükümlülük yükler. Sosyal güvenlik hakkı bu anlamda pozitif statü hakları arasında yer alır. Sosyal güvenlik bu anlamda insanlar için bir hak, devletler için ise bir ödev, bir yükümlülüktür. Sosyal güvenlik hakkı kişilere devletten sosyal güvenliğini sağlamak için gerekeni yapmayı talep etme hakkı verir. 1982 Anayasası bu özelliklere uygun bir muhteva içerisinde sosyal güvenlik hakkını düzenlemiştir. Sosyal güvenlik hakkı, 1982 Anayasası'nda geniş bir içerik ve yelpazede düzenlenmiştir. Anayasada sosyal güvenlikle ilgili olmak üzere 60., 61., ve 62. maddeler olmak üç ayrı maddede olmak üzere hükümler yer almaktadır. Asıl olarak Sosyal Güvenlik Hakkı Anayasamızın 60. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre “Madde 60: “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” hükmü bulunmaktadır. Bu madde sosyal güvenlik hakkını herkes için ayrımsız bir biçimde tanıma ilkesini koyduktan sonra, Devlet açısından, sadece hakkın güvenceleri olarak olumlu yükümlülükler bağlamında formüle edilmiş olup, herhangi bir sınırlama nedenine yer vermiş değildir. Madde 60’ın sosyal güvenlik hakkını tanıma şekli, gerçekleşmesi için Devlet’e düzenleme, örgütleme ve denetleme düzeneklerini kurma yükümlülüklerini kapsamına alması bakımından, pozitif statü hakkı niteliğiyle ekonomik ve sosyal hakların başında gelmektedir. Anayasa madde 60/2, bunun tipik örneğini oluşturmaktadır: “Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” (m. 60/2) şeklinde olumlu yükümlülük kaydını açıkça öngörmüştür. Şu halde; sosyal güvenlik hakkını hayata geçirmek üzere kanuni düzenlemeleri yapmakla, kanunların uygulama esaslarını tüzük ve yönetmelikler çıkararak düzenlemekle ve herkesin sosyal güvenliğini sağlayacak tedbirleri almakla yükümlüdür. Çağdaş dünyada devletler sosyal güvenliği sağlamak için bir teşkilat kurmakla; bir sistem kurmakla yükümlüdürler. Anayasamız da devleti sosyal güvenlik teşkilatlanmasını yapmakla ve sosyal güvenliği sağlayacak bir sistemi kurmakla yükümlü kılmıştır. Nitekim Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da bu yükümlülüğün altı çizilmiştir. “Anayasa'nın 60. maddesinde, herkesin, sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu, Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alacağı ve örgütü kuracağı kurala bağlanmıştır. Bu maddeye göre, sosyal güvenlik herkes için bir hak ve bunu gerçekleştirmek ise Devlet için bir görevdir. Sosyal güvenlik hakkı, sosyal sigorta kuruluşlarınca kendi kuralları çerçevesinde yerine getirilir. Sosyal güvenliğin ve sigortanın varlık nedeni sosyal risklerin karşılanmasıdır. Devletin Anayasa'da güvence altına alınan sosyal güvenlik haklarının yaşama geçirilmesi için gerekli önlemleri alması, sosyal güvenlik politikalarını bilimsel verilere göre belirlemesi ve bunun için gerekli yasal düzenlemeleri yapması doğaldır. Nesnel ve sürekli kurallarla sağlam ve sağlıklı temellere oturtulmayan bir sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilir olması düşünülemez. Bu düzenin korunması Anayasa'nın 60. maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkının güvenceye alınması için de zorunludur.” (AYM, E: 2011/42, K: 2013/60, R.G. Tarih Sayı 25.7.2014 29071; AYM, E. 2006/111, K: 2006/112, R.G. Tarih/Sayı: 30.12.2006/26392 5. Mükerrer)Esas Sayısı : 2020/74 Karar sayısı : 2021/94 7 Görüleceği üzere Anayasa Mahkemesi kararlarında da sosyal güvenlik, bireyler yönünden “hak”, Devlet yönünden “ödev” olarak öngörülmüştür. Anayasa koyucu, Devlet'i yalnızca sosyal güvenliği sağlayacak önlemleri almak ve gerekli örgütü kurmakla görevlendirmemiş, aynı zamanda bunu Devlet'in yükümlülüğü olarak görmüş ve olumlu edim yükümlülüğü getirmiştir. Toplumsal dayanışmanın kurumsal duruma getirilmesini anlatan sosyal güvenlik sisteminin, Devlet'in, Anayasa'nın 60. maddesi gereğince kurmakla görevli ve yükümlü olduğu sosyal güvenlik örgütü ile yine Devlet'in sosyal güvenliği sağlamak için alacağı önlemlerin tümünü kapsadığı da yine bu kararlarda ifade edilmiştir. Anayasamızın 60. maddesi ile getirilmiş olan bu olumlu edim yükümlülüğünün sınırı olarak özel hukuk kurallarına göre sosyal güvenlik kurumlarının da devletin gözetim ve denetiminde faaliyet gösterebileceği belirtilebilir. Nitekim bu sınırın da Anayasa’nın 65. maddesinde, belirtildiği vurgulanabilir. Söz konusu maddede Devlet'in, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek, mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getireceği belirtilmiştir. Ancak, bu kural, Anayasa Mahkemesi kararlarında da vurgulandığı gibi, yurttaşlar için hak, kendisi için ödev olan sosyal güvenliği sağlama görevini yerine getirirken; Devlet'e sosyal sigortacılığın teknik gereklerine uygun kimi düzenlemeler yapma hakkı tanımakta, sosyal güvenlik hakkını kullanılamayacak duruma getiren önlemler alma yetkisi vermemektedir. Nitekim maddede, Devlet'e sosyal hakları mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde gerçekleştirme olanağı tanınırken, “bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözetme” koşulu da konulmuştur. Şu halde, sosyal güvenlik hakkının kapsamını belirlerken ya da bu hakla ilgili sınırları öngörürken, devletin; sosyal güvenlik sistemine içkin fonları, kamu yararı içerseler dahi, sosyal güvenlikle bağlantılı olmayan başka amaçlarla kullanması mümkün olmamak gerekir. 7252 Sayılı Dijital Mecralar Komisyonu Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 4. maddesiyle 4447 sayılı Kanuna eklenen geçici 26. madde ile 01/07/2020 tarihinden önce kısa çalışma başvurusunda bulunmuş olan özel sektör işyerlerinde kısa çalışmanın sona ermesi ve aynı işyerinde haftalık normal çalışma sürelerine dönülmesi halinde 31.12.2020 tarihini geçmemek üzere üç ay süreyle sigortalılar için 5510 Sayılı Kanun gereğince ödenmesi gereken sigortalı ve işveren sigorta primlerinin prime esas kazançların alt sınırı üzerinden hesaplanan sigortalı ve işveren hissesi primlerinin tamamının İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasına dair bir düzenleme yapılmıştır. Bu düzenleme, Anayasamızda düzenlenen sosyal güvenlik hakkıyla bağdaşan bir düzenleme değildir. Özellikle işçilerin çeşitli nedenlerle çalışma yaşamı dışında kaldığı hallerde gelir güvencesi sağlamayı amaçlayan İşsizlik Sigortası sistemi sosyal güvenlik sistemimizin bir parçasıdır ve bu çerçevede bu sigortanın sağlanması için primli sistem kurularak işverenlerin, devletin ve sigortalıların bu fona katkı yapması sağlanmıştır. Fonun kullanım amaçları da açık bir biçimde 4447 Sayılı Kanunda belirtilmiştir. Bu amaçlar içerisinde işverenlere yönelik bir teşvik amacı bulunmadığı gibi, yapılan bu düzenleme ile Sigortanın kuruluş amaçlarını gerçekleştirmek için ihtiyacı olan maddi birikimin amaç dışı kullanımı söz konusu olacaktır. Sigortalıların ücretlerinden kesilen primler, işçilerin sosyal güvenlik hakkını sağlamak yerine, idarenin hazineden veya genel Bütçeden yapması gereken harcama veya teşvikler için kullanılacaktır. Covid 19 pandemi süreci nedeniyle yaklaşık 500 bin işyerinin idarenin almış olduğu kararlar nedeniyle faaliyetine ara vermek zorunda kaldığı bir gerçektir. Diğer yandan işyerlerinin bir kısmı da pandemiden kaynaklanan ekonomik nedenlerle faaliyetine ara vermiş veya işyerindeki haftalık normal çalışma sürelerini düşürmek zorunda kalmıştır. Devletin buEsas Sayısı : 2020/74 Karar sayısı : 2021/94 8 durumda olan işyerlerine yönelik tedbir alması veya teşvik oluşturması, kanun koyucunun takdirindedir. Ancak bu tür düzenlemelerin genel bütçe dışından kullanım amacı belirli olan ve kanun kapsamındaki işçiler için oluşturulmuş olan İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanması Fonun kuruluş amaçlarıyla çeliştiği gibi bu kanun kapsamındaki işçilerin anayasal sosyal güvenlik haklarını zedeleyici bir niteliktedir. İhtilaflı kuralın halihazırdaki olağanüstü koşullarda işverenlere destek olmak şeklinde meşru bir amaç izlediği kabul edilse dahi; her halükârda, izlenen amaçla, gelecekte yol açacağı fon yetersizliği itibariyle işçilerin sosyal güvenlik haklarının sınırlanması sonucu doğurması muhtemel olan başvurulan araç arasında, bir ölçülülük ilişkisi bulunmamaktadır. Kaldı ki, yürütme erki, Haziran 2020 başında daha önce alınmış olan idari tedbirleri kaldırmış ve “yeni normal” olarak tanımlanan bir döneme geçildiğini kamuoyuna açıklamıştır. Bu çerçevede pandemi nedeniyle faaliyeti durdurulan işyerlerinin de faaliyetlerine dönebilecekleri yine çeşitli genelgeler aracılığıyla duyurulmuştur. Yürütmenin, işlem ve eylemlerinde tutarlılığı esastır. Pandemi zorlayıcı sebebi bu nedenle ortadan kalkmış durumdadır. Özellikle özel sektör işverenleri açısından faaliyetlere dönme, Haziran ayı itibariyle artık bir “iradi karar” haline gelmiştir. Dolayısıyla, işletmenin veya işyerinin olağan çalışma sürecine girmesi ile işçi ve işveren arasındaki sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerin de yerine getirilmesi, Anayasamız ve yasalarımız çerçevesinde bir yükümlülük olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa 7252 sayılı Yasanın 4. maddesi ile bu olağan faaliyete dönme iradesi, işverenlerin yükümlülüklerinin kamusal olarak yüklenilmesi gereken bir yükümlülük olarak tanımlanmıştır ve söz konusu düzenleme ile işçilerin işsizlik dönemleri için kullanılması gereken fon, işverenleri teşvik amacıyla kullanılmak istenmektedir. Bu da işçilerin sosyal güvenlik haklarını zedeleyici bir biçime dönüşmüştür. Bu düzenleme yoluyla işverenlere yapılacak teşvik miktarının yaklaşık 12 Milyar TL olacağı öngörülmektedir. İşsizlik Sigortası Fonu’nun toplam varlığı 01.09.2020 tarihi itibariyle yaklaşık 111 Milyar TL olup; 12 Milyar TL’lik değer, bir fon stokuna sahip İşsizlik Sigortası Fonu’nun yaklaşık % 11’luk bir kesimine ulaşacak oldukça büyük bir rakamdır. Bu da haliyle fonun kuruluş amacı olan işçilerin işsiz kalmaları durumunda işçilere ödeme yapılmasını etkileyecektir. Bu husus, Anayasamızın 60. maddesi çerçevesinde devlete yüklenen sosyal güvenlik hakkını düzenleme görevini zedeleyici bir unsur olduğu gibi; devletin, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek, malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirme ödevini ihlal edecek şekilde, fonun amaç dışı kullanımını öngörmesi itibariyle de, Anayasa’nın 65. maddesindeki sınırlamaya uygun bir yasal düzenleme değildir. Madde 65’te yer alan “öncelikleri gözetme” kaydı, iptale konu olan kuralın öngördüğünün tam tersine, covid 19 sağlık olağanüstü durumu ortam ve koşullarında, kaynakları potansiyel mağdur konumundaki sosyal güvenlik hakkı özneleri lehine yönlendirici azami önlemleri almayı gerekli kılar. Yukarıda belirtilen nedenlerle 7252 sayılı “Dijital Mecralar Komisyonu Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 4. maddesiyle 4447 sayılı Kanuna eklenen geçici 26. maddenin birinci fıkrasındaki “ve destek tutarı Fondan karşılanır” ile sekizinci fıkrasındaki “Fondan” ibareleri, bir sosyal güvenlik aracı olan İşsizlik Sigortası Fonunun amaç dışı olarak kullanılmasına yol açtığından ve yurttaşların işsiz kaldıkları dönemde gelir güvencesi sağlanmasına yönelik sosyal güvenlik haklarını zedelediğinden Anayasanın 60. ve 65. maddelerinde yer alan sosyal güvenlik hakkı ve yükümlülüğüne ve önceliklilik bakımından amaca uygun kullanım gerekliliğine aykırıdır, iptali gerekir. b. Anayasanın 2. Maddesine AykırılığıEsas Sayısı : 2020/74 Karar sayısı : 2021/94 9 Sosyal haklarla ilgili düzenlemeler, sosyal devlet ilkesine aykırı olamaz. Sosyal devlet ilkesi, yasamayı hukuki yönden bağlayıcı bir değere sahip olmanın ötesinde, devlet için Anayasa’da ifadesini bulan sosyal hakların ve ilişkili diğer normların tatbikinde olumlu yükümlülükleri gerekli kılmaktadır. 7252 Sayılı Kanun ile kısa çalışma sisteminden normal çalışmaya dönen işverenlere getirilen teşvik sisteminin işsizlik sigortası fonundan karşılanması, sosyal hukuk devleti ilkesine ilişkin yerleşik Anayasa Mahkemesi kararları ışığında devletin temel haklar konusunda olumlu edim yükümlülüğüne aykırı ve bununla çelişen olumsuz edimler ortaya çıkaran bir düzenlemedir. Anayasa Mahkemesi, çok eski kararlarında da yeni kararlarında da “sosyal devlet” ilkesini yasaların Anayasaya uygunluğunun denetlenmesinde ölçü normlarından biri olarak değerlendirmiştir. Anayasa Mahkemesi 1963/138 esas ve 1964/71 sayılı kararında, bu ilkenin yasamayı “Anayasaya uygun düzenleme” açısından bağladığını ortaya koymuştur. Anayasa Mahkemesi yeni tarihli kararlarında da bu yaklaşımını sürdürmüştür. Yüksek Mahkeme, 2015/67 Esas ve 2016/21 sayılı kararında sosyal hukuk devleti ilkesini ve bu ilkenin devlete getirdiği yükümlülükleri şöyle tanımlamaktadır: “Anayasa’nın 2. maddesinde nitelikleri belirtilen sosyal hukuk devleti; insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, kişilerin huzur, refah ve mutluluk içinde yaşamalarını güvence altına alan, kişi hak ve özgürlükleriyle kamu yararı arasında adil bir denge kurabilen, çalışma hayatını geliştirmek ve ekonomik önlemler alarak çalışanlarını koruyan, onların insan onuruna uygun hayat sürdürmelerini sağlayan, milli gelirin adalete uygun biçimde dağıtılması için gereken önlemleri alan, sosyal güvenlik hakkını yaşama geçirebilen, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal adaleti ve toplumsal dengeleri gözeten devlettir. Çağdaş devlet anlayışı, sosyal hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarıyla Anayasa’nın özüne ve ruhuna uygun biçimde kurularak işletilmesini, bu yolla bireylerin refah, huzur ve mutluluğunun sağlanmasını gerekli kılar.” Anayasanın, “adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı sosyal bir hukuk devleti” ilkesi, konum | 4,083 |
Esas sayısı:1974/33 Karar sayısı:1975/1 1 l DAVACININ GEREKÇESİNİN ÖZETİ: 1803 sayılı Kanunun 15 inci maddesinin (A) ve (D) bentlerinin Anayasaya aykırı olduğu yolunda davacının ileri sürdüğü gerekçe aşağıda özetlenmiştir: 1803 sayılı Kanunun 15/A maddesi, üniversiteleri içeren bir genişliktedir. Buna göre hangi sebeple olursa olsun kaydı silinmiş veya kendi istekleriyle kayıtlarını sildirmiş eski öğrencilerin talepleri halinde, üniversitelerce yeniden öğrenci olarak kaydedilmeleri zorunluluğunu getirmektedir. a) Bu hükümlerin kanunlaşmasında, üniversitelerin görüşü alınmamıştır. b) Söz konusu hükümler, üniversiteye dışardan müdahale niteliğinde bulunmaktadır. 1803 sayılı Kanun, bilimsel özerklik açısından üniversitenin kontenjan tespiti hakkına müdahale etmiş ve saptanan kontenjanların dışında ve çok üstünde öğrenci alma zorunluğu yüklemiştir. Kaldı ki af, Devletin cezalandırma hakkından feragati demektir. O halde ceza ile ilgili olmayan hususların af fı söz konusu olamaz. Af Kanununa bu şekilde hükümler konması, af yetkisinin sınırlarının aşılması anlamına gelir. Sınıfta kalma bir ceza değil, sadece başarısızlığın saptanması dır. Keza başarısızlık sonucu kayıt silmede ceza olmayıp, kayıtlı bulunduğu fakülteye devam yetersizliği nin saptanmasının bir sonucudur. Yetersizliği saptanan kişinin kanunla yeterli kılınması düşünülemez. Bu durumda söz konusu hüküm, af yetkisinin sınırlarının aşılması ve özerkliğin zedelenmesi anlamını taşımaktadır. 1803 sayılı Kanunun 15 inci maddesinin (A) ve (D) bentlerinin. Anayasa'nın 21., 64., 120 inci ve 153 üncü maddelerine aykırılığı ve Anayasa Mahkemesince takdir olunacak diğer nedenlerle iptaline karar verilmesi istenmiştir. | 211 |
Esas Sayısı : 1998/16 Karar Sayısı : 1998/88 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararındaki gerekçe şöyledir: Sanığın sürücü belgesiz araç kullanması nedeni ile hakkında 06.02.1998 tarihli Kaş İlçesi Emniyet Amirliği Trafik Tescil ve Denetleme Büro Amirliğince hakkında tutanak tutulmuş ve 2918 S. Yasa'nın 36. maddesine göre ceza tayini için hakkında dava açılmıştır. Sanık savunmasında suçlamayı kabul etmiştir. Sanığa 06.02.1998 tarihinde TCK'nun 119. maddesine göre ön ödeme önerisinde bulunulmuş, sanık ön ödeme önerisinde bildirilen miktarı 17.03.1998 tarihli vezne alındısı ile yatırmıştır. Sürücü belgesiz araç kullanma suçu için 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasası'nın değişik 36. maddesinde ilk tespitte bir aydan iki aya kadar hafif hapis cezası ile 7.200.000.TL hafif para cezası öngörülmektedir. Aynı Yasa'daki ceza artışına ilişkin maddede yeniden değerleme oranında hafif para cezasında artış öngörülmekte olup bu miktar 1998 yılı için 12.900.000.TL.dir. T.C.Y.nın 119. maddesinde düzenlenen ön ödeme sınırları içerisinde bulunan hafif hapis cezasının günlüğü 647 sayılı Yasanın 4. maddesine göre 3000.TL.den hesap edilip paraya çevrilerek, doğrudan hafif para cezası ile toplanarak, sanıklara ön ödeme önerisinde bulunup bildirilen miktarı 10 gün içinde yatırdığı takdirde kamu davasının ortadan kaldırılmasına, aksi takdirde verilecek cezayı yarı oranında artırılarak hükmolunmaktadır. Ülkemizdeki Hukuksal, Sosyal ve Siyasal problemlerin kaynağında aşağıda belirtilen iki husus önemli yer tutmaktadır. 1 Ülkemizdeki bilimsellik anlayışı ve bu anlayışın sorgulanmaması; 2 Hukukun tanımlanmasındaki yetersizlik. 3 Ülkemizdeki bilimsellik anlayışını tarihsel süreç içerisinde değerlendirecek olur isek sonuna geldiğimiz Y.Y.'ın başında Edebiyatımızda sanat anlayışı hakkında ortaya konulan ikilem bize önemli bir ışık tutacaktır. Y.Y.'ın başında Edebiyatımızda sanat sanat içindir sanat insan ve toplum içindir ikilemi yaşanmış ve sanat sanat içindir anlayışı önemli bir yer kazanmıştır Bu anlayış günümüzde her ne kadar bu şekilde isimlendirilmese de Üniversitelerimizde kendini bilim bilimsellik içindir şeklinde göstermektedir. Bilimin asıl hedefinin insan olması gerektiği açıktır. Ve esasen şu anda Üniversitelerimizde bilimin asıl hedefinin insan olduğu bildirilmekte ise de bilimsel çalışmaların hedefinin insan mı' Yoksa bilimsellik mi' Olduğu şeklinde sorgulama yeterince yapılmamaktadır. Bilimsellik anlayışındaki bu çarpıklık ya da yetersizlik kendini Hukuk Sahasında da Göstermektedir. Hukuk sahasında Hukukun da Hukuksallık için mi' Yapılıp yapılmadığıEsas Sayısı : 1998/16 Karar Sayısı : 1998/88 2 yeterince sorgulanmamaktadır. Hukukun da asıl hedefinin insan ve toplum olduğunun devamlı olarak gözönünde bulundurulduğu rahatlıkla söylenememektedir. Bahsedilen sorgulama eksikliğini herkesin anlayacağı şekilde izah etmek gerekirse bilimsel çalışmalardaki asıl hedefte şaşma olunca bu çalışmalar dostlar alışverişte görsün atasözümüzü çağrıştırmaktadır. 4 Hukukun tanımlanmasında gösterilen yetersizliğe gelince hukukun çok boyutlu olarak değerlendirilmesinin yapılmasından kaçınmak ya da yapamamaktır. Bilindiği gibi hukuk norm, sosyal olgu ve ide (adalet) boyutlarından oluşmaktadır. Ülkemiz hukukçularının en büyük zaafiyeti Hukuku kural, (norm) olarak tanımlamalarıdır. Bu tanımlamayı yapabilmek için değil hukuk eğitimi görmeye okuma yazma bilmeye dahi gerek yoktur. Ülkemiz hukukçularının hukukun sosyal olgu ve ide boyutunu önemli ölçüde ihmal ettikleri, hatta norm boyutunu normun üstün bir iradenin eseri olması yönünden değerlendiren Hukuksal pizitivizm anlayışına dahi sahip olmadıkları söylenebilir. Ülkemizde Hukuk, norm boyutu ile kelsen pramiti arasında sıkışmış bir anlayış içerisinde değerlendirilmektedir. Yasaların hazırlanmasında ve Yasalaştırma (Kodifikasyon) çalışmalarında zikredilen temel perspektif göz önünde bulundurulmadığında hedeflenen noktaya varılamayacağı açıktır. Ülkemizdeki trafik problemi herkesin malumu olup, herkesçe gerekli önlemlerin alınması fikri paylaşılmaktadır. Bu anlayışla Karayolları Trafik Yasası (K.T.Y.) ile düzenleme yapılmakla birlikte bu düzenleme uygulamadaki sıkıntılar ve problemler yeterince düşünülmeden yapılmıştır. Zira 2918 S.K.T.Y'nda önce 4199 S.Y. ile değişiklik yapılmış bu düzenleme ile sürücü belgesiz araç kullanmak Asliye Ceza Mahkemelerinin görevine girecek şekilde düzenlenmiş bu hususun gözden kaçtığı anlaşılınca 4262 S.Y. ile yeniden kısa bir aradan sonra değişikliğe gidilmiştir. Yukarıda bahsedildiği gibi sonuç olarak 12.990.000. TL. hafif para cezasını 10 gün süre içerisinde yatıran sanık hakkında açılan kamu davasının ortadan kaldırılmasına karar vermek mecburiyeti vardır. Sürücü belgesi olmayan sanıkların ön ödeme önerisini yerine getirmemesi ancak sanığın parasal ya da zihinsel yetersizliği halinde mümkün olacaktır. Esasen sürücü belgesiz araç kullanmayı bu şekilde Adli bir suç haline dönüştürme düşüncesinin altında trafik polislerine güvensizlik şüphesini düşündürmektedir. Esasen trafik polislerince tutanak tutulmasının yargılama sürecini başlatan bir işlem olduğu açıktır. Ayrıca çağdaş devlet hangi kademede olursa olsun kamu görevlisine güven ve daha sonra gerekli denetimin yapılması ile olunabilir. Trafik polislerince idari para cezası işlemi yapılabilecek bir durumda mahkemeler gereksiz yere meşgul edilmekte olup bu tür yasal düzenlemeler ile vatandaş arasında mahkemelerde sürünme şeklinde deyim oluşturulacak duruma maalesef gelinmiştir. Yasa uygulamasında trafik polislerince sürücü belgesiz bir şahıs tespit edildiğinde mevcut olarak mahkemede hazır etmeleri gerekmekte olup, bu şekilde hareket edildiğinde yani bu yasal gerek yerine getirildiğinde ekip kontrol görevine son vermek durumunda kalmaktadır.Esas Sayısı : 1998/16 Karar Sayısı : 1998/88 3 Yetersiz olan araç personel ve ulaşım giderleri karşısında bu suçtan işlem yapma bu nedenle trafik polislerinin işini son derece zorlaştırmakta hatta olanaksız hale getirmektedir. T.C.Y.mızdaki ön ödemeyi düzenleyen 119. maddesi zikredilen prosedür ve ceza miktarı karşısında mahkemelerin yapmış olduğu iş trafik polislerince verilecek idari para cezasına ilişkin işlemlerden mahiyet olarak hiçbir fark arz etmemesi nedeniyle sürücü belgesiz araç kullanma suçunu adli bir suç olarak bulundurmasının hiçbir mantıklı ve tutarlı tarafı bulunmamaktadır. Davaların yoğunluğu araç gereç ve personel ve diğer tüm yetersizlikler gözönünde bulundurularak mahkemelerdeki iş yoğunluğunun arttırılmasından önemle kaçınmak gerektiği hatta azaltmanın yollarının bir an önce aranmasının gerektiği açıktır. Dünyadaki çağdaş gelişim suçların adli olmaktan çıkartılıp idari hale dönüştürülmesi mahkemelerce ancak idari cezalara itirazların bakılması şeklindedir. Yine dünyadaki kamu yönetiminin çağdaş prensiplerinin başında kurumsallaşma ile birlikte kamu görevlisine güven esası gelmektedir. Yukarıda açıklanan nedenlerle sürücü belgesiz araç kullanma suçunun idari para cezasına dönüştürülmesi amacı ile adli suç olarak vasıflandırmayı gerektiren cezaların iptali gerekmektedir. Anayasa Mahkemesince yerindelik (Oportunite) denetimini yasaklayan herhangi bir Anayasa ya da yasa hükmü bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesi en geniş denetim yetkisine sahip yargının sembolü yüksek mahkeme olup, her türlü Norm, Sosyal Olgu ve Adalet boyutu açısından denetim yapabilir ve haliyle yerindelik denetimi de yapabilir. Anayasa Mahkemesinin yerindelik denetimi yapması Anayasamızın 153/2 maddesinde belirtilen kanun koyucu gibi hareket etme değildir. Yukarıda belirtildiği gibi zikredilen suçun idari cezaya dönüştürülmesi amacıyla hüküm fıkrasında belirtilen yasa maddesi Anayasamızın 153/3 maddesi de gözönünde bulundurularak iptal kararı verilmesi için yasa maddesi Anayasamıza aykırı görülmüş aşağıdaki hüküm tesis edilmiştir. (İptal başvurusunda mahkemelerce kullanılması gereken hukuksal terminoloji ile Türk Milleti adına karar verildiğinden aynı zamanda her Türk vatandaşının da anlayacağı dil kullanılmıştır) Hüküm : Yukarıda açıklanan nedenlerle; Anayasamızın 152/1 maddesine göre; 2918 Sayılı Karayolları Trafik Yasasının 4199 sayılı Yasanın 16. maddesi ile ve daha sonra 4262 sayılı Yasanın 4. maddesi ile değiştirilerek kabul edilen 36. maddesinin üçüncü fıkrasındaki İlk tespitte bir aydan iki aya kadar, . hafif hapis cezası verilir, 7.200.000. TL hafif para cezası ile cezalandırılırlar. şeklindeki hükümlerini, Anayasamızın temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasının demokratik toplum gereklerine aykırı olamayacağına ilişkin 13/2 maddesine ve mahkemelerin ve hakimlerin bağımsızlığına ilişkin 138/1 maddesine aykırılığı kanaatine resen varıldığından bahsedilen, yasa maddesinin hükümlerinin iptali için Anayasa Mahkemesine dava açılmasına. Esas Sayısı : 1998/16 Karar Sayısı : 1998/88 4 Gereği için gerekçeli iptal başvurusuna ilişkin karar ve onaylı dosya suretinin Anayasa Mahkemesi Genel Sekreterliğine gönderilmek üzere Kaş Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesine, Bu nedenlerle, Anayasamızın 152/1 ve 3. maddesine göre duruşmanın 14.07.1998 günü saat 09.00'a bırakılmasına karar verildi. | 1,126 |
Esas Sayısı : 2016/141 Karar Sayısı : 2018/27 1 “… 1. 06.05.2016 Tarihli ve 6715 Sayılı “İş Kanunu ile Türkiye İş Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 1. Maddesi ile Değiştirilen 4857 Sayılı İş Kanununun 7. Maddesinin 1. Fıkrasında Yer Alan “Özel istihdam bürosu aracılığıyla ya da” ibaresinin Anayasaya Aykırılığı 6715 Sayılı Kanunun İş Kanununun 7. maddesini değiştiren 1. maddesinin 1. fıkrasında yer alan “özel istihdam bürosu aracılığıyla ya da” hükmü ile geçici iş ilişkisinin özel istihdam büroları aracılığı ile kurulabilmesine olanak tanınmaktadır. Yasanın 1. maddesinin 1 ve 2. fıkraları ile kamu ve yeraltı maden işleri dışında (alt işveren sözleşmeleri aracılığıyla kamu ve yeraltı maden işyerlerinde de) çalışma hayatının bütün alanlarında yeni ve daha elverişsiz bir çalışma kategorisi ihdas edilmiştir. A. Anayasanın 2. Maddesine Aykırılığı 6715 Sayılı Yasanın 1. maddesinin 1. fıkrası ile getirilen “Özel İstihdam Büroları Aracılığıyla Geçici İş İlişkisi” (Kiralık işçilik) Anayasanın 2. maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti ilkesi ile çelişmektedir. Yasama organı sosyal haklar ile ilgili düzenleme yaparken sosyal hukuk devleti ilkesi ile bağlıdır. Sosyal haklarla ilgili düzenlemeler, sosyal devlet ilkesine aykırı olamaz. Sosyal devlet ilkesi kişiler açısından öznel bir hak getirmemesine rağmen, yasamayı hukuki yönden bağlayıcı bir değere sahip olmanın ötesinde, devlet için olumlu yükümlülükleri gerekli kılmaktadır. 6715 Kanun İş Kanununun 7. maddesini değiştiren 1. maddesinin 1. fıkrasında yer alan özel istihdam büroları aracılığı ile geçici iş ilişkisi kurulabilmesine olanak tanıyan düzenleme, sosyal hukuk devleti ilkesine ilişkin yerleşik Anayasa Mahkemesi kararları ışığında devletin temel haklar konusunda olumlu edim yükümlülüğüne aykırı ve bununla çelişen olumsuz edimler ortaya çıkaran bir düzenlemedir. Anayasa Mahkemesi çok eski kararlarında da yeni kararlarında da “sosyal devlet” ilkesini yasaların Anayasaya uygunluğunun denetlenmesinde ölçü normlarından biri olarak değerlendirmiştir. Anayasa Mahkemesi 1963/138 esas ve 1964/71 sayılı kararında, bu ilkenin yasamayı “Anayasaya uygun düzenleme” açısından bağladığını ortaya koymuştur. Anayasa Mahkemesi yeni tarihli kararlarında da bu yaklaşımını sürdürmüştür. Yüksek Mahkeme 2015/67 Esas ve 2016/21 sayılı kararında sosyal hukuk devleti ilkesini ve bu ilkenin devlete getirdiği yükümlülükleri şöyle tanımlamaktadır: “Anayasa’nın 2. maddesinde nitelikleri belirtilen sosyal hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, kişilerin huzur, refah ve mutluluk içinde yaşamalarını güvence altına alan, kişi hak ve özgürlükleriyle kamu yararı arasında adil bir denge kurabilen, çalışma hayatını geliştirmek ve ekonomik önlemler alarak çalışanlarını koruyan, onların insan onuruna uygun hayat sürdürmelerini sağlayan, milli gelirin adalete uygun biçimde dağıtılması için gereken önlemleri alan, sosyal güvenlik hakkını yaşama geçirebilen, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal adaleti ve toplumsal dengeleri gözeten devlettir. Çağdaş devlet anlayışı, sosyal hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarıyla Anayasa’nın özüne ve ruhuna uygun biçimde kurularak işletilmesini, bu yolla bireylerin refah, huzur ve mutluluğunun sağlanmasını gerekli kılar.”Esas Sayısı : 2016/141 Karar Sayısı : 2018/27 2 Anayasanın “insan haklarına saygılı sosyal bir hukuk devleti” ilkesi konumuz açısından özellikle önemlidir. Anayasa Mahkemesi 2015/67 Esas ve 2016/21 sayılı kararında sosyal devlet ilkesinin geniş bir yorumunu yaparak bu yönde devlete sosyal hakları geliştirme yükümlülüğü olduğu vurgulamıştır. Kararda sosyal hukuk devleti “sosyal hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren”, kişi hak ve özgürlükleriyle kamu yararı arasında adil bir denge kurabilen, çalışma hayatını geliştirmek ve ekonomik önlemler alarak çalışanlarını koruyan, onların insan onuruna uygun hayat sürdürmelerini sağlayan” “güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal adaleti ve toplumsal dengeleri gözeten” olarak tanımlanmıştır. Yasama organı, yasama faaliyetinde hükümleri arasında yer alan “sosyal devlet” ilkesini sosyal haklarla ilgili yasal düzenlemeler yaparken esas almak zorundadır. 6715 sayılı Kanunun 1. maddesinin 1. fıkrasında özel istihdam bürolarına geçici iş ilişkisi kurma hakkı verilmiş, ancak 4857 sayılı İş Kanunun 5. maddesinde belirtilen iş sözleşmesinin unsurları olan işgörme edimi, bağlılık ve ücret ödeme ediminin anılan düzenlemede öngörülen yeni sözleşme biçiminde nasıl tanımlanacağına yer verilmemiştir. Bu konuda İş Kanununda başkaca bir düzenleme bulunmadığından fiili olarak ikili iş ilişkisini üçlü ya da çoklu iş ilişkisine dönüştürülebilmesinin yolu açılmıştır. 6715 sayılı Kanunun İş Kanununun 7. maddesini değiştiren 1. maddesinin 1. fıkrasının özel istihdam büroları eliyle geçici iş ilişkisi oluşturulmasına olanak tanıyan hükmü, iş sözleşmesinin işçi açısından daha koruyucu olan ikili karakterini değiştirerek, işçilerin kiralanmasına izin veren sonuçlara yolaçtığı için Anayasının 2. maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti ilkesine aykırıdır, iptali gerekir. B. Anayasanın 48. ve 49. Maddeler@ne Aykırılığı 6715 sayılı Kanunun 1. maddes@n@n 1. fıkrası @le @hdas ed@len “özel @st@hdam büroları aracılığıyla geç@c@ @ş @l@şk@s@” kurulmasına @l@şk@n hüküm, Anayasanın 48. maddes@nde yer alan çalışma ve sözleşme özgürlüğü ve 49. maddes@nde güvence altına alınan çalışma hakkını @hlal eder n@tel@kted@r. Anayasanın 48. maddes@, “Herkes, d@led@ğ@ alanda çalışma ve sözleşme hürr@yetler@ne sah@pt@r. Özel teşebbüsler kurmak serbestt@r. Devlet, özel teşebbüsler@n m@llî ekonom@n@n gerekler@ne ve sosyal amaçlara uygun yürümes@n@, güvenl@k ve kararlılık @ç@nde çalışmasını sağlayacak tedb@rler@ alır.” hükmünü @çermekted@r. 6715 Sayılı Kanunun İş Kanununun 7. maddes@n@ değ@şt@ren 1. maddes@n@n 1 fıkrası @le yasal statüye kavuşturulan “özel @st@hdam bürosu @le @şç@ arasında yapılacak sözleşme”, görünüşte Anayasanın 48. maddes@nde öngörülen serbestl@k @lkes@ne dayalıdır. İşç@ @stemezse ÖİB @le k@ralık @şç@l@k sözleşmes@ yapmaz ve bunun yer@ne İş Kanununda yer alan d@ğer daha elver@şl@ sözleşme b@ç@mler@n@ terc@h eder. Ancak bu şek@lde yapılacak sözleşmeler@n, sözleşme özgürlüğü kapsamında değerlend@r@lemeyeceğ@ açık b@r gerçekl@kt@r. Özel @st@hdam büroları el@yle geç@c@ @ş @l@şk@s@ kurulmasının yasal hale dönüştürülmes@ @le @şverenler@n daha az mal@yetl@ olan bu çalışma türünü terc@h etmeler@ sonucunun ortaya çıkacağı ve @şç@ler@ @şverenler@n daha elver@şl@ d@ğer sözleşme türler@ne zorlayamayacakları açıktır. Ülkem@zde 6 m@lyon k@ş@n@n @şs@z olduğu düşünüldüğünde, öngörülen çalışma düzen@ h@ç kuşku yok k@, emek @st@smarına yol açacaktır. Kanun koyucu, tarafların @kt@sad@ güçler@n@n eş@t olmadığı @ş @l@şk@s@nde soyut b@r özgürlük ve serbestl@k @lkes@nden hareket edemez. D@led@ğ@ alanda çalışma ve sözleşme hürr@yet@, ancak çalışanın korunması @lkes@, @ş hukukunun n@sp@ emred@c@ olma @lkes@ ve @şveren@n sözleşme özgürlüğünün @şç@ leh@ne sınırlanması @le b@rl@kte ele alınmalıdır. Tarafların @ş sözleşmes@ yapma serbest@s@, bu @lkelerle sınırlıdır. Aks@ halde Anayasanın sosyal veEsas Sayısı : 2016/141 Karar Sayısı : 2018/27 3 ekonom@k hükümler@ anlamını y@t@recekt@r. Yasa @le @şveren@n sözleşme serbest@s@ @ş hukukunun temel @lkes@ne aykırı b@r b@ç@mde gen@şlet@l@rken, @şç@n@n sözleşme özgürlüğü f@@len sınırlanmaktadır. Bu bakımdan anılan düzenleme Anayasanın 48. maddes@ne aykırıdır. Anayasanın 49. maddes@ “çalışma, herkes@n hakkı ve ödev@d@r” hükmünü @çermekte ve “devlet@n çalışanların hayat sev@yes@n@ yükseltmek, çalışma hayatını gel@şt@rmek @ç@n çalışanları ve @şs@zler@ korumak, çalışmayı desteklemek, @şs@zl@ğ@ önlemeye elver@şl@ ekonom@k b@r ortak yaratmak ve çalışma barışını sağlamak @ç@n gerekl@ tedb@rler@ alır” d@yerek, devlete çalışma hayatı @le yükümlülük get@rm@şt@r. Anayasanın 49. maddes@nde yer alan “çalışanların hayat sev@yes@n@ yükseltmek”, “çalışma hayatını gel@şt@rmek”, “çalışanları ve @şs@zler@ korumak” ve “çalışma barışını sağlamak” @fadeler@ devlete olumlu ed@m borcu yükleyen @lkelerd@r. Bu @lkeler@n çalışma hayatı @le @lg@l@ düzenlemeler yapılırken esas alınması zorunludur. Çalışma hayatı @le @lg@l@ düzenlemeler@n bu esaslarla çel@şmemes@, bunları @hlal etmemes@ asıldır. İş mevzuatının esasını oluşturan @k@ taraflı @ş sözleşmes@ düzen@n@ ortadan kaldırmaktadır. Bu uygulamayla @şç@ k@ralamak mümkün hale gelmekted@r. “Özel @st@hdam büroları aracılığıyla geç@c@ @ş @l@şk@s@” yen@ b@r @st@hdam b@ç@m@d@r. 6715 sayılı Kanunun 1. maddes@n@n 1. fıkrası @le oluşturulan ve kamuoyunda “k@ralık @şç@l@k” olarak adlandırılan “özel @st@hdam büroları aracılığıyla geç@c@ @ş @l@şk@s@” çalışanların düzens@z, bel@rs@z ve daha kötü koşullarda çalıştırılması sonucunu doğuracağından Anayasanın 49. maddes@nde öngörülen “çalışanların hayat sev@yes@n@ yükseltmek” hedef@ @le çel@şmekted@r. Ayrıca bu hüküm “çalışanları koruyucu n@tel@kte” olmadığı @ç@n Anayasanın 49. maddes@nde yer alan “çalışanları ve @şs@zler@ korumak” @lkes@ @le de bağdaşmamaktadır. Yukarıda bel@rt@len gerekçelerle düzenleme Anayasanın 49. maddes@ne aykırıdır, @ptal@ gerek@r. C. 50. Maddes@ne Aykırılığı Anayasanın 50. maddes@ “Çalışma şartları ve d@nlenme hakkı”nı güvence altına almıştır. Anayasanın 50. maddes@nde aynen şu hükme yer ver@lm@şt@r: “K@mse, yaşına, c@ns@yet@ne ve gücüne uymayan @şlerde çalıştırılamaz. Küçükler ve kadınlar @le bedenî ve ruhî yeters@zl@ğ@ olanlar çalışma şartları bakımından özel olarak korunurlar. D@nlenmek, çalışanların hakkıdır. Ücretl@ hafta ve bayram tat@l@ @le ücretl@ yıllık @z@n hakları ve şartları kanunla düzenlen@r.” 6715 sayılı Kanunun İş Kanununun 7. maddes@n@ değ@şt@ren 1. maddes@n@n 1. fıkrası @le get@r@len ve özel @st@hdam bürolarına geç@c@ @ş @l@şk@s@ kurma yetk@s@ veren, yen@ çalışma b@ç@m@ özell@kle d@nlenme ve tat@l haklarını f@@len ortadan kaldırıcı n@tel@kted@r. Yasada, sözleşmen@n tanımı yapılmadığı @ç@n k@ralık çalışmanın bel@rl@ sürel@ m@ bel@rs@z sürel@ m@, tam zamanlı mı yarı zamanlı mı, olacağı bel@rs@zd@r. Çalışma saatler@ ve hafta tat@l, genel tat@l ve yıllık @z@nler hakkında b@r bel@rleme yapılmamıştır.Esas Sayısı : 2016/141 Karar Sayısı : 2018/27 4 İş Kanunu’nun “Hafta tat@l@ ücret@” başlıklı 46. maddes@nde “Bu Kanun kapsamına g@ren @şyerler@nde, @şç@lere tat@l gününden önce 63 üncü maddeye göre bel@rlenen @ş günler@nde çalışmış olmaları koşulu @le yed@ günlük b@r zaman d@l@m@ @ç@nde kes@nt@s@z en az y@rm@dört saat d@nlenme (hafta tat@l@) ver@l@r. Çalışılmayan hafta tat@l@ günü̈ @ç@n @şveren tarafından b@r @ş karşılığı olmaksızın o günün ücret@ tam olarak öden@r.” hükmü yer almaktadır. K@ralık @şç@ler@n hafta tat@l@ hak etmeyecek şek@lde daha kısa sürelerle çalıştırılmaları hal@nde ücretl@ hafta tat@l@ hakkı ortadan kalkab@lecekt@r. İş Kanunu’nun “Genel tat@l ücret@” başlıklı 47. maddes@nde “Bu Kanun kapsamına g@ren @şyerler@nde çalışan @şç@lere, kanunlarda ulusal bayram ve genel tat@l günü olarak kabul ed@len günlerde çalışmazlarsa, b@r @ş karşılığı olmaksızın o günün ücretler@ tam olarak, tat@l yapmayarak çalışırlarsa ayrıca çalışılan her gün @ç@n b@r günlük ücret@ öden@r” hükmü yer almaktadır. K@ralık @şç@ler açısından bu hükmün uygulanmasında da sıkıntılar yaşanacaktır. 4857 sayılı Kanun’un “Yıllık ücretl@ @zne hak kazanma ve @z@n kullanma dönem@” başlıklı 54. maddes@ “Yıllık ücretl@ @z@ne hak kazanmak @ç@n gerekl@ süren@n hesabında @şç@ler@n, aynı @şveren@n b@r veya çeş@tl@ @şyerler@nde çalıştıkları süreler b@rleşt@r@lerek göz önüne alınır. Şu kadar k@, b@r @şveren@n bu Kanun kapsamına g@ren @şyer@nde çalışmakta olan @şç@ler@n aynı @şveren@n @şyerler@nde bu Kanun kapsamına g@rmeks@z@n geç@rm@ş bulundukları süreler de hesaba katılır. B@r yıllık süre @ç@nde 55 @nc@ maddede sayılan haller dışındak@ sebeplerle @şç@n@n devamının kes@lmes@ hal@nde bu boşlukları karşılayacak kadar h@zmet süres@ eklen@r ve bu suretle @şç@n@n @z@n hakkını elde etmes@ @ç@n gereken b@r yıllık h@zmet süres@n@n b@t@ş tar@h@ gelecek h@zmet yılına aktarılır. İşç@n@n gelecek @z@n hakları @ç@n geçmes@ gereken b@r yıllık h@zmet süres@, b@r öncek@ @z@n hakkının doğduğu günden başlayarak gelecek h@zmet yılına doğru ve yukarıdak@ fıkra ve 55 @nc@ madde hükümler@ gereğ@nce hesaplanır. İşç@ yukarıdak@ fıkralar ve 55 @nc@ madde hükümler@ne göre hesaplanacak her h@zmet yılına karşılık, yıllık @zn@n@ gelecek h@zmet yılı @ç@nde kullanır” şekl@nded@r. Kanunun bu açık hükmü karşısında k@ralık @şç@ler@n yıllık @z@n haklarını nasıl kullanacakları bel@rs@zd@r. Bu nedenle düzenleme Anayasanın 50. maddes@n@n son fıkrası @le güvence altına alınan ücretl@ hafta ve bayram tat@l@ @le ücretl@ yıllık @z@n haklarını ortadan kaldırdığı @ç@n, @ptal@ gerek@r. D. Anayasanın 51, 53 ve 54. Maddeler@ne Aykırılığı 6715 sayılı Kanunun İş Kanununun 7. maddes@n@ değ@şt@ren 1. maddes@n@n 1. fıkrası @le oluşturulan özel @st@hdam büroları el@yle geç@c@ @ş @l@şk@s@ kurulmasına olanak tanıyan yen@ @st@hdam b@ç@m@ Anayasanın 51, 53 ve 54. maddeler@nde güvence altına alınan send@ka kurma ve send@ka üyel@ğ@, toplu @ş sözleşmes@ ve grev haklarını kullanılmaz hale get@rmes@ açısından da Anayasaya aykırıdır. 6715 Sayılı Kanunda öngörülen yen@ @st@hdam b@ç@m@ne @l@şk@n olarak send@kal haklar @le @lg@l@ sadece @k@ hüküm yer almaktadır. Kanunun 1. maddes@n@n 9. fıkrasının (e) bend@nde “İşyer@ndek@ geç@c@ @şç@ler@n @st@hdam durumuna @l@şk@n b@lg@ler@ varsa @şler@ send@ka tems@lc@s@ne b@ld@rmekle yükümlüdür” hükmü yer alırken, 9. maddes@nde ”İşç@n@n kayıt dışı çalışması, send@kaya üye olması veya olmaması ya da asgar@ ücret@n altında ücret ödenmes@ şartlarını taşıyan anlaşmalar” hükmüne yer ver@lm@şt@r. Kanunun 1. maddes@n@n 9. fıkrasının (e) bend@ndek@ hükmün send@kal hakların kullanımıyla @lg@s@ yoktur. Kanunun 1. maddes@n@n 9/b hükmü b@reysel olumlu ve olumsuz send@ka özgürlüğünü güvence altına almış görünse de send@kal hakların kırılgan karakter@ ve Türk@ye’n@n toplu @ş hukuku s@stem@n@n özell@kler@ neden@yle bu hakların gerçekleşmes@ @ç@n özel düzenlemelere @ht@yaç olduğu açıktır. Send@kalEsas Sayısı : 2016/141 Karar Sayısı : 2018/27 5 hakların standart çalışma b@ç@m@nde dah@ kullanımının öneml@ engellerle karşı karşıya olduğu düşünülecek olursa at@p@k ve güvences@z b@r çalışma b@ç@m@ olan k@ralık @şç@l@kte send@kal hakların özel olarak korunması gerekt@ğ@ açıktır. Ülkem@zde büro @şkolunda 2 m@lyon 955 b@n @şç@ çalışırken, bunların sadece yaklaşık 180 b@n@ send@ka ve toplu @ş sözleşmes@ hakkından yararlanab@lmekted@r. Büro @şkolunda send@kalaşma oranı yüzde 6 c@varındadır. Büro @şkolunda standart @ş sözleşmes@ @le çalışanların yok mertebes@nde olduğu d@kkate alınırsa k@ralık @şç@l@k uygulamasında daha vah@m b@r tablonun ortaya çıkacağı daha net b@ç@mde görülür. 6715 Sayılı Kanunda, özel @st@hdam büroları @şç@ler@n@n görevlend@r@ld@kler@ @şyerler@ndek@ send@kalara üye olup olamayacakları ve varsa yürürlüktek@ toplu @ş sözleşmeler@nden yararlanıp yararlanamayacakları @le @lg@l@ h@çb@r düzenleme bulunmamaktadır. Özel @st@hdam bürosu @le @ş sözleşmes@ @mzalayan @şç@, özel @st@hdam bürosunun @şç@s@ olmasına rağmen, @şgücünü geç@c@ @ş @l@şk@s@ @le k@ralandığı başka b@r @şverene özgüleyecek, ödünç @l@şk@s@n@n sona ermes@nde tekrar büroya dönecek ve başka b@r @şverenle ödünç @l@şk@s@ kurulana kadar @şs@z kalacaktır. Bu çalışma düzen@ @şç@n@n sürekl@ olarak yer değ@şt@rmes@ne yol açtığı @ç@n @şç@n@n send@kal haklarını olumsuz etk@leyecekt@r. Bugünkü send@kal mevzuata göre bu şek@lde çalışan @şç@ özel @st@hdam bürosunun @şç@s@ sayılacağından, geç@c@ @ş @l@şk@s@ @le çalıştığı @şyer@n@n @şkolu, sektörü, @şç@n@n mesleğ@ ne olursa olsun ancak özel @st@hdam bürosunun kurulu bulunduğu @şkolunda b@r send@ka kurab@lecek veya kurulu b@r send@kaya üye olab@lecekt@r. B@r özel @st@hdam bürosunun b@rb@r@nden farklı b@r çok @şkolunda, b@rb@r@yle @lg@s@z mekan ve zamanda, b@rb@r@yle @lg@s@z @şkollarında ve sektörlerde kurduğu geç@c@ @ş @l@şk@s@yle çalışan büro @şç@ler@n@n send@kalaşma, toplu @ş sözleşmes@ ve grev haklarını kullanmaları d@ğer @şç@lere göre neredeyse @mkansızdır. 6356 sayılı Send@kalar ve Toplu İş Sözleşmes@ Kanunu’nda b@r @şç@n@n send@ka üyes@ olması, toplu @ş sözleşmes@nden yararlanması @k@ temel unsura dayandırılmıştır: İşyer@ ve @şkolu. B@r @şç@ çalıştığı @şyer@n@n a@t olduğu @şkolunda kurulu b@r send@kaya üye olab@l@r ya da @şç@ler çalıştıkları @şyer@n@n bağlı olduğu @şkolunda b@r send@ka kurab@l@rler. Özel @st@hdam bürosu üzer@nden k@raya ver@len b@r @şç@ eğer f@@len yaptığı @ş@ esas alacak olursak, çalıştığı @şkolunda kurulu b@r send@kaya üye olması gerekmekted@r. Eğer bu @şç@n@n f@@len yaptığı @ş değ@l de, büroyu @şyer@ olarak esas alacak olursak bu kez büronun hang@ @şkoluna g@rd@ğ@ne bakarak hang@ @şkolunda kurulu send@kaya üye olacağına karar ver@lecekt@r. Eğer @şç@, kullanıcı @şveren@n @şç@s@ olarak kabul ed@lecekse bu kez kullanıcı @şveren@n aynı @şkoluna g@ren @şyer@ ya da @şyerler@n@n toplamından oluşan @şletmede toplu @ş sözleşmes@ yapılab@lmes@ @ç@n 6356 sayılı Kanun’un aradığı bell@ sayıda @şç@n@n de aynı send@kaya üye olması gerek@r: Örneğ@n eğer kullanıcı @şveren@n sadece aynı @şkolunda tek b@r @şyer@ var @se bu @şyer@nde çalışan @şç@ler@n yarıdan fazlası tek b@r send@kanın üyes@ olacak k@, bu @şyerler@nde toplu @ş sözleşmes@ yapmak @ç@n çoğunluk ve yetk@ tesp@t @şlemler@ yapılab@lecekt@r. Kanunun aradığı çoğunluk şartlarına ha@z send@ka, Bakanlıktan toplu @ş sözleşmes@ yapma yetk@s@ aldıktan sonra @lg@l@ @şverene çağrı yapacak ve normal şartlarda toplu @ş sözleşme görüşmeler@ başlayacak ve sözleşme görüşmeler@ anlaşmayla sonuçlanırsa b@r toplu @ş sözleşmes@ @mzalanacaktır. Eğer kullanıcı @şveren@n aynı @şkolunda b@rden fazla @şyer@ var @se, bu @şyerler@ farklı @llerde @se bu kez @şletme toplu @ş sözleşme yetk@s@ @ç@n bu kez, Türk@ye genel@nde bulunan bu @şyerler@ @ç@n aranan yüzde 40 çoğunluğu sağlamak zorundadır.Esas Sayısı : 2016/141 Karar Sayısı : 2018/27 6 Eğer özel @st@hdam bürosu @şyer@ olarak kabul ed@lecekse, aynı @şlemler bu kez özel @st@hdam bürosu üzer@nden hele farklı yerlerde şubeler@ var @se bütün bu şubeler üzer@nden k@raya ver@len @şç@ler@n toplam sayısı üzer@nden send@ka çoğunluğu ve yetk@ @şlemler@ yapılacak ve bu aşama olumlu sonuçlanırsa toplu @ş sözleşmes@ yapılacaktır. Ancak bu varsayımlar kâğıt üzer@nde geçerl@d@r. Uygulamada çok büyük zorluklar yaşanacağı açıktır. Örneğ@n, send@ka özel @st@hdam büroları üzer@nden çoğunluk sayısına ulaştığını varsaydığı gün, özel @st@hdam bürosu send@kanın sah@p olduğu çoğunluğu değ@şt@recek ve bozacak şek@lde yen@ @şç@ler @şe alır ya da üç bazı @şç@ler@n sözleşmes@n@ sona erd@r@rse send@ka çoğunluğa ulaşamayacaktır. Özel @st@hdam bürosu üzer@nden k@raya ver@len @şç@ 3 5 ay g@b@ kısa süre çalıştırılırsa herhang@ b@r send@kaya üye olmasının önem@ olmayacaktır. Çünkü üyes@ olduğu send@ka b@r toplu @ş sözleşmes@n@n tarafı oluncaya kadar geçen süre @ç@nde @şç@ @ş@nden ayrılmış olacaktır. Dolayısıyla b@r toplu @ş sözleşmes@ bağıtlanmış olsa b@le b@r önem@ olmayacaktır. İşyer@ olarak kullanıcı @şveren@n @şyer@ esas alınırsa durum y@ne çözümsüzdür. Örneğ@n k@ralık @şç@ 4 ay süre @le metal @şkolunda kurulu b@r @şyer@nde çalışırken, metal @şkolunda kurulu b@r send@kaya üye olacak ve daha sonra gıda @şkolunda çalıştırılmak üzere k@ralandığında, öncek@ çalışmasında, metal @şkolundak@ send@ka üyel@ğ@n@n b@r önem@ kalmayacaktır. Türk@ye’n@n toplu @ş hukuku s@stem@nde, send@ka üyel@ğ@ ve toplu @ş sözleşmes@ düzen@ @şyer@ ve @şyer@n@n bağlı olduğu @şkolu esasına dayalı olarak yürütülmekted@r. Eğer k@ralık @şç@ler@n @ş@ k@raya veren özel @st@hdam bürosu üzer@nden tanımlanacaksa, bu kez özel @st@hdam bürolarının hang@ @şkoluna g@rd@ğ@n@n bel@rlenmes@ gerek@r. Bu kez de ortaya şöyle b@r sonuç çıkacaktır: B@r grup @şç@s@n@ gıda, b@r grup @şç@s@n@ maden, b@r grup @sç@s@n@ eğlence @şkolunda faal@yette bulunan @şyerler@ne k@raya veren özel @st@hdam bürosu @ç@n mevcut toplu @ş sözleşmes@ düzen@ dışında eğret@ b@r @şkolu tanımı @cat etmek gerekecekt@r. Böyle b@r durumda da b@nlerce @şç@y@ çeş@tl@ @llerde dağınık @şkollarında kurulu @şyerler@ @ç@n k@ralayan özel @st@hdam bürosunun doğası gereğ@ sürekl@ değ@şen, g@r@ş çıkışların yaygın olduğu b@rkaç aylık sözleşmelerle çalışan @şç@ler@n net sayısını tesp@t etmek, bunun üzer@nden send@ka çoğunluğu ve toplu @ş sözleşmes@ yetk@ tesp@t @şlemler@ yapmak gerekecekt@r. D@yel@m k@, olağanüstü b@r gayretle bu başarıldı ve 6 8 ay g@b@ b@r sürede toplu @ş sözleşmes@ yapıldı. Bu kez de zaten 3 4 aylık sürelerle çalıştırılan @şç@n@n b@reysel @ş sözleşmes@ sona ereceğ@ @ç@n bu toplu @ş sözleşmes@n@n @şç@ @ç@n b@r önem@ kalmayacaktır. Dahası on b@nlerce @şç@y@ bünyeler@nde toplayacak özel @st@hdam bürolarında @şç@ler@ bulmak, onlara ulaşmak, ortak hareket etmeler@n@ sağlamak neredeyse @mkansız hale gelecekt@r. Bütün bu hususlar doğal olarak grev hakkını da kapsayacaktır. Toplu @ş sözleşmes@n@n sürec@n@n karmaşıklığına bağlı olarak grev hakkının kullanımı da @mkansız hale gelecekt@r. Grev hang@ @şyer@nde yapılacaktır. Örneğ@n grev özel @st@hdam bürosunda söz konusu olduğunda büro greve katılmayan @şç@ler@ k@ralamaya devam edeb@lecek m@d@r? On b@nlerce kayıtlı @şç@s@ olan büro da grev nasıl etk@l@ olacaktır? Bu nedenle, düzenleme b@r bütün olarak send@kal hakları oluşturan Anayasanın 51, 53 ve 54. maddeler@ne açıkça aykırıdır, @ptal@ gerek@r. E. Anayasanın 55. Maddes@ne AykırılığıEsas Sayısı : 2016/141 Karar Sayısı : 2018/27 7 Anayasanın 55. maddes@nde yer alan, “Ücret emeğ@n karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları @şe uygun adaletl@ b@r ücret elde etmeler@ ve d@ğer sosyal yardımlardan yararlanmaları @ç@n gerekl@ tedb@rler@ alır” hükümler@yle ücret hakkını garant@ altına almıştır. 6715 Sayılı Kanunun İş Kanununun 7. maddes@n@ değ@şt@ren 1. maddes@n@n 1. fıkrasında öngörülen özel @st@hdam büroları el@yle gerçekleşt@r@lmes@n@ öngörülen geç@c@ @ş @l@şk@s@ @le ortaya çıkacak yen@ @st@hdam b@ç@m@nde, @şç@ler@n ücret ve benzer@ alacaklarına hak kazanma koşulları yasal koruma altına alınmamıştır. İş Kanunu’nun 2. maddes@n@n 6. fıkrasında yer alan “alt @şveren ana @şveren @l@şk@ler@nde @şç@n@n çalıştığı @şyer@yle @lg@l@ olarak Kanundan, @ş sözleşmes@nden veya alt @şveren@n taraf olduğu toplu @ş sözleşmes@nden doğan yükümlülüklerden alt @şverenle b@rl@kte asıl @şveren de mütesels@l sorumludur” hükmü özel @st@hdam bürosu ve kullanıcı @şveren arasındak@ @l@şk@de söz konusu değ@ld@r. 6715 sayılı Kanunun İş Kanununun 7. maddes@n@ değ@şt@ren 1. maddes@n@n 1. fıkrasında geç@c@ @ş @l@şk@s@ özel @st@hdam bürosu @le b@r @şveren arasında geç@c@ @şç@ sağlama sözleşmes@ yaptığında ortaya çıkan durumu anlatırken bu üçlü @l@şk@n@n tanımı, konumu, kapsamı ve @k@ @şveren@n @şç@ye karşı sorumluluklarının aşamaları bel@rlenmem@şt@r. Örneğ@n özel @st@hdam bürosu sözleşme yaptığı @şç@y@ @şverene k@raladığında, daha açık b@r @fade @le @şç@y@ kullanıcı @şverene k@ralama vaad@yle b@r sözleşme @le bağladığında ücret ödemes@ ne zaman başlayacak, @şç@n@n özel @st@hdam bürosu @le sözleşme yaparak @ş görmeye hazır olduğu ama f@@len çalıştırılmadığı dönemde @şç@n@n ücret@n@ k@m@n ödeyeceğ@; bu noktada özel @st@hdam bürosunun sorumlulukları nasıl olacağı; kullanıcı @şveren@n, kend@s@ne gönder@len k@ralık @şç@n@n @şe başlama gününü nasıl bel@rleyeceğ@, bu konuda özel @st@hdam bürosunun gönderd@ğ@ tar@h@n m@ esas alınacağı konularında bel@rs@zl@k bulunmaktadır. Bununla b@rl@kte, k@ralandığı @şyer@nde çalışma süres@ dolan @şç@ye, özel @st@hdam bürosuna ger@ gönder@ld@ğ@nde yen@ @ş @ç@n bekleme süres@nde ücret öden@p ödenmeyeceğ@; @şç@n@n ücret@ ve haklarının düzey@n@ bel@rlemede kullanılacak olan emsal @şç@ uygulamasının özel @st@hdam bürosuna dönüldüğünde de “ücretten @nd@r@m yapılamaz” am@r hükmü neden@yle bu ücret@n@n ödenmes@ne devam ed@l@p ed@lmeyeceğ@ konularında h@çb@r düzenlemeye yer ver@lmem@şt@r. Bu nedenle çalışma @l@şk@s@nde çalışanın ücret hakkının korunması devlet@n koruyucu olma yükümlülüğünün yer@ne get@r@lmemes@ Anayasanın 55. maddes@ne aykırılık @çermekted@r. D@ğer yandan özel @st@hdam bürosunun “k@raya” verd@ğ@ @şç@ler@n ücret ve d@ğer haklarını ödemes@ konusunda “kullanıcı” @şveren@n mütesels@l sorumluluğu düşünülmed@ğ@ g@b@, kullanıcı @şverene bu konuda kontrol ve denet@m görev@ de ver@lmem@şt@r. 6715 sayılı Kanunun 7. maddes@n@n 3. fıkrasının b bend@ne göre “geç@c@ @ş @l@şk@s@ kurma yetk@s@ almak üzere Kuruma başvurulan tar@hte brüt asgar@ ücret tutarının @k@ yüz katına denk gelen m@ktarda tem@nat ver@lm@ş olması… hal@nde Kurum tarafından geç@c@ @ş @l@şk@s@ kurma yetk@s@ ver@leb@l@r…” K@ralık @şç@ler@n ücret@n@n garant@s@ bu tem@nata bağlanmıştır. Özel @st@hdam bürosu b@ld@ğ@m@z anlamda b@r @şyer@ organ@zasyonu olmadığı, sadece “aracılık” faal@yet@ yürüteceğ@ @ç@n @flas vb. nedenlerle ödeme acz@ @ç@ne düşmes@ hal@nde bu “tem@nat” m@ktarı yeterl@ olmayacaktır. Örneğ@n özel @st@hdam bürosu 3000 @şç@ k@raya verd@ğ@nde b@r ay ücret ödemez, ödeme güçlüğüne düşer ve büroyu kapatıp kaybolursa bu tem@nat @şç@ alacaklarını karşılamayacaktır. K@ralık @şç@ler@n alacaklarının güvenceye alınmamış olması ücret hakkının korunmasına @l@şk@n 55. maddedek@ Anayasal hükmün @hlal@ n@tel@ğ@nded@r. Geç@c@ @ş @l@şk@s@ uygulamasının yaygınlaşması sonucunda @şgücü p@yasasında rekabete dayalı b@r anlayış egemen olacağından @şç@n@n pazarlık gücünü olumsuz etk@lenecekt@r. BuEsas Sayısı : 2016/141 Karar Sayısı : 2018/27 8 durum adaletl@ ücret @lkes@n@n gerçekleşmes@ne olanak bırakmayacağı @ç@n Anayasa’nın 55. maddes@ne aykırılık taşımaktadır. D@ğer yandan özel @st@hdam büroları el@yle geç@c@ @ş @l@şk@s@ kurulan @şç@ler@n ücret dışındak@ tazm@nat benzer@ alacaklarına @l@şk@n hakları da ortadan kaldırılmaktadır. Aralıklarla da olsa aynı @şveren@n aynı veya farklı @şler@nde çalışan @şç@n@n f@@len çalıştığı süre b@r yılı aşınca bu @şç@ hem halen yürürlükte olan 1475 sayılı Kanun’un 14. maddes@ne göre kıdem tazm@natına hak kazanır. Oysa özel @st@hdam bürosu üzer@nden k@ralanan @şç@, 1 yıl aynı @şveren@n yanında çalışma yükümlülüğünü yer@ne get@remed@ğ@nden kıdem tazm@natı hakkından yararlanamamaktadır. B@r @şç@ b@r özel @st@hdam bürosu üzer@nden b@r yıl @ç@nde farklı kullanıcı @şverenlere k@ralandığında, bu @şç@n@n kıdem@ özel @st@hdam bürosu üzer@nden bütün çalıştığı süreler@ d@kkate alınarak mı hesaplanacaktır, yoksa kullanıcı @şverenler@n her b@r@nde çalıştığı süreler m@ kıdem@nde d@kkate alınacaktır, konusunda her hang@ b@r yasal düzenleme yapılmamıştır. Kullanıcı @şveren b@r @şç@y@ yasanın emred@c@ hükmü neden@yle b@r yıldan az b@r süre @ç@n çalıştıracaktır. Dolayısıyla @şç@n@n b@r yıllık kıdeme kullanıcı @şveren üzer@nden ulaşması söz konusu olamayacaktır. D@ğer yandan özel @st@hdam bürosunun aynı @şç@y@ b@r yıl @ç@nde farklı kullanıcı @şverenlere 12 aylık sürey@ dolduracak şek@lde k@raya vermes@ b@r zorunluluk olmadığı g@b@, özel @st@hdam bürosu bakımından arzulanır b@r durum da olmayacaktır. Çünkü özel @st@hdam bürosu @şç@n@n “kend@ üzer@nden” çalışmasıyla kıdem kazanarak, senel@k ücretl@ @z@n hakkı ve kıdem tazm@natı hakkı kazanmasına @z@n vermeyecekt@r. Özel @st@hdam bürosu k@ralık @şç@n@n @şveren@ olarak tanımlandığı @ç@n, aynı özel @st@hdam bürosu üzer@nden çeş@tl@ kullanıcı @şverenlere k@raya ver@len @şç@n@n kıdem@ b@r yılı aştığında kıdem tazm@natından k@m sorumlu olacaktır? Bütün bu hususlar 6715 sayılı yasada bel@rs@zd@r. Bu nedenle ücret hakkının b@r parçası olan kıdem tazm@natı hakkı da bel@rs@zl@ğ@n@ korumaktadır. Anılan gerekçelerle bu özel yen@ @st@hdam şekl@n@ öngören düzenleme Anayasanın 55. maddes@ne aykırıdır, @ptal@ gerek@r. F. Anayasanın 60. Maddes@ne Aykırılığı Anayasanın 60. maddes@ “Sosyal güvenl@k hakkı”nı düzenlemekted@r. Maddeye göre “Herkes, sosyal güvenl@k hakkına sah@pt@r” ve “Devlet, bu güvenl@ğ@ sağlayacak gerekl@ tedb@rler@ alır ve teşk@latı kurar.” Bu hükümler@n devlete olumlu ed@m yükümlüğü get@rd@ğ@ açıktır. Özel @st@hdam büroları aracılığıyla k@ralanan @şç@ler sadece çalıştıkları döneme @l@şk@n b@reysel ve kolekt@f sosyal haklardan mahrum kalmayacaklardır. Bu kategor@de çalışanların emekl@ olma hakkı da c@dd@ b@r r@skle karşı karşıyadır. Sosyal güvenl@k mevzuatına göre yen@ @şe başlayan b@r k@ş@n@n emekl@ye ayrılarak yaşlılık aylığına hak kazanab@lmes@ @ç@n şartlar oldukça ağırdır. 5510 sayılı Kanun’un 28.maddes@n@n @k@nc@ fıkrası (a) bend@ne göre, @lk defa 01.10.2008 tar@h@nden sonra s@gortalı olan kadın 58, erkek 60 yaşını doldurmuş olması ve 9000 gün malullük, yaşlılık ve ölüm s@gortası pr@m@ b@ld@rm@ş olması gerek@r. Ya da yaş hadler@ne 3 yıl eklenmek ve 5400 gün pr@m b@ld@r@m@ yapılmış olması hal@nde de yaşlılık aylığına hak kazanılır. Yılda 4 ay çalışan b@r k@ralık @şç@ normal şartlarda 75 yıl; yılda 6 ay çalışan b@r k@ralık @şç@n@n 50 yıl; yılda 8 ay çalışan b@r k@ralık @şç@ 37. 5 yıl adına pr@m yatırılmış olması koşuluyla emekl@ olab@l@r. Ya da yaş hadd@nden kadın @se 61, erkek @se 63 yaşını doldurmuş ve adlarına 5400 gün pr@m b@ld@r@lm@ş olması koşuluyla yaşlılık aylığına hak kazanab@l@rler. Yılda 4 ayEsas Sayısı : 2016/141 Karar Sayısı : 2018/27 9 çalışan ya da yılda adına 4 ay pr@m b@ld@r@len b@r k@ralık @şç@ yaş neden@yle emekl@ olab@lmes@ @ç@n 45 yıl çalışması gerekecekt@r. Kısaca bu yasayla @şç@ler emekl@ olma hakkını da kaybedeceklerd@r. 6715 Sayılı Kanunun 4904 sayılı Kanunun 19. maddes@n@ değ@şt@ren 9. maddes@n@n 2. fıkrasında “Özel @st@hdam bürosu @şç@s@ne @l@şk@n 20/6/2012 tar@hl@ ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenl@ğ@ Kanunu, 31/5/2006 tar@hl@ ve 5510 sayılı Sosyal S@gortalar ve Genel Sağlık S@gortası Kanunu @le 4447 sayılı Kanundan doğan yükümlülükler, 4857 sayılı Kanunun 7 nc@ maddes@ saklı kalmak kaydıyla, özel @st@hdam bürosu tarafından yer@ne get@r@l@r.” hükmüne yer ver@lm@şt@r. Bu düzenlemeye göre, @şç@n@n sosyal güvenl@ğe @l@şk@n haklarından (s@gorta pr@m@ vb.) özel @st@hdam bürosu sorumlu olacaktır. Ancak ücret ödeme yükümlülüğünün geç@c@ çalışılan dönemle sınırlı olduğu göz önünde bulundurulduğunda; büronun s@gorta pr@m@ ödeme yükümlülüğünün de bu dönemle sınırlı olacağı anlaşılmaktadır. B@r başka dey@şle k@ralık @şç@ler, sosyal güvenl@ğe @l@şk@n haklardan ancak f@@len çalıştıkları dönemlerde yararlanab@lecekler; çalışmadıkları dönemler @ç@n, örneğ@n sağlık hakkından yararlanab@lmek @ç@n (kısm@ sürel@ çalışan @şç@ler örneğ@nde görüldüğü üzere) pr@mler@n@ kend@ler@n@ yatırmak zorunda kalacaktır. Y@ne s@gorta pr@mler@ çalıştıkları süre @le sınırlı yatacağı @ç@n, k@ralık @şç@ler@n emekl@l@k koşullarını sağlamaları da oldukça güç olacaktır. Sonuç olarak, k@ralık @şç@ler, ücret sürekl@l@ğ@n@n yanı sıra sosyal güvenl@kten yararlanma bakımından da çok ağır sorunlarla karşı karşıya kalacaktır. 6715 Sayılı Kanunun 1. maddes@n@n 9. fıkrasının (f) bend@nde de bel@rt@ld@ğ@ üzere, geç@c@ @şç@ çalıştıran @şveren@n İş Sağlığı ve Güvenl@ğ@ Kanunu bakımından yükümlülükler@ “eğ@t@m verme ve gerekl@ tedb@rler@” alma @le sınırlanmıştır. İş Sağlığı ve Güvenl@ğ@ Kanunu’na @l@şk@n d@ğer yükümlülüklerden (“denetleme yükümlülüğü”, “r@sk değerlend@rmes@ yapma yükümlülüğü”, “b@lg@ verme yükümlülüğü”, “sağlık gözet@m@ yükümlülüğü”, “@şyer@ hek@m@ ve @ş güvenl@ğ@ uzmanı görevlend@rme yükümlülüğü”) özel @st@hdam bürosu sorumlu olacaktır. Özel @st@hdam bürosunun bu yükümlülükler@n@n çoğunu yer@ne get@rmes@ f@@len @mkânsızdır. Dolayısıyla geç@c@ @şç@ler, sağlıksız ve güvens@z çalışma koşullarına, @ş kazalarına, @ş c@nayetler@ne ve meslek hastalıklarına terk ed@lecekt@r. 6715 sayılı Kanunun İşkanununun 7. maddes@n@ değ@şt@ren 1. maddes@n@n 1. fıkrasında öngörülen yen@ @st@hdam b@ç@m@n@n sosyal güvenl@k hakkı açısından doğuracağı b@r d@ğer olumsuzluk @se 4447 sayılı Kanunla düzenlenen @şs@zl@k s@gortası hakkına @l@şk@nd@r. İşs@zl@k s@gortası mevzuatına göre b@r k@ş@n@n @şs@zl@k ödeneğ@ne hak kazanab@lmes@ @ç@n “h@zmet akd@n@n sona ermes@nden öncek@ son 120 gün @şs@zl@k s@gortası pr@m@ ödemes@ ve son üç yıl @ç@nde 600 gün s@gortalı olarak çalışıp @şs@zl@k s@gortası pr@m@ ödem@ş olması gerekmekted@r. Bu şartı yer@ne get@ren s@gortalı @şs@zlere “180 gün” @şs@zl@k ödeneğ@ öden@r. Dolayısıyla, her sefer@nde 4 aydan yan@ 120 günden az, örneğ@n 90 gün, 2 ay g@b@ sürelerle çalışan k@ralık @şç@n@n @şs@zl@k s@gortasından yaralanması hukuken mümkün olmayacaktır. 6715 Sayılı Kanunun İş Kanununun 7. maddes@n@ değ@şt@ren 1. maddes@n@n 1. fıkrasında öngörülen özel @st@hdam büroları el@yle geç@c@ @ş @l@şk@s@ kurulmasına olanak tanıyan ve böylece yen@ b@r @st@hdam b@ç@m@ ortaya çıkaran düzenleme, bu hal@yle sosyal güvenl@k hakkının kullanılmasını f@@len ve hukuken kısıtlayacağından Anayasanın 60. maddes@ne aykırıdır, @ptal@ gerek@r. G. Anayasanın 13. Maddes@ne AykırılığıEsas Sayısı : 2016/141 Karar Sayısı : 2018/27 10 6715 sayılı Kanunun İş Kanununun 7. maddes@n@ değ@şt@ren 1. maddes@n@n 1. fıkrasında yer alan ve geç@c@ @ş @l@şk@s@ kurma yetk@s@n@ özel @st@hdam bü | 4,285 |
Esas Sayısı:1984/2 Karar Sayısı:1984/3 1 II İPTAL GEREKÇELERİ 1 2972 sayılı ve 18/1/1984 günlü Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkındaki Kanunun 23. maddesindeki geçerli oy toplamının onda birine tekabül eden sayının onda birlik sayıyı aşan ve üye çıkarmaya hak kazanmış olan partilerin ve bağımsız adayların aldıkları geçerli oy sayısından ayrı ayrı çıkarılması eşitlik ilkesi ve gerçekleşmiş iradeye ve kanunlara göre geçerli sayılmış oyların ayrı bir düzenleme ile geçersiz sayılması gibi Anayasal ilkeye aykırı bir sonuç doğurmakta, ayrıca bu hal daha ziyade fazla oy almış partileri sebepsiz yere nispi temsil ilkesine aykırı bir duruma getirmektedir. Şöyle ki : (a) Partisinin 29000, (b) Partisinin 15000, (c) Partisinin e000 oy aldıkları düşünülürse, toplam geçerli 50000 oya göre baraj 5000 dir. Alınmış olan bu geçerli oylardan 5O00'er oy düşülerek değerlendirme yapılması halinde; (a) Partisinin 24000, (b) Partisinin 10000, (c) Partisinin 1000'er oyu kalmaktadır. Üyeliklerin bu şekilde tahsisinde; (a) Partisinin (b) Partisine olan oranı 24'te 1o ve (a) Partisinin (c) Partisine oranı 24'te 1 olmaktadır. Baraj sayısı düşünmeden mevcut üyeliklerin tahsisinde ise; (a) Partisinin (b) Partisine olan oranı 29/15, (a) Partisinin (c) Partisine olan oranı 29/6 olmaktadır. Bu misalde açıkça görüldüğü gibi seçmenin kullandığı oyların partilere yansımasında, telafisi mümkün olmayan eşitsizlikler meydana gelmektedir. Bunun sonucu olarak Kanunun 2 nci maddesinin 2 nci fıkrasının s!onundan başlayan onda birlik baraj uygulamalı hükmünün dayanağı ve anlamı kalmamaktadır. 2 Büyük şehir yönetiminin hukuki statüsünün evvelce çıkarılan 17/6/1982 tarih 2680 sayılı Yetki Kanununa istinaden tanzimi de Anayasaya aykırıdır. Bu yetki Kanununun amaç ve kapsamı mahalli idarelerin hukuki statüsünü düzenlemeyi öngörmemekte ve esasen Anayasanın 127. maddesindeki büyük yerleşim merkezleri için Kanunun özel yönetim biçimleri getirebileceğini vurgulamaktadır. Bu nedenle Yetki Kanununa dayanılarak çıkarılacak Kanun Hükmündeki Kararname ile hukuki düzenleme yapılamaz. Esas itibariyle mahalli idareler kamu tüzel kişiliğine sahip kuruluşlar olup aynı zaman3a siyasi organı da kapsamakta bulunduğundan bunların hukuki statüsü Yetki Kanunu ve Kanuna istinaden çıkarılacak Kanun Hükmündeki Kararname ile düzenlenemez. 3 Sözü geçen Kanunun Geçici 7 nci maddesinin 1 inci fıkrasındaki seçim tarihinin 25 Mart 1984 olarak tespitine dair hükmü de Anayasaya ay!kırıdır. Ülkemizdeki iklim şartları nazara alınarak Mart ayında seçim yapıldığı bugüne kadar görülmemiştir. Birçok yerlerde, özellikle doğu ve karadeniz bölgesinin dağlık ve dağınık yerleşim bölgelerinde oy sandığı başına gidilmesi mümkün değildir.Esas Sayısı:1984/2 Karar Sayısı:1984/3 2 Genel nitelik taşıyan bu seçimde vatandaşın sandık başına gidememesi serbest, eşit ve genel oy prensiplerinin ihlali niteliğinde bulunmaktadır. 4 Sözü geçen Kanunun 35 inci maddesinin 2 nci fıkrasındaki radyo ve televizyonda propagandaya ilişkin hükmün bu seçimlerde uygulanamayacağına dair hükmü de Anayasaya aykırı bulunmaktadır. 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu Kanununun 22 nci maddesi radyo ve televizyonda propaganda yapılacağı hükmünü getirmiştir. Bu madde lafzı ile olduğu gibi ruhi ile de propagandanın ülke çapındaki değerini ortaya koymaktadır. Milletvekilleri seçimlerinde uygulanıp onun kadar önemli ve genel nitelikte bulunan ve aynı seçmeni kapsayan mahalli idare seçimlerinde yer almaması kanunların uygulanmasındaki esas prensiplere ters düşmektedir. Kaldı ki; iktidar partileri ayni süre içerisinde çeşitli kanallardan düşüncelerini kamuoyuna açıklamak imkanına maliktirler. Ayrıca, kamu oyunu ve seçmeni etkilemek yönünden siyasi partiler arasındaki eşitlik ilkesini de ihlal etmektedir. | 501 |
Esas Sayısı : 2019/29 Karar Sayısı : 2019/10 1 “ Davacı vekili alacak davasının yanı sıra davaya konu mevzuatın Anayasa'ya aykırı iddiasında bulunmuş olmakla, Tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde; davacı vekilinin Anayasaya aykırılık iddiasının, 25/05/2018 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 7144 sayılı bazı kanunlarda değişiklik yapılması hakkında Kanun'un 12. Maddesi ile 05/01/2002 tarihli ve 4735 sayılı Kamu İhale Sözleşmesi Kanun'un geçici 3. Maddesine eklenen Geçici Madde 3 14/03/2013 tarihli ve 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun 3. Maddesinde tanımlanan görevli tedarik şirketlerinin yüklenicisi olduğu sözleşmeler hariç olmak üzere, ilanı veya duyurusu 24/02/2018 tarihinden önce yapılarak 4734 sayılı kanuna göre ihale edilen ve ihale dökümanında fiyat farkı hesaplanacağına ilişkin hüküm bulunan elektrik alım sözleşmelerinden, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce fesih veya tasfiye edilmeksizin, kabulü yapılan veya bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla devam edenlerin 01/01/2016 tarihinden sonra gerçekleştirilen kısımları için ek fiyat farkı ödenebilmesi veya kesilebilmesine ilişkin esas ve usulleri tespite kurumun teklifi üzerine bakanlar kurulu yetkilidir hükmünde belirtilen Görevli tedarik şirketlerinin yüklenicisi olduğu sözleşmeler hariç olmak üzere ifadesi Anayasanın 10. Maddesinde yer alan Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin Kanun önünde eşittir, hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar hükmünden eşitlik ilkelerine aykırı olduğu iddiası mahkememizce Anayasanın 152. Maddesine uygun olarak ciddi bulunmuş, yukarıda gerekçesi belirtilen sebeplere dayalı olarak kanun metninde yer alan görevli tedarik şirketlerinin yüklenicisi olduğu sözleşmeler hariç olmak üzere hükmünün iptali için somut norm denetimi yapılması amacıyla Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulmasına karar verilmesi gerekmiş, aşağıdaki gibi hüküm tesis edilmiştir. KARAR : Yukarıda açıklanan gerekçelerle; 1 Davacı vekilinin 08/11/2018 tarihli dava dilekçesindeki, Anayasa'ya aykırılık iddiası mahkememizce ciddi görülmüş olmakla, aykırılık iddiasının Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmesine, 2 İşbu kararın üst yazı ile birlikte 6216 sayılı Kanun'un 40 maddesinde belirtilen dilekçe ve ara kararlar ile Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine karar verildi.” | 316 |
Esas Sayısı : 1988 20 Karar Sayısı : 1988 36 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Yargıtay 10. Hukuk Dairesi'nin iptal isteminin gerekçesi Anayasa Mahkemesi'nin 26.10.1988z günlü, Esas: 1988/19, Karar: 1988/33 sayılı kararına özet olarak alınan gerekçesinin aynıdır. | 41 |
Esas Sayısı : 1997/54 Karar Sayısı : 1997/67 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : 3986 sayılı Yasa'nın 5. ve 6 ncı maddelerinde net aktif vergisinin net aktif veya gayrisafî hasılat üzeriden hesaplanması ve bunlardan fazla olanının ödenmesi öngörülmektedir. Bu hükümlere göre net aktif vergisinde gayrisafî hasılat, mali gücün saptanmasında diğer bir temel ölçü olarak alınmıştır. Anayasa'nın 73. maddesindeki verginin adaletli ve dengeli dağılımı ve mali güce göre ödenmesi ilkesi gereği gayrisafî hasılat ölçütünün değerlendirilebilmesi için Gayrisafî Hasılatın değişik iş alanlarında faaliyet gösteren Gelir ve Kurumlar Vergisi mükellefleri yönünden irdelenmesi gerekir. Gayrisafî hasılatın sanayi, ticaret ve mali alanlarda faaliyet gösteren yükümlüler yönünden anlamı değişiktir. Üretilen malın türü, iç ve dış rekabet ortamı, kullanılan teknolojinin farklılığı bazı malların yasal veya fiili tekele tabi olup olmaması gibi sebeplerle Gayrisafî Hasılat yükümlülerinin mali gücünü tam olarak yansıtmamaktadır. Ekonominin değişik ya da benzer kesimlerinde faaliyet gösterip de aynı gayrisafî hasılata sahip olan yükümlülerin mali güçleri de aynı olmayabilir. Bu itibarla yükümlülerin 1993 yılı hesap dönemindeki gayrisafî hasılatlarının verginin konusu, matrahının belirlenmesinde esas alınması Anayasa'nın 73. maddesindeki verginin herkesin mali gücüne göre alınması ilkesine aykırı olmakta ve bu durum net aktif vergisinin konusunu matrahının gayrisafî hasılat olarak belirlendiği 5 ve 6 ncı maddelerinin Anayasa'ya aykırı olduğu sonucunu vermektedir. Yine anılan bu madde hükümlerinde bu verginin matrahının belirlenmesinde gayrisafî hasılatı esas alan kurallar Türkiye Cumhuriyeti'ni bir hukuk devleti olarak da niteleyen 2. maddesine de aykırılık oluşturduğundan net aktif vergisinin matrahını gayrisafî hasılat esasına göre saptayan kuralların bu nedenle de Anayasa'ya aykırı olduğu açıktır. Bu sebeplerden ve 4.5.1994 günlü ve 3986 sayılı Kanun'un 5. ve 6. maddelerinin Anayasa'nın 2. ve 73. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varıldığından, Anayasa'nın 152. ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesi uyarınca itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına ve anılan Yasa maddesinde belirtilen belgelerin tasdikli örneklerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine ve Anayasa'nın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına 12.6.1997 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 327 |
Esas Sayısı : 2007/64 Karar Sayısı : 2008/154 1 II İTİRAZ VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇELERİ A Danıştay Sekizinci Dairesinin E. 2006/5870 sayılı başvuru kararının 5535 Sayılı Yasa'nın 1. maddesiyle 1416 Sayılı Yasa'ye eklenen Geçici Madde 1'in birinci ve ikinci fıkralarına yönelik gerekçe bölümünün ilgili kısımlarında; () Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu, 10. maddesinde, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle ayırım gözetilmeksizin yasa önünde eşit olduğu, hiçbir kişiye, aileye, zümreye ya da sınıfa ayrıcalık tanınamayacağı; Devlet organları ve yönetimin tüm işlemlerinde yasa önünde eşitlik ilkesine uygun olarak davranmak zorunda bulundukları, 70. maddesinde de, her Türk'ün kamu hizmetine girme hakkına sahip olduğu; hizmete alınmada görevin gerektirdiği niteliklerden başka ayırım gözetilemeyeceği belirtilmiştir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 46. 53. maddelerinde devlet memurluğuna alınma koşulları belirlenmiş, 50. maddede, kamu hizmet ve görevlerine Devlet memuru olarak atanacakların açılacak sınava girmeleri ve sınavı kazanmalarının zorunlu olduğu belirtilmiştir () Bu çerçevede; 1416 sayılı Yasa uyarınca zorunlu hizmet karşılığı yurt dışına eğitim için gönderilenler, başarılı olarak dönmelerinin ardından bir göreve atanmakta ve bu görevde zorunlu hizmetlerini tamamlamaktadırlar. Ancak 1416 sayılı Yasa'ya 5535 sayılı Yasa ile eklenen geçici 1. maddenin birinci fıkrası ile, eğitimini tamamlamayanlar veya zorunlu hizmet yükümlülüğünü yerine getirmeyenlerin borçları yeniden yapılandırılmakta olup bu borçlarını ödeyebilmek için yeni bir zorunlu hizmet olanağı sunulmaktadır. Bu zorunlu hizmet, 1416 sayılı Yasa gereği yurt dışına gönderilip başarılı olanların yaptıkları zorunlu hizmetten farklı olarak, yasaya göre borçlandırılanların, bu borçlarını ödeme seçeneği olmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre, Devlet memurluğuna girmek isteyen kişi ile 5535 sayılı Yasa gereğince borcunu ödemek için Devlet memurluğuna girmek isteyen kişi arasında bir fark bulunmadığından aynı yasal koşulların aranması gerekmektedir. Böylece, 5535 sayılı Yasanın geçici 1. maddesinin 1. ve 2. fıkrasında getirilen düzenleme ile yaratılan fark Anayasamızda öngörülen eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir denilerek, itiraz konusu kuralların Anayasa'nın 2., 10. ve 70. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür. B 5535 Sayılı Yasa'nın 2. maddesiyle 2547 sayılı Yasa'ya eklenen Geçici 52., 53. ve 54. maddelere yönelik başvuru kararlarının gerekçelerinde özetle; 5535 sayılı Yasa'nın 2. maddesi ile 2547 sayılı Yasa'ya eklenen Geçici 53. maddenin birinci fıkrasında yer alan yüksek lisans eğitimlerini başarıyla tamamlayamayanların, Yükseköğretim Kurulunun uygun görmesi halinde öğretim elemanı kadrolarına atanmalarına olanak sağlayan düzenlemenin, bu hususta Yüksek Öğretim Kuruluna takdir hakkı tanınması ve idareyi zorunlu tutacak bir düzenleme öngörülmemiş olması nedeniyle Anayasa'ya aykırı bir durumunun bulunmadığı, ancak maddenin devamında, Yükseköğretim Kuruluna başvurmayanlar ile Yükseköğretim Kurulunca ataması uygun görülmeyenlerden, yargı yolunaEsas Sayısı : 2007/64 Karar Sayısı : 2008/154 2 müracaat etmeyenler ve yargı kararı ile öğretim elemanı olarak atanmaları uygun görülmeyenlerin ise bu Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde Devlet Personel Başkanlığına başvurmaları halinde 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 48. maddesinde öngörülen genel şartları taşımaları kaydıyla kamu kurum ve kuruluşlarına memur olarak atanabileceklerinin öngörüldüğü, oysa bu kişilerin durumlarının, herhangi bir yükseköğretim kurumunu bitirerek Devlet memurluğuna atanmayı bekleyen kişilerden farklı olmadığı, söz konusu kişilerin istemleri üzerine doğrudan, sınavsız ve hiçbir koşula bağlı olmaksızın Devlet memurluğuna atanmalarına olanak sağlayan bu düzenlemenin haklı bir nedene dayanmayan ayrıcalık sonucu doğuracağı, diğer taraftan Yüksek Öğretim Kurulunca öğretim kadrosuna atanması uygun görülmeyenlerden açtıkları dava reddedilenlere de Devlet memuru olma olanağı tanındığı, oysa kişinin öğretim elemanı olamayacağına ilişkin yargı kararı mevcut olmasına karşın bu kişilerin bir sınava girmeksizin Devlet memuru olarak atanmalarının yargı kararının dolaylı olarak etkisiz hale getirilmesi anlamına geleceği belirtilerek, 2006/5869 esas sayılı başvuru kararında, 5535 sayılı Yasa'nın 2. maddesiyle 2547 sayılı Yasa'ya eklenen tüm maddelerin; 2006/5870 esas sayılı başvuru kararında ise 5535 sayılı Yasa'nın 2. maddesiyle 2547 sayılı Yasa'ya eklenen Geçici 53. maddenin birinci ve ikinci fıkralarının Anayasa'nın 2., 10., 70. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür. | 598 |
Esas Sayısı : 2016/45 Karar Sayısı : 2016/41 1 “… Davacı Uzman Çavuş olarak Jandarma Genel Komutanlığı emrinde görev yaparken bölücü terör örgütü mensupları ile girilen silahlı çatılmada terörle mücadele kanunu kapsamında malul sayılamayacak derecede yaralanmıştır. İş Kanununun 30. maddesinde kamu iş yerlerinde %4 engelli ve %2 eski hükümlü işçiyi veya askerlik hizmeti yaparken terörle mücadele kanunu kapsamında sayılan terör olaylarının sebep ve tesiri sonucunda malul sayılamayacak şekilde yaralananları çalıştırmakla yükümlü hale getirdiği, ancak bu yükümlülüğü düzenlerken askerlik hizmeti yaparken terör olayları sebebi ile yaralananlardan “1111 sayılı Askerlik Kanunu veya 16/06/1927 tarihli ve l076 sayılı Yedek Subaylar ve Yedek Askeri Memurlar Kanunu kapsamına giren ve” ibaresinin askerlik hizmeti yaparken terörle mücadele kanunu kapsamında terör olayları sebebi ile yaralananlardan askerlik hizmetini yapanların bir bölümünü düzenlediği askerlik hizmetinin ülkemizde subay, astsubay, er erbaş, yedek subay, yedek askeri memur ve uzman erbaş olarak yapıldığı, uzman erbaşların diğer görevliler ile aynı şartlarda görev yaptıkları terörle mücadele kanunu kapsamında olaylarda eşit şartlarda tehlikeye maruz kalıp aynı şartlardaki terör olaylarında yaralandıkları, İş Kanunun 30. maddesinde terörle mücadele kapsamında aynı şartlarda askerlik hizmeti yaparken ve terörle mücadele ederken yaralanan subay, astsubay, er erbaş, yedek subay ve yedek askeri memurlar kamu kurumlarında istihdam kolaylığı zorunluluğundan faydalanırken uzman erbaşların aynı şartlarda askerlik hizmeti yapıp, aynı şartlarda terörle mücadele ederken yaralanması halinde anılan kanundaki istihdam kolaylığı zorunluluğundan faydalanamaması, anılan kanunun 30. maddesindeki askerlik hizmeti yaparken ibaresinden öncesinde gelen “1111 sayılı Askerlik Kanunu veya 16/06/1927 tarihli ve l076 sayılı Yedek Subaylar ve Yedek Askeri Memurlar Kanunu kapsamına giren ve” hükmü dolayısıyla bu haktan faydalanacakları sınırlandırması ve bu düzenleme içerisinde 3269 sayılı Uzman Erbaş Kanununa tabi olarak askerlik hizmeti yapanları saymamasının Anayasanın 10. maddesindeki “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmüne aykırı olduğu sonucuna varılmakla Anayasaya aykırılık itirazı ciddi olduğu değerlendirilen aşağıdaki yönde hüküm kurulması gerekmiştir. HÜKÜM: Bu gerekçe ile; 1 1 22/05/2003 tarihli 4857 sayılı İş Kanunu’nun 30. maddesi “21/06/1927 tarihli ve 1111 sayılı Askerlik Kanunu veya 16/06/1927 tarihli ve 1076 sayılı yedek subaylar ve yedek askeri memurlar kapsamına giren ve” şeklindeki ibarenin askerlik hizmeti yaparken terör olayları nedeniyle malul sayılamayacak şekilde yaralananlara istihdam zorunluluğu getiren maddeyi sınırlandırması, davacının uzman erbaş olarak askerlik görevinin 3269 sayılı uzman erbaş kanununa tabi olarak askerlik görevi yapması nedeniyle subay, astsubay, er ve erbaş ve yedek subay ve askeri memurlarla aynı görevi yaparken benzer şartlarda yaralanmasına rağmen diğerlerine tanınan haktan davacı durumda olanın faydalanamaması Anayasa’nın 10. maddesindeki düzenlemeye aykırı olduğu sonucuna varılmakla kararın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 2 Yargılama konusu olay konusunda 6 aylık süre geçtikten sonra 26.04.2016 tarihinde tekrar ele alınarak ek karar ile değerlendirilmesine karar verilmiştir.” | 440 |
Esas Sayısı : 2020/21 Karar Sayısı: 2020/53 “… İtiraz konusu kural Anayasa’ya aykırıdır. Şöyle ki: İdare hukukumuza göre, idari işlemler hukuka uygunluk karinesinden yararlan makta olup, idari işlemlerin hukuka aykırı oldukları yargı yerlerince tespit edilmelerine kadar, idari işlemler bu karineden yararlanmakta ve herhangi ikinci bir irade olmaksızın hukuk aleminde etki doğurmaya devam etmektedirler. Buna rağmen, bu karine, idari iş lemlerin hukuka aykırı oldukları iddiasıyla yargıya başvurulmasını engellememekte olup, Anayasa’nın 125. maddesi hükmüne göre, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. Bu şekilde, dava edilen idari işlemlerin hukuka uygun olup olmadıkları yönünden yapılacak bir muhakeme sonucunda ilk derece yargı mercilerince verilecek olan kararlar da herhangi ikinci bir iradeye gerek duymaksızın hukuk aleminde etki doğururlar. Ancak, kural olarak, ilk derece mahkemelerince verilen nihai kararlara karşı temyiz ya da itiraz yoluyla bir üst yargı merciine başvurulması mümkündür. Zira bu, demokratik hukuk sis temlerinin bir gereği olduğu gibi, Anayasa’nın 155/1. maddesinde “Danıştay, idari mah kemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hüküm lerin son inceleme merciidir.” denmek suretiyle de, genel geçer bu kural Anayasal bir hal de almıştır. Buna göre, kural olarak ilk derece idari yargı mercileri tarafından verilen kararla rına karşı istinaf veya temyiz yolu açık olmalıdır. Bu şekilde, ilk derece mahkemelerinin vermiş olduğu kararların hukuka uygun olup olmadıklarının denetiminin yapılmasının sağlanmasının yanı sıra, Ülke çapında bir içtihat birliği de sağlanmaya çalışılmakta, en azından, birbirine aykırı çok fazla sayıda içtihat olmaması sağlanarak, vatandaşların hangi durumda hangi hukuki sonuca muhatap olacaklarını en azından yaklaşık olarak bilmeleri sağlanmaya çalışılmaktadır. Fakat bu durum, ilk derece mahkemelerinden verilen her türlü kararın mutlaka temyiz ya da istinaf yolunun açık olması gerektiğini, aksi bir durumun her halde Ana yasa’ya aykırı olduğunu göstermez. Nitekim, hukukumuzdaki kural yukarıda belirtildiği gibi olsa da, istisnai bazı durumlarda bazı mahkemelerce bazı konular hakkında verilecek olan kararların kesin olacağına dair Kanuni düzenlemeler de mevcuttur. Bu düzenlemeler ise, ekseriyetle parasal olarak belirlenmekte, bazen de yabancılar hukuku gibi, vatandaş ları doğrudan etkilemeyen konularda olmaktadır. Parasal miktar dikkate alınarak yapılan düzenlemelerde ise, ortalama bir vatandaşın bir şekilde ödemek zorunda kalması halinde maddi olarak çok fazla etkilenmeyeceği miktarları aşmayan davalarda, ilk derece mahke melerince verilen kararların kesin olduğu yönünde düzenlemeler yapılabilmektedir. Bu şekilde, yoğun iş yükü altında olan üst yargı mercilerinin iş yükü hafifletilmeye çalışıla rak, daha büyük miktarlı, bireyi ve dolayısıyla da toplumu etkileme kabiliyeti daha büyük olan davaların temyizi veya istinafının daha hızlı ve daha verimli bir şekilde karara bağ lanmasının sağlanması suretiyle, toplumun hukuku ile bireyin hukuku arasındaki adil denge bu şekilde de tesis edilmeye çalışılmaktadır. Ancak; itiraz konusu kural, 4708 sayılı Kanun’un 8. maddesine göre verilen nispi, yani miktarı önceden kestirilemeyen, olaydan olaya miktarı değişkenlik gösteren idari para cezaları hakkında açılacak davalarda verilecek kararların kesinliğini öngörmekte olup, bunun yukarıda belirtilen hukuk ve Anayasa kuralının müsaade ettiği sınırları aştığı2 açıktır. Zira, söz gelimi bir olayda kesilmesi gereken para cezası 300. 00 TL olabilirken, başka bir olayda kesilen para cezası miktarı 100.000. 00 TL, hatta daha yüksek miktar içerebilmektedir. Nitekim, Mahkememizde açılan benzer pek çok dava bulunup, bunların her birindeki ceza miktarı birbirinden farklıdır. Diğer yandan; anılan 8. maddenin 6645 sayılı Kanun’la değişmeden önceki başlığı “Denetim faaliyetinin durdurulması ve izin belgesinin iptali” şeklindeyken ve içeriği de “Yapı denetim kuruluşlarından, bu Kanunda öngörülen esaslara göre denetim görevini yerine getirmedikleri anlaşılanların veya son üç yıl içerisinde üç defa olumsuz sicil alan ların veyahut 3 üncü maddenin son fıkrası ile 6 ncı maddenin birinci fıkrası hükümlerine aykırı hareket ettiği belirlenenlerin denetim faaliyeti, yapı denetim komisyonunun teklifi üzerine Bakanlıkça bir yıla kadar durdurulur ve belgesi geçici olarak geri alınır. Durdurma kararı, Resmî Gazetede ilan edilir ve sicillerine işlenir. Denetim faaliyetinin geçici olarak durdurulmasına neden olan yapı denetim kuruluşunun mimar ve mühendisleri, bu süre içerisinde başka ad altında dahi olsa hiçbir denetim faaliyetinde bulunamaz. Geçici dur durmaya neden olan mimar ve mühendisler Bakanlıkça ilgili meslek odasına bildirilir. Meslek odaları, bu kişiler hakkında kendi mevzuatına göre işlem yapar. Faaliyeti üç defa durdurulan yapı denetim kuruluşunun denetim faaliyetine son verilir ve izin belgesi Bakanlıkça iptal edilir. İzin belgesi iptal edilen yapı denetim kuruluşunun, kusurları mahkeme kararı ile kesinleşen mimar ve mühendisleri başka bir yapı denetim kuruluşunda görev almaları halinde, görev aldıkları bu kuruluşa izin belgesi verilmez, verilmişse iptal edilir. Denetim faaliyeti geçici olarak durdurulan veya izin belgesi iptal edilen yapı de netim kuruluşu hakkındaki bu karar ilgili idareye bildirilir ve denetimini üstlendiği yapı ların devamına izin verilmez. Bu durumda, yapım faaliyetine devam edilebilmesi için yapı sahibince başka bir yapı denetim kuruluşunun görevlendirilmesi zorunludur.” şek lindeyken, 6645 sayılı Kanun’un 32. maddesiyle madde başlığı “İdari müeyyideler ve teminat” şeklinde, içeriği de “Yapı denetim kuruluşlarından bu Kanunda ve ilgili mevzu atta öngörülen esaslara göre denetim görevini yerine getirmedikleri tespit edilenlere, tes pit edilen fiil ve hâllerin durumuna göre, aşağıdaki idari yaptırımlar uygulanır. a) Denetim personelinin görevi başında bulunmaması veya yapı denetim kurulu şunun denetim personeline görevi ile ilgili yazılı olarak bilgi vermediğinin anlaşılması, b) Mevzuatın öngördüğü evrakın tanziminde eksiklik veya kusur bulunması, c) 2 nci maddenin dördüncü fıkrasının (b) veya (f) bendinde belirtilen görevlerin yerine getirilmemesi, hâllerinde, tespite konu yapının yapı denetimi hizmet sözleşmesi bedelinin %10’u kadar idari para cezası, ç) Hataların yapının taşıyıcı sistemini etkilememesi kaydı ile, 2 nci maddenin dör düncü fıkrasının (a) veya (c) ile (g) bentlerinde belirtilen görevlerin yerine getirilmediği nin tespiti hâlinde, tespite konu olan yapı denetimi hizmet sözleşmesi bedelinin %20’si kadar idari para cezası verilir. d) 2 nci maddenin dördüncü fıkrasının (d) veya (e) veya (h) veya (ı) bentlerinde belirtilen görevlerin yerine getirilmediğinin tespiti hâlinde, tespite konu yapının yapı de netimi hizmet sözleşmesi bedelinin %30’u kadar idari para cezası verilir.3 Yapı denetim kuruluşlarına denetim sorumluluğunu üstlendiği bir işe yönelik ya pılacak tespitler doğrultusunda yukarıdaki bentlerde belirtilen idari müeyyidelerden bir den fazla cezanın verilmesinin gerekmesi hâlinde o işe ait yapı denetim hizmet sözleşme sinin en fazla %50’si kadar idari para cezası verilir. e) Aşağıda belirtilen; 1) Denetim hizmetinin bu Kanunda yazılı asgari hizmet bedelinden düşük bir be del ile üstlenildiğinin tespit edilmesi, 2) Yapı sahibinden veya vekilinden, yapı denetim hesabına yatırılmaksızın yapı denetimi hizmet bedeli alındığının tespit edilmesi, hâllerinde, üstlenilen denetim işlerinin tamamına ait yapı denetimi hizmet sözleş mesi bedelleri toplamının %3’ü kadar idari para cezası verilir. f) 6 ncı maddenin birinci fıkrası hükmüne aykırı hareket edilmesi hâlinde üstleni len denetim işlerinin tamamına ait yapı denetimi hizmet sözleşmesi bedelleri toplamı nın %2’si kadar idari para cezası verilir. g) Aşağıda belirtilen; 1) Hataların yapının taşıyıcı sistemini etkilemesi hâlinde 2 nci maddenin dördüncü fıkrasının (a) veya (c) ile (g) bentlerinde belirtilen görevlerin yerine getirilmemesi, 2) 3 üncü maddenin beşinci fıkrasının birinci cümlesi hükmüne aykırı hareket edilmesi, 3) Yapı denetim kuruluşuna son bir yıl içinde üç defa idari para cezası uygulan ması, hâllerinde, cezayı gerektiren fiil ve hâlin, yetkililer tarafından yapılan inceleme ve denetimlerle tespit edilip öğrenilmesinden veya son idari para cezasının tebliğinden iti baren İl Yapı Denetim Komisyonunun teklifi üzerine Bakanlıkça bir yıl yeni iş almaktan men cezası verilir. h) Yeni iş almaktan men yönünde verilen ilk cezanın ilan edilmesinden sonra, yeni iş almaktan men yönünde cezayı gerektiren ikinci bir fiilin işlenmesi ve bundan dolayı ceza verilip ilan edilmesinden sonra üçüncü defa yeni iş almaktan men yönünde ceza vermeyi gerektiren bir fiilin işlenmesi ve bundan dolayı da ceza verilip ilan edilmesi hâlinde, son ilan tarihinden itibaren Merkez Yapı Denetim Komisyonunun teklifi üzerine Bakanlıkça yapı denetim kuruluşunun izin belgesi iptal edilerek faaliyetine son verilir ve teminatı irat kaydolunur. Yapı denetim kuruluşunun, 3 üncü maddenin beşinci fıkrasının ikinci cümlesi hük müne aykırı hareket eden veya yapı denetim kuruluşunda görevli iken laboratuvar kuru luşlarında da görev alan mimar ve mühendislerine İl Yapı Denetim Komisyonunun teklifi üzerine Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğünce 5.000 Türk Lirası idari para cezası verilir. İdari para cezası, cezayı gerektiren fiil ve hâlin, yetkililer tarafından yapılan ince leme ve denetimlerle tespit edilmesini müteakip yapı denetim kuruluşunun ve ilgililerin savunmaları alınarak verilir ve yazılı olarak tebliğ edilir.4 İdari para cezasına karşı on beş gün içinde yetkili idare mahkemesine itiraz edi lebilir. Bu süre içinde itiraz yoluna başvurulmaması hâlinde idari para cezası kesinleşir. İtirazlar, zaruret olmayan hâllerde evrak üzerinde incelenerek en kısa süre içinde karara bağlanır. İtiraz üzerine verilen mahkeme kararları kesindir. Yeni iş almaktan men ve faaliyetine son verme cezalarına dair işlemler, Resmî Gazete’de ilan edilir. Yeni iş almaktan men cezası, yapı denetim kuruluşunun denetimindeki diğer işle rin devamına mani değildir. Ancak, yapı denetim kuruluşuna yeni iş almaktan men cezası verilmesine esas olan yapım işinin devam edebilmesi için, yapı sahibi tarafından başka bir yapı denetim kuruluşu görevlendirilmedikçe, ilgili idare tarafından işin devamına izin verilmez. Faaliyete son verme cezası verilen hâllerde de, yapı denetim kuruluşunun de netimini üstlendiği yapıların devamına, yeni yapı denetim kuruluşu görevlendirilmedikçe ilgili idare tarafından izin verilmez. Yeni iş almaktan men cezası alan yapı denetim kuruluşunun ortakları, ceza süresi içinde; faaliyete son verme cezası alan yapı denetim kuruluşunun ortakları ise, üç yıl süre içinde herhangi bir yapı denetim veya laboratuvar kuruluşunda idari veya teknik bir görev alamaz ve başka bir yapı denetim veya laboratuvar kuruluşunun ortağı da olamaz. Yapı denetim kuruluşuna üç defa idari para cezası verilmesine sebep olduğu anla şılan denetçi mimar ve denetçi mühendislerin belgeleri, Merkez Yapı Denetim Komisyo nunun kararı ile iptal edilir. Bu suretle belgesi iptal edilen denetçi mimar ve denetçi mü hendisler, üç yıl süre ile herhangi bir yapı denetim veya laboratuvar kuruluşunda idari veya teknik bir görev alamaz ve başka bir yapı denetim veya laboratuvar kuruluşunun ortağı da olamaz. Yapı denetim kuruluşuna üç defa idari para cezası verilmesine sebep olduğu anla şılan teknik personel, üç yıl süre ile herhangi bir yapı denetim veya laboratuvar kurulu şunda idari veya teknik bir görev alamaz ve başka bir yapı denetim veya laboratuvar ku ruluşunun ortağı da olamaz. Laboratuvar kuruluşlarının personel, tesis, makine, teçhizat ve kalite kontrol sis teminde olumsuz yönde bir değişiklik olduğunun veya gerçekleştirilen deneylerin belir lenmiş teknik kritere uygun olmadığının veya bu Kanunda ve ilgili mevzuatta belirtilen hükümlere aykırı hareket edildiğinin tespit edilmesi hâlinde, tespit edilen fiil ve hâllerin durumuna göre, İl Yapı Denetim Komisyonunun teklifi üzerine Çevre ve Şehircilik İl Mü dürlüğünce; a) Laboratuvarların kalite sistemine ilişkin idari ve teknik şartlar bakımından tes pit edilen aykırılıklar için uyarma cezası, b) Verilen ilk uyarma cezasının tebliğ edilmesinden sonra, aynı türden cezayı ge rektiren ikinci bir fiilin işlenmesi ve bundan dolayı ceza verilip tebliğ edilmesinden sonra üçüncü defa uyarma cezası vermeyi gerektiren bir fiilin işlenmesi ve bundan dolayı da ceza verilip tebliğ edilmesi hâlinde, laboratuvar kuruluşuna 5.000 Türk Lirası idari para cezası, c) Alet ve cihaz kalibrasyonlarının zamanında yaptırılmaması veya kür havuzla rında veya kür odalarında kür şartlarına uyulmaması veya şantiye mahallinde alınan taze5 beton numunelerinin zamanında toplanmaması veya karot numunesi alınması sırasında laboratuvar denetçisinin hazır bulunmaması veya laboratuvar kuruluşunun deney kapsam listesindeki deneyler hariç olmak üzere deney raporlarında Bakanlık logosunun kullanıl ması veya numune kayıt ve rapor defterinde boşluklar bulunması hâllerinde, laboratuvar kuruluşuna 10.000 Türk Lirası idari para cezası, verilir. d) Bu fıkranın (c) bendine göre verilen ilk cezanın tebliğ edilmesinden sonra, aynı türden cezayı gerektiren ikinci bir fiilin işlenmesi ve bundan dolayı ceza verilip tebliğ edilmesinden sonra üçüncü defa aynı cezayı vermeyi gerektiren bir fiilin işlenmesi ve bundan dolayı da ceza verilip tebliğ edilmesi hâlinde, İl Yapı Denetim Komisyonunun teklifi üzerine Bakanlıkça bir yıl yeni iş almaktan men cezası verilir. e) Aşağıda belirtilen; 1) Bu fıkranın (d) bendine göre verilen cezanın ilan edilmesinden sonra, aynı tür den cezayı gerektiren ikinci bir fiilin işlenmesi ve bundan dolayı ceza verilip ilan edilme sinden sonra üçüncü defa aynı türden ceza vermeyi gerektiren bir fiilin işlenmesi ve bun dan dolayı da ceza verilip ilan edilmesi, 2) Laboratuvar kuruluşunun idarelere veya şahıslara verdiği deney raporlarının gerçeği yansıtmayan sonuçlar ihtiva ettiğinin tespit edilmesi, hâllerinde Merkez Yapı Denetim Komisyonunun teklifi üzerine Bakanlıkça labo ratuvar kuruluşunun izin belgesi iptal edilerek faaliyetine son verilir. Sözleşmesi feshedi lir ve teminatı irat kaydolunur. Üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkra hükümleri, laboratuvar kuruluşu hakkında uy gulanan idari müeyyideler için de geçerlidir. Yeni iş almaktan men cezası alan laboratuvar kuruluşunun ortakları, ceza süresi içinde; faaliyete son verme cezası alan laboratuvar kuruluşunun ortakları ise, üç yıl süre içinde herhangi bir yapı denetim veya laboratuvar kuruluşunda idari veya teknik bir görev alamaz ve başka bir yapı denetim veya laboratuvar kuruluşunun ortağı da olamaz. Laboratuvar kuruluşuna üç defa idari para cezası verilmesine sebep olduğu anla şılan denetçi mühendislerin belgeleri, Merkez Yapı Denetim Komisyonu tarafından iptal edilir. Bu suretle belgesi iptal edilen denetçi mühendisler, üç yıl süre ile herhangi bir yapı denetim veya laboratuvar kuruluşunda idari veya teknik bir görev alamaz ve başka bir yapı denetim veya laboratuvar kuruluşunun ortağı da olamaz. Laboratuvar kuruluşuna üç defa idari para cezası verilmesine sebep olduğu anla şılan teknik personel, üç yıl süre ile herhangi bir yapı denetim veya laboratuvar kurulu şunda idari veya teknik bir görev alamaz ve başka bir yapı denetim veya laboratuvar ku ruluşunun ortağı da olamaz. İlgili meslek odaları, yapı denetim veya laboratuvar kuruluşlarına bu madde uya rınca idari yaptırım uygulanmasına sebep olan denetçi mimar ve mühendisler ile diğer mimar ve mühendisler hakkında, kendi mevzuatına göre cezai işlem yaparak neticesini Merkez Yapı Denetim Komisyonuna bildirir.6 Laboratuvar kuruluşlarının veya denetçi mimar ve denetçi mühendislerin izin bel gesi alma safhasında gerçeğe aykırı belge düzenlediğinin izin belgesi verildikten sonra anlaşılması hâlinde, izin belgesi derhâl iptal edilir. Yapı denetim kuruluşlarına denetim sorumluluğunu üstlendiği bir işte yeni bir iş almaktan men cezası almasını gerektiren 2 nci maddenin dördüncü fıkrasının (a) ve (c) ile (g) bendine aykırı hareket ettiğinin aynı anda tespit edilmesi hâlinde bir kez yeni iş almaktan men cezası verilir. Laboratuvar kuruluşlarına uyarı cezası vermeyi gerektiren birden fazla fiilin aynı anda tespit edilmesi hâlinde kuruluşa idari para cezasına esas olmak üzere tek bir uyarı cezası uygulanır. Laboratuvar kuruluşlarına idari para cezası vermeyi gerektiren birden fazla fiilin aynı anda tespit edilmesi hâlinde kuruluşa en fazla 15.000 Türk Lirası idari para cezası verilir. Bu Kanun kapsamında verilecek idari para cezaları İl Yapı Denetim Komisyonu nun teklifi üzerine Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğünce verilir ve verilen idari para ceza ları tebliğinden itibaren bir ay içinde ödenir. Bu Kanuna göre yapı denetim izin belgesi ve laboratuvar izin belgesi verilmesi sürecinde Bakanlıkça teminat alınır. Teminatın türü, tutarı, iadesi ve irat kaydedilmesine ilişkin usul ve esaslar Bakanlıkça hazırlanan yönetmelik ile belirlenir.” şeklinde değişti rilmiştir. Görüleceği üzere, 8. maddenin ilk halinde para cezası müeyyidesi bulunmamakta olup, maddenin ilk halinde faaliyetin geçici olarak durdurulması ve belgenin geçici olarak geri alınmasından başlayıp giderek ağırlaşan müeyyideler öngörülmüş ve bu müeyyideler hakkında açılacak dava süreçleriyle ilgili herhangi bir kısıtlayıcı düzenleme öngörülme miştir. 8. maddenin 6645 sayılı Kanun’un 32. maddesiyle değişik son halinde ise, yapı denetim kuruluşları hakkındaki müeyyideler para cezasından başlatılmış, ancak, para ce zalarının devamında para cezalarıyla bağlantılı olarak daha çeşitli olan, daha fazla kişiyi etkileyen ağır müeyyideler öngörülmüş; müeyyideler hakkında açılacak davalardan, para cezalarına karşı açılacak davalarda ilk derece mahkemelerince verilecek kararların kesin olduğu belirtilmiştir. Fakat, maddede her ne kadar da müteakip müeyyideler hakkında açılacak davalarla ilgili bir kısıtlama getirilmemişse de, bütün müeyyidelerin temeli olan para cezalarına karşı açılacak davalarda getirilen kısıtlamanın diğer müeyyideler hak kında açılacak davaları da etkileyeceği tabiidir. Dolayısıyla, bir ticari faaliyetin, bir meslek ve sanatın icrasının kısıtlanmasına ve hatta durdurulmasına kadar varabilen ağır sonuçlara yol açabilecek olan para cezalarına karşı açılacak davalarda verilecek kararların kesinliğine dair olan itiraz konusu kuralın, Anayasa’nın müsaade ettiği sınırları aştığı açıktır. Bu durumda; Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milli yetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu ifade edildiğine göre; hukuk Devleti de, eylem ve işlemleri hu kuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her7 alanda eşitliği gözeten, adaletli bir hukuk düzeni kurup sürdürmekle kendisini yükümlü sayan, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasa’ya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlet olduğuna göre, itiraz ko nusu kuralın doğurduğu sonuçlar itibariyle Anayasa’nın 2. maddesine aykırı olduğu so nucu da ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan, Anayasa’nın 155. maddesinin aktarılan hükmüne göre, idari yargı sistemimiz tek dereceli bir sistem değildir. Dolayısıyla, Anayasa’nın 155. maddesine ay kırı olan itiraz konusu Kanun hükmünün, Anayasa’da çok dereceli öngörülen bir sistemin sonraki derecelerine ulaşma imkanını ortadan kaldırarak, Anayasa’nın “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı ola rak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” şeklindeki 36/1. maddesi hük müne de dolaylı olarak aykırılık teşkil ettiği açıktır. VI KARAR Açıklanan nedenlerle, Anayasa’nın 2., 36. ve 155. maddesine aykırı olması sebe biyle 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun’un 6645 sayılı Kanun’un 32. madde siyle yeniden düzenlenen 8. maddesinin 4. fıkrasında bulunan “İtiraz üzerine verilen mah keme kararları kesindir.” şeklindeki son cümlenin iptali istemiyle Anayasa’nın 152/1. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; dava dosyasının ve dosyada bulunan tüm belgelerin onaylı suretlerinin iş bu karar aslı ile birlikte Anayasa Mahkeme sine gönderilmesine; iş bu karar aslı ile dosya suretinin yüksek mahkemeye tebliğinden itibaren beş ay beklenilmesine, beş ay içinde netice gelmezse mevcut mevzuata göre dos yanın karara bağlanmasına; iş bu kararın onaylı birer örneğinin bilgi amacıyla taraflara da tebliğine, 31.12.2019 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.” | 2,792 |
Esas Sayısı : 1992/17 Karar Sayısı : 1992/30 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : Dava dilekçesinin konuyla ilgili gerekçe bölümü aynen şöyledir : 2972 saydı Mahalli idareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve ihtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanunun (Seçimlerin Yenilenmesi) başlığını taşıyan 29 uncu maddesi bütünü ile incelendiğinde; a. Bir seçim çevresinde yapılan seçimin seçim işlemleri sebebiyle iptaline karar verilmesi, b. Belediye meclisi veya il genel meclisinin yetkili organlarca feshi, c. Belediye meclisi veya il genel meclisi üyeliklerinin herhangi bir sebeple boşalması ve meclis üye sayısının yedeklerinin de getirilmesinden sonra üye tam sayısının yansından aşağıya düşmesi, Hallerinde bu ilandan sonra gelen 60 inci günü takibeden ilk Pazar günü seçim yapılacaktır. Görülüyor ki, her ne kadar Kanunun gerekçe bölümünde açıklandığı üzere ülkemiz için en uygun seçim mevsimleri ilkbahar ve Sonbahar aylan olarak kabul edilmiş ise de; 2972 sayılı Kanunun 29 uncu maddesinin (a), (b) ve (c) bentlerinde bu husus nazara alınmamış ve seçimlerin ilandan sonra gelen 60 günü takibeden ilk Pazar günü yapılması yoluna gidilmiştir. Buna karşılık, 26.12.1991 tarih ve 3766 sayılı Kanunla yapılan düzenleme sonucunda, seçilmiş belediye başkanlıklarının herhangi bir nedenle boşalması halinde, seçimler Haziran veya Kasım ayının ilk Pazar günü yapılacaktır. Hal böyle olunca gerekçe zayıf kalmakta, Kanun kendi içinde çelişki yaratmaktadır. Konuyla ilgili olarak Yüce Mahkemenizin iki karan mevcuttur. Bunlardan Birincisi; Esas Sayısı : 1988/14, Karar Sayısı : 1988/18, Karar Günü : 13.6.1988, ikincisi ise; Esas Sayısı : 1987/22, Karar Sayısı : 1988/19, Karar Günü : 13.6.1988. Verilen bu kararlar doğrultusunda 26.12.1991 tarih 3766 sayılı Kanun incelendiğinde, bu Kânunla getirilen hükümlerin de Anayasa'nın 13, 67 ve 127 nci maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmaktadır. Anayasa'nın 13 üncü maddesine göre; temel hak ve hürriyetler, ancak Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzenin, genel asayişin, kamu yararının genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacıyla ve ayrıca Anayasa'nın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasa'nın özüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabilir. Temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamaz.Esas Sayısı : 1992/17 Karar Sayısı : 1992/30 2 Anayasa'nın 67 nci maddesinde düzenlenen seçme ve seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı, (siyasi haklar ve ödevler) bölümünde yer almaktadır. Mahalli seçimler yönünden getirilecek her türlü kısıtlama, seçme ve seçilme hakkına büyük zarar verecektir. Öte yandan, kabul edilen hükümle seçmen iradesine, seçme ve seçilme hakkına getirilen sınırlama, demokratik toplum düzeninin gerekleri ile bağdaşır nitelikte kabul edilemeyeceğinden, Anayasa'nın 13 üncü maddesine aykırılık sözkonusu olacaktır. Anayasa'nın 127 nci maddesinde, yerel seçimlerin 67 nci maddedeki esaslara göre, 5 yılda bir yapılacağı ilkesi dışında, bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Yerel yönetim organlarında meydana gelebilecek boşlukların nasıl doldurulacağı konusu Anayasa'da bir esasa bağlanmadığından, meselenin 127 nci maddede öngörülen yerinden yönetim ilkesine göre, çözümlenmesi gerekir. Mahkemenizin de kabul ettiği gibi, yerinden yönetim ilkesinde esas halkın katılımının sağlanması olduğundan bunun doğal sonucu da, organlardaki boşalmanın zaman geçirilmeden doldurulmasıdır. Yukarıda da arzedildiği üzere, 2972 sayılı Kanunun 29 uncu maddesinin (a), (b), (c) bendlerinde yazılı hallerde seçimler ilandan sonra gelen 60 inci günü takip eden ilk Pazar günü yapılırken; seçilmiş belediye başkanlıklarının herhangi bir nedenle boşalması halinde, bu hususun ilanından sonra gelen Haziran veya Kasım ayının ilk Pazar gününde, bu aylara 60 günden az süre kalmış ise, seçimden sonra gelen Haziran veya Kasım aylarının ilk Pazar günlerinde yapılacaktır. Daha açık deyimle Nisan'ın ilk haftasından itibaren Haziran'ın ilk Pazar gününe 60 günden az süre kalacağından, seçimler Haziran'ın ilk Pazar günü yapılmayacak ancak 8 ay sonra Kasım'ın ilk Pazar günü yapılacaktır. Bunun gibi Eylül'ün ilk haftasından itibaren Kasım ayının ilk Pazar gününe yine 60 günden az süre kalacağından seçimler o yılın Kasım ayının ilk Pazar günü yerine tam 10 ay sonra ertesi yılın Haziran ayının ilk Pazar günü yapılacaktır. Bu sürelerin makul bir süre olduğunu ileri sürmek imkansızdır. Kaldıki Mahalli idarelere ait seçimlerin ihtiyaç hasıl oldukça ve o bölgede yapılması seçim ortamını seçim bölgesinde lokalize ederek, etkilerini mevzi tutmak ve seçim atmosferini bütün yurda yaymamak ana fikrine istinaden ve seçimlerin belli iki tarihte toplanmasının seçim bölge sayısının artmış olmasına, değişik yerlere yayılmasına ve her yıl iki defa bütün yurtta bir nevi genel seçim ortamının doğmasına neden olacağını dikkate alan Anayasamız bu nedenle mahalli seçimlerin belli iki tarihte toplanılarak yoğunlaştırılmasının yerine kendi bölgesi içinde, kendi şart ve özelliklerine uyarak zamanında yapılmasını ve bu seçimlere adeta bir genel seçim havası getirilmemesini idari ihtiyaçlar, psikolojik etkenler ve toplumun beklentileri yönünden de uygun görmemiş ve Anayasa'da belirtilen seçim şeklini benimsemiş bulunmaktadır. Seçimler için getirilen böyle bir düzenleme (yılda iki defa yapılması), Anayasa'nın 13 üncü maddesine aykırı olacaktır. Zira Anayasalın 13 üncü maddesine göre kamu yaran bulunmadan temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması mümkün değildir. Bu bakımdan düzenleme vatandaşın seçme ve seçilme hakkına ve siyasi faaliyette bulunma hakkına engel teşkil eder niteliktedir.Esas Sayısı : 1992/17 Karar Sayısı : 1992/30 3 Seçilmiş belediye başkanlarının yerlerinin belediye meclislerince seçilmiş üyelerle doldurulması, hukuksal sakıncayı gidermez. Önemli olan, boşalan yerlerin, seçilmiş kişilerce rastgele doldurulması değil, seçmenlerin o yer için seçtiği kimseler tarafından doldurulmasıdır. Seçmen iradesine, seçme ve seçilme hakkına getirilen sınırlama, demokratik toplum düzenin gerekleri ile bağdaşır nitelikte de kabul edilemez. Anayasa'nın 127 nci maddesine göre yerinde yönetim ilkesinde esas, halkın katılımının sağlanması olduğundan, bunun doğal sonucu olarak organlardaki boşalmanın yine secimle giderilmesidir. Yerel yönetimdeki boşalmanın hemen doldurulması esastır. O nedenlerle demokratik katılımın uzunca bir süre kesintiye uğraması düşünülemez. Çağdaş demokrasilerde amaç, halkın kamu işlerinde etkinliğinin sağlanmasıdır. Kaldı ki, ülkemizde 1963 yılından bu yana yerel seçimler boşalmayı izleyen fasa bir hazırlık döneminden sonra hemen yapılmıştır. Kanunun geçici maddesi, seçim süresi başlatılan ve ilanı yapılan seçimleri Haziran 1992 tarihine ertelemekte, bu ise, yetkili kamu mercilerinin ilanına güvenerek, kamu görevinden istifade eden kişileri olumsuz yönde etkilemektedir. Boş olan belediye başkanlıkları için süreler başlamıştır. Süresi başlayan seçimi bir kanunla durdurmak Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda, bazı üyeler tarafından da açıklandığı gibi yanlıştır. Yanlış olacaktır. Birtakım işlemler yapılmış, bazı kişiler aday olmak için görevlerinden ayrılmış, belki de, ön seçimi kazanmış durumdadırlar. Bu hale gelmiş iken, seçimlerin Haziran 1992'ye ertelenmesi kişisel haklan zedeleyici niteliktedir. Demokratik toplumlarda mahalli idareler, büyük önemi haiz kuruluşlardır. Bir görüşe göre, demokrasi, mahalli idarelerde uygulama alanı bulur. Bu itibarla, mahalli idareler organlarında vaki boşalmaların, mümkün olan sür'atle doldurulması esas olmak gerekir. Makul süreleri aşan ertelemeler, hem Anayasa'nın 127 nci maddesinin ruhuna aykırı düşecek, hem de vatandaşların seçme ve seçilme haklarının demokratik toplum düzeni gereklerine aykırı biçimde sınırlanmasına ve bu sınırlamanın öngörülen amacı aşan şekilde kullanılmasına yol açacaktır. Yüce Mahkemenizin konu ile ilgili kararında da özenle vurgulanan husus ve hakim gerekçe; yerinden yönetim ilkesinde esas olan, halkın katılımının sağlanması ve bunun doğal sonucu, organlardaki boşalmanın zaman geçirilmeden doldurulmasıdır. 3766 sayılı Kanun, belediye başkanlıkları seçimlerini makul olmayan süre dışına çıkarmak ve ilanı yapılmış seçimleri ertelemekle vatandaşın sahip olduğu seçme ve seçilme haklarını, demokratik toplum düzeni gereklerine aykırı olarak sınırlamakta ve bu sınırlama öngörülen amacı aşmaktadır. Yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarım, gerçek ve tüzel kişileri bağlayan Mahkemenizin kararında da, tüm bu konular belirlenen şekilde yorumlanmıştır.Esas Sayısı : 1992/17 Karar Sayısı : 1992/30 4 SONUÇ : 26.12.1991 tarih ve 3766 sayılı 2972 Sayılı Mahalli idareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve ihtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanunun 29 uncu Maddesinde Değişildik Yapılmasına Dair Kanun yukarıda arz edilen gerekçeler ve ilişikte sunulan deliller ve Yüce Mahkemenizin emsal kararlan karşısında Anayasa'nın 13, 67 ve 127 nci maddelerine aykırı olduğundan Anayasa'nın 104 ve 150 nci maddeleri gereğince esastan iptaline karar verilmesini arz olunur. | 1,205 |
Esas Sayısı : 2013/124 Karar Sayısı : 2014/136 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: “5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “mağdur ile şikâyetçinin hakları” başlıklı 234. maddesinde mağdur ve şikâyetçilerin soruşturma ve kovuşturma evresindeki hakları sayılmıştır. Mağdur ve şikâyetçilerin kovuşturma evresindeki haklarını düzenleyen 234. maddenin 1. fıkrasının (b) bendi şöyledir: “b) Kovuşturma evresinde; 1 Duruşmadan haberdar edilme, 2 Kamu davasına katılma, 3 Tutanak ve belgelerden () (1) örnek isteme, (1) 4 Tanıkların davetini isteme, 5 (Değişik: 24/7/2008 5793/40 md.) Vekili bulunmaması halinde, cinsel saldırı suçu ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda, baro tarafından kendisine avukat görevlendirilmesini isteme, 6 Davaya katılmış olma koşuluyla davayı sonuçlandıran kararlara karşı kanun yollarına başvurma.” 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “katılanın hakları” başlıklı itiraza konu 239. maddesinin 1. fıkrası ise şöyledir: “Mağdur veya suçtan zarar gören davaya katıldığında, cinsel saldırı suçu ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda, baro tarafından kendisine avukat görevlendirilmesini isteyebilir.” 5793 sayılı Kanun Değişikliği Ceza Muhakemesi Kanununun 234. ve 239. maddelerinin ilk şeklinde müşteki, mağdur ve katılanın gerek soruşturma gerekse kovuşturma evresinde hiçbir sınırlamaya tabi olmaksızın “vekili yoksa, baro tarafından kendisine avukat atanmasını isteme” hakkı bulunmakta iken 24.7.2008 tarihli, 5793 sayılı Kanun değişikliği ile bu hak cinsel saldırı suçu ile alt sınır beş yıldan fazla olan suçlarla sınırlandırılmıştır. Mahkememizde görülmekte olan dava 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 125/1. maddesi uyarınca hakaret ve 106/1 1. cümlesi uyarınca tehdit iddiasına dayanmaktadır. Her iki suçun cezasının kanundaki alt sınırı da beş yılın altındadır.Esas Sayısı : 2013/124 Karar Sayısı : 2014/136 2 Mevcut düzenleme karşısında eldeki davada mağdur, müşteki veya katılanın kendisine barodan avukat tayin edilmesine dair talebinin kabul edilmesi mümkün değildir. Yargılama hukukumuzda adli yardım müessesesi gerek 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda gerekse 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 334 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. Ancak Ceza Muhakemesi Kanununda adli yardım müessesesi açık bir şekilde düzenlenmemiş olup şüpheli ve sanık için 147. ve 150. maddelerde; şikâyetçi, mağdur ve katılan için ise 234 ve 239. maddelerde düzenlemeler getirilmiştir. 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 178. maddesinde adli yardım müessesesi yer almakla birlikte aynı Kanunun 179. maddesinin 5. fıkrasında Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunundaki adli yardım hükümleri saklı tutulmuştur. 5320 sayılı Kanunun 3. maddesinde “Mevzuatta Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununa yapılan yollamalar, Ceza Muhakemesi Kanununun bu hükümlerin karşılığını oluşturan maddelerine yapılmış sayılır” hükmü yer almaktadır. O halde eldeki davada müştekinin talebinin Avukatlık Kanununun 178 ve devamı maddeleri ile karşılanması da mümkün değildir. Anayasanın 2. maddesi Bakımından: Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir “hukuk devleti” olarak nitelendirilmiştir. Anayasa Mahkemesi bir çok kararında hukuk devletinin tanımını yapmıştır. Anayasa Mahkemesi bir kararında hukuk devletini “her eylem ve işlemi hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinden uzaklaştığında geçersiz kalacağını bilen devlettir. “(Anayasa Mahkemesinin 1985/31 esas, 1986/11 karar sayılı kararı) şeklinde tanımlamıştır. Bir suç nedeni ile mağdur konuma gelmiş kişilerin soruşturma ve kovuşturma evresinde vekillerinin bulunmaması halinde kendilerine hukuki yardımda bulunacak bir avukatın görevlendirilmesini devletten isteme hakları olduğu gibi; bu hakkın belli suç tipleri veya suçların ağırlıklarına göre sınırlandırılması adaleti sağlamakla mükellef olan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Mağdur ve müştekiler ceza yargılamasının birer süjesi olup onların suçtan gördükleri zarar nedeni ile suçun tipi veya kanundaki cezasının miktarı ne olursa olsun bir avukatın hukuki yardımından yararlanma haklarının bulunması gerekir. Zira suç nedeni ile zarara uğramış olma ihtimali bulunan mağdur ve müştekinin kendisini bir hukukçu ile birlikte temsil ettirmesinde her zaman menfaati vardır. Bu hali ile iptali istenen kurallar Anayasanın 2. maddesinde yerini bulan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Anayasanın 10. Maddesi Bakımından: Anayasanın 10. maddesinin 1. fıkrasında “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”denilmek suretiyle eşitlik ilkesi açık bir şekilde düzenlenmiştir. Ceza muhakemesi sürecinde sanık ve müdafii; cumhuriyet savcısı, müşteki, mağdur, katılan ve vekili birer süje olarak yer almaktadırlar. Esasen bu sistemde iddia makamı, savunma makamı ve yargılama makamı olmak üzere üçlü bir yapılanma söz konusudur. CezaEsas Sayısı : 2013/124 Karar Sayısı : 2014/136 3 muhakemesinde temel amaç hukuka uygun delillerle maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasında sanığın, katılanın ve kamunun ayrı ayrı menfaatleri vardır. Her ne kadar müşteki veya katılan yargılamada iddia makamının yanında yer alıyor olsa da iddia makamına organik anlamda bağlı olmayıp ve fakat kendine özgü hakları vardır. Zira Ceza Muhakemesi Kanununun dördüncü kitabı mağdur, müşteki ve katılanın haklarını düzenlemektedir. Ceza muhakemesi sisteminde önemli yeri olan ilkelerden biri de silahların eşitliği ilkesidir. 5271 sayılı Kanunun ifade ve sorgunun tarzı başlıklı 147. maddesinde sanığın haklarının bir kısmı sayılmış ve aynı maddenin 1. fıkrasının (c) bendinde “Müdafi seçme hakkının bulunduğu ve onun hukukî yardımından yararlanabileceği, müdafiin ifade veya sorgusunda hazır bulunabileceği, kendisine bildirilir. Müdafi seçecek durumda olmadığı ve bir müdafi yardımından faydalanmak istediği takdirde, kendisine baro tarafından bir müdafi görevlendirilir.” Müdafiin görevlendirilmesi başlıklı 150. maddesinin 1. fıkrasında da “Şüpheli veya sanıktan kendisine bir müdafi seçmesi istenir. Şüpheli veya sanık, müdafi seçebilecek durumda olmadığını beyan ederse, istemi halinde bir müdafi görevlendirilir’ hükmü yer almaktadır. Bu hükümlere bakıldığında sanığın müdafii bulunmadığı durumda müdafi yardımından yararlanmak istediğini beyan etmesi halinde kendisine müdafii görevlendirilmesi mümkündür. Burada suç tipi veya suçun cezasının ağırlığı gibi her hangi bir sınırlama söz konusu değildir. Her ne kadar sanık ceza muhakemesinde suç şüphesi altında bulunan kişi olarak yargılamanın her aşamasında kendini savunurken müdafii olarak tanımlanan avukatın yardımından yararlanmasında menfaati olmakla birlikte; aynı yargılamada sanığın karşısında yer alan müşteki, mağdur veya katılanın avukat isteme hakkının suç tipleri veya suçun cezasının ağırlığı gibi ölçütlerle sınırlandırılması Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesine aykırıdır. Anayasanın 36. Maddesi Bakımından: Anayasanın 36. maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde adil yargılanma hakkı düzenlenmiştir. Anayasamızda “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” denilerek hak arama hürriyeti ve adil yargılanma hakkı açıkça hüküm altına alınmıştır. Buna göre kişiler yargı mercileri önüne uyuşmazlıklarını meşru yollardan olmak kaydı ile her türlü sınırlamadan uzak olarak getirmek ve sonuçta yargı mercilerinden adil bir karar beklemek hakkına sahiptirler. Adil yargılanma hakkı; muhakeme sürecine katılan süjelerinin eşit bir şekilde karşılıklı olarak iddia ve savunmalarını ortaya koymalarına imkan verilmesini gerektirir. O halde Anayasanın 36. maddesi karşısında mağdur ve müştekinin sanık karşısında bir üstünlüğü olamayacağı gibi; sanık karşısında hak ararken daha avantajsız bir konumda olması da mümkün değildir. Bu hali ile sanığın yargılandığı suç tipi ve cezası ne olursa olsun müdafii olmadığı takdirde istemi halinde kendisine bir müdafii tayin edilmesi mümkün iken; sanığın karşısında hak arayan müşteki, mağdur veya katılanın bu talebinin sadece cinsel saldırı suçu ile alt sınırıEsas Sayısı : 2013/124 Karar Sayısı : 2014/136 4 beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlara hasredilmesi Anayasanın 36. maddesine aykırıdır. Nitekim Anayasa Mahkemesi Ceza Muhakemesi Kanununun 234. maddesinin 1.fıkrasının (b) bendinin 3 numaralı alt bendine ilişkin 2011/37 Esas, 2012/69 Karar sayılı iptal kararında “hak arama özgürlüğünün en önemli iki öğesini oluşturan, sav ve savunma haklarını kısıtlayacak, bu hakların eksiksiz kullanımını engelleyecek ve adil yargılanmaya engel olacak yasa kurallarının Anayasanın 36. maddesine aykırılık oluşturacağı tartışmasızdır” görüşüne yer verilmiştir. Yukarıda arz ve izah olunan sebeplerle mahkememizde görülmekte olan davada uygulanma ihtimali bulunan 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 234. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinin 24.7.2008 tarih ve 5793 sayılı Kanunla değiştirilen (5) numaralı alt bendinde yer alan “cinsel saldırı suçu ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda” ibaresi ile 239. maddesinin 24.7.2008 tarih ve 5793 sayılı Kanunla değiştirilen 1. fıkrasında yer alan “cinsel saldırı suçu ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda” ibaresinin iptaline karar verilmesi yüksek Mahkemenizden arz olunur.” | 1,287 |
Esas Sayısı : 2013/100 Karar Sayısı : 2014/14 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: “1. Fikri Mülkiyet Hakları (Intellectual Property Rights Immaterialgüterrecht) gerek tüm dünyada, gerekse Türkiye’de özel yasalarla (5846 s. FSEK, 556 s. Marka KHK, 554 s. Tasarım KHK, 555 s. Coğrafi İşaret KHK, 551 s. Patent KHK vs.) özel koruma altına alınan, diğer mülkiyet hakları gibi icraya, hacze, mirasa, devire ve lisansa (kiralamaya) müsait olan, eşya mülkiyetinin sağladığı kullanma, yararlanma, tasarruf (usus, fructus, abusus) haklarının tamamını sağlayan temsil ve tecessüm ettiği eşyadan soyut, belirli bir süreyle korunan bir hak türü olarak karşımıza çıkmaktadır. 2. BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 27. maddesi de fikri hakları, temel insan hakları arasında saymıştır. 3. Fikri mülkiyet haklarını korumanın temel kaynağı, emek, çaba ve yatırımların korunması ilkesidir. Bu koruma sayesinde, inovatif çalışmalarıyla, toplumdaki var olan sanatı, bilimi, estetiği, teknolojiyi bir üst basamağa taşıyarak, yeni bir sanat ürünü, yeni bir tasarım, yeni bir edebi çalışma, yeni bir buluş yapan kişilerin, bir yandan yeniliğe yapmış oldukları bu katkılardan dolayı emek çaba ve yatırımlarından dolayı ödüllendirilmesi, diğer yandan da gerek bu kişilerin gerekse başka kişilerin aynı şekilde daha yeni, daha ileri inovatif çalışma yapmaya özendirilmeleri amaçlanmaktadır. 4. Fikri mülkiyet yasaları sayesinde, kişilerin yeniliğe olan katkıları tüm dünyada ve ülkemizde yasal bazda koruma altına alınmıştır. Şayet fikri mülkiyet yasalarındaki koruma olmasaydı, ürünlerinin ertesi gün taklit edilebileceğini, emek, yatırım ve çabalarının boşa gideceğini düşünen kurum ve kişiler yeni ve yenilikçi çabalardan uzak dururlardı. Yeniliğe yapılan emek, çaba, fikir ve yatırımların yeterince korunmadığı ülkelerde, markalara yatırım yapılmamakta, yeni bir ürün icat etmek yerine, başka ülkelerden sürekli mal ithal etmek durumunda kalmakta, ek ve yeni istihdam olanaklarından yoksun kalmaktadırlar. Bir ülkenin gerçekten ileri sanayi ülkesi olabilmesi, hammadde yerine işlenmiş teknoloji ürünü (demir yerine bilgisayar, telefon vs.) satılabilmesinin temel koşulu, fikri mülkiyet yasalarının yeniliğe olan çabaları etkin şekilde korumalarına bağlıdır. 5. 27.06.1995 tarih ve 551 sayılı Patent KHK ise, mevcut fikri mülkiyet yasaları içerisinde, yeni bir buluşta bulunan, icat çıkaran kişilerin bu çabalarını korumak için çıkarılmıştır. Ülkemizde, buluş ve icatların korunması fikrinin mazisi 1876 tarihli ihtira Beratı Kanununa kadar gitmektedir. 551 sayılı KHK’nın 1. maddesinde Kanunun amacı; “Buluş yapma faaliyetini özendirmek, buluşların sanayiye uygulanması ile teknik, ekonomik ve sosyal ilerlemenin gerçekleştirilmesini sağlamak için buluşlara paten veya faydalı model belgesi vererek korur” sözleriyle ifade olunmuştur. KHK’nın 164. maddesi uyarınca, faydalı model belgesi sahiplerine tanınan koruma süresi, başvuru tarihinden itibaren 10 yıldır. 6. 551 sayılı KHK’nın 1 5. maddeleri genel hükümler, 5 153 maddeleri arası “patent”, 154 170. maddeleri arası ise “faydalı model” ile ilgili düzenlemeleri içermektedir. KHK’nın 166. maddesi, faydalı modellerle ilgili hüküm bulunmayan hallerde, patentlerle ilgili düzenlemenin faydalı modeller yönünden de uygulanacağı ifade edilmiştir.Esas Sayısı : 2013/100 Karar Sayısı : 2014/14 2 7. Öğretide faydalı modeller “küçük buluş”, “küçük patent” olarak adlandırılan, “basit formüllerle ve ilkelere dayanan, bazı gereksinimlere cevap veren teknik çözümler” olarak tanımlanmıştır (Ünal Tekinalp, Fikri Mülkiyet Hukuku, 2012, s.15, par. no:51). Söz gelimi “tasarruf ampulleri”, daha az enerji tükettiği için A, +AA gibi sınıflarla adlandırılan elektrikli ev aletleri faydalı modeller için verilen basit örneklerdir. Ancak söz konusu faydalı modellerinde ülke ekonomilerinde çok önemli yer tuttuğu ve katkı sağladıkları da yadsınamayacak bir gerçektir. 8. 551 sayılı KHK’nin 164. maddesinde yer alan “Patent sahibine tanınan koruma, faydalı model belgesi sahibine de aynen tanınır” ifadesi ve KHK’nin 168. maddesinin yollamasıyla, KHK’nin 136. ve 137. maddeleri uyarınca, faydalı model belgesi sahiplerinin“faydalı model konusu ürünün başkalarınca izinsiz olarak üretilmesi, kısmen veya tamamen taklit edilmesi, ticari amaçla elde bulundurulmasına yönelik tecavüz eylemlerinin durdurulması, tecavüzün devamını önlemek üzere tedbir kararı verilmesini” talep etme hakkı bulunmaktadır. 9. Davaya konu somut olayda; davacı vekili, müvekkili adına tescilli faydalı model belgesinden doğan haklarını takiben, diğer taleplerinin yanında, davalının ihlal eylemlerinin durdurulması ve ihlal konusu “gezici reklam römorkları”na TEDBİREN el konulması talebinde bulunmuştur. 10. Davalı taraf, söz konusu faydalı model belgesine konu buluşun 551 sayılı KHK’nin 156. maddesindeki “tescil edilebilirlik” koşuluna uymadığı gerekçesiyle, cevap dilekçesiyle birlikte “hükümsüzlük” karşı davasını ikame etmiştir. Davacı adına tescil bulunan “gezici reklam römorku” aracının gerçekten tescil edilebilir nitelikte olup olmadığı, işin esasına girilerek mahkememizce usulünce araştırılacaktır. 11. Bununla birlikte, iptali istenilen 551 sayılı KHK’nin 158/2. maddesinde yer alan “156 ncı madde hükmüne göre, kendisine karşı açılan hükümsüzlük davası sonuçlanıncaya kadar, faydalı model belgesi sahibi, bu belge ile doğan haklarını, üçüncü kişilere karşı ileri süremez. Bu nedenle açılan davanın ve dava sonucunun sicile kayıt edilmesi ve ilgili bültende yayınlanması, ilgililerin Enstitüye başvurusu ile gerçekleşir. Faydalı model belgesi sahibinin tazminat talebi ile ilgili hakları saklıdır” Hükmünün varlığı karşısında, davacının “ihtiyati tedbir” istemi hakkında mahkememizce olumlu bir karar verebilme hakkı ortadan kaldırılmıştır. Zira, hakkında hükümsüzlük davası açılmış faydalı model belgesinden doğan haklara dayanılarak, üçüncü kişilere karşı her türlü talep hakkı hükümsüzlük davası kesinleşinceye kadar ortadan askıda bırakılmıştır. Başkalarına karşı ileri sürülemeyecek bir faydalı model belgesinden dolayı, mahkememizce ihtiyati tedbir kararı verilebilmesi yasal olarak mümkün değildir. 12. KHK’nin 164. maddesi uyarınca, faydalı model belgesi sahiplerine tanınan koruma süresinin, “başvuru tarihinden itibaren 10 yıl” olduğu gözetildiğinde, faydalı model belgesine karşı keyfi olarak hükümsüzlük davası açıldığında, davacının mülkiyet hakkını (fikri mülkiyet) kullanması neredeyse imkansız hale gelecektir. Zira, açılacak bir hükümsüzlük davasının gerek ilk derece mahkemesi, gerekse Yargıtay aşamasında geçireceği süre göz önüne alındığında, mülkiyet hakkının kullanımı önemli ölçüde zedelenmiş olacaktır. Öte yandan, açılanEsas Sayısı : 2013/100 Karar Sayısı : 2014/14 3 hükümsüzlük davasının reddine karar verilse bile, gerek aynı kişinin, gerekse onunla irtibatlı bir başka kişinin, yeni bir hükümsüzlük davası açmasını engelleyen bir hüküm de bulunmamaktadır. Bu durumda da açılacak ikinci, belki de üçüncü hükümsüzlük davalarının sona ermesi beklenmek zorunda kalınacak, böylelikle zaten 10 yıl olan koruma süresi büsbütün ortadan kalkabilecektir. 13. İhtiyati tedbirlere ilişkin kurallar, gerek HMK’nun 389 vd. da gerekse, bir çok fikri mülkiyet yasalarında özel olarak düzenlenmiş olup, ne HMK’da, ne de diğer fikri mülkiyet yasalarının her hangi birinde, hatta faydalı modellerin birlikte düzenlendiği 551 sayılı KHK’nin patentlerle ilgili hükümlerinde, faydalı modellere ilişkin 158/2. maddesi anlamında benzer bir hüküm bulunmamaktadır. 14. Yasalarımızda hiçbir mülkiyet hakkı türü, hatta alacak hakları yönünden dahi getirilmeyen kısıtlamanın faydalı modeller için getirilmiş olması Anayasamızın 2. maddesindeki devletimizin “insan haklarına (mülkiyet) saygılı, sosyal hukuk devleti” olma niteliklerine, 10. maddedeki “kanun önünde eşitlik” kuralına, mülkiyet hakkının özüne dokunması nedeniyle 35. maddeye, hak arama önünde engel olması ve “adil yargılanma” ilkesine aykırı olması nedeniyle 36. maddesi hükmüne, mahkemelerin hakların korunması hususunda bağımsız ve vicdani kanaatlerine göre karar vermesine engel teşkil ettiği için 138. maddesindeki hükme aykırılık teşkil ettiği inancında olmamız sebebiyle, 551 sayılı KHK’nin 158/2. maddesindeki hükmün Anayasaya aykırılık sebebiyle iptalini talep etme gereği hasıl olmuştur. K A R A R : 1. Mahkememizin somut uyuşmazlıkta uygulamakla baş başa kaldığı, 551 sayılı Patent KHK’nin 158/2. maddesindeki “156 ncı madde hükmüne göre, kendisine karşı açılan hükümsüzlük davası sonuçlanıncaya kadar, faydalı model belgesi sahibi, bu belge ile doğan haklarını, üçüncü kişilere karşı ileri süremez. Bu nedenle açılan davanın ve dava sonucunun sicile kayıt edilmesi ve ilgili bültende yayınlanması, ilgililerin Enstitü’ye başvurusu ile gerçekleşir. Faydalı model belgesi sahibinin tazminat talebi ile ilgili hakları saklıdır”hükmünün, Anayasamızın 2, 10, 35, 36. ve 138. maddeleri hükümlerine aykırı olduğu inancıyla, Anayasanın 152. maddesi uyarınca iptal isteminin karara bağlanması için dosyadan bir suretin ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA gönderilmesine, 2. Davacı tarafın ihtiyati tedbir istemi hakkında şimdilik bir karar verilmesine yer olmadığına ve Anaya Mahkemesine yapılan başvurunun sonucunun beklenilmesine ve istemin 5 ay süreyle geri bırakılmasına, Dosya üzerinden yapılan inceleme sonucu karar verildi.” | 1,202 |
Esas Sayısı : 2019/98 Karar Sayısı : 2019/78 “… 1 Muratpaşa Belediyesinin 7166 sayılı Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2 ve 36 ıncı maddelerine aykırı olduğu iddiası ciddi bulunmuştur. Mahkemece, itiraz konusu kuralların aynı zamanda Anayasanın 10 uncu maddesine de aykırı olduğu düşünülmüştür. 2 a) Anayasanın “Cumhuriyetin Nitelikleri” başlıklı 2 inci maddesi şöyledir. “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” b) Anayasa Mahkemesi, “hukuk devleti” bahsinde, bu kavramın ne şekilde anlaşılması gerektiğine dair birçok karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin internet sitesi aracılığıyla erişilen bu kararlarla ortaya konulan görüşler kısaca şöyledir: “Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise kanunların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır. “Kanunların ilke olarak genel ve nesnel olmaları gereğini ifade eden “kanunların genelliği ilkesi” ise hukuk devleti ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin bir sonucudur. Kanunların genelliğinden anlaşılan, belli kişileri hedef almayan, özel bir durumu gözetmeyen, önceden saptanıp soyut biçimde herkese uygulanabilecek kurallar içermesidir. Buna göre yasa kurallarının her şeyden önce genel nitelikte olması, herkes için objektif hukuki durumlar yaratması ve aynı hukuki durumda bulunan kişilere ayırım gözetilmeksizin uygulanabilir olması gerekir.” “Anayasa Mahkemesince “kamu yararı” konusunda yapılacak inceleme, kanunun kamu yararı amacıyla yapılıp yapılmadığının araştırılmasıyla sınırlıdır. Anayasa’nın çeşitli hükümlerinde yer alan kamu yararı kavramının Anayasa’da bir tanımı yapılmamıştır. Ancak Anayasa Mahkemesinin kararlarında da belirtildiği gibi kamu yararı; bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yarardır. Kamu yararı düşüncesi olmaksızın yalnız özel çıkarlar için veya yalnız belli kişilerin yararına olarak kanun hükmü konulamaz. Böyle bir durumun açık bir biçimde ve kesin olarak saptanması hâlinde söz konusu kanun hükmü Anayasa’nın 2. maddesine aykırı düşer. Açıklanan ayrık hâl dışında bir kanun hükmünün ülke gereksinimlerine uygun olup olmadığı, hangi araç ve yöntemlerle kamu yararının sağlanabileceği bir siyasî tercih sorunu olarak kanun koyucunun takdirinde olduğundan bu kapsamda kamu yararı değerlendirmesi yapmak anayasa yargısıyla bağdaşmaz.” “Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Belirlilik ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir olma gibi niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Hukuki belirlilik ilkesinde asıl olan, bir hukuk normunun uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların o hukuk düzeninde öngörülebilir olmasıdır.”Esas Sayısı : 2019/98 Karar Sayısı : 2019/78 2 “Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ortak değerdir. Kural olarak hukuk güvenliği kanunların geriye yürütülmemesini zorunlu kılar. “Kanunların geriye yürümezliği” olarak adlandırılan bu ilke uyarınca, kanunlar kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılır. Geçmiş, yeni çıkarılan bir kanunun etki alanı dışında kalır. Bu nedenle, sonradan yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir.” c) Hizmet alımı sözleşmeleri ile kamu idarelerinde çalışan işçiler, hizmeti sunan şirketlere bağlıdır. Bu işçilerin istihdamından asıl yararı, “karlılık” amacıyla faaliyet gösteren bu şirketler elde etmektedir. Kamu idareleri, istihdam edilen işçilerin sunduğu hizmetin karşılığını şirketlere ödemektedir. Şirketler, kamu idarelerinden aldıkları hizmet bedeliyle, istihdam ettikleri işçilerin ücretlerini, kıdem tazminatlarını ve diğer kanuni haklarını ödemek ödevi altındadırlar. 4857 sayılı Kanunun 2 inci maddesinde düzenlenen “alt işveren üst işveren” kurumları, iş hukukunda egemen olan “işçinin korunması”, “işçi yararına yorum” ilke ve amaçlarına matuftur. Ne ki, itiraz konusu kurallarla, “işçi lehine yorum” ve “işçinin korunması” ilke ve amaçlarından, kar elde etmek amacıyla hareket eden, çoğu tacir sıfatına haiz alt işverenler de yararlandırılmış olmaktadır. 11/06/2014'den sonra kurulan hizmet alımı sözleşmelerinde kıdem tazminatının alt işverenlere rücu edileceğine dair bir düzenleme yoksa, kıdem tazminatlarını ödeme yükü sadece kamu idarelerine geçecektir. Oysaki hizmet sunan şirketler birer tacirdirler ve her tacir gibi basiretli davranmak zorundadırlar. Kamu idareleri ile akdettikleri sözleşmelerde, kıdem tazminatı ve diğer işçilik alacaklarının kendilerince karşılanmasına olanak sağlayan düzenlemeleri, en azından müteselsil borçluluk düzenlemesini kendi ticari politikalarına uygun bulmuyorlarsa o sözleşmeleri imzalamayabilirler. Bu sözleşmeleri ve eklerindeki şartnameleri önceden görme imkanına da sahiptirler. Kıdem tazminatlarının kamu idarelerince ödenmesi, işveren şirketlerin bu yasal ödevlerinin onların uhdesinden alınarak kamu idarelerinin uhdesine geçirilmesi sonucunu doğurur. Bu sonucun, hukuk devletinin temelini oluşturan “adalet” düşüncesiyle, keza “kamu yararı” amacıyla bağdaştığı söylenemez. Türk Borçlar Kanunu'nun 167 inci maddesi, müteselsil borçlulukta “iç ilişki”nin öncelikle sözleşmeye göre belirleneceğini öngörmektedir. Müteselsil borçlular bu ilişkiyi diledikleri şekilde düzenleyebilirler. Eğer düzenlememişlerse, o takdirde, yasa hükmü uygulanır ve müteselsil borçlular iç ilişkide “yarı yarıya” sorumlu olurlar. İşte itiraz konusu kurallarla genel bir kanun olan Türk Borçlar Kanunu'nun 167 inci maddesinin kamu idarelerine bahşettiği “yarı yarıya rücu” imkanı da ortadan kalkmaktadır. Ama bu imkan, sadece kamu idareleri yönünden ortadan kalkmaktadır. Kamu idareleri dışındaki üst işverenler, sözleşmeye ve yasaya göre önceden olduğu gibi alt işverenlere rücu edebileceklerdir. İtiraz konusu kurallar, bu nitelikleriyle “kanunların genelliği” ilkesine de aykırıdırlar. İtiraz konusu kuralların geçmişe yürütülmeleri, 11/09/2014'den sonra kurulan tüm sözleşmeleri etki alanına almaları, “kanunların geriye yürümezliği” ve bağlantılı olarak “hukuki güvenlik” ilkelerine de aykırılık oluşturur.Esas Sayısı : 2019/98 Karar Sayısı : 2019/78 3 “Belirlilik” ilkesi de ihlal edilmiştir. Çünkü, 11/09/2014'den itibaren kurulan hizmet alımı sözleşmelerinin kamu idarelerine bahşettiği, en azından yasal “yarı yarıya rücu” hakkı yaklaşık beş yıl sonra kabul edilen bu kurallarla geçmişe etkili olarak ortadan kaldırılmıştır. Halbuki, geçmiş beş yılda kurulan bu sözleşmeler, yasalara, irade ve sözleşme özgürlüğüne, kısaca hukuk düzenine uygun ve meşrudurlar. 3 Anayasanın “Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 10 uncu maddesi şöyledir. “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010 5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Anayasa Mahkemesi birçok kararında “kanun önünde eşitlik” ilkesinin şu şekilde yorumlanması gerektiğine işaret etmektedir. “Anayasa'nın 10. maddesinde yer verilen “eşitlik ilkesi” ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunla aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanunlar karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlâli yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik ilkesi herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlardaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'nın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlâl edilmiş olmaz.” Kamu idareleri dışındaki üst işverenler Türk Borçlar Kanunu'nun 167 inci maddesiyle bahşedilen “yar yarıya rücu” hakkından şartsız ve kısıtlamasız yararlanabilirken, kamu idarelerinin bu haktan yoksun kalması, kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olur. Çünkü, örneğin, alt işverenlerden temizlik hizmeti satın alan bir özel sağlık kuruluşu ile, Sağlık Bakanlığına bağlı bir kamu sağlık kuruluşu arasında hukuki konum açısından hiçbir fark yoktur. İkisi de bedelini ödeyerek hizmet satın almaktadırlar. Keza, özel sağlık kuruluşlarının kıdem tazminatını alt işverenlere rücu için sözleşmede açık bir düzenlenme bulunması aranmazken, kamu sağlık kuruluşları için aranması da, aynı şekilde “kanun önünde eşitlik” ilkesini ihlal eder. 4 Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36 ncı maddesi ise şöyledir.Esas Sayısı : 2019/98 Karar Sayısı : 2019/78 4 “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” 11/09/2014'den, itiraz konusu kuralların yürürlüğe girdiği 22/02/2019'a kadar bakanlıklar, üniversiteler, belediyeler ve diğer birçok kamu kurum ve kuruluşu çeşitli şirketlerle hizmet alım sözleşmeleri akdetmişlerdir. Bu sözleşmelerin bazılarında kıdem tazminatının alt işverenlere rücu için özel bir düzenleme yer almasa da, kamu idareleri yasa gereği yarı yarıya rücu hakkına sahiptir. Halihazırda ülkemizdeki asliye hukuk mahkemelerinde, 11/09/2014'den sonra kurulan sözleşmeler sebebiyle kamu idarelerinin açtığı ve devam eden çok sayıda rücu davası bulunmaktadır. İtiraz konusu “geçici madde 9”, bu davalarda, “ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına” şeklinde kararlar verilmesini buyurmaktadır. Oysaki kamu idareleri bu davaları meşru yasal ve yargısal ilkelere dayanarak açmışlardır. İtiraz konusu kural geçmişe yürütülmeyecek olsa, bu davalar önceden olduğu gibi kamu idareleri lehine sonuçlanacak ve idareler alt işverenlerin yasal borcu olan kıdem tazminatını onların yerine ödemek yükünden kurtulacaklardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yürürlükteki kurallara uygun olarak açılmış bir dava devam ederken, yasamanın yeni düzenleme yaparak davayı etkisizleştirmesinin “mahkemeye başvurma hakkı”nı zedeleyebileceğini benimsemektedir. (İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Kapsamında Bir inceleme. Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU. Avrupa Konseyi. 2013. 1. baskı.) İtiraz konusu kurallarla Anayasanın 36 ncı maddesinin de ihlal edildiği belirgindir. III. Sonuç ve İstek Açıklanan nedenlerle, 22 Şubat 2019 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 21 Şubat 2019 kabul tarihli ve 7166 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin T.C Anayasası'nın 2, 10, 36 ıncı maddelerine aykırı olmaları nedeniyle iptalleri, yüksek takdirlerinize saygıyla arz olunur.” | 1,546 |
Esas Sayısı : 2014/87 Karar Sayısı : 2015/112 1 “… 1) 6518 Sayılı Kanunun 8. Maddesiyle Değiştirilen 213 Sayılı Vergi Usul Kanunu’nun Mükerrer 257. Maddesinin Birinci Fıkrasının; a) (6) Numaralı Bendindeki “… mükelleflerin Maliye Bakanlığına bağlı vergi dairelerine vadesi geçmiş vergi borcu bulunmadığına ilişkin belge arama zorunluluğu getirmeye,…” İfadesinin Anayasaya Aykırılığı A) Düzenlemenin Anlam ve Kapsamı 3.7.2005 tarihli ve 5398 sayılı Kanun’un 23. maddesiyle 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun Mükerrer 257. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (6) numaralı fıkra ile Maliye Bakanlığı “Vergi güvenliğini sağlamak amacıyla niteliklerini belirleyip onayladığı elektrikli, elektronik, manyetik ve benzeri cihazlar ve sistemleri kullandırmaya, bu cihaz ve sistemler vasıtasıyla bandrol, pul, barkod, halogram, kupür, damga, sembol gibi özel etiket ve işaretlerin kullanılmasına ilişkin zorunluluk getirmeye, uygulamaya ait usûl ve esasları belirlemeye,” yetkili kılınmıştır. Bu defa 6518 sayılı Kanun’un 8. maddesiyle 213 sayılı Kanun’un Mükerrer 257. maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı bendi yeniden düzenlenerek Maliye Bakanlığına verilen vergi güvenliğini sağlamak için elektrikli, elektronik, manyetik ve benzeri cihazlar ve sistemleri kullandırma ve bu cihaz ve sistemler vasıtasıyla bandrol, pul, barkod, hologram, kupür, damga, sembol gibi özel etiket ve işaretlerin kullanılmasına ilişkin zorunluluk getirme yetkisi aynen korunur iken; Maliye Bakanlığına ayrıca “mükelleflere bandrol, pul, barkod, hologram, kupür, damga, sembol gibi özel işaretlerin verilmesinde, Maliye Bakanlığına bağlı vergi dairelerine vadesi geçmiş borcu bulunmadığına ilişkin belge arama zorunluluğu getirme, bu zorunluluk kapsamına girecek amme alacaklarını tür ve tutar itibarıyla tespit etme” ve hangi hâllerde bu zorunluluğun aranılmayacağına ilişkin usul ve esasları belirleme yetkisi tanınmaktadır. Bu düzenlemelerle Maliye Bakanlığı vergi güvenliğini sağlamak amacıyla bir yandan mükelleflere elektrikli, elektronik, manyetik ve benzeri cihaz ve sistemler ile bu cihaz ve sistemler vasıtasıyla bandrol, pul, barkod, hologram, kupür, damga, sembol gibi özel etiket ve işaretleri kullandırma zorunluluğu getirirken; diğer yandan da mükelleflere bandrol, pul, barkod, hologram, kupür, damga, sembol gibi özel işaretlerin verilmesinde, mükelleflerden vergi dairelerine vadesi geçmiş borcu bulunmadığına ilişkin belge isteyecektir. Böylece, vadesi geçmiş vergi borcu olmadığına ilişkin belge getiremeyen mükellefler, hem Maliye Bakanlığının zorunlu tuttuğu elektrikli, elektronik, manyetik ve benzeri cihaz ve sistemleri kullanma zorunluluğuna uymadıkları gerekçesiyle cezalı duruma düşecekler; hem de vadesi geçmiş vergi borcu olan mükelleflere bandrol, pul, barkod, hologram, kupür, damga, sembol gibi özel etiket ve işaretler verilmeyerek ticaret yapmaları ve dolayısıyla vergi borcundan dolayı serbest girişim özgürlükleri engellenecektir. B) Anayasa’ya Aykırılık Sorunu Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti ilkesi” Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmış; 48. maddesinde “çalışma ve sözleşme hürriyeti” düzenlenmiş; 73.Esas Sayısı : 2014/87 Karar Sayısı : 2015/112 2 maddesinde “vergi ödevi” mali güç ölçütüne bağlanmış; 13. maddesinde ise, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasının, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmayacağı belirtilmiştir. Yasa koyucunun, kamu giderlerini karşılamak üzere mali güç ölçütüne göre ödenecek vergilerde, vergi kayıp ve kaçaklarını önlemek amacıyla mükelleflerin mali gücüne/vergi matrahına ulaşmak için teknolojinin elverdiği hukuka uygun vergi güvenlik önlemlerini hukuk düzenine taşıması olağandır. Nitekim, Maliye Bakanlığına elektrikli, elektronik, manyetik ve benzeri cihazlar ve sistemler ile bu cihaz ve sistemler aracılığıyla bandrol, pul, barkod, hologram, kupür, damga ve sembol gibi özel etiket ve işaretlerin kullanılmasını zorunlu kılma yetkisi verilmesi, mükelleflerin mali gücüne ulaşarak vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımını sağlama amacına yöneliktir. Bu nedenle de adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerinin gereği ve sonucudur. Ancak, mükelleflerin vergi matrahına/mali gücüne ulaşmak başka şey, vergi tahsilatını sağlamak ise bambaşka bir şeydir. Tüm borçlar gibi vergi borçları da ekonomik ve ticari hayatın dinamiklerine göre şekillenir. Ekonominin genel düzeyi ve işleyişi, izlenen para, maliye ve ticaret politikaları ile ekonomik konjonktüre göre borçlar artar veya azalır. Konu vergi ise, vergi borcunun zamanında ödenmemesi halinde vergi alacağına gecikme zammı ve faiz uygulanması gibi mali, cebri icra gibi zorlayıcı ve cezalandırıcı hukuki almaşıklar devreye sokulur. Mükellefin vergi borcunu ödemesi için faaliyette bulunmasını yasaklama ya da faaliyette bulunamaz hale getirme, alacağın tahsiline hizmet etmez. Alacağın tahsili ancak mükellefin faaliyetine devam ederek borcunu ödeyebilecek kazanç elde etmesi ile mümkündür. Nitekim, Devlet, il özel idareleri ve belediyelere ait vergi, resim, harç, ceza tahkik ve takiplerine ait mahkeme masrafları, vergi cezası, para cezası gibi asli, gecikme zammı, faiz gibi fer’i kamu alacakları ile bunların takip masrafları hakkında 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri uygulanmaktadır. Bu bağlamda, mükelleflerin vergi matrahına/mali gücüne ulaşmak için, vergi tahsilatını sağlamanın, mükelleflerin vergi matrahına ulaşmanın alt bileşeni haline getirilmesi, Anayasaya ve hukuka aykırı olmanın yanında bütünüyle çelişkili bir durumdur. Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Yasaların genel, objektif, adil kurallar içermesi, kamu yararını sağlama amacına yönelik olması ve hakkaniyeti gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Yasa koyucu, yasal düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir unsuru olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Ölçülülük ilkesine göre devlet, sınırlamadan beklenen kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Ölçülülük ilkesi, ‘elverişlilik’, ‘gereklilik’ ve ’orantılılık’ olmak üzere üç alt unsurdan oluşur. ‘Elverişlilik’, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, ’gereklilik’ başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve ‘orantılılık’ iseEsas Sayısı : 2014/87 Karar Sayısı : 2015/112 3 başvurulan önlem ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul, meşru ve adil bir dengenin olmasını ifade etmektedir. Mükelleflerin vergi ödeme gücüne/vergi matrahına ulaşmak için Maliye Bakanlığına elektrikli, elektronik, manyetik ve benzeri cihazlar ve sistemler ile bu cihaz ve sistemler aracılığıyla bandrol, pul, barkod, hologram, kupür, damga ve sembol gibi özel etiket ve işaretlerin kullanılmasını zorunlu kılma yetkisi verilmesi kamu yararının gereğidir. Ancak, mükelleflerin ticari faaliyette bulunabilmeleri veya ticari faaliyetlerini sürdürülebilmeleri için Maliye Bakanlığı tarafından zorunlu tutulan bandrol, pul, barkod, hologram, kupür, damga, sembol gibi özel etiket ve işaretlerin mükelleflere verilmesinin, Maliye Bakanlığına bağlı vergi dairelerine vadesi geçmiş vergi borcu bulunmadığına ilişkin belgeye bağlanması, vergi ödeme gücüne ulaşma amacı için “elverişli” ve “gerekli” olmamanın yanında vadesi geçmiş vergi borcunun tahsili için de “elverişli” ve “gerekli” değildir. Vadesi geçmiş vergi borcunun tahsilini sağlamak amacıyla mükelleflere bandrol, pul, barkod, hologram, kupür, damga, sembol gibi özel işaretler verilmemesi yoluyla ticari faaliyette bulunmalarının engellenmesi ise adil ve hakkaniyete uygun olmadığı gibi “orantılılık ilkesi” ile de bağdaşmamaktadır. Kaldı ki, Anayasa’nın 48. maddesinde Devlete, özel teşebbüsün gelişmesini sağlamaya dönük ekonomik ve sosyal politikalar uygulama ve özel teşebbüse güvenli çalışma ortamı sağlamak için önlemler alma görevi verildiği de gözetildiğinde, vadesi geçmiş vergi borcunun tahsilatı için mükelleflerin ticari faaliyette bulunmalarını engelleyecek düzenlemeler yoluyla piyasadan çekilmeye zorlanmaları, Devlete verilen görevlerle bağdaşmadığı gibi vadesi geçmiş vergi borcunun tahsilatının hiç sağlanamaması gibi bir riski de taşımaktadır. Bu itibarla iptali istenen ifade, adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütleriyle bağdaşmadığı; çalışma ve sözleşme hürriyetini demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olacak şekilde ortadan kaldırdığı ve Devlete verilen özel teşebbüsün gelişmesini sağlamaya dönük ekonomik ve sosyal politikalar uygulama ve özel teşebbüse güvenli çalışma ortamı sağlamak için gerekli önlemleri alma göreviyle uyuşmadığı için Anayasa’nın 2., 13. ve 48. maddelerine aykırıdır. Yukarıda açıklandığı üzere, 6518 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değiştirilen 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun Mükerrer 257. maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı bendindeki “… mükelleflerin Maliye Bakanlığına bağlı vergi dairelerine vadesi geçmiş vergi borcu bulunmadığına ilişkin belge arama zorunluluğu getirmeye …” ifadesi, Anayasa’nın 2., 13. ve 48. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. b) (6) Numaralı Bendindeki; “… bu zorunluluk kapsamına girecek amme alacaklarını tür ve tutar itibarıyla tespit etmeye ve hangi hâllerde bu zorunluluğun aranılmayacağına, …” İfadesinin Anayasaya Aykırılığı Mükelleflerin ticari faaliyette bulunabilmeleri veya ticari faaliyetlerini sürdürülebilmeleri için Maliye Bakanlığı tarafından zorunlu tutulacak olan bandrol, pul, barkod, hologram, kupür, damga, sembol gibi özel etiket ve işaretlerin mükelleflere verilmesinde, Maliye Bakanlığına mükelleflerde vergi dairelerine vadesi geçmiş vergi borcu bulunmadığına ilişkin belge arama zorunluluğu getirme yetkisi verilmesi yanında, bu zorunluluk kapsamına girecek amme alacaklarını tür ve tutar itibarıyla tespit etme ve ayrıca hangi hâllerde bu zorunluluğun aranılmayacağının usul ve esaslarını belirleme yetkileri verilmektedir.Esas Sayısı : 2014/87 Karar Sayısı : 2015/112 4 Anayasa’nın 7. maddesinde “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” denilmiş; 123. maddesinde ise idarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ve kanunla düzenleneceği belirtilmiştir. Kanunla düzenleme, düzenlenen konudan yalnız kavram, ad ve kurum olarak söz edilmesini değil, bunların yasa metninde kurallaştırılmasını gerektirir. Kurallaştırma ise, düzenlenen alanda temel ilkelerin konulmasını ve çerçevenin çizilmiş olmasını ifade eder. Ancak bu koşulla uzmanlık gerektiren teknik konulara ilişkin ayrıntıların belirlenmesi idarenin takdirine bırakılabilir. Öte yandan, yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu ve bu yetki devredilemeyeceği için, düzenlemenin yasayla yapılması gereken durumlarda idarenin yetkili kılınması, yasama yetkisinin devri anlamına geleceğinden, Anayasa’ya aykırılık oluşturur. Anayasa’nın 48. maddesinde koruma altına alınan çalışma hürriyeti gibi bir alanda, mükelleflerin ticari faaliyette bulunabilmeleri veya ticari faaliyetlerini sürdürülebilmeleri için Maliye Bakanlığına verilen vergi dairelerine vadesi geçmiş vergi borcu bulunmadığına ilişkin belge arama zorunluluğu getirme yetkisi bağlamında, bu zorunluluk kapsamına girecek vadesi geçmiş vergi borcunun ötesinde amme alacaklarının tür ve tutarlarının ve vadesi geçmiş vergi borcu belgesinin hangi hallerde aranılmayacağının yasayla belirlenmesi yerine tüm bu hususları düzenleme ve usul ve esaslarını belirleme yetkilerinin Maliye Bakanlığına bırakılması yasama yetkisinin devri sonucunu doğurduğu ve idarenin kanuniliği ilkesi ile bağdaşmadığı için iptali istenen ifade Anayasa’nın 7. ve 123. maddelerine aykırıdır. Yukarıda açıklandığı üzere, 6518 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değiştirilen 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun Mükerrer 257. maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı bendindeki, “… bu zorunluluk kapsamına girecek amme alacaklarını tür ve tutar itibarıyla tespit etmeye ve hangi hâllerde bu zorunluluğun aranılmayacağına, …” ifadesi, Anayasa’nın 7. ve 123. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 2) 6518 Sayılı Kanun’un 47. Maddesi İle Değiştirilen 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun 38. Maddesinin; a) İkinci Fıkrasındaki “gibi hususlarda” İbaresinin Anayasaya Aykırılığı 4734 sayılı Kanun’un “Aşırı düşük teklifler” başlıklı 38. maddesinde, aşırı düşük tekliflerin tespiti ve değerlendirilmesine ilişkin esas ve usuller düzenlenmiştir. Maddenin birinci fıkrasında ihale komisyonunun, diğer tekliflere veya idarenin tespit ettiği yaklaşık maliyete göre teklif fiyatı aşırı düşük olanları tespit edeceği; aşırı düşük teklifleri reddetmeden önce, teklif sahiplerinden teklifte önemli olduğunu tespit ettiği bileşenler ile ilgili ayrıntıları yazılı olarak isteyeceği düzenlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında ise, “İhale komisyonu; a) İmalat sürecinin, verilen hizmetin ve yapım yönteminin ekonomik olması. Esas Sayısı : 2014/87 Karar Sayısı : 2015/112 5 b) Seçilen teknik çözümler ve teklif sahibinin mal ve hizmetlerin temini veya yapım işinin yerine getirilmesinde kullanacağı avantajlı koşullar, c) Teklif edilen mal, hizmet veya yapım işinin özgünlüğü, Hususlarında belgelendirilmek suretiyle yapılan yazılı açıklamaları dikkate alarak, aşırı düşük teklifleri değerlendirir. Bu değerlendirme sonucunda, açıklamaları yeterli görülmeyen veya yazılı açıklamada bulunmayan isteklilerin teklifleri reddedilir.” kurallarına yer verilmiştir. Bu defa 4734 sayılı Kanun’un 38. maddesinin ikinci fıkrasındaki “Hususlarında belgelendirilmek suretiyle” ibaresi, 6518 sayılı Kanun’un 47. maddesiyle “gibi hususlarda” ibaresiyle değiştirilmektedir. İhale; devletin mal edinmesi ya da elden çıkarmasının belirli ilke, usul, şart ve kayıtlamalar altlında yürütülüp sonuçlandırıldığı işlemler zinciridir. Dolayısıyla ihale kanunları Devletin mal edinmesi ve elden çıkarmasının temel normlarıdır. 4734 sayılı Kamu İhale Kanununa veya 2886 sayılı Devlet İhale Kanununa tabi olsun ya da olmasın kamu kaynağı kullanılarak yapılan tüm ihalelerde ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanması ile kaynakların verimli kullanılmasının önkoşulunu, ihalelerde saydamlığın, istekliler arasında ise rekabet ile eşit muamelenin sağlanması oluşturmaktadır. İhalede açıklık veya saydamlığın çifte anlamı vardır: Birincisi, ihaleye katılmada serbestlik anlamında, ihalenin şartları taşıyan bütün isteklere açık olması ve giderek isteklilerin ihaleden usulünce haberdar edilmeleri; ikincisi ise ihalelerin tüm ihaleye katılanların huzurunda başlayıp idarenin tutumuna karşı isteklilerde, ihalenin seyrine karşı idarede şüphe uyandıracak gelişmeler olmadan sonuçlandırılmasıdır. İhalede açıklık ya da saydamlık ilkesinin çifte rolü vardır: İhalede açıklık/saydamlık ilkesiyle bir yandan kamuoyu aydınlatılıp idari mekanizmaya “toplumsal güven” duygusu üzerinden Devletin meşruiyeti sağlanırken; diğer yandan ihalede açıklık/saydamlık ilkesi rekabetin sağlanmasının ön koşulunu oluşturmaktadır. İhalede rekabetin sağlanmasını sadece kamu maliyesi açısından ele almak ve Hazine yararı çerçevesinde değerlendirmek eksik ve yanıltıcı olacaktır. Biliyoruz ki piyasa ekonomilerinde rekabetin çok fonksiyonel bir yeri vardır. Rekabet sayesindedir ki daha yararlı üretim teknikleri daha az yararlı olanların yerine geçer. Yüksek verimle çalışan firmayı daha düşük verimle çalışan rakip firma veya firmalara karşı rekabet korur. Herkesin en iyi becerdiği işi yapmasını, üretim faktörlerinin rasyonel tahsisini rekabet sağlar. Diyebiliriz ki ekonomik ilerleme ve büyümenin itici gücü teknolojik buluşlarla birlikte ticari rekabettir. Rekabetin sağlanabilmesi için de isteklilerin eşit muameleye tabi tutulmaları şarttır. Piyasaya üretici tüketici konumuyla Devleti de kattığımızda kamu ihalelerinde saydamlık, rekabet ve eşit muamele ilkelerinin; kamu maliyesi açısından “Hazine yararını”, toplum ekonomisi açısından “teknoloji üretimi” ile “ekonomik gelişmeyi”, moral değerler açısından ise kamu otoritesine sağlanan “toplumsal güven” üzerinden siyasal rejimin meşruiyetini sağladığını söyleyebiliriz (Ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Seyfullah Turhan. Esas Sayısı : 2014/87 Karar Sayısı : 2015/112 6 Devlet İhaleleri ve Rekabetsiz İhale Uygulamaları, Sayıştay Dergisi, Temmuz Ağustos 1996, sayı 22, s:8 21). Nitekim 2886 sayılı Kanun’un “İlkeler” başlıklı 1. maddesinde, “Bu Kanunun yürütülmesinde, ihtiyaçların en iyi şekilde, uygun şartlarla ve zamanında karşılanması ve ihalede açıklık ve rekabetin sağlanması esastır.” denilirken; 4734 sayılı Kanun’un “Temel ilkeler” başlıklı 5. maddesinde, “İdareler, bu Kanuna göre yapılacak ihalelerde; saydamlığı, rekabeti, eşit muameleyi, güvenirliği, gizliliği, kamuoyu denetimini, ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanmasını ve kaynakların verimli kullanılmasını sağlamakla sorumludur.” denilmiştir. 4734 sayılı Kanunda “aşırı düşük teklif” sorgulaması yapılmasının temelinde, ihtiyaçların en iyi şekilde ve zamanında karşılanması için rekabetin sadece fiyat temelinde değil, fiyatla birlikte standartlarına uygun ve kaliteli bir şekilde temin edilmesini gerçekleştirme amacı yatmaktadır. İhaleye katılan isteklilerin teklifleri veya idarenin hazırladığı yaklaşık maliyete göre bir ya da daha fazla isteklinin teklifi aşırı düşük ise, ekonominin dinamik yapısı ve teknolojik gelişme düzeyi dikkate alınarak bunun nedenlerinin sorgulanarak hukuksal belirlilik ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesi, rekabetçi piyasa ekonomisinin doğal bir sonucudur. 4734 sayılı Kanun’un 38. maddesinin ikinci fıkrasında aşırı düşük teklif değerlendirmesinde esas alınacak kriterler, hukuki belirlilik ilkesi gereğince üç bent halinde tek tek sayılmış ve değerlendirmenin belirlenen hususlarda belgelendirmek suretiyle yapılacağı belirtilmiştir. İhalelerde saydamlık, rekabet ve eşit muamele ilkelerini ortadan kaldırmayan başka aşırı düşük teklif değerlendirme kriterleri olabileceği ileri sürülebilir ve ekonomik ve teknolojik gelişme düzeyine göre bu iddia doğru da olabilir. Ancak, bu kriterlerin neler olduklarının ihale hukuku bağlamında saydamlık, Anayasa Hukuku bağlamında ise hukuki belirlilik ilkesi gereğince önceden hukuksal olarak belirlenerek normlaştırılması ve dolayısıyla tüm istekliler açısından aleniyetinin sağlanması ve ayrıca aşırı düşük teklif değerlendirmesinde belirlenen kriterler bağlamında isteklilerin vereceği cevapların belgelendirilmesi gerekir. Oysa 4734 sayılı Kanun’un 38. maddesinin ikinci fıkrasındaki “Hususlarında belgelendirilmek suretiyle” ibaresi, 6518 sayılı Kanun’un 47. maddesiyle “gibi hususlarda” ibaresiyle değiştirilerek, bir yandan aşırı düşük teklif sorgulamasında hukuki belirliliği olmayan “gibi hususlarda” ibaresine dayanarak ihale komisyonlarına aşırı düşük teklif değerlendirmesi esnasında sınırları belirsiz, ucu açık, her ihaleye ve isteklilere göre değişebilen çok geniş kriter belirleme yetkisi verilirken; diğer yandan aşırı düşük teklif sorgulamasına muhatap olan isteklilerin kriterlere göre teklif bileşenlerini belgelendirme koşulu ortadan kaldırılarak, ihale komisyonlarına belgelendirilmemiş afaki cevaplara dayalı olarak karar verme yetkisi tanınmaktadır. İhale yolsuzluk ve usulsüzlükleri de bu noktadan itibaren başlamakta ve iptali istenen düzenleme kamu ihalelerini kamu yararına sonuçlandırma değil, ihale yolsuzluk ve usulsüzlüklerine yasal taban oluşturarak teşvik etme gibi yasa koyucunun da arzulamadığı bir işlev taşımaktadır.Esas Sayısı : 2014/87 Karar Sayısı : 2015/112 7 Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik kararlarına göre, Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesinin temel unsurlarından biri “hukuki belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ya da kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Hukuki belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup bireyin kanundan belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye ne türden müdahale yetkisi verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlayabilir. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. İptali istenen düzenlemede ihale komisyonlarına “gibi hususlarda” ibaresiyle verilen sınırları belirsiz ve ucu açık geniş yetkiyle, komisyonların aşırı düşük teklif değerlendirmesi sırasında her ihaleye ve isteklilere göre değişebilen, bu yanıyla da istekliler tarafından önceden (tekliflerin verilmesi sırasında) bilinmeyen ve bilinmesi de mümkün olmayan ve dolayısıyla da hukuki belirlilik ile ihalede saydamlık, rekabet ve eşit muamele ilkeleriyle bağdaşmayan kriterler belirleme; belirlediği kriterler temelinde aşırı düşük teklif değerlendirmesi yapma ve değerlendirmeyi de belgelendirilmemiş cevaplara dayandırma yetkisi verilerek yaratılan hukuksal belirsizlik içinde ihale komisyonlarının keyfi uygulamalarının önü açılırken; her ihaleye ve her istekliye göre değişebilen öngörülemez kriterler temelinde isteklilerin hukuksal güvenlikleri ortadan kaldırılmaktadır. Bu itibarla, iptali istenen ibare hukuki belirlilik ve hukuksal güvenlik ilkeleriyle bağdaşmadığından, Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır. Öte yandan, Devlete Anayasa’nın 48. maddesinin ikinci fıkrasında, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesi ile güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlama; 167. maddesinin birinci fıkrasında ise para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici önlemleri alma görevi verilmiştir. Devletin kamu ihaleleri bağlamında söz konusu görevlerini yerine getirmesi, kamu ihalelerinde saydamlık, rekabet ve eşit muamele ilkelerini hayata geçirecek kurallar koymasından geçmektedir. İptali istenen ibare, ihalede saydamlık, rekabet ve eşit muamele ilkeleriyle bağdaşmadığı için Anayasa’nın 48. ve 167. maddelerine de aykırıdır. Yukarıda açıklandığı üzere, 6518 sayılı Kanun’un 47. maddesi ile değiştirilen 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun 38. maddesinin ikinci fıkrasındaki “gibi hususlarda” ibaresi, Anayasa’nın 2., 48. ve 167. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.Esas Sayısı : 2014/87 Karar Sayısı : 2015/112 8 b) Üçüncü Fıkrasının İlk Cümlesindeki “… açıklama istenilmeksizin sonuçlandırılabilmesine …” İbaresi ile “… açıklama istenilmeksizin reddedilmesine ilişkin …” İbaresinin Anayasa’ya Aykırılığı 4734 sayılı Kanun’un “Aşırı düşük teklifler” başlıklı 38. maddesine 20.11. 2008 tarih ve 5812 sayılı Kanunun 12. maddesiyle eklenen üçüncü fıkra ile Kamu İhale Kurumuna, “aşırı düşük tekliflerin tespiti, değerlendirilmesi ve ekonomik açıdan en avantajlı teklifin belirlenmesi amacıyla sınır değer veya sorgulama kriterleri ya da ortalamalar belirleme” yetkisi verilmiş; ihale komisyonları da, aşırı düşük tekliflerin tespiti ve değerlendirilmesinde Kurum tarafından belirlenen kriterleri esas almakla yükümlü kılınmıştır. 6518 sayılı Kanunun 47. maddesiyle 4734 sayılı Kanunun 38. maddesinin üçüncü fıkrasında yapılan değişiklikle, Kamu İhale Kurumunun bu yetkisi korunurken; Kuruma ayrıca “aşırı düşük teklif” değerlendirmesinde tüm ihaleleri kapsamak üzere teklifi aşırı düşük bulunan isteklilerden açıklama istenmeksizin ihalenin sonuçlandırılabilmesine; yaklaşık maliyeti 8. maddede öngörülen eşik değerlerin yarısına kadar olan hizmet alımları ile yapım işi ihalelerinde sınır değerin altında olan tekliflerin ise açıklama istenmeksizin reddedilmesine ilişkin düzenlemeler yapma yetkisi verilmektedir. Aşırı düşük teklif, diğer tekliflere veya idarenin tespit etmiş olduğu yaklaşık maliyete göre teklif fiyatı düşük olan tekliftir. 4734 sayılı Kanuna göre aşırı düşük teklif sorgulaması ve değerlendirmesi yapılmasının temelinde, Kanunun “Temel ilkeler” başlıklı 5. maddesinin birinci fıkrasında belirtildiği üzere, “ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanmasını ve kaynakların verimli kullanılmasını sağlama” sorumluluğu yatmaktadır. İhtiyaçların uygun şartlarla karşılanması, en düşük bedel üzerinden değil, belirlenen standart ve kaliteye uygun olmak koşuluyla düşük bedelle karşılanmasını; zamanında karşılanması, edimin ifasının öngörülen süre içinde yapılmasını; kaynakların verimli kullanılması ise, belirli bir kaynak (üretim faktörü bileşeni, kamu ihalelerinde mali kaynak) ile daha fazla ürün elde edilmesi ya da belirli bir ürünün daha az kaynak kullanılarak elde edilmesini ifade etmektedir. Serbest piyasa ekonomileri dinamiktir ve teknoloji baş döndürücü bir hızla ilerlemektedir. Teknolojik ilerleme, mevcut ürünlerin yeni tarz ve proseslerde farklı üretim faktörü bileşimleriyle daha az kaynak kullanılarak üretilmesini, yeni dağıtım ve pazarlama yöntemleri geliştirilmesini ve giderek yeni ürünlerin üretilmesini olanaklı kılmaktadır. Günümüzde teknoloji üretimi, üniversitelerden ve büyük araştırma kurumlarından firmaların araştırma birimlerine kaymış ve yeni teknolojiye sahip olan firmalara büyük maliyet avantajları sağlamanın yanında teknolojik buluşlar uluslararası düzeyde koruma altına alınmıştır. Bu bağlamda, aynı piyasada faaliyet gösteren firmalar arasında teknolojik farktan kaynaklanan maliyet farklılıkları günümüz piyasa ekonomilerinin gerçekleri arasındadır. Bunun içindir ki 4734 sayılı Kanun’un 38. maddesinin ikinci fıkrasında ihale komisyonlarının aşırı düşük teklifleri; İmalat sürecinin, verilen hizmetin ve yapım yönteminin ekonomik olması. Esas Sayısı : 2014/87 Karar Sayısı : 2015/112 9 Seçilen teknik çözümler ve teklif sahibinin mal ve hizmetlerin temini veya yapım işinin yerine getirilmesinde kullanacağı avantajlı koşullar, Teklif edilen mal, hizmet veya yapım işinin özgünlüğü, Hususlarında belgelendirilmek suretiyle yapılan yazılı açıklamaları dikkate alarak değerlendirmeleri öngörülmüştür. Bu değerlendirmede amaç, aşırı düşük teklifin teknolojik farktan kaynaklanıp kaynaklanmadığını belgeleriyle ortaya koymak; teknolojik farktan kaynaklanıyorsa, 4734 sayılı Kanun’un temel ilkelerinden olan ihtiyaçların uygun şartlarla karşılanması ve kaynakların verimli kullanılması zorunluluğundan ve Devletin teknoloji üretimini desteklemesi görevinden dolayı, salt “teklifi aşırı düşük” gerekçesiyle teklif sahibini ihale dışı bırakmamaktır. İptali istenen düzenlemelerde ise Kamu İhale Kurumuna aşırı düşük teklifleri, isteklilerden yazılı açıklama istenilmeksizin ve dolayısıyla isteklilerin teknolojik farktan kaynaklanan maliyet avantajlarını belgeleriyle ortaya koymalarına imkan yaratılmaksızın sonuçlandırılabilmesine ve hatta reddedilmesine ilişkin düzenleme yapma yetkisi verilmekte ve böylece teknolojik farktan kaynaklanabilecek maliyet farklılıkları dışlanarak 4734 sayılı Kanun’un ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanması ile kaynakların verimli kullanılması ilkesi yanında Devlete verilen Anayasal görevlerle de bağdaşmayan ihale uygulamalarının önü açılmaktadır. Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun temel ilkeleriyle kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Serbest rekabet ilkesine dayanan bir piyasa ekonomisinde devletin kamu ihalelerinde, ihtiyaçların uygun şartlarla karşılanması ve kaynak kullanımında verimliliğin sağlanması temel ilke olarak da ortaya konulmuşken, Kamu İhale Kurumuna aşırı düşük teklifleri, isteklilerden yazılı açıklama istenilmeksizin sonuçlandırılabilmesine ve hatta reddedilmesine ilişkin düzenleme yapma yetkisi verilerek teknolojik farktan kaynaklanabilecek maliyet farklılıklarının dışlanması yoluyla bir yandan kamu kaynaklarının kullanımında savurganlığa yol açılırken, diğer yandan maliyet avantajlı üretim teknikleriyle çalışan firmalara karşı negatif ayrımcılık yapılması, adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütleriyle bağdaşmadığından, iptali istenen ibareler Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır. Öte yandan, Devlete Anayasa’nın 48. maddesinin ikinci fıkrasında, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesi ile güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlama; 167. maddesinin birinci fıkrasında ise para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici önlemleri almaEsas Sayısı : 2014/87 Karar Sayısı : 2015/112 10 ve piyasalarda fiili veya anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önleme görevleri verilmiştir. Günümüzde ülkeler arasındaki ekonomik gelişmişlik farkının teknolojik açıktan kaynaklandığı ve milli ekonominin gereklerinin teknolojik açığı kapatmaktan geçtiği ile piyasaların güvenli ve kararlı çalışmalarıyla sağlıklı ve düzenli işlemelerinin ve ayrıca tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemenin rekabetçi piyasa koşullarını gerektirdiği hususları gözetildiğinde, kamu alımları yoluyla piyasaya müdahale eden veya en azından piyasayı yönlendiren devletin, maliyet avantajlı üretim teknikleriyle çalışan firmaları teşvik etmesi gerekirken; teknolojik farktan kaynaklanan aşırı düşük tekliflerin ihale dışında bırakılmasına ilişkin düzenlemeler yapılmasının önünün açılması, devlete Anayasa’nın 48. ve 167. maddeleriyle verilen görevlerle bağdaşmamaktadır. Yukarıda açıklandığı üzere, 6518 sayılı Kanun’un 47. maddesi ile değiştirilen 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun 38. maddesinin üçüncü fıkrasının ilk cümlesindeki “… açıklama istenilmeksizin sonuçlandırılabilmesine …” ibaresi ile “… açıklama istenilmeksizin reddedilmesine ilişkin …” ibaresi, Anayasa’nın 2., 48. ve 167. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 1) 6518 Sayılı Kanun’un 48. Maddesiyle 4734 Sayılı Kanun’un 43. Maddesine Eklenen Fıkradaki “… yaklaşık maliyetin …” ibaresi ile “… az ve %15’inden …” İbaresinin Anayasa’ya Aykırılığı 6518 sayılı Kanun’un 48. maddesiyle 4734 sayılı Kanun’un 43. maddesinin “Yapım işlerinde, 38 inci maddeye göre gerekli değerlendirmeler yapıldıktan sonra, ihalenin aynı madde uyarınca hesaplanan sınır değerin altında teklif veren isteklilerden biri üzerinde bırakılması halinde, kesin teminat sınır değerin yüzde altısı oranında alınır.” şeklindeki ikinci fıkrası yürürlükten kaldırılırken; maddeye eklenen fıkrayla, “Kurum, ihale üzerinde kalan isteklinin teklifinin sınır değerin altında olması hâlinde, bu istekliden yaklaşık maliyetin % 6’sından az ve % 15’inden fazla olmamak üzere alınacak kesin teminat oranına ilişkin düzenlemeler yapabilir.” kuralı getirilmektedir. 4734 sayılı Kanun’un “Kesin teminat” başlıklı 43. maddesinin birinci fıkrasına göre kesin teminat, taahhüdün sözleşme ve ihale dokümanı hükümlerine uygun olarak yerine getirilmesini sağlamak amacıyla ve kural olarak ihale bedelinin % 6’sı oranında alınmaktadır. 4734 sayılı Kanunun 34. maddesine göre teminat olarak tedavüldeki Türk Parası, bankalar ve özel finans kurumları tarafından verilen teminat mektupları ve Hazine Müsteşarlığınca ihraç edilen Devlet İç Borçlanma Senetleri ve bu senetler yerine düzenlenen belgelerin kabul edileceği; 4735 sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu’nun 13. maddesine göre de taahhüdün sözleşme ve ihale dokümanına uygun olarak yerine getirildiği ve yüklenicinin bu işt | 3,997 |
Esas Sayısı:2007/31 Karar Sayısı:2009/109 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'İptal İsteminin Gerekçeleri: 1 631 sayılı KHK.'ye eklenen 14/A maddesinin (b) fıkrasında yer alan kurala ilişkin iptal isteminin gerekçesi : Anayasa Mahkemesi'nin 4.5.2005 tarihli E:2004/54, K:2005/24 sayılı kararında belirtildiği gibi, yolluk ödemesi, kamu hizmetinin gerektirdiği durumlarda, bu hizmet için görevlendirilen kişilerin katlanacakları giderleri karşılamak üzere yapılan parasal bir idari işlemdir. Nakil işlemi, idarece, takdir yetkisi kapsamında, kamu görevlisinin istemi olmaksızın kurulabileceği gibi, mevzuatın öngördüğü koşulların varlığı halinde, yine takdir yetkisi kapsamında, kamu görevlisinin talebi üzerine de kurulabilir. Nakil isteminde bulunmak, kamu görevlileri için bir hak olarak gözükmekte ise de, istemin yerine getirilmesinin kamu yararı ve hizmet gerekleri ile sınırlandırılmış olması nedeniyle nakil isteminin idarelerce mutlaka karşılanması zorunluluğu bulunmamaktadır. Sonuçta kamu görevlilerinin istemleri üzerine yapılan nakil işlemlerinin de hizmetinin yürütülmesinden kaynaklandığının kabulü gerekmektedir. Bu durumda kendi istemleri üzerine naklen başka kamu kurumlarına ya da başka görev yerlerine atananların karşılaştıkları maddi külfetin kamuca karşılanması gerektiğinden anılan kural Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Öte yandan, Anayasa Mahkemesi'nin anılan kararında, kendi talepleri üzerine nakledilen kamu görevlileri ile re'sen nakledilen kamu görevlilerinin nakil işleminin hukuksal niteliği yönünden ve yer değiştirmeye bağlı olarak ödenen harcırah bakımından aynı hukuksal konumda olduklarının kuşkusuz olduğu, aynı hukuksal konumda olanlar arasında farklı kurallar öngörülmesinin Anayasa'nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırılık oluşturduğu belirtilmiş olup, iptali istenilen kural bu yönden de Anayasa'ya aykırıdır. 2 4969 sayılı Yasa'nın 16. maddesinin (b) bendinin, aynı Yasa'nın 1., 2. ve 3. fıkralarının Yasa'nın Resmi Gazete'de yayımından önceki 22.7.2003 tarihinden geçerli olması yönündeki kurala ilişkin iptal isteminin gerekçesi: Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında ve bilimsel kaynaklarda yasaların geriye yürümesi hukuk güvenliği ilkesine aykırı bulunmuştur. Ayrıca yasaların geçmişte kurulmuş ve kesin nitelik kazanmış hukuksal işlemlere etkili olmaması, kazanılmış haklara zarar vermemesi gerektiği belirtilmiştir.Esas Sayısı:2007/31 Karar Sayısı:2009/109 2 Bu görüşün temelinde ise, kişilerin gelecek dönemle ilgili kararlarını mevcut yasalara göre alacakları, bu nedenle yasaların geçmişe dönük olarak uygulanmasının kişileri zor durumda bırakacağı, kazanamayacakları yüklere maruz kılacağı, Devlete ve hukuka olan inançlarını sarsacağı ve hukuksal istikrarın bozulacağı düşüncesi yatmaktadır. Yasaların geriye yürümesi ancak kamu düzenini ve genel ahlakı ilgilendiren kurallar için kabul görmüştür. 4969 sayılı Yasa'nın 1., 2. ve 3. maddelerinde 6245 sayılı Harcırah Kanunu ile 375 ve 631 sayılı KHK.'lerde değişiklik yapılarak, kendi istemi üzerine naklen atananlarla ilk kez veya yeniden kamu görevine atananlara, emekliye ayrılanlarla cezaen olmamak üzere görevine son verilenlere ve bunların vefatları halinde ailelerine yolluk verilmesine olanak sağlayan kurallar kaldırılarak, emekliye ayrılanlara 500. YTL. ödenmesi öngörülmüştür. Yasa'nın iptali istenilen bu maddesi ile anılan düzenlemelerin Yasa'nın Resmi Gazete'de yayınlandığı 12.8.2003 tarihinden önceki bir tarih olan 22.7.2003 tarihinden geçerli olacağı kurala bağlanmıştır. Bu şekilde 16. maddenin (b) bendinde yer alan kuralla 1., 2. ve 3. maddelerde yer alan ve yolluk ödenmesi yönünden kişilerin haklarını daraltan düzenlemelerin Yasa'nın yayımından önceki olaylara uygulanması sağlanmıştır. Bu ise 22.7.2003 ile 12.8.2003 tarihleri arasında kamu görevlerine açıktan atananlarla kurumu ya da görev yeri kendi isteği sonucu değiştirilenlere, emekliye ayrılan ya da cezaen olmamak üzere görevleri sona erenlere ve bunların vefatları halinde ailelerine yolluk ödenmemesine yol açtığından, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesinin 2. fıkrasında, bir davaya bakmakta olan Mahkemenin, taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık savının ciddi olduğu kanısına varması durumunda tarafların bu konudaki sav ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurması gerektiği düzenlenmiştir. Açıklanan nedenlerle 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesinin 2. fıkrası gereğince, 4.7.2001 tarihli ve 631 sayılı KHK.'ye 12.8.2003 tarihli ve 25197 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 4969 sayılı Yasa'nın 3. maddesiyle eklenen 14/A maddesinin (b) fıkrasında 'İstihdam edilen personelden, kendilerinin yazılı talebi üzerine bu kurum ve kuruluşlar arasındaki veya bunların başka yerlerdeki birimleri arasında naklen ataması yapılanlara, mevzuatlarında bu atama için öngörülen harcırah ödenmez, bu amaçla başka bir adla ödeme yapılmaz.' şeklindeki kuralın ve 4969 sayılı Yasa'nın 16. maddesinin (b) bendinde yer alan, aynı Yasa'nın 1., 2. ve 3. maddelerinin 22.7.2003 tarihinden geçerli olmak üzere yürürlüğe gireceği kuralının iptalleri için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, ' , 6.12.2006 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.' | 673 |
Esas sayısı:1972/3 Karar sayısı:1972/6 1 II. MAHKEMENİN GEREKÇESİ ÖZETİ : İtiraz yoluna başvuran mahkeme gerekçesinde 766 sayılı Tapulama Kanununun 31 inci maddesinin ikinci fıkrasında yazılı 10 yıllık hak düşürücü sürenin Medenî Kanundaki sürelere göre kısa olduğunu, böylece kanunlar arasında çelişki doğduğunu Topluma Kanununa konulan bu kısa süre hakkın özüne dokunduğundan Anayasa'nın 36 ve 11. maddelerine, eşitliğin bozulmasına yol açtığından 12. maddeye aykırı bulunduğunu ve herşeyden önce Anayasa'ya aykırılık sorununun çözülmesi gerektiğini ileri sürmektedir. | 74 |
Esas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 1 l İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: 4 Ocak 1990 günlü iptal başvurusunun gerekçe bölümü aynen şöyledir: Konunun Analizi ve İptal Gerekçeleri: Sosyaldemokrat Halkçı Parti TBMM Grubu olarak, bundan önceki başvurularımızda da sürekli olarak vurguladığımız gibi, Hükümet tüm erkleri elinde toplama konusunda inatçı ve kararlı bir tutum sergilemektedir. Yüce Mahkemenize yaptığımız başvurular ve bu başvurular üzerine Yüce Mahkemenizce verilen kararlar ve bunların gerekçelerine baktığımızda; İktidar, kanun hükmünde kararname çıkarma konusundaki istisnai bir kuralı, uygulamaları ile bir genel kural haline dönüştürmüştür. Kanun kuvvetinde kararname çıkarma yoluyla yürütme organı yani hükümet yasama yetkilerini çok büyük ölçüde eline geçirmektedir. Demokratik hukuk devletinde, kuvvetler ayrılığı ilkesi, hukukun üstünlüğünü sağlayan, temel hak ve özgürlükler için güvence oluşturan temel esaslardan birisidir. Bu gün tartışmasız olarak kabul edilmektedir ki; yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tek elde toplanması halinde, hukukun üstünlüğünden söz etmek olasılığı bulunmadığı gibi, bu kuvvetlerden birinin, diğerinin fonksiyonunu, işlevini yüklenmesi de demokratik yaşam açısından büyük sakıncalar oluşturmaktadır. Üzüntü ile belirtelim ki, Yüce Mahkemenizin konuya ilişkin aldığı kararlara karşın iktidar hukukun evrensel ilkeleriyle uzlaşmazlığını sürdürmekte ve en büyük toplumsal çıkarın hukukun üstünlüğünü sağlamak olduğu gereğini kavrayamamaktadır. İktidar, 388 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bu tutumuna bir örnek daha eklemiş bulunmaktadır. Anayasa, idareyi, merkezi idare ve mahalli idare olarak iki bölüme ayırmış ve merkezi idare ile mahalli idarenin niteliklerini, işlevlerini, görev ve yetkilerini ayrı ayrı belirlemiştir. Böylece 1982 Anayasası, yıllardan beri Türk hukukunda uygulanan bir yapıyı ve anlayışı Anayasal düzeyde de saklı tutmuştur. İktidar, bu kanun hükmünde kararname ile bu anayasal düzenlemeyi de adeta hiçe sayarak, belli bir bölgede de olsa, mahalli idareleri işlevsiz hale sokmuş ve mahalli idare ve merkezi idare ayrımını ortadan kaldırmıştır. Bu nedenlerle Grubumuz 388 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin iptali için Yüce Mahkemenize başvurmayı bir görev addetmiştir. İptal Talebine Konu Olan 388 Sayılı KHK'nin Kısa Bir Analizi: Bakanlar Kurulunca, 27.10.1989 tarihinde kararlaştırılarak, 6.10. 1989 günü Resmî Gazetede yayımlanan ve 3268, 3347, 3479 ve 3569 sayılı yetki kanunlarına dayanılarakEsas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 2 düzenlenen 388 sayılı KHK ile; tüzel kişiliğe sahip, 15 yıl süreli, Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Teşkilatı, kısaca (GAP İdaresi) adı altında bir teşkilat kurulmuştur. Bu teşkilat GAP bölgesi olarak adlandırılan ve Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Mardin, Siirt ve Şanlıurfa illerini içme alan bölgede yetkili ve görevli kılınmıştır. Bu Kanun hükmünde kararnamenin Amaç başlığını taşıyan 1. maddesinden, Görev başlığını taşıyan 2. maddesinden, Kuruluş; başlığını taşıyan 3. maddesinden, Yüksek Kurul ve Görevleri başlığını taşıyan 4. maddesinden ve GAP İdaresi Başkanlığı başlığını taşıyan 5. maddesinden anlaşılmaktadır ki; bu teşkilat, bir merkezi idare tüzel kişisidir. Doğrudan doğruya merkezi idareye bağlıdır. Merkezi idarenin karar ve politikalarını uygulamakla görevli olacaktır. Hatta GAP İdaresi Yüksek Kurulu, Başbakan veya görevlendireceği bir devlet bakanının başkanlığında ve onun dışında üç bakandan oluşmakta ve bu yüksek kurul, GAP İdaresince hazırlanacak her türlü plan, proje ve programları karara bağlamakla yetkili bulunacaktır. GAP İdaresi, böylece bir merkezi idare tüzel kişisi (Hükmî şahsiyeti) olarak düzenlenmesine karşın, görevi ve yetkileri çok geniş alanları ve konuları kapsamaktadır. Bu idareye merkezi idarece gerçekleştirilmesi gereken hizmetlerin yapılması görevi yanında, mahalli idarelerin yapmaları gereken hizmetlerin gerçekleştirilmesi görevi de verilmiştir. Daha açık bir ifade ile belirleyecek olursak; bir merkezi idare teşkilatı olan bu idare hem merkezi idare yetkilerini ve hem de mahalli idare yetkilerini kullanacaktır. Kanun hükmünde kararnamenin ' Amaç maddesini oluşturan l nci maddesinde sayılan sınırsız hizmetler daha çok ve daha ağırlıklı olarak, mahalli idarelerin hizmet alanlarım kapsamaktadır. Ayrıca, coğrafi açıdan baktığımızda GAP bölgesi; Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Mardin, Siirt ve Şanlıurfa illerini içine almaktadır ki, bu alanda il, ilçe ve kasaba belediyelerinin ve il özel idarelerinin hizmet verdikleri alanlar da bulunmaktadır (Madde 2. a fıkrası). Bundan da anlaşılmaktadır ki; bu idare merkezi idarelerin hizmetleri yanında mahalli idarelerin de görev ve yetkilerini herhangi bir sınır tanımaksızın kullanacaktır. Özellikle ikinci maddenin c, e, f, g, h ve ı fıkralarında belirtilen görevler doğrudan doğruya belediyelerin ve il özel idarelerinin görevlerini de kapsamaktadır. Ayrıca 2 nci maddenin (j) fıkrası, konuyla ilgili olarak Başbakanlığın vereceği diğer görevler demekle, bu kanun hükmünde kararnamede belirtilmeyen bir çok görevleri de bu idare üstlenecek ve Başbakanın iradesi ile, onun iki dudağı arasından çıkacak sözle mahalli idarelerin tüm yetkileri GAP İdaresine devredilebilecektir. Hukukun hiçe sayıldığı böyle bir hükme, hukuk devleti içerisinde yer vermek herhalde hiç bir şekilde olası bulunmamaktadır. 388 Sayılı KHK'nin 3 üncü maddesinin 2 nci fıkrasında belirtilen ve GAP İdaresinin KHK'nin 2 nci maddesindeki hizmetleri yürütmekle görevli ve yetkili olduğunu kesinlikleEsas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 3 belirleyen ve pekiştiren hükümden sonra, 3 üncü maddenin 3 üncü fıkrasında, 1580 Sayılı Belediye Kanunu ve 3194 Sayılı İmar Kanunu ile diğer kanunların ilgili idarelere verdikleri imar ve alt yapıya dair hak ve yetkiler bu idareye devredilmiş sayılır. denilmektedir ki, bu hüküm dahi GAP bölgesindeki mahalli idarelerin hemen tüm yetkilerinin GAP İdaresine devredilmiş olduğunun bir başka göstergesini oluşturmaktadır. l Anayasanın 91 nci Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: Yukarda arz edildiği üzere; 388 sayılı bu KHK, 12.3.1986 tarih ve 3268 sayılı, 9.4.1987 tarihli ve 3347 sayılı, 12.10.1988 tarihli ve 3569 sayılı yetki kanunlarına dayanılarak kararlaştırılmış ve çıkartılmıştır. Oysa ki, numaraları sunulan bu yetki yasalarına baktığımızda, mahalli idarelerin yetkilerini devralan merkezi idareye bağlı bir tüzel kişilik oluşturulacağına dair herhangi bir yetki görülmemektedir. 3268 sayılı Yetki Kanununun değişik son şekline göre, kapsam maddesi olan 2 nci maddenin (B) bölümüne baktığımızda; tümüyle merkezi idarenin yetki alanlarına ilişkin konularda kanım hükmünde kararname ile düzenlemelere olanak sağlanmaktadır. Mahalli idarelerin yetkilerine ilişkin bir düzenleme öngörülmemektedir. Ayrıca yetki kanunlarında gerek 1580 sayılı kanun ve gerekse yerel yönetimlerle ilgili diğer kanunlardan hiç bir şekilde söz edilmemektedir. Bu durumda, Anayasanın 91 nci maddesinde öngörülen nitelikte bir yetki yasasına dayanmadan bu kanun hükmünde kararname oluşturulmuştur. Esasen bu kanun hükmünde kararname bu açıdan yok hükmündedir. Bu nedenlerle bu düzenleme 91 nci madde karşısında geçersiz ve 91 nci maddeye aykırıdır. İptali gerekir. 2 Anayasanın 123 üncü Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: a) Anayasanın 123 üncü maddesinin l nci fıkrası, îdare kuruluş ve görevleri ile bir bütündür ve kanunla düzenlenir. demekte, Maddenin 3 üncü fıkrası ise; Kamu tüzel kişiliği ancak kanunla veya kanunun açıkça verdiği yetkiye dayanılarak kurulur. hükmünü getirmektedir. Görülüyor ki l nci fıkra idareye ilişkin düzenlemelerin kanunla yapılacağını öngörmüştür. 3 üncü fıkra daha da özel bir hüküm getirerek kamu tüzel kişiliğinin kanunla düzenleneceğini veya kanunun açıkça verdiği yetkiye dayanılarak kurulabileceğini öngörmektedir. Kanunun açıkça verdiği yetkiden anlaşılması gereken odur ki, kanuna konulan bir genel hükme dayanılarak kamu tüzel kişisi oluşturulamayacak Kanunun açıkça şu şekilde bir kamuEsas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 4 tüzel kişisi oluşturulacaktır şeklindeki bir hükmü ile ancak kamu tüzel kişisi oluşturulabilecektir. GAP İdaresi bir kanunla kurulmamış olduğu gibi, GAP İdaresinin kurulacağını açıkça gösteren bir kanun hükmü de mevcut değildir. Bu nedenle, bu kanun hükmünde kararname Anayasanın 123 üncü Haddesinin l ve 3 üncü fıkralarına aykırıdır. İptali gerekir. b) Anayasanın 123 üncü maddesinin 2 nci fıkrası ise; idarenin kuruluş ve görevleri merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. içmektedir. Yukarda sunulduğu gibi, GAP İdaresi adıyla kurulan bu kamu tüzelkişiliğinin oluşumunda ve yetkilerinde merkezden yönetim ve yerinden yönetim ilkeleri birbirine karıştırılmıştır. Merkezden yönetim ve yerinden yönetim ilkelerine ilişkin görüşlerimizi Anayasa'nın 427 nci maddesine aykırılık bölümünde ayrıntılı olarak suna ağız. İşte bu nedenler dolayısıyle, bu kanun hükmünde kararnamenin tümü Anayasanın 123 üncü maddesinin 2 nci fıkrasına da aykırıdır. İptali gerekir. 3 Anayasanın 126 nci Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: Anayasanın, C. İdarenin Kuruluşu ve 1. Merkezi İdare başlığını taşıyan 126 nci maddesinin 3 üncü fıkrası; Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Bu teşkilatın görev ve yetkileri kanunla düzenlenir. demektedir. Görülüyor ki, bu madde GAP İdaresi gibi bir çok ili içine alan bir merkezi idare teşkilatının ancak kanunla düzenlenebileceğini öngörmektedir. Bu hüküm, kanunla düzenlemeyi öngören bir özel hüküm niteliğindedir. Oysa ki, GAP İdaresi, kanun hükmünde kararname ile düzenlenmiştir. Sunulan bu durum karşısında; 388 sayılı kanun hükmünde kararname tümüyle Anayasanın 126 nci maddesine de aykırıdır. İptali gerekir. 4 Anayasanın 127 nci Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: Anayasa, mahalli idarelere ilişkin temel esasları, mahalli idarelerin niteliklerini, görevlerini ve merkezi idare ile mahalli idare ilişkilerindeki ana kuralları, her iki idarenin farklılıklarını mahalli idareler başlığını taşıyan 127 nci maddesi ile düzenlemiştir. 388 sayılı KHK'nin Anayasanın 127 nci maddesine aykırılık konusuna daha aydınlık bir biçimde yaklaşabilmek için, öncelikle Anayasanın 127 nci maddesinde belirlenen esasların kısa bir analizinin yapılmasında yarar olacaktır.Esas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 5 Anayasanın 127 nci maddesinin ilk fıkrası, mahalli idareleri şöylece tanımlamaktadır: Mahalli idareler; il, belediye ve köy halkının müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişileridir. Bu tanıma göre; Mahalli idareler il, belediye ve köy idarelerinden ibarettir. Bunlar o yörede bulunan halkın ortak ihtiyaçlarının karşılanması için kurulan idarelerdir. Karar organları seçimle oluşturulmaktadır. Bunlar kamu tüzelkişisidir. Yine 127 nci maddenin 2 nci fıkrası ise; mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir. demektedir. Görülüyor ki, bu fıkra mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkilerinin kanunla düzenleneceğini belirtiyor. Ancak bu idarelerin görev ve yetkileri kanunla düzenlenirken, kanun bu düzenlemeyi yerinden yönetim ilkesine uygun olarak gerçekleştirecektir. O halde, burada üzerinde durulması gereken önemli husus, yerinden yönetim ilkesinden ne anlaşıldığı hususudur. Bunu anlayabilmek için öncelikle yerinden yönetimin hangi nedenlerle meydana geldiğinin ve hangi zorunlulukla uygulandığının belirlenmesi gerekir. Devletin geniş sınırlar içinde türlü görevleri vardır. Geniş sınırlar ''cinde, devletin görevlerini yapabilmesi için, birçok kararlar alması gereklidir. Bütün bu kararların bir merkezden yönetilmesi sakıncalıdır. Merkezle yazışmalar, karar alınması ve diğer ilgili yerlere gönderilmesi çok zaman alır. İşlerin gecikmesine neden olur. Öte yandan, yerel nitelikte birçok hizmetlerin öneminin merkezi idare tarafından değerlendirilmesi çok güç bir iştir. Yukarıda belirtilen nedenlerle, devlet veya merkezden yönetim adına hareket edecek ve yerel nitelikte kuruluşları temsil edecek örgüt ve kişilere gerek vardır. Bunun iki tür çözüm yolu vaıdır. Ya merkezden yönetimin taşra temsilcilerine geniş yetkiler verilir. Fakat hizmetlerin istenilen biçimde yürütülmesine bu formül yeterli değildir. İkinci yol ise; tüzelkişiliğe sahip yerel yerinden yönetim kuruluşlarına yani yerel yönetimlere yer vermektir. Böylece merkezi idarenin yükü hafifletilmiş olmaktadır. Merkeze bağlı olan taşradaki memurlar, merkez adına iş yapma ve karar alma yetkisinin tanınması halinde, yine tam anlamı ile merkezden yönetim sistemi terkedilmiş sayılamaz. Bunda da yine merkezden yönetimin katı uygulamasının sakıncaları vardır. Merkeze bağlı memurlar, yetki genişliğine sahip olmalarına rağmen, yerel gereksinmeleri anlama, değerlendirme ve halka yakın olma yönünden yetersiz kalırlar. Bu nedenle organları halk tarafından seçilen yerinden yönetim kuruluşlarına gereksinme vardır. Seçilerek işbaşına gelenEsas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 6 temsilciler, memurlardan daha iyi yerel gereksinmeleri değerlendirebilirler. Yetki genişliğine sahip merkez kuruluşları, yerinden yönetim kuruluşları gibi dinamizm ve hareketlilik gösteremezler. Yerel yerinden yönetim kuruluşları, yerel çıkarlara, ekonomik, coğrafi ve siyasal duruma göre değişken koşullara daha iyi uyabilme olanağına sahiptir. İşte bu gereksinimler sonucunda merkezi idare dışında özerk, tüzelkişiliğe, karar verme yetkisine sahip yönetim organları seçmenler tarafından seçimle oluşturulan mahalli idareler doğmuştur. Özerklik; kamu hizmetlerinin önemli bir kısmının vatandaşların yararına olarak, mahalli idarelerin sorumluluğu altında yerine getirilmesi anlamını taşır. Bu kamu hizmetleri, kuşkusuz mahalli ortak nitelik taşıyan gereksinimlere yönelik hizmetlerdir. Özerk kuruluşlar, tanımdan da anlaşılacağı üzere karar alma ve aldıkları kararları uygulama hakkına sahiptirler. Karar alma özgürlüğünün gerçekleşmesi, karar organlarının serbest oluşumuna bağlıdır. Bu nedenle, bu organlar seçimle oluşturulurlar. Ayrıca mahalli idarelerin varoluşunun siyasal gerekçesinin özünde demokrasi inancı yatar. Bu sebepledir ki, mahalli idareler öteden beri demokrasisin temel kurumlarından biri olarak kabul edilmişlerdir. Mahalli idarelerin bu yapılan nedeniyledir ki, bunlara demokratik terbiye kuruluşları da denilmektedir. Anayasanın 127 nci maddesinin 5 nci fıkrasında Merkezi idare, mahalli idareler üzerinde mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahiptir. denmektedir. İdari vesayet, merkezi idarenin mahalli idare üzerindeki denetim hakkıdır. 127 nci maddenin 5 nci fıkrası idari vesayetin hangi amaçla yapılacağını açıkça belirlemiştir. Buna göre; Mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesini sağlamak amacıyla, Kamu görevlerinde birliğin, ahengin sağlanması amacıyla, Toplum yararının korunması amacıyla, Merkezi idarenin mahalli idare üzerinde idari vesayet yetkisi vardır.Esas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 7 Merkezi idare sisteminde bir yetki genişliği ilkesi mevcuttur. Bu ilkeye göre merkezi idare, kendi hiyerarşisine tabi olan görevliye belli konularda, kendiliğinden karar alma1 ve uygulama yetkisi vermektedir. Yetki genişliğinde kararlar merkezi idare acına, merkezi idarenin bir memuru tarafından alınmaktadır. Bu karar her zaman merkezi idare tarafından değiştirilebilir, yerine yenisi oluşturulabilir. Çünkü, karar merkezi idare adına verilmektedir. Oysa ki, vesayet makamlarının yerinden yönetim idarelerinin işlemleri üzerindeki vesayet denetimi, yerinden yönetim idarelerinin kararlarını onamak, iptal etmek veya yürütülmesini geciktirmek gibi yollar ile olmaktadır. Fakat kural olarak vesayet makamları, yerinden yönetim idarelerinin yerine geçerek karar alamazlar. Görülüyor ki, mahalli idareler, merkezi idareden farklı nitelikler taşımaktadır. Mahalli müşterek ihtiyaçların karşılanması görevi, bu farklı nitelikteki mahalli idarelere verilmiştir. Bir başka ifade ile; mahalli müşterek ihtiyaçları ancak mahalli idareler karşılayabilecek ve bu konudaki hizmetler mahalli idareler tarafından yürütülecektir. Oysa ki, 388 sayılı KHK'nin, Amaç başlığını taşıyan l nci maddesindeki; plan, alt yapı, ruhsat, konut, sanayi, maden, tarım, enerji, ulaştırma ve diğer hizmetleri yapmak veya yaptırmak mahalli idarelerin hiç bir niteliğini taşımayan ve bir merkezi idare olan GAP İdaresine verilmiştir. Burada mahalli idarelerin ana görevini oluşturan konular yer aldığı gibi, diğer hizmetleri deyimi burada yer almayan daha bir çok hizmet konularının GAP İdaresince yürütüleceğini açıkça beyan etmektedir. Bu deyim, GAP İdaresine verilen hizmet konularının sınırsız olduğunu açıkça belirlemektedir. KHK'nin Görev başlığını; taşıyan 2 nci maddesinin, a) fıkrası 6 il bölgesinde, doğal olarak bu bölge içerisinde bulunan mahalli idareler bölgesinde araştırma ve uygulama projelerini yapmak ve yaptırmak, b) fıkrası, bölge içindeki faaliyetleri yönlendirmek, uygulamasını değerlendirmek ve takip etmek görevini GAP İdaresine vermektedir. Ayrıca, 2 nci maddenin (c) fıkrası; Bölgede uzun vadeli planlar ve yıllık programlar muvacehesinde süratle kalkınmayı sağlamak için tarım, madencilik, imalat, sanayi, enerji, ulaştırma, haberleşme, inşaat, turizm gibi kamu hizmetleri, beşeri kaynaklar, sosyal ekonomi, bilim araştırma, geliştirme ve teknoloji, çevre ve şehircilik, bölge geliştirme ve kültür sektörlerinde yapılacak yatırımlar konusunda çalışmalarda bulunmak, çalışmaları yönlendirmek, koordinasyonu ve uygulamaların gerçekleşmesini sağlamak. görevlerinin tümünü GAP İdaresine devrettiği gibi (f) fıkrası ile; Nazım ve uygulama imar planları ile revizyonlarının tamamını ve>a bir kısmım plan değişikliği dahil ada ve parsel bazına kadar yapmak veya yaptırmak. (g) fıkrası ile Yol, su, elektrik, kanalizasyon ile konut, sanayi ve ulaştırma hizmetlerini yürütmek., (h) fıkrası ile Kamu kurum ve kuruluşlarına ait her türlüEsas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 8 bina ve tesislerin yapılmasında koordinasyonu sağlamak., gibi görevleri GAP İdaresine devretmektedir. Gerek l nci madde de ve gerekse 2 nci maddenin sunulan fıkralarında belirtilen ve hatta belirtilmeyen bir çok hizmetler, mahalli müşterek hizmetleri kapsayan ve mahalli idarelerin yürütmekle yükümlü oldukları hizmetlerdir. Bu hizmetler mahiyetleri itibariyle mahalli müşterek ihtiyaçları karşılayan hizmetler olduğu gibi, ayrıca çok çeşitli yasalarla, örneğin, 1580 sarılı Belediyeler Kanunu, 3194 sayılı İmar Kanunu, İl Genel İdaresine İlişkin Kanun, Köy Kanunu ve daha bir çok kanunla mahalli idarelere verilmiş ve mahalli idarelerce yıllardan beri yürütülmekte bulunan hizmetlerdir. Kaldıki, KHK'nin 2 nci maddesinin (j) fıkrası; Başbakanlıkça bu konuda verilecek diğer görevleri yapmaktır. diyerek, Başbakanın iadesi ile bu KHK'de belirtilmeyen daha başka hizmetlerde, ilgili yönetimin görev ve yetki alanından alınarak GAP İdaresine verilebilecektir. Bu açıkça bir keyfiliktir. Yasama yetkisini Başbakanın iradesine terk etmektir. Ayrıca, 388 sayılı KHK bununla da yetinmeyerek; Kuruluş başlığını taşıyan 3 üncü maddesinin 2 nci fıkrasında; GAP İdaresi, 2 nci maddede belirtilen hizmetleri yürütmekle görevli ve yetkilidir. demek suretiyle mahalli ve merkezi idarelerin yetki alanlarını dikkate almadan tüm bu hizmetlerin GAP İdaresince yapılacağını pekiştirmektedir. Zira, GAP İdaresinin görevlerinin ne olduğunu belirleyen 2 nci madde mevcut iken, 3 üncü madde de yeniden böyle bir hüküm getirmenin başka bir yorumu olamaz. KHK'nin 3 üncü maddesinin 3 üncü fıkrası konuya daha da netlik kazandırarak; GAP İdaresinin görev alanına giren konularda 1580 sayılı Belediye Kanunu ve 3194 sayılı İmar Kanunu ile diğer kanunların ilgili idarelere verdikleri imar ve alt yapıya dair hak ve yetkiler bu idareye devredilmiş sayılır. demekte ve yukarıdan beri arz ettiğimiz ve mahalli müşterek ihtiyaçları karşılayacak hizmetlerin mahalli idarelerden alınarak bir merkezi idare olan GAP İdaresine devredildiği iddiamızı açık ve net bir biçimde doğrulamakta ve göstermektedir. Zira, görüldüğü gibi burada imar ve alt yapıya ilişkin hakların devri de sağlanmaktadır. Böylece, GAP İdaresi, GAP Bölgesindeki yerel yönetimlerin } erini, bak ve yetkilerini devralmaktadır. Yukarıda sunulduğu gibi, merkezi idarenin mahalli idareler üzerinde yalnızca vesayet hakkı (denetim hakkı) var iken, şimdi bu KHK ile bütün bu sınırlar aşılarak, merkezi idare, GAP bölgesindeki mahalli idarelerin yerini almaktadır. Böylece Anayasanın 127 nci maddesinin GAP bölgesindeki yerel yönetimler için geçerliliği kalmamaktadır. Sunulan tüm bu nedenlerle, 388 sayılı kanun hükmünde kararnamenin l nci maddesi, 2 nci maddesinin (a), (b), (c), (f), (g), (h), (ı), ve (j) fıkraları ile 3 üncü maddesinin 2 nci ve 3 üncü fıkraları Anayasanın 127 nci maddesine aykırıdır. İptali gerekir. 5 Anayasanın 5 inci Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi:Esas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 9 Anayasanın Devletin temel amaç ve görevleri başlısını taşıyan 5 nci maddesi; Cumhuriyet ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamayı devlete görev olarak vermiştir. Yukarıda da sunulduğu gibi, mahalli idareler bir demokratik terbiye müesseseleridir. Ayrıca, mahalli müşterek ihtiyaçlar yöre halkının seçtiği yönetimler eliyle yürütülmektedir. Yöre halkı, yerel ortak ihtiyaçlarının karşılanmasında seçimler ve diğer mekanizmalarla yönetimlere demokratik katılımın hakkını kullanmakta ve bu hizmetlerin gerçekleştirilmesinde etkili olmaktadır. Böylece, yerel yönetimlerle demokrasi yaygınlaşmakta ve etkinleşmektedir. Bu KHK ile hizmet olanakları elinden alınan yerel yönetimler işlevsiz kaldığından, artık demokrasinin yaygınlaşması ve etkinleşmesinden söz edilemeyecektir. Bu durum açıkça devletin, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak gibi amaç ve görevlerine ters düşen bir durumdur. Bu nedenlerle 388 sayılı KHK'nin l nci maddesi, 2nci maddesinin (a), (b), (c), (f), (g), (h), (ı), (j) fıkraları ile 3ncü maddesinin 2 nci ve 3 üncü fıkraları Anayasanın 5 nci maddesine de aykırıdır. İptali gerekir. 6 Anayasanın 7 nci Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: Anayasanın Yasama yetkisi başlığını taşıyan 7 nci maddesi; Yasama yetkisinin Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğunu ve bu yetkinin devredilemeyeceğini hükme bağlamış bulunmaktadır. a) Yukarıdaki bölümlerde ayrıntıları ile sunulduğu gibi, böyle bir kararname konusu ancak kanunla düzenlenebilecek konuları kapsamaktadır. Oysaki, hükümet burada yasama organınca kullanılması gereken yetkiyi kullanmak suretiyle KHK çıkarmıştır. Bu durum, yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu ve devredilemeyeceği ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Bu nedenle bu KHK'nin tümü Anayasanın 7 nci maddesine aykırıdır. İptali gereklidir. b) 388 sayılı KHK'nin 2 nci maddesinin (j) fıkrasında; Başbakanlıkça bu konuda verilecek diğer görevleri yapmaktır, denmektedir. Başbakanlığın GAP İdaresine bu fıkra uyarınca verebileceği hizmetler önceden yasalarla diğer idare birimlerine verilmiş olan hizmetler ve yetkilerdir. Yasalarla verilen ve yıllardan beri diğer idare birimleri tarafından kullanılmakta olan yetkiler ve hizmetler, ancak yasalarla bu idare birimlerinden alınarak bir başka idari birime devredilebilir. Oysa ki, bu fıkra ile bu yetki Başbakan'a terk edilmiştir. Bu Başbakanın yasama yetkisini kullanma imkanı sağlayabilecek tehlikeli bir yoldur. Bu nedenle 388 sayılı KHK'nin 2 nci maddesinin (j) fıkrası bu açıdan Anayasanın 7 nci maddesine aykırıdır. İptali gerekir.Esas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 10 7 Anayasanın 2 nci Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: Anayasanın 2 nci maddesi; Devletimizin demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu belirlemektedir. Demokratik hukuk devletinde her şeyin demokratik ilkelere ve hukuka uygun olarak yürümesi ve işlemesi gerekir. Yıllardan beri ülkemizde uygulama alanı bulunan, Anayasal müessese olarak saklı tutulan yerel yönetimler hukukumuzun ve demokrasimizin önemli bir öğesini teşkil etmektedir. Bu KHK ile yukarıdan beri sunmaya çalıştığımız hukuksal ve demokratik aykırılıklar sergilenmiş bulunmaktadır. Bu nedenlerle bu KHK'nin tüm hükümleri ve hazırlanarak yürürlüğe konulması Anayasamızın 2 nci maddesine aykırı bulunmaktadır. İptali gerekmektedir. 8 Anayasanın 161 ve 163 üncü Maddelerine Aykırılık ve Gerekçesi: 388 sayılı KHK'nin Harcamalar başlığını taşıyan 9 uncu maddesi aynen şöyledir: GAP İdaresi Başkanlığının her türlü giderleri, Kamu Ortaklığı Fonu ile Toplu Konut Fonundan karşılanır. Bu fonlardan GAP İdaresine ayrılacak ödenek Bakanlar Kurulunca tesbit edilir. Buna göre hazırlanacak bütçe, Başbakan veya görevlendireceği Bakanın onayı ile yürürlüğe girer. İta amiri GAP İdaresi Başkanıdır. Başkan bu yetkisini yardımcılarına devredebilir. Bu hükme göre GAP İdaresi giderleri Kamu Ortaklığı Fonu ile Toplu Konut Fonundan karşılanacaktır. Ayrıca, bu idareye ayrılacak ödenekler Bakanlar Kurulunca tespit edilecektir. Buna göre de bütçe yapılacak ve bu bütçe Başbakan veya görevlendireceği bakanın onayı ile yürürlüğe girecektir. Bunun dışında KHK'nin 10 uncu maddesi de GAP İdaresi başkanlığının her türlü araç, gereç, bina ve tesisleri Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile diğer ilgili kuruluşlarca sağlanacaktır. Görülüyor ki, GAP İdaresinin tüm giderleri devlet tarafından karşılanacaktır. Kamu Ortaklığı Fonu ile Toplu Konut Fonu gelirleri doğrudan doğruya devlet geliridir. Güneydoğu Anadolu Projesi bir ulusal proje olması nedeniyle elbetteki bütün giderleri devlet karşılayacaktır. Böylesine büyük bir projenin trilyonlarla ifade edilen giderleri bütçe dışına çıkarılamaz. Böylesine büyük olanaklar özel kurallarla tüketilemez. Anayasanın 161 nci maddesi; Devletin ve kamu iktisadi teşebbüsleri dışındaki kamu tüzelkişilerinin harcamalarının yıllık bütçelerle yapılacağını öngördüğü gibi Anayasanın 163 üncü maddesi de harcama sınırım genel ve katma bütçelerle verilen ödeneğin göstereceğini, buEsas Sayısı: 1990/ l Karar Sayısı: 1990/21 11 sınırın Bakanlar Kurulu Kararı ile aşılabileceğine ilişkin bütçelere hüküm konulamayacağını, bütçe değişiklik yetkisinin KHK ile verilemeyeceğini bildirmektedir. Yasama organının temel görev ve yetkisi içinde olan işlemlerin KHK ile Bakanlar Kuruluna ve özel olarak Başbakan veya görevlendireceği bakanın onayı ile gerçekleştirilmesi Anayasanın 161 ve 163 üncü maddelerine aykırı bulunduğundan KHK'nin 9 ncü maddesinin iptali gerekir. | 3,462 |
Esas Sayısı : 1988/58 Karar Sayısı : 1988/52 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Ayrı bir gerekçeli başvuru kararı göndermeyen yerel mahkemenin, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaya ilişkin ara kararı aynen şöyledir : . Davacının 3395 sayılı Kanunun geçici 5. maddesi gereğince borçlandırılarak üst dereceden yaşlılık aylığı bağlanmasını istediği, bu maddenin belli bir dereceye yükselen sigortalılara ayrıcalık tanıdığı ve bu niteliği ile Anayasa'nın 2. maddesindeki sosyal hukuk devleti, 10/2. maddesindeki eşitlik, 55 maddesindeki ücrette adalet ilkelerine aykırı olduğu, Anayasanın 152. maddesine göre bu konuda Anayasa Mahkemesince bir karar verilinceye kadar davanın geri bırakılmasına, dosyanın tasdikli sureti veya fotokopisinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, suret veya fotokopi masrafı ile posta masraflarının davacıca karşılanmasına, dosya Anayasa Mahkemesine gidişinden itibaren 5 ay içinde Anayasa Mahkemesince karar verilmediği takdirde davanın yürürlükteki kanunlara göre (Madde 152/3.e) ele alınıp yürütülmesine, davacı vekili ile davalılar vekillerinin yüzlerine karşı verilen karar açıkça okunup anlatıldı. | 142 |
Esas sayısı: 1986/12 Karar sayısı: 1987/4 1 I. iptal İsteminin Gerekçesi : İptal isteminin dava dilekçesinde açıklanan gerekçeleri aynen şöyledir : l Yasanın l inci maddesi; 18 yaşından küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır tesir yapacağı anlaşılan mevkute ve mevkute tanımına girmeyen diğer basılmış eserler aşağıdaki maddelerde gösterilen sınırlamalara tabi tutulur demektedir. Küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır tesir yapacak neşriyat veya eser nasıl saptanacaktır' Maneviyat genel bir kavram olduğu gibi Muzır da genel bir kavramdır. Bu yasa ise bir uygulama yasasıdır. Bu uygulama yasasından küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır tesir yapacak neşriyatın bu yasanın ne anladığı bilinmemektedir. Böyle genel kavramların uygulamasının yapılabilmesi için en azından bu genel kavramlardan hangi anlamın belirleneceğim gösteren bir kaç önemli unsurun yasada gösterilmesi gerekirdi. Gerçi Yasanın ikinci maddesinde; Kurul, basılmış eserlerin küçükler için muzır olup olmadığı hususunda yapacağı incelemede, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunundaki genel amaç ve temel ilkeleri gözönünde bulundurmak zorundadır. demekte ise de; bu Kanundaki genel amaç ve temel ilkeler bölümlerine baktığımızda bu ilkelerinde tümüyle genel tabirler ve genel kavramlar mahiyetinde olduğu görülür. Ayrıca muzır kavramına yön verecek ve bu kavramın içeriğini belirleyecek belli esasları da burada görmek mümkün değildir. Kaldı ki, dikkate almak demek, mutlaka onunla bağlı kalınacaktır anlamım da taşımamaktadır. Bu şekliyle muzır tesir yapacak neşriyat ve hatta maneviyat, kişilere göre, kişilerin anlayışlarına göre, sübjektif yargılarla yorumlanabilecek bir nitelik taşımaktadır. Kişilerin anlayışlarına, birikimlerine, kültür yapılarına göre değişik anlamlar kazanan böyle genel kavramlar esas alınarak hak ve özgürlüklerde sınırlamalar yapmak ve hele hele bu kavrama aykırılık iddiasıyla cezalandırılmak mümkün değildir. Vatandaş neyin muzır olduğunu bilmek durumundadır. Bilinmeyen bir şeye aykırı davranmak iddiası ileri sürülemez. Çünkü, Kanunun suç saydığı durumun ne olduğu yasada gösterilmemiştir. O halde, küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır tesir yapacak neşriyat veya eser gibi belirsiz bir kavrama göre hak ve özgürlüklerin kısıtlanması öncelikle hukukun üstünlüğüne, hukuk devleti anlayışına aykırıdır. Çünkü burada hakka ve hukuka sübjektif yorumlar egemen olmaktadır. Bu nedenle, bu Yasanın l inci maddesi Anayasanın, Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen 2 nci maddesine, bu maddedeki; Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk Devletidir. ilkesine aykırıdır. Bu nedenle iptali gerekir. 2 Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir. Yasa koymak, toplum fertlerini bağlayan kurallar koymak egemenliğin bir ürünüdür. Egemenliğin kullanılması hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.Esas sayısı: 1986/12 Karar sayısı: 1987/4 2 Bu Yasanın l inci maddesi Anayasanın 6 ncı maddesine de aykırıdır. Bu nedenle de iptali gerekir. 3 Yukarıda da arz edildiği gibi muzır tesir yapacak eser içeriği belli olmayan bir genel kavram olduğundan ve bu genel kavramın belli bir yönde anlaşılmasını sağlayacak unsurlar, ilkeler de belirlenmediğinden; kanunun suç saydığı fiil belli değildir. Bu nedenle bu Yasanın l inci maddesi Anayasanın 38 inci maddesine de aykırıdır. Bu nedenle de iptali gerekir. 4 Yasanın 2 nci maddesinde basılmış eserlerin sınırlamaya tabi tutulabilmesi için Başbakanlık bünyesinde oluşturulan yetkili kurulun, söz konusu eserlerin 18 yaşından küçükler için muzır olduğu hakkında karar vermesi gereklidir denmektedir. Bu kurulu teşkil edecek üyelerin hemen hepsi idarede görevli bulunan memurlar ve kamu görevlileridir. Ücretleri de Başbakanlık tarafından saptanmaktadır. Kurul üyelerinin memur olması. Kurulun Başbakanlık bünyesinde oluşması, ücretlerinin Başbakanlık tarafından saptanması bu Kurulun siyasal iktidarın emrinde ve güdümünde olacağının kesin göstergeleridir. Kurul üyeliğinin siyasal iktidar karşısında herhangi bir güvencesi de yoktur. Sürenin bitiminde hepsi de memuriyet görevlerine döneceklerdir. Küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır yapacak neşriyatın ne olduğunu bu kurul saptayacaktır. Böyle bir kurulun ve kurulda görevli memurların siyasal iktidarın anlayışına ters düşmesi olası değildir. Doğaldır ki, bu kurulda görevli insanların sübjektif değerleri ve siyasal iktidarın anlayışı neyin muzır tesir yapacağının başlıca belirleyicisi olacaktır. O halde yayınlanan düşüncenin veya eserin muzır damgasından kurtulabilmesi için bu kurul üyeleri ve siyasal iktidarın görüşleri ve politikaları doğrultusunda olması zorunluluğu bulunmaktadır. Bu ise düşünce ve kanaat hürriyetine aykırıdır. Ayrıca kişinin manevi varlığım koruma ve geliştirme hakkını da ihlal eder mahiyettedir. Bu nedenlerle Yasanın l inci maddesi ve 2 nci maddesinin anılan bölümleri ile birlikte Anayasamızın 17 ve 25 inci maddelerine aykırı bulunmaktadır. İptal edilmeleri gerekir. 5. idare ve siyasal iktidar, istediği eseri, küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır tesir yapacak yayın olarak niteleyecek, yani muzır olduğuna karar verebilecek ve bu yolla basın üzerinde sansürden de etkili bir denetim ve baskı kurabilecektir. Bu nedenle bu açılardan da bu Yasanın bir ve ikinci maddeleri birlikte Anayasanın Basın hürriyeti başlıklı 28 inci maddesindeki Basın hürdür ilkesine ve bu maddedeki diğer esaslara aykırı bulunmaktadır. Bu nedenle de iptal edilmeleri gerekir. 6. Eserlerin muzır tesir yapacağı konusundaki karar, kurulda görevli memurların ve siyasal iktidarın görüşlerine göre ve o görüşler ve etkiler doğrultusunda verileceğinden, bilimEsas sayısı: 1986/12 Karar sayısı: 1987/4 3 ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkını sınırlayacağı ve zedeleyeceği için yasanın bir ve ikinci maddeleri bu açılardan Anayasanın 27 nci maddesine de aykırı bulunmaktadır. Bu nedenle de iptali gerekir. 7. Basın hürriyeti basılmış eserlerin dağıtım ve satım hakkının güvence altında bulunmasını da kapsar. Yukarıda arz edildiği gibi idarece muzır kararı verilmesi ve gerekse bu karar sonucunda idarenin eserin dağıtım ve satım hakkını sınırlandırması, basını yargı güvencesinden yoksun bırakmaktadır. Anayasanın 27 28 29 uncu maddeleri basınla ilgili sınırlandırmaların hakim kararı ile mümkün olabileceğim açıkça hükme bağlamıştır. Özellikle Anayasanın 28 inci maddesinde : Tedbir yolu ile dağıtım hakim kararıyla; gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunun açıkça yetkili kıldığı merciin emriyle önlenebilir. Dağıtımı önleyen yetkili merci, bu kararını en geç yirmidört saat içinde yetkili hakime bildirir. Yetkili hakim bu kararı en geç kırksekiz saat içinde onaylamazsa, dağıtımı önleme kararı hükümsüz sayılır. Görülüyor ki, aslolan hakim kararıdır. Yasanın yukarıdan beri analizi yapılan bir ve ikinci maddeleri ile eserlerle ilgili sınırlamaları ve uygulanacak müeyyideleri saptayan ve yargı güvencesi taşımayan bu güvenceyi ortadan kaldıran yasanın 4 5 ve Ek Madde l hükümleri Anayasanın 17 21 26 27 28 29 uncu maddelerine de aykırı bulunmaktadır, İptal edilmeleri gerekir. Burada şu hususu belirlemekte yarar görüyoruz. Her ne kadar bu Yasa 12 madde halinde düzenlenmiş bulunmakta ise de bu ayrı maddeler içerisindeki unsurlar aynı olup biri diğerinin içeriğinde bulunan hükümleri kapsamaktadırlar. Bu şekliyle bu 12 maddelik yasa bir kül, bir bütün niteliği göstermektedir. Bu nedenle bu maddelerden biri Anayasanın herhangi bir maddesine aykırılık gösteriyorsa birkaç istisna dışında diğer maddeleri de hemen hemen Anayasanın aynı maddelerine aykırılık göstermektedir. Yüce Mahkemece aykırılık saptaması için gerekli inceleme ve karar safhasın da durumu dikkate al arak bu Yasa hükümlerinin aykırılık teşkil eden ve dilekçemizde belirttiğimiz tüm Anayasa maddeleri açısından değerlendirilmesini arz ve talep ediyoruz. 8. Bu Yasanın 2 nci maddesi Mahkemenin yapacağı görevi idarede teşekkül ettirilen bir kurula verilmiştir. Zira çağa ve koşullara göre muzır tesir yapacak neşriyatın ne olduğunu ancak yargıç saptayabilir. Hukuk devletinde yargının yetkisini yürütmeye vermek hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz. Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. Bu nedenle Yasanın 2 nci maddesi Anayasanın 2 ve 9 uncu maddelerine aykırı bulunmaktadır. 9. Yukarıda arz edildiği gibi basılı eserin kaderi, Başbakanlık bünyesinde memurlardan oluşturulan bir kurula verilmektedir. Eserin kültür ve sanatsal niteliğini bu kurul büyük bir olasılıkla kendi sübjektif değerlendirmelerine, bunun yanında siyasal iktidarın eğilimlerine göre saptayacaktır. Bunun sonucu olarak eserle ilgili sınırlamalar konacak, bu sınırlamalara uymayanlar hakkında yaptırımlar uygulanacaktır. Böyle bir durum kültür değerlerinin tahribinden başka bir sonuç doğurmaz. Ayrıca insanların manevi gelişmelerine bir engel teşkil eder. Bu nedenle bu Yasanın l, 2, 4, 5 ve Ek Madde 1. maddeleri Anayasanın 5 ve 63 üncü maddelerine aykırı bulunmaktadır, İptal edilmeleri gerekir.Esas sayısı: 1986/12 Karar sayısı: 1987/4 4 10. Yasanın 2. maddesinde; Kurul bu Kanunla kendisine verilen görevlere ilaveten, Türk Ceza Kanunu'nun 426, 427 ve 428 inci maddelerinde tanımlanan suçlarla ilgili olarak yargı organlarına resmi bilirkişilik yapmakla görevlidir. denmektedir. Bu herşeyden evvel yargının bir kısım görevim zorunlu olarak, yürütmedeki bir organa aktarmaktadır. Bilirkişi incelemesi önemli bir yargısal işlevdir. Bu yargısal işlevi idare yapmaktadır, İdare bu yolla yargının görevine ve oluşturacağı kararına egemen olma imkanına kavuşmaktadır. Bunun sonucu olarak hakim idarenin müdahalesine uğramaktadır. Buraca hakimin bağımsızlığından da söz edilemez. Vicdani kanaatine de yer verilmemektedir. Bu nedenle Yasanın 2 nci maddesiyle verilmiş olan bu yetki; Anayasanın 2, 138 ve 140 inci maddelerine aykırıdır, İptali gerekir. 11. Yine Yasanın 2 nci maddesinin kurul başlıklı bölümünün (i) bendinde, basılmış eserlerin küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır tesir yapıp yapmayacağına karar verecek olan kurula Diyanet İşleri Din Kurulundan bir üye seçileceği ve kurulda din kurulu üyesinin hizmet yapacağı hususu düzenlenmiştir. Bu kurul Başbakanlık bünyesinde oluşturulmuş bir kuruldur. Siyasal iktidarın emrinde bir kuruldur. Siyasal iktidarın anlayışına, onun politikalarına ters düşen bir kurulun görevim sürdürebilmesi pratikte de mümkün olmayan bir husustur. O halde. Diyanet temsilcisi böyle bir kurulda Bütün siyasi görüş ve düşünüşleri dışında kalamayacaktır. Bu nedenle 2 nci maddedeki kurul başlıklı bölümün (i) bendi Anayasanın 136 nci maddesine ay kındır, İptali gereklidir. Ayrıca Diyanet görevlisinin devlet işinde görevli kılınması laikliğin esası olan din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrı olması esasına yani laikliğe aykırı. Bu nedenle bu bent : Anayasanın a Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı; Türkiye Cumhuriyeti laik bir hukuk Devletidir. hükmünü taşıyan 2 nci maddesine de aykırıdır, İptali gerekir. Bir başka açıdan yaklaştığımızda da şunları görürüz : Kurula katılan Diyanet İşleri Başkanlığı Din Kurulu üyesi muzır tesir konusunda din esaslarına göre görüş bildirecektir. Din kurulu üyesinin dini esaslar dışına çıkarak görüş bildirmesi mümkün değildir. Kurul muzır konusunda bu tarzda görüş bildireceği gibi aynı kurul TCK'nun 426, 427, 428 inci maddelerine ilişkin olarak bilirkişi sıfatıyla görüş bildireceği zaman da aynı etkilenme içerisinde olacaktır. Her iki halde de Diyanet temsilcisi seri esaslara dayanan görüşler bildirecektir. Belki de, bu görüşleri kurula kabul ettirecektir. O zaman toplum yaşamında ve kültürümüzde din kuralları yani şeriat hükümleri geçerli ve belirleyici olacaktır. Bu durumda laiklik tümüyle tahrip edilecektir. Bu fıkra bu açıdan da Anayasanın 2 nci maddesine yani laik devlet ilkesine aykırı bulunmaktadır, İptali gerekir.Esas sayısı: 1986/12 Karar sayısı: 1987/4 5 12. Yasanın 4 üncü maddesinin a, b, c, d, e fıkralarında kurulca muzır tesir yapacağına karar verilen eserler hakkında uygulanacak müeyyideler ve hak ve özgürlüklerde yapılacak kısıtlamalar ve diğer bir ifadesiyle suca verilen cezalar belirlenmektedir. Yapılan neşriyat yalnızca siyasi iktidarın veya idarenin emrindeki 11 kişilik memur grubunun muzır anlayışına uygun düşmüyor diye bu konudaki temel hak ve özgürlükler kısıtlanamaz. Demokratik toplumlarda buna cevaz verilemez. O nedenle Yasanın 4 üncü maddesindeki sınırlamalar ve Yasanın l ve 2 nci maddeleri, 5 inci maddesi. Ek Madde l maddeleri Anayasamızın 13 üncü maddesine de aykırıdır. İptali gerekir. Ayrıca arz ettiğimiz nedenlerle Yasanın 4 üncü maddesi : Anayasanın 38 inci maddesinin l inci fıkrasına, aynı maddenin suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz hükmü ne, yine aynı maddenin; İdare, kişi hürriyetinin kısıtlanması sonucunu doğuran bir müeyyide uygulayamaz. hükmüne de bu maddeler aykırı bulunmaktadır. İptal edilmeleri gereklidir. 13. idarenin, Yasanın 4 üncü maddesindeki sınırlamalarla yine Yasanın 5 ve Ek Madde l deki yaptırımları uygulaması kişinin manevi varlığım korumak ve geliştirme hakkına da bir engel teşkil edecek mahiyettedir. Bu nedenlerle anılan bu maddeler de Anayasanın 17 nci maddesine aykırı bulunmaktadır, İptal edilmeleri gereklidir. 14. Yasanın 4 üncü maddesinin (d) fıkrasında muzır damgalı eserin radyo ve TV ile ilan edilemeyeceği, satışı için reklam ve propaganda yapılamayacağı hüküm altına alınmıştır. Yukarıda arz edildiği gibi, neşriyatın muzır tesir yapacağı konusundaki alınan karar siyasal iktidar emrindeki memurlardan, müteşekkil kurul tarafından alınacağı nedeniyle hukuka uygun ve yansız olmayacaktır. Bu nitelikte bir karar nedeniyle radyo ve TV'de yapılacak reklamın ve yayının ortadan kaldırılması Anayasamızın 31. maddesiyle verilen hakların ortadan kalkmasına neden olacaktır. Bu nedenle 4 üncü maddenin (d) fıkrası ve bu fıkraya bağlantılı olarak bu yasanın l, 2, 4, 5 ve Ek Madde l maddeleri Anayasamızın 31. maddesine de aykırı bulunmaktadır. Bu nedenle de iptal edilmeleri gerekir. 15. Yasanın 4 üncü maddesinde : Kurulca haklarında küçükler için muzır olduğuna üç defa karar verilen basılmış periyodik eserlerin sonraki sayılan ile diğer kasılmış eserlerin sonraki basıları da yeniden bir karar verilmesine gerek kalmaksızın bu maddede belirtilen sınırlamalara tabidir. denmektedir. Hukukumuzda ceza suca verilir. Suç saptanmadan ceza verilmesi hukuka tabi rejimlerde olası değildir. Anayasamızın 38 inci maddesi ceza için suçun işlenmesi doğal koşul olarak öngörmektedir. Zaten suç demek yasaya aykırı olarak gerçekleştirilmiş eylem demektir. Bu eylem ortada yoksa suçta yok demektir. Suç olmayan yerde ceza da olmaz. Yukarıda arz edilen fıkrada muzır olduğuna üç defa karar verilen eserin yeni baskısında da muzır durumu olup olmadığı saptanmadan otomatik olarak sınırlamaya tabi tutulur, yani cezalandırılır demektedir.Esas sayısı: 1986/12 Karar sayısı: 1987/4 6 Suç işlenmeden, sadece bir karineye dayanılarak otomatik; cezalandırma demokratik hukuk sistemlerinde yoktur. 4 üncü maddenin bu hükmü Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen : Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. ilkesine ve suç ve cezalara ilişkin 38 inci maddesine aykırı bulunmaktadır, İptali gerekir. 16. Madde 9 ile eklenen Ek Madde l in (a) fıkrasında : Haklarında Kurulun herhangi bir kararı bulunmadığı halde basılmış eserlerini kendiliklerinden küçüklere muzır nitelikte görerek zarf veya poşet içinde satışa arz etmek isteyenler, bu eserlerin Katma Değer Vergisi dahil toplam satış bedeli üzerinden % 25 oranında bir meblağı, piyasaya sürdükleri tarihten, (b) fıkrasında ise; Basılmış eserlerinin, Kurul tarafından küçükler için muzır nitelikte olduğuna karar verilenler, bu eserin basım adedinin Katma Değer Vergisi dahil toplam satış bedeli üzerinden % 40 oranında bir meblağı. Kurul kararına tebliği tarihinden, itibaren, bir ay içinde Toplu Konut Fonuna aktarılmak üzere Maliyeye yatırmak zorunluluğunu getirmektedir. Bu hükümler yayın kuruluşunun, yayın hayatına devam etme olanağını ortadan kaldırabilecek, ekonomik açıdan batmasına neden olabilecek hükümlerdir. Esasen bu Yasada cezai müeyyideler suçun karşılığı olarak saptanmıştır. Böyle bir meblağın Konut Fonuna aktarmasının Anayasal dayanağım bulmak mümkün değildir. Anayasamızın 29 uncu maddesi : Kanun, haber, düşünce ve kanaatlerin serbestçe yayımlanmasını engelleyici mali şartlar koyamaz. demektedir. Ek Madde l deki anılan bu hükümler Anayasamızın 29 uncu maddesine açıkça aykırıdır. Bu nedenle iptali gerekir. 17. Yasanın 1117 sayılı Kanunun 7 nci maddesini değiştiren 5 inci maddesindeki a, b, c bentlerinde gösterilen kısıtlamalara uymayanlara iki milyon liradan on milyon liraya kadar ağır para cezası ile cezalandırılırlar. Suçun tekerrürü halinde cezanın azami haddi uygulanır. hükmü getirilmiştir. Bu hüküm de Anayasanın 29 uncu maddesindeki : Kanun, habe1, düşünce ve kanaatlerin serbestçe yayımlanmasını engelleyici mali .. şartlar koyamaz. şeklindeki hükme aykırı bulunmaktadır, İptali gerekir. Yine Anayasanın 38 inci maddesine, özellikle bu maddenin : İdare, kişi hürriyetinin kısıtlanması sonucunu doğuran bir müeyyide uygulayamaz. hükmüne de aykırı bulunmaktadır. Bu nedenle de iptali gerekir. Ayrıca Yasanın 5 inci maddesinde öngörülen cezadan başka Ek Madde 2'de ikinci bir ceza tertip edilmiştir. Bu hüküm aynı suçun ikinci kez cezalandırılması sonucunu doğurmaktadır. Bu durum Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine ve Anayasanın 29 ve 38 inci maddelerine aynı gerekçelerle aykırı bulunmaktadır. Yasanın 5 ve Ek Madde 2 hükümlerinin bu nedenle de iptali gerekir. Bu Yasanın TCK'nun 426 ncı maddesini değiştiren 10 uncu maddesi, TCK'nun 427 nci maddesini değiştiren 11 inci maddesi, TCK'nun 428 inci maddesini değiştiren 12 nci maddesi halkın ar ve haya duygularım inciten veya cinsi arzulan tahrik ve istismar eder nitelikte genel ahlaka aykırı durumlar karşısında büyük ağır para cezası yaptırımı düzenlemiştir.Esas sayısı: 1986/12 Karar sayısı: 1987/4 7 Her üç maddedeki ağır para cezalarının uygulanması halinde basılı eserin veya sahibinin yayın yaşamına devam etme olasılığı ortadan kalkmaktadır. Bu durumda bu Yasanın 10, 11 ve 12 nci maddeleri Anayasanın : Kanun, haber, düşünce ve kanaatlerin serbestçe yayımlanmasını engelleyici mali şartlar koyamaz diyen 29 uncu maddesine aykırı bulunmaktadır. Bu nedenle bu maddenin de iptali gerekir. Ayrıca cezanın suç ile mütenasip olması gerekir. Halbuki, bu derece ağır mali yükümlülük bu konudaki faaliyeti sürdürmek olanaklarım ortadan kaldıracak nitelik ve büyüklüktedir. Bu nedenle bu üç madde Anayasamızın 38 inci maddesinin özüne aykırı olduğu gibi Anayasanın hiçbir hükmü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz hükmünü taşıyan Anayasanın 14 üncü maddesine de aykırı bulunmaktadır. Bu nedenle iptali gerekir. Sonuç ve İstem : 12 Mart 1986 Çarşamba günlü ve 19045 sayılı Resmi Gazete ile yayınlanan, 3266 numaralı ve 6/3/1986 kabul tarihli 1117 Sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanununun Bazı Maddeleriyle, TCK'nun 426, 427 ve 428 inci maddelerinin Değiştirilmesine ve 1117 Sayılı Kanuna Ek Maddeler İlavesine Dair Kanunsun; l inci maddesi, 2 nci maddesinin; (basılmış eserlerin l inci maddede belirtilen sınırlamaya tabi tutulabilmesi için Başbakanlık bünyesinde oluşturulan yetkili kurulun, söz konusu eserlerin 18 yaşından 'küçükler için muzır olduğu hakkında, karar vermesi gereklidir, hükmü) yine 2 nci maddesinin; (Kurul bu Kanunla kendisine verilen görevlere ilaveten TCK'nun 426, 427, 428 inci maddelerinde tanımlanan suçlarla ilgili olarak resmi bilirkişilik yapmakla görevlidir, hükmü) yine ikinci maddenin (i) bendi, ikinci maddenin tüm diğer hükümleri. Yasanın dördüncü maddesinin (d) fıkrası, 4 üncü maddedeki, (Kurulca haklarında küçükler için muzır olduğuna 3 defa karar verilen basılmış periyodik eserlerin sonraki sayıları ile diğer basılmış eserlerin sonraki basıları da yeniden bir karar verilmesine gerek kalmaksızın bu maddede belirtilen sınırlamalara tabidir. Hükmü) ve 4 üncü maddede bulunan diğer hükümler. Yasanın 5 inci maddesi, Yasasının 9 uncu maddesi ile eklenen Ek Madde l ve Ek Madde 2 hükümleri, TCK'nun 426 ncı maddesini değiştiren bu Yasanın 10 uncu maddesi, TCK'nun 427 nci maddesini değiştiren 11 inci maddesi, TCK'nun 428 inci maddesini değiştiren bu Yasanın 12 nci maddesi. Anayasanın 2, 5, 6, 9, 13, 14, 17, 25, 26, 27, 28, 29, 31, 38, 63, 136, 138, 140 inci maddelerine, bu maddelerin dilekçe metnin de gösterilen fıkralarına, aykırı bulunmaları nedeniyle iptal edilmelerine, yukarıda arz edilen gerekçelerle re'sen tesbit buyurulacak durumlar karşısında iptal edilmelerine karar verilmesini Sosyaldemokrat Halkçı Parti Grubu (Anamuhalefet Partisi TBMM Grubu) adına arz ve talep ederim. | 2,812 |
Esas Sayısı : 2017/113 Karar Sayısı : 2017/157 1 “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 11. maddesinin 2. fıkrasında kanunların Anayasa’ya aykırı olamayacağı belirtilmiş; 152. maddesinde de; “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmi Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz.” hükmüne yer verilmiştir. Anayasa’nın 152. maddesi hükmüne göre, bir davaya bakmakta olan mahkemenin itiraz yoluyla bir kanun/kanun hükmünde kararname hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilmesi için iptali istenen kuralın davada uygulanacak nitelikte olması gerekir. 969 sayılı Yasa’nın 3. maddesinin son fıkrasında yer alan hükmün, dava konusu işlemin dayanağı olması nedeniyle, ilgili Kanun maddesinin bu davada uygulanacak nitelikte bir kural olduğu anlaşılmaktadır. 11.10.2011 tarihli ve 666 sayılı Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin 5. maddesinin (e) fıkrasında yer alan “21.12.1967 tarih ve 969 sayılı Kanunun 3. maddesinin dördüncü fıkrasının birinci cümlesine “%80’i” ibaresinden sonra gelmek üzere “Bakanlık kadro ve pozisyonlarında çalışan personelden” ibaresinin Anayasa Mahkemesinin 27.12.2012 tarih ve E:2011/139, K:2012/205 sayılı karan ile iptal edilmesinin ardından bu ibare 12.07.2013 tarih ve 6495 sayılı Kanunun 73 üncü maddesi ile “Bakanlık kadro ve pozisyonlarında bulunan personelden” şeklinde değiştirilmiştir. Kadrosu Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığında bulunmayan ancak işletme bünyesinde çalışan muhasebe yetkilileri 6495 sayılı Yasa ile üretimi teşvik primi ödeme kapsamı dışında bırakılmıştır. Anayasa’nın 10. maddesinde, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (..) (İptal ibare: Anayasa Mah.nin 05/06/2008 tarihli ve E. 2008/16, K. 2008/116 sayılı Kararı ile.) kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 61. maddesinde, “Muhasebe hizmeti; gelirlerin ve alacakların tahsili, giderlerin hak sahiplerine ödenmesi, para ve parayla ifade edilebilen değerler ile emanetlerin alınması, saklanması, ilgililere verilmesi, gönderilmesi ve diğer tüm malî işlemlerin kayıtlarının yapılması ve raporlanması işlemleridir. Bu işlemleri yürütenler muhasebe yetkilisidir. Memuriyet kadro ve unvanlarının muhasebe yetkilisi niteliğine etkisi yoktur.Esas Sayısı : 2017/113 Karar Sayısı : 2017/157 2 Muhasebe yetkilisi, bu hizmetlerin yapılmasından ve muhasebe kayıtlarının usulüne uygun, saydam ve erişilebilir şekilde tutulmasından sorumludur. 9.12.1994 tarihli ve 4059 sayılı Kanun hükümleri saklı kalmak kaydıyla, genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinin muhasebe hizmetleri Maliye Bakanlığınca yürütülür. Muhasebe yetkilileri gerekli bilgi ve raporları düzenli olarak kamu idarelerine verirler. “ hükmüne yer verilmiştir. 969 sayılı Yasanın 3. maddesi uyarınca çıkarılan 31.01.2015 tarih ve 29253 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak 01.05.2015 tarihinde yürürlüğe giren Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Döner Sermaye İşletmeleri Uygulama Yönetmeliğinin 19. Maddesinde, “Muhasebe yetkilisi, muhasebe hizmetlerinin yürütülmesinden, muhasebe biriminin yönetiminden, muhasebe kayıtlarının usulüne uygun, saydam ve erişilebilir şeklinde tutulmasından sorumludur. (2) Maliye Bakanlığınca uygun görülen işletmelerin muhasebe hizmetleri Maliye Bakanlığınca, diğerleri ise Bakanlıkça yürütülür. (3) Muhasebe yetkilisi, muhasebe hizmetleri Maliye Bakanlığınca yürütülen işletme muhasebe birimlerinde Maliye Bakanlığınca, diğer işletmelerde ise Bakanlıkça Bakanlık personeli arasından usulüne uygun olarak atanır.” düzenlemesi yer almaktadır. Aynı Yönetmeliğin “Prim Hesaplama Esasları” başlıklı 43. maddesinde ise muhasebe yetkililerine yapılacak üretimi teşvik prim oran ve esasları belirlenmiş olup, söz konusu yönetmelik ve dayanağı 969 sayılı Kanunda belirtildiği üzere üretimi teşvik primi ödemesinin döner sermaye gelirinin elde edilmesine katkı sağlayanlara yapılması esasının kabul edildiği ve ilgili yönetmeliğin 43. maddesinde bu ödemeden yararlanacaklar arasında muhasebe Döner sermaye gelirinin elde edilmesine katkı sağlayan, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4 üncü maddesinin (A) ve (B) fıkralarına göre istihdam edilen personele döner sermaye gelirinden pay verilmek suretiyle, kamu hizmetinin etkin ve daha iyi işlemesinin sağlanması ve çalışanların teşvik edilmesi amaçlanmaktadır. Hal böyle iken, kadrosu Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığında bulunan muhasebe yetkililerine ödenen üretimi teşvik priminin, kadrosu Maliye Bakanlığında bulunmakla birlikte, kadrosu Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığında bulunan muhasebe yetkilileri ile aynı işi yapan ve aynı görev ve sorumlulukları paylaşan muhasebe yetkililerine de ödenmesi gerekliliği Anayasa ile güvence altına alman eşitlik ilkesinin gereğidir. Yukarıda yer alan düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, kadrosu Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığında bulunan muhasebe yetkilileri gibi aynı unvan, görev, yetki ve sorumluluklara sahip olan ve kadrosu Maliye Bakanlığında bulunan muhasebe yetkililerinin 969 sayılı Kanunun 3. maddesinde 6495 sayılı Yasanın 73. maddesi ile yapılan değişiklikle sadece kadro ölçütünden hareketle aynı yerde görev yapan kadrosu Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığında olan muhasebe yetkililerine yapılan üretimi teşvik priminden yararlandırılmamalarının Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle; 12.07.2013 tarihli, 6495 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 73 üncü maddesi ile değiştirilen 21.12.1967 tarihli ve 969Esas Sayısı : 2017/113 Karar Sayısı : 2017/157 3 sayılı Tarım ve Köyişleri Bakanlığının Merkez ve Taşra Kuruluşlarına Döner Sermaye Verilmesi Hakkında Kanunun 3. maddesinin 4. fıkrasının birinci cümlesindeki “%80’i” ifadesinden sonra gelmek üzere “Bakanlık kadro ve pozisyonlarında bulunan personelden “ ibaresinin, Anayasa’nın 10. maddesine aykırı olduğu kanaatine varıldığından iptaline karar verilmesi amacıyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, Anayasa Mahkemesinin konu hakkında vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, dosyanın Anayasa Mahkemesi kaydına alındığı tarihten itibaren beş ay içinde bir karar verilmezse davanın yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırılmasına, kararın birer örneğinin taraflara tebliğine, iş bu kararla birlikte dava dosyası ve içeriği evrakın çıkarılacak birer onaylı örneğinin Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesine, 31/03/2017 tarihinde karar verildi.” | 939 |
Esas Sayısı : 2017/25 Karar Sayısı : 2017/20 1 “… III) ANAYASAYA AYKIRILIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ: Özel bir faaliyet alanında kamu düzenini korumak veya belli bir sektörü düzenlemek amacıyla ilgili kanunlarda özel olarak yetkilendirilmiş idari makamlar tarafından verilen idari cezalar “regülatif cezalar” olarak ifade edilmekte; Bağımsız idari otoritelerden olan Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu tarafından özel kolluk veya düzenleme yetkileri kapsamında verilen idari cezalar da bu kategoriye girmektedir. Kanun’un 7. maddesinin ikinci fıkrasının 4 numaralı bendinde, bayilerin lisanslarının devamı süresince, tüplere gaz dolumu yapmaları yasaklanmış, itiraz konusu kuralla da yasaklanan bu eylemi gerçekleştiren sorumluların iki yüz elli bin (2016 yılı değerlemesi sonucunda dört yüz on dokuz bin iki yüz beş) Türk Lirası idari para cezası ile cezalandırılacağı hüküm altına alınmıştır. Anayasanın 2. maddesi hukuk devleti ilkesini düzenlemektedir. Anayasanın 2, maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun ve insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimlerine açık olan devlet ifade eder. Hukuk devletinde ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerde olduğu gibi idari yaptırımlar açısından da hangi eylemlerin kabahat sayılacağı, bunlara uygulanacak yaptırımın türü ve ölçüsü, yaptırımın ağırlaştırıcı ve hafifleştirici nedenlerinin belirlenmesi gibi konularda kanun koyucu takdir yetkisine sahiptir. Ancak kanun koyucu, kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yaran ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Hakkaniyet, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nda düzenlenmiş olup hâkime takdir yetkisi tanınan durumlarda, hâkimin bu takdir yetkisini somut olayın özelliklerine uygun olarak ve adalet ilkelerini gözeterek kullanmasını ifade etmektedir. Hakkaniyet kavramı, hukukun genel bir ilkesi olduğundan, anayasa yargısında da dikkate alınmalıdır. Kanun koyucunun da tıpkı mahkemeler gibi takdir yetkisi kullanırken hakkaniyeti gözetmekle yükümlü olduğu, Kanun koyucu, petrol piyasası faaliyetlerinin sağlıklı ve düzenli şekilde yürütülebilmesi amacıyla bayilere, bayisi olduğu dağıtıcı haricinde diğer dağıtıcı ve onların bayilerinden akaryakıt ikmali yapmamalarına ilişkin getirdiği yükümlülüğün ihlal edilmesi hâlinde itiraz konusu kuralla idari para cezası öngörmüş olup kural, kabahat sayılan eylemin işlenmesini önlemeye yönelik “caydırıcılık’’ fonksiyonunu yerine getirmesi gerektiği, LPG piyasasında faaliyette bulunan aktörlerin eylemlerinden dolayı LPG piyasasının bozulmaması ve piyasadaki faaliyetlerin şeffaf, eşitlikçi ve istikrarlı şekilde yürütülebilmesi amacıyla bayilere bu şekilde yükümlülük getirilmesi ve bu yükümlülüğü ihlal eden bayilerin idari para cezasıyla cezalandırılmaları kanun koyucunun takdir hakkı kapsamında kalmaktadır. Bununla birlikte kanun koyucunun, takdir hakkı kapsamında öngördüğü yaptırımın, adil ve hakkaniyete uygun olması gerektiği. Esas Sayısı : 2017/25 Karar Sayısı : 2017/20 2 Regülatif idari para cezalarının meblağları yüksek olduğundan muhatapları üzerinde çok ağır sonuçlar doğurabilmekte olup bu idari para cezalarının çoğunlukla nispi veyahut alt ve üst sınır gösterilmek suretiyle düzenlendiği görülmekle birlikte, itiraz konusu kuralda tüplere gaz dolumu yapan otogaz bayileri hakkında öngörülen idari para cezası “regülatif idari para cezası’’ niteliğinde maktu olarak düzenlendiği, bu cezada, işletmelerin ekonomik büyüklüğü ve sınıfına ilişkin herhangi bir kademelendirme yapılmadığı görülmektedir. Buna göre, tek pompa ile faaliyet gösteren ve idari para cezası miktarı kadar yıllık cirosu bulunmayan bir akaryakıt istasyonu ile büyük ölçekteki akaryakıt istasyonunu işletenler açısından yükümlülüğün ihlali halinde verilecek ceza miktarı aynı olmakla birlikte, para cezasının miktarının yüksek olması göz önüne alındığında tek pompa ile faaliyet gösteren ve cirosu yüksek olmayan akaryakıt bayisi için verilen ceza daha ağır sonuçlar doğurabileceği, Diğer taraftan, tüplere gaz dolumu yapılması halinde otogaz bayilerinin maktu idari para cezası ile cezalandırılmalarının öngörülmesi nedeniyle, idari para cezası uygulanırken fiilin işleniş şekli, failin kusur durumu başka bir ifadeyle bayinin fiili kasıtla veya taksirle işleyip işlemediği ve aktarılan gazın miktarı gibi hususlarda dikkate alınmadığı, Bu itibarla söz konusu fiilin işlenmesi halinde fiilin haksızlık içeriği, bayilerin kusur durumu dikkate alınmadan, ekonomik büyüklüklerine ve sınıflarına göre adil bir denge gözetilmeden, itiraz konusu kuralla ölçülü ve makul olmayan idari para cezası ile cezalandırılmalarının, hukuk devletinin gereği olan “adalet” ve “hakkaniyet” ilkeleriyle bağdaşmadığı, gerekçeleriyle; Olayda uygulanacak hüküm niteliğinde bulunan 5307 sayılı Sıvılaştırılmış Petrol Gazlan (lpg) Piyasası Kanunu Ve Elektrik Piyasası Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 16. maddesinin 2. fıkrasının (b) bendinin 4 numaralı alt bendinin, aynı Kanun’un 7. maddesinin 2. fıkrasının 4 numaralı alt bendi yönünden, Anayasa’nın 2. maddesinde vurgulanan hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. IV) SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. Maddesi uyarınca, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması öngörüldüğünden ve bakılan davada uygulanacak kuralın; Anayasanın 2. maddesine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan düzenlemelerin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının onaylı bir örneği ile iş bu kararın aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar (5) AY SÜREYLE DAVANIN GERİ BIRAKILMASINA, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesince bir karar verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 21/12/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” | 820 |
Esas Sayısı:1973/43 Karar Sayısı:1973/39 1 I DAVACININ GEREKÇESİ ÖZETİ : Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunun l ve 13 Kasım 1973 günlü kararları Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğünün 1., 3., 4., 5., 7., 8., 13., ve 14. maddelerini Anayasa ve İçtüzük kurallarına aykırı olarak değiştirmiştir. Şöyle ki: l İçtüzüğün 1. maddesine göre eski başkanvekillerinin sıfat ve yetkileri ancak l Kasım l973 günlü ilk birleşim sonuna dek sürer. Eski Başkanvekillerinden Mehmet Ünaldı'nın ve eski Divan Kâtiplerinin o günden sonraki işlemlerinin hukukça yok sayılması gerekir. Anayasanın 85. maddesindeki Meclisler çalışmalarını kendi yaptıkları İçtüzüklerin hükümlerine göre yürütürler. kuralı İçtüzük hükümlerine herkesi bağlayan en üstün temel hukuk kuralı olma gücünü kazandırır, Onun için eski Başkanvekili Mehmet Ünaldı ve Divan Kâtiplerinin 1/11/1973 günlü birleşimden sonraki tüm işlemleri Divan adına yazışmalarda bulunmaları Cumhuriyet Senatosunu yönetmeleri İçtüzüğün 1. ve 4. maddeleri aracılığı ile doğrudan doğruya Anayasa'nın 85. ve yerine göre 84. ve öteki maddelerine aykırıdır; iptalleri gerekir. 2 a) içtüzüğün 5., 8., 14. ve öteki ilgili kuralları ve bunun sonucu olarak da Anayasa'nın 85., 84., 70. maddeleri uyarınca 12 yıllık uygulama siyasi parti gruplarının güçleri oranında Başkanlık Divanına katılmalarını sağlayacak, ancak öteki anayasal kuruluş vs gruplarla bağımsızların katılmalarını önlemeyecek biçimde süregelmiştir. Anyasa'nın 84. maddesi kuralı Başkanlık Divanlarının siyasi parti gruplarına hasredilmesini buyurur nitelikte değildir. Anayasa Koyucu Yasama Meclisleri Başkanlık Divanlarının mutlak yansızlık içinde çalışmaları ereğini güttüğü için siyasi parti guruplarının güçleri oranında Divana katılabilmelerini güvence altına almayı öngörmüş; ancak bunlann dışında kalanların Divanda yer almalarını önlemeyi terviç, telkin, tedvin etmemiştir. Anayasa'da; 89., 109., 149. maddelerde olduğu gibi siyasi parti gruplarına tanınmış yetkiler vardır. Ancak 84. maddede böyle bir yola gidilmemiştir. Anayasa Koyucunun siyasi parti grupları dışında kalanları 84. maddede gözönünde bulundurmadığı gibi bir anlayış veya yorum bu maddedeki üye tamsayısı esası ve 94., 72. maddeler kuralları ile çelişkiye düşer. Öte yandan Başkanlık Divan'nın yansızlığını sağlama ereğinin gerçekleşmesi olanağı siyasi parti grupları dışındaki grupların ve bağımsızların Divana katılmalariyle daha da büyüyecektir. b) Cumhuriyet Senatosu üye tamsayısına göre salt çoğunluğu elde tutamayan bir parti gurubunun onüç kişilik Divanda bu çoğunluğu ele geçirmek için Cumhuriyet Senatosu üye tamsayısını yalnızca siyasi parti grupları mensuplarının toplamından ibaret sayma yoluna gitmesi Anayasa dışı bir davranıştır. Anayasanın 70. maddesine göre Cumhuriyet Senatosu üyeleri sayısı bugün için 185 tir. Siyasi parti gruplarının güçleri oranı saptanırken bu sayının ele alınması gerekir. 84. maddenin ikinci fıkrası, dolayısiyle, bu yönergeyi verdiği gibi 85. madde bu bakımdan açıktır. Oysa dava konusu kararlar siyasi partilerin kuvvet oranını 185 değil siyasi parti grupları üyelerinin toplama olan 132 üzerinden saptamıştır.Esas Sayısı:1973/43 Karar Sayısı:1973/39 2 c) Bu davranış Anayasa'nın 72. maddesi uyarınca seçilmiş üyeler arasında partili partisiz ayırımı yapması, parti grubu üyelerine değişik hak ve yetkiler tanıması dolayısiyle Anayasa'nın 12. maddesine de aykırı düşmektedir. ç) Anayasa'nın 84. maddesine göre siyasi parti grupları Meclis Başkanlıkları için aday gösteremezler. Demek ki o Meclisteki her üyenin adaylığını koyma ve seçebilme yeteneği ve olanağı vardır. Anayasa'dan gelen bu hak Senato kararı ile sınırlandırılmış üstelik yok edilmiş olmaktadır. d) Anayasa'nın 84. maddesindeki güçleri oranında koşulu gücün üstünde bir sayı ile Divana katılmayı da önler. Onun içindir ki içtüzüğün 5. maddesinde bir siyasi gruba giren bağımsız Divan üyesinin görevinden çekilmesi öngörülmüştür. Cumhuriyet Senatosu tamsayısını 185 ten 132 ye indirmekle siyasi parti gruplarının güçlerini aşan bir sayıda Divana katılmaları yolu açılmakta; böylece bir içtüzük hükmü bu kararlarla değiştirilmiş olmaktadır. e) Anayasa'nın grup kurma konusuna ilişkin kuralları bağımsızların veya hiç bir gruptan olmayan üyelerin grup kurma ve güçleri oranında Divanda temsil edilme olanaklarının ortadan kıldırılması anlamında alınamaz Anayasa yalnızca çıkar gruplarını engellemiştir. f) Davada özellikle Anayasa'nın 8., 12., 70., 72., 84., 85., 89., 94., 109., 149. ve içtüzüğün 1., 3., 4., 5., 7., 8., 13., ve 14 maddelerine dayanılmaktadır. | 595 |
Esas Sayısı : 2017/143 Karar Sayısı : 2018/40 1 “… II. GEREKÇELER 18/5/2017 Tarihli ve 7020 Sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Bazı Kanunlarda ve Bir Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 10. Maddesiyle 4/6/1985 Tarihli ve 3213 Sayılı Maden Kanununun 29. Maddesine Eklenen Son Fıkranın Anayasaya Aykırılığı 18/5/2017 Tarihli ve 7020 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Bazı Kanunlarda ve Bir Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 10. maddesiyle 4/6/1985 tarihli ve 3213 sayılı Maden Kanununun 29. maddesine “Maden bölgesi ilan edilmesi, ruhsatların birleştirilmesi, taksiri ve iptal edilmesi, yatırım giderlerinin belirlenmesi ve ödenmesi, maden sahalarının ihale edilmesi, rezerv tespiti ve ruhsatlandırma, bir veya birden fazla il sınırına giren Maden Bölgeleri Komisyonunun oluşturulması, toplanma ve çalışma süresi, görev ve yetkileri, faaliyetlerin inceleme ve denetimi ile ruhsatların taşınması, proje ve planlaması gibi uygulamaya ilişkin usul ve esaslar Bakanlık tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.” fıkrası eklenmiştir. Bu hükümle, maden bölgelerinin ilan edilmesi ve maden bölgelerine ilişkin olarak yapılacak her türlü iş ve işlemler ve Maden Bölgeleri Komisyonunun oluşumu ve çalışmasına ilişkin konular ile Kanunda açıkça belirtilmemiş olmasına rağmen uygulamaya ilişkin olduğu Bakanlıkça taktir edilecek diğer bütün hususlarda her türlü usul ve esasları düzenleme yetkisi Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığına bırakılmıştır. Anayasa’nın 2. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde; insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir,” hükmüne yer verilmektedir. Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyucu adaletli bir hukuk düzeni kuran bunu sürdürmekte kendini yükümlü sayan bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesi; devletin tüm organlarının üstünde hukukun mutlak egemenliğinin bulunmasını, yasa koyucunun da her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile kendisini bağlı saymasını gerektirir. Bu bağlamda yasa koyucunun yasal düzenlemelerin yapılmasındaki takdir yetkisi, sınırsız ve keyfi olmayıp, hukuk devleti ilkesiyle sınırlıdır. Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, kanun düzenlemelerinin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde ve şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuki güvenlikle bağlantılı olup birey hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki müeyyidenin veya neticenin bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. (Anayasa Mahkemesi 26.12.2013 gün ve E.2013/67, K2013/164) Hukuk devletinin unsurları, doktrinde de belirlenmiş olup, bunlardan konuyla ilgili iki tanesi “hukuki güvenlik” ve “belirlilik” ilkeleridir. Bireyin devlete güven duyması, ancak hukuki güvenliğin sağlandığı birEsas Sayısı : 2017/143 Karar Sayısı : 2018/40 2 hukuk devleti düzeninde mümkün olabilecektir. Anayasada öngörülen temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ve insan haklarının egemen kılması için Devlet, bireylerin hukuka olan inançlarını ve güvenlerini korumakla yükümlüdür. Doktrinde hukuki güvenlik ilkesinin gerekleri de şu şekilde sıralanmıştır. 1 Devlet faaliyetleri, önceden öngörülebilir, tahmin edilebilir olmalıdır. 2 Devlet faaliyeti, önceden hukuk kurallarıyla düzenlenmiş olmalıdır. 3 Hukuk düzeninde mümkün olduğunca hukuki istikrar sağlanmalıdır. 4 İdarenin tek yanlı işlem yapma üstünlüğüne karşı, güvence niteliğindeki kurallarla (bireylere katılma, dinleme ve savunma hakkı gibi haklar tanınarak) birey ile idare arasında denge sağlanmalıdır. 5 İdare, bireyin haklı beklentilerine uygun davranmalıdır. 6 Yasal düzenlemelerde hukuka ve devlete olan güveni zedeleyici hususlardan kaçınılmalıdır. 7 Devlet kişinin maddi ve manevi varlığını geliştirilebilmesi için hukuk güvenliğinin sağlandığı bir hukuk devleti yaratmalıdır. (Prof Dr. Bahtiyar Akyılmaz, Prof. Dr. Murat Sezginer, Doç. Dr. Cemil Kaya Türk İdare Hukuku Ankara 2009, 5.130.131) Anayasa Mahkemesi kararında da ifade edildiği gibi, hukuk devletinin unsurlarından olan “hukuki güvenlik” ilkesi gereği devlet faaliyetlerinin önceden tahmin edilebilir, öngörülebilir olması gerekmekte olup, takdir yetkisini zorlayan ve keyfiliğe yol açacak kurallara yer verilmemelidir. “Belirlilik” ilkesinin gereği ise, maddi hukuk ve usul kurallarının önceden öngörülebilir bir açıklıkta ve kişilerin haklı beklentilerini bariz şekilde bertaraf etmeyecek düzenlemeler yapılmasını gerektirir. Aksi takdirde, verilen yetkilerin sınırları belirsiz olup takdir yetkisinin keyfiliğe dönüşmesine neden olur ve yasanın verdiği ucu açık yetki kullanımıyla tesis edilen işlemlerin hukuki denetimi de yasa engeli sebebiyle gereği gibi yapılamaz. İtiraz konusu hükümle, maden bölgelerinin ilan edilmesi ve maden bölgelerine ilişkin olarak yapılacak her türlü iş ve işlemler ve Maden Bölgeleri Komisyonunun oluşumu ve çalışmasına ilişkin konular ile Kanunda açıkça belirtilmemiş olmasına rağmen uygulamaya ilişkin olduğu taktir edilen diğer bütün hususlarda her türlü usul ve esasları düzenleme yetkisi, temel ilkeler ve sınırları belirlenmeksizin, yürütmeye bırakılmıştır. Hukuk devletinin “hukuki güvenlik” ilkesi, devlet faaliyetlerinin önceden tahmin edilebilir, öngörülebilir olmasını gerektirmesine karşın itiraz konusu hüküm bu niteliklere sahip değildir. İtiraz konusu hükümle, yürütmenin takdir yetkisini zorlayabilmesine böylece keyfi düzenleme ve uygulamalarda bulunmasına olanak sağlanmıştır. Diğer yandan, itiraz konusu hükme ilişkin maddi hukuk ve usul kuralları, öngörülebilir bir açıklıkta ve kişilerin haklı beklentilerini açıkça bertaraf etmeyecek bir şekilde saptanmamıştır. Hükümle, “maden bölgesi” uygulaması konusunda yürütmeye verilen yetkilerin sınırları belirsiz ve ucu açık bırakılarak takdir yetkisinin keyfiliğe dönüşmesinin önüEsas Sayısı : 2017/143 Karar Sayısı : 2018/40 3 açılmış, yapılacak işlemlerin hukuki denetiminin yasa engeli sebebiyle gereği gibi yapılmasına da engel olunmuştur. Sonuç olarak, itiraz edilen hükümle hem belirsiz bir hukuk ortamı yaratılmış hem de idarenin keyfi işlem yapabilmesine olanak sağlanmıştır. Bu durum hukuk devletinin temel ilkeleri olan “belirlilik” ve “hukuki güvenlik” ilkeleriyle bağdaşmaz. Bu nedenle itiraz konusu düzenleme Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır. Anayasa’nın 7. Maddesinde “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez.” hükmüne yer verilmiştir. Buna göre Anayasa’da yasa ile düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırlan belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi mümkün değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasa’da öngörülen istisnai haller dışında, yürütme organına yasalarla düzenlenmemiş bir alanda genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemez. Ayrıca, yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasa’nın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkelerin konulması, çerçevenin çizilmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanın bırakılmaması gerekir. (Anayasa Mahkemesi: 07.07.2011 gün E:2010/69, K:2011/116) İtiraz konusu fıkra hükmüyle, maden bölgelerine ilişkin iş ve işlemler ile Maden Bölgeleri Komisyonunun oluşum ve çalışmasına ilişkin konular yanında, Kanunda yer almamakla birlikte Bakanlıkça uygulamaya ilişkin olduğu değerlendirilecek diğer tüm hususlarda belirleme yapma yetkisi, yasa metninde hiç bir objektif kritere ve sınırlamaya yer verilmeksizin Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığına bırakılmış, bununla söz konusu Bakanlığa, takdir yetkisini aşan nitelikte ucu açık, sınırsız ve hiç bir kritere bağlı olmayan bir keyfiyet yetkisi verilmiştir. Oysa yukarıda anılan Anayasa Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere, Anayasa’nın 7. maddesi gereği “ yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi mümkün değildir, Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasa’nın 7. maddesine uygun olabilmesi için, temel ilkelerin konulması, çerçevenin çizilmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanın bırakılmaması gerekir.” (Anayasa Mahkemesi: 07.07.2011 gün E:2010/69, K.2011/116) Anılan yasa hükmüyle Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığına verilen yetki; ilkeleri belirsiz, çerçevesi olmayan, sınırsız, geniş bir alanı kapsayan bir yetki olduğundan Anayasa’nın 7. maddesine aykırıdır. Açıklanan tüm bu sebeplerle iptali talep edilen düzenleme Anayasa’nın 2. ve 7. maddelerine aykırılık teşkil eder ve iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 18/5/2017 tarihli ve 7020 sayılı Kanunun 10. maddesiyle 4/6/1985 tarihli ve 3213 sayılı Maden Kanununun 29. maddesine eklenen fıkra Anayasa’nın 2. ve 7. maddelerine aykırıdır. Anayasa Mahkemesi kararları geriye yürümediğinden verilecek kararın yürürlüğe girmesine kadar geçecek süre içerisinde, Kanunun verdiği ancak Anayasa’ya aykırı bulunan yetkilere dayanılarak yapılacak işlemler sonucunda ileride telafisi mümkün olamayacak zararlara yol açılması kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle doğacak bu zararları önlemek için AnayasayaEsas Sayısı : 2017/143 Karar Sayısı : 2018/40 4 açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması gerekmektedir. IV. SONUÇ VE İSTEM 18/5/2017 tarihli ve 7020 Sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Bazı Kanunlarda ve Bir Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 10. maddesiyle 4/6/1985 tarihli ve 3213 sayılı Maden Kanununun 29. maddesine eklenen son fıkra anayasanın 2. ve 7. maddelerine aykırı olduğu için iptaline ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.” | 1,322 |
Esas Sayısı : 2020/18 Karar Sayısı : 2021/38 1 “… 1 7194 sayılı Kanun’un 50. maddesiyle 8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37. maddesine eklenen (3) numaralı fıkranın Anayasaya aykırılığı 7194 sayılı Kanun’un 50. maddesiyle 8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37. maddesine eklenen (3) numaralı fıkra ile terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan ve bu nedenle kamu görevinden çıkarılmış olan kişilerden, adli veya idari soruşturma veya kovuşturması devam edenlerin sosyal güvenlik haklarına ilişkin başvuruları hakkında 31/10/2019 tarihine kadar karar alan, bu kararları yerine getiren veya işlem yapmayan kamu görevlilerinin bu karar ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmayacağı hükmü getirilmiştir. İptali talep edilen kural ile olağanüstü hâl (OHAL) döneminde kamu görevinden çıkarılanların sosyal güvenlik haklarına ilişkin talepleriyle ilgili tasarrufta bulunan ya da işlem yapan ya da yapmayan kişilere 31.10.2019 tarihine kadarki bu fiilleri dolayısıyla mutlak bir sorumsuzluk öngörülmüştür. Bir başka ifadeyle bu hükme dâhil kişilerin madde kapsamındaki karar, görev ve fiillerinin hiçbir zaman, hiçbir şekilde, hiçbir mercie karşı, ne hukuki, ne idari, ne mali ne de cezai hiçbir sorumluluğu söz konusu olamayacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin dava konusu kurala ilişkin soyut norm denetimi büyük önem taşımaktadır; zira iptal davası konusu düzenleme, olağanüstü hâl rejimine ilişkin hukuki ölçütler tarafından dahi meşru görülemeyecek şekilde aşikar bir keyfîliği olağan hukuk dönemine sirayet ettirmekte ve bir temel hakkı kanun aracılığıyla yok saymaktadır. Söz konusu düzenleme, Anayasa’nın aşağıda belirtilen maddelerine açıkça aykırıdır. a) Anayasa’nın 2. Maddesine Aykırılık İptali istenen madde, yöneticileri ve yönetilenleri hukukça eşit yönetim ilkesine tabi tutan hukuk devletine aykırıdır. Anayasa Mahkemesi, hukuk devletini şu şekilde tanımlamaktadır : “Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti; eylem ve islemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu gelistirerek sürdüren, hukuki güvenligi saglayan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaç[ınan], hukuk kurallarıyla kendini baglı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir” (AYM, Esas No: 2019/35, Karar No: 2019/53, 26.06.2019, § 15). Dava konusu düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin tanımladığı şekildeki hukuk devletini tamamen reddetmektedir. Söz konusu hükümle, her türlü hukuka aykırı ve keyfi fiil ve işlem yoluyla bireylerin haklarına yönelik müdahaleler meşru hale getirilmiş ve failler sorumluluktan kurtarılmıştır. Bir hukuk devletinin keyfi işlemlere izin vermesi düşünülemez. Hukuk devleti öncelikle kamu görevlilerinin bütün eylem ve işlemlerinin hukuka uygun olmasını gerektirir. Hukuka uygunluk, hukuk devletinin ilk koşuludur. Bir hukuk devletinde hukuka aykırı işlemlerin hoş görülmesi mümkün olmadığı gibi hukuka aykırı işlemlerEsas Sayısı : 2020/18 Karar Sayısı : 2021/38 2 dolayısıyla bireylerin haklarında meydana gelen ihlallerin görmezden gelinmesi de kabul edilemez. Kamu görevlilerine mutlak bir dokunulmazlık tanınması açıkça hukuka aykırı işlemlerin ödüllendirilmesi ve teşvik edilmesi anlamına gelecektir. Böylece hukuksuzlukların giderilmesi imkânsız hale gelecektir. Kamu yetkisi kullananlara görevlilere mutlak sorumsuzluk tanınması açık bir şekilde hukuk devletinin reddi anlamına gelecektir. Bu nedenle kural açık bir şekilde Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin değiştirilemez nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Yine ifade edilmelidir ki; iptali istenen düzenleme, 6755 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’a eklenmiştir. Olağan dönem hukukunu olağanüstü hâl kökenli bir kanuna yapılan bir ekleme aracılığıyla oluşturmak, bir hukuk devletinde mümkün olamaz. Bu tür bir yasa yapımı, hukuk düzenindeki normatif araçları, amaç ve işlevleri açılarından birbirine karıştırmak ve yürürlükteki hukuk rejiminin niteliğiyle ilgili Anayasa dışı bir bulanıklık yaratmak anlamına gelir. Hukuk devleti; olağan dönem hukukunun olağanüstü hâl rejiminin gölgesinde olmadığı, yürürlükteki hukuk rejimi ve hukuk kurallarına ilişkin olarak kanun yoluyla karmaşa yaratılmayan ve hukuki güvenlik ilkesine saygılı olan devlettir. Olağan dönem düzenlemeleri, yasalaşmış olmakla birlikte, olağanüstü hâl kökenli bir normatif çerçeve üzerinden ihdas eden dava konusu düzenleme, bu açılardan da, Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. b) Anayasa’nın 125. Maddesine Aykırılık Hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak kamunun işlemlerinde hukuka uygunluğunu güvence altına almak üzere Anayasanın 125. maddesinde idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolunun açık olduğu hükmüne yer verilmiştir. İdarenin yargısal denetimi, hukuka uygunluğu sağlamanın temel güvencesi olup; Anayasa m.125/2’de öngörülen “Yüksek Askerî Şûranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır” şeklindeki tek istisna dışında, anayasal olarak hiçbir idari işlem yargı denetimi dışında bırakılamaz. İptali istenen kural ile idari işlemler aleyhine dava açılması yasaklanmamış olmakla birlikte işlemi yapan kamu görevlileri her türlü sorumluluktan istisna tutulmuştur ve bu yargı denetimini işlevsiz hale getirecektir. Zira hukuka aykırı işlemi yapan kamu görevlisi hiçbir şekilde sorumlu tutulmayacağını bildiği durumda hukuka uyma çabası göstermeyecek ve görevlerini yapmaktan kaçınacaktır. Dolayısıyla idari işlemler aleyhine dava açılabilse bile bu uygulamada bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü kişiler nihai olarak kararın iptalini sağlasalar bile uzun süre haklarını elde edememiş olacaklardır. Hatta iptali istenen kural ile getirilen sorumsuzluk, yargı kararlarının uygulanmasını da olanaksız hale getirecektir. Zira öngörülen mutlak sorumsuzluk yargı kararlarının uygulanmamasını da kapsamaktadır. Bu nedenle iptali istenen kural yargı denetimini olanaksız hale getirmekte ve anlamsızlaştırmaktadır. Bu nedenle kural Anayasanın 125. maddesine de açıkça aykırıdır. c) Anayasa’nın 60., 2., 13. ve 15. Maddelerine Aykırılık Anayasa’nın, “Temel Haklar ve Ödevler” başlıklı ikinci kısmının “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlıklı üçüncü bölümünde sosyal güvenlik hakkını düzenleyen 60. maddesine göre; “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” Anayasa’nın 2. maddesine göre; Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir.Esas Sayısı : 2020/18 Karar Sayısı : 2021/38 3 Anayasa’nın 13. maddesine göre; temel hak ve hürriyetlere ilişkin sınırlamalar, bunların özüne dokunamaz. İptali istenen düzenleme, Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal devlet niteliğine ve Anayasa’nın bu çerçevede öngörmüş olduğu sosyal güvenlik hakkına aykırıdır. Zira; düzenlemede sayılan kategorilerde olan kişilerin sosyal güvenlik haklarına ilişkin başvuruları hakkında anılan tarihsel dönemde karar alan, bu kararları yerine getiren veya işlem yapmayan kamu görevlilerinin bu karar ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmayacağı hükmü, sosyal güvenlik hakkına ilişkin olarak anayasal normatif düzenlemelerde öngörülmüş koruyucu hükümleri tamamen etkisiz hale getirmekte ve hak ihlallerini meşrulaştırmaktadır. Düzenlemedeki kişi kategorilerinin sosyal güvenlik hakları, sadece belirtilen tarihsel dilim açısından değil, geçmişe yönelik olarak da tamamen yok sayılmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin de ifade ettiği üzere, “Hukuki güvenlik ilkesi, bireylerin tüm eylem ve islemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar” (AYM, esas no : 2019/35, karar no : 2019/53, 26.06.2019, § 15). İnsan haklarına dayanan hiçbir hukuk devleti, bir temel hakkın belirli bir tarihsel dönemde kamu görevlileri tarafından ortadan kaldırmasını geriye dönük olarak meşrulaştıramaz ve kabul edilemez. Oysa iptali istenen düzenleme, sosyal güvenlik hakkına ilişkin ihlalleri geriye dönük şekilde olağanmış gibi göstermekte ve meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu tür bir yaklaşım, hiçbir şekilde temel hak sınırlamasında dikkate alınabilecek meşru bir kamu yararı amacı içeremez. Terörle ve darbe girişimiyle mücadele, ancak hukuk kuralları çerçevesinde meşru şekilde icra edilebilir. Kazanılmış hakların geçmişe dönük olarak yargı kararları ile bile geri alınması, savaş hali dahil olağan üstü hâllerde bile Anayasa madde 15/2 gereği mümkün değilken, haklarında kesinleşmiş yargı kararı bulunmayan kişilerin temel haklarının kamu görevlilerince ihlalini geriye dönük şekilde meşrulaştırmaya elveren bir amaç, insan haklarına dayanan demokratik bir hukuk devletinde hiçbir biçimde tasavvur bile edilemez. Ancak bir an için (gerçekte olmadığı aşikar olan) meşru bir amacın bulunduğu varsayılsa dahi, bir temel hakkın belirli bir dönemde kamu görevlilerince belirli insan kategorileri açısından sorumluluk doğurmayacak şekilde ihlal edilebileceği veya yok edilebileceği önermesinin, olağanüstü hâl rejimi çerçevesinde dahi herhangi bir ölçülülük düşüncesiyle uzaktan yakından ilgili olamayacağı açıktır. Ayrıca, Anayasa’nın 13. maddesine göre; temel hak ve hürriyetlere ilişkin sınırlamalar, bunların özüne dokunamaz. Sosyal güvenlik hakkını belirli kategori kişiler açısından İdare’nin mutlak keyfîliğine teslim eden ve son tahlilde yok sayan iptali istenen düzenleme, sosyal güvenlik hakkının özüne dokunmanın ötesinde ortadan kaldırmayı meşrulaştırıcı etki ve sonuçlar yaratmaktadır. O kadar ki; söz konusu düzenlemenin, ihdas ettiği sorumsuzluğu 31/10/2019 tarihine kadar olan karar ve fiiller açısından öngörmesi itibariyle, OHAL dönemi bile ölçü alınmamıştır. Esasen, yargı kararı olmadan bir kategori insanı temel bir haktan mahrum bırakması ve idari keyfîlği meşrulaştırması itibariyle olağanüstü hâl çerçevesinde dahi meşru amaçtan yoksun ve/veya orantısız olan ve Anayasa’ya aykırı bulunan ihtilaflı düzenleme, bir de üstelik olağanüstü hâlin sona ermesinden sonraki karar ve fiilleri de içine almaktadır. Bu çerçevede; zaman, mekan ve kişi bakımından mutlak keyfîliği hukuk kılığına sokmaya kalkışan iptali istenen düzenlemenin, sosyal güvenlik hakkının özüne dokunduğu aşikardır. Anılan nedenlerle, iptal davası konusu düzenleme; Anayasa’nın sosyal devlet ilkesini ifade eden 2. maddesine, sosyal güvenlik hakkına ilişkin 60. maddesine ve hakların özüne dokunma yasağına ilişkin 13. maddesine ve, insan haklarını herkes için, her zaman ve her yerde güvence altına alma amacıyla “insan haklarının sert çekirdeği”ni dokunulmaz kılan 15. maddesine aykırıdır.Esas Sayısı : 2020/18 Karar Sayısı : 2021/38 4 d) Anayasa’nın 13. ve 35. Maddelerine Aykırılık Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yerleşik içtihatlarına göre bireysel katılıma dayalı sosyal güvenlik sisteminden kaynaklanan alacak hakları ve sosyal güvenlik statüleri mülkiyet hakkı kapsamında korunmaktadır. Anayasanın 35. maddesinde mülkiyet hakkı güvence altına alınmıştır. Bireylerin yasal koşullarını sağladıkları sosyal güvenlik statüleri ve bu statüden kaynaklanan maddi talepler, Anayasanın 35. Maddesi kapsamında güvence altındadır (Yasemin Mutlu Başvurusu, No. 2013/1426, 25/3/2014; Emel Kavas Başvurusu, No. 2013/8032, 09.09.2015; Ferda Yeşiltepe Başvurusu, Genel Kurul, No. 2014/7621, 25/7/2017; Bülent Akgül Başvurusu, No. 2013/3391, 16/9/2015.). Getirilen kural ile bireylerin sosyal güvenlik haklarına ilişkin taleplerini yerine getirmeyen ya da hukuka aykırı işlemler yapan kamu görevlilerine karşı dava açılması olanağı ortadan kaldırılmıştır. Bu açık bir şekilde, kazanılmış olan anayasal mülkiyet hakkına geçmişe yönelik olarak müdahale teşkil etmektedir. Anayasanın 13. maddesi gereği temel haklara yapılan müdahalelerin öncelikle kanuna dayanması, Anayasada öngörülen bir meşru amacının bulunması, demokratik bir toplumda gerekli ve ölçülü olması gerekir. Oysa getirilen düzenleme ile yasaya aykırı müdahalelere olanak tanınmaktadır ve bu açıkça, Anayasa madde 2’nin güvencelediği hukuki güvenlik ilkesini zedelediği gibi, Anayasanın 13. ve 35. maddelerine de aykırıdır. e) Anayasa’nın 36. Maddesine Aykırılık Diğer taraftan Anayasa'nın 36. maddesinde hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Buna göre kişinin yargı mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme ve yargı mercileri önünde iddia, savunma ve adil yargılanma hakları bulunmaktadır. Hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı diğer hakları koruyan usule ilişkin bir güvencedir ve bu bakımdan da ayrı bir temel haktır. Adil yargılama hakkının temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Yani kişilerin haklarına yönelik müdahalelere karşı dava açabilmesi ve şikayetleri yargı mercileri önünde dile getirebilmesi adil yargılanma hakkının sağladığı birinci temel güvencedir. Hak ihlaline sebep olan kişilerin kanuni düzenleme ile mutlak sorumsuz hale getirilmesi ile hakları ihlal edilen kişilerin etkin başvuru mekanizmasından yoksun kalmaları, hak arama özgürlüğünü ihlal eder. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve AİHM içtihatları dikkate alındığında bu düzenleme hak arama özgürlüğünün ve adil yargılanma hakkının ihlali anlamına gelmektedir. Anayasanın 36. maddesine de aykırıdır. f) Anayasa’nın 40. Maddesine Aykırılık Ayrıca Anayasanın 40. maddesinde temel hakları ihlal edilen kişilere gecikmeksizin yetkili makamlara başvuru hakkı tanınmıştır. Bu hak insan haklarına saygılı hukuk devleti ilkesinin bir yansıması ve sonucudur. Böylece hakkı ihlal edilen kişilerin en kısa sürede haklarına yönelik ihlalin ortadan kaldırılmasını ve uğradıkları zararların telafisini isteme haklarını güvence altına almaktadır. Ancak getirilen düzenleme ile kişilerin Anayasanın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkına yönelik müdahale teşkil eden fiil ve işlemleri yapan kişiler aleyhine, idari, hukuki, mali ya da cezai herhangi bir yola başvurma olanakları ortadan kaldırılmıştır. Bu şekilde etkili başvuru hakkını ortadan kaldıran bir düzenlemenin demokratik bir toplum düzeninde gerekli ve ölçülü olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Bu nedenle kural açıkça Anayasanın 40. maddesine de aykırıdır. g) Anayasanın 15. Maddesine AykırılıkEsas Sayısı : 2020/18 Karar Sayısı : 2021/38 5 Hukuka aykırı işlemleri yapan kamu görevlilerini mutlak bir biçimde sorumsuz hale getiren düzenleme olağanüstü hâl süresini de aşarak 31.10.2019 tarihine kadar işlem yapan ya da yapmayan tüm kamu görevlilerini sorumluluktan kurtarmaktadır. Böyle bir düzenlemenin Anayasanın 15. maddesi ile meşrulaştırılması da mümkün değildir. Öncelikle Anayasanın 15. maddesi ancak olağanüstü hâl süresince kullanılabilir. Olağanüstü hâl süresi sona erdikten sonraki işlemler için Anayasanın 15. maddesine dayanılması mümkün değildir. Ülkemizde olağanüstü hâl 2018 yılı 20 Temmuz günü yürürlükten kaldırılmıştır ve bu tarihten sonrası için olağanüstü hâl hükümlerine dayanılması mümkün değildir. AİHS’nin 15. maddenin 3. fıkrası da, devletlerin yükümlülüklere aykırı tedbirlerin yürürlükten kalktığı ve Sözleşme hükümlerinin yeniden tamamen geçerli olduğu tarihi, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne bildirme yükümlülüğüne değinirken, yükümlülüklere aykırı tedbirlerin yalnızca 15. maddenin uygulanma dönemi esnasında yürürlükte olabileceğine ilişkin açık kuralı ifade etmektedir. Olağanüstü hâlin ortadan kalkmasından sonra devam eden her temel hak sınırlamasının, artık olağan dönem hukukunun hak sınırlama ölçütleri ışığında meşrulaştırılabilmesi gerekir. Kaldı ki, olağanüstü dönemde bile mümkün olmayan kazanılmış hakların geçmişe dönük olarak geri alınmasına yönelik bir uygulamanın –uygulamaya ilişkin işleme karşı başvuru yolu kapatılarak sorgulama ve sorumluluk dışı tutulması, kesinlikle, olağanüstü yönetimlerin dahi asgari standartları dışında kalan bir düzenlemedir. Diğer taraftan her ne kadar Anayasanın 15. maddesi olağanüstü hâllerde kamu idaresine olağanüstü hâle neden olan durumu düzeltmek amacıyla ve bu amaç için gerekli olduğu ölçüde temel hak ve özgürlüklere kısıtlama getirme olanağı tanınmış ise de bu yetkinin keyfi olarak kullanılması mümkün değildir. Anayasa’nın 15. maddesinin 1. fıkrası uyarınca, olağanüstü hâl tedbirleri ancak durumun gerektirdiği ölçüde alınabilecektir. AİHS’de, olağanüstü hâl hukuk rejimine ilişkin 15. maddesinin 1. fıkrasında “durumun kesinlikle gerektirdiği ölçü” ölçütünü getirmektedir. AİHM; Sözleşme’nin 15. maddesi bağlamında devletlere bir takdir marjı bıraksa da, önüne açık keyfîlik hali oluşturan olayların gelmesi halinde Sözleşme’nin ihlal edildiği sonucuna varmaktadır. Olağanüstü hâl sırasında hakkında işlem yapılan kişilerin sosyal güvenlikle ilgili taleplerinin yerine getirilmemesini ya da kanuna aykırı bir şekilde taleplerin reddedilmesini gerektiren acil ve zorunlu bir durum olduğundan söz edilemez. Tam aksine herhangi bir soruşturma yapılmadan ve kişilere savunma hakkı tanınmadan, pek çoğunun hukuka aykırı elde edildiği anlaşılan fişlemelere ve istihbarı bilgilere dayanarak yüz binden fazla kişi kamu görevinden çıkarılmış ve bu kişilerin özel sektörde çalışmaları ve yurt dışına çıkmaları da fiilen yasaklanmıştır. Bu kişilerin eğer hak kazanmışlarsa emekliliklerini talep etmekten başka yaşamlarını sürdürme olanağı kalmamıştır. Bu kişilerin taleplerinin değerlendirilmesinin acil bir ihtiyaç olduğu açıkken, tam aksine talepler hakkında işlem yapmayan, bekleten ya da yasaya aykırı bir şekilde talepleri reddeden kişilerin her türlü sorumluluktan kurtarılmasının Anayasanın 15. maddesine uygun, olağanüstü hâl ilan sebebi ve amacıyla ilgili ve gerekli olduğunu söylemek mümkün değildir. Olağanüstü hâl ilanına sebep olan tehdit ve tehlikeyi ortadan kaldırma amacını gerçekleştirmek için elverişli ve zorunlu bir tedbir değildir. Tam tersine kamu görevlilerinin Anayasa ve hukuk dışına çıkmasını mazur gösterici, hatta teşvik edicidir. Dava konusu düzenleme; olağanüstü hâl bahanesiyle alınan ve icra edilen ve olağanüstü hâl hukukunun meşru amaç ve gereklilik ölçütleriyle dahi ilintisiz olan keyfî tedbirleri, olağan hukuk düzenine aktarması ve kamu gücünün hukuk dışı kullanımlarını meşru göstermesi sebebiyle, Anayasa’nın 15. maddesini anlam ve amacından saptırmaktadır.Esas Sayısı : 2020/18 Karar Sayısı : 2021/38 6 Açıklanan nedenlerle kural açıkça Anayasanın 15. maddesine aykırıdır. h) Anayasa’nın 6. Maddesine Aykırılık Anayasa madde 6/3’e göre, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz”. Kamu görevlilerinin mevzuatta öngörülmediği halde keyfi işlemlerle kişileri sosyal güvenlik hakkından yoksun kılmalarını meşrulaştıran iptal davası konusu düzenleme, kaynağı Anayasa’dan alınmamış devlet yetkisi kullanımlarını geriye dönük şekilde hukukileştirmeye çalışarak, Anayasa’nın bu açık ve amir hükmünü ihlali etmektedir. ı) Anayasa’nın 10. Maddesine aykırılık Aşağıda Anayasa madde 118’e aykırılık paragrafında da vurgulanacağı üzere, OHAL KHK’leri, ek listelerdeki kamu görevlileriyle ilgili yasaklar listesini sıralayarak, sınırlı bir biçimde öngörmüştür. KHK’lerdeki bu yasaklar dışında, uygulamadaki keyfî işlemlerle hak ve özgürlüklere ilişkin olarak yeni sınırlamalar ihdas edilmesi, Anayasa madde 10’un güvencelediği “kanun önünde eşitlik” ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Şöyle ki; KHK’lerdeki hak sınırlamalarının dışında kalan ve kamu kurumlarına göre farklılıklar oluşturan keyfî işlem ve uygulamalar, KHK OHAL işlem mağduru olarak benzer durumda bulunan kamu görevlileri arasında, Anayasa açısından olduğu kadar sosyal güvenlik mevzuatını oluşturan muhtelif kanunlar bakımından da açıkça ayrımcılık yaratmıştır. Keyfî işlemlerle sosyal güvenlik hakları sınırlanan (hatta ortadan kaldırılan) OHAL KHK mağdurlarıyla sosyal güvenlik hakları sınırlanmayan OHAL KHK mağdurları arasında yapılan ayrım tamamen keyfîdir ve hiçbir meşru amaç izlememektedir. Mezkûr ayrım, bu itibarla, Anayasa madde 10’a açıkça aykırılık oluşturmaktadır. i) Anayasa’nın 118. Maddesine Aykırılık İptali istenen maddede yer alan “Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı” ibaresi, Anayasa madde 118’e aykırıdır. Çünkü, madde 118 uyarınca, Milli Güvenlik Kurulu, icrai nitelikte karar almakla yetkili bir organ olarak düzenlenmemiştir. Kurul, görüş bildirme ve tavsiye niteliğindeki kararlarla sadece danışma niteliğinde bir merci olup, söz konusu kararların yalnızca Bakanlar Kurulu (veya 6771 sayılı Kanun yürürlüğe girdikten sonra Cumhurbaşkanı) tarafından karara dönüştürülmesi veya değerlendirilmesi öngörülmüştür. Bu nedenle, madde 50’de yapılan tanım, Anayasa madde 118’e açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Kaldı ki, adları olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnameleri (OHAL KHK) ek listelerinde yer alan kişilerin hangi haklardan yoksun kılındıkları, kararname metninde açıkça sayılmış olmakla, bu yasakların dışında işlem tesis edilmesi, OHAL KHK uygulaması çerçevesinde bile mümkün değildir. Başta emeklilik gelmek üzere sosyal güvenlik hakları, yasaklar dışında kalmakta olduğundan, bu hakları ihlal edici veya ortadan kaldırıcı idari işlemler, Anayasa’ya veya OHAL düzenlemelerine aykırılık taşımanın ötesinde, yok hükmündedir. Keyfilik, hiçbir ortam ve koşulda kabul edilemez. Sosyal güvenlik hakkından yoksun kılma sonucunu doğuran işlemler, keyfiliğin ötesinde, hiçbir hukuki deyimle açıklanması mümkün olmayan kasti, insafsız ve akıl dışı işlemlerdir. Üstelik yasa maddesi; hukuki niteleme dışında olan işlemleri, OHAL bağlamı dışına çıkarıp, olağan hukuk düzeninde tesis edilmiş olsalar dahi korumayı amaçlamaktadır.Esas Sayısı : 2020/18 Karar Sayısı : 2021/38 7 Açıklanan nedenlerle iptali istenen kural, Anayasanın 2., 6., 10., 13., 15., 35., 36., 40., 60., 118. ve 125. maddelerine aykırılık teşkil eder, iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 7194 sayılı Kanun’un 50. maddesiyle 8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37. maddesine eklenen (3) numaralı fıkrası yukarıda açıklandığı gibi açıkça Anayasa’nın pek çok maddesine aykırıdır. Temel bir hakka ilişkin olarak kamu görevlileri tarafından gerçekleştirilmiş ihlalleri geriye dönük olarak meşrulaştırmaya yönelik bir kanun yapılması, insan haklarına dayanan demokratik, sosyal bir hukuk devletinde son derece endişe vericidir. Bu kuralların uygulanması halinde telafisi imkânsız sonuçların doğacağı açıktır. İptali istenen kuralların açıkça temel hak ve özgürlükleri ihlal ettiği, keyfi uygulamalara meşruiyet kazandırdığı ve teşvik ettiği yukarıda açıklanmıştır. Bu kurallar daha sonra iptal edilmeleri halinde, iptal kararları geçmişe yürümeyeceğinden keyfi uygulamalar telafisi imkânsız hak kayıplarına neden olacaktır. Hukuk devleti ilkesini bu derece zedeleyen kuralların uygulanması adalet duygusunu zedeleyecek ve toplumun devlete ve hukuka olan güvenini zayıflatacaktır. Gerçekten de; kamu görevlilerinin hak ihlallerine ilişkin hukuki sorumluluğun geriye dönük olarak silinebileceği fikrinin kanun yoluyla topluma aşılanması, toplumda hukuk devletine ve hukukun üstünlüğüne olan inancı yok edecektir. Ne hazindir ki; bağımsız değerlendirme yapan birçok uluslararası kurum, Türkiye’nin hukuk devleti standartlarından hızla uzaklaştığını zaten bir süredir tespit etmektedir. Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı gibi Anayasaya açıkça aykırı olan kuralların hukuk düzeninden bir an önce ayıklanması gerekir. Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, Anayasa’nın üstünlüğünün ve hukuk devletinin temel gereğidir. Anayasa’ya aykırılıkların sürdürülmesi ve olağanüstü hâl rejiminde dahi yeri olmayan bir keyfîlik hukuk(suzluğ)unun olağan zamanda devam ettirilmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır. “Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz” yasağının, “Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” kuralının (md.11) içinde yer aldığı göz ardı edilemez. İptali istenen kuralların uygulanmasından kaynaklanan ağır temel hak ihlallerinin bir an önce sona erdirilmesi ve daha ağır ve telafisi imkânsız sonuçlar doğurmasını engellemek amacıyla Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 7194 sayılı Kanun’un 50. maddesiyle 8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37. maddesine eklenen (3) numaralı fıkrası, Anayasanın 2., 6., 10., 13., 15., 35., 36., 40., 60., 118. ve 125. maddelerine aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı, ayrıca iptali istenen kural açıkça Anayasaya aykırı olduğundan, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.” | 3,292 |
Esas Sayısı : 2017/24 Karar Sayısı : 2017/112 1 “… (Anayasanın 2, 10, 13 ve 36 ncı Maddesi Yönünden) 1982 Anayasası’nın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti; insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuki güvenlik ve belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin önkoşullarındandır. Hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Hukuki güvenlik ilkesi, Anayasa’nın tüm maddelerinde zımnen mevcut bir ilkedir. Belirlilik ilkesine göre ise, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu bir takım güvenceler içermesi gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup; birey, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye ne tür müdahale yetkisini doğurduğunu, kanundan öğrenebilme imkânına sahip olmalıdır. Birey, ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörüp, davranışlarını düzenleyebilir. Anayasa’nın 10 uncu maddesinin birinci fıkrasında; herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu, dördüncü fıkrasında ise; Devlet organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları, hüküm altına alınmıştır. Bu madde ile hukuksal eşitlik amaçlanmıştır. Eşitlik ilkesi, aynı hukuksal durumda bulunanlara aynı kuralların uygulanmasını gerektirir. Anayasa’nın 13 üncü maddesinde; temel hak ve özgürlüklerin, Özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak yasayla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Hak arama hürriyetinin Anayasanın 13 üncü maddesine göre sınırlandırılması, hakkın özüne dokunmaksızın ve Anayasada belirtilen özel sınırlandırma sebeplerine uygun olarak kanunla yapılır. Buna göre sınırlandırma; Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine, laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. Kanunla sınırlandırma yapılırken, kanun hükümlerinin açık, net ve anlaşılır olması gerekmektedir. Aksi taktirde, sınırlandırma keyfi uygulamalara neden olabilir. Hakkın özüne dokunmama, ilgili hakkı sınırlandırmanın, o hakkın kullanımını engelleyecek ve anlamsız kılacak dereceye varmamasıdır. Dolayısıyla hakkın varlığını ortadan kaldıracak derecede ağır ve özüne dokunan bir sınırlandırma bu ilkeye aykırı olacaktır. Bazı durumlarda kanun hükmü açık olmamakla birlikte bu sınırlandırmanın maddenin dar yorumlanmasından kaynaklandığı da görülmektedir. Adil yargılanma hakkını düzenleyen Anayasa’nın 36 ncı maddesinde, “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” denilmektedir. Maddeyle güvence altına alınan davaEsas Sayısı : 2017/24 Karar Sayısı : 2017/112 2 yoluyla hak arama özgürlüğü, bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden birini oluşturmaktadır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin en etkili ve güvenceli yolu, yargı mercileri önünde dava hakkım kullanabilmesidir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil yargılamanın Ön koşulunu oluşturur. Nitekim, hak arama hürriyeti; kişilerin bir hak arama yoluna başvurup başvurmamada özgür iradesine göre karar vermesi dışında aynı zamanda bir hakkı ihlal edildiğinde bu ihlalin telafi edilmesi için gerekli başvuru yollarını ifade eder. Dolayısıyla, hak arama özgürlüğü yargı mercileri önünde kullanılabileceği gibi, idari mercilere başvuru şeklinde de kullanılabilecektir. Hukuki güvenlik ilkesi, Anayasa’nın 36 ncı maddesinde yer alan adil yargılanma hakkının içinde de zımnen mevcut bir ilkedir. Bir kanuni düzenlemenin bireylerin davranışım ona göre düzenleyebileceği kadar kesinlik içermesi, kişinin gerektiği takdirde hukuki yardım almak suretiyle, bu kanunun düzenlediği alanda belli bir eylem nedeniyle ortaya çıkacak sonuçları makul bir düzeyde öngörebilmesi gerekmektedir. Öngörülebilirliğin mutlak bir ölçüde olması gerekmez. Kanunun açıklığı arzu edilir bir durum olmakla birlikte bazen aşırı bir katılığı da beraberinde getirebilir. Oysa hukukun ortaya çıkan değişikliklere uyarlanabilmesi gerekmektedir. Birçok kanun, işin doğası gereği, yorumlanması ve uygulanması pratik gerçekliğe bağlı olan yoruma açık formüllerdir Bu açıklamalar ışığında iptal istemine konu yasa kuralı ve ihtirazi kayıt müessesesinin değerlendirilmesine gelecek olursak; bilindiği üzere kural olarak verginin tarh ve tahakkuku mükellefin beyanına istinaden yapılır. Asıl olan, verginin mükellefi tarafından beyanı olmakla birlikte, vergi kanunlarının tamamında beyannamenin yasada öngörülen süre içerisinde verilmesine ilişkin düzenlemelere yer verilmiş ve yukarıda anılan 213 sayılı Vergi Usul Kanunu'nun “Dava Konusu” başlıklı 378 inci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Mükellefler beyan ettikleri matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı dava açamazlar.” hükmü ile beyan üzerine tahakkuk eden vergiye karşı dava açma yolu engellemiştir. Ancak uygulamada beyannameye “ihtirazi kayıt” konulmak suretiyle dava açılabileceği kabul edilmiş, bu yöntem idari uygulama ve yargı içtihatları ile de desteklenmiştir. Vergi mevzuatımızda ihtirazi kayıtla ilgili düzenleme olmamakla birlikte, ihtirazi kayıt; mükelleflerin, kendi beyanlarına göre yapılan işlemler aleyhine dava açamayacakları, şeklindeki kurala karşı geliştirilen ve bu işlemlere de yargı denetimi sağlayan bir yargılama usulü müessesesi olarak tanımlanabilmektedir. İhtirazi kayıt konulmak suretiyle mükelleflerin beyan ettikleri vergilere karşı dava açabileceklerine ilişkin görüşün yerleşik içtihat halini almasından sonra yürürlüğe giren 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 27 nci maddesinin 4 üncü fıkrasında yer alan, ihtirazi kayıtla verilen beyannameler üzerine yapılan işlemlere karşı açılan davalarda tahsilatın durmayacağına ilişkin düzenleme ile müessese yasal bir görünüme kavuşmuştur. Ancak bu düzenleme, sonradan da değinileceği üzere, eksik bir düzenleme olarak karşımıza çıkmakta ve müesseseye asıl uygulama yeri olan 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun “Dava Konusu” başlıklı 378 inci maddesinde yer verilmesi gerçeğini değiştirmemektedir.Esas Sayısı : 2017/24 Karar Sayısı : 2017/112 3 Verginin, tahakkukundan sonra, tekrar beyana konu edilmesi, yani düzeltme beyannamesi, uygulamada sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bilindiği üzere, ihtirazi kayıt, beyannameye yazılmak suretiyle veya ayrıca ihtirazi kayıt dilekçesi verilerek dile getirilebilmektedir. Yasada öngörülen beyanname verme süresi içerisinde konulan ihtirazi kayıt açısından bir tartışma olmamakla birlikte, düzeltme beyannamesine ilişkin yasal düzenleme bulunmaması (213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun “Pişmanlık ve Islah” başlıklı 371 inci maddesinin 4 üncü fıkrasında yer alan istisna hariç.) nedeniyle, kanuni süresinden sonra verilen düzeltme beyannamesine ihtirazi kayıt konulup konulamayacağı ve dolayısıyla düzeltme beyannamesine istinaden tahakkuk eden vergiye karşı dava açılıp açılamayacağı tartışması, bu konuda verilmiş farklı yargı kararlan ile gündeme gelmekte ve dava açma hakkının, dolayısıyla hak arama özgürlüğünün kısıtlanması sonucunu doğurabilmektedir. İşbu ara karan ile, Anayasa'ya aykırılığı iddia edilen yasa maddesinin, itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmesi ve dava açma hakkının, dolayısıyla hak arama özgürlüğünün kısıtlanması sonucunu doğuran yasa maddesinin Yüksek Mahkeme tarafından iptali amaçlanmaktadır. Uygulamada düzeltme beyannamesi vergi mükellefi tarafından kendiliğinden verilebileceği gibi, vergi idaresinin vergi ziyama sebebiyet verildiğine ilişkin uyan yazısına istinaden de verilebilmektedir. Özellikle idarenin yönlendirmesi söz konusu olduğunda, mükellefler tarafından, 84 Seri Nolu KDV Genel Tebliği uyarınca “Özel Esaslara Tabi” tutulma ve benzeri uygulamalarla karşı karşıya kalmamak için düzeltme beyannamesi verilmekte, bu beyannamelere istinaden tahakkuk eden vergilere karşı düzeltme beyannamesine ihtirazi kayıt konulmak suretiyle de dava açma yoluna gidilmektedir. Bu anlamda ihtirazi kayıt, hem bir idari başvuru hem de dava açmanın ön şartı olmaktadır. Dolayısıyla düzeltme beyannamesine ihtirazi kayıt konulması ve bu şekilde mükellef tarafından idari başvuru ile dava yolunun açık tutulması, Anayasa’nın 36 ncı maddesinde güvence altına alman hak arama özgürlüğünü ayakta tutmaktadır. Nitekim hem ihtirazi kayıt hem de düzeltme beyannamesine ilişkin açık kanun hükmü bulunmaması karşısında, müessesenin, vergi kanunlarında öngörülen beyan dönemi dışında verilen düzeltme beyannamelerine ihtirazi kayıt konulamayacağı ve dolayısıyla düzeltme beyannamesi üzerine tahakkuk eden vergilere karşı dava açılamayacağı, şeklindeki dar yorumu sonucu mükelleflerin temel haklarının kısıtlanması, Anayasa’nın 13 üncü maddesinde yer alan düzenleme ile bağdaşmamaktadır. Kanuni süresinden sonra verilen düzeltme beyannamesine ihtirazi kayıt konulup konulamayacağı ilk derece mahkemeleri ve itiraz mercii olan Bölge İdare Mahkemeleri ile temyiz mercii olan Danıştay daireleri arasında farklı yorumlanmakta ve verilen farklı kararlar nedeniyle aynı statüde bulunan mükellefler açısından farklı sonuçlar doğurabilmekte ve bu durum da Anayasa’nın 10 uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Yine müessesenin bu şekilde farklı yorumlanması, mükellefler açısından öngörülemez sonuçlar doğuracaktır. Nitekim, (temyiz, itiraz ve 20/07/2016 tarihinde yürürlüğe giren istinaf kanun yolu ile konusu 5.000. 00 TL yi geçmeyen kesin kararlar dikkate alındığında) farklı kanun yolu ile kesinleşen kararlar nedeniyle, aynı mükellef hakkında dahi farklı kararlar verilmesinin yaratacağı öngörülmezlik, hukuki güvenlik ve Anayasa’nın 2 nci maddesindeEsas Sayısı : 2017/24 Karar Sayısı : 2017/112 4 yer alan hukuk devleti ilkesine de aykırı düşmektedir. Ekli kararlarda da bu durum açıkça görülmektedir. Kaldı ki, dava açma hakkı bu şekilde engellenen mükellefin, ihtirazi kaydında haklı olması durumunda, haksız olarak tahsil edilen vergi nedeniyle, sayılan hak ihlalleri dışında Anayasa'nın 35 inci maddesi ile güvence altına alınan “mülkiyet hakkı” ihlali de kaçınılmazdır. Dolayısıyla, farklı yorumlara neden olan, isteme konu yasa maddesinin, Anayasa ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ile güvence altına alınan haklan ihlal etmeyecek şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiği açıktır. D) SONUÇ VE TALEP: Yukarıda yer verilen açıklamalar ışığında, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun “Dava Konusu” başlıklı 378 inci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Mükellefler beyan ettikleri matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı dava açamazlar.” hükmünün Anayasanın 2, 10, 13 ve 36 ncı maddesine aykırılığı nedeniyle iptali istemiyle re’sen Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının tüm belgeleriyle onaylı suretinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte Anayasa Mahkemesine sunulmasına, iş bu karar aslı ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye tebliğinden itibaren beş ay süre ile beklenilmesine, beş ay içerisinde karar verilmez ise davanın mevcut mevzuata göre sonuçlandırılmasına, 04/01/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” | 1,546 |
Esas Sayısı : 2018/1 Karar Sayısı : 2018/83 1 “ Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi hakkındaki 40. madde düzenlemesinde, (1) Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. (2) Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir.” düzenlemesini amirdir. Davalı yanın itirazı mahkememizce incelenmiş ve aykırılık iddiası ciddi bulunmuştur. 6100 sayılı HMK 398. maddesinde düzenlenen “Tedbire muhalefetin cezası” madde metninde; MADDE 398 (1) İhtiyati tedbir kararının uygulanmasına ilişkin emre uymayan veya tedbir kararına aykırı davranan kimse, bir aydan altı aya kadar disiplin hapsi ile cezalandırılır. “ şeklinde düzenlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlığını taşıyan 2. maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri arasında “hukuk devleti” ilkesini de saymıştır. Bu ilke, Devletin her türlü eylem ve işlemlerinde uyması gereken hukuk kurallarının olduğu, böylece vatandaşlar yönünden tam bir hukuki belirliliğin ve güvencenin sağlandığı bir toplum düzenini ifade eder. Ancak hukuk devleti ilkesinin hayata aktarılması bazı somut koşulların gerçekleştirilmesine bağlıdır. Niteliği itibarıyla yargılamanın yapıldığı mahkeme hukuk mahkemesi de olsa, kararın sonuçlarının doğduğu alan Ceza hukuku alanı olup, evrensel ilkelerde açıkça düzenlenen “suç ve cezaların kanuniliği” ile , “suç ve cezalar arasında ölçülülük”ilkeleri her somut olayda ve yasal düzenlemelerde gözetilmelidir. Suç ve cezalara ilişkin temel taşlar ceza hukukunun düzenleme alanına bırakılmayarak ayrıca Anayasal güvencelere de bağlanmıştır. Nitekim Anayasamızın 38. maddesinde”Kimse, işlediği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suç işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.” şeklindeki temel düzenleme dikkate alındığında bu yasal ve evrensel İlke, insan hak ve özgürlükleri açısından taşıdığı öneme uygun olarak bu alandaki temel uluslararası düzenlemelerin de ayrılmaz bir parçasıdır.Esas Sayısı : 2018/1 Karar Sayısı : 2018/83 2 Suçların yasa ile konulmasının bir gereği de, suç tipinin düzenlendiği hükmün “yeterince açık ve anlaşılabilir” olmasıdır. Aksi hâlde vatandaşlar yönünden hukuki güvenliğin yeterince sağlandığını söylemek olanaklı değildir. Bir başka deyişle, hangi eylemlerin yasakoyucu tarafından yaptırıma bağlandığının, suçun yasal unsurlarının, ağırlaştırılmış hallerinin yeterince anlaşılır şekilde düzenlenmesi bir zorunluluktur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi suç öngören hükmün, gereğinde bir hukukçunun yardımıyla anlaşılabilir olmasını ya da olası belirsizliklerin içtihatlarla aydınlatılmış olmasını yeterli görmektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bir hukukçunun yardımı ile veya içtihatlar yoluyla anlaşılır olmak için, o suç tipinin bir toplumda yeterince tartışılmış ve uygulama olanağı bulmuş olması yanında, bu çalışmalara imkân verecek açıklıkta, üzerinde tartışılabilir sınırlara ve belirliliğe sahip yasal bir metnin varlığına ihtiyaç bulunduğunu söylemek hatalı olmaz. Bu görevin de yasama organı tarafından yerine getirilmesi gerektiği kuşkusuzdur. Bilindiği gibi ihtiyati tedbirler özellikle ticaret hukuku ve fikri ve sınai haklar alınlarında kendisini daha fazla hissettirmektedir. Gerçekten de, yasama organı, ekonomik faaliyetler kapsamında önlemler getiren düzenlemeler yaparken, insanlık tarihi ile aynı geçmişe sahip, aşağı yukarı bütün toplumlarda suç olarak kabul edilmiş eylemler için yapılan düzenlemelere kıyasla daha belirgin, açık ve anlaşılır olması yasal düzenlemeler yapması gerektiği hususu tartışmasızdır. Ancak somut olayda davalıların cezalandırılmasının talep edildiği yasa 6100 sayılı hukuk usulü muhakemeleri kanunu olup temel düzenleme usul hukukunun uygulanmasından kaynaklanan ihtilafların önüne geçmek amacıyla düzenlenmiş bir yasadır, dolayısıyla her ne kadar davalı sıfatı taşıyan şahıslar haklarında hüküm verildiği takdirde haklarında uygulanacak disiplin hapsi nedeniyle verilen hüküm esas itibariyle sonuçlarını aynı zamanda ceza hukuku alanında doğurmaktadır. 398. madde düzenlemesi bir bütün halinde eksik bir yasal düzenlemedir. Zira davalılar/sanıklar duruşmaya gelmese dahi yokluklarında yargılama yapılarak hüküm verilmekte, sanıkların en temel haklarından olan savunma hakkı kısıtlanmaktadır. Zira HMK 398. madde düzenlemesinde aynen hukuk mahkemelerindeki yargılama mantığı devam ettirilmiştir. HMK 398. maddesindeki yasal düzenleme esas itibarıyla hukuki neticelerini ceza hukuku alanında doğurması nedeniyle esas hakkında verilen kararlara yönelik itirazlar hakkında Ağır Ceza Mahkemelerince bir karar verilmektedir. Dolayısıyla ilgililerin tüm yargılaması hukuk mahkemelerindeki usul kurallarına göre yapılıp, yani gıyaplarında yargılama yapılsa dahi sonuçları ceza hukuku alanında doğduğundan dolayı yasal metin düzenlemesinin de bu manada eksik olduğu sabittir. Zira ceza yargılamasında asıl olan yüzyüzelik ilkesi olup, tek istisnası derhal beraat kararı verilecek haller içindir. Madde metninde yargılamanın nasıl yapılacağı, karar verilmesi halinde başvurulacak merci(itiraz/temyiz/istinaf ), suçun kanuni tanımlarına yer verilmemiş olup, madde metni bir bütün halinde evrensel hukuk ilkelerine aykırıdır. Kuşkusuz tedbir kararına muhalefet var ise bunun bir yaptırımının olması kamu oteritesinin tesisi açısından önemlidir. Ancak madde düzenlemesi incelendiğinde ceza hukukunun, tarihin süzgecinden geçmiş ve insanlığın ortak değerleri arasına katılmış ilkelerine uygun bir düzenleme içermediği anlaşılmaktadır. Yasakoyucunun hukuki sorumluluk ile cezai sorumluluk arasında temel ilkesel farklılıkları gözeterek cezaî sorumluluğuna ilişkin düzenlemeyi ayrıca ve suç oluşturan eylemin unsurlarına yeterli açıklık sağlayacak, yasa yolu düzenlemesini de içeren bir düzenleme yapması gereklidir. Aksi halde ortaya çıkan aykırılığın, yine hukuk devletinin bir diğer unsurunu oluşturan, yasama işlemlerinin Anayasa’ya uygunluğunun yargısal denetimi yoluyla giderileceği kuşkusuzdur.Esas Sayısı : 2018/1 Karar Sayısı : 2018/83 3 Anayasa'nın 19. maddesi, hangi hal ve koşullarda hürriyetin sınırlanabileceğini düzenlemiştir. Kişi hürriyeti ve güvenliği başlığı nı içeren 19 . madde düzenlemesinde; Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir.Şekil ve şartları kanunda gösterilen: Mahkemelerce verilmiş hürriyeti kısıtlayıcı cezaların ve güvenlik tedbirlerinin yerine getirilmesi; bir mahkeme kararının veya kanunda öngörülen bir yükümlülüğün gereği olarak ilgilinin yakalanması veya tutuklanması; bir küçüğün gözetim altında ıslahı veya yetkili merci önüne çıkarılması için verilen bir kararın yerine getirilmesi; toplum için tehliketeşkil eden bir akıl hastası, uyuşturucu madde veya alkol tutkunu, bir serseri veya hastalık yayabilecek bir kişinin birmüessesede tedavi, eğitim veya ıslahı için kanunda belirtilen esaslara uygun olarak alınan tedbirin yerine getirilmesi; usulüneaykırı şekilde ülkeye girmek isteyen veya giren, ya da hakkında sınır dışı etme yahut geri verme kararı verilen bir kişinin yakalanması veya tutuklanması; halleri dışında kimse hürriyetinden yoksun bırakılamaz” düzenlemesini amirdir. Anayasanın 19. maddesi hangi hallerde kişi hürriyetinin sınırlanabileceğini hükme bağlamış ve bunu “hürriyeti kısıtlayıcı cezalar” ile sınırlı tutmuştur. TCK’nun 45. maddesinde ise sadece hapis ve adli para cezası sayıldığından, yani hürriyeti kısıtlayıcı ceza olarak olarak ise sadece hapis cezası sayıldığından ve disiplin hapsi şeklinde bir cezaya yer verilmediğinden, Anayasa'nın 19. maddesi de ancak bir ceza ile hürriyetin sınırlanabileceğini hükme bağladığından, HMK 398. maddesinin ayrıca hem TCK. 45. madde düzenlemesine, hem de Anayasanın 19. maddesine aykırılık oluşturduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması başlıklı 13. madde düzenlemesinde; Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” düzenlemesini amirdir. Dolayısıyla Anayasa'da hürriyeti kısıtlayıcı cezaların neler olduğu belirtilmiş ve hiçbir maddesinde disiplin hapsi ile hürriyetin kısıtlanabileceğinden bahsedilmemiştir. Keza bir sınırlama yasa ile olacak ise bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı da eklenmiştir. Ceza Kanunlarında ve özel ceza kanunlarında bir çok suçun yaptırımı “1 yıla kadar hapis cezası”, “6 aya kadar hapis cezası” denilmesi suretiyle alt sınırı belirtilmeden düzenlenmiş ve hakime somut olaya göre takdir yetkisi tanınmıştır. Örneğin hasta olan insan üzerinde rızası olmaksızın deney yapan kişi(TCK M.90), izin almaksızın ölüden organ ve doku alan kişi(TCK M.91), bir hamilenin çocuğunu aldırtması/ isteyerek düşürmesi (TCK M.99 100) ya da patlayıcı maddeyi satın alan, kabul eden veya bulunduran kişi (TCK M.174/3) gibi Alt sınırı olmayan suçlarda ise, adeta Kanun koyucu, Hakim'in takdir yetkisini genişletmiş ve gerekli görmesi halinde suçun işlendiği kanaatinde ise bile hal ve koşulu değerlendirerek ceza verilmesine yer olmadığına şeklinde karar verebilmesine de imkan tanımıştır. Bilindiği gibi ceza hukuku alanında, hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesinin bir diğer unsuru ise, “suç ve cezalar arasında ölçülülük” ilkesidir. Buna göre, öncelikle yasakoyucu norm koyarken insan hak ve özgürlüklerine getirilen sınırlandırmanın sınırı olarak ölçülülük ilkesi ile bağlıdır. İlke, ceza hukukuna ilişkin yasal düzenlemeler açısından bir suç içinEsas Sayısı : 2018/1 Karar Sayısı : 2018/83 4 öngörülen cezanın, bu suçun işlenmesi sonucu bozulan kamu düzeninin yeniden tesisi amacına elverişli, gerekli ve bu amaçla orantılı olması şeklinde tanımlanabilir. Bir başka deyişle “Yasakoyucunun ceza saptamadaki yetkisinin sınırını hukuk devleti ilkesi oluşturur. … Cezaların, suçların ağırlık derecesine göre önleme ve iyileştirme amaçları da göz önünde tutularak, adaletli bir ölçü içerisinde konulması ceza hukukunun temel ilkelerindendir.” “Suç ile ceza arasındaki oranın adalete uygun bulunup bulunmadığını, o suçun toplum hayatında yarattığı etkiye ve kamu vicdanında aldığı tepkiye göre takdir etme zorunluluğu vardır. Bu orantısallık bağının bulunması, hukuk devleti ilkesinin ve adalet anlayışının bir gereğidir. Yasakoyucu cezaların türünü seçerken ve sınırlarını belirlerken mutlak adalet ölçülerini izlemek zorundadır.” Yine kural olarak, suçun ve ortaya çıkan toplumsal ve şahsi zararın ağırlığına, failin kişiliğine ve fiilin özelliklerine göre cezanın şahsileştirilmesi olanağının hâkime verilmesi de ölçülülük ilkesinin gereğidir. Madde metninde bir aydan altı aya kadar disiplin hapsi öngörülmesi de ölçülülük ilkesine aykırıdır. Zira emre uymayan yada tedbir kararına aykırı davranışların hangi hallerde disiplin hapsini gerektirdiği yani suçun maddi ve manevi unsurları (yasal unsurlar) belli olmadığı gibi, esasen bir usul yasanında düzenlenen cezai hükümlerin temel mantığını ‘caydırıcılıkla’ açıklamak da mümkün değildi. Öte yandan 6284 sayılı Yasanın 13. maddesinde eşini döven. şiddet uygulayan eşe dahi üç günden 10 güne kadar tekrarı halinde ise ancak kademeli olarak zorlama hapsi verilmesi hususunda hakime takdir yetkisi verildiği halde, HMK da düzenlenmiş tedbir kararına muhalefet için öngörülen cezai düzenlemenin de ölçülü olduğunu söylemek ve alt sınır konulması suretiyle hakimin takdir hakkının daraltılması da ölçülülük ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Öte yandan gerek ceza hukuku başlangıç bölümlerinde gerekse HMK Kapsamında Disiplin Hapsinin ne olduğu tanımlanmamıştır. Yaptırımının ne olduğu düzenlenmemiş olan bir suçunda maddi unsarları belirtilmeden yasal düzenleme ile cezai yaptırım öngörülmesi yasal değildir. Zira bir eylemin tanımı yapılmadan ve yaptırımının ne olduğu, kanunda açıkça belirtilmeden, eylemin bir yaptırıma bağlanması cezalarda açıklık, belirlilik ve anlaşılırlık ilkesinin ihlali olduğu gibi , temel evrensel hukuk kurallarından olan cezalarda kanunilik ilkesinin de ihlali olarak değerlendirilmelidir. “disiplin hapsi” 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun hiçbir bölümünde tanımlanmamıştır. Disiplin Hapsi'nin tanımlandığı tek hukuki düzenleme Ceza Muhakemesi Kanunudur. Ceza Muhakemesi Kanunu'nun “Tanımlar” başlıklı 2. maddesi şu şekildedir;. Disiplin hapsi: Kısmî bir düzeni korumak amacıyla yaptırım altına alınmış olan fiil dolayısıyla verilen, seçenek yaptırımlara çevrilemeyen, önödeme uygulanamayan, tekerrüre esas olmayan, şartla salıverilme hükümleri uygulanamayan, ertelenemeyen ve adlî sicil kayıtlarına geçirilmeyen hapsi, ifade eder.”şeklindedir. Görüldüğü gibi Ceza Muhakemesi Kanunu, disiplin hapsinin ne olduğuna tanımlar bölümünde yer vermiştir. Ancak “Tanımlar” başlığının başında da belirtildiği üzere, söz konusu tanım “Bu Kanunun uygulanması” ile sınırlı tutulmuş, söz konusu tanımların başka kanunlarda da aynı anlama geleceğini belirtmemiştir. Öte yandan Ceza Kanunları, bir eylemin hangi hallerde yani maddi ve manevi unsarlar itibarıyla ne şekilde suç sayılacağını ve yaptırımını açıkça belirlerken, İnfaz Yasaları da verilen cezaların nasıl ve ne şekilde yerine getirileceğini düzenlemektedir. İnfaz kanunda disiplin hapsi şeklinde bir ceza yer almadığından, bu ceza ile karşı karşıya kalan bereylerin hukuki bir belirsizlik içinde olacağından da kuşku yoktur.Esas Sayısı : 2018/1 Karar Sayısı : 2018/83 5 5237 sayılı TCK’nın 01.01.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5/1 inci maddesinde “Bu Kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanır” ve aynı Kanunun genel hükümleri arasında bulunan 2 inci maddesinin birinci fıkrasında ise “Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanmaz” hükümlerini içermektedir. Somut olayımızda da davalıların üzerine atılı eylem, cezai nitelik taşıyan özel bir hukuk düzenlemesi olup, 5’inci maddede sözü edilen ceza içeren kanunlar kapsamında bulunmaktadır. O halde davalıların eyleminin TCK’nın 2. maddesi hükmü kapsamında da değerlendirilmesi gereklidir. Bu duruma göre, 6100 sayılı HMK’nın 398. maddesi ile getirilen bu düzenleme TCK’nın 2. maddesinde öngörülen kanunilik ilkesine uygun bulunmamaktadır. SONUÇ: Yukarda açaklanan gerekçe dikkate alınarak mahkememizde görülmekle olan dava Anayasa Mahkemesinin vereceği karara kadar geri bırakılmış ve HMK 398. madde hükmünün, ( Anayasa'nın 13., 19. ve 38. maddelerine , Türk Ceza Kanunu'nun 2., 7. ve 45. maddelerine aykırı oluşu) Anayasa’nın 152. maddesi ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 40. maddesi uyarınca iptaline karar verilmesi istemi ile mahkememizin 2016/23 esas sayılı dava dosyasının tasdikli örneği sunulmuştur.” | 1,961 |
Esas sayısı:1971/40 Karar sayısı:1971/82 1 III İLERİ SÜRÜLEN İPTAL GEREKÇELERİNİN, BUNLARA VERİLEN KARŞILIKLARIN VE İTİRAZIN CİDDİ GÖRÜLMESİNE İLİŞKİN GEREKÇELERİN ÖZETİ : Danıştay'daki dâvada davacı olan kişinin vekilince dâva dilekçesinde ileri sürüldüğüne, göre, Anayasa'nın 120. maddesi gereğince özerklikle donatılmış bulunan üniversitelerin öğretim üyelerini atama ve bunları görevden çıkarma yetkilerinin yalnızca üniversite organlarına tanınmış olmasına karşın, Trabzon Teknik Üniversitesinin kuruluşuna ilişkin 6594 sayılı Kanunun geçici 1. ve 2. maddeleri ve 871 sayılı Kanunun 1. maddesiyle 6594 sayılı Kanunun 2. maddesine eklenen fıkra hükümleri ile bu konuda Millî Eğitim Bakanlığına yetki tanınmış olması, Anayasa ilkeleriyle ve Anayasa'nın 120. maddesiyle çelişmektedir. Bu nedenle anılan kuralların iptali gerekir. Danıştay'daki dâvada dâvâlı olan Millî Eğitim Bakanlığının savunmasında, Anayasa'nın 120. maddesinde özel yasayla kurulmuş üniversitelere ilişkin kuralların saklı tutulduğu, Temsilciler Meclisinde gecen görüşmelerden Trabzon Teknik Üniversitesinin dahi Anayasa'nın 120. maddelerinde anılan özel yasaya bağlı üniversite deyiminin kapsamına girdiğinin anlaşıldığı, bu türlü üniversitelerde ise özerkliğin söz konusu edilemeyeceği ileri sürülerek Anayasa'ya aykırılık savının doğru olmadığı bildirilmiştir. Danıştay Beşinci Dairesi davacı vekilinin iptalini istediği kuralların Millî Eğitim Bakanlığına verdiği öğretim üyelerini atama yetkisinin Anayasa'nın 120. maddesinde öngörülen özerklik ilkesiyle bağdaşamıyacağını ve bu nedenle Anayasa'ya aykırılık savının ciddî görüldüğünü belirterek bu konuda bir karar verilmek üzere Anayasa Mahkemesine başvurulmasını kararlaştırmıştır. | 201 |
Esas Sayısı : 2018/72 Karar Sayısı : 2018/44 1 “ … 1 Davacı vekilinin Anayasa Mahkemesine başvuru talebinin kabulüne , davacının 3201 sayılı Kanunun 3, 4, 6/A (a ) 6/B maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunmasına, Anayasa Mahkemesi kararının bekletici mesele yapılmasına. 2 Dava dosyasının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine masrafın davacı taraftan alınmasına. 3 Davalı kurum vekilinin mazeretinin kabulü ile duruşma gününün tebliğine masrafın davacı taraftan alınmasına. Duruşmanın 6100 sayılı kanunun 320/3 maddesi gereğince 1 aydan sonra ki bir tarihe verilmemesi kural ise de; mahkememizdeki dosya sayısı, duruşma günlerinin dolu olması ve ara kararları ile ilgili yapılması gereken işlemlerin niteliği dikkate alınarak, Bu nedenle duruşmanın 11/12/2018 günü saat 09:35 bırakılmasına karar verildi.” | 112 |
Esas Sayısı:2011/139 Karar Sayısı:2012/205 1 I HÂKİMİN REDDİ, İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'I. HAKİMİN REDDİ TALEBİ ('.) Kamuoyunda Wikileaks belgeleri olarak bilinen ve bir internet sitesinde (http://www.wikileaks.ch/origin/186_18.html) yer alan 03 ANKARA 4862 kodlu yazıda, ' 4. (C) Kapsamlı reformların önde gelen savunucularından, Anayasa Mahkemesi Hakimi Haşim Kılıç, 1 Ağustos tarihinde bize özel olarak CHP'nin mevcut problemleri için kendini suçlaması gerektiğini aktarmıştır. CHP, muhalefet etmek görüntüsünü vererek ya da çok çekişme yarattıktan sonra isteksizce 'her şeyi' ' demokrasi yanlısı ortaya atılan tüm reformları kabul ederek, kendisi için prensipsiz ve erişilemez bir imaj yaratmakta. CHP, Hükümet doğru şeyi yapsa bile, sanki tek işinin AK Parti Hükümetinin yaptığı her şeye muhalefet etmek gibi davranmak olduğunu söylemiştir. Bu da seçmenleri kaçırıyor demiştir.' ifadeleri yer almaktadır. Kamuoyuna yansıyan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç tarafından da yalanlanmayan belgeye dayalı bilgilere göre, Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisi hakkında Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçiliği yetkililerine olumsuz değer yargılarında bulunduğu anlaşılmış, bu konudaki gizli görüşmenin kamuoyuna yansıması ile de Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu bir davada tarafsız karar veremeyeceği izlenimi doğmuştur. Yasama ve yürütme organlarının siyasi söylemlerinden ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmesi de gereken bir yüksek yargıcın, hem de yabancı bir ülkenin Büyükelçiliğine iç siyasete ilişkin değerlendirmelerde bulunmasındaki tuhaf ötesi gariplik bir yana, yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü, Anayasaya şekil ve esas bakımından; Anayasa değişikliklerini ise şekil bakımından denetlemek ve bireysel başvuruları karara bağlamakla Anayasal olarak görevli Anayasa Mahkemesinin bir üyesinin, TBMM'nin çıkardığı yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü ve Anayasa değişikliklerini gerek gördüğü durumlarda Anayasa Mahkemesine taşımakla Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet Partisi hakkında şikayetvari olumsuz görüş beyan etmenin de ötesinde, hiç kimseyi yüceltmeyecek sözler söylemesi; yargıcın bireysel bağımsızlığını koruyamadığını, karar vermek zorunda olduğu ihtilafın taraflarından bağımsız kalamadığını, sadece bizatihi karar için değil, aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerli olan tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmayan eylemler içinde bulunduğunu, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde bulunmadığını; önüne gelme ihtimâli olan davalar hakkında, yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça adilanelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak yorumlarda bulunduğunu, hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek açıklıkta ortaya koymaktadır. Somut olayda, ekte yer alan belgeler ve bu belgeler çerçevesinde kamuoyu önünde yapılan aleni tartışma ve değerlendirmeler karşısında, Sayın Başkan Haşim Kılıç'ın derin birEsas Sayısı:2011/139 Karar Sayısı:2012/205 2 sessizliğe bürünerek, usulen yalanlama yoluna dahi gitmemiş olması, kamuoyunda ABD Ankara Büyükelçiliğine Cumhuriyet Halk Partisini şikayet eder mahiyetteki sözleri söylediği ve olumsuz değerlendirmelerde bulunduğu ve dolayısıyla davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olduğu şeklinde anlaşılmış ve Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu işbu davada bir yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin ciddi kuşkuların yerleşmesine yol açmıştır. 25 Nisan 2011 tarihinde Anayasa Mahkemesinin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde yapılan açılış konuşmasındaki şu sözler de Sayın Haşim Kılıç'a aittir: 'Anayasanın 175 inci maddesinde Anayasa değişikliği için öngörülen nitelikli çoğunluk anlayışının içinde, uzlaşmaya dönük örtülü bir yaklaşım olduğu düşünülebilirse de, bu, çoğunluğu elde edenlerin azınlıkta kalan diğer görüşleri ve farklılıkları yok sayma, dışlama ya da dayatma yolunu haklı kılamaz. Ancak, nitelikli çoğunluk dışındaki görüş sahiplerinin de bu gücü bloke etme, etkisizleştirme gibi davranış sergilemelerine de izin verilemez. Doğal hukukla örtüşen evrensel değerler üzerinde geniş katılımlı bir iradeyi oluşturmak zor değildir. Yeter ki demokrasinin müzakere imkânlarından faydalanarak çözüm bulma iradesi samimiyetle ortaya konulabilsin. Toplumun tanıklığında ortaya konulan bu samimi duruşlar, çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' noktasındaki düşünce sahiplerinin haksızlığını açıkça ortaya koyacaktır. Siyaset kurumları, geçmişte yaşanan fahiş hatalarla hesaplaşarak, sorunlara çözüm önerilerini cesaretle sunabilmelidirler. Ümit ediyorum ki bu gayret, Anayasa Mahkemesi'ne dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığını da ortadan kaldıracaktır.' Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı Haşim Kılıç'a göre, Anayasanın 175 inci maddesinde aranan nitelikli çoğunluk, uzlaşmaya dönük açık bir kural değil, sadece örtülü bir yaklaşım olarak düşünülebilir ve Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet partisinin, siyasal iktidarın çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' anlayışıyla çıkardığı yasal düzenlemeleri, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine götürmesi, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı'dır. CHP'nin Anayasa Mahkemesine dava açmasına ilişkin olarak kamuoyunda kahve sohbeti düzeyinde sürdürülen güncel siyasi tartışmalar esnasında, sadece Anayasa Mahkemesine iptal davası açma yetkisi bulunan Anamuhalefet Partisini aşağılamayı ve toplum nezdinde itibarsızlaştırmayı değil, aynı zamanda Başkanı olduğu Yüksek Mahkemenin demokratik sistem içindeki işlevi ile Anayasal varlık nedenini de sorgulayan bu sözleri, herhangi bir siyaset insanı değil, Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı söyleyebilmiştir. Dahası bu sözler, günümüz Türkiye'sinin kâbusu olduğu üzere, dostlar arasında yapılan özel bir sohbetin ortam veya telefon dinlemesi suretiyle elde edilmesi ve medyaya servisi yoluyla kamuoyuna yansımamış; yazılı ve görsel tüm medyanın takip ettiği Yüksek Mahkemenin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde 6223 sayılı Yetki Yasasının siyasal iktidarın sayısal çoğunluğuna dayalı olarak kabul edildiği 06.04.2011 tarihinden 20 gün sonra 25.04.2011 tarihinde yapılmıştır. Demokratik siyasal sistemlerde bir siyasi partinin muhatabı, diğer siyasi partilerdir. Bu bağlamda, herhangi bir siyasi parti hakkında siyasi değerlendirme, eleştiri ve suçlamaları yapacak olanların da halkın oylarına talip olan diğer siyasi partiler olacağında kuşku yoktur. Anayasasında demokratik hukuk devleti ile kuvvetler ayrılığı ilkelerini benimsemiş ve yargıç bağımsızlığı ile tarafsızlığına yer vermiş bir ülkede, Anayasa Mahkemesi Başkanının herhangi bir siyasi partiyi bırakınız suçlamayı, eleştirmesi dahi hiçbir şekilde mümkün olamaz. Hele bu suçlamanın, Başkanı olduğu Mahkemenin demokrasilerdeki işlevi ile varlık nedenini de yokEsas Sayısı:2011/139 Karar Sayısı:2012/205 3 sayarak Anayasa Mahkemesine dava açmak gibi Anayasal bir hakkın kullanımı, muhalefet görevinin bir parçası ve temel hak ve özgürlükler ile halkın çıkarlarını korumanın gereği ile ilgili olması, açıklanabilir olmanın uzağındadır. Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanının amacı ve hedefi, 'kör kör parmağım gözüne' kadar açık ve herhangi bir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar belirgin bir şekilde Anamuhalefet Partisini, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı' ile suçlaması; hukuksal konumu ve statüsü ile mesleki deneyimi göz önüne alındığında, ancak, Anamuhalefet Partisine karşı alt benliğe yerleşmiş katı önyargının, üst benliğin kontrol işlevini parçalayarak açığa çıkacak derecede güçlü olmasıyla mümkün olabilir ve bu durum tarafsızlığın yitirildiğinin en belirgin göstergesidir. Öte yandan, Sayın Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildiği 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali başvurularına üye ve başkan sıfatıyla katılmıştır. Bu Yetki Yasaları ve Anayasa Mahkemesi kararları ile Sayın Haşim Kılıç'ın kullandığı oylar şöyledir: 1) 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin açtığı davada, AYM 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı Kararı ile 3755 sayılı Yetki Yasasını, Anayasanın 91 inci ve 153 üncü maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, karşıoy kullanmıştır. 2) 24.06.1993 günlü 3911 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı Kararı ile 3911 sayılı Yetki Yasası, 'verilen yetkinin belirsiz olduğu', 'yetki yasasında bulunması gereken öğeleri içermediği', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu olup olmadığının tespitinin olanaksız olduğu', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 3) 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı Kararı ile 3990 sayılı Yetki Yasası, 'verilen KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olmadığı', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu', 'öngörülen amaç, konu ve kapsamın somut ve belirgin nitelikte olmadığı' gerekçeleriyle Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile İptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, iptali yönünde oy kullanmakla beraber, KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olması gerektiği görüşüne katılmamıştır. 4) 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı Yetki Kanununun iptali için TBMM Üyeleri Hasan KORKMAZCAN, Bülent ECEVİT ve 113 Milletvekilinin açtığı davada, AYM 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı Kararı ile 4109 sayılı Yetki Yasasını, 'erkler ayrılığı', 'demokratik hukuk devleti' 'yasama yetkisinin devredilemeyeceği' ilkelerine aykırı olduğu, 'nerelerin il, nerelerin ilçe olacağı konusunda belirsizlik yarattığı', 'kapsam ve ilkelerinin belirsiz olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır.Esas Sayısı:2011/139 Karar Sayısı:2012/205 4 5) 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı Kararı ile 4113 sayılı Yetki Yasasını, 'yetki yasasında, çıkarılacak KHK'lerin konu, amaç, kapsam ve ilkelerinin belirgin ve somut biçimde gösterilmemesi', 'yasama yetkisinin devrini doğurması' gerekçeleriyle Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 6) 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'in açtığı davada, AYM 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı Kararı ile 4183 sayılı Yetki Yasasını, 'amaç, kapsam ve ilkelerin belirsiz olduğu', 'Bakanlar Kurulu'na geniş kapsamlı KHK çıkarma yetkisi verildiği', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanındığı' gerekçeleriyle, Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 7) 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararı ile 4588 sayılı Yetki Yasasını, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmesi', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 8) 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 20.03.2001 tarihli ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı Kararı ile 4615 sayılı Yasanın 1 inci ve 2 nci maddelerinde yer alan 'idari' ibaresini, 'idarî hak kavramının, memurların ve diğer kamu görevlilerinin malî ve sosyal hakları dışında kalan tüm haklarını ifade etmesi nedeniyle belirsizlik içermesi', 'idari haklara ilişkin düzenlemelerin Anayasanın 91 inci maddesindeki yasak alan içinde olması' 'Malî ve sosyal haklar dışındaki idarî hak kavramı içinde nitelenebilecek konuların önemli, zorunlu ve ivedi durumlar kapsamında düşünülemeyeceği' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak oyçokluğu ile iptal etmiş; Sayın Haşim Kılıç iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 9) 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı davada, AYM'nin 27.10.2011 tarihli ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oyun üstün sayılmasından dolayı iptal istemi reddedilmiştir. Her dosyanın kendi içinde değerlendirilmesi gerekeceği kural olmakla birlikte, Sayın Haşim Kılıç'ın Yetki Yasaları konusunda 1993 yılından bu yana istikrar kazanmış görüşünden ve bu görüşlerindeki, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanınması' 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçelerinden dönerek iptal isteminin reddi yönünde oy kullanması, kamuoyunda AKP'yi Anayasa Mahkemesi Başkanının kurtarması şeklinde değerlendirilmiş ve bu değerlendirme Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafıEsas Sayısı:2011/139 Karar Sayısı:2012/205 5 olduğu davalarda yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin yerleşen ciddi kuşkuları pekiştirmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 30.03.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 59 uncu maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde yer alan, Başkan ve üyelerin istişari görüş ve düşüncesini ifade etmiş olduğu dava ve işlere bakamayacaklarına ilişkin kural ile 60 ıncı maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki, 'Başkan ve üyeler tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hâllerin olduğu iddiası ile reddolunabilirler.' hükmüne dayanarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç hakkında reddi hakim talebinde bulunuyoruz. ('.) III. GEREKÇELER 1) 666 Sayılı 'Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname'nin 1 inci Maddesiyle 27.06.1989 Tarihli ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklenen Ek 10 uncu Maddesinin Birinci Fıkrasındaki, 'Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği' İbareleri ile Ek 11 inci Maddesi ve Ek 12 nci Maddesinin; 2 nci Maddesiyle 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Eklenen Geçici 10 uncu Maddesi, Geçici 11 inci Maddesi, Geçici 14 üncü Maddesi ve Geçici 15 inci Maddesi ile 5 inci Maddesinin (b), (e) ve (j) Fıkraları ile Ek 12 nci Maddesinin Yürürlüğüne İlişkin 8 inci Maddesinin Birinci Fıkrasının (a) Bendi ve 5 inci Maddesinin (b), (e) ve (j) Fıkralarının Yürürlüğüne İlişkin 8 inci Maddesinin Birinci Fıkrasının (d) Bendinin Anayasaya Aykırılığı Anayasanın Başlangıcının dördüncü fıkrasında, 'Kuvvetler ayırımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;' belirtildikten sonra 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında 'hukuk devleti' ilkesine yer verilmiş; 6 ncı maddesinde, hiç kimse ve hiçbir organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı; 7 nci maddesinde, Yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği kuralları getirilmiş; 87 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna 'belli konularda' KHK çıkarma yetkisi verilmesi TBMM'nin görevleri arasında sayılmış; 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği hükme bağlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında da vurgulandığı üzere, Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerinin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olması, TBMM'ye ait bulunması ve devredilememesi karşısında KHK çıkarma yetkisinin kendine özgü ve ayrık bir yetki olduğu anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla yetki yasalarının, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi doğuracak biçimde yaygınlaştırılıp genelleştirilmemesi gerekir. KHK'ler ancak ivedilik gerektiren belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulmak durumundadır.Esas Sayısı:2011/139 Karar Sayısı:2012/205 6 Olağan dönem kanun hükmünde kararnameleri, dayandıkları yetki yasasına ve Anayasaya uygun olmak durumundadır. Olağan dönem kanun hükmünde kararnameleri ile yetki yasaları arasında çok sıkı bir bağ vardır. Bir yetki yasasına dayanmayan veya dayandığı yetki yasası iptal edilen ya da yetki yasasının amacı ve ilkeleriyle örtüşmeyen veyahut da yetki yasasının kapsamı dışında bulunan bir kanun hükmünde kararnamenin içerdiği kurallar, Anayasaya aykırılık oluşturmasalar dahi Anayasaya uygunluklarından söz edilemez. Dolayısıyla, iptaline karar verilen bir yetki yasasına dayanılarak çıkarılan veya yetki yasasının kapsamında olmayan KHK'lerin, Anayasanın, Başlangıç'ındaki 'hiç bir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı,' 2 nci maddesindeki 'Hukuk devleti' ilkeleriyle 6 ncı maddesindeki 'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.' kuralı, 7 nci maddesindeki 'Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.' buyruğu ile kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisine ilişkin 91 inci maddesiyle bağdaştırılmaları olanaksızdır. 6223 sayılı Yetki Yasasının 'Amaç ve kapsam' başlıklı 1 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek;' denildikten sonra; (1) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine; (2) numaralı alt bendinde, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine; (3) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına; (b) bendinde ise, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına; 'ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.' gibi belirsiz ve sınırsız ifadelere yer verilerek Yetki Yasasının amacı ortaya konmak istenmiştir. Söz konusu belirsizlik ve sınırsızlığa rağmen, 6223 sayılı Yetki Yasasının 'kamu personeli' açısından amacı, kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına; 'ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.' Yetki Yasası bu haliyle dahi, kamu personelinin mali ve sosyal haklarına ilişkin düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna yetki verilmesi amacını taşımamaktadır. Öte yandan, aynı maddenin (2) numaralı fıkrasında ise, Yetki Yasasının kapsamına ilişkin olarak, 'Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;' denilip, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesine ilişkin olarak;' ifadesinden sonra, 19 alt bent halinde 19 yasa ve KHK sayılmış ve (20) numaralı alt bendinde, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki. Esas Sayısı:2011/139 Karar Sayısı:2012/205 7 merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerine ilişkin hükümlerinde, (') yapılacak değişiklik ve yeni düzenlemeleri kapsar.' denilerek adeta teşkilatlanmaya ilişkin tüm yasa ve yasa gücünde kararnameler kapsama alınmak istenmiş; (b) bendinde ise, 'Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin olarak;' denildikten sonra 6 alt bent halinde 5 yasa ve 1 KHK sayılmış ve (7) numaralı alt bendinde ise, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin hükümlerinde' ifadesiyle de neredeyse tüm kamu personeli hakkında Bakanlar Kuruluna 'atanma, nakil, görevlendirme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına' ilişkin olarak her türlü düzenlemede bulunma yetkisi verilmesi hedeflenmiştir. Ancak, bu haliyle dahi 6223 sayılı Yetki Yasası, kamu personelinin mali ve sosyal haklarına ilişkin düzenleme yapılmasını kapsamamaktadır. Diğer yandan, 6223 sayılı Yetki Yasasının İlkelerine ilişkin 2 nci maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde, 'Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin olarak;' denilerek; kamu personelinin mali ve sosyal hakları, Yetki Yasasının 'ilkeleri' içinde de yer almamıştır. 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı 'Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'nun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı iptal davası sonucunda 6223 sayılı Yetki Yasası, AYM'nin 27.10.2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle, bu güne kadar istikrar kazanmış görüşünün aksine iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan ve bu Dava Dilekçesinin 'Hakimin Reddi Talebi' bölümünde belirtilen nedenlerle reddi hakim talebinde bulunulan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oydan dolayı iptal istemi OY ÇOKLUĞU ile reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesinin 27.10.2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı (Başkanın oyundan dolayı 6216 sayılı Kanunun 65 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre çoğunluk sayılan) Kararında; '' 6223 sayılı Kanunun iki konuda Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi verdiği görülmektedir: Bunlardan birincisi özetle 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesi'dir. Bu çerçevede gerekli görülmesi halinde yeni bakanlıklar kurulması, var olan bakanlıkların birleştirilmesi, bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarının yeniden belirlenmesi için KHK çıkarma yetkisi verilmiştir. İkincisi ise 'Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi. Esas Sayısı:2011/139 Karar Sayısı:2012/205 8 yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin olarak değişiklikler ve yeni düzenlemeler' yapılması için KHK çıkarma yetkisi verilmiştir.' denilmiştir. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesinin 27.10.2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararında ki (Başkanın oyundan dolayı 6216 sayılı Kanunun 65 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre çoğunluk sayılan) görüşe göre de, kamu personelinin mali ve sosyal haklarına ilişkin düzenleme yapılması, Yetki Yasasının kapsamında değildir. Bu bağlamda, Bakanlar Kurulunun 6223 sayılı Yetki Yasasının kapsamında olmayan, amacı ve ilkeleriyle örtüşmeyen, kamu personelinin mali ve sosyal haklarına ilişkin alanlarda kanun hükmünde kararname ile düzenlemeler yapması, Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerindeki kurallarla bağdaşmamaktadır. Öte yandan, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği Teşkilatında kadrolu ve geçici görevli çalışan kamu personelinin mali, sosyal ve diğer özlük hakları 17.08.1983 tarihli ve 2879 sayılı Kanunda düzenlenmiş ve söz konusu Yasadaki hükümler 666 sayılı KHK ile veya başka bir hukuksal düzenleme ile değiştirilmemiştir. TBMM Genel Sekreterliği teşkilatında çalışan kadrolu ve geçici görevli personelin mali, sosyal ve diğer özlük hakları ise 13.10.1983 tarihli ve 2919 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği Teşkilat Kanununda düzenlenmiş ve anılan Kanunun 'Yürütme' başlıklı 19 uncu maddesinde ise, 'Bu Kanunu Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı yürütür.' denilmiştir. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinde istihdam edilen kamu personelinin mali, sosyal ve diğer özlük haklarına ilişkin olarak 2879 sayılı Kanun ile anılan Kanuna dayanılarak çıkarılan Kararnamedeki hükümler aynen durur ve değiştirilmemiş iken, söz konusu personel hakkında 666 sayılı KHK ile düzenleme yapılması hukuki belirsizlik yarattığından Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Yürütme yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanında olduğu 2919 sayılı Kanundaki hükümlerin ve bu hükümlere dayanılarak çıkarılan Başkanlık Divanı Kararlarındaki düzenlemelerin, Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan KHK ile geçersiz sayılarak personelin mali, sosyal ve özlük haklarına ilişkin olarak KHK ile yeni kurallar getirilmesi de hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. TBMM İDARİ TEŞKİLATI PERSONELİ 666 SAYILI KHK ÖNCESİ VE KHK İLE GETİRİLEN MAAŞ KARŞILAŞTIRMASI Kadro Unvanı Mevcut Durum Net Maaş 666 Sayılı KHK'ya Göre Ödenecek Net Maaş* Fark Tutarı GENEL SEKRETER 6.800 6.400 400 GENEL SEKRETER YRD. 6.290 5.770 520 BAŞKAN 5.970 5.380 590Esas Sayısı:2011/139 Karar Sayısı:2012/205 9 BAŞKAN YRD. 5.670 5.110 560 TBMM BAŞKAN MÜŞAVİRİ 5.030 5.110 80 UZMAN STENOGRAF (1. DERECE) 5.250 3.730 1.520 UZMAN STENOGRAF (5. DERECE) 4.650 3.070 1.580 UZMAN STENOGRAF YRD. 3.710 2.480 1.230 MÜHENDİS MİMAR (1. DERECE) 3.510 2.970 540 MÜHENDİS MİMAR (5. DERECE) 3.450 2.500 950 ŞEF (1. DERECE) 3.180 2.035 1.145 ŞEF (5. DERECE) 2.560 1.590 970 MEMUR (1. DERECE) 2.720 1.930 790 MEMUR (4. DERECE) 2.630 1.690 940 MEMUR (9. DERECE) 2.330 1.445 885 * Not: Net rakamlar yıllık ortalamadır ve +/ 50 TL civarında değişebilir. 666 sayılı KHK ile TBMM Teşkilatı idari personeli hakkında yaratılan eşitsizlik ve adaletsizliğin mali boyutu yukarıdaki Tabloda özetlenmiştir. Buna göre, 666 sayılı KHK'nin yürürlüğe girdiği tarihte TBMM İdari Teşkilatında çalışan Genel Sekreter yaklaşık 6.800. 00 TL maaş alır ve 15 Ocak 2012 tarihinden önce TBMM İdari Teşkilatı kadrolarında çalışan kamu görevlilerinden herhangi birinin Genel Sekreterlik görevine atanması durumunda yine aynı maaşı alacak iken, diğer kamu kurum ve kuruluşlarından naklen Genel Sekreterlik görevine atanacak personele ise 6.400. 00 TL ödenecektir. 666 sayılı KHK'nin yürürlüğe girdiği tarihte 9. Dereceli kadroda çalışan memur 2.330. 00 TL maaş alırken, naklen veya ilk defa atanacak olan memur 1.445. 00 TL maaş alacak; 2.330. 00 TL maaş alan memura 1 nci dereceli şef kadrosuna atandığında 3.180. 00 TL maaş ödenecek iken; 1.445. 00 TL alan memura ise 1 nci dereceli şef kadrosuna atandığında 2.035. 00 TL ödenecektir. Böylece aynı kadro derecesinde bulunan ve aynı işi yapan şefler arasında, TBMM İdari kadrolarında 15 Ocak 2012 tarihinden önce çalışmış olmaya ve olmamaya dayalı olarak 1.145. 00 TL tutarında eşitsizlik yaratılacaktır. Söz konusu 15 Ocak 2012 tarihine dayalı eşitsizlik, bütün kadro görev unvanları için geçerlidir. Aynı eşitsizlik ve adaletsizlikler, ek 11 inci maddenin (b), (c), (ç) ve (d) bentlerinde düzenlenenler için de geçerlidir. Anayasanın 10 uncu maddesinde, kanun önünde eşitlik ilkesi düzenlenmiş ve son fıkrasında, Devlet organları ile idari makamların bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etmek zorunda oldukları kuralına yer verilirken; 55 inci maddesinde ise, Devletin çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli önlemleri alacağından söz edilmiştir.Esas Sayısı:2011/139 Karar Sayısı:2012/205 10 Aynı işi, aynı kurumda aynı dereceli kadro görev unvanı ile yapan Devlet memurları arasında, yüzde ellinin de üzerinde eşitsizlik ve adaletsizlikler yaratılması Anayasanın 10 uncu ve 55 inci maddelerine aykırıdır. Parlamento, Fransızca 'parler', İtalyanca 'parlare' yani 'konuşmak' mastarlarından türetilmiş bir sözcüktür ve 'konuşulan yer' anlamına gelmektedir. Demokrasilerde yasalar, uzun süreli ve çok yönlü araştırma, inceleme ve değerlendirmelere dayalı olarak ihtiyaçları ve çözüm yollarını tespitten sonra parlamentoların komisyon ve alt komisyonları ile genel kurulunda konuşularak, tartışılarak ve ilgili kurum ve kuruluşlar ile etkilenen toplumsal kesimlerin ve bunların temsilcisi örgütlerin görüşleri alınıp üzerinde asgari mutabakat sağlanmaya çalışılarak yasalaşmaktadır. Demokratik devletin ve çağdaş demokrasinin özü budur. Kamu personelinin mali, sosyal ve diğer özlük haklarına ilişkin kurallar, üzerinde ayrıntılı çalışmaları ve çok yönlü değerlendirmeleri gerektiren ciddi konulardır ve Başbakanlıktaki bir grup uzmanın, tercihlerine göre şekillendirilemeyecek derecede de önemlidir. Hepsinin kadro görev unvanı 'uzman' diye, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumundaki veya Kamu İhale Kurumundaki, ya da Enerji Piyasası Düzenleme Kurumundaki veyahut da Rekabet Kurumundaki, uzmanların mesleki statüleri, yaptıkları hizmetin kamu yönetimi ve düzenindeki önemi, görev yapma şartları aynı olmadığı halde aynıymış gibi mali haklarının 'Başbakanlık Uzmanı'na endekslenmesi, yasa önünde eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. Anayasa Mahkemesi'nin pek çok kararında vurgulandığı üzere, Anayasanın 10 uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesi, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulması anlamına gelmemektedir. Anayasa ile eylemli değil 'hukuki eşitlik' amaçlanmaktadır. Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesinin çiğnenmemesi için, aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumların ayrı kurallara bağlı tutulması gerekmektedir. Başka bir anlatımla, kişisel durumları ve nitelikleri özdeş olanlar arasında, konulan kurallarla değişik uygulamaların yapılmaması gerekmektedir. Ancak, hukuki statülerindeki farklılıklar, durumları ve konumlarındaki değişiklikler, gördükleri görevlerdeki ayrılıklar, yürüttükleri hizmetin kamu yönetimi ve kamu düzenindeki işlevindeki farklılıkların doğurduğu zorunluluklar nedeniyle kamu yararı ya da başka haklı nedenlere dayanılarak yasalarla farklı uygulamalar getirilmesi, kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olmadığı gibi bizatihi kanun önünde eşitlik ve ücrette adalet ilkesinin gereğidir. Kamu personelinin mali, sosyal ve özlük haklarında eşitliği sağlamaya dönük düzenlemelerin, bu güne kadar oluşmuş eşitsizliklerin nedenleri, niçinleri, haklı haksız gerekçeleri, zorunlu kılan sebepleri derinlemesine ve ayrıntılı olarak irdelenip değerlendirilmeden, anlık bir | 4,175 |
Esas Sayısı:1979/8 Karar Sayısı:1979/35 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Mahkemenin, başvurmaya dayanak olarak gösterdiği gerekçe özeti şöyledir: Uygulamada, Türk Ceza Yasasının 491/1. fıkrasına giren hırsızlık eylemi açıktan hırsızlık, ikinci fıkrasına giren ve beş bent halinde sıralanan hırsızlık eylemleri de nitelikli hırsızlık olarak tanımlanmaktadır. Yasa koyucu, 491. maddenin birinci fıkrası ile ikinci fıkrasında gösterilen eylemleri aynı ağırlıkta görmemiş, bu nedenle de değişik ceza yaptırımları öngörmüştür. Buna karşın anılan yasa maddesinin son fıkrasında bu maddede yazılı suçlar ikiden çok kimse tarafından birlikte işlenmesi durumunda cezanın aşağı sınırının iki yıl hapis olacağı hüküm altına alınırken eylemin açıktan hırsızlık yada nitelikli hırsızlık olması arasında bir ayırım gözetilmeksizin, sanıklar, ceza adaletine ve cezaların kişiselliği kuralına aykırı biçimde eşit duruma getirilmiştir. Anayasa'nın 12. maddesi gereğince, kişiler, ceza adaleti yönünden de yasalar karşısında eşit durumda olup, suç işleyenlerden birinin ötekine göre ayrıcalıklı sayılması düşünülemez. Öyleyse, açıktan birlikte hırsızlık la, nitelikli birlikte hırsızlık suçlarım işleyen kişileri eşit tutmaya veya nitelikli birlikte hırsızlık suçlarım işleyen kişilere açıktan birlikte hırsızlık suçunu işleyen kişilere göre salt birlikte işleme Öğesine dayanılarak ayrıcalık tanımaya anayasal olanak bulunmamaktadır. Bu nedenle Türk Ceza Yasasının 491.maddesinin son fıkrasındaki hüküm ile ceza adaleti yönünden eşitlik ve imtiyaz tanımama kural ve kavramlarına ters düşüldüğü açıktır. Anılan yasa hükmü, Anayasa'nın 14. maddesinin birinci fıkrasında güvence altına alınan kişi özgürlüğüne de ters düşmektedir. Türk Ceza Yasasının 491. maddesinin son fıkrasındaki hüküm karşısında; açıktan ve nitelikli hırsızlık suçlarını birlikte işleyen kişilerin eylemlerinin eşit ağırlıkta olmamasına karşın, eşit ağırlıkta ceza öngörülerek, açıktan birlikte hırsızlık suçunu işleyen kişilere daha fazla ceza verilmesi sonucu doğmakta ve bu kişilerin özgülüklerinin daha uzun süre kısıtlanmasına yolaçılmaktadır. Anayasa'nın 33. maddesinin beşinci fıkrasında ceza sorumluluğunun kişisel olduğu kuralı yer almıştır. Bu kuralın doğal sonucu olarak, herkesin işlediği suçun nitelik ve özelliğine göre, sorumluluğunu taşıdığı eylemin yasada karşılığı olan ceza ile cezalandırılması gerekir. Oysa Türk Ceza Yasasının 491. maddesinin son fıkrası karşısında açıktan birlikte hırsızlık suçunu işleyen kişiler ile nitelikli birlikte hırsızlık suçunu işleyen kişiler, değişik ağırlıkta eylemlerden sorumlu oldukları halde, ceza adaleti yönünden cezaların şahsileştirilmesi kuralına ters düşecek biçimde eşit cezaya çarptırılmaktadırlar. Açıklanan bu nedenlerle, 765 sayılı Türk Ceza Yasasının 491. maddesinin son fıkrasında yer alan itiraz konusu hükmün, aynı maddenin birinci fıkrası yönünden ve bu fıkra ile sınırlı olarak Anayasa'nın 8., 12., 14/1., 33/5. maddelerine aykırı olduğu kanısına varılmıştır. | 373 |
Esas Sayısı : 2020/27 Karar Sayısı : 2020/52 “… 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 16. maddesinde idari dava dosya larının nasıl tekemmül edeceği düzenlenmiş olup, maddede dava dilekçelerinin ve ekle rinin birer örneğinin davalıya, davalının vereceği savunmanın davacıya tebliğ olunacağı; davacının ikinci dilekçesinin davalıya, davalının vereceği ikinci savunmanın da davacıya tebliğ edileceği belirtilerek, dava dosyalarının tekemmül süreçleri izah edilmiştir. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun “Belediye başkanının görev ve yetkileri” baş lıklı 38. maddesinin (c) bendinde “Belediyeyi Devlet dairelerinde ve törenlerde, davacı veya davalı olarak da yargı yerlerinde temsil etmek veya vekil tayin etmek.” belediye başkanının görev ve yetkileri arasında sayılmıştır. Gerek 5393 sayılı Kanun’da gerekse 2577 sayılı Kanun’da 5393 sayılı Kanun’un 23. maddesinin 3. fıkrası uyarınca açılacak davalarda savunmanın nasıl yapılacağı, dosya tekemmülünün hangi usul dahilinde gerçekleştirileceği konularında herhangi bir düzen leme de bulunmadığına göre, belediye aleyhine açılan her türlü davada ve dolayısıyla 5393 sayılı Kanun’un 23. maddesinin 3. fıkrası uyarınca belediye başkanının vekili tara fından belediye başkanı adına Belediyeye karşı açılan iş bu davada, 5393 sayılı Kanun’un 38. maddesinin (c) bendi uyarınca savunmayı da belediye başkanının veya vekilinin yap ması gerekmekte olup, bu durum, davacı ve davalı sıfatının birleşmesi sonucunu doğur maktadır. Burada belirtmek gerekir ki, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun “Belediye başka nının kendisinin, birinci ve ikinci derecedeki kan ve kayın hısımlarının ve evlatlıklarının, belediye ile ihtilâflı olduğu durumlarda dava açılması ve bu davada belediyenin temsili, meclis birinci başkan vekili, bulunmadığı takdirde ikinci başkan vekili veya bunların yet kilendireceği kişiler tarafından yerine getirilir.” şeklindeki 43. maddesi belediye başka nına veya belediye başkanıyla yakınlığı bulunan bazı kişilere karşı Belediyenin açacağı davalarda “davacı taraf” olarak belediyeyi kimin temsil edeceğine ilişkin olup, Belediye nin davalı olduğu davalarda belediye başkanının aynı Kanun’un 38/c maddesinden kay naklanan temsil görev ve yetkisi ile ilgili değildir. Bu sebeple, iş bu davada savunma yapma ve ara karara cevap verme veya gerektiğinde istinaf ve/veya temyiz yoluna baş vurma gibi konulardaki yetki de; diğer bir değişle, davalı sıfatıyla yargılama usulane iliş kin iş ve işlem yapma yetkisi de Kanunun 38/c maddesi uyarınca belediye başkanındadır. Nitekim, 43. maddenin Türkiye Büyük Millet Meclisinin https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem22/yil01/ss944m.htm şeklindeki resmi internet adresinden tespit edilen “Madde ile belediye başkanı ve yakınlarının, belediye ile ihtilaflı olduğu durumlarda, belediye adına başkana karşı dava açılması ve bu davada belediyenin temsil edilmesine ilişkin hususlar düzenlenmektedir. Anayasa Mahkemesince iptal edilen 5272 sayılı Belediye Kanunu’ndan önce yürürlükte olan 1580 sayılı Kanunun önemli bir eksiği olan belediyenin kendi başkanına veya yakınlarına karşı temsili konusundaki be lirsizlik ve bunun neden olduğu sakıncalar ortadan kaldırılmaktadır.” şeklindeki gerekçesi de bu yöndedir. Bu itibarla, 5393 sayılı Kanun’un 23. maddesinin 3. fıkrası kapsamında açılan da valarda savunmanın nasıl yapılacağı, dosya tekemmülünün hangi usul dahilinde gerçek leştirileceği gibi yargılama usulüne dair konularda herhangi bir özel düzenleme içerme Esas Sayısı : 2020/27 Karar Sayısı : 2020/52 2 mesi, başka bir mevzuat hükmünün de buna ilişkin özel bir düzenleme getirmemesi sebe biyle, davacı ve davalı sıfatının birleşmesi sonucunu doğuran iş bu itiraz konusu kuralın Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen Hukuk Devleti ilkesine aykırı olduğu sonucuna ula şılmıştır. V KARAR Açıklanan nedenlerle, Anayasa’nın 2. maddesine aykırı olması sebebiyle 5393 sa yılı Belediye Kanunu’nun 23. maddesinin “Belediye başkanı, meclisin ısrarı ile kesinle şen kararlar aleyhine on gün içinde idarî yargıya başvurabilir.” şeklindeki 3. fıkrasının iptali istemiyle Anayasa’nın 152/1. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurul masına; dava dosyasının ve dosyada bulunan tüm belgelerin onaylı suretlerinin iş bu karar aslı ile birlikte Anayasa Mahkemesine gönderilmesine; iş bu karar aslı ile dosya suretinin yüksek mahkemeye tebliğinden itibaren beş ay beklenilmesine, beş ay içinde netice gel mezse mevcut mevzuata göre dosyanın karara bağlanmasına; iş bu kararın onaylı birer örneğinin bilgi amacıyla Hayrabolu Belediye Başkanlığı’na tebliğine, 30/01/2020 tari hinde oyçokluğuyla karar verildi.” | 602 |
Esas sayısı:1968/57 Karar sayısı:1969/29 1 İtiraz yoluna başvuran mahkemenin gerekçesi özeti : A Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun karan karşısında görevsizlik kararı vermek zorunda bulunan mahkemenin, iptali istenilen Yasa hükümlerini uygulamak durumundadır. Dâvayı hakem sıfatiyle çözecek hâkim son direnme kararını veren hâkimdir. Bu hâkimin, hakem sıfatiyle vereceği karar, daha önce temyiz yoluna başvuran tarafı tatmin etmiyecek ve hakem Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 29. maddesinin 3 sayılı bendi gereğince red edildiği veya hâkim bizzat kendisini red ettiği takdirde 3533 sayılı Kanunun âmir hükmü karşısında kıyas yoluyla yerine diğer bir hâkimin ikamesi caiz bulunmadığından çekişmenin halli mümkün olmayacaktır. Zira 24/1/1942 tarihli 5015 sayılı T. B. M. M. kararında : (Aynı dâvaları esasen rüyetle mükellef olan hâkimlere sıfatlarından hiç bir hususu tenzil etmeden, ), görülen vazife, tatbik edilen umumî hükümler muvacehesinde tamamen kazaî mahiyette telâkki olunmuştur. denilmektedir. Bu nedenlerle 3533 sayılı Kanunun, başka bir ihtimali nazara almaksızın yerin en yüksek dereceli hâkimini yegâne görevli hâkim olarak öngördüğünün ve bu takdirde de dâvayı görmeğe mâni sebebe rağmen hakemin reddi ve istinkâfı mümkün olmadığından buhalin Anayasa'nın 132. maddesine aykırı bulunduğunun kabulü gerekir. B 3533 sayılı Kanunun 6. maddesi : 1 İcra Vekilleri Heyetince seçilecek İcra Vekilleri âzasından birisi, 2 Yargıtay Birinci Reyisi tarafından Daire Reisleri arasında seçilecek birisi, 3 Mahallin en yüksek dereceli hukuk mahkemesinin reisi veya hâkimi, olmak üzere üç nevi hakem öngörmüş ve bu suretle siyasî sıfatı bulunan Bakanlar üyesini de diğer hakemler stastüsüne ve hâkimin haiz olduğu bütün salâhiyetleri kullanabilir dernek sureliyi ede hâkim statüsüne sokmuştur. Bu hal, Anayasa'nın 7 nci maddesindeki Yargı yetkisi Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır ve 4, maddenin son fıkrasındaki hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz yolundaki hükümlerine aykırıdır. C Hakem olan bir kimsenin kanuna ve hukuka aykırı bir karar vermesi ve meselâ kendisine ücret takdir etmesi halinde, bu karar aleyhine, hiç bir makarna ve mahkemeye müracaat mümkün bulunmadığına göre durum ne olacaktır' Anayasa Mahkemesi, 13/2/1968 tarihli kararında hâkimler de her insan gibi yanılabilirler, usul ve kanuna aykırı olarak karar verebilirler veya verdikleri kararlar taraflar için doyurucu olmıyabilir demek suretiyle Yargıtay'ın lüzum ve zaruretini belirtmiş ve bu nedenle dahi hiç bir istisnaya yer vermeyen 3533 sayılı Yasanın 6. maddesi, Anayasa'nın 139. maddesine aykırı bulunmuştur. 3533 sayılı Yasanın, kapsamına giren daire ve müesseseler arasında çıkacak ihtilâfların daha seri veya az masraflı olarak görülmesi için çıkarılmış bulunması bu aykırılığın hoş görülmesine sebep olamaz. D Anayasamız, adlî idarî ve askeri olmak üzere çeşitli yargı yolları yargı düzeni tesis etmiştir. Bir yargı yolu, Anayasa'da yazılı belli bir (yüksek mahkeme) ye ulaşır ve orada sonEsas sayısı:1968/57 Karar sayısı:1969/29 2 bulur. Nitekim adliye mahkemelerinden verilen kararları Yargıtay ve idari yargı mercilerinin kararlarını Danıştay denetler. Eğer bir mahkemenin üstünde onun vereceği kararları denetleyecek bir yüksek mahkeme yoksa o zaman o mahkeme bizzat aslî ve maddî anlamda bir yüksek mahkeme sıfatını kazanmış olur. Buna göre bir yüksek mahkeme ya Anayasa'dan bu ismi alacak yahut o mahkeme Anayasa'da o şekilde düzenlenmiş olacak ki onun hüküm ve kararlan aleyhine hiç bir yargı merciine baş vurulamıyacaktır. 3533 sayılı Yasa hükümleri gereğince görevlendirilen veya meydana getirilen merci, hiç şüphesiz bir yargı mercii yani tam anlamı ile bir mahkemedir. Bu yargı merciinin kararlarının başka bir yargı merci tarafından denetlenmesi ve kesin olması için Anayasa'da özel hüküm bulunması lâzımdır. Bunun kanun ile de tanzimi mümkün olduğunu söylemeye imkân olmadığı gibi yasanın, bir zaruretin icabı olarak sevk edilmiş olması nedeni de, Anaysa'ya uyma mecburiyetini ortadan kaldırmaz. Kanunla mahkeme kurmak mümkündür, fakat (yargı yolu) tesisi mümkün değildir. 3533 sayılı Yasanın 6. maddesi, hakem kararı aleyhine herhangi bir mahkemeye müracatı reddettiğine göre bizzat yeni bir yargı yolu tesis etmiş ve tahkim, mercii yüksek bir mahkeme niteliği kazanmıştır. 3533 sayılı kanunu gerekçede işaret edilen maddeleri, Anayasa'nın 4, 7., 132. ve 139. maddelerine ve ayrıca Yasanın 6. maddesi, Anayasa'nın yargıya ilişkin temel ilkelerine aykırıdır. Bu nedenlerle 3533 sayılı Yasanın işaret edilen maddelerinin veya tümünün iptali gerekir. Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen 3533 sayılı Yasa hükümleri; (Aşağıda ilk inceleme bölümünde belirtilen sınırlama kararına göre) Madde l Umumî mülhak ve hususî bütçelerle idare edilen daireler ve belediyelerle sermayesinin tamamı devlet veya belediye veya hususî idarelere ait olan daire ve müesseseler arasında çıkan ihtilaflardan adliye mahkemelerinin vazifesi dahilinde bulunanlar bu kanuna yazılı tahkim usulüne göre halledilirler. Madde 4 Belediyeler, hususî bütçe ile idare olunan veya sermayesinin tamamı devlet, belediye veya hususî idarelere ait olan daire ve müesseselerin veya bu dire ve müesseselerinden biri ile ikinci ve üçüncü maddelerde yazılı dairelerden biri arasında tahaddüs eden ihtilaflar bulunduğu yerin ve ihtilaf gayrimenkule taalluk ediyorsa o gayrimenkulun bulunduğu yerin ve taraflar ayrı ayrı yerde bulunuyorsa müddeialeyh mevkiinde bulunan daire veya müessesenin ve müddeialeyhler taaddüt eylediği takdirde bunlardan birinin bulunduğu yerin yüksek dereceli hukuk mahkemesi reisi veya hâkimi tarafından hakem sıfatıyle hallolunur. | 773 |
Esas Sayısı : 2012/69 Karar Sayısı : 2012/149 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacılar ile davalı arasında mahkememizde görülmekte olan tazminat davası sırasında 17.05.2012 tarihli celsede, davacı tarafın tanıklarının adresini tespit ederek bildirememesi üzerine, 6100 sayılı HMK'nın 240/3 maddesinin 'Tanık listesinde adres gösterilmemiş veya gösterilen adreste tanık bulunamamış ise tarafa adres göstermesi için işin niteliğine uygun şekilde kesin süre verilir. Bu süre içinde adres gösterilmez veya gösterilen yeni adres doğru değil ise bu tanığın dinlenmesinden vazgeçilmiş sayılır' şeklindeki hüküm gereğince tanık adresinin resen araştırılması yönünde bir karar alınmasına yer olmadığına ancak kanunun bu hükmünün Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırı görülmesi sebebiyle Anayasanın 152. maddesi gereğince Anayasa aykırılık başvurusunda bulunulmasına karar verilmiştir. Bu düşüncemizi kısaca şu şekilde açıklamak isteriz: Anayasanın devletin niteliklerine ilişkin 2. maddesinde insan haklarına saygılı olduğu ve bir hukuk devleti olduğu açıklanmıştır. İnsan haklarına saygılı olmak ve bir hukuk devleti olmak gereği evrensel olarak kabul gören insan haklarına, sözleşmeler ile bağlanılan uluslar arası kuralara göre tanınan insan haklarına riayet etmeyi ve kanunların buna göre hazırlanmasını gerektirir. Yine Anayasamızın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36. maddesinde herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu açıklanmaktadır. Bilindiği gibi tanıklık bir kamu görevidir ve Cumhurbaşkanı hariç tanık olarak çağrılan herkes mahkeme önüne gitmek ve tanıklıktan çekinme hakkına sahip değil ise doğru bir şekilde tanıklık yapmak zorundadır. Çağrıldıkları halde gelmemek zorla getirilmeyi gerektirdiği gibi gelip de tanıklık yapmamak altı aya kadar tazyik hapsini gerektirmekte, yalancı tanıklık ise bir suç olarak ceza gerektirmektedir. Her ne kadar 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 240. maddesinde tanığın adresi gösterilmemişse veya gösterilen adreste tanık bulunamamış ise tarafa adresin bildirilmesi için işin niteliğine uygun süre verileceği bu sürede adres gösterilemez veya gösterilen adres doğru değil ise tanığın dinlenmesinden vazgeçilmiş sayılacağı açıklanmış ise de, tanığın tam kimliğinin tespit edilememesi, edilse bile kimliği bildirilen tanığın adresinin taraflarca bulunamaması veya tanığın tanıklıktan kaçınma amaçlı adres değiştirilmesi veya adresin gizlenmesi veya adreste tebligatın engellenmesi halinde taraflara adres araştırma ve bildirme zorunluluğunun hak kaybına sebep olacak şekilde getirilmesi bu madde hükmüne istinaden mahkemelerin hiç bir araştırma yapmaksızın tarafın tanık delilinden vazgeçmiş sayılmasına karar verilmesine imkan verilmesi temel insan haklarına hukuk devletinin gereklerine ve devletin hukuk devleti olduğunu açıklayan Anayasanın 2. maddesine ve hak arama hürriyetine dair 36. maddesine böylece ANAYASAYA aykırıdır.Esas Sayısı : 2012/69 Karar Sayısı : 2012/149 2 Ayrıca bu düzenleme tanığın bir kamu görevi olması ile tanıklığın mahiyeti ile çelişmektedir. Bu düzenleme kişilere bir dedektif gibi araştırma yapmak yükümlülüğü getirmektedir. Oysa pek çok halde tanıkların kimliğinin tespiti ve adreslerinin bulunması ancak kamu gücü ile yapılabilecek bir husustur. Kişilere bunu her zaman yüklemek vatandaşları hukuki olmayan araştırmalara sürükleyebilecektir. Üstelik dedektiflik yasal bir meslek de değildir. Bu sebeplerle 6100 sayılı HMK'nın 240/3 maddesinin 'Tanık listesinde adres gösterilmemiş veya gösterilen adreste tanık bulunamamış ise tarafa adres göstermesi için işin niteliğine uygun şekilde kesin süre verilir. Bu süre içinde adres gösterilmez veya gösterilen yeni adres doğru değil ise bu tanığın dinlenmesinden vazgeçilmiş sayılır' şeklindeki hükmün 'kesin süre' ibaresi ile 'Bu süre içinde adres gösterilmez veya gösterilen yeni adres doğru değil ise bu tanığın dinlenmesinden vazgeçilmiş sayılır' cümlesinin Anayasaya aykırı bulunarak iptaline karar verilmesini talep ederiz.' | 535 |
Esas sayısı:1980/38 Karar sayısı:1980/34 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtirazcı mahkemenin 9/4/1980 günlü, 1980/37 sayılı kararında Anayasaya aykırılık itirazını dayandırdığı gerekçeler özetle şunlardır : Türk Ceza Yasasının 536. maddesinin altıncı fıkrası hükmünün Anayasanın 2. maddesindeki Cumhuriyetin temel ilkelerine, 12. maddesindeki eşitlik, 132. maddesindeki mahkemelere emir ve talimat verilemeyeceği ilkelerine, cezanın kişiselliği ile cezaların tecil edilebilirliği kurallarına aykırıdır. Kaldı ki, yeni yasalarda Anayasamızın ruhuna, temel ilkelerine uygun olarak, sanık ve hükümlüler yararına kurallar getirilirken,, bu yasa ile geriye doğru adım atılmakla Anayasanın ileriye dönük ve demokratik niteliği zedelenmektedir. Bu ceza, Anayasanın insanlık onuru ile bağdaşmayan ceza verilemeyeceğine ilişkin hükmüne de aykırıdır. Ayrıca, Anayasaca korunan, fikir, düşünce ve kanaat açıklama ve yayma özgürlüklerinin var olması, duvarları kirletmekten, pankart asmaktan daha önemlidir. Açıklanan nedenlerle Türk Ceza Yasasının 2248 sayılı Yasayla değişik 536. maddesinin birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı fıkralarının Anayasaya aykırı olduğu ileri sürülerek iptaline karar verilmesi istenmektedir. | 148 |
Esas Sayısı : 2012/100 Karar Sayısı : 2013/84 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ 2. A 3.9.2012 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: '' III. GEREKÇE 1. 6352 Sayılı 'Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un 1 inci Maddesi ile Değiştirilen 09.06.1932 Tarihli ve 2004 Sayılı İcra ve İflas Kanununun 1 inci Maddesinin Beşinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı MADDE 1 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 1 inci maddesi başlığıyla birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. 'İcra daireleri: MADDE 1 Her asliye mahkemesinin yargı çevresinde yeteri kadar icra dairesi bulunur. Her icra dairesinde Adalet Bakanlığı tarafından atanacak bir icra müdürü, yeteri kadar icra müdür yardımcısı, icra katibi ile adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonları tarafından görevlendirilecek mübaşir ve hizmetli bulunur. İcra müdür ve icra müdür yardımcıları, Adalet Bakanlığı tarafından yaptırılacak yazılı sınav ve Adalet Bakanlığı tarafından yapılacak sözlü sınav sonucuna göre atanırlar. İcra katipleri arasından Adalet Bakanlığı tarafından yaptırılacak yazılı sınav ve Adalet Bakanlığı tarafından yapılacak sözlü sınav sonucuna göre de icra müdür veya icra müdür yardımcılığı kadrolarına atama yapılabilir. İcra katipliğine ilk defa atanacaklar, kamu görevlerine ilk defa atanacaklar için yapılacak merkezî sınavda başarılı olanlar arasından Adalet Bakanlığının bu konuda yetki vereceği adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonları tarafından yapılacak uygulama ve sözlü sınav sonucuna göre; unvan değişikliği suretiyle atanacaklar ise uygulama ve sözlü sınav sonucuna göre atanırlar. Unvan değişikliği suretiyle icra katipliğine atanacaklar tahsis edilen kadronun yüzde ellisini geçemez. İcra müdür ve icra müdür yardımcıları ile icra katiplerinin, yazılı sınav, sözlü sınav, görevlendirme, nakil, unvan değişikliği, görevde yükselme ve diğer hususları yönetmelikle düzenlenir. İcra dairelerinde, gerektiğinde, Adalet Bakanlığı tarafından belirlenecek esaslar çerçevesinde, adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu tarafından zabıt katibi, mübaşir ve hizmetli görevlendirilir.Esas Sayısı : 2012/100 Karar Sayısı : 2013/84 2 İcra müdürü, icra müdür yardımcısı veya icra katibinin herhangi bir nedenden dolayı yokluğu halinde görev ve yetkileri, adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu tarafından görevlendirilecek yazı işleri müdürü veya zabıt katibi tarafından yerine getirilir. Adalet Bakanlığı, icra dairelerini bir arada bulundurmaya ve aynı icra mahkemesine bağlamaya yetkilidir.' 6352 sayılı yasa Metninin 1. Maddesi ile, 9.6.1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 1 inci maddesi değiştirilmiş; aynı maddenin 5. fıkrasında yer alan 'İcra müdür ve icra müdür yardımcıları ile icra kâtiplerinin, yazılı sınav, sözlü sınav, görevlendirme, nakil, unvan değişikliği, görevde yükselme ve diğer hususları yönetmelikle düzenlenir' şeklindeki hüküm, özlük haklarına ilişkin olmakla Anayasanın 128/2. maddesi hükmüne göre yönetmelikle değil kanunla düzenlenmesi gereken bir husustur. Anayasa m.128/2 'Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir' hükmü çok açıktır.Bu açık hükme rağmen, grubumuz tarafından yapılan uyarılar. verilen önergeler dikkate alınmaksızın madde bu şekliyle geçirilmiş Anayasa açıkça ihlal edilmiştir.Bu düzenleme ile kamu görevlisi konumunda olan memurların idarenin keyfi olarak çıkardığı yönetmeliklerle yasal güvenceden yoksun bir şekilde çalıştırılmaları ve baskı altına alınmaları sözkonusu olabilecektir. Belirtilen nedenlerle bu düzenleme Anayasanın 128/2. maddesi hükmüne aykırıdır. 2. 6352 Sayılı 'Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un 3 üncü Maddesi ile2004 Sayılı Kanunun 8 inci Maddesinden Sonra Gelmek Üzere Eklenen 8/a Maddesinin İkinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı MADDE 3 2004 sayılı Kanunun 8 inci maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki 8/a maddesi eklenmiştir. 'Elektronik işlemler: MADDE 8/a İcra ve iflas dairelerince yapılacak her türlü icra ve iflas iş ve işlemlerinde Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi kullanılır; her türlü veri, bilgi, belge ve karar, Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi vasıtasıyla işlenir, kaydedilir ve saklanır. Usulüne göre güvenli elektronik imza ile oluşturulan elektronik veriler senet hükmündedir. Güvenli elektronik imza, elle atılan imza ile aynı ispat gücünü haizdir. Güvenli elektronik imza, kanunlarda güvenli elektronik imza ile yapılamayacağı açıkça belirtilmiş olan işlemler dışında, elle atılan imza yerine kullanılabilir. Güvenli elektronik imzayla oluşturulan belge ve kararlarda, kanunlarda birden fazla nüshanın düzenlenmesi ve mühürleme işlemini öngören hükümler uygulanmaz. Zorunlu nedenlerden dolayı fiziki olarak düzenlenen belge veya kararlar, yetkili kişilerce güvenli elektronik imzayla imzalanarak Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemine aktarılır ve gerektiğinde Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi vasıtasıyla ilgili birimlere iletilir. Bu şekilde elektronik ortama aktarılarak ilgili birimlere iletilen belge ve kararların asılları, gönderen icraEsas Sayısı : 2012/100 Karar Sayısı : 2013/84 3 ve iflas dairesinde saklanır, ayrıca fiziki olarak gönderilmez. Ancak, belge veya kararın aslının incelenmesinin zorunlu olduğu hâller saklıdır. Elektronik ortamdan fiziki örnek çıkartılması gereken hâllerde, icra müdürü veya görevlendirdiği personel tarafından belgenin aslının aynı olduğu belirtilerek, imzalanır ve mühürlenir. Elektronik ortamda yapılan işlemlerde süre gün sonunda biter. Elektronik işlemlerin Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi vasıtasıyla yapılmasına dair usul ve esaslar, Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılan yönetmelikle düzenlenir.' 6352 sayılı yasa Metninin 3. Maddesi ile, 9.6.1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununa8/a maddesi olarak eklenen maddenin 2.fıkrasında 'Usulüne göre güvenli elektronik imza ile oluşturulan elektronik veriler senet hükmündedir. Güvenli elektronik imza, elle atılan imza ile aynı ispat gücünü haizdir' ibaresi Anayasa m.20/3 fıkrasına aykırıdır. Günümüzde teknoloji çok büyük kolaylıklar sağlasa da elektronik ortamdaki bazı bilgilerin kötü niyetli kişiler tarafından elde edilmesi ve kullanılması sözkonusu olabilmektedir. Elektronik ortamlın çok güvenli olmaması nedeniyle elektronik imzaya bu kadar büyük bir işlev yüklemek çok ciddi hukuksal sorunlara yol açabilir. Bu düzenleme Anayasa m.20/3 de ifade edilen 'Herkes kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir' ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Kişiyi pek çok şekilde bağlayan, borç ve taahhüt altına sokan senedin ıslak imza yerine elektronik imza ile de oluşturulabilmesini kabul etmek doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü ıslak imza ile oluşturulan senet altındaki imzanın bir başkası tarafından atılabilmesi mümkün değildir. Oysaki elektronik imza bilgileri her zaman için kötü niyetli kişiler tarafından elde edilme riskini taşımaktadır. Bu nedenle yapılan bu düzenleme özel hayatın gizliliği ve korunması ilkesi olarak ifade edilen Anayasa m.20/3 fıkrasına aykırıdır. 3. 6352 Sayılı 'Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un 21 inci Maddesi ile Değiştirilen 2004 Sayılı Kanunun 106 ncı Maddesinin Birinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı MADDE 21 2004 sayılı Kanunun 106 ncı maddesinin birinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. 'Alacaklı, haczolunan mal taşınır ise hacizden itibaren altı ay, taşınmaz ise hacizden itibaren bir yıl içinde satılmasını isteyebilir.' MADDE 21 2004 sayılı Kanunun 106 ncı maddesinin birinci fıkrasını değiştiren düzenlemede gayrimenkul satışlarında, gayrimenkulün satış şartları gereği tapu şerhlerindeki İİK. 100. madde bilgilerinin toplanması, bu bilgilerin ilgililere tebliği, kıymet takdirinin yapılması, kıymet takdir raporunun ilgililere tebliği en az bir yıllık bir süreyi gerektirmektedir. Hal böyle iken, getirilen yeni düzenlemeyle satış isteme süresinin bir yıla indirilmesi süreci işlemez duruma getirecektir. Gerek bu husus, gerekse 2002 yılında yapılan değişiklik ile satışEsas Sayısı : 2012/100 Karar Sayısı : 2013/84 4 süresinin bir yıla indirildiği, uygulamada bu sürenin yetersizliği ortaya çıkınca satış süresinin yeniden iki yıla çıkarıldığı göz önüne alındığında yapılan düzenlemenin yanlış olduğu açıktır Bu nedenle yapılan bu düzenleme ile alacaklıların haklarına kavuşması engellendiği gibi, gereksiz yere masraf yapılmasına da neden olabileceğinden Anayasa m.36 da ifade edilen hak arama hürriyetine ve m.40'da ifade edilen temel hak ve hürriyetlerin korunması ilkesine aykırıdır. 4. 6352 Sayılı 'Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un 22 nci Maddesi ile Değiştirilen 2004 Sayılı Kanunun 110 uncu Maddesinin Birinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı MADDE 22 2004 sayılı Kanunun 110 uncu maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. 'MADDE 110 Bir malın satılması kanuni müddet içinde istenmez veya icra müdürü tarafından verilecek karar gereği gerekli gider onbeş gün içinde depo edilmezse veya talep geri alınıp da kanuni müddet içinde yenilenmezse o mal üzerindeki haciz kalkar. Hacizli malın satılması yönündeki talep bir defa geri alınabilir. MADDE 22 2004 sayılı Kanunun 110.maddesinde yapılan değişiklik ile 'bir malın satılması kanuni müddet içinde istenmez veya icra müdürünce verilecek karar gereği gerekli gider on beş gün içinde depo edilmez ise veya talep geri alınıp da kanuni müddet içinde yenilenmez ise, o mal üzerindeki haciz kalkar. Hacizli malın satılması yönündeki talep bir defa geri alınabilir' hükmü sulh ve anlaşmaları engelleyici nitelikte olduğu gibi alacaklıların da alacaklarını alamamasına neden olabilir. Bu düzenleme hem alacaklının ,hem de borçlunun aleyhine sonuçlar doğurabilecektir. Bu nedenle yapılan bu düzenleme Anayasa m.36 da ifade edilen hak arama hürriyetine ve m.40'da ifade edilen temel hak ve hürriyetlerin korunması ilkesine aykırıdır. 5. 6352 Sayılı 'Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un 24 üncü Maddesi ile 2004 Sayılı Kanunun 114 üncü Maddesinin Üçüncü Fıkrasına Eklenen 'Açık artırmaya elektronik ortamda teklif verme yoluyla başlanır' Cümlesinin; 25 inci Maddesi ile Değiştirilen 2004 Sayılı Kanunun 115 inci Maddesinin; 28 inci Maddesi ile Değiştirilen 2004 Sayılı Kanunun 124 üncü Maddesinin Üçüncü Fıkrasının; 29 uncu Maddesi ile Değiştirilen 2004 Sayılı Kanunun 126 ncı Maddesinin Dördüncü Fıkrasının; 31 inci Maddesi ile Değiştirilen 2004 Sayılı Kanunun 129 uncu Maddesinin Anayasaya Aykırılığı 6352 Sayılı yasanın 24. maddesi ile 2004 sayılı İcra İflas Kanunu m.114'de yapılan değişiklikle menkul satışlarında 'Açık artırmaya elektronik ortamda teklif verme yoluyla başlanır' denilerek elektronik ortamda yapılacak açık artırma teklif verme koşulları; 25. maddesi ile 2004 sayılı Kanunun 115. maddesi ile elektronik ortamda verilen teklifin de değerlendirilerek yapılacak ihale koşulları; 28. maddesi ile değiştirilen 2004 sayılı Kanunun 124 üncü maddesinin üçüncü fıkrasında gayrimenkul satışlarında şartnamedeki elektronik ortamda teklif vermeye ilişkin hususlar; 29. maddesi ile değiştirilen 2004 sayılı Kanunun 126 ncı maddesinin 4. fıkrasında elektronik ortamda açık artırma koşulları, hazırlıkları; 31. maddesi ile değiştirilen 2004 sayılı Kanunun 129 uncu maddesinde ihalenin elektronik ortamdaEsas Sayısı : 2012/100 Karar Sayısı : 2013/84 5 verilen teklifler de değerlendirilerek yapılması usulü belirtilmektedir. Ayrıca 115., 126. ve 129. maddelerde birinci ve ikinci satış bedelinin tahmin edilen bedelin %50 sinden az olamayacağı düzenlenmiştir.. Hacizli malların satışı sırasında elektronik ortamda da teklif verilebileceği, şartnamede bunun koşullarının belirtileceği ve bu tekliflerinde değerlendirilerek ihalenin yapılacağı yönündeki bu düzenlemeleri halenin açıklığı. aleniliği ve herkesin tatmin olacağı bir şekilde. hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak koşullar da yapılması ilkelerini zedeleyebilecek, adalete olan güveni de sarsabilecektir. Bu düzenleme ile alacaklı, borçlu ya da üçüncü kişilerde güven duygusu zedelenebileceği gibi ihaleye fesat karıştırma iddiaları artabilecektir. Diğer yandan elektronik ortamdaki verilerin her zaman bozulabileceği ya da dışarıdan müdahale edilebileceği göz önüne alındığında değişikliğin yerinde olmadığı görülmektedir. Öte yandan hacizli malın hem ilk satışında hem de ikinci satışında tahmin edilen bedelin %50 si üzerinden ihalenin yapılması 2. Satışı işlevsiz hale getirmekte ve zaman kaybına yol açabilecektir. Bu nedenle yapılan bu düzenlemeler Anayasa m.36'da ifade edilen hak arama hürriyetine ve m.40'da ifade edilen temel hak ve hürriyetlerin korunması ilkesine aykırıdır. 6. 6352 Sayılı 'Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un 44 üncü Maddesi ile 06.01.1982 Tarihli ve 2575 Sayılı Danıştay Kanununun 8 inci Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının (d) Bendine Eklenen 'Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği,'İbaresi ile; (e) Bendine Eklenen 'ile düzenleyici ve denetleyici kurumların başkanlıkları' İbaresinin; 'Kamu kurum ve kuruluşlarının başhukuk müşavirliği, birinci hukuk müşavirliği, hukuk hizmetleri başkanlığı ve hukuk işleri müdürlüğü' Şeklinde Değiştirilen (g) Bendinin ve 'onbeş yıl' Şeklinde Değiştirilen (3) Numaralı Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı MADDE 44 6/1/1982 tarihli ve 2575 sayılı Danıştay Kanununun 8 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendine 'Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği,' ibaresi ile (e) bendine 'ile düzenleyici ve denetleyici kurumların başkanlıkları,' ibaresi eklenmiş, fıkranın (g) bendi aşağıdaki şekilde ve (3) numaralı fıkrasında yer alan 'yirmi yıl' ibaresi 'onbeş yıl' şeklinde değiştirilmiştir. 'g) Kamu kurum ve kuruluşlarının başhukuk müşavirliği, birinci hukuk müşavirliği, hukuk hizmetleri başkanlığı ve hukuk işleri müdürlüğü,' Kanunun 44'üncü maddesiyle, 2575 sayılı Danıştay Kanununun 'Danıştay üyelerinin nitelikleri başlıklı 8'inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının 'd' ve 'e' bentlerine yapılan eklemelerle, Cumhurbaşkanı tarafından Danıştay üyeliğine atanabilecek kamu görevlileri arasına, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği ile düzenleyici ve denetleyici kurumların başkanlığı görevlerinde bulunanlar da alınmış bulunmaktadır. Bilindiği gibi, anılan maddeye göre, Danıştay üye kadrosunda oluşan her dört boşalmadan birine, Cumhurbaşkanı tarafından 2575 sayılı Danıştay Kanununun 8'inci maddesinin (1) numaralı fıkrasında sayılan görevlerde bulunan kamu görevlilerinden atama yapılmaktadır.Esas Sayısı : 2012/100 Karar Sayısı : 2013/84 6 Bu yönteme göre, Danıştay üye kadrosunun en az 1/4'ü, Cumhurbaşkanı tarafından atanmış yüksek bürokratlardan oluşmaktadır. Bugün için, bu oranın sayısal değeri, en az 39 Danıştay üyesine tekabül etmektedir. Toplam üye kadrosu ise, 156'dır. Yine bilindiği gibi, Danıştay, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile görevlendirilmiş, Yüksek İdare Mahkemesi; danışma ve inceleme merciidir. Başka anlatımla da, çift görevli; yani idari görevleri de olan yüksek yargı yeridir. Bu özelliği sebebiyle de, Fransız geleneğine uygun olarak, üyelerinden bir kısmı, idarede deneyim kazanmış, yüksek bürokratlar arasından atandığı, buradaki amacın da, Danıştay'ın idari görevlerinin yerine getirilmesi ve yargılama sırasında, idarede edindikleri bilgi birikimi ve deneyimlerini Danıştay'a aktarmalarının sağlanması olduğu, iddia edilmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki; İdarenin iş ve işlemlerini hukuken denetleyen bir yargı kolunun yüksek mahkemesinde, sözkonusu yargı düzeninin en temel usul yasasını dahi bilmeyen insanların idari yargı adına son sözü söyleyebilecek icrai faaliyette bulunmaları kabul edilebilir gözükmemektedir. Çoğu kez tartışmalı konularda 5 kişilik kurulda kilit rol oynamaları, ' Kurulda bulunan diğer 4 kişi meslekten değil mi' karşı argümanını, geçerli ve problemin yokluğuna yeterli kılmamaktadır. Yürütme içinde anlayışları ve bakış açıları on yıllar sonunda şekillenen, adeta katılaşan kişilerin, meslek yaşamlarının ileri evresinde yürütmenin iş ve işlemlerinin yargısal denetimini yapma noktasında gerek formasyon gerekse hukuksal bakış bakımından problem yaşadıkları, yorum ve yaklaşımları ile tanık olanları şaşkınlık ve hayal kırıklığına uğrattıkları, idare lehine refleksif nitelikteki aşırı empatileri ile tarafsızlıklarında sorun yarattıkları, 1980'li yıllarda idari yargıç eksikliği nedeniyle böyle bir kaynağın kullanılmasının anlaşılabilir olduğu ancak günümüz koşullarında artık anlamını yitirdiği tartışmasız hükmüdür. İdari yargının en temel kavram ve içtihatlarına yabancı bir yüksek yargıç grubunun varlığı ve performansları, öncelikle adalet hizmetinden yararlanan halkın hakkını idare karşısında elde etmesine vesile olmaktadır. Öte yandan, bin bir emek ve çalışma ile bulundukları hakimlik mesleğine giren genç meslektaşlarımız büyük emek ve araştırma ile verdikleri kararların anlamsız gerekçelerle bozulmasının şaşkınlığı ve moral bozukluğunu yaşamaktadırlar. Bütün bunlardan başka, bugün idarenin ajanı iken yarın onu denetleme seviyesine çıkanlar (herkesin en iyi bildiği işi yapmasının gerektiği gerçeği karşısında) kendi saygınlıklarını da yitirmektedirler. İzah edilen bu çekincelerin aksine, 6352 sayılı kanunun 44. Maddesi ile, 2575 sayılı Danıştay Kanunu'na hem üye seçiminde yararlanılacak kaynak olarak yeni statüler (Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği, düzenleyici ve denetleyici kurumların başkanlıkları, kamu kurum ve kuruluşlarının başhukuk müşavirliği, birinci hukuk müşavirliği, hukuk hizmetleri başkanlığı ve hukuk işleri müdürlüğü)eklenmekte, hem de kamuda geçirilmesi gerekli olan görev süresi 20 yıldan 15 yıla düşürülmektedir. Kanun, yürürlüğe girdiği tarihte ise, Danıştay üyeliğine bu görevlerden atanacak olanların bilgi birikimi ve deneyimine karşıt olarak da, kamu hizmetinde 20 yıl; maddede sayılan görevlerde de en az 3 yıl çalışmış olma koşulunu aramıştı. Ancak; 6110 sayılı Kanunla, anılan görevlerde en az 3 yıl bulunma koşulu kaldırılmış; Kanun ile de, 20 yıllık kamu hizmeti görevi 15 yıla indirilmiştir. Böylece; maddede yazılı görevlerde bir gün bile bulunanların, diğer koşullara sahip olmaları kaydıyla, Danıştay üyeliğine atanmaları olanaklı hale getirilmiştir. Bu görevleri bile layıkıyla yapma performans ve liyakatine sahip olmayan kişilerin kısa süreli hülle atamalarla Danıştay üyesi olmasının yolu açılmıştır. Ayrıca, Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte, yani 1982 yılında, Danıştay üyesi kadrosu 68 idi ve bu sayının ' olan 17 Danıştay üyesiEsas Sayısı : 2012/100 Karar Sayısı : 2013/84 7 Cumhurbaşkanı tarafından seçilmiş durumdaydı. Ayrıca; o tarihte Danıştay'ın 10 dairesi vardı ve bu dairelerden 8'i dava, 2'si de idari daire idi. Oysa bugün, 15 daireden yalnızca biri idari dairedir. Cumhurbaşkanı tarafından atanan üye sayısı da, bu sayıya koşut olarak, azaltılacak yerde; oranın muhafaza edilmesi sonucu, ihtiyacın çok üzerinde bir rakama en az 39 sayısına ulaşmıştır. Yüksek Mahkeme niteliği ağır basan, idari görevleri azaltılan bir yargı kuruluşu için, yargıçlık kariyerinden gelmeyen bu üye sayısı, çok fazladır. Dahası, Danıştay üyeliği sırasında Danıştay'a aktarılacak bilgi ve deneyimin elde edilebilmesi için gerekli üç yıl çalışma koşulu da, 6110 sayılı Kanunla, kaldırılarak; Danıştay üyeliği, Danıştay'a aktarabileceği deneyimi ve bilgi birikimi olmayan, belli kişilere paye verilmek amacıyla kullanılabilecek yer haline getirilmiştir. Şimdi ise, kanunla, bir Yüksek Mahkeme olan Danıştay'ın mensuplarının yargıç nitelikleri ve yargıçlığın kariyer olduğu gerçeği göz ardı edilerek, bir yandan 20 yıl kamu hizmetinde bulunma koşulu 15 yıla indirilmek; diğer yandan da, Danıştay üyeliğine atanmak için bulunma koşulu aranan görevlere yeni görevler eklenerek, düzenleme konuluşundaki amacından iyice uzaklaştırılmaktadır. Bu bakımlardan, kanundaki düzenleme, yarardan çok zarar getirici niteliktedir. Ayrıca tecrübenin, Kanunun önceki halinde öngörülen 20 yılda 15 yıldan daha fazla olacağı düşünüldüğünde, sürenin indirimi çelişki oluşturmaktadır. Öte yandan mevcut mevzuat itibariyle, meslekten olanların staj süreleri ile beraber Danıştay üyesi olmaları 17 yıllık bir süreyi gerektirirken, yargı dışı sözkonusu kaynaktan üye seçiminde ( 15 yıl ile ) daha az süre yeterli görülmektedir. Bürokrasideki yükselmelerde çoğu kez liyakat gözardı edildiğinden ve belli bir terfi zinciri gözetilmediğinden, bahsedilen makamlar bir kaliteye delalet teşkil etmemektedir. Bu nedenle, seçilenlerin hukukla olan ilgi ve temaslarına ilişkin ve yüksek yargı üyeliğine uygun olacak yeni kriterler getirilmek suretiyle, uygulamanın yol açtığı sakıncaların azaltılması veya uygulanın tamamen kaldırılması yoluna gidilmesi gerekli idi. Aksi yönde bir düzenleme yapılarak, Mahkemelerin Bağımsızlığı ve Hakimlik teminatı bir kez daha yok farzedilmiştir. Netice olarak, Kanunun 44. maddesi ile getirilmiş olan bu hükümler bütünüyle Hukuk Devleti İlesine ve Hukuk Güvenliğine aykırı düzenlemelerdir. Bu nedenle, 6352 sayılı yasanın 44. maddesi ile 6/1/1982 tarihli ve 2575 sayılı Danıştay Kanununun 8 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendine eklenen 'Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği,' ibaresi ile; (e) bendine eklenen 'ile düzenleyici ve denetleyici kurumların başkanlıkları' ibaresi; 'Kamu kurum ve kuruluşlarının başhukuk müşavirliği, birinci hukuk müşavirliği, hukuk hizmetleri başkanlığı ve hukuk işleri müdürlüğü' şeklinde değiştirilen (g) bendi ve 'onbeş yıl' şeklinde değiştirilen (3) numaralı fıkrası Anayasanın 2., 6., 8., 9., 10., 11., 138., 139., 140. maddelerine aykırı olduğundan iptal edilmelidir. 7. 6352 Sayılı 'Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un 45 inci Maddesi ile Değiştirilen2575 Sayılı Kanunun 24 üncü Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının (c) Bendinin Anayasaya Aykırılığı MADDE 45 2575 sayılı Kanunun 24 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.Esas Sayısı : 2012/100 Karar Sayısı : 2013/84 8 'c) Bakanlıklar ile kamu kuruluşları veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarınca çıkarılan ve ülke çapında uygulanacak düzenleyici işlemlere,' Kanunun 45'inci maddesi ile 2575 sayılı Danıştay Kanununun 24'üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendi; 'c) Bakanlıklar ile kamu kuruluşları veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarınca çıkarılan ve ülke çapında uygulanacak düzenleyici işlemlere,' şeklinde değiştirilmiştir. 3. Yargı Paketine getirilen en büyük eleştiri; Danıştay merkezli, Danıştay'ı rahatlatma amaçlı ve kurumsal bencilliğin olduğu bir yaklaşımın düzenlemeye hakim olmasıdır. Buna örnek olan söz konusu değişiklikle Danıştay'ın ilk derece baktığı davalarda azaltma yoluna gidilmekte, görev alanı daraltılmaktadır. Bunun temel nedeni olarak gösterilen Danıştay'da oluşan aşırı işyükü; Danıştay'ın onyıllar içerisinde oluşturduğu içtihadın yürütme açısından yol açtığı memnuniyetsizlik için bir fırsat oluşturmaktadır. Bakanlıkların düzenleyici işlemlerine (örneğin Turizm Bakanlığının yaptığı düzenleyici işlem niteliğindeki imar planlarına) artık Danıştay ilk derece yargı yeri olarak bakmayacaktır. Ülke genelinde uygulanmayan lokal olarak belirli bir coğrafyaya ilişkin Bakanlık düzenleyici işlemlerinin yargısal denetiminin Danıştayca yapılması uygulamasından vazgeçilmiştir. Bu işlemlerin (örneğin Turizm Bakanlığınca yapılan planlarında olduğu gibi) çoğu kez rantı yüksek nitelikleri ve Danıştay'ın siyasi müdahaleye olanak vermeyecek göreceli güçlü yapısı dikkate alındığında, değişiklikle idare mahkemeleri bir ağır yükün altına daha sokulmuştur. Yürüyen derdest davalara Danıştay'da bakılacaktır. Geçiş döneminin süresi ve var olan içtihadı değiştiren yeni kararlara bağlı olarak çeşitli sorunlar yaşanacağı tabiidir. Bakanlıkların tüm düzenleyici işlemleri ile denetleyici ve düzenleyici kurulların işlemlerine karşı Danıştay'da dava açılması yerine, Bakanlıkların, denetleyici ve düzenleyici kurulların ülke çapında uygulanacak işlemlerine karşı Danıştay'da, yöresel işlemlerine karşı ise konularına göre İdare ve Vergi Mahkemelerinde dava açılacağı esası, Düzenleyici işlemler için genel/yerel ayrımının yapılmasının son derece zor olması bir kenara, bu ayrımın yapılması dahi çok sayıda görev uyuşmazlığına yol açabilecektir. Öte yandan bu işlemlerin sonuç itibariyle önemi, ağırlığı ve etkilerinin yaygınlığı göz önüne alındığında bu davaların tümüyle Danıştay'da görülmeleri gerekir. Kaldı ki bu husus içtihat birliği açısından da son derece önemlidir. Netice olarak, Kanunun 45. maddesi ile getirilmiş olan bu hükümler bütünüyle Hukuk Devleti İlesine, Hukuk Güvenliğine, erkler ayrılığı ilkesine ve yargı bağımsızlığına aykırı düzenlemelerdir. Bu nedenle, 6352 sayılı yasanın Kanunun 45. maddesi ile değiştirilen 2575 sayılı Kanunun 24 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendinin de, Anayasanın 2., 6., 8., 9., 10., 11., 138., 139., 140. maddelerine aykırı olduğundan iptal edilmelidir. 8. 6352 Sayılı 'Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un 46ncı Maddesi ile Değiştirilen 2575 Sayılı Kanunun 60 ıncı Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının ve 47 nci Maddesi ile Değiştirilen2575 Sayılı Kanunun 61 inci Maddesinin (1) ve (3) Numaralı Fıkralarının Anayasaya Aykırılığı MADDE 46 2575 sayılı Kanunun 60 ıncı maddesinin (1) numaralı fıkrasının birinci cümlesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. 'Başsavcı, ilk derece mahkemesi sıfatıyla Danıştayda görülen dava dosyalarını, esas hakkındaki düşüncelerini bildirmek üzere, uygun göreceği görev ayırımına göre savcılara havale eder.'Esas Sayısı : 2012/100 Karar Sayısı : 2013/84 9 MADDE 47 2575 sayılı Kanunun 61 inci maddesinin (1) ve (3) numaralı fıkraları aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. '1. Savcılar, ilk derece mahkemesi sıfatıyla Danıştayda görülen dava dosyalarından kendilerine havale olunanları Başsavcı adına incelerler ve esas hakkındaki düşüncelerini, bir ay içinde gerekçeli ve yazılı olarak verirler. Bu süreler geçirilirse durumu sebepleriyle birlikte Başsavcıya bildirirler. Danıştay Başkanının ve Başsavcısının vereceği diğer görevleri yerine getirir; çalışma düzeninin korunması ve iş veriminin artırılması için Başsavcının alacağı tedbirlere uyarlar.' '3. Dava dairelerince gerekli görüldüğü takdirde, Danıştay savcıları, önceden haber verilmek suretiyle, düşüncelerini sözlü olarak da açıklarlar.' İptali istenen kanun değişikliğinden önceki 2575 sayılı mevzuata göre, Danıştay savcıları, Danıştay'ın ilk derece mahkemesi ve temyiz mercii olarak baktığı tüm davalar ile kararın düzeltilmesi başvurularında, hem işin esası hem de yürütmenin durdurulması istemleri hakkında düşünce vermelerini gerektiriyor. Kanun, sözü edilen değişikliği, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin, Danıştay savcısının düşüncesinin taraflara tebliğini zorunlu kılması ve savcının incelemesinin yargılamayı uzattığı gerekçesine dayandırmaktadır. Bu gerekçe, gerçek durumla uyuşmamaktadır. Zira; istatistikler göstermektedir ki, Danıştay savcıları, dosyaları inceleme süresi bakımından, dava dairelerinin en az altı ay önünde bulunmaktadır. Daha açık olarak, bugün dava dairelerinin önünde, Danıştay savcılarınca hiç düşünce verilmese bile, en az altı ayda bitirebilecekleri sayıda savcı düşüncesi almış dosya var. Oysa; Danıştay savcılığı, her ay, dava dairelerinin aynı sürede karara bağladıkları dosya sayısından daha fazlasını düşünceye bağlamaktadır. Yani; dava dairelerinin, dolaplarındaki savcı düşüncesi almış dosya sayısını eritmeleri bir yana, sürekli olarak, bu konuda birikme olmaktadır. Danıştay savcılarına dava, temyiz ve kararın düzeltilmesi başvuruları ile ilgili esas dosyaları, her ayın başında belli sayıda verilir. Savcı bu dosyaları, kendisine verildiği günden itibaren incelemeye başlayarak, her gün bir kısmını düşünceye bağlamak suretiyle, ay sonuna kadar bitirir. Bu konuda gecikme olması, olağan dışı durumlar dışında, mümkün değildir. Savcı, yürütmenin durdurulması istemli dosyaları ise, kendisine havale tarihinden itibaren iki gün içinde düşünceye bağlar ve dairesine gönderir. Danıştay'ın işleyişini bilmeyen biri, Danıştay savcılığının düşünce verme işlevinin yargılamayı geciktirebileceğini söyleyebilir; ancak, durum, açıklandığı üzere, öyle değildir. Dosyaların karara bağlama sürecinin uzamasının nedeni, Danıştay savcılarının incelemesi değil; idarenin çıkardığı uyuşmazlık sayısının dava dairelerinin kaldıramayacağı boyuta ulaşmış olmasıdır. Onun da çözümünün, adil ve sağlıklı yargılama için gerekli müesseselerin kaldırılması ya da işlevsiz hale getirilmesinde aranması, Hukuk Devleti yönünden hiçbir yarar sağlamaz; aksine zararlı olur. Danıştay savcılarının davadaki işlevi, adli yargı yerlerindeki Cumhuriyet savcılarınınkinden farklıdır. Eski adı, Kanun sözcüsüdür. 1981 yılında, idari yargı mensuplarının Hakimler ve Savcılar Kanunu kapsamına alınmasıyla, anılan unvan, Danıştay Savcısı olarak değiştirilmiştir. Aslında, en doğru tanımlama, Hukuk sözcüsü olmalıdır. Bizdeki, Kanun sözcülüğü kurumuna, Fransız Hükümet Komiserliği (İdaredeki Hükümet komiserlerinden farklı ve Consel d'Etat mensubu) müessesesi kaynaklık etmiştir. Fransa'da, Hükümet Komiserliği (Commissaire du Gouvernement) unvanı ile ilgili tartışmalar, 2009 yılında yapılan bir değişiklikle sonuçlanmış ve unvan, işlevine daha uygun olarak, 'Kamu Raportörlüğü' olarak değiştirilmiş; ayrıca, idari mahkeme ve idari istinaf mahkemelerinde de bu müesseseye yer verilmiştir. Danıştay savcıları, davada taraf değildirler. Değerlendirme, görüş ve düşünceleri ile uyuşmazlık hakkında vicdani kanaatlarına göre uygun çözümü. Esas Sayısı : 2012/100 Karar Sayısı : 2013/84 10 taraflardan ve ilgili dava dairesi ya da dava daireleri kurulundan tamamen bağımsız ve tarafsız olarak açıklarlar. Danıştay savcılarına İdari Yargı'da ihtiyaç duyulmasının nedeni, İdari Yargı'da yargılamanın yazılı olmasıdır. Yazılı yargılamada, dava ile ilgili belge ve bilgilerin olabildiğince farklı kişi ve kişilerce incelenip; görüş bildirilmesi, adil yargılamanın gerçekleşmesi bakımından önemlidir. Hatta, tarafların menfaatinedir. Danıştay savcılarının incelemeleri, bu ihtiyaca cevap vermektedir. Danıştay savcılarının bir işlevi de, içtihadın gelişmesini izleyerek; ülkede, hukuk birliğinin ve kanun önünde eşitlik ilkesinin gerçekleşmesine; hukukun gelişmesine katkıda bulunmaktır. Bizde, ilk derece idari yargı yerlerinde (idare ve vergi mahkemelerinde) savcılık veya bu müesseseye tekabül edecek başka bir müessese yoktur. Üstelik anılan mahkemelerde görevli idari yargıçlar, çoğunlukla mesleğin başında olan kıdem ve deneyim yönünden, Danıştay meslek mensuplarının gerisindedir. Bu yüzden; bunların baktıkları davaların ve bu davalarda verilen kararların, bir kez de Danıştay savcılarınca incelenip değerlendirilmesine; Danıştay'ın ilk derece mahkemesisıfatıyla ve tümü yüksek yargıç olan Danıştay üyelerince bakılan davalardakinden daha fazla ihtiyaç vardır. Bununla birlikte, İdari İstinaf Sisteminin tam olarak hayata geçirilmesi halinde, esasen kaldırılması gereken kararın düzeltilmesi istemli dosyaların esası ile temyiz ve kararın düzeltilmesi aşamalarında yapılacak yürütmenin durdurulması istemleri hakkında Danıştay savcısının düşüncesinin alınması gerekirdi. Danıştay Savcılığı kurumu adil yargılanma süresine dahil olan yargı kararlarının uygulanması evresinde, tıpkı Fransa'daki hükümet komiserleri gibi konunun takipçisi olmak bakımından etkinleştirilmeliydi. Yargıda gerçek reform, düzenlemenin hız tutkusu ile ağırlık atma mantığı yerine bu türden idarenin hukuka uymasını garanti edecek mekanizmalar ihdası ile olabilir. Mevcut düzenleme bu mekanizmalardan yoksun olduğu için, Anayasanın 2., 6., 9.,138. ve 139. Maddelerine aykırı olduğundan iptal edilmelidir. 9. 6352 Sayılı 'Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İ | 4,157 |
Esas Sayısı: 1989/ 3 Karar Sayısı: 1989/5 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : iptal isteminde bulunan mahkemenin başvuru kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir: Dava konusu işlemin yasal dayanağını oluşturan ve Mahkememizce olaya uygulanması gereken 80 sayılı Haller Kanunu'nun 4. Maddesinin Altı ve Yedinci fıkralarında, 250. Liraya kadar para cezaları ile onbeş güne kadar faaliyetten men'i cezasını vermeye Belediye Başkanları ve teşkilatı bulunan yerlerde, Belediye Başkan Muavinleri ve Belediye Şube Müdürlükleri yetkilidir. Bu suretle verilecek cezalar kesin olup, aleyhine adli ve idari Kaza Mercilerine müracaat olunamaz. denilmektedir. Mahkememizce re'sen yapılan inceleme sonucunda, 80 sayılı Haller Kanunu'nun 4. Maddesinin Yedinci paragrafındaki Bu suretle verilecek cezalar kesin olup, aleyhine adli ve idari kaza mercilerine müracaat olunamaz. şeklindeki hükmün, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. ve 125. maddesi hükümlerine aykırı olduğu kanısına varılmıştır. Şöyle ki; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. Maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmekte, aynı Anayasanın 125. Maddesinin birinci fıkrasında da, İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. denilmektedir. Anayasa Mahkemesinin Esas: 1963/124, Karar: 1963/243 sayılı kararında da belirtildiği üzere hukuk devleti, kişiye tüm hak ve özgürlükleri tanıyıp, bunlara saygı gösteren ve bu haklan koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa'ya uyan bir devlet, demektir. Hukuk devletinin dayandığı hukuki temellerden birisi ve belki de en önemlisi idarenin hukuka bağlılığının sağlanmasıdır. Bu da ancak İdarenin, İdare Hukuku sahasında tesis ettiği işlem ve eylemlere karşı İdari Yargı yolunun, Özel Hukuk hükümlerine göre yaptığı faaliyetlerine karşı ise Adli Yargı Yolunun açık tutulmasıyla mümkün olabilir. Görüldüğü gibi Anayasamızın 125. Maddesinin birinci fıkrasındaki İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. hükmü, hukuk devleti ilkesinin zorunlu bir sonucu olmaktadır. Bu durum karşısında, 80 sayılı Haller Kanunu'nun 4. maddesinin 7. bendinde yer alan ve Belediye Başkanınca verilecek 250. Liraya kadar para cezası ile onbeş güne kadar faaliyetten men cezasına karşı Yargı yolunu kapayan hükmün, TC. Anayasası'nın yukarıda belirtilen maddelerine aykırılığı açıktır. Açıklanan nedenlerle, 80 sayılı Haller Kanununun 4. Maddesinin 7. fıkrasının (son fıkra) iptali için Anayasa Mahkemesine Başvurulmasına ve ilgili belgelerin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, davanın görümünün ertelenmesine, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. Maddesi uyarınca 24.11.1988 gününde oybirliğiyle karar verildi. | 365 |
Esas Sayısı : 2014/61 Karar Sayısı : 2014/166 1 I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: . II. ANAYASAYA AYKIRILIK GEREKÇELERİ 1) 6514 Sayılı Kanunun 3. Maddesi ile 663 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 32. Maddesinin (6) Numaralı Fıkrasına Dördüncü Cümleden Sonra Eklenen Cümlenin Anayasaya Aykırılığı 6514 Sayılı Kanunun 3. maddesi ile 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 32. maddesinin (6) numaralı fıkrasına dördüncü cümleden sonra, Yükseköğretim kurumlarının öğretim üyesi kadrosunda bulunanlardan sözleşmeli statüde istihdam edilenlerin sözleşmeli olarak çalıştıkları süreler, akademik unvanların kazanılması, yükseköğretim kurumları dışında kullanılması ve diğer özlük işlemlerinde değerlendirilmesi bakımından yükseköğretim kurumlarında geçmiş sayılır. cümlesi eklenmiştir. Yapılan düzenleme yükseköğretim kurumlarının öğretim üyesi kadrosunda bulunanlardan, Sağlık Bakanlığı Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu'na bağlı Kamu Hastaneleri Birlikleri'nde sözleşmeli statüde çalışanlarla ilgilidir. 663 sayılı KHK'nin 32. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, Birliklerde ekli (II) sayılı cetvelde belirtilen pozisyonlarda sözleşmeli statüde personel istihdam edileceği kurallaştırılmıştır. Ekli (II) Sayılı Cetvel ile (III) Sayılı Cetvel incelendiğinde, Genel Sekreter, Başkan (Tıbbi Hizmetler Başkanı, İdari Hizmetler Başkanı, Mali Hizmetler Başkanı), Hastane Yöneticisi ve Başhekim unvanlarında profesör, doçent ve eğitim görevlileri ile sözleşme yapılabileceği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, iptali istenen düzenleme, yükseköğretim kurumları dışında görevlendirme yoluyla görev yapan tüm öğretim üyeleri ile öğretim görevlilerini değil, sadece 663 sayılı KHK'nin 32. maddesinde belirtilen Kamu Hastane Birliklerinin Genel Sekreter, Başkan (Tıbbi Hizmetler Başkanı, İdari Hizmetler Başkanı, Mali Hizmetler Başkanı), Hastane Yöneticisi ve Başhekim unvanlarında sözleşme ile istihdam edilecek profesör, doçent ve öğretim görevlilerinden sadece yükseköğretim kurumlarının öğretim üyesi (profesör, doçent ve yardımcı doçent) kadrosunda bulunanlardan yine sadece profesör ve doçentleri kapsamaktadır. 2547 sayılı Kanunun Profesörlüğe yükselme ve atama başlıklı 26. maddesinin (a) fıkrasının (1) numaralı bendinde, profesörlüğe yükseltilerek atamada; doçentlik unvanını aldıktan sonra en az beş yıl süreyle, açık bulunan profesörlük kadrosu ile ilgili bilim alanında çalışmış olmak şartı getirilirken; Unvanların korunması başlıklı 29. maddesinin ikinci fıkrasında ise, başka bir işe geçmek, emekli olmak veya çekilmek ya da çekilmiş sayılmak yoluyla öğretim görevinden ayrılanların akademik unvanlarını taşıyabilecekleri; ancakEsas Sayısı : 2014/61 Karar Sayısı : 2014/166 2 profesörlük, doçentlik veya yardımcı doçentlik unvanlarını kazananların her unvan dönemi içinde yükseköğretim kurumlarında fiilen iki yıl görev yapmadıkları takdirde yükseköğretim kurumları dışındaki çalışmalarında bu unvanları kullanamayacakları kurallaştırılmıştır. Bu kurallara göre akademisyenlerin akademik kariyer elde etmeleri ve bunları kullanmaları, üniversitede ön lisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde öğrenci ve öğretim üyesi yetiştirip, akademik bilimsel araştırma yapmalarından geçmektedir. İptali istenen düzenlemeyle, yükseköğretim kurumlarının öğretim üyesi kadrolarında bulunup da Kamu Hastane Birliklerinin Genel Sekreter, Başkan, Hastane Yöneticisi ve Başhekim unvanlarında sözleşme ile istihdam edilecek profesör, doçent ve öğretim üyelerinden, profesör ve doçentler; 2547 sayılı Kanunun 26. maddesindeki profesörlük kadrosuna atanabilmek için aranan doçentlik unvanını aldıktan sonra en az beş yıl süreyle, açık bulunan profesörlük kadrosu ile ilgili bilim alanında çalışmış olma ile 29. maddesindeki, akademik unvanlarını yükseköğretim kurumları dışında kullanabilmeleri için yükseköğretim kurumlarında fiilen iki yıl görev yapma koşullarından istisna tutulmakta veya aynı anlama gelmek üzere sözleşme süreleri bu görevlerde geçmiş sayılmakta ve ayrıca 38. maddesindeki, yükseköğretim kurumları dışındaki kamu kurumlarında geçici görevlendirilen öğretim üyelerine sağlanan mali hakları aşan mali haklardan yararlanmalarına yönelik ayrıcalığa sahip kılınmaktadırlar. 663 sayılı KHK'nin 32. maddesine göre Kamu Hastane Birliklerinin Genel Sekreter, Başkan (Tıbbi Hizmetler Başkanı, İdari Hizmetler Başkanı, Mali Hizmetler Başkanı), Hastane Yöneticisi ve Başhekim unvanları için tabip/diş tabibi kökenli profesör, doçent ve öğretim görevlileri ile sözleşme yapılabileceği gibi Tıbbi Hizmetler Başkanı ile Başhekimlik unvanları dışındaki unvanlar için en az dört yıllık eğitim veren yükseköğretim kurumlarından veya bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca kabul edilmiş yurt dışındaki yükseköğretim kurumlarından mezun olan ve bu bağlamda hukuk, sosyoloji, psikoloji, ilahiyat, kamu yönetimi, işletme, iktisat, maliye, mimarlık, mühendislik, fizik, kimya, tarih, coğrafya, dil, edebiyat vb. alanlardaki öğretim görevlisi, doçent ve profesörlerle de sözleşme imzalanabilecektir. Anayasa Mahkemesinin istikrar kazanmış kararlarına göre, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasaya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesi, yasaların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesini de gerektirir. Bu bağlamda, yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Tabip veya diş tabibi profesör ve doçentlerin mesleki formasyon ve kariyerleri ile ilgisi bulunmayan genel sekreterlik, mali hizmetler başkanlığı, idari hizmetler başkanlığı, hastane yöneticiliği gibi yönetsel görevlerde geçirecekleri sürelerin; tabip/diş tabibi doçentler açısından, doçentlik unvanını aldıktan sonra en az beş yıl süreyle, açık bulunan profesörlük kadrosu ile ilgili bilim alanında çalışmış olma, tabip/diş tabibi doçent ve profesörler açısından ise akademik unvanlarını yükseköğretim kurumları dışında kullanabilmeleri için yükseköğretim kurumlarında fiilen iki yıl görev yapma koşulu bağlamında mesleki kıdem veEsas Sayısı : 2014/61 Karar Sayısı : 2014/166 3 kariyerlerinden sayılacak olması, tabip/diş tabibi doçent ve profesörlerin yükseköğretim kurumlarında yürüttükleri yüksek eğitim, bilimsel araştırma ve tedavi hizmetlerinin nitelikleriyle bağdaşmadığı gibi hakkaniyet ve kamu yararı ölçütleriyle de uyuşmadığından, iptali istenen düzenleme Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Öte yandan, Anayasanın 10. maddesinde yasa önünde eşitlik ilkesine yer verilmiş ve ayrımcılık yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik ilkesi, durum ve konumları aynı olanlara aynı kuralların uygulanması ve böylece ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasının engellenmesini gerektirir. Yükseköğretim kurumları dışında görevlendirilen öğretim üyelerinden, sadece 663 sayılı KHK'nin 32. maddesinde belirtilen Kamu Hastane Birliklerinin Genel Sekreter, Başkan (Tıbbi Hizmetler Başkanı, İdari Hizmetler Başkanı, Mali Hizmetler Başkanı), Hastane Yöneticisi ve Başhekim unvanlarında sözleşme ile istihdam edilecek profesör ve doçentleri kapsayıp, diğer görevlendirmeleri kapsamayan iptali istenen düzenlemeler, yasa karşısında eşitlik ilkesiyle bağdaşmadığından, Anayasanın 10. maddesine aykırıdır. Yukarıda açıklandığı üzere, 6514 sayılı Kanunun 3. maddesi ile 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 32. maddesinin (6) numaralı fıkrasına dördüncü cümleden sonra eklenen cümle, Anayasanın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 2) 6514 Sayılı Kanunun 6. Maddesi ile Değiştirilen 663 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 55 inci Maddesinin Anayasaya Aykırılığı 11.10.2011 tarihli ve 663 sayılı KHK'nin 55. maddesi, Bakanlık, kamu ve özel bütün sağlık kuruluşlarında çalışmakta olan sağlık personeli için görevli olduğu kuruluşun bulunduğu yerleşim yeri sınırları içinde ikamet etme mecburiyeti getirebilir. Bu mecburiyetin usûl ve esasları Bakanlıkça belirlenir. kuralını içermekteydi. Anayasa Mahkemesi anılan düzenlemeyi 14.02.2013 günlü ve E.2011/150 K.2013/30 sayılı kararında, Sağlık personeline çalıştığı yerde ikamet mecburiyeti getirilmesi hususu, Anayasanın 23. maddesinde düzenlenmiş bulunan 'yerleşme ve seyahat hürriyeti' ile yakından ilgilidir. Bu madde, Anayasanın ikinci kısmının ikinci bölümünde düzenlenmiştir. Anayasanın 91. maddesi gereğince bu bölümde yer alan hak ve hürriyetlerin KHK'lerle düzenlenmesi mümkün değildir. gerekçesiyle iptal etmiştir. 6514 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 663 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin iptal edilen 55. maddesi aynı amaca ulaşılacak ve aynı sonucu doğuracak şekilde, Sağlık personelinin mesai saatleri haricinde de hizmetine ihtiyaç duyulduğunda ilgili sağlık kuruluşuna ulaşabilmeleri için alınacak tedbirler ve ilgililerin uyacağı kurallar Bakanlıkça belirlenir. şeklinde yeniden düzenlenmektedir. 24 saat devamlılık gösteren sağlık hizmetlerinin sürekliliğinin sağlanmasına ilişkin hükümler öteden beri mevzuatımızda yer almaktadır. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun Günün 24 saatinde devamlılık gösteren hizmetlerde çalışma saat ve usulünün tespiti başlıklı 101. maddesinin ilk cümlesinde, Günün yirmi dört saatinde devamlılık gösteren hizmetlerdeEsas Sayısı : 2014/61 Karar Sayısı : 2014/166 4 çalışan Devlet memurlarının çalışma saat ve şekilleri kurumlarınca düzenlenir. hükmü bulunmaktadır. 10.09.1982 tarih ve 8/5319 numaralı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Yataklı Tedavi Kurumları Hizmetleri İşletme Yönetmeliğinde ise, sağlık hizmetlerinin 24 saat esasına göre sunulmasının sağlanması amacıyla sağlık personelinin çalışma düzeni ile çalışma saat ve şekilleri ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Anılan Yönetmeliğin 37. maddesi, Yataklı tedavi kurumlarında çalışmalar günün 24 saatinde kesintisiz devam eder. Normal mesai saatleri dışındaki hizmetler, acil vak'aların muayene ve tedavisini, acil ameliyat ve müdahalelerin yapılmasını ve yatmakta olan hastaların bakımlarının devamını kapsar. şeklinde iken; 38. maddesinde, yataklı tedavi kurumlarında tüm personelin mesai başlama ve bitiş saatlerinin, hizmetin ve mahallin özelliği ve kurumun personel kadrosu göz önüne alınarak ilgili kanunlara göre valilikçe belirleneceği; hastane baştabiplerinin, sağlık hizmetlerinin sürekliliği ve kesintiye uğramaması amacıyla personel sayısını da dikkate alarak vardiya ve nöbet gibi hizmetlerde farklı çalışma saatleri belirleyebileceği kurallaştırılmış; 41. maddesinde normal çalışma saatleri dışında ve resmi tatil günlerinde dışarıdan gelecek hastalar ile kurum içindeki hastaların acil durumlarında tıbbi ve bununla ilgili idari ve teknik yardımları zamanında sağlayabilmek, olması muhtemel idari ve teknik olay ve kazalara zamanında müdahale edebilmek amacıyla yataklı tedavi kurumlarındaki nöbet esaslarına yer verilmiş ve 42. maddesinde ise, tüm nöbet türlerini kapsayan icapçı nöbeti (evde nöbet), normal nöbet, acil nöbeti ve branş nöbetinin tutulmasına ilişkin usul ve esaslar düzenlenmiştir. Öte yandan, aynı Yönetmeliğin 44. maddesinde diştabibi nöbeti, 45. maddesinde eczacı nöbeti, 46. maddesinde uzmanlık eğitimi görenlerin nöbeti, 47. maddesinde başhemşire yardımcılarının nöbeti, 48. maddesinde hemşire ve ebelerin nöbeti, 49. maddesinde tıbbi teknisyenlerin nöbeti, 50. maddesinde yardımcı hizmetler sınıfı personelin nöbeti, 51. maddesinde genel idare hizmetleri sınıfındaki personelin nöbeti ve 52. maddesinde teknik personelin nöbeti düzenlenmiştir. Bu bağlamda, süreklilik taşıyan sağlık hizmetlerinin 24 saat esasına göre kesintisiz sürdürülmesini sağlamak üzere mesai saatleri haricinde hizmetine ihtiyaç duyulan sağlık personelinin ilgili sağlık kuruluşuna ulaşabilmelerine ilişkin olarak yürürlükteki hukuki düzenlemelerde herhangi bir eksiklik ve bu eksikliğe dayalı düzenleme ihtiyacı bulunmamaktadır. Bu hukuki gerçekliğe rağmen, Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği hükmün yerine getirilen iptali istenen kuralla, Sağlık Bakanlığına sağlık personelinin mesai saatleri haricinde de hizmetine ihtiyaç duyulduğunda, ilgili sağlık kuruluşuna ulaşabilmeleri için alınacak tedbirleri ve ilgililerin uyacağı kuralları belirleme gibi amacı, kapsamı ve içeriği belirsiz olan sınırsız bir düzenleme yetkisi verilmektedir. 6514 sayılı Kanunun gerek genel gerekçesinde gerekse madde gerekçesinde maddenin özeti yapılmakla yetinilmiş; düzenlemeyle neyin amaçlandığı ve yürürlükteki mevzuata göre karşılanamayan hangi ihtiyacın nasıl karşılanacağına yönelik herhangi bir açıklamaya da yer verilmemiştir. İptali istenilen düzenlemenin yürütme organına verdiği temel hak ve özgürlükleri sınırlandırabilecek yetkinin belirsiz kapsamının, kamu düzeninin zorunlu kıldığı hangiEsas Sayısı : 2014/61 Karar Sayısı : 2014/166 5 toplumsal gereksinimden doğduğu anlaşılmamaktadır. Madde; anlam ve kapsamını tespit etmeye elverişli hiçbir ölçüt içermemektedir. Sağlık Bakanlığı'na, sağlık personelinin seyahat özgürlüğü, yerleşme, dinlenme ve çalışma hakkı gibi pek çok temel haklarına yönelik düzenleme yapma yetkisi verilmekle birlikte; bu yetkinin kapsamı, sınırları, ölçütleri yasada yer almamaktadır. Yetkinin kullanımı sonucu temel haklara yönelik yapılacak sınırlamaların sınırı çizilmemiştir. Sonuç olarak, Sağlık Bakanlığı'na, sağlık personelinin Anayasal haklarını sınırlandırma konusunda amacı, kapsamı ve içeriği belirsiz olan sınırsız bir düzenleme yetkisi verilerek hukuk güvenlikleri ortadan kaldırılmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin unsurlarından biri de, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlamasıdır. Hukuk güvenliği, kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik gerektirir. Hukuki belirlilik ilkesi, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem idare yönünden herhangi bir duraksamaya veya kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, anlaşılır, net ve uygulanabilir olması ve kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini gerektirir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup bireyin, kanundan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır. Hukuk devletinde yargı denetiminin sağlanabilmesi için yönetimin görev ve yetkilerinin sınırının yasalarda açıkça gösterilmesi temel bir zorunluluktur. İptali istenen kural, hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik özellikleri taşımadığı için yasama yetkisinin amacına uygun biçimde kullanılmasına elverişli olmadığı gibi hukuk devleti ilkesiyle de bağdaşmadığından Anayasanın 2. ve 87. maddelerine aykırılık oluşturmaktadır. Öte yandan, Anayasa ile güvence altına alınmış temel hakların, Anayasanın öngörmediği şekilde ortadan kaldırılamayacağında duraksama yoktur. Kaldıki, temel hak ve özgürlüklerin kaldırılmasından değil, sınırlandırılmasından söz edilebilir ki, bu da ancak Anayasanın 13. maddesindeki koşulların gerçekleşmesi ile olanaklıdır. Anayasanın 13. maddesinde; temel hak ve hürriyetlerle ilgili sınırlamaların, özlerine dokunmaksızın Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak yapılabileceği ve bu sınırlamaların Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilerek, sınırlandırmanın ölçüsü de ortaya konmuştur. Ölçülülük ilkesi, amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması gereğini ifade eder. Ölçülülük, aynı zamanda yasal önlemin sınırlama amacına ulaşmaya elverişli olmasını, amaç ve aracın ölçülü bir oranı kapsamasını ve sınırlayıcı önlemin zorunluluk taşımasını da içerir. (Bkz. Anayasa Mahkemesinin 04.07.2013 tarihli ve E.2012/100, K.2013/84 sayılı kararı).Esas Sayısı : 2014/61 Karar Sayısı : 2014/166 6 Ölçülülük ilkesi, elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt bileşenden oluşmaktadır. Elverişlilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını; gereklilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç açısından gerekli olmasını; orantılılık ise, başvurulan önlem ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade eder. Yürütme organına kapsamı belirsiz, çerçevesi çizilmemiş bir şekilde sağlık çalışanlarının yerleşme ve seyahat özgürlüğünü, çalışma hakkını, dinlenme hakkını sınırlandırma yetkisi veren düzenleme, demokratik toplum düzenin gereklerine aykırıdır. Sağlık hizmetinin sürekliliğinin sağlanması için elverişli olmadığı gibi gerekli de değildir. Sağlık hizmetlerinin devamlılığının sağlanması amacının gerçekleştirilmesi için sağlık çalışanlarının temel haklarını sınırlandırma yetkisi verilmesi orantılılık ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. Bu bağlamda iptali istenen düzenleme, Anayasanın 2., 13. ve 23. maddelerine aykırıdır. Anayasanın 7. maddesinde yasama yetkisinın Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu ve devredilemeyeceği belirtilirken; 123. maddesinde idarenin kanuniliği ilkesine yer verilmiş ve 128. maddesinde ise, memurların görev ve yetkileriyle haklarının ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceği kurallaştırılmıştır. Yürütme organına verilen düzenleme yetkisi inşai değil türev bir yetkidir. Bu nedenle yürütme organı tarafından kullanılacak yetkinin kapsamı ve çerçevesinin yasa ile belirlenmesi zorunludur. Yasayla düzenleme ilkesi, düzenlenen konudan yalnız kavram, ad ve kurum olarak söz edilmesini değil, bunların yasa metninde kurallaştırılmasını gerektirir. Kurallaştırma ise, düzenlenen alanda temel ilkelerin konulmasını ve çerçevenin çizilmiş olmasını ifade eder. Ancak bu koşulla uzmanlık ve teknik konulara ilişkin ayrıntıların belirlenmesi yürütme organının takdirine bırakılabilir. Aksine düzenleme, Anayasanın 7. maddesi ile 123 ve 128. maddelerine aykırılık oluşturur. Yukarıda açıklandığı üzere, 6514 sayılı Kanunu'nun 6. maddesi ile değiştirilen 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 55. maddesi, Anayasanın 2., 7., 13., 23., 87., 123. ve 128. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 3) 6514 Sayılı Kanunun 7. Maddesi ile 663 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 57. Maddesinin Birinci Fıkrasına Eklenen kayıt, bildirim İbarelerinin Anayasaya Aykırılığı 6514 sayılı Kanunun 7. maddesi ile 663 sayılı KHK'nin 57. maddesine kayıt, bildirim ibarelerinin eklenmesinden sonra madde metni aşağıdaki gibi olmuştur: Ruhsatlandırma ve lisans bedeli MADDE 57 (1) Bakanlık ve bağlı kuruluşlarınca düzenlenecek veya onaylanacak her türlü ruhsatlandırma, ürün üretim ve satış izin belgesi ve mesul müdürlük belgesi ile permi, kayıt, bildirim ve sertifikalar üzerinden yüzellibin Türk Lirası'nı geçmemek üzere Bakanlıkça belirlenecek tarifelere göre ücret alınır. Ancak Bakanlıkça alınması teşvik edilen belgelerden ücret alınmayabilir. Bu tarifeler her yıl güncellenir ve ücretler 213 sayılı Vergi Usul Kanunu'na göre belirlenen yeniden değerleme oranında artırılır.Esas Sayısı : 2014/61 Karar Sayısı : 2014/166 7 İptali istenilen ibarelerin, madde gerekçesinde yalnızca kayıt ve bildirimlerden ücret alınacağı belirtilmiş; buna karşın Sağlık Bakanlığı'na yapılacak ne tür kayıt ve bildirimlerden ücret alınacağını belirten bir ölçüt, ne düzenlemede ne de gerekçesinde yer verilmemiştir. Maddedeki kayıt, bildirim sözcükleri ile ne tür kayıtların ve ne tür bildirimlerin kastedildiği belirsizdir. Bu nedenle Bakanlığa halen mevcut olan ve ileride getirilebilecek olan her türlü kayıt ve bildirim yükümlülüğünün yükümlüsü olanlardan ücret alma yetkisinin verildiği anlaşılmaktadır. Sağlık alanında kayıt denildiğinde birincil olarak kişilerin sağlık kayıtları anlaşılmaktadır. Aynı şekilde 663 sayılı KHK'nin 47. maddesinde düzenlenen hekim ve sağlık kuruluşlarının sağlık hizmeti verdikleri kişilerin kişisel sağlık bilgilerinin bildirimine yönelik düzenlemeler nedeniyle bildirim sözcüğünden de kişisel sağlık bilgilerinin bildirimi anlaşılmaktadır. Yalnız başına kişisel sağlık bilgilerinin kayıt ve bildirimi kastedilmemiş olsa bile, bunların kapsam dışında bırakmadığı aksine içerdiği kesinlikle söylenebilir. Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşları, görevlerini yerine getirebilmek için zorunlu olan genel nitelikteki bilgiler ile kişi ve toplum hayatını tehdit eden ve bu nedenle bilinmesinde üstün kamu yararı bulunan bazı hastalıklara ilişkin bilgilere ihtiyaç duyabilir. Ancak bu ihtiyacın sağlık hizmeti alanların ilgili sağlık kurum ve kuruluşuna vermek zorunda oldukları kişisel bilgiler ile bu kimselere verilen hizmete ilişkin bilgiler ayrıntısına ulaşmaması, hekimlerin ve sağlık kuruluşlarının işlediği sağlık verilerini kişilerin rızası olmaksızın üçüncü kişiler veya kamu kurum ve kuruluşlarıyla paylaşma boyutuna taşınmaması gerekir. Aksine düzenlemelerin, Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşlarının görevlerini yerine getirmesi bağlamında elverişliliği, gerekliliği ve ölçülülüğünden söz edilemez. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasanın 20. maddesinde, herkesin özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesi ile kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı olduğu ve özel hayat ile aile hayatının gizliliğine dokunulamayacağı kurallaştırılmıştır. Sağlık hizmeti alanların hastalıklarına ilişkin kişisel kayıtlarının önemli bir bölümü, özel hayata ve aile mahremiyetine ilişkin olabilmektedir. Özel hayatın gizliliği ile kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı, hastalar dahil herkes için tanınmış temel bir insan hakkıdır. Anayasanın 13. maddesinde, temel hak ve hürriyetlerin özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak kanunla sınırlanacağı belirtilmiştir ki, Anayasanın 20. maddesinin üçüncü fıkrasında, kişisel veriler işlenmesi kişinin açık rızasına bağlanmıştır. Kaldıki, Sağlık Bakanlığı'nın kendi görevlerini yerine getirmek için hekimlerden ve sağlık kuruluşlarından isteyeceği kayıt ve bildirimlerin yapılmasından ücret alması, öncelikle Anayasanın 73. maddesindeki mali yükümlülüklerin adil ve dengeli olması ilkesiyle bağdaşmamaktadır.Esas Sayısı : 2014/61 Karar Sayısı : 2014/166 8 Bu itibarla, kişilerin ve toplumun hayatını tehdit eden ve bu nedenle bilinmesinde üstün kamu yararı bulunan kimi hastalıklar dışında kalan sağlıkla ilgili özel hayatı ve aile mahremiyetini de kapsayan kişisel bilgilerin her türünün her durumda istenmesine, işlenmesine ve paylaşımını da içerecek bir biçimde zorunlu görülen kayıt ve bildirim sisteminden Sağlık Bakanlığı'nın ücret almasına olanak tanıyan iptali istenen kurallar, Anayasanın 2., 13. ve 20. maddeleri ile 73. maddesindeki kurallarla bağdaşmamaktadır. Öte yandan, iptali istenilen ibarelerle verilen ücret alma yetkisinin kullanımı, somut ölçütlere bağlanmadığı, ilkeleri konulmadığı ve çerçevesi çizilmediği için Anayasanın 7. maddesine de aykırıdır. Yukarıda açıklandığı üzere, 6514 sayılı Kanunun 7. maddesi ile 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 57. maddesinin birinci fıkrasına eklenen kayıt, bildirim ibareleri, Anayasanın 2., 7., 13., 20. ve 73. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 4) 6514 Sayılı Kanunun 9. Maddesiyle Yeniden Düzenlenen 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun 28. Maddesinin Birinci Fıkrasının Son Cümlesi ile 11. Maddesiyle Yeniden Düzenlenen 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanununun 36. Maddesinin Yedinci Fıkrasının İlk Tümcesi ve 17. Maddesiyle Yeniden Düzenlenen 926 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununun Ek 27. Maddesi ile 18. Maddesiyle Yeniden Düzenlenen 2955 Sayılı Gülhane Askeri Tıp Akademisi Kanununun 32. Maddesinin Altıncı Fıkrasının İlk Cümlesinin Anayasaya Aykırılığı A) Düzenlemelerin Geçmişi, Anlamı ve Kapsamı 21.01.2010 tarihli ve 5947 sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile tabip, diş tabibi, tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman sayılanların ve öğretim elemanlarının mevcut çalışma biçiminin değiştirilerek tam gün çalışma esasının getirildiği düzenlemeler yapılmıştı. 5947 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değiştirilen 2547 sayılı Kanunun 36. maddesinde; Öğretim elemanları, üniversitede devamlı statüde görev yapar. Öğretim elemanları, bu Kanun ile diğer kanunlarda belirlenen görevler ve telif hakları hariç olmak üzere, yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde ücretli veya ücretsiz, resmi veya özel başka herhangi bir iş göremezler, ek görev alamazlar, serbest meslek icra edemezler. Öğretim elemanının görevi ile bağlantılı olarak verdiği hizmetin karşılığında telif ücreti adıyla bir bedel tahsil etmesi halinde 58 inci madde hükümleri uygulanır. şeklinde yer alan hükümlerin iptali istemiyle açılan davada Anayasa Mahkemesi 16.07.2010 günlü ve E.2010/29, K.2010/90 sayılı kararıyla maddedeki, Öğretim elemanları, . yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde ücretli veya ücretsiz, resmi veya özel başka herhangi bir iş göremezler, ek görev alamazlar, serbest meslek icra edemezler kuralını Anayasaya aykırı bularak; Anayasanın 130. maddesinde çağdaş eğitim öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile kurulan üniversitelerin kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip olduğu, öğretim üyeleri veEsas Sayısı : 2014/61 Karar Sayısı : 2014/166 9 yardımcılarının serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilecekleri belirtilmiş, madde gerekçesinde de, yasaya bırakılan konuların 'bilimsel özerklik' ilkesi göz önünde bulundurularak düzenlenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Anayasada üniversite, bilimsel çalışmaların yapıldığı ve bilimin öğretildiği kurum olarak nitelendirilip bilimsel ve idari özerkliğe sahip kılınarak diğer kamu kurumlarından farklı değerlendirilmiş, öğretim üyelerine de kamu görevlisi olmakla birlikte genel sınıflandırma içinde ayrı bir yer verilerek kendilerine özgü önem ve değerde bir meslek sınıfı olduğu belirtilmiştir. Öğretim üyelerinin bu konumları dikkate alındığında bunları diğer kamu görevlileri gibi değerlendirmek mümkün değildir. Yasa koyucu, yükseköğretimin Anayasada belirtilen ilkeler doğrultusunda geliştirilmesi, bu bağlamda sağlık sorunlarının çözüme kavuşturulması için öğretim elemanlarının unvan ve statülerine uygun bazı sınırlamalar getirerek çalışma koşullarını belirleyebilir. Ancak getirilen bu sınırlamalar, üniversitelerdeki bilim özgürlüğü ve bilimsel özerkliğin gereği olan her türlü bilimsel faaliyeti engelleyici nitelikte olamaz. İptali istenen düzenleme ile üniversitelerin bilim verilerini yaymak, ulusal alanda gelişime ve kalkınmaya destek olmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek gibi görevlerini yerine getirmesinin engellendiği, ayrıca, üniversitelerde görev yapan öğretim görevlileri, okutmanlar, öğretim yardımcıları ile akademik olarak belirli bir yetkinliğe sahip öğretim üyeleri arasında herhangi bir ayrım yapılmaksızın mesai sonrası ücretsiz de olsa resmi veya özel herhangi bir iş yapmalarının yasaklandığı anlaşılmaktadır. Bu durumun Anayasanın 130. maddesi ile bağdaşmadığı açıktır. Gerekçeleriyle iptal etmiştir. Yine aynı Kanunun 7. maddesi ile değiştirilen 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun 12. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarındaki, Tabipler, diş tabipleri ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olanlar, aşağıdaki bentlerden yalnızca birindeki sağlık kurum ve kuruluşlarında mesleklerini icra edebilir: a) Kamu kurum ve kuruluşları. b) Sosyal Güvenlik Kurumu ve kamu kurumları ile sözleşmeli çalışan özel sağlık kurum ve kuruluşları, Sosyal Güvenlik Kurumu ve kamu kurumları ile sözleşmeli çalışan vakıf üniversiteleri. c) Sosyal Güvenlik Kurumu ve kamu kurumları ile sözleşmesi bulunmayan özel sağlık kurum ve kuruluşları, Sosyal Güvenlik Kurumu ve kamu kurumları ile sözleşmesi bulunmayan vakıf üniversiteleri, serbest meslek icrası. Hükümlerinden, bentlerden yalnızca birindeki . ibaresini, Anayasa Mahkemesi aynı kararında; Sağlık hizmetleri doğrudan yaşam hakkı ile ilgili olması nedeniyle diğer kamu hizmetlerinden farklıdır. Sağlık hizmetinin temel hedefi olan insan sağlığı, mahiyeti itibarıyla ertelenemez ve ikame edilemez bir özelliğe sahiptir. İnsanın en temel hakkı olan sağlıklı yaşam hakkı ile bu yaşamın sürdürülmesindeki yeri tartışmasız olan hekimin statüsünün de buEsas Sayısı : 2014/61 Karar Sayısı : 2014/166 10 çerçevede değerlendirilerek diğer kamu görevlileri ile bu yönden farklılığının gözetilmesi gerekir. Ayrıca bazı dallarda uzman olan hekimlerin sayıca az olması ve kamunun yanında özel sağlık kuruluşlarının da bu dallarda uzman hekimlere ihtiyaç duyması, bu hekimlerin mesleğini mesai saatleriyle sınırlı olmaksızın yaygın bir şekilde icra etmelerini gerekli kılabilir. Hekimlerin insan sağlığının gelişmesi ve yaşam haklarının korunması ile doğrudan ilgili olan bu konumları dikkate alınmaksızın çalışma koşullarının kuralda belirtildiği şekilde sınırlandırılması bireylerin yaşam hakkını zedeleyici nitelik taşımaktadır. İptal konusu ibarede, tabiplerin, diş tabiplerinin ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olanların, maddenin ikinci fıkrasında yer verilen bentlerden yalnız birinde yer alan kurumlarda mesleklerini icra edebilecekleri belirtilerek, herhangi bir istisnaya yer verilmeksizin düzenleme yapılmasının, Anayasada güvence altına alınan yaşama hakkı ile herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesi ilkesine aykırılık oluşturduğu sonucuna varılmıştır. Gerekçesiyle Anayasanın 17. ve 56. maddelerine aykırı bularak iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından sonra çıkarılan 08.08.2011 tarihli ve 650 sayılı KHK'nin 40. maddesiyle 2547 sayılı Kanunun 36. maddesine bir fıkra eklenmiş ve eklenen fıkrada, öğretim elemanlarının 657 sayılı Kanunun 28. maddesine tabi oldukları hükmüne yer verilerek öğretim elemanları açısından ikinci görev yasağı öngörülmüş ve ikinci görev yasağına bazı istisnalar getirilmiştir. Buna göre, öğretim elemanları yükseköğretim kurumlarından başka bir yerde mesleklerini icra etmeleri halinde yükseköğretim kurumlarında eğitim ve araştırma faaliyetlerinde bulunurken, döner sermaye geliri elde edilen faaliyetlerde bulunamayacaklardır. Anayasa Mahkemesi ise söz konusu düzenlemeyi, 18.07.2012 günlü ve E.2011/113, K.2012/108 sayılı kararı ile 6223 sayılı Yetki Kanununun kapsamında olmadığı gerekçesiyle iptal etmiştir. Bu defa 6514 sayılı Kanunun 9. maddesiyle 657 sayılı Kanunun Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen 28. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesi, Memurlar, mesleki faaliyette veya serbest meslek icrasında bulunmak üzere ofis, büro, muayenehane ve benzeri yerler açamaz; gerçek kişilere, özel hukuk tüzel kişilerine veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına ait herhangi bir işyerinde veya vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışamaz. şeklinde yeniden düzenlenir ve 11. maddesiyle 2547 sayılı Kanunun 36. maddesine eklenen fıkrada, Tabip, diş tabibi ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre öğretim elemanları, kanunlarda belirtilen haller dışında 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 28 inci maddesine tabidir. kuralı getirilirken; 17. maddesiyle 926 sayılı Kanunun Anayasa Mahkemesince iptal edilen ek 27. maddesi, Bu Kanun kapsamına girenler, kanunlarda belirtilen istisnalar dışında mesleki faaliyette veya serbest meslek icrasında bulunmak üzere ofis, büro, muayenehane ve benzeri yerler açamaz; gerçek kişilere, özel hukuk tüzel kişilerine veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına ait herhangi bir işyerinde veya vakıf üniversitelerinde çalışamaz. şeklinde değiştirilmekte ve 18. maddesiyle 2955 sayılı Gülhane Askeri Tıp Akademisi Kanununun Anayasa Mahkemesince iptal edilen 32. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinde ise, Gülhane Askeri Tıp Akademisindeki kadrolu asker ve sivil öğretim elemanları 926 sayılı Kanunun ek 27 nci maddesi hükmüne tabidir | 4,010 |
Esas Sayısı : 2003/108 Karar Sayısı : 2006/107 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: “Dava, Menemen Devlet Hastanesinde pratisyen hekim olarak Acil Serviste görev yapan Ufuk Çeşmeci, Hüseyin Güven, Hasan Bodur ve Rüştü Levent Kaya tarafından 209 sayılı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına Bağlı Sağlık Kurumları ile Esenlendirme (Rehabilitasyon) Tesislerine Verilecek Döner Sermaye Hakkında Kanunun 5. maddesine, 4618 sayılı Kanunla eklenen “b” fıkrasındaki “tabipler hariç” ibaresinin T.C. Anayasasının 10. ve 128. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülerek Anayasanın 152. maddesi uyarınca konunun Anayasa Mahkemesine iletilmesi ve Sağlık Bakanlığına bağlı Döner Sermayeli Kurum ve Kuruluşlarda Görevli Personele Döner Sermayeden Yapılacak Ek Ödeme Hakkında Yönergenin 4/a maddesinde yer alan “tabipler hariç” ibaresinin iptali ile eksik ödenen ek ödemelerin tazmini istemiyle açılmıştır. 209 sayılı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına Bağlı Sağlık Kurumları ile Esenlendirme (Rehabilitasyon) Tesislerine Verilecek Döner Sermaye Hakkında Kanuna 4618 sayılı Yasanın 1. maddesi ile eklenen Ek 5. maddesinde, personelin katkısıyla elde edilen döner sermaye gelirlerinden o birimde görevli yardımcı hizmetler ve yardımcı sağlık hizmetleri sınıfına dahil personele bunların bir yılda alacakları aylık (ek gösterge dahil) yan ödeme ve her türlü tazminat (makam ve temsil tazminatı hariç) tutarının % 80'ini diğer personele ise %100'ünü aşmamak üzere ek ödeme yapılabileceği, ancak uygulanacak oranların, a) Vardiyalı çalışma sistemi uygulanan hastanelerde normal günlük çalışma saatleri dışında ikinci vardiyada yürütülen hizmetler kapsamında fiilen çalışılan günler için % 30'una, b)Yoğun bakım doğumhane, yeni doğan, süt çocuğu, yanık diyaliz, ameliyathane ve acil serviste çalışan sağlık personeline (tabipler hariç, anestezi uzmanı ve asistanları dahil) % 50'sine, c) Muayenehane açmayan hastane başhekimlerine % 200'üne kadar fazlasıyla tespit edilebileceği bu şekilde yapılacak ek ödemelerin oran, esas ve usullerinin Sağlık Bakanlığınca belirleneceği hükme bağlanmıştır. Bu yasa hükmüne dayanılarak, Sağlık Bakanlığına bağlı döner sermayeli kurum ve kuruluşlarda görevli personele döner sermayeden yapılacak ek ödemenin esas ve oranlarını tespit etmek amacıyla düzenlenen Sağlık Bakanlığına bağlı Döner Sarmeyeli Kurum ve Kuruluşlarda Görevli Personele Döner Sermayeden Yapılacak Ek Ödeme Hakkında Yönergenin 4. maddesinde, personelin unvan ve sınıfları itibariyle yapılacak ek ödeme tavan yüzdeleri gösterildikten sonra, bu oranlara “yoğun bakım, doğumhane, yeni doğan, süt çocuğu, yanık, diyaliz, ameliyathane ve acil serviste çalışan sağlık personeline (tabipler hariç anestezi azmanı ve asistanları dahil) % 50 eklenir şeklinde düzenleme yapıldığı görülmektedir. Menemen Devlet Hastanesinde pratisyen hekim olarak Acil Serviste görev yapan davacılar tarafından kendileri hakkında uygulanan ve iptali istenilen yönetmelik maddesinin dayanağı yukarıda belirtilen Yasa maddesinde yer alan “tabipler hariç” ibaresinin aynı koşullarda ve daha fazla sorumluluk yüklenerek çalışan tabipler aleyhine Anayasanın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesi ile kurallar hiyerarşisi içinde daha üst yasal düzenleme olan ve kamu görevlileri ile ilgili temel ilkeleri belirleyen 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 3. maddesinde yer alan sınıflandırma, kariyer ve liyakat kurallarına aykırı olarak sağlık hizmetinde hasta sağaltımından esas sorumlu tabiplere, emir ve talimatlarına uygun hizmet verme durumunda olan yardımcı sağlık personeli ve yardımcı hizmetler personelindenEsas Sayısı : 2003/108 Karar Sayısı : 2006/107 2 daha az ek ödeme yapılmasına yol açması nedeni ile 128. maddesine aykırı olduğu ileri sürüldüğünden Dairemizce bu kuralın Anayasaya aykırılığı iddiası dikkate alınarak Anayasaya uygunluğunun incelenmesi gerekli görülmüştür. Anayasanın 10. maddesinde, hukukun temel ilkeleri arasında yer alan eşitlik ilkesi düzenlenmiş ve herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetmeksizin kanun önünde eşittir, hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz, devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır denilmiştir. Yasa önünde eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için sözkonusudur. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara aynı kurallar uygulanarak Yasa karşısında eşitliğin gözardı edilmesi yasaklanmıştır. Öte yandan Anayasanın 128. maddesinde memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenlenmesi öngörülmüştür. Bu suretle memurların aylık, ödenek ve diğer özlük haklarının, üstlenilen görev ve kullanılan yetkilere uygun olması ve buna aykırı kısıtlamaların kanunlarda yer almaması amaçlanmıştır. Olayda ise, 209 sayılı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına Bağlı Sağlık Kurumları ile Esenlendirme (Rehabilitasyon) Tesislerine Verilecek Döner Sermaye Hakkında Kanunun 5. maddesine 4618 sayılı Kanunla eklenen (b) fıkrası hükmü uyarınca acil serviste çalışan sağlık personeli ile anestezi uzmanları ve asistanları döner sermayeden % 50 oranında fazla yararlandırılırken aynı serviste, aynı koşullarda hizmet veren ve hastaların iyileşmesinden doğrudan sorumlu olması nedeniyle daha fazla risk altına giren tabiplerin bu haktan mahrum edilmesi aynı yerde, aynı koşullarda ve daha fazla sorumluluk yüklenerek çalışan tabipler aleyhine eşitsizlik oluşturduğundan ve aylık, ödenek ve diğer özlük haklarına kısıtlama getirdiğinden 209 sayılı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına Bağlı Sağlık Kurumları ile Esenlendirme (Rehabilitasyon) Tesislerine Verilecek Döner Sermaye Hakkında Kanunun 5. maddesine 4618 sayılı Yasanın 1. maddesi ile eklenen Ek 5. maddesinin (b) fıkrasındaki “tabipler hariç” ibaresinin Anayasa'nın 10. ve 128. maddelerine aykırılık oluşturduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Açıklanan nedenlerle 4618 sayılı Yasanın 1. maddesinin (b) fıkrasındaki “tabipler hariç” ibaresinin Anayasanın 10. ve 128. maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından anılan hükmün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 18.11.2003 tarihinde oybirliği ile karar verildi.” | 839 |
Esas Sayısı : 2018/23 Karar Sayısı : 2018/23 1 “ KONU: Mahkememiz dosyasında 06/12/2017 tarihinde yapılan duruşmasında verilen ara karar gereği 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesinin anayasaya aykırı olduğu düşünülerek yasanın iptali için anayasa mahkemesine itiraz yolu ile başvurulmasına karar verilmiş, davacı vekilinin itiraz dilekçesi sunması üzerine maddenin iptali yönünden anayasa mahkemesine başvurulması gerekmiştir. OLAY: konut edindirme projesi kapsamında davalı belediye ili davacı arasında nüve konutları arsa tahsis sözleşmesi imzalanarak davacıya Gaziantep ili Şahinbey ilçesi Karataş mahallesinde bulunan taşınmazın tahsis edildiği, davacının üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirdiği gereken ödemeleri yaptığı ancak arsa tahsislerinin meclis kararıyla iptal edildiği ve imar değişikliğine gidildiği görülmüştür. Davacı vekili mahkememize sunmuş olduğu dilekçesi ile 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 2, 5. ve 10. maddelerinin bariz şekilde aykırı olduğunu yasanın açık olarak anayasa ve hukukuğun genel ilkelerine aykırı olması ve yerel mahkemelerde temyiz incelemesinde bir çok dosyanın olmasından ötürü hak kayıplarının önüne geçilmesi için şimdilik yürürlüğünün durdurulmasını arz ve talep ettiği görülmüştür. I İPTALİ İSTENİLEN KANUN HÜKÜMLERİ “Geçici Madde 10 (Ek: 20/8/2016 6745/12 md.) “Gaziantep ili, Şahinbey ilçesi sınırları içerisinde bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanuna göre ilgili idarelerce yapılan arsa veya konut tahsis işleminin gerçekleştirilememesi hâlinde; arsa veya konut tahsisi için ödenen bedeller, ilgili idarece yapılacak tebligatı müteakip en geç üç ay içerisinde, ödeme gününden itibaren hesaplanacak kanuni faizi ile birlikte hak sahiplerine veya kanuni mirasçılarına ödenir. Hak sahipleri bunun dışında ilgili idareden herhangi bir hak, bedel ve tazminat talebinde bulunamazlar. Anayasa’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir” hükmünü içermektedir. Bu madde ile Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliği “hukuk devleti” olarak tayin edilmiştir. “Hukuk devleti; insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan devlettir.” Hukuk devleti ilkesi; hukuki güvenilirlik, öngörülebilirlik ,müktesep hak , aleyhe kanunların geçmişe yürümemesi ilkelerini de içinde barındırmaktadır. Anayasanın 36. maddesi ise” (Değişik: 3/10/2001 4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmünü içermektedir. Bu madde ile yürürlüğe giren geçici madde “aleyhe geriye yürümezlik” kuralını ihlal ettiği için hukuka ve Anayasa’nın 2. ve 36. maddesine aykırıdır. Çünkü hukuki öngörülebilirlikEsas Sayısı : 2018/23 Karar Sayısı : 2018/23 2 ve bilinirlik gereğince yasal yola başvuran ve hakkını mahkemede arayan davacının; Kanunun olumsuz etkisinin geriye dönük tatbiki ile hak arama hürriyetine ciddi şekilde kısıtlama getirilmektedir. Bu nedenle Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile Anayasanın 36. maddesindeki adil yargılama ilkesine aykırıdır. İtirazın konusu: 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesi SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesinin Anayasaya aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesine arz olunur.” | 499 |
Esas Sayısı : 2016/54 Karar Sayısı : 2016/117 1 “… TBMM Genel Kurulu, 20/05/2016 tarihinde 6718 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunu kabul etmiştir. Madde şu şekildedir: “Bu maddenin Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edildiği tarihte; soruşturmaya veya soruşturma ya da kovuşturma izni vermeye yetkili mercilerden, Cumhuriyet başsavcılıklarından ve mahkemelerden; Adalet Bakanlığına, Başbakanlığa, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına veya Anayasa ve Adalet komisyonları üyelerinden kurulu Karma Komisyon Başkanlığına intikal etmiş yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin dosyaları bulunan milletvekilleri hakkında, bu dosyalar bakımından, Anayasanın 83 üncü maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesi hükmü uygulanmaz. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onbeş gün içinde; Anayasa ve Adalet komisyonları üyelerinden kurulu Karma Komisyon Başkanlığında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığında, Başbakanlıkta ve Adalet Bakanlığında bulunan yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin dosyalar, gereğinin yapılması amacıyla, yetkili merciine iade edilir.” Bu değişikliğin atıf yaptığı madde olan T.C.Anayasası 83/2’nin birinci cümlesi ise şu şeklidedir: “Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz. “ Söz konusu düzenlemenin konusu, milletvekili dokunulmazlıkların kaldırılmasıdır. “Milletvekili dokunulmazlığı”, gelişmekte olan parlamenter demokrasiler için son derece kritik bir kurumdur. Üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi bünyesindeki “Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu” (Venedik Komisyonu), bu korumun önemine yönelik 2014 yılında bir rapor yayımlamıştır. Bu raporda, milletvekili dokunulmazlığının, parlamentonun, kendisini dış faktörlerden koruması için getirilmiş özel bir güvence olduğu ifade edilmiştir. Komisyona göre dokunulmazlık, özellikle parlamentoda kalan azınlıkların yargısal tehditlerden korunması, parlamento çalışmalarının sürekliliğinin sağlanması, seçmenlerin iradelerinin korunması, azınlıkta kalan siyasetçilerin cezalandırmaları için yargı organları üzerinde çoğunluk tarafından baskı kurmasının önlenmesi ve bu bakımdan yargı bağımsızlığının korunması gibi işlevler görmektedir. Hukuk devleti için önem taşıyan bu işlevler, erkler ayrılığı ilkesi ve demokrasi ilkelerine de etkinlik kazandırabilecektir. İnsan Haklan Avrupa Mahkemesi (İHAM) de, KART TÜRKİYE davasında, milletvekilinin kendi hakkındaki dokunulmazlığın kaldırılması talebinin reddedilmesi üzerine mahkemeye erişim hakkı ihlali iddiasını reddetmiştir. Bu kararda özetle ve önemle: “…AİHM bir milletvekili hakkında yürütülen soruşturmaların üyesi olduğu Meclis’in işleyişine zarar verebileceğini ve huzur içinde çalışmasını engelleyebileceğini kabul etmektedir. Bu andan itibaren, izlenen meşru amaç doğrultusunda takibat gerektiren olayların niteliğinin, ki bu davada milletvekili görevi ile alakalı olmayan bir eylem söz konusudur, bir önemi kalmamaktadır.Esas Sayısı : 2016/54 Karar Sayısı : 2016/117 2 Bununla birlikte, AİHM, Anayasa Mahkemesi’nin milletvekili dokunulmazlığını oluşturan muafiyetlerin milletvekili niteliğine bağlı olduğu ve şahsi ayrıcalık değil, aksine kişiyi değil yerine getirdiği görevi koruyan siyasi hukuk ilkesi olduğu ölçüde meşru olduğu değerlendirmesine katılmaktadır. Tamamen bu anlamda, suç unsurunu teşkil eden olayların meydana geldiği tarih göreli bir önem taşımakta ve böylece seçimlerden önce meydana gelmiş olmasının bir önemi bulunmamaktadır. AİHM öncelikli olarak Türk parlamenterlere tanınan dokunulmazlığın birçok açıdan, diğer sözleşmeci ülkelerinin parlamento üyelerine, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyelerine ve Avrupa Parlamentosu üyelerinin dokunulmazlıklarından daha geniş olduğunu tespit eder. Dokunulmazlık hem ceza hem hukuk davalarına uygulanmakta olup, milletvekili olmadan önceki eylemler için olduğu gibi milletvekilliği sırasındaki eylemler için de geçerlidir. Milletvekilleri sorgulanamaz, tutuklanamaz, haklarında adli kovuşturma yapılamaz. AİHM’nin daha önce de ifade ettiği üzere, mutlak bir yasama dokunulmazlığını düzenleyen bir kaide, kendi başına, devletlerin bir mahkemeye erişim hakkını kısıtlamak için yararlandığı takdir payını aştıkları anlamına gelmemektedir. (Bkz. sözü edilen A. Birleşik Krallık kararı)” şeklinde hüküm kurmuştur. Yine İHAM, bir parlamenterin hakaret etmesi nedeniyle yasama bağışıklığından yararlandırılmasını, hakarete uğradığım iddia eden kişinin mahkemeye erişim hakkını ihlal etmediği sonucuna varmıştır. Yani İHAM, yasama dokunulmazlığına, demokratik bir toplumda büyük bir önem atfetmektedir. Doktrinde de; benzer yönde tespitler yapılmakta, milletvekili dokunulmazlığının, Türkiye gibi otoriter bir geçmişi olan ve bu geçmişten tam olarak kurtulamamış ülkelerde, demokratik konsolidasyonun sağlanması için, çok özel bir anlam taşıdığı kabul edilmektedir. Bu özel anlamın kurumsal koruyucusu ise; gündelik siyasetin (politics) hezeyanlarının dışında durarak anayasal siyasaların (policy) takipçisi olması gereken ve demokratik konsolidasyonun sağlanması için bir tür hakem işlevi görmesi lazım gelen anayasa mahkemeleridir. Bu nedenledir ki, 1961 Anayasası’nın hazırlanması sürecinde anayasa mahkemesinin kurulmasına karar verenler, AYM’ye bu konuda da özel bir yetki tanımışlar, dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı AYM’ye başvuru imkanını ayrı bir maddede düzenlemişlerdir. Söz konusu maddenin 1982 Anayasasındaki güncel hâli şu şekildedir: “Yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına () karar verilmiş olması hallerinde, Meclis Genel Kurulu kararının alındığı tarihten başlayarak yedi gün içerisinde ilgili milletvekili veya bir diğer milletvekili, kararın, Anayasaya, kanuna veya İçtüzüğe aykırılığı iddiasıyla iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Anayasa Mahkemesi, iptal istemini onbeş gün içerisinde kesin karara bağlar. “ İlk kez 1961 Anayasası’nın 81’inci maddesinde düzenlenen “bu hükmün konulmasından maksadın, çoğunluğun mücadeleci mensuplarını ezmek düşüncesiyle başvurabileceği birtakım hareketlere hukukî engel koymak” olduğu söylenmiştir.(8) Maddenin 1982 Anayasası döneminde de “aynen korunmuş” olduğu, 1995 yılında yapılan değişiklik sırasında da “çoğunluğun yanlış bir karar vermesine karşı veya siyasî amaç ve gerekçeyle milletvekilinin zor durumda kalmasına karşı Anayasa Mahkemesine müracaat hakkı tanınmış olduğu” ifade edilmiştir.Esas Sayısı : 2016/54 Karar Sayısı : 2016/117 3 Buna göre, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına karşı AYM’ye başvuru yolu getirilmiş olması, Türkiye’de özel ve kritik bir anlam taşımaktadır. Anayasa’da yasama çoğunluğunun, azınlıkta kalanların ve yargı organlarının üzerinde baskı kurması ihtimaline karşılık dokunulmazlık güvencesi tanınmakla kalınmamış, dokunulmazlığın kaldırılması durumunda, demokratik konsolidasyonun supabı AYM’nin devreye girerek özel bir denetim yapması öngörülmüştür. Bu bakımdan AYM’nin, dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı yapılan başvurulara, sıradan bir teknik vaka olarak değil; bu amacı ve kritik işlevi dikkate alarak yaklaşması gerekmektedir. II. Anayasa Değişikliği, Anayasa’nın 85’inci Maddesindeki Yolu Kapatmış Mıdır? 6718 sayılı anayasa değişikliği kanununun gerekçesinde; “Anayasaya bir hüküm eklenmesi yani Anayasanın 83 ‘üncü maddesine bir istisna getirilmesi suretiyle dokunulmazlığın kaldırılması halinde Anayasanın 85’inci maddesinin uygulanma kabiliyeti kalmamaktadır.” denmektedir. Bu gerekçe, dokunulmazlıkların kaldırılması kararlarına karşı özel başvuru yolunun kaldırıldığını ima etmektedir. Oysa bu gerekçe, AYM için bağlayıcı olmadığı gibi, 85’inci maddenin halihazırda yürürlükte olduğu konusunda bir kuşku yoktur. Dokunulmazlığın kaldırılması kararma karşı yargı yolu hala açıktır. Bu bağlamda, somut olay bakımından “karar” ve “anayasa değişikliği” kavramlarının anlamlarının açıklanması gerekmektedir. Birinci olarak; Anayasa’nın 85’inci maddesinde geçen “karar” kavramının anlamı, dar ve geniş şekilde anlaşılabilir. “Karar” kelimesinin dar olarak anlaşılması durumunda, bu ifadeden “parlamento kararı” anlaşılacaktır. Konuya böyle daraltıcı şekilde yaklaşılması, Anayasa’nın sistematiği açısından sorunlar yaratır. Böyle bir yaklaşım, tutarlılık adına, Anayasa’nın farklı maddelerinde geçen “karar” kavramlarının da “parlamento kararı” şeklinde anlaşılmasını gerekli kılacaktır. Bu durumda örneğin, Anayasa’nın 87’inci maddesinde TBMM’nin görev ve yetkileri arasında sayılan “para basılmasına karar vermek”, “genel ve özel af ilânına karar vermek” gibi yetkilerin “parlamento karan” yoluyla kullanılması gerekecektir. Oysa doktrinde ve uygulamada, bu maddelerde geçen “karar” kavramlarının “TBMM’nin irade açıklaması” anlamına geldiği kabul edilmektedir. Bu nedenledir ki; TBMM Genel Kurulu, af ilan etme yönünde bir irade ortaya koymak istediğinde bu irade, pek ala “kanun” çıkartmak suretiyle de kullanılabilmektedir. O halde Anayasa’nın sistematiği gereği “karar” kavramı, her zaman dar anlamda “parlamento kararı”nın değil, bazen geniş anlamda “irade açıklamasını iade etmektedir. Bu nedenle, 85’inci maddede geçen “karar” kelimesinin de “irade açıklaması” olarak anlaşılması, Anayasa’nın sistematiğine uygun olacaktır. Somut olayda TBMM Genel Kurulu, yasama dokunulmazlığının kaldırılması yönünde kararını, 20/05/2016 tarihinde kabul ettiği 6718 sayılı Kanunla ortaya koymuştur. Dolayısıyla bu bir karardır; bu karar ile birlikte, dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekillerinin de Anayasa Mahkemesi’ne başvurmaları için öngörülen 7 günlük süre işlemeye başlamıştır. İkinci olarak , “Anayasa değişikliği” kavramının anlamının somut olay bakımından incelenmesi gerekir. “6718 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un niteliği, şeklî ve maddi yaklaşımla incelenebilir. Şeklî yaklaşım, usulüne uygun surette yapılan değişikliğin adlandırmasına bakar. Maddi yaklaşım ise normun adlandırmasına değil, içeriğine bakar. Konuya şeklî olarak yaklaşıldığında, 6718 sayılı Kanun’un “anayasa değişikliği” olarak adlandırıldığı doğrudur. Ne var ki; bu değişikliğin Anayasa’nın öngördüğü usulle yapıldığıEsas Sayısı : 2016/54 Karar Sayısı : 2016/117 4 söylenemez. Anayasa md. 175/1 ‘e göre anayasa değişiklikleri, gizli oyla yapılır. Ancak 20/05/2016 tarihinde yapılan oylamada buna uyulmamıştır. Anayasa değişikliği oylamasında olumlu oy veren milletvekillerinin bir kısmı, oylarını, kabine girmeden ve izleyicilere göstererek kullanmıştır. Anayasa’nın 175’inci maddesindeki “gizli oy” ifadesi, yürürlükte olmasına rağmen; bu tür bir uygulamaya geçilmesi, herhangi bir teklif ve oylama çoğunluğu bulunmadan md. 175’te ve İçtüzük md. 94/1’de “eylemli” bir değişiklik yapmak anlamına gelir ve bu bakımdan Anayasa’ya aykırıdır. Haliyle, Anayasa’ya aykırı bir usulle ulaşılan “oylama çoğunluğu” da Anayasa’ya aykırıdır. Dolayısıyla açık oyla yapılan bu değişikliğin Anayasa’nın anladığı anlamda “anayasa değişikliği” olduğu söylenemez. Kuşkusuz, TBMM Genel Kurulu’nun yaptığı açık oylama sonucunda kabul edilen metnin bir irade açıklamasıdır. TBMM Genel Kumlu, açık oyla bir karar almıştır. Şu halde söz konusu normun, anayasa değişikliği adıyla kabul edilen bir “parlamento kararı” olduğunu söylemek gerekecektir. 6718 sayılı Kanun’a maddi açıdan yaklaşılması da mümkündür. Hatta Anayasa yargısının önde gelen ülkelerinden Almanya AYM’sinin ve insan haklarının korunması konusundaki etkili mekanizmalardan İHAM’ın normlara ve kavramlara şeklî olarak değil, maddi olarak yaklaştığı dikkate alındığında, bu yaklaşımın karşılaştırmalı anayasa hukuku yönünden de anlamlı olduğu söylenebilir. Nitekim aynı eğilim, Türkiye AYM’sinin geçmiş kararlarında da söz konusu olmuştur. AYM, ismen “parlamento kararı” olan çok sayıda düzenlemeyi, maddi bir yaklaşımla “eylemli içtüzük değişikliği” olarak görmüş ve incelemeye tabi tutmuştur. AYM, benzer şekilde, 1991 yılında verdiği bir kararında, önüne gelen normun isminin “Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi” olmasına belirleyici bir önem atfetmemiş; yine maddi bir yaklaşımla düzenlemenin içeriğine bakarak, söz konusu normun gerçekte Olağan Dönem Kanun Hükmünde Kararnamesi olduğu sonucuna varmıştır. AYM’nin bu yaklaşıma dayanarak ulaştığı sonuç, İHAM ile aynı yöndedir. Doktrin de, “parlamento kararı” ve “kanun” kavramları arasında maddi bir yaklaşımla ayrım yapmıştır. Bu ayrıma göre parlamento kararı, meclisin iç yapısına ve kendi özerkliğine ilişkin tasarrufları ifade etmektedir. Buna karşın kanun ise, dışa dönük, genel, soyut, kural işlemleri anlatmaktadır. Bu ayrıma göre, meclisin kendi üyeleriyle ilgili tasarruflarım parlamento kararı şeklinde alması; dışa dönük tasarruflarım ise kanun şeklinde düzenlemesi gerekmektedir. Aksi halde meclisin kendisiyle ilgili bir kararı, “kanun” şeklinde alması, bu karara Cumhurbaşkanının (yürütme erkinin) katılmasını gerektirecektir. Öte yandan, kanunla düzenlenmesi gereken bir konunun parlamento kararı yoluyla düzenlenmesi halinde, Cumhurbaşkanı’nın bu düzenlemeye katılmasını engellenecektir. Her iki olasılık da erkler ayrılığı ilkesine aykırılık oluşturur. Somut olayda TBMM, kendisiyle, yani “meclisin özerkliği” ile ilgili bir karar almıştır. Bu karar, erkler ayrılığı ilkesi gereğince Yürütmemin katılımına açık değildir. Dolayısıyla ismen anayasa değişikliği olan bu norm, Meclis’in kendisiyle ilgili (meclisin özerkliği ile ilgili) olması nedeniyle maddi anlamda parlamento kararıdır. Özetle, AYM’nin Anayasanın 85. maddesindeki denetim yetkisiyle ilgili olarak iki önemli değerlendirme yapması gerekmektedir. (1) Geçici madde 20’de geçen “karar” kelimesi dar veya geniş şekilde anlaşılabilir. Kanaatimizce karar kavramının geniş anlamda “irade açıklaması” şeklinde kavranması gerekir. Bu ihtimalde geçici 20’nci madde yoluyla açıklanan dokunulmazlığın kaldırılması kararma karşı denetim yapılmalıdır.Esas Sayısı : 2016/54 Karar Sayısı : 2016/117 5 (2) “Karar” kavramının “dar” anlamda yani sadece “parlamento kararı” şeklinde yorumlanması durumunda; “6718 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un “parlamento kararı” niteliği taşıyıp taşımadığı konusu üzerinde durulmalıdır.: Şeklî açıdan yaklaşıldığında, bu normun anayasa değişikliği usulüne uygun çıkartılmadığı görülür. Gizli oyla çıkartılmamış olan bu normun, “anayasa değişikliği” olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Şu halde söz konusu düzenleme sadece bir parlamento kararıdır. Maddi açıdan yaklaşıldığında; söz konusu normun içerik itibariyle parlamentonun kendi özerkliğiyle ilgili, içe dönük bir nitelik taşıdığı görülecektir. Bu norm, ismen anayasa değişikliği olsa da, maddi anlamda bir parlamento kararıdır. Sonuç itibariyle AYM, bu düzenlemeyi incelemeye yetkilidir. 85’inci maddede öngörülen başvuru yolunun kapatılmış olduğu söylenemez. Aksi bir yaklaşım, milletin seçilmiş temsilcilerinin, milletvekilliği faaliyetini yerine getirmesine engel olacak bir tedbirin, yargısal denetime tabi olmadığı anlamına gelir. Böyle bir yaklaşım, Anayasa’nın 2’nci maddesindeki demokratik devlet ve hukuk devleti ilkelerinin içeriğini boşaltır. Oysa hem Anayasa’nın 4’üncü maddesi, hem de AYM’nin geçmiş yıllarda oluşturduğu içtihat buna izin vermemektedir. III. Anayasa Mahkemesi Dokunulmazlığın Kaldırılması Kararını Hangi Yönlerden ve Hangi Kriterlerle İnceler? Anayasanın 85. maddesi, bir milletvekilinin yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararının iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabilmesini öngörmektedir. Anayasa Mahkemesi, yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararını Anayasaya, kanuna veya İçtüzüğe aykırılığı iddiasını inceler. Mahkeme’nin bu konudaki içtihadına bakıldığında konuyu, “usule ilişkin” ve “esasa ilişkin” aykırılık iddiaları yönlerinden incelediği görülmektedir. Usule ilişkin inceleme yaparak iptal kararı verdiği bir örnek, Çetin Altan’ın yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararıdır. AYM, bu kararında, önce Karma Komisyonun Anayasa’ya uygun şekilde kurulmadığını tespit etmiştir. Mahkeme’ye göre; Komisyonun usulüne uygun kurulmamış olması ile hiç kurulmamış olması aynı anlama gelmektedir. Bu nedenle AYM, Genel Kurulun görüşmelerine ve kararına dayanak olan Karma Komisyon Raporunun, hukuksal açıdan geçersiz olmasına rağmen Genel Kurul tarafından kabul edilmiş olmasını Anayasa’ya ve İçtüzük hükümlerine aykırı bulmuştur. Bu nedenle de yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararım iptal etmiştir. Esasa ilişkin inceleme konusunda ise AYM’nin dört denetim kriteri ortaya koyduğu görülmektedir. Bunlar; (a) İsnadın Ciddiliği, (b) Talebin Siyasi Bir Amaç Taşıyıp Taşımadığı, (c) İsnat Edilen Eylemin Kamuoyundaki Etkisi, (d) Milletvekilinin Şeref ve Haysiyetinin Korunması kriterleridir. Bunlar içinde ise AYM’nin sıklıkla uyguladığı kriter, isnadın ciddiliği kriteridir. Mahkeme’nin bu kritere ilişkin ilkesel tespiti şu şekildedir: “Bir sonuca varmak için suçlamanın dayanaklarına inilmesi zorunludur. Bu konuda yapılacak inceleme, delillerin takdiri niteliğinde değildir. Delillerin takdiri, hükme yönelen bir tartışma ve ölçme olup, suçun işlenip işlenmediğini araştıran ve ceza yargılaması yapan yargıEsas Sayısı : 2016/54 Karar Sayısı : 2016/117 6 yerlerine özgü bir yetkidir. Burada yapılacak inceleme ise, yüklenen suçun işlenip işlenmediği yönünden değil, yalnızca suçlamanın ciddi olup olmadığı yönündedir.” Bu ilkenin uygulandığı davalardan örnek vermek gerekirse şunlardan bahsedebiliriz: Birinci olarak, Selim Sadak’ın dokunulmazlığının kaldırılması kararma karşı yapılan başvuruda AYM, isnat edilen suçun, 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 159’uncu maddesinde öngörülen “Türklüğü, Cumhuriyeti, Büyük Millet Meclisini, Hükümetin Manevi Şahsiyetini, Bakanlıkları, Devletin Askeri veya Eğitim Muhafaza Kuvvetlerini veya Adliyenin Manevi Şahsiyeti Alenen Tahkir ve Tezyif Etme” suçunun işlendiği iddiasına dayandığım tespit etmiş ve “Selim Sadak’a yapılan suçlama, yasama dokunulmazlığının kaldırılmasını gerektirir nitelikte olmadığından, Selim Sadak’ın dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin TBMM kararı Anayasa’nın 83. maddesine aykırıdır; iptali gerekir. “ sonucuna ulaşmıştır. İkinci olarak; Osman Köksal’ın dokunulmazlığının kaldırılması kararma karşı yapılan başvuruda AYM, “Osman Köksal’a yönetilen ‘Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını Tağyir ve Tebdil ve bu yasa ile kurulmuş Türkiye Büyük Millet Meclisini Iskata veya vazifesini yapmaktan mene cebren teşebbüs gayesiyle gizlice ittifak kurmak’ isnadının ciddiliği görüşüne desteklik edebilecek bir nitelikte olmaktan uzak bulunduğu ortadadır. Başka bir deyimle incelemeler, Cumhuriyet Senatosunun Cumhurbaşkanınca seçilmiş üyesi Osman Köksal’a yöneltilen ve dokunulmazlığının kaldırılmasına yol açan isnadın ciddî olmadığı sonucuna vardırmaktadır. () Kararın, Osman Köksal’a ilişkin bölümünün Anayasa’nın 81. maddesi uyarınca iptal edilmesi gerekir.” Üçüncü olarak; benzer nitelikteki Ekrem Acuner’in dokunulmazlığının kaldırılması kararma karşı yapılan başvuruda AYM, “yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına dayanaklık eden soruşturma dosyasından çıkarılıp yukarıya aynen aktarılan deliller gözden geçirilirse bunların Ekrem Acuner’e yöneltilen ‘Silâhlı isyana teşvik, tahrik, teşebbüs etmek; sosyal bir sınıfın öteki sınıflar üzerinde tahakkümünü oluşturmayı, ülke içinde kurulu iktisadi ve sosyal temel düzeni devirmeyi erek tutan cemiyet kurmak ve Türk Ceza Kanununun 146. maddesini ihlâl eylemek suçlarından sanık Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve arkadaşlarının eylemlerinde ilgi ve iştiraki görülmek’ isnadının ciddiliği görüşüne desteklik edebilecek bir nitelikte olmaktan çok uzak bulunduğu herhangi bir açıklamayı, yorumu ve tartışmayı gerektirmeksizin kolayca görülür. Böylece Cumhuriyet Senatosu Tabiî Üyesi Ekrem Acuner’e yöneltilen ve dokunulmazlığının kaldırılmasına yol açan isnadın ciddi olmadığı sonucuna varılır. Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunun inceleme konusu 2/7/1971 günlü, 106 sayılı kararı bu nedenle Anayasanın 79. maddesinin ereğine ve Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğünün 140. maddesine aykırıdır, kararın Anayasanın 81. maddesi uyarınca iptal edilmesi gerekir. “ Yukarıdaki örneklerden şu sonuçlara varmak mümkündür: 1) AYM, Selim Sadak kararı örneğinde olduğu gibi, ifade suçlarının işlendiği isnadını içeren fezlekelere dayanan yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararlarını, “yasama dokunulmazlığının kaldırılmasını gerektirir nitelikte ciddiyette” görmemektedir. 2) Diğer suç isnatları bakımından dosyayı değerlendirdikten sonra, Osman Koksal ve Ekrem Acuner karar örneklerinde görüldüğü gibi, isnadı ciddi olmadığı tespitini yaparak, yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararını iptal edebilmektedir. Buradan çıkan sonuca göre, AYM, suç isnadının, Anayasanın 83. maddesinin 1. fıkrasında yer alan “yasama sorumsuzluğu” kapsamına girip girmediğini zımnenEsas Sayısı : 2016/54 Karar Sayısı : 2016/117 7 incelemektedir. Yasama sorumsuzluğu kapsamına girmediğini düşündüğü suç isnatları bakımından ise dosya incelemesi yapmaktadır. 6718 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu, Anayasanın 83. maddesinin 1. fıkrasındaki yasama sorumsuzluğu hükmünü kaldırmamıştır. Dolayısıyla, 6187 sayılı Kanunun, milletvekillerinin söz ve düşünce açıklamasına dayalı suç isnatları kapsamadığı açıktır. Anayasanın milletvekillerine bir yandan oy, söz ve düşünce açıklamalarından dolayı sorumsuzluk güvencesi getirip, diğer yandan milletvekillerinin oy, söz ve düşünce açıklamalarından dolayı tutulmasına, sorguya çekilmesine, tutuklanmasına ve yargılanmasına imkan verdiği düşünülemez. Bu tür bir çelişki, ifade özgürlüğüne yönelik müdahalenin kanuni dayanağını öngörülemez hale getirir. Böyle bir öngörülemezlik, gelecekte bireysel başvuru kapsamında, müdahalenin kanuniliği yönünden ihlal sonucu yaratır.(23) Oysa, hem AYM kararlarında hem de İHAM kararlarında ortaya konulduğu gibi, bu tür belirsiz hükümler içtihatlarla açıklığa kavuşturulabilir.(24) Somut olayda AYM’nin, 6718 sayılı kanunun milletvekili dokunulmazlığını, örneğin yüz kızartıcı suçlara dayalı isnatlar için kaldırdığı; fakat söze dayalı suçlar için sorumsuzluğun devam ettiğini belirlemesi, konuyla ilgili öngörülebilirlik sağlayacaktır. Böyle bir belirleme, bir tür bir “pratik uyuşum” anlamına gelecek, savcılıklara ve derece mahkemelerine yol gösterici nitelik taşıyacaktır. IV. Milletvekili olarak şahsımın yasama dokunulmazlığının kaldırılması Anayasa ve Meclis içtüzüğüne uygun mudur? Milletvekili sıfatıyla T.C.Anayasası ile taşımakta olduğum yasama dokunulmazlığı, üç fezleke nedeniyle kaldırılmıştır: (i) İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 2013/88094 numaralı soruşturmaya dayanan 24.12.2013 tarihli ve 2013/311 numaralı fezleke (ii) Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığının 2015/65040 numaralı soruşturma dayanan 2015/244 numaralı fezleke (iii) Diyarbakır Başsavcılığının 28.03.2012 tarihli 2012/530 2 sayılı fezleke. Usul yönünden aykırılık iddiaları Mecliste yasama dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda Anayasa ve Meclis İçtüzüğü hükümleri gereğince kurulması gereken komisyonlar kurulmadan ve Karma komisyon raporu ‘ oluşturulup Genel Kurulda oylanmadan, hakkımdaki her üç fezlekeye dayalı suç isnatları hakkında yasama dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Yasama dokunulmazlığının kaldırılması usulünün uygulanmaması, Komisyonlarda ve Meclis Genel Kurulu’nda savunma hakkımı tamamen ortadan kaldırdığı gibi, Meclisin her bir isnadın ciddiliğim oylama sonucu karara bağlama yetkisini de ortadan kaldırmıştır. Bu aşamada evrensel hukuk kuralları ile T.B.M.M. İçtüzüğü 134 ncü maddesine açıkça aykırılık oluşmuştur. Savunma hakkım ortadan kaldırılmak suretiyle yasama dokunulmazlığını kaldıran tasarruf Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesinin, Meclisin bu konuda yetkilerini kaldıran aynı tasarruf yine Anayasanın 2. maddesindeki demokratik devlet ilkesinin eylemli bir şekilde değiştirilmesi sonucu doğurur. Bu nedenlerle hakkımdaki her üç fezlekedeki suç isnatları hakkında yasama dokunulmazlığının kaldırılması Anayasanın 2. maddesine aykırıdır. Esas yönünden aykırılık iddiaları Hakkımdaki birinci fezleke (İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 2013/88094 numaralı soruşturmaya dayanan 24/12/2013 tarihli ve 2013/311 numaralı fezleke) hakaret, kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşü katılma suçuna; ikinci fezleke (Bakırköy CumhuriyetEsas Sayısı : 2016/54 Karar Sayısı : 2016/117 8 Başsavcılığının 2015/65040 numaralı soruşturma dayanan 2015/244 numaralı fezleke) Cumhurbaşkanı’na hakaret suçuna ilişkindir. Bu iki fezlekeye konu olan eylemlerin Anayasanın 26. maddesinde güvence altına alman düşünceyi açıklama ve yayma kapsamında değerlendirilebileceği açıktır. AYM’nin yukarıda geçen Selim Sadak karan göz önünde tutulduğunda, bu fezlekelerde yer alan suç isnatlarının, dokunulmazlığın kaldırılmasını gerektirecek nitelikte görmeyeceği söylenebilir. Ayrıca, bu fezlekelerde isnat edilen suçlar, tamamen düşünce açıklamalarına dayanmaktadır. Anayasa’nın 83/1’inci maddesindeki “yasama sorumsuzluğu” hükmünün yürürlükte olduğu dikkate alındığında, 6718 sayılı Kanun’un dokunulmazlıklar için getirdiği istisnanın bu suçları kapsamayacağı tespitinde bulunulmalıdır. Hakkımdaki üçüncü fezleke (Diyarbakır Başsavcılığının 28.03.2012 tarihli 2012/530 2 sayılı fezleke) görevi kötüye kullanma suçuna ilişkindir. Somut olayda dosya incelendiğinde, görevi kötüye kullanma suçu isnadının “ciddiliği görüşüne desteklik edebilecek bir nitelikte olmaktan uzak bulunduğu ortadadır. “ Aksi takdirde milletvekilleri, bu tür ciddi nitelik taşımayan isnatlar karşısında yasama görevlerini yerine getiremez hale gelebileceklerdir. Böyle bir sonuç, evrensel hukuk kurallarına, Anayasa’nın özüne ve sözüne, 2’nci maddesindeki demokratik devlet ilkesine ve 67’inci maddesindeki serbest seçim hakkına aykırı düşecektir. Özellikle vurgulamak gerekir ki, iptali talep edilen (Meclis Genel Kurulu Kararı yerine geçecek nitelikteki) madde savunma hakkı tamamen ortadan kaldırmakta ve karşısında hak arama hürriyetini engellemek istemektedir. Bu aşamada Sayın Mahkemenize başvurmaktan başka hukuki bir yol bulunmadığı aşikardır. SONUÇ VE TALEP : T.C. Anayasası’nın 83/1 maddesinde yer alan yasama dokunulmazlığının, T.B.M.M Genel Kurulu’nun 20/05/2016 tarihli 6718 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’la (i) İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 2013/88094 numaralı soruşturmaya dayanan 24.12.2013 tarihli ve 2013/311 numaralı, (ii) Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığının 2015/65040 numaralı soruşturma dayanan 2015/244 numaralı ve (iii) Diyarbakır Başsavcılığı’nın 28.03.2012 tarihli 2012/530 2 numaralı fezlekeler (tarafıma tebliğ edilmemiş başkaca fezlekeler var ise onları da kapsar nitelikte) yönünden kaldırılması yönündeki maddelerinin (kanun maddesi kapsamında Genel Kurul Kararı da ihdas edildiğinden, aynı zamanda ilgili kararın) T.C. Anayasaya, kanuna veya İçtüzüğe aykırı olduğundan Anayasa’nın 85 nci maddesi ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 3 ncü maddesi uyarınca incelenerek, yasal gereklerinin ve bağlı sonuçları için ÖNCELİKLE YÜRÜRLÜĞÜNÜN DURDURULARAK İPTALİNE karar verilmesini arz ve talep ederim.”Esas Sayısı : 2016/55 Karar Sayısı : 2016/48 9 “… TBMM Genel Kurulu, 20/05/2016 tarihinde 6718 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”u kabul etmiştir. Madde şu şekildedir: “Bu maddenin Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edildiği tarihte; soruşturmaya veya soruşturma ya da kovuşturma izni vermeye yetkili mercilerden, Cumhuriyet başsavcılıklıklarından ve mahkemelerden; Adalet Bakanlığına, Başbakanlığa, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına veya Anayasa ve Adalet komisyonları üyelerinden kurulu Karma Komisyon Başkanlığına intikal etmiş yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin dosyaları bulunan milletvekilleri hakkında, bu dosyalar bakımından, Anayasanın 83 üncü maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesi hükmü uygulanmaz. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onbeş gün içinde; Anayasa ve Adalet komisyonları üyelerinden kurulu Karma Komisyon Başkanlığında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığında, Başbakanlıkta ve Adalet Bakanlığında bulunan yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin dosyalar, gereğinin yapılması amacıyla, yetkili merciine iade edilir.” Bu değişikliğin atıf yaptığı madde olan T.C. Anayasası 83/2’nin birinci cümlesi ise şu şeklidedir: “Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.” Söz konusu düzenlemenin konusu, milletvekili dokunulmazlıkların kaldırılmasıdır. “Milletvekili dokunulmazlığı”, gelişmekte olan parlamenter demokrasiler için son derece kritik bir kurumdur. Üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi bünyesindeki “Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu” (Venedik Komisyonu), bu korumun önemine yönelik 2014 yılında bir rapor yayımlamıştır. Bu raporda, milletvekili dokunulmazlığının, parlamentonun, kendisini dış faktörlerden koruması için getirilmiş özel bir güvence olduğu ifade edilmiştir. Komisyona göre dokunulmazlık, özellikle parlamentoda kalan azınlıkların yargısal tehditlerden korunması, parlamento çalışmalarının sürekliliğinin sağlanması, seçmenlerin iradelerinin korunması, azınlıkta kalan siyasetçilerin cezalandırmaları için yargı organları üzerinde çoğunluk tarafından baskı kurmasının önlenmesi ve bu bakımdan yargı bağımsızlığının korunması gibi işlevler görmektedir. Hukuk devleti için önem taşıyan bu işlevler, erkler ayrılığı ilkesi ve demokrasi ilkelerine de etkinlik kazandırabilecektir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) de, KART TÜRKİYE davasında, milletvekilinin kendi hakkındaki dokunulmazlığın kaldırılması talebinin reddedilmesi üzerine mahkemeye erişim hakkı ihlali iddiasını reddetmiştir. Bu kararda özetle ve önemle : “AİHM bir milletvekili hakkında yürütülen soruşturmaların üyesi olduğu Meclis'in işleyişine zarar verebileceğini ve huzur içinde çalışmasını engelleyebileceğini kabul etmektedir. Bu andan itibaren, izlenen meşru amaç doğrultusunda takibat gerektiren olayların niteliğinin, ki bu davada milletvekili görevi ile alakalı olmayan bir eylem söz konusudur, bir önemi kalmamaktadır.Esas Sayısı : 2016/55 Karar Sayısı : 2016/48 10 Bununla birlikte, AİHM, Anayasa Mahkemesi'nin milletvekili dokunulmazlığını oluşturan muafiyetlerin milletvekili niteliğine bağlı olduğu ve şahsi ayrıcalık değil, aksine kişiyi değil yerine getirdiği görevi koruyan siyasi hukuk ilkesi olduğu ölçüde meşru olduğu değerlendirmesine katılmaktadır. Tamamen bu anlamda, suç unsurunu teşkil eden olayların meydana geldiği tarih göreli bir önem taşımakta ve böylece seçimlerden önce meydana gelmiş olmasının bir önemi bulunmamaktadır. AİHM öncelikli olarak Türk parlamenterlere tanınan dokunulmazlığın birçok açıdan, diğer sözleşmeci ülkelerinin parlamento üyelerine, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyelerine ve Avrupa Parlamentosu üyelerinin dokunulmazlıklarından daha geniş olduğunu tespit eder. Dokunulmazlık hem ceza hem hukuk davalarına uygulanmakta olup, milletvekili olmadan önceki eylemler için olduğu gibi milletvekilliği sırasındaki eylemler için de geçerlidir. Milletvekilleri sorgulanamaz, tutuklanamaz, haklarında adli kovuşturma yapılamaz. AİHM'nin daha önce de ifade ettiği üzere, mutlak bir yasama dokunulmazlığını düzenleyen bir kaide, kendi başına, devletlerin bir mahkemeye erişim hakkını kısıtlamak için yararlandığı takdir payını aştıkları anlamına gelmemektedir. (Bkz. sözü edilen A. Birleşik Krallık kararı)…” şeklinde hüküm kurmuştur. Yine İHAM, bir parlamenterin hakaret etmesi nedeniyle yasama bağışıklığından yararlandırılmasını, hakarete uğradığını iddia eden kişinin mahkemeye erişim hakkını ihlal etmediği sonucuna varmıştır. Yani İHAM, yasama dokunulmazlığına, demokratik bir toplumda büyük bir önem atfetmektedir. Doktrinde de; benzer yönde tespitler yapılmakta, milletvekili dokunulmazlığının, Türkiye gibi otoriter bir geçmişi olan ve bu geçmişten tam olarak kurtulamamış ülkelerde, demokratik konsolidasyonun sağlanması için, çok özel bir anlam taşıdığı kabul edilmektedir. Bu özel anlamın kurumsal koruyucusu ise; gündelik siyasetin (politics) hezeyanlarının dışında durarak anayasal siyasaların (policy) takipçisi olması gereken ve demokratik konsolidasyonun sağlanması için bir tür hakem işlevi görmesi lazım gelen anayasa mahkemeleridir. Bu nedenledir ki, 1961 Anayasası’nın hazırlanması sürecinde anayasa mahkemesinin kurulmasına karar verenler, AYM’ye bu konuda da özel bir yetki tanımışlar, dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı AYM’ye başvuru imkanını ayrı bir maddede düzenlemişlerdir. Söz konusu maddenin 1982 Anayasası’ndaki güncel hâli şu şekildedir: “Yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına (…) karar verilmiş olması hallerinde, Meclis Genel Kurulu kararının alındığı tarihten başlayarak yedi gün içerisinde i | 3,874 |
Esas Sayısı : 2005/67 Karar Sayısı : 2009/99 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Yürürlüğün durdurulması istemini de içeren dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'A)21.04.2005 Tarih ve 5335 Sayılı Kanunun 10 uncu Maddesinin (b) Bendinin 2547 Sayılı Kanunun 43 üncü Maddesine Eklediği (d) Bendinin Birinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı Söz konusu (d) bendinin birinci fıkrasının birinci fıkrasında, yükseköğretim kurumlarına yurt dışındaki yükseköğretim kurumları ve diğer kuruluşlarla işbirliği tesis ederek ön lisans ve lisans programları da dahil olmak üzere uluslar arası ortak eğitim ve öğretim programları yürütebilmek için yetki tanınmıştır. Ancak bu işbirliğinin yurt dışındaki hangi nitelikleri taşıyan yükseköğretim kurumları ve diğer kuruluşlarla kurulabileceğine ilişkin bir belirleme yapılmamıştır. Bu yetki kapsamında, yurt dışında kurulmuş olan ve Anayasanın 130 uncu maddesinde getirilen esaslara uygun olmayan ve uygun eğitim öğretim yapmayan bir yükseköğretim kurumu veya diğer kuruluşla, Türkiye'deki bir yükseköğretim kurumunun ön lisans veya lisans programları dahil, ortak eğitim ve öğretim programı yürütebilmesi kayıtsız, koşulsuz ve sınırsız olarak imkan dahiline girebilmektedir. Hatta bu yetkinin kapsamına, yurtdışındaki yükseköğretim kurumu niteliğini taşımayan kuruluşlarla, Türkiye'deki yükseköğretim kurumlarının lisans ve önlisans dahil ortak eğitim ve öğretim programları yürütebilmesinin de girdiği açıktır. Bunun Anayasanın 130 uncu maddesine aykırı düşeceği açıktır. Bu tür ortak programlar, Türkiye'deki üniversitelere girecek düzeyde puan almayan öğrencilerin, belirlenecek düşük düzeydeki bir puan eşiğine ulaşmak ve yüksek düzeydeki ücretleri karşılayabilmek koşuluyla, ortak program yapılan bir yabancı üniversiteye kaydolarak hem bu yabancı üniversiteden, hem de Türkiye'deki ÖSYS'nda girmek için yeterli puan alamadığı Türk üniversitesinden diploma almasına imkan verebilmektedir. Halen bu uygulamanın örnekleri yükseköğretim sistemimizde görülmektedir. Böyle bir durumun yükseköğretimde fırsat eşitliğini bozacağı; yükseköğretim öğrencileri ve öğrenci adayları arasında yurt dışı eğitim giderlerini karşılayabilmek veya karşılayamamak bakımından bir ayırıma yol açabileceği ortadadır. Çünkü ÖSYS'de belli bir üniversiteye girebilmek için yeterli puanı alamayan fakat yurtdışındaki ortak öğretim programının tarafı olan üniversitenin giderlerini karşılayacak güçteki öğrenciler, yurtdışındaki üniversiteye kayıt yaptırarak dolaylı biçimde, ÖSYS'de girme hakkını kazanamadıkları Türkiye'deki taraf üniversitede eğitim görüp, diploma alabileceklerdir. Bunun Anayasanın 10 uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırı düşeceği ortadadır.Esas Sayısı : 2005/67 Karar Sayısı : 2009/99 2 Üniversiteye giriş sınavında yüksek başarı göstererek Türkiye'deki üniversitelerde yükseköğrenim görmeye hak kazanmış bulunan öğrenciler, bu üniversitelerdeki öğrenimlerini başarıyla tamamladıklarında, branşlarıyla ilgili tek diploma alırken, kendilerinden daha az giriş puanı alan öğrenciler, ortak eğitim programlarında, benzer veya aynı içerikteki dersleri gördükleri halde, salt bunların bir kısmını yabancı bir üniversitede tamamladıkları için, kendilerine ortak eğitim programı yapan her iki üniversiteden de iki ayrı diploma verilebilmektedir. Böylece aynı çabayı gösteren ve aynı eğitimi alan öğrencilerden bir kısmına daha imtiyazlı iki diplomalı bir statü sağlanmaktadır. Bu da Anayasanın 10 uncu maddesinde belirtilen eşitlik ilkesine aykırı bir başka durumdur ve bu eşitsizliği izah edecek makul bir neden de yoktur. Bu eşitsizliğin ödeme gücüne dayalı bir ayırım sonucu ortaya çıktığı ise son derece açıktır. Çünkü yalnızca yüksek ücret ödeyebilen öğrenciler ortak öğretim programlarından ve onun getireceği olanaklardan yararlanabilecekler; böyle bir ödeme gücü olmayanlar ise bu olanaklardan yararlanamayacaklardır. Anayasanın 130 uncu maddesine aykırı ortak eğitim öğretim programlarının oluşmasını ve eşitliğe aykırı durumların ortaya çıkmasını engellemenin yollarından birisi, bunu sağlayacak nitelikteki koşul ve sınırlamaların yasada gösterilmesidir. Bu ise, yapılmamıştır. Söz konusu birinci cümlede ortak program yürütmek konusundaki yetkinin sınırları, kayıt ve koşulları belirtilmediği için, bu yetki keyfi ve takdire bağlı kullanıma da açık niteliktedir. Bu nitelikteki bir yetki, hukuk devleti ilkesi başta olmak üzere Anayasanın 8 inci ve 123 üncü maddelerinde belirtilen yürütmenin ' idarenin kanuniliği ilkesi ile bağdaşmaz. Takdire bağlı bu yetki, asli düzenleme yetkisini de içerecek bir niteliktedir ve bu bakımdan da Anayasanın 6 ncı, 7 nci ve 8 inci maddelerine aykırı bir yetki devri görünümünü taşımaktadır. Diğer yandan bu tür ortak eğitim programlarında, programın bir kısmının veya tümünün yabancı dilde yapılacağı açıktır. Anayasanın 42 nci maddesinde, eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dilde eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esasların yasa ile gösterileceği belirtilmiş; milletlerarası antlaşma hükümleri ise saklı tutulmuştur. Yasada ortak program yapılan kurumlarda yapılacak yabancı dil eğitim ve öğretimine ilişkin esaslar gösterilmemiştir. Türkiye'deki yükseköğretim kurumları ile yurtdışındaki eğitim ' öğretim kurumları arasında yapılacak anlaşmaların ise, uluslar arası antlaşma niteliği taşımadığı ortadadır. Bu nedenle, söz konusu birinci cümlede yükseköğretim kurumlarına verilen yetki, Anayasanın 42 nci maddesine de aykırıdır. İptali istenen (d) bendinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde ifade edilen ortak eğitim öğretim programı uygulamasında Anayasanın 130 uncu maddesinin ifade ettiği, 'üniversitelerin ve bunlara bağlı birimlerin, Devletin gözetimi ve denetimi altında olacağı' yolundaki ilkenin nasıl yaşama geçirilebileceği de ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur. Böyle birEsas Sayısı : 2005/67 Karar Sayısı : 2009/99 3 denetimin, yurt dışındaki eğitim kurumları açısından söz konusu olamayacağı açıktır. Bu nedenle birinci cümlede yapılan düzenleme Anayasanın 130 uncu maddesinin beşinci fıkrasına da aykırıdır. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme, Anayasanın 11 inci maddesinde belirtilen Anayasanın üstünlüğü ilkesiyle de bağdaşmaz. Yukarıda açıklanan nedenlerle, söz konusu (d) bendinin birinci fıkrasının Anayasanın 2, 6, 7, 8, 10, 11, 42 ve 130 uncu maddelerine aykırı olan birinci cümlesinin iptal edilmesi gerekmektedir. 2547 sayılı Kanunun 43 üncü maddesine eklenen (d) bendinin birinci fıkrasının ikinci cümlesine gelince; bu cümlede ortak eğitim ve öğretim programlarının öğrenci girişi, müfredat, sınav ve değerlendirme esasları ve mezuniyet şartları dahil, işleyişine ilişkin usul ve esasların Yükseköğretim Kurulunun çıkaracağı yönetmelikle düzenleneceği ifade edilmiştir. Anayasanın 8 inci maddesi, yürütme yetki ve görevinin, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılacağını ve yerine getirileceğini bildirmektedir. Anayasanın 123 üncü maddesinde de, idarenin kuruluş ve görevlerinin kanunla düzenleneceği ilkesi yer almaktadır. Bütün bu düzenlemeler, idarenin ' yürütmenin yetkilerini Anayasa ve kanunlardan aldığını; Anayasada gösterilen ayrık haller dışında asli bir düzenleme yetkisi bulunmadığını göstermektedir. Asli düzenleme yetkisi Anayasanın 7 nci maddesine göre yasamanındır ve devredilemez. Devredildiği taktirde bu yetki, kökenini Anayasadan almadığı için, Anayasanın 6 ncı maddesine aykırı düşer. Söz konusu ikinci cümlede, ortak eğitim öğretim programlarının (cümlede belirtilen hususları da içermek üzere) işleyişine ilişkin usul ve esasları yönetmelikle belirlemek yetkisi Yükseköğretim Kuruluna bırakılmış; ancak, usul ve esaslara ve belirtilen hususlara ilişkin ilkeler gösterilmemiş yani asli bir düzenleme yapılmamıştır. Bir konu ile ilgili asli düzenleme yetkisinin yasa ile bir kurula verilmesi, asli düzenlemenin yasada yapılmış olduğu anlamına gelmez. Asli düzenlemenin yasada yapılmış sayılması için en azından konu ile ilgili ilke ve esasların da yasada gösterilmesi gerekir. Bu nedenle söz konusu ikinci cümlede Yükseköğretim Kuruluna ortak öğretim ' eğitim programları ile ilgili belirtilen hususları ve bu programların usul ve esaslarını yönetmelikle belirleme yetkisinin bırakılması, asli düzenleme yetkisinin devri anlamına gelir ve böyle bir yetki devri, Anayasanın 6, 7, 8 ve 123 üncü maddelerine aykırı düşer. Diğer yandan Anayasanın 130 uncu maddesinin dokuzuncu fıkrasında yükseköğretime giriş, devam gibi hususların yasa ile düzenlenmesi öngörüldüğü için, bu konuların yönetmelikle asli biçimde düzenlenmesine ilişkin bir yetkinin Yükseköğretim Kuruluna verilmesi, Anayasanın 130 uncu maddesi ile de bağdaşmaz.Esas Sayısı : 2005/67 Karar Sayısı : 2009/99 4 Anayasanın herhangi bir maddesine aykırı bir düzenleme hukuk devleti ve Anayasanın üstünlüğü ilkeleri ve dolayısıyla ile Anayasanın 2 ve 11 inci maddeleri ile de çelişir. Anayasanın 2, 6, 7, 8, 11, 123 ve 130 uncu maddelerine aykırı olan söz konusu ikinci cümlenin iptal edilmesi gerekmektedir. B)21.04.2005 Tarih ve 5335 Sayılı Kanunun 10 uncu Maddesinin (b) Bendinin 2547 Sayılı Kanunun 43 üncü Maddesine Eklediği (d) Bendinin İkinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 2547 sayılı Kanunun 43 üncü Maddesine eklenen (d) bendinde, ortak eğitim öğretim programlarına kayıtlı öğrencilerden alınacak öğrenim ücretleri, gelir ve giderleri ile harcama usul ve esaslarını Maliye Bakanlığının olumlu görüşü üzerine yönetmelikle belirlemek yetkisi Yükseköğretim Kuruluna verilmiş; ancak, yönetmelikle belirlenecek hususlarla ilgili ilke ve esaslar yasada gösterilmemiş yani bu hususlarla ilgili asli düzenleme yapılmamıştır. Asli düzenleme yetkisi Yükseköğretim Kuruluna bırakılmıştır. Yukarıda da açıklandığı gibi Anayasanın 8 ve 123 üncü maddelerinden, Anayasada gösterilen ayrık haller dışında yürütmenin ' idarenin asli düzenleme yetkisi olmadığı anlaşılmaktadır. Asli düzenleme yetkisi Anayasanın 7 nci maddesine göre yasamanındır ve devredilemez. Devredildiği taktirde bu yetki, kökenini Anayasadan almadığı için Anayasanın 6 ncı maddesine aykırı olur. Bu nedenle ikinci fıkrada yapılan düzenleme Anayasanın 6, 7, 8 ve 123 üncü maddelerine aykırıdır. Diğer yandan Anayasanın 73 üncü maddesinde, vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerinin kanunla konulup değiştirileceğine ve kaldırılacağına ilişkin bir ilke yer almaktadır. Aynı maddede vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde, kanunun belirlediği yukarıda ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisinin Bakanlar Kuruluna verilebileceği de bildirilmiştir. Şu anda Anayasa ve Yükseköğretim Kanununun birlikte oluşturduğu sistemde, devlet üniversitelerinde öğrencilerden cari hizmet bedeli adı altında alınan katkı payının harç niteliğini taşıdığı; bunun belirlenmesinde yetkinin de Bakanlar Kuruluna ait olduğunda kuşku yoktur. Söz konusu ikinci fıkra ile, ortak öğretim ' eğitim programlarından alınacak ücreti belirlemek konusunda Yükseköğretim Kurulu ve Maliye Bakanına verilen yetki, bu ücret te bir harç niteliği taşıyacağı için, Anayasanın 73 üncü maddesine aykırıdır. Kaldı ki Anayasanın 130 uncu maddesinin, dokuzuncu fıkrası da harçlarla ilgili düzenlemelerin kanunla yapılmasını öngörmektedir. Bu hususta yetkinin kanunla Yükseköğretim Kurulu ve Maliye Bakanına yönetmelikle yapılacak bir düzenleme için verilmesi, kanunla düzenleme anlamını taşımaz. Kanunla düzenlemenin yapılmış sayılması için, en azından konu ile ilgili ilke ve esasların kanunda gösterilmesi gerekir. Bu nedenle iptali istenen ikinci fıkra, Anayasanın 130 uncu maddesine de aykırıdır.Esas Sayısı : 2005/67 Karar Sayısı : 2009/99 5 Anayasanın herhangi bir maddesine aykırı bir düzenlemenin hukuk devleti ve Anayasanın bağlayıcılığı ilkeleri ve dolayısı ile bu ilkeleri ifade eden Anayasanın 2 ve 11 inci maddeleri ile de çelişeceği açıktır. Yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasanın 2, 6, 7, 8, 11, 73, 123 ve 130 uncu maddelerine aykırı olan söz konusu ikinci fıkranın iptal edilmesi gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 5335 sayılı Kanunun 10 uncu maddesinin (b) bendinin 2547 sayılı kanunun 43 üncü maddesine eklediği (d) bendinin birinci fıkrasının birinci cümlesi, Anayasanın 130 uncu, 42 nci, 11 inci, 10 uncu, 8 inci, 7 nci, 6 ncı ve 2 nci maddelerine aykırı görünümde ortak eğitim programlarının kurulmasına ve sürdürülmesine imkan tanımaktadır. Bu durumun bir kısım öğrencinin sonradan giderilmesi olanaksız mağduriyete düşürülmesine yol açabileceğinden kuşku yoktur. Çünkü bu programlara katılan öğrenciler, bu programlara yasal dayanak oluşturan hükümlerin iptali halinde, öğrenimlerini sürdürememek tehlikesiyle karşılaşabileceklerdir. (d) bendinin birinci fıkrasının ikinci cümlesi ile ikinci fıkrasında yer alan hükümler ise yürütmeye Anayasaya aykırı düzenleme yetkileri vermektedir. Bu yetkilere dayalı olarak yapılacak düzenlemelerin de, yasanın iptali halinde yasal dayanaklarını kaybedecekleri için, bir takım sakıncalı durumlara ve zararlara yol açması kaçınılmazdır. Doğabilecek bu sakıncalı ve giderilmesi olanaksız hukuki durum ve zararların önlenebilmesi için, söz konusu birinci ve ikinci fıkraların yürürlüklerinin durdurulması gerekmektedir. V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 21.04.2005 tarihli ve 5335 sayılı Kanunun 10 uncu maddesinin (b) bendinin, 04.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Kanunun 43 üncü maddesine eklediği (d) bendinin birinci ve ikinci fıkralarının iptaline ve iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.' | 1,739 |
Esas Sayısı : 1993/18 Karar Sayısı : 1993/42 1 II. İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkemenin itiraz başvurusunun gerekçe bölümü aynen şöyledir: Davalı kurum, ödemeye imkan veren 506 sayılı Yasa'nın Ek 24. maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğu savunmasında bulunmaktadır. 506 sayılı Yasa'nın Ek 24. maddesinin incelenmesi gerekmektedir. Ek madde 24 a 506 sayılı kanun ile ek ve değişikliklerine göre iş kazaları ile meslek hastalıkları, malüllük, yaşlılık ve ölüm sigortalılarından gelir veya aylık alanlar ile 991 sayılı kanunla kuruma devredilen sendikalar mevzuatına göre aylık alanlara her ay sosyal yardım zammı olarak 12.919. TL. ödenir. Bakanlar Kurulu, Sosyal yardım zammı miktarını, gösterge, üst gösterge ve geçici gösterge tablosundaki derece ve kademelere göre birbirinden farklı olarak tesbit etmeye yetkilidir. Bu ödemeler, kurumdan gelir veya aylık ödemesine imkan veren dosyalar esas alınarak yapılır. 506 sayılı Yasa'nın Ek 24 1 genel ve katma bütçeli idareler, mahallî idareler, döner sermayeli kuruluşlar ile kanunla ve kanunların verdiği yetkiye istinaden kurulan kuruluşlar ve 233 sayılı KH.K. kapsamına giren teşekkül ve kurulan kuruluşlarla bunların müessese, bağlı ortaklık ve iştiraklerinden, çalıştığı en son kuruluş olarak ayrılmak suretiyle kendisine 506 sayılı kanun hükümlerine göre malüllük, yaşlılık veya ölüm aylığı bağlanan kişilere ödenen sosyal yardım zamları, kurumca yazılı istenmesi üzerine bu kuruluşlar tarafından en çok iki ay içinde kuruma ödenir düzenlemesi getirilmiştir. Sosyal yardım kelime anlamı ile; kendisinin ve bakmak zorunda olduğu kimselerin, yerel ölçülere göre geçimini kendi kaynakları ile hiç ya da yeterli derecede sağlama durumunda olmayan kişilere yapılan yardımı ifade eder. Sosyal koruma aracı olarak başvurulan sosyal yardım ve sosyal refah hizmetleri, sosyal sigorta tekniğinin egemen olduğu sistemlerde mevcuttur. Ulusal düzeyde bir tek sosyal güvenlik modelinin benimsendiği ülkelerde bu ayrım fazla önem taşımamaktadır. Çünkü malî ya da sosyal konumu dikkate alınmaksızın tüm vatandaşlara sosyal güvenlik ve refah hizmetleri sunulmaktadır. Ancak, sosyal sigorta modeline üstünlük tanıyan ülkelerde, sosyal yardım ve hizmetler, kural olarak sosyal sigortaların kapsamının dışında kalmış ve sosyal korumaya gereksinimi bulunan kişileri hedeflemektedir. Yukarıdaki tanımlamadan da anlaşılacağı gibi, sosyal yardım yapılması yoksulluk koşuluna bağlıdır. Bu yardımı sağlayan kuruluşlar, başta kamu kuruluşları olmak üzere, yardım kurumları, vakıflar ve özel kuruluşlardır. Kamu kuruluşlarınca yapılan sosyal yardımların finansman kaynağını vergi gelirleri oluşturmaktadır.Esas Sayısı : 1993/18 Karar Sayısı : 1993/42 2 Bu nedenle, kendilerine yardım yapılanların prim ya da başka isim altında finansmana katılmaları sözkonusu değildir. Bu niteliği dikkate alınarak, sosyal yardımlara kamu yardımı adı da verilmektedir. Tüm bu özellikleri ile, sosyal yardım tekniği primsiz katılımsız sosyal güvenlik rejimi çerçevesinde yer almaktadır. Primsiz rejimin belirleyici özelliğini, yardımlardan yararlananların bu yardımlar için yapılan giderlere katılmamaları oluşturur. Bu rejimin finansmanı sadece Devlet bütçesinden karşılanır. Bu şekilde sosyal yardım zammı, Sosyal Sigortaların kapsamı dışında kalanlara yöneliktir. Yine sosyal yardım zammı; Devletin sosyal güvenliğe muhtaç kişilere bir nebze, bir miktar daha yardım edebilme amacı ile kabul ettiği bir olaydır. Yapılan bu açıklamalar, sosyal yardım zammının sosyal güvenlik sistemi içindeki yerini ve kavrama ilişkin temel ilkeleri ortaya çıkmış bulunmaktadır. Gerçekten, sosyal sigortalar kurumunca sigortalı veya hak sahiplerine yapılan sosyal yardım zammı, maktu ödeme biçiminde olup, sigortalılık ve prim gün sayıları ile bağlantılı değildir. Oysa, diğer sigorta yardımları, sigortalının prime esas kazancına, sigortalılık ve prim ödeme gün sayısına göre değişkenlik göstermektedir. Bu nedenlerle, sosyal yardım zammının sosyal yardım niteliğinde oluşu gözönüne alındığında, sosyal sigortalar kurumu bütçesinden ödenmesi, Türk sosyal güvenlik sisteminin dayandığı temel ilkelere aykırı düşmektedir. Sosyal güvenlik kuruluşlarınca sağlanan sosyal sigorta yardımları tüm Dünyada edim karşı edim ilkesine dayanmaktadır. Başka bir ifade ile, sosyal sigorta sistemlerinde primler karşılığı olmayan yardımlara yer verilmemektedir. Sosyal sigorta ile sosyal yardımları birbirinden ayıran en belirgin özellik, sigorta yardımlarının ilgili sosyal güvenlik kuruluşlarınca, sosyal yardımların ise Devlet tarafından finanse edilmesidir. Bu tanımlamalardan sonra konunun 506 sayılı çerçevesinde de incelenmesi gerekmektedir. 506 sayılı Yasa'nın 1. maddesinde bu kanunda yazılı şartlarla sosyal sigorta yardımları sağlanır denilerek, yardımlar ve şartlarının bu yasada belirlendiği vurgulanmıştır. Aynı Yasa'nın 12 32 43 52 ve 59. maddelerinde, çeşitli sigorta kollarından, kurumun sağlayacağı yardımlar açık ve sınırlayıcı olarak gösterilmiştir. 506 sayılı Yasa'nın 72. maddesinde gerektirdiği her türlü yardım ve ödemelerle her çeşit yönetim giderini karşılamak üzere, kurumca bu kanun hükümlerine göre prim alınır. hükmü getirilerek, sağlanacak her yardımın karşılığında prim alındığı tekrarlanmıştır. Yasa'nın 78. maddesinde alınacak prim ve verilecek ödeneklerin hesabına esas tutulan günlük kazanç alt ve üst sınırlarla tahdit edilmiş ve gerek alınacak primlerin ve gerekse sigortalı veya hak sahiplerine sağlanacak yardımların sınırları belirlenmiştir. 506 sayılı Yasa'nın yukarıda açıklanan metinleri arasında açık ve kesin bir uyum bulunmaktadır. Karşılığı alınarak sosyal güvenliği sağlamak, sosyal güvenlik koşullarını sigortalı ve hak sahipleri yararına geliştirmek, yukarıda açıklanan maddelerin topluca amacı ve sonucu olmaktadır.Esas Sayısı : 1993/18 Karar Sayısı : 1993/42 3 2422 sayılı Yasa ile 6.3.1981 tarihli olup, ek madde 5 ile getirilmiştir. 506 sayılı Yasa'ya eklenen kurallara göre; (gelir ve aylık alanlara her ay için 2.500. TL. sosyal yardım zammı ödenir. Bu ödemeler, kurumdan gelir veya aylık ödenmesine imkân veren dosyalar esas alınarak yapılır.) hükmü getirilmiştir. Bu hükmün, 5434 sayılı yasa ile emekli dul ve yetimlerine ödenen yakacak yardımının eşitlik ilkesi gereğince, 506 sayılı yasaya tabi bulunanlara da yansıtılması, amacı güttüğü açıktır. Memurlara ve emekli dul ve yetimlerine ödenen yakacak yardımının yasal bir dayanağı bulunmakta ve buda 657 sayılı Yasa'nın 213. maddesidir. 506 sayılı Yasa'da ise, sağlanması öngörülen yardımlar dışında bir yardıma elverişli madde bulunmamaktadır. Ülkemizde primli sisteme dayalı olarak kurulan Sosyal Sigortalar Kurumu, Emekli Sandığı ve Bağ Kur tarafından sağlanan yardımlar, 1977 yılı sonlarına kadar sigorta ilkelerine uygun olarak sürdürülmüştür. 27 Ekim 1977 tarihinde çıkarılan Bakanlar Kurulu kararları ile Sosyal Sigortalar Kurumu ve Emekli Sandığı emeklilerine, 980 yılında çıkarılan bir bakanlar kurulu kararı ile de Bağ kur emeklilerine avans adı altında her ay ek bir ödeme yapılmaya başlanılmıştır. Avans adı altında yapılan ödemelerin adı bir Mart 1981 tarihinde yürürlüğe giren 2422 sayılı Yasa ile sosyal yardım zammı olarak değiştirilmiştir. Aynı kanunla bu tarihe kadar ödenen avansların ilgililerden geri alınmaması hükme bağlanmış ve böylece sosyal sigortalar kurumu prim karşılığı olmayan ek ödemeleri fiilen kendi kaynaklarından karşılamaya başlamıştır. Konunun 4792 sayılı yasa hükümleri çerçevesinde de incelenmesi gerekmektedir. Sosyal Sigortalar Kurumunun kuruluş ve görev ve işleyiş yasası olan bu yasada yer alan 19/F maddesi bulunmaktadır. Burada kurumun gelirleri sayılmakta ve bu bentde de genel bütçeden yapılacak yardımlar denilerek, Devletin Sosyal Sigortalar Kurumuna yardımının bulunacağı ve kurum bütçesine gelir olacağı gösterilmektedir. Konunun 657 sayılı Yasa'nın ilgili hükümleri yönünden de incelenmesi gerekmektedir. Bu Yasa'nın 213. maddesinde yakacak yardımı, devlet memurlarına: Yönetmelikle tesbit olunur şeklindeki hüküm, 375 sayılı Kanun hükmündeki kararnamenin 32. maddesi gereği 1.7.1989 tarihinde yürürlükten kalkmış ve bu tarihten sonra 657 ve 5434 sayılı Yasa'ya tabi olanlara yakacak yardımı veya bununla eş anlamlı sosyal yardım zammı ödenmektedir. Belirtilen KH.K. ile getirilen yeni düzenlemede gösterge tablosuna ek olarak taban aylığı + Kıdem aylığı göstergeleri getirilmiş ve bunlarda emekli keseneğine esas tutulan gelir içine sokulmuştur.Esas Sayısı : 1993/18 Karar Sayısı : 1993/42 4 Bu şekilde, 657 sayılı Yasa ile 5434 sayılı Yasa'dan yararlananlara artık sosyal yardım zammı ödenmeyip, bununla eş değerde bir meblağ, bu defa, gösterge sistemi ile ödenmekte, ancak, bu ödemeler birfiil çalışanlara da yapılmakta olup, onlardan kesenek kesilmektedir. Yani, sosyal yardım zammı, kesenek kapsamı içine alınmış ve bu şekilde ödenen bir meblağın karşılığı, kesenek olarak alınmaktadır. Yukarıda da belirtildiği şekilde sosyal güvenlik, kişilerin geleceklerini güvence altına almaktır. Bu konuda Devlet görevlendirilmiş ve Devletçe de davalı kurum kurulmuştur. 506 sayılı Yasa'nın sağladığı güvencenin temel ilkesi, verilen prim kadar güvence sağlama ana kuralına dayanmaktadır. Kısa vadeli sigorta kollarında, bilinmeyene karşı kollektif güvence, dayanışmalı güvence sağlama esas alınmıştır. Bu yönü itibariyle, sigortalıların verdikleri primlerin harcanmalarında, onların gelecekteki güvenliklerini azaltacak veya tehlikeye düşürecek davranışlar yasaya ve Anayasa'ya aykırı bulunacaktır. Örneğin, kazaya karşı korunma veya daha güvenlikli emekli aylığı alabilmek için prim ödettirilen kişinin ödediği primlerin, bir kamu kurumunun borcu için faizsiz kredi gibi kullandırılması ilkelere kişilerin Anayasal refah, huzur ve mutluluklarına engel olacağı için, Anayasa'ya aykırı sayılacaktır. Primlerin, bilimin gereklerine uygun olarak, ilgililerin refah ve mutluluğu için kullanılmaları bunun dışında bir harcamaya girilmemesi, en azından enflasyon oranının daha üstünde gelir getirici duruma getirilmesi şarttır. Aksi takdirde sosyal sigortalar kurumu taahhütlerini yerine getiremez ve sigortalılar ile 506 sayılı yasa ve Anayasa hükümleri gereğince kurulan bütünlükteki görevini ihmal etmiş olur. Sosyal güvenlikte dayanışma zaman içinde de sözkonusudur. Örneğin, emekli olanlar, yaşlılık sigortası primi ödeyenler ödedikleri primlerden de yararlanabilirler. Bu yönü ile, haklarda getirilen yeniliklerin karşılığı prim ödenmekte ise, geçmişte emekli olmuş kişilerin, bu yeniliklerden yararlanabilmeleri için, paylarına düşen miktarı ödemeleri gerekmeyebilecektir. Bunun, bilimsel ölçümlerinin yapılması, sonucuna göre haklara aykırılığa ve dolayısıyle Anayasa'ya aykırılığa karar verilebilmesi gerekmektedir. Örneğin, emekli sandığında, sosyal yardımlar artık primlendirilmekte ve emeklilere de, kendileri bu iş için prim ödememiş bulunmalarına rağmen, aynı yansıma yapılmaktadır. Burada, bilimsel denge bulunmaktadır. Primi ödenen kadar bir yardım yapılmaktadır. Ancak, bu yardımın kesilen primlerin çok üzerinde olması halinde ise, prim ödeyenlerin geleceklerinin tehlikeye girmesi belki de onlara daha az ödeme yapılabilir hale gelinmesi sözkonusu olacaktır. Bu şekilde en azından, prim ödeyenlerin primleri ile sadece kendilerine iyileştirme işlemi yapılmayıp, başkalarına da yapılarak, bir kişinin primi ile bir emeklinin daha iyi duruma getirilmesi sözkonusu olacak ve bununda, yaşlıları korumanın Devletin görevi olması Anayasal kuralı karşısında, Devletin görevinin sigortalıya veya memura yaptırılması anlamına geleceği ve dolayısıyla Anayasa'ya aykırı bulunacağı ve geçersiz sayılması gerekeceği düşünülmektedir. Yapılan incelemelerde kurumun prim gelirlerinin yaklaşık % 30 unun sosyal yardım zamları için harcandığı görülmektedir.Esas Sayısı : 1993/18 Karar Sayısı : 1993/42 5 Primli sistem içinde işçi emeklilerine ödenen asgarî emekli aylığının çok üzerinde bunlara prim karşılığı olmadan sosyal yardım zammı ödenmektedir. Prim almadan yapılan bu ödemelerin sosyal güvenlik kuruluşlarının Aktuaryal dengeleri üzerinde yarattığı olumsuz etkiler bu kuruluşları tedbir almak yoluna yöneltmiş ve yukarıda da belirtildiği şekilde Emekli Sandığı 1.7.1989 tarihinden itibaren taban aylığı uygulamasına geçmiş ve memur emeklilerine ödenen taban aylıklar, memurların taban aylıklarından kesilen emekli kesenekleri ile karşılanmaktadır. Ancak, Sosyal Sigortalar Kurumunda taban aylık veya benzeri bir yöntemin uygulanması, işçi ve işverenlerden emeklilere ödenen sosyal yardım zammını karşılayacak miktarda ek prim alınması ile mümkün olabilecektir. Yine yapılan araştırmalarda, sosyal yardım zammının işçi ve işverenlerden ek prim alınarak karşılanması demek, prim oranlarının % 10 oranında artırılması anlamında olup, prim oranlarında bu seviyede bir artışın çalışanlara ve çalıştıranlara getireceği yük açıktır. 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu Yasası'nın 19. maddesinde kurumun kaynakları düzenlenirken primler esas alınmıştır. Devlet katkısı öngörülmüş olmasına karşın, uygulamada böyle bir gelir kaynağı mevcut değildir. Dolayısıyle kurumun başlıca gelir kaynağını sigortalı ve işverenlerin ödedikleri primlerle, onların işletilmesinden elde edilen gelirler oluşturmaktadır. Sözkonusu gelirlerin ne tür sigorta yardımlarına harcanacağı da, 506 sayılı Yasa'nın ilgili maddelerinde sınırlayıcı bir biçimde düzenlenmiştir. Bu nedenle, Ek 24. maddede düzenlenen sosyal yardım zammının kurum bütçesinden karşılanması, Yasa'nın temel hükümlerine aykırı düşmektedir. Kurumun ödemelerinin kapsamı, 506 sayılı Yasa'nın 12 32 43 52 59. maddelerinde yazılıdır. Yasa'nın 1. maddesinde konulan genel kural gereğince bu kanunda yazılı şartlarla sosyal sigorta yardımlarını sağlayacaktır. Bu sebeple, kurumun, ek madde ile getirilen ödemeleri yapma yükümü bulunduğuna ilişkin bir açık yasa hükmü bulunmamaktadır. Ek madde 24 hükmünün Anayasa'ya aykırı olduğu kabul edilmektedir. Gerçekten, Anayasa'nın öngördüğü sosyal güvenlik düzeni, 506, 1479 ve 5434 sayılı yasalar çerçevesinde sosyal sigorta modeline göre yapılanmıştır. Bu modelde ise finansman kaynağı, esas olarak primlerden oluşmaktadır. Prim ya da kesenek alınmadan yardım yapılması, Anayasa'nın emrettiği sosyal güvenlik hakkını büyük ölçüde tehlikeye düşürmektedir. Primsiz sosyal güvenlik rejimi çerçevesinde yer alması gereken sosyal yardım zammı, primli rejim içine dahil edilmiştir. Devletin (6), 5 yıllık kalkınma planında 1990 1994' sosyal sigorta kuruluşlarının sigorta hizmetleri ilke olarak külfet nimet dengesi içinde, kendi finansman kaynakları ile karşılanacak, karşılığı ödenmemiş sigorta hizmeti verilmesinden kaçınılacaktır. denilmektedir. 775 sayılı Gecekondu Önleme Yasası'nda kurulan fonun başlıca kaynağının sosyal sigortalar kurumu primleri ile karşılanması istenmiştir. Bu Yasa'nın getirdiği düzenleme ile, gecekondularda oturan kişilerin refah seviyeleri yükseltilmek istenmişse de kendisine intikal ettirilen sorunu inceleyen Anayasa Mahkemesi, sosyal güvenlik ilkeleri açısından yasayı iptalEsas Sayısı : 1993/18 Karar Sayısı : 1993/42 6 etmiş ve gerekçe olarak da, kurumun kendisine verilen yasal görevleri malî yönden yapamaz durumda iken kendisine ek görevler verilmesinin Anayasa'ya aykırı olduğunu vurgulamıştır. Bu durumda konunun Anayasa'nın ilgili hükümleri çerçevesinde de değerlendirilmesi gerekmektedir. Anayasa'nın 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak . biçimde bir temel amaç kuralı getirilmiştir. Anayasa'nın 10/2. maddesinde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz denilerek eşitlik kuralı geniş kapsamlı olarak belirlenmiştir. Anayasa'nın 60. maddesinde herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devletin bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar. şeklinde, bu konudaki genel kural belirlenmiştir. Anayasa'nın 61/3. maddesinde yaşlılar Devletçe korunur. Yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar kanunla düzenlenir. denilerek, emeklileri de kapsar nitelikte Devlete verilmiş görevler kurallaştırılmıştır. Anayasa maddelerinin ışığı altında iptali talep edilen maddelerin ve fıkraların incelenmesi yönüne gidilmiştir. Ek madde 24/a nın incelenmesinde; Davalı kurumun görevi 506 sayılı Yasa'nın 1. maddesi ile belirlenmiş hizmetlerin ve ödemelerin yapılmasıdır. Bunun kapsamı da, yukarıda yazılı maddelerde gösterilmiştir. Kurum, bu işler için prim almaktadır. Ödemede bulunan kişiler ise daha iyiye gitme ve daha iyi koşullara kavuşma arzusundadırlar ve bu arzuları Anayasa'nın yukarıda belirtilen maddeleri ile korunmuş haklardır. Kuruma prim ödeyenler, kendi güvenliklerini tehlikeye düşürecek şekilde, bu primlerin emeklilere hiç bir karşılık alınmaksızın ödenmesi suretiyle, çalışanların parası ile emeklilerin refahını sağlama biçiminde bu uygulamadan zarar göreceklerdir. Karşılığı alınmadan yapılan ödemelerin sigorta kurallarına aykırılığının isbatına gerek bulunmamaktadır. Bu suretle, Anayasa'nın 5. maddesindeki Devletin ana amaçlarını, prim ödeyenlere yaptırmak suretiyle Anayasa'ya aykırılık söz konusudur. Ayrıca Anayasa'nın 6. maddesindeki Devletin bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri almak kuralına da ters düşülmüş olmaktadır. Taban göstergeden emekli kişiye 504.383. TL. yaşlılık aylığı ödenebilir iken, aynı kişiye, hiç bir prim ödemesi yapmadığı halde 975.000. TL. sosyal yardım zammını kurum ödemek zorunda bırakılmaktadır. Bu ödemeleri, bir başka sigortalının ödemekte bulunduğu işkazası priminden veya hastalık priminden yapmak zorundadır. Bu suretle, sigortalının, daha iyi bir güvenceye kavuşma arzusu tamamen ortadan kalkmaktadır. Bunun anlamı ise, sosyal güvenliği Devletin sağlaması değil, fakat, sigortalıların birbirlerine, ancak, hiç istemeyerek ve özellikle haksız olarak, zorlanarak, destek olmaları ve güvenliğini sağlamada destek olmalarıdır. Bu nedenlerle, bu maddedeki, ödemelerin davalı kurumca yapılması gerektiğine ilişkin hükümler Anayasa'ya aykırı görülmektedir.Esas Sayısı : 1993/18 Karar Sayısı : 1993/42 7 Ek Madde 24/1. maddesinin incelenmesine gelince ; Bu bendin, kurumun önce ödemesi ve daha sonra kamu kurumlarından istenmesi ve iki aylık faizsiz vade sonunda kamu kurumlarının faizi ödemeleri ve ödemede gecikmeleri halinde buna sadece % 30 temerrüt faizi uygulanabilmesi biçiminde anlaşılması halinde, bu uygulama biçimi de Anayasa'ya aykırı olmaktadır. Şöyleki; Kurumun, primini başka nedenlerle aldığı bir meblağı, kamu kurumları adına en az iki ay faizsiz ve ondan sonra % 30 faizli olarak geri alacak şekilde kullanması halinde, bunun primlerin normal nemalandırılması ilkesine açıkça, aykırı bulunduğu, kamu kuruluşlarını faizsiz finansmanı niteliğinde bulunacağı, bunun ise, prim ödemekte bulunan sigortalıların açıkça zararına olduğu düşünülmektedir. Örneğin, daha iyi tedavi imkanlarına kavuşabilmek için ödenen primlerin bir kamu kurumunun prefinansmanında kullanılması, sosyal güvenlik ilkeleri ile bağdaşamaz. Ve buna 506 sayılı Yasa ile sigortalıların açık menfaatleri de uygun değildir. Bu durum ile bu madde Anayasa'nın 5. ve 6. maddelerine de aykırıdır. Ayrıca, son defa kamu kurumu sayılacak bir işyerinde çalışıp, emekli olan sigortalıların yapılan ödemeler için bir geri ödeme öngörülmesi, buna karşılık, özel teşebbüsten emekli olanlar için böyle bir geri ödemenin düşünülmesini Anayasa'nın 10/2. maddesindeki bir zümreye imtiyaz tanımak niteliğinde bulunmakla, Anayasa'ya bu yönü ile de aykırıdır. Yukarıda açıklanan nedenlerle 506 sayılı Yasa'nın Ek madde 24/a 1 bentlerinin TC. Anayasası'nın 5 60 10/2 ve 61/3. maddelerine aykırı olduğu görülmekle, 506 sayılı Yasa'nın ek madde 24/a 1. bentlerinin iptali için davanın ve konunun Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesine karar verilmiştir. | 2,499 |
Esas Sayısı : 2011/6 Karar Sayısı : 2012/16 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı Tüketici Hakları Derneği vekili tarafından 2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş Yasası'nın 23. maddesine dayanılarak düzenlenen ve 2/2/1991 tarihli Genel Kurulda kabul edilen Tarifeler Yönetmeliği'nin 26. maddesindeki 'Su satış ve atıksu tarifesinin belirlenmesinde rol oynayan iki ana faktörden birincisi; yönetim ve işletme giderleri ile amortismanlar, aktifleştirilemeyen yenileme, iyileştirme (ıslah) ve genişletme (tevsi) giderleri, ikincisi ise %10'dan aşağı olmayacak nispette kar oranıdır' maddesinde yer alan '%10'dan aşağı olmayacak nispette kar oranıdır' ifadesi ile aynı Yönetmeliğin 30. maddesinde yer alan 'Konut, işyeri, sanayi vb. abonelerine uygulanacak su satış tarifesi 26, 27, 28 ve 29. maddelerde belirtilen gider ve kayıplar ile en az %10 kar sağlayabilecek seviyede tespit edilir' maddesinde yer alan 'en az %10 kar sağlayabilecek seviyede tespit edilir' ifadesinin iptali istemiyle Ankara Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü'ne karşı açılan davada Mahkememizce Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152. maddesi kapsamında görülmekte olan davada uygulanacak kanun hükmü olarak nitelendirilen 2560 sayılı İSKİ Kuruluş Yasası'nın (Ek madde 5 hükmü uyarınca söz konusu Kanun'un diğer Büyükşehir Belediyelerini de kapsamına dahil etmiştir) Tarife Tespit Esasları başlıklı 23. maddesindeki 'tarifelerin tespitinde, yönetim ve işletme giderleri ile amortismanları doğrudan gider yazılan (aktifleştirilmeyen) yenileme, ıslah ve tevsi masrafları ve %10'dan aşağı olmayacak nispetinde kar oranı esas alınır' maddesindeki '%10'dan aşağı olmayacak nispetinde kar oranı esas alınır' tümcesinin aşağıda sıralanan gerekçelerle T.C Anayasasına aykırı olduğu düşünülmektedir. T.C. Anayasası'nın Cumhuriyet'in nitelikleri başlıklı 2. maddesinde 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.' hükmüne yer verilmektedir. Anayasa Mahkemesi Hukuk devleti ilkesini genel olarak 'insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet' (E: 1976/1, K: 1976/28 25/05/1976) şeklinde tarif etmektedir. Anayasa Mahkemesince 'Hukuk Devleti' kavramı tanımlanmamakta sadece bu kavramın temelini oluşturan unsurlar sıralanmaktadır. Ancak Anayasa Mahkemesi'nin sonraki kararlarında da belirginleştiği üzere 'hukuk devleti' ilkesini oluşturan unsurlar zamanla, değişmekte ve çağın gelişimine göre yeni şartlar eklenebilmektedir. Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.Esas Sayısı : 2011/6 Karar Sayısı : 2012/16 2 Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmelidir. 'Öngörülebilirlik Şartı' olarak nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngörebilecekleri müdahalelerden koruyacak düzeyde açıklıkla yazılmalıdır. Belirlilik, kişilerin hukuk güvenliğini korumakla birlikte idarede istikrarı da sağlar. Bu açıklamalar ışığında söz konusu Yasanın Anayasaya aykırı olduğu düşünülen tümcesine bakıldığında; Türkiye'deki tüm Büyükşehir belediyelerini kapsamına alan ve söz konusu belediyeler tarafından hazırlanacak olan su tarifelerindeki esasları ortaya koyan Yasa'nın 23. maddesinde su tarifelerinin belirlenmesinde'%10'dan aşağı olmayacak nispetinde kar oranı esas alınır' tümcesine yer verilmiş bulunulmaktadır. Bu hükme göre Büyükşehir belediyeleri kendi sınırları içerisinde yer alan yerleşim birimlerinde uygulayacakları su tarifelerini belirlerken en az %10 oranında kar uygulamak zorundadırlar. Ancak anılan Yasa tarafından bu kar oranının azami olarak ne miktarda olması gerektiğine yönelik bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Yukarıda da anlatıldığı üzere 'hukuk devleti' nin zorunlu bir unsuru da 'yasaların belirli' olması ilkesidir. Bu ilke 'hukuki güvenlik' ilkesinin doğal bir sonucudur. Buna göre söz konusu yasada belirlenecek olan tarifede kar oranının azami olarak ne nispette olması gerektiğine yer verilmemiş olması ve en az %10 dan aşağı olmayacak şeklinde bir düzenlemeye gidilmiş olması idarelere geniş, sınırsız ve ölçüsüz bir takdir yetkisi vermek sonucunu doğurmuştur. Ayrıca idarelerin söz konusu su tarifelerindeki kar oranlarını belirlerken hangi ölçütleri esas alacakları açık, belirgin ve somut olarak Yasa'da yer almamıştır. Yasa kuralı bu anlamda belirli ve öngörülebilir değildir. Dolayısıyla da Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan 'Hukuk Devleti' ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Açıklanan nedenlerle Mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanması gereken kural niteliği taşıyan 2560 sayılı İSKİ Genel Müdürlüğü Kuruluş Yasası'nın 23. maddesinde yer alan '%10'dan aşağı olmayacak nispetinde kar oranı esas alınır' tümcesinin Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, Anayasa'nın 152. ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usûlleri Hakkında Kanun'un 28. maddeleri uyarınca söz konusu ibarenin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve uyuşmazlığın çözümünün Anayasa Mahkemesi kararına kadar Anayasa'nın 152. maddesi uyarınca geri bırakılmasına 11/11/2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.' | 807 |
Esas Sayısı : 2018/159 Karar Sayısı : 2019/93 “ Davacı, Manisa Büyükşehir Belediye Başkanlığında arşiv şube müdürlüğü kadrosunda görev yapmakta iken 677 sayılı KHK ile kamu görevinden çıkarılmıştır. İlgili mevzuat gereğince yaptığı başvuru üzerine Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu tarafından kamu görevine iade edilmesine karar verilmiştir. Bu karar neticesinde, atama işlemi “tekniker” olarak yapılmıştır. Davacının 26/9/2018 tarihli başvurusu ile arşiv şube müdürü olarak atanmasına yönelik talebi ise 1/10/2018 tarihli işlemle reddedilmiştir. Davacı, hukuka aykırılık sebepleri olarak; görevinden çıkarılma işleminden önce ve daha sonraki dönemde hakkında yürütülen bir soruşturma bulunmadığı, ancak görevinden çıkarıldıktan sonra Manisa Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu Başkanlığı tarafından hazırlanan olumlu rapora istinaden 27 Aralık 2016 tarihinde göreve iadesinin uygun olduğuna dair Manisa İl Olağanüstü Hal Bürosu’nun aldığı kararın Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü’ne gönderildiği, aradan geçen zamana rağmen görevine iade olmadığı, Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulunca 19/7/2017 tarihinde yaptığı başvurusu ile ilgili olarak 31/7/2018 tarihinde göreve iadesinin uygun olduğu yönünde karar verildiği, davalı idare tarafından ise tekniker olarak atamasının yapıldığı, bu durumun kazanılmış haklarını ihlal ettiği, KHK’da yer alan “Kamu görevine iade edilmesine karar verilenlerin eski kadro veya pozisyonuna atanması esastır” ifadesinin emredici nitelikte olduğu ve belirtilen hüküm uyarınca şube müdürü olarak atanması gerektiği, iade hükümlerinin davalı idare tarafından yanlış yorumlandığı, ayrıca davacının şube müdürlüğü kadrosuna sınav ve mülakatla atandığı, hukuki güven ve idari istikrar ile kazanılmış haklara saygı ilkesine aykırılık teşkil ettiği, arşiv şube müdürlüğü kadrosuna görevden alındığı tarihten bugüne kadar kimsenin atanmadığı, yine davacı ile aynı durumda olan ve davalı idare bünyesinde şube müdürü olarak görev yapmakta iken KHK ile eski görevine iade edilen kişilerin olduğu, davalı idarenin eşitlik ilkesine aykırı hareket ettiği ileri sürülmektedir. Davalı idare ise, usule ilişkin olarak davanın süresinde açılmadığı, esasa ilişkin olarak davacının tekniker kadrosunda çalışmakta iken görevde yükselme sınavına girerek başarılı olduğu ve 3/12/2015 tarihinde idareleri 1. dereceli şube müdürü unvanlı kadroya atandığı, sonrasında 1. dereceli Elektronik Belge Yönetim Sistemi (EBYS) ve Arşiv Şube Müdürü unvanlı kadroya atandığı, davacının 677 sayılı KHK ile FETÖ/PDY terör örgütü kapsamında kamu görevinden çıkartıldığı, görevine son verilen personelin Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu kararı ile görevine iade edildiği, 7075 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 10. maddesinin 1. fıkrası hükmü gereğince, görevine iade edilen davacının yöneticilik görevinden önce bulunduğu kadro unvanı dikkate alınarak tekniker unvanlı kadroya atamasının yapıldığı, işlemin yasaya uygun olduğu ileri sürülmüştür. Anayasa’nın 152. maddesi hükmüne göre, bir davaya bakmakta olan mahkemenin itiraz yoluyla bir kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilmesi için iptali istenen kuralın davada uygulanacak nitelikte olması gerekir.Esas Sayısı : 2018/159 Karar Sayısı : 2019/93 2 Bu sebeple, davanın esas incelemesinin yanı sıra usul yönünden (görev, süre vs.) de Mahkememizce incelenmesine engel bir hukuki durumun bulunmaması gerekmektedir. Bu kapsamda, davalı idarenin süre aşımı itirazı öncelikle incelenmelidir. 677 sayılı KHK ile görevden atılan davacının, 7075 sayılı Kanun’un birinci fıkrası kapsamında yapılan inceleme neticesinde 29/8/2018 tarihli onay işlemiyle kamu görevine (tekniker) iade edildiği, bu işleme karşı 26/9/2018 tarihinde itiraz ettiği, itirazının ise 1/10/2018 tarihli işlemle reddi üzerine 30/10/2018 tarihinde görülmekte olan davanın açıldığı göz önüne alındığında, işlem tarihleri esas alınsa bile 2577 sayılı Kanun’un 7 ve 10 uncu maddeleri gereğince davanın süresinde açıldığı açık olduğundan, davalı idarenin süre aşımı itirazı yerinde görülmemiştir. Davacının daha önceki görevi olan şube müdürlüğü yerine tekniker olarak atanmasının dayanağı, 7075 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 10. maddesinin 1. fıkrası hükmü olup, söz konusu Kanun hükmünün bu davada uygulanacak kural olduğu hususu da tartışmasızdır. 2 BAKILAN DAVADA UYGULANACAK KANUN MADDESİ 7075 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 10. maddesinin 1. fıkrasında “Kamu görevinden, meslekten veya görev yapılan teşkilattan çıkarılan ya da ilişiği kesilenlere ilişkin başvurunun kabulü hâlinde karar, kadro veya pozisyonunun bulunduğu kuruma, yükseköğretim kurumlarında kamu görevinden çıkarılan öğretim elemanları için Yükseköğretim Kurulu Başkanlığına bildirilir. Kamu görevine iade edilmesine karar verilenlerin eski kadro veya pozisyonuna atanması esastır. Ancak müdür yardımcısı veya daha üstü ile bunlara eşdeğer yöneticilik görevinde bulunmakta iken kamu görevinden çıkarılmış olanların atamalarında, söz konusu yöneticilik görevlerinden önce bulundukları kadro ve pozisyon unvanları dikkate alınır. ” hükmüne yer verilmiştir. 3 ANAYASAL DÜZENLEMELER Anayasanın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesinde: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” hükmüne yer verilmiştir. 4 7075 SAYILI KANUNUN 10 UNCU MADDESİNİN 1 İNCİ FIKRASINDA YER ALAN DÜZENLEMENİN ANAYASAYA AYKIRILIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuk kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.Esas Sayısı : 2018/159 Karar Sayısı : 2019/93 3 Hukuk devletinin unsurları, doktrinde de açıklanmış olup, bunlardan konuyla doğrudan ilgisi olan “hukuki güvenlik” ilkesidir. Hukuki güvenlik ilkesi en somut şekilde kendini kazanılmış haklara saygı ilkesinde gösterir. En yalın ifade ile kazanılmış hakların korunması, hukuki güvenlik ilkesinin doğal sonucudur. Kazanılmış bir haktan söz edilebilmesi için bu hakkın yeni kanundan önce yürürlükte olan kurallara göre bütün sonuçlarıyla fiilen elde edilmiş olması gerekir. Kazanılmış hak, kişinin bulunduğu statüden doğan, kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel niteliğe dönüşmüş haktır. Bir statüye bağlı olarak ileriye dönük, beklenen haklar ise bu nitelikte değildir. Kanunlarda yapılan değişiklikler kazanılmış hakları etkilemediği ve hukuk güvenliğini zedelemediği sürece bu değişikliklerin hukuk devleti ilkesine aykırı oldukları ileri sürülemez. Kazanılmış haklara dokunmamak kaydıyla, hukuki düzenlemelerde değişiklik yapmak kanun koyucunun takdirindedir. Ancak kanun koyucunun hakkaniyet ölçütlerini gözetme yükümlülüğü, önceki düzene dayanan beklentilerin göz önünde bulundurulmaması hâlinde hakkaniyete aykırı sonuçlar doğuracak olan yasal değişikliklerin yapılmamasını veya geçiş hükümleriyle özel hâller için hakkaniyete uygun istisnalar getirilmesini gerektirir. Diğer taraftan hukuk devletinin önemli bir unsuru olarak hukuki güvenlik ilkesi, sadece bireylerin devlet faaliyetlerine duyduğu güveni değil aynı zamanda yürürlükteki mevzuatın süreceğine duyulan güveni de içerir. Bu nedenle hukuki güvenlik ilkesi, yürürlükte bulunan hukuk kurallarına uygun olarak teessüs etmiş kazanılmış hakları korumaktadır. Dava konusu uyuşmazlıkta, davacının davalı idare bünyesinde tekniker unvanlı kadroda görev yapmakta iken görevde yükselme sınavına girerek başarılı olduğu ve 1. dereceli şube müdürü unvanlı kadroya atandığı, akabinde de davalı idarede Elektronik Belge Yönetim Sistemi (EBYS) ve Arşiv Şube Müdürü olarak görev yaptığı, dolayısıyla şube müdürlüğü hususunda kazanılmış bir hakkı bulunduğu görülmektedir. Davacının şube müdürlüğü görevi devam etmekte iken, 677 sayılı KHK ile kamu görevinden çıkarılmıştır. Daha sonra Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu tarafından kamu görevine iade edilmiş, ancak 7075 sayılı Kanun hükmü nedeniyle idarecilik görevi elinden alınarak, daha önceki kadrosu olan tekniker unvanlı kadroya atanmıştır. Görevine iade edilmesinin sebebi ise, isnat edilen fiilin şahsında gerçekleşmemiş olmasıdır. Buna göre, davacının ehliyet ve liyakat ilkeleri kapsamında, hukuka uygun bir şekilde elde ettiği şube müdürlüğü görevinin, bu görevden alınmayı gerektiren hukuka uygun, nesnel ve somut bir sebep bulunmaksızın, elinden alınmasına yol açan 7075 Kanun’un bahsi geçen hükmünün, hukuk devletinin en önemli unsurlarından biri olan hukuki güvenlik ilkesine aykırı olması nedeniyle Anayasaya aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. 5 SONUÇ VE TALEP Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca, bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile AnayasaEsas Sayısı : 2018/159 Karar Sayısı : 2019/93 4 Mahkemesine başvurması öngörüldüğünden ve bakılan davada uygulanacak olan; 7075 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 10. maddesinin 1. fıkrasında yer alan “Ancak müdür yardımcısı veya daha üstü ile bunlara eşdeğer yöneticilik görevinde bulunmakta iken kamu görevinden çıkarılmış olanların atamalarında, söz konusu yöneticilik görevlerinden önce bulundukları kadro ve pozisyon unvanları dikkate alınır.” cümlesinin, Anayasanın 2’nci maddesine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan düzenlemenin iptali amacıyla re’sen itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının onaylı bir örneği ile iş bu kararın aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar; şayet 5 ay içinde karar verilmezse, bu sürenin dolmasına kadar davanın geri bırakılmasına, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesi’nce bir karar verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümlerine göre davanın karara bağlanmasına, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 6/12/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”Esas Sayısı : 2019/75 Karar Sayısı : 2019/58 “ Davacı tarafından; 675 sayılı Kanun Hükmünde Kararname eki liste ile kamu görevinden çıkarılmasına karşı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu’na başvuruda bulunması neticesinde başvurusunun kabulüne karar verilmesi üzerine Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne şef olarak atandıktan sonra tekrar Yargıtay Başkanlığı’na şef olarak atanmasına ilişkin işlemin, yazı işleri müdürü olarak atanması gerektiği ve bir önceki kadrosundan atanmasının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek iptali istemiyle Yargıtay Başkanlığı ve Devlet Personel Başkanlığı’na karşı açılan davada işin gereği görüşüldü: Anayasanın “Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi” başlıklı 152. maddesinin birinci fıkrasında; “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.” hükmü, 03.04.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun “Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi” başlıklı 40. maddesinde, “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır.” hükmüne yer verilmiştir. Bir mahkemenin Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için elinde yöntemince açılmış ve görevine giren bir dava bulunması ve iptali istenen kuralın da o davada uygulanacak olması gerektiği hususu, Anayasa Mahkemesinin istikrar kazanmış yerleşik kararlarında açıkça vurgulanmıştır.Esas Sayısı : 2019/75 Karar Sayısı : 2019/58 2 1 BAKILAN DAVADA UYGULANACAK KANUN HÜKMÜ: 7075 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un “Kararların uygulanması” başlıklı 10. maddesinde; “(Değişik: 25.7.2018 7145.22 md.) Kamu görevinden, meslekten veya görev yapılan teşkilattan çıkarılan ya da ilişiği kesilenlere ilişkin başvurunun kabulü hâlinde karar, kadro veya pozisyonunun bulunduğu kuruma, yükseköğretim kurumlarında kamu görevinden çıkarılan öğretim elemanları için Yükseköğretim Kurulu Başkanlığına bildirilir. Kamu görevine iade edilmesine karar verilenlerin eski kadro veya pozisyonuna atanması esastır. Ancak müdür yardımcısı veya daha üstü ile bunlara eşdeğer yöneticilik görevinde bulunmakta iken kamu görevinden çıkarılmış olanların atamalarında, söz konusu yöneticilik görevlerinden önce bulundukları kadro ve pozisyon unvanları dikkate alınır. Yükseköğretim Kurulu Başkanlığına bildirilenlerin atama teklifleri; Ankara, İstanbul, İzmir illeri dışında ve 2006 yılından sonra kurulan yükseköğretim kurumlarına öncelik verilmek kaydıyla, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı tarafından kamu görevinden çıkarıldığı yükseköğretim kurumu haricinde tespit edilecek yükseköğretim kurumlarından birine önceki kadro unvanlarına uygun olarak on beş gün içinde yapılır. Kurumlar, bildirim veya atama teklif tarihini takip eden otuz gün içerisinde atama işlemlerini tamamlar. Bu kapsamda yer alan personele ilişkin kadro ve pozisyonlar, ilgililere ilişkin atama onaylarının alındığı tarih itibarıyla diğer kanunlardaki hükümlere bakılmaksızın ve başka bir işleme gerek kalmaksızın ilgili mevzuatı uyarınca ihdas, tahsis ve vize edilmiş sayılır. Söz konusu kadro ve pozisyonlar, herhangi bir şekilde boşalmaları hâlinde başka bir işleme gerek kalmaksızın iptal edilmiş sayılır. Atama emri, ilgili kamu kurum ve kuruluşu tarafından 11.2.1959 tarihli ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre ilgililere tebliğ edilir. Tebliğ tarihini takip eden on gün içerisinde göreve başlamayanların bu maddeden doğan atanma hakkı ile mali hakları düşer. Kamu kurum ve kuruluşları atama ve göreve başlatma işlemlerinin sonucunu, işlemlerin tamamlanmasını takip eden on beş gün içinde Devlet Personel Başkanlığına bildirirler. İlgililerin kamu görevinden çıkarılmasına ilişkin kanun hükmünde kararname hükümleri, bu fıkrada belirtilen kişiler bakımından tüm hüküm ve sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkmış sayılır. Bu kapsamda göreve başlayanlara, kamu görevinden çıkarılma tarihlerini takip eden aybaşından göreve başladıkları tarihe kadar geçen süreye tekabül eden mali ve sosyal hakları ödenir. Bu kişiler, kamu görevinden çıkarılmalarından dolayı herhangi bir tazminat talebinde bulunamaz. ” şeklinde düzenlenen kanun hükmü bakılan davada uygulanacak kanuni düzenlemedir. 2) ANAYASAL DÜZENLEMELER: Anayasanın; a ) “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” hükmüne; b ) “Devletin temel amaç ve görevleri” başlıklı 5. maddesinde; “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyleEsas Sayısı : 2019/75 Karar Sayısı : 2019/58 3 bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” hükmüne, c ) “Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 10. maddesinde; “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmüne; d ) “Çalışma hakkı ve ödevi” başlıklı 49. maddesinde; “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” hükmüne yer verilmiştir. 3) ANAYASAYA AYKIRILIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. maddesi hukuk devleti ilkesini, 10. maddesi ise kanun önünde eşitlik ilkesini düzenlemektedir. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun ve insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimlerine açık olan devleti ifade eder. Anayasa’nın 10. maddesinde, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu, hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı, Devlet organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları belirtilmiştir. Anayasa’nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanun karşısında ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynıEsas Sayısı : 2019/75 Karar Sayısı : 2019/58 4 durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’nın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlal edilmiş olmaz. (Anayasa Mahkemesi, 08.12.2015 tarih ve E.2014/82, K.2015/112 ve diğer birçok kararı) Anayasa’nın 49. maddesinde, çalışmanın, herkesin hakkı ve ödevi olduğu belirtilmiş; Devlete, çalışanların yaşam düzeyini yükseltmek, çalışma yaşamını geliştirmek için çalışanları korumak, çalışmayı denetlemek, işsizliği gidermeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli önlemleri almak ödevi verilmiştir. Çalışanların yaşam düzeyinin yükseltilmesi ve çalışma yaşamının geliştirilmesi için çalışanların korunması ödevinin, çalışanların güvenli ve sağlıklı bir iş ortamında çalışmalarının temin edilmesini de kapsadığı açıktır. Anayasa’nın 5. maddesinde, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama Devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Olayda, davacının Yargıtay’da Yazı İşleri Müdürü olarak görev yapmakta iken FETÖ.PDY soruşturması kapsamında 03.08.2016 tarihinde açığa alındığı ve sonrasında 675 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile ihraç edildiği, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yapılan soruşturmada Milli istihbarat Teşkilatı tarafından gönderilen bylock kullananlar listesinde T.C. Kimlik Numarasının yanlış yazılmasından kaynaklı isminin yer aldığı anlaşıldığından kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verildiği, daha sonrasında OHAL İnceleme Komisyonun 04.04.2018 tarih ve 2018/9983 sayılı kararıyla “başvurucunun bylock kullanıcısı olduğu belirtilmişse de başvurucu hakkında yapılan araştırmada bylock kullandığına dair bir tespite ulaşılmadığı” gerekçesiyle başvurusunun kabulüne karar verilmesi üzerine Devlet Personel Başkanlığınca Yargıtay’da Yazı İşleri Müdürlüğü kadrosundan önce bulunduğu kadro ve pozisyon olan “Şef” kadrosuna atamasının yapıldığı, bu işlemin iptali istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Bakılan davada, davacının T.C. Kimlik Numarasının yanlış yazılmasından kaynaklı olarak bylock listesinde isminin yazıldığı, bundan dolayı hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca soruşturma yürütüldüğü ve kamu görevinden ihraç edildiği, bu durumun anlaşılması üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği ve OHAL İnceleme Komisyonunca başvurusu kabul edilerek görevine iade edildiği, 7075 sayılı Kanun’un 10. maddesi gereğince söz konusu yöneticilik görevinden önce bulunduğu kadro ve pozisyon unvanı dikkate alınarak Yargıtay’a “Şef” olarak atandığı, işlemin dayanağı söz konusu hükmün aynı statü ve durumdaki çalışanlar arasında eşitliği zedeleyici, nitelik, eğitim, görev, sorumluluk, statüye giriş koşulları açısından hiçbir fark olmaksızın aynı ortamda çalışanlar arasında mali ve sosyal dengenin bozulması suretiyle çalışma barışını olumsuz etkileyici, sırf adli ve idari soruşturmalar geçirdiğinden veya ihraç edilip geri iade edilmiş olduğundan bahisle eşitlik ilkesine aykırı olan hüküm ile kamu görevlilerinin maddi ve manevi geliştirme hakkına ve devletin bu kapsamdaki sorumluluğuna aykırı nitelikte olduğu kanaatine varılmıştır.Esas Sayısı : 2019/75 Karar Sayısı : 2019/58 5 4) SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması öngörüldüğünden ve bakılan davada uygulanacak kuralın; Anayasanın 2., 5., 10. ve 49. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan düzenlemelerin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının onaylı bir örneği ile iş bu kararın aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar ve en çok 5 ay süreyle davanın geri bırakılmasına, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesince bir karar verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 28.05.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” | 3,073 |
Esas Sayısı : 2013/45 Karar Sayısı : 2013/113 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: ''07.02.2013 Tarihli ve 6415 Sayılı 'Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun'un 6 ncı Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının Birinci Cümlesindeki 'Bakanlar Kurulu tarafından karara bağlanır' İbaresinin Anayasaya Aykırılığı Birleşmiş Milletler tarafından 10 Ocak 2000 tarihinde imzaya açılan ve Türkiye Cumhuriyeti adına 27 Eylül 2001 tarihinde New York'ta imzalanan 'Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme' 10.01.2002 tarihli ve 4738 sayılı Kanun ile bu Kanuna ekli beyanda bulunulmak suretiyle onaylanmıştır. Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme'nin 8 inci maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkralarında; '1. Her Taraf Devlet, gerektiğinde müsadere edilebilmeleri amacıyla., 2. Maddede belirtilen suçların işlenmesi için kullanılan, veya kullanılması için oluşturulan fonların veya bu suçlardan temin edilen kazançların tespiti, bulunması, dondurulması, el konulması için iç hukuku uyarınca gerekli tedbirleri alır, 2. Her Taraf Devlet, 2. Maddede belirtilen suçların işlenmesinde kullanılan veya kullanılması için oluşturulan fonların veya bu suçlardan elde edilen kazançların müsadere edilebilmesi için iç hukuku uyarınca gerekli tedbirleri alır,'. denilmiş ve taraf Devletlere bazı yükümlülükler getirilmiştir. 17.02.2013 Tarihli ve 6415 Sayılı 'Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun' ile yapılan düzenlemelerde, bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi için yapılan ve taraf olduğumuz bu sözleşmenin 2 nci maddesinde sayılan suçların işlenmesi için oluşturulan fonların, temin edilen kazançların tespiti, bulunması, dondurulması, el konulmasına yönelik düzenlemelerdir. Ancak İptali istenilen ibare ile mal varlığına el koyma, mal varlığını dondurma gibi, mülkiyet hakkının kullanımını engelleyen tedbir niteliğinde bir tasarrufun Bakanlar Kurulu kararı ile diğer bir anlatımla idari bir tasarrufla yerine getirilmesi öngörülmüştür. Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme, sözkonusu tedbirler alınırken 'iç hukuku uyarınca gerekli tedbirleri alır' denilmek suretiyle taraf Devletlere yöntemin belirlenmesinde takdir hakkı tanınmıştır. Bu nedenle, mal varlığına el koyma, mal varlığını dondurma gibi, mülkiyet hakkının kullanımını engelleyen bir tasarrufta, iç hukuka ve Anayasaya uygunluğun aranması gerektiği açıktır. Anayasanın 35 inci maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı temel hak ve özgürlüklerdendir. Anayasanın temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına ilişkin 13 üncü maddesinde, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir.Esas Sayısı : 2013/45 Karar Sayısı : 2013/113 2 Anayasanın 35 inci ve AİHS 1 Nolu Ek Protokolünün 1 inci maddesinde sınırları belirtilmek suretiyle güvence altına alınan mülkiyet hakkına sınırlama getirilmesi durumunda getirilen sınırlamanın hakkın özüne dokunmaması, demokratik ve çağdaş hukuk devletinin gereklerine uygun olması gerekmektedir. Anayasanın 2 nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu vurgulanmıştır. Hukuk devleti, tüm işlem ve eylemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdürmeyi amaçlayan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Anayasamız Millet egemenliğini öngören Cumhuriyet rejimini kabul etmiş ve teminatı bakımından, güçlerin ayrılığı ilkesi ile, yasama, yürütme ve yargı yetkileri olmak üzere üç temel kurulu benimsemiştir. Anayasanın 7 nci maddesinde, yargı yetkisi, Türk Milleti adına, bağımsız mahkemelerce kullanılır temel kuralı yer almıştır. Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlayan veya kullanılamaz hale getiren sınırlamalar hakkın özüne dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Bu nedenle mal varlığına el koyma, mal varlığını dondurma gibi, mülkiyet hakkının kullanımını engelleyen bir tasarrufun idari bir kararla değil, demokratik ve çağdaş hukuk devletinin gereklerine uygun olması için yargı kararı ile olması gerekir. Açıklanan nedenlerle iptali istenen ibare, demokratik ve çağdaş hukuk devletinin gereklerine aykırı bir düzenleme olduğundan Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. 6415 Sayılı 'Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun'un 6 ncı maddesinde, bir yabancı devlet hükûmeti tarafından bir kişi, kuruluş veya organizasyonun tasarrufunda bulunan malvarlığının dondurulmasına ilişkin olarak Türkiye'den talepte bulunulması hâlinde, bu talebin Değerlendirme Komisyonunca değerlendirildikten sonra Bakanlar Kurulu tarafından karara bağlanacağı öngörülmüştür. Buna karşın Yasa'nın 7 nci maddesinde, Değerlendirme Komisyonunun, yabancı devlet hükûmetinin talebi olmaksızın 3 üncü ve 4 üncü madde kapsamına giren fiilleri (Fon sağlanması veya toplanması yasak fiilleri, terörizmin finansmanı suçunu) işleyenlerin Türkiye'de bulunan malvarlığıyla bağlantılı olarak ilgililer hakkında 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu uyarınca soruşturma açılması talebiyle suç duyurusunda bulunulmasına karar verebileceği yani işlenen suçla ilgili soruşturmanın Ceza Muhakemesi Kanunu uyarınca yapılacağı ve dolayısıyla Türkiye'de bulunan mal varlığının dondurulmasının da yargı kararı ile olacağı hükme bağlanmıştır. Yasama organı Anayasanın 35 ve AİHS 1 Nolu Ek Protokolünün 1 inci maddesinde yetkiden yola çıkarak, iptali istenilen kural ile mülkiyet hakkına kısıtlama getirmiş bulunmaktadır. Ancak yasama organı bu kısıtlamayı getirirken Anayasanın diğer hükümlerini göz ardı etmemelidir. Mülkiyet hakkına kısıtlama getirilirken, toplumdaki bazı kişilere diğer kişilere oranla daha fazla hak ve imkan getirilmesi, 'eşitlik' kurallarını zedeleyecektir.Esas Sayısı : 2013/45 Karar Sayısı : 2013/113 3 6415 Sayılı 'Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun'da öngörülen fiilleri işleyenlerin hukuksal durumlarının aynı olduğu çok açıktır. Anayasanın 10 uncu maddesinde yer verilen 'eşitlik ilkesi' ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasalar karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin ihlâli yasaklanmıştır. İptali istenilen ibare 'kanun önünde eşitlik ilkesi'ni zedelediğinden Anayasanın 10 uncu maddesine de aykırıdır. Diğer taraftan Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 11 inci maddesinde yer alan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ve dolayısı ile Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi ile bağdaşması düşünülemez (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E. 1987/28, K. 1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa.24, shf. 225). Bu nedenle de iptali istenilen ibare Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine de aykırıdır. Açıklanan nedenlerle 07.02.2013 Tarihli ve 6415 Sayılı 'Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun'un 6 ncı maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının Birinci Cümlesindeki 'Bakanlar Kurulu tarafından karara bağlanır' İbaresi Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Mülkiyet hakkına kısıtlama getirilirken, toplumdaki bazı kişilerin hak ve imkanlarını diğer kişilere oranla daha fazla kısıtlayan, demokratik ve çağdaş hukuk devletinin gereklerine aykırı bir kuralın uygulanması halinde sonradan giderilmesi olanaksız durum ve zararların doğacağı kuşkusuzdur. Öte yandan, anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde subjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 07.02.2013 tarihli ve 6415 sayılı 'Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun'un 6 ncı maddesinin (1) numaralı fıkrasının birinci cümlesindeki 'Bakanlar Kurulu tarafından karara bağlanır' ibaresinin Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.' | 1,201 |
Esas Sayısı : 2012/70 Karar Sayısı : 2012/157 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Anayasanın 2'nci maddesinde yer alan hukuk devletinin en önemli ilkelerinden olan hukuk güvenliği, belirliliği zorunlu kılar. Vergilendirmede belirlilik ilkesi yükümlülüğün hem kişiler hem de idare yönünden belli ve kesin olmasına, yasa kuralının ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesini gerektirir. Belirlilik ilkesi gereğince, kişi ve kurumlar yargılama neticesinde hüküm altına alınacak ve kendilerinden istenilecek olan nispi karar ve ilam harcını ancak kararın tebliği ile öğrenebileceklerdir. Yargılama esnasında hazır bulunmayan, hüküm duruşmasına katılmayan tarafın, hüküm fıkrasından haberdar olması ve ne kadar harç ödemesi gerektiğini bilmesi mümkün değildir. Hüküm fıkrasında hesap edilen harca, ancak gerekçeli kararın tebliği ile muttali olunmaktadır. Uygulamada ise, karar duruşmasında genellikle kısa karar yazılmakta, gerekçeli karar ise daha sonra yazılarak taraflara tebliğ edilmektedir. Gerekçeli kararın yazılması ve taraflara tebliği ise belli bir süreye tabi olmayıp, kimi zaman iş yoğunluğuna göre makul olmayacak süreleri bulabilmektedir. Bu nedenle, karar harcının tahsili için öngörülen 2 aylık süre geçtikten sonra, gerekçeli karar yazılarak taraflara tebliğ olunabilmektedir. Bu durumda harcın yükümlüsü, ne miktarda harç ödeyeceğini öğrendiğinde, Kanunda belirtilen iki aylık süre geçmiş olacak ve akabinde gecikme zammı ödemek zorunda kalacaktır. Ayrıca, kararı veren mahkeme tarafından, harcın tahsili amacıyla vergi dairesi müdürlüğüne harç tahsil müzekkeresi yazılacağından, artık taraf hakkında cebri tahsilat işlemleri başlayacaktır. Normalde vergilendirmede tebliğ ile başlaması gereken tahsilat aşaması, nispi karar ve ilam harçlarında; tarafın yokluğunda karar verilse dahi, gerekçeli karar verildikten çok uzun bir süre sonra yazılsa ve tebliğ edilse bile, kararın verildiği tarihten itibaren başlamaktadır. Tebliğ edilmeyen bir işlem veya karara hukuki sonuçlar bağlanması, hukuk hayatında etki doğurması, kişi ve kurumların hukuki güvenliğini etkileyeceği gibi, tebliğ olunmayan bir kararın kişiler üzerinde olumsuz sonuçlar doğurması hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz. Borçlu olunan harç miktarı ancak gerekçeli kararın mahkemece hazırlanıp yazılması, kararın tebliğe çıkarılacak hale gelmesi ile açıklığa kavuşacağından, kararın hazırlanması, tebliğe çıkarılacak hale gelmesi tarihlerinin daha önce tespiti tam olarak mümkün olamayacağı gibi, karar tarihi itibariyle, yokluğunda aleyhine hüküm verilen kişinin ödemesi gereken harcı bilmesi imkansız olduğundan, 2.7.1964 tarih ve 492 sayılı Harçlar Kanunu'nun 23.7.2010 tarih ve 6009 sayılı Kanun'un 18'inci maddesiyle değişik 28. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin 'Karar ve ilam harcı, Karar ve ilam harçlarının dörtte biri peşin, geri kalanı kararın verilmesinden itibaren iki ay içinde ödenir' cümlesinin, 'kararın verilmesinden itibaren' tümcesinin Anayasanın 2'nci maddesine aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. IV. UYGULANACAK KURAL SORUNUEsas Sayısı : 2012/70 Karar Sayısı : 2012/157 2 492 sayılı Harçlar Kanunu'nun 28'inci maddesi uyarınca karar ve ilam harcının kararın verildiği tarihten itibaren iki ay içinde ödenmesi gerekmektedir. Kanunun 37 ve 130'uncu maddelerine göre, bu iki aylık süre içinde mahkeme veznesine ödenmeyen harçların tahsili için, ilgili mahkeme tarafından vergi dairesine harç tahsil müzekkeresi yazılmaktadır. Vergi dairesi müdürlüğü, mahkemeden gelen harç tahsil müzekkeresi üzerine tahsilat işlemlerine başlamaktadır. Çünkü, Harçlar Kanunu nispi karar ve ilam harcının ödeme süresini ve zamanını göstermiş olduğundan, ayrıca vergi dairesi müdürlüğünce vade belirleme ve tahakkuk verme işlemleri yapılmayacaktır. Tahsilat işlemi ödeme emri ile başlayacağından, ödeme emrinin konusunu, kararın verildiği tarihten itibaren iki ay içinde ödenmeyen harç oluşturacaktır. Yargı harcının tahsili amacıyla düzenlenen ödeme emrinin iptali istemiyle açılacak davada da, uyuşmazlığı çözecek olan mahkemece, harç tahsil müzekkeresinde tahsili istenilen harcın, kararın verildiği tarihten itibaren iki ay içinde ödenip ödenmediğine bakılacak ve bu hususta karar verilecektir. Bu nedenle, 2.7.1964 tarih ve 492 sayılı Harçlar Kanunu'nun 23.7.2010 tarih ve 6009 sayılı Kanun'un 18'inci maddesiyle değişik 28. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi, görülen davada uyuşmazlığın çözümünde uygulanacak kuraldır. V. HÜKÜM Açıklanan nedenlerle, 2.7.1964 tarih ve 492 sayılı Harçlar Kanunu'nun 23.7.2010 tarih ve 6009 sayılı Kanunun 18'inci maddesiyle değişik 28. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin 'Karar ve ilam harcı, Karar ve ilam harçlarının dörtte biri peşin, geri kalanı kararın verilmesinden itibaren iki ay içinde ödenir' cümlesinin, 'kararın verilmesinden itibaren' tümcesinin Anayasa'nın 2'nci maddesinde yer alan 'Hukuk Devleti' ilkesine aykırı olduğu görüldüğünden iptali ve yürürlüğün durdurulması istemiyle, dosyanın onaylı bir örneğinin, Anayasa'nın 152'nci ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 40'ncı maddeleri uyarınca Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesince bu hususta karar verilinceye kadar ve en fazla kararın Anayasa Mahkemesine tebliğinden itibaren beş ay süre ile davanın geri bırakılmasına, 06.06.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.' | 698 |
Esas Sayısı : 2016/3 Karar Sayısı : 2016/124 1 “ 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda (TCK’nın) aynı değerlere yönelen eylemlere ilişkin tanımlanan suçların; aynı kitap, aynı kısım ve aynı bölümde düzenlenmiş oldukları, bu kapsamda olmak üzere hırsızlık ve gasp suçlarının da TCK’nın “onuncu bölümünde mal varlığına karşı suçlar” bahsinde birlikte düzenlenmiş oldukları, zorla işlenmiş olan hırsızlık suçunun gasp suçu olarak tanımlandığı, her iki suç arasında yakın bir bağ bulunduğu, geneli itibarı ile benzer hükümlere tabi kılındıkları anlaşılmıştır. Örneğin; TCK’nın 168. maddesinde düzenlenmiş olan etkin pişmanlık hükmünün hem hırsızlık hem gasp suçu bakımından hükümler ihtiva ettiği, hırsızlık suçunun niteliği dikkate alınarak gasp suçuna nazaran daha fazla indirime konu edildiği, gasp suçu bakımından etkin pişmanlık hükümleri uygulanırken hırsızlık suçuna nazaran daha az indirim uygulanmasının hüküm altına alındığı anlaşılmıştır. Aralarında yakın bir bağ olup geneli itibarı ile aynı hükümlere tabi oldukları halde işbu başvuruya konu TCK’nın 167/1. maddesinin uygulanması söz konusu olduğunda; bahsi geçen bu maddenin hırsızlık suçu yönünden uygulandığı, gasp suçu yönünden TCK’nın 167/1. maddesinde açıkça yazılı olan “yağma ve nitelikli yağma hariç” ibaresinden dolayı bu maddenin gasp suçu bakımından uygulanmadığı, aynı değerlere yönelen ve birbiri ile aralarında yakın bir bağ bulunan bu suçlar arasında bu madde yönünden ayrım yapılmasının eşitlik ilkesine açıkça aykırı olduğu düşünülmektedir. Zira; uyuşturucu müptelası olan sanığın, davaya konu bu olaydan önce de babası olan katılandan para aldığı, sanık olan kişinin katılan olan babası ile olay öncesinde ve olay sonrasında aynı çatı altında yaşadıkları, oğlu olan sanığı şikayet eden katılan babanın; bu yakın akrabalığın etkisi ile yargılama sürecinde şikayetinden vazgeçtiği, şikayetten vazgeçildiği halde böylesine önemli sonuçları ve cezayı içeren bir suç bakımından TCK’nın 167. maddesinin uygulanmamasının adalete ve eşitlik ilkesine aykırı olduğu kabulüne varılmıştır. Başvuruya konu TCK’nın 167. maddesinde hırsızlık suçu bakımından; çok yakın akrabalara ceza verilmemesi, biraz daha uzak akrabalara ceza verilmesi ancak önemli miktarda indirim yapılması kanunla düzenlenmiştir. Böylesi bir düzenlemenin gasp suçu bakımından da orantılı bir şekilde kanunen hüküm altına alınması adalete muvafık olacaktır. Düzenlemedeki bu eksiklik sebebi ile; aynı zamanda baba oğul olan taraflar arasında aile düzeni bakımından ciddi sıkıntılar doğacağı izahtan varestedir. Çünkü; sanık hakkında uygulanması istenilen TCK’nın 149/1 d maddesi 10 yıldan 15 yıla kadar hapis cezasını içermekte olup böylesine yakın akrabalık ilişkisi bulunan hallerde bu hükmün uygulanmaması Kanunun öngördüğü amaca (ratio legis’e) aykırı düşecektir. NETİCE İ TALEP: Yukarıda arz ve izah olunan gerekçeler doğrultusunda 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 167/1. maddesinde yer alan “yağma ve nitelikli yağma hariç” ibaresinin; 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde yazılı olan “Hukuk Devleti” ve özellikle de Anayasamızın 10. maddesinde yazılı olan “Eşitlik” ilkesine aykırı olduğu kanaati ile İPTALİNE KARAR VERİLMESİ saygı ile arz ve talep olunur.” | 432 |
Esas Sayısı : 2009/18 Karar Sayısı : 2010/65 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Sanık 4.7.1990 doğumlu olup, suç tarihi olan 31.5.2008 günü 15 18 yaş grubu arasındadır. Hakkında; soruşturma evrakına ekli ATK Sakarya Şube Müdürlüğünün raporuna göre, mağduru ele geçmeyen ve silahtan sayılan bıçakla, basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilir şekilde yaraladığı iddiasıyla kamu davası açılmış olduğundan, soruşturma sırasında toplanan deliller ve mahkememizde yapılan kovuşturma itibariyle iddianamede gösterilen 5237 sayılı TCK'nın 86/2, 86/3 e ve 31/3. maddeleri gereğince ceza tayin edilmesi kuvvetle muhtemeldir. Sanığın eyleminin temas ettiği 5237 sayılı TCK'nın 86/2. maddesi (4 aydan 1 yıla kadar hapis veya adli para cezasını) gerektirmektedir. Olayın özellikleri ve mağdurun şikayetten vazgeçmesi, cezanın alt sınırdan uzaklaştırılmasını gerektiren bir sebep oluşturmamaktadır. Öte yandan; 5237 sayılı TCK'nın 50/3. maddesi sanığa verilecek bir yıldan az ve bu nedenle (kısa süreli) olarak tanımlanan hapis cezasının anılan maddenin l/a, b, c, d, e, f fıkralarında yazılı seçenek yaptırımlara çevrilmesini zorunlu kılmaktadır. Ancak; 5237 sayılı TCK'nın 50/2. maddesinde (suç tanımında hapis cezası ile adli para cezasının seçenek olarak öngörüldüğü hallerde, hapis cezasına hükmedilmiş ise, bu cezanın artık adli para cezasına çevrilemeyeceği)nin hükme bağlanmış olduğu dikkate alındığında, sanığa verilecek kısa süreli hapis cezasının (adli para) seçenek yaptırımına çevrilmesine olanak bulunamamaktadır. Mağdurun basit tibbi müdahale ile giderilebilir şekilde yaralanmış olup, kısa süre içerisinde sağlığına kavuşmuş olması nedeniyle 5237 sayılı TCK.nın 50/1 b bendinde mevcut (mağdurun uğradığı zararın tamamen giderilmesi) şartlarının da somut olayda gerçekleştirilmesine ve uygulanmasına olanak yoktur. Sanığa tayin edilmesi muhtemel kısa süreli hapis cezasının, bir an için 5237 sayılı TCK.nın 50/1 c maddesi gereğince (en az iki yıl süreyle bir meslek veya sanat edinmesinin sağlanması amacıyla gerektiğinde barınma imkanı da bulunan bir eğitim kurumuna devam etme) şeklindeki seçenek yaptırıma çevrilebileceği düşünülse dahi soruşturma ve kovuşturma sırasında geçen süre itibariyle sanığın 18 yaşını bitirdiği, kararın kesinleşme süreci gözetildiğinde bu şekilde hükmedilen seçenek yaptırımın gereklerinin yerine getirilmesinde büyük güçlüklerle karşılaşılacağı, 50/1 d maddesi gereğince (mahkum olunan cezanın yarısından bir katına kadar süreyle belirli yerlere gitmekten veya belirli etkinlikleri yapmaktan yasaklanma) şeklindeki seçenek yaptırımın uygulanmasına karar verilebileceği düşünülse dahi, sanığın ikametgahının değişmesi ihtimali, erkek olup vatani vazifesini ifa etmek üzere silah altına alınma ihtimali, eğilim ve alışkanlıklarının doğru ve yerinde tespiti konusundaki güçlükler nedeniyle, bu seçenek yaptırımın da uygulanmasının düşünülemeyeceği, 50/1 e maddesi gereğince, hapis cezasının (ehliyet ve ruhsat belgelerinin geri alınmasına) veya (belli bir meslek ve sanatı yapmaktan yasaklanma) şeklindeki seçenek yaptırıma çevrilmesine karar verilebileceği anlaşılmış ise de, yakın zamana kadar sanığın yaşının ehliyet ve ruhsat almasına engel olduğu, belli bir meslek ve sanat sahibi olmadığı dikkate alındığında, bu yaptırımın daEsas Sayısı : 2009/18 Karar Sayısı : 2010/65 2 gereklerinin yerine getirilememesinin muhtemel olduğu, sanığa verilmesi muhtemel hapis cezasının seçenek yaptırımlara çevrilmesi zorunlu olması karşısında, en uygun seçenek yaptırımın 5237 sayılı TCK'nın 50/1 f maddesinde hükme bağlanan (mahkum olunan cezanın yarısından bir katına kadar süreyle ve gönüllü olmak koşuluyla kamuya yararlı bir işte çalıştırılma) şeklinde ifade edilen seçenek yaptırım olduğu anlaşılmıştır. Kaldı ki, 5237 sayılı TCK'nın 50/1. maddesi kısa süreli hapis cezasının, ancak ve ancak (suçlunun kişiliğine, sosyal ve ekonomik durumuna, yargılama sürecinde duyduğu pişmanlığa ve suçun işlenmesindeki özelliklere göre, 50/l a, b, c, d, e, f bendinde gösterilen seçenek yaptırımlara çevrilebileceğini) öngörmüş olup, kısa süreli hapis cezasının hangi seçenek yaptırıma çevrileceği konusundaki takdiri tamamen mahkemeye bırakmıştır. Bu sebeplerle, uygulanması muhtemel kural haline gelen 5237 sayılı TCK'nın 50/1 f maddesi, hapis cezasının kamuya yararlı bir işte çalıştırılma seçenek yaptırımına çevrilmesi halinde, failin açıkça (gönüllü) olması esasını ve gereğini hükme bağlamaktadır. (Gönüllü olma) durumunun infaza taalluk eden bir durum olmadığı, Yüksek Yargıtay'ın konuya işaret eden kararları ve madde metnindeki açıklık nedeniyle, bu durumun; yani (Gönüllü olma) halinin yargılama mercii tarafından ve hüküm kurulmadan önce belirlenmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bir ceza kovuşturmasında; esasları 5271 sayılı CMK'nın 182 ve devamı maddelerinde hükme bağlanan (duruşma) başladıktan sonra, delillerin tamamı ile toplanmasını takiben, yine anılan yasanın 223 ve devamı maddelerinde gösterilen usuller gereğince, sanığın savunması sorulduktan sonra, henüz ne kararı verileceği belli değilken, davanın sonucu ya da verilecek hükmün niteliği konusunda iz ve eser yaratacak en ufak bir söz ve davranışın bile anılan yasanın 24. maddesinde ağır nitelikteki sonuçları gösterilen (hakimin tarafsızlığı ilkesini) kuşkuya düşüreceği açıktır. Bu hal, doğal olarak; hakimin objektif karar vereceği konusunda şüphelere ve istifhamlara yol açacağı gibi, tarafların mantık ve vicdanlarında da (verilecek kararın bir yıldan az olması nedeniyle, seçenek yaptırımlara çevrilmesi muhtemel, süreli bir mahkumiyet kararı olduğu) yolunda bir kanaat uyandıracaktır. Doktrinde belirtildiği üzere (mahkeme kararlarının tarafları ve herkesi inandırması ve tatmin etmesi gerektiği, tarafsızlığından kuşku duyulan hakimin kararının, yasaya uygun olsa da tarafları inandıramadığı ölçüde adalete gölge düşüreceği) dikkate alındığında, bir ceza kovuşturması sırasında hakimin, davanın sonucunu belli eder şekilde sanıktan (kendisine verilmesi muhtemel cezanın 5237 sayılı TCK.nın 50/1 f maddesi gereğince kamuya yararlı bir işte çalıştırılma şeklindeki seçenek yaptırıma çevrilmesi ihtimali karşısında, kamuya yararlı bir işte çalışmaya gönüllü olup olmadığını) sorması ve bu hususu sorgulaması peşinen açıklanmış bir görüş doğuracaktır. Bu nedenlerle, 5237 sayılı TCK.nın 50/1 f maddesinde belirtilen (gönüllü olma) ibaresinin gerektirdiği zorunluluk nedeniyle failden gönüllü olup olmağının sorgulanması, CMK'nın 24. maddesiyle çeliştiği gibi, Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine de aykırı olduğu düşünülmüştür. SONUÇ VE TALEP: Yukarıda arz edilmeye çalışılan gerekçelerle; 5237 sayılı TCK.nın 51/1. maddesinin 2. cümlesinde mevcut (gönüllü olmak koşuluyla) ibaresinin 2709 sayılıEsas Sayısı : 2009/18 Karar Sayısı : 2010/65 3 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olması nedeniyle iptaline karar verilmesi saygıyla arz ve talep olunur.' | 887 |
Esas Sayısı : 2000/26 Karar Sayısı : 2000/48 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Şimdiye kadarki yargı uygulamalarında kira bedeli tespit edilirken kiralanan yerin mevcut durumu, konumu, emsal taşınmazların kira bedelleri, kiracının kaç yıldan beri orada oturduğu, yıllık enflasyon artışı gibi kıstaslara bakılmakta iken 4531 sayılı Kanunla getirilen düzenleme ile bundan vazgeçilmiş, belli oranda arttırım yapma zorunluluğu getirilmiştir. Bu düzenleme sosyal devlet olma özelliği ile kişiler arasında serbest şekilde sözleşme yapma hürriyetine aykırıdır. Her ne kadar ilgili Kanun'un kabul ediliş gerekçesi olarak ülkemizde süregiden yüksek enflasyon oranını aşağı çekmek olarak gösterilmiş ise de; bunun sağlıklı yolu kanunlarla fiyat artış oranı belirlemek bu şekilde kişilerin haklarını ve beklentilerini yok etmek şeklinde değil, ekonominin gereklerine göre düzenleme yapmak olmalıdır. Kanunla fiyatlarda artış oranı belirlemek sosyalist devlet düzenlerinde görülebilecek bir durumdur. 4531 sayılı Kanunla getirilen düzenleme ile daha önceki yıllara göre düşük kalan kira bedelleri hak ettiği miktara getirilemeyecektir. 2000 ve 2001 yıllarında enflasyon düzeyinin beklenenden oldukça yüksek çıkması durumunda kiralara yapılacak % 25 ve % 10 oranındaki artış ev sahiplerini sözleşmeye katlanamayacak derecede mağdur edecektir. Ayrıca daha önce yapılan kira sözleşmelerinde tarafların serbest şekilde belirledikleri gelecek yıla ait kira artış oranları da geçersiz olacak, böylelikle sözleşme yapma hürriyeti de ihlal edilecektir. 6570 sayılı Kanunla zaten korunmakta olan kiracılar ev sahiplerine karşı bir kat daha koruma altına alınarak kanun önünde eşiklik ve hiç bir zümre veya sınıfa ayrıcalık tanınamayacağına dair Anayasa ilkeleri de ihlal edilmektedir. Sonuç: Yukarıda açıklanan gerekçelerle davacının 4531 sayılı Kanun'un Anayasa'ya aykırı iddiası mahkememizce de uygun ve ciddi bulunduğundan Anayasa'nın 151/1. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, Dava dosyasının T.C. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine karar verilmiştir. | 276 |
Esas sayısı : 1987/3 Karar sayısı : 1987/13 1 I. İPTAL DAVASININ GEREKÇESİ : Dava dilekçesinde açıklanan iptal nedenleri özetle şöyledir : 298 sayılı Yasanın 52. maddesinin (d) bendinde ilk değişiklik 3270 sayılı Yasa ile yapılarak seçime katılan siyasi partilere televizyonda paralı ve görüntülü propaganda yapmaları olanağı sağlanmıştır. Değişiklik, Anayasa'nın 10. ve 133. maddelerine aykırı bulunarak Anayasa Mahkemesine açılan dava incelenirken TBMM 25/12/1986 günlü, 3328 sayılı Yasanın 3. maddesiyle anılan bentte yeni bir düzenlemeye gitmiş, ancak Anayasa'ya aykırı bulunarak Anayasa'nın 89. maddesi gereğince bir kez daha görüşülmek üzere Cumhurbaşkanınca geri gönderilmiştir. TBMM. Anayasa Komisyonu'nda sözü edilen (d) bendi metinden çıkarılmışken, Genel Kurulda görüşülmesi sırasında verilen bir önergenin kabulüyle yeniden eklenmiştir. Belirtilen üç düzenleme Yasa Koyucunun arayış içinde olduğunu göstermektedir. Burada önemli olan, getirilen düzenlemenin Anayasa'ya aykırılığı savının sonucu beklenmeden bir öncekini yürürlükten kaldıran yasaların kabul edilmesidir. İlk iptal isteğinde ve TBMM.'ne geri çevirme yazısında paralı ve görüntülü propagandanın Anayasa'nın 10., 31. ve 133. maddelerine aykırı olduğu belirtilmişti. Başta Anayasa olmak üzere yasalarda siyasi partilere paralı ve görüntülü propaganda yapma olanağı tanınmamıştır. 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu'nun 26. maddesi, siyasi partilerin paralı reklam yayınlarından yararlanamayacaklarını öngörmektedir. 298 sayılı Yasanın 52. maddesi kabul ettiği yöntemlerle tam bir tarafsızlık ve objektiflik ilkesini getirmiş, konuşmacıların giysileri konusunda bile özen göstererek, ileri sürdükleri görüşler dışında seçmenlerin herhangi bir etki altında kalmalarını önlemek istemiştir. Siyasi partilerin paralı propaganda konuşmalarında yaptıklarını ve yapacaklarını görüntülü olarak vermeleri maddi olanakları geniş olan partilere büyük avantaj sağlayacak, aynı seçime katılanlar arasında eşitsizlik yaratacak, ayrıca yansız bir devlet kuruluşu olan Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu'nun yansızlığı ile siyasi partilerin kamu tüzelkişilerinin elindeki basın dışı haberleşme ve yayın araçlarından yararlanma haklan zedelenecektir. Uygulama halkın yansız haber almasına ve kamuoyunun serbestçe oluşmasına engeldir. Bu nedenlerle 3330 sayılı Yasayla 298 sayılı Yasanın 52. maddesinde yapılan değişikliğin iptali gerekli görülmüştür. | 298 |
Esas Sayısı : 1988/25 Karar Sayısı : 1988/30 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Yerel mahkemenin, 23.3.1988 günlü iptal isteyen kararından sonra eksiklik nedeniyle dosyanın geri çevrilmesi üzerine davalının savunmasını alarak verdiği ikinci başvuru kararına ilişkin 20.5.1988 günlü gerekçesi aynen şöyledir: Olayımızda davalı lehine uygulanma ihtimali bulunan 21.6.1987 tarih ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 45. maddesi 1. fıkrasında Orman dışına çıkarılmış ve çıkarılacak yerlerde; değişik 6831 sayılı Orman Kanununun 2. maddesinin (B) bendinde belirtilen şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerleşim sahaları ile tarla, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, fındıklık, fıstıklık (Antep fıstığı) gibi tarım arazileri 31.12.1981 tarihinden önceki vergi kaydı veya geçerli bir belgeye dayanmak şartıyla 14. maddeye göre zilyetleri adına tesbit ve tescil edilir denmektedir. 3402 sayılı yasanın 14. maddesi ise; Tapuda kayıtlı olmayan ve aynı çalışma alanı içinde bulunan ve toplam yüzölçümü sulu toprakta 40, kuru toprakta 100 dönüme kadar olan (40 ve 100 dönüm dahil) bir veya birden fazla taşınmaz mal çekişmesiz ve aralıksız en az 20 yıldan beri malik sıfatıyla zilyetliğini belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık beyanlarıyla ispat eden zilyedi adına tesbit edilir. Sulu ve kuru toprak ayırımı 3083 sayılı kanun hükümlerine göre yapılır. Taşınmaz malın yukarıdaki fıkranın kapsamı dışında kalan kısmının zilyedi adına tesbit edilebilmesi için birinci fıkra gereğince delillendirilen zilyetliğin ayrıca aşağıdaki belgelerden birine dayandırılması lazımdır. A) 31.12.1981 tarihine veya daha önceki tarihlere ait vergi kayıtları, B) Tasdikli irade suretleri ile fermanlar, C) Muteber mütevelli sipahi, mültezim, temessük veya senetleri, D) Kayıtları bulunmayan tapu veya mülga hazinei hassa senetleri veya muvakkat tasarruf ilmühaberleri, E) Tasdiksiz tapu yoklama kayıtları, F) Mülkname muhasebatı atika kalemi kayıtları, G) Mübayaa istihkam ve ihbar hüccetleri, H) Evkaf idarelerinden tapuya devredilmemiş tasarruf kayıtları hükmünü içermektedir. 45. madde bahsi geçen değişik 6831 sayılı orman kanunu 2. maddesinde ise aşağıda belirtilen durum ve şartlara uyan yerler Devlet eliyle ihya edilerek kısmen veya tamamen orman içi köyler halkının yerleştirilmesi veya bu amaçla değerlendirilmesi maksadıyla orman sınırları dışına çıkarılır. A) Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tesbit edilen yerler.Esas Sayısı : 1988/25 Karar Sayısı : 1988/30 2 B) 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından Orman niteliğini kaybetmiş yerlerden su ve toprak rejimine zarar vermeyen orman bütünlüğünü bozmayan tarla, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, fındıklık, fıstıklık, (Antep fıstığı) gibi çeşitli tarım alanları veya otlak, kışlak, yaylak gibi hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tesbit edilen araziler ile şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerleşim sahaları, Bu yerler dışında orman sınırlarında hiçbir surette daraltma yapılamaz. Orman sınırları dışına çıkarılan yerler devlet ormanı ise Hazine adına hükmü şahsiyete haiz amme müesseselerine ait orman ise bu müesseseler adına hususi orman sahipleri ise adına tescil edilir denilmektedir. B fıkrasında orman sınırı dışına çıkarılacak yerler tarif edilmektedir. 3402 sayılı Kadastro kanununun 45. maddesinde belirtilen değişik 6831 sayılı yasanın 2. maddesi bu yasanın yürürlüğe girdiği tarihte yürürlükte olan 6831 sayılı yasanın 2896 sayılı yasa ile değişik 2. maddesidir. Aynı maddenin 3. fıkrasında ise orman dışına çıkarılan yerlerin ne şekilde iktisap edileceği açıklanmaktadır. Ancak 3402 sayılı yasanın 45. maddesi bu konuda yeni bir uygulama getirerek orman dışına çıkarılacak yerlerin 14. maddedeki şartlara uymak ve 31.12.1981 tarihinden önceki vergi kaydı veya geçerli bir belgeye dayanmak kaydıyla zilyetleri adına tesbit ve tescil edileceği hükmünü getirmektedir. Bu maddeye göre 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini kaybetmiş olan yerler ile Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tesbit edilen yerler orman kadastrosu sonucu orman dışına çıkarıldığında; Zilyelik süresi 31.12.1981 tarihinden geriye doğru hesaplanmak kaydıyla 31.12.1981 tarihinden öncesine dayanan vergi kaydı ve geçerli belgeye dayanarak 20 yıl malik sıfatıyla çekişmesiz aralıksız zilyetliğini ispat eden zilyed adına tesbit ve tescil edilebilecektir. Bu durumda 31.12.1981 tarihinden geriye doğru 20 yıl zilyetlik süresi o yerin orman olarak kabul edildiği dönemi de kapsayacaktır. 2896 sayılı yasanın 2. maddesinin yürürlük tarihi 1.1.1984 dür. Orman sınırı dışına çıkarılmış ve çıkarılacak yerlerde (Gerek 2896 sayılı yasa ile değişik 2. maddeye göre gerek 1744 sayılı yasa ile değişik 2. maddeye göre) 31.12.1981 tarihinden geriye doğru 20 yıllık zilyetlik süresi bu yerlerin hukuken orman sayıldığı dönemi içine alacaktır. 2709 sayılı T.C. Anayasasının 169. maddesinin 2. fıkrası; Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre devletçe yönetilir ve işletilir. BU ORMANLAR ZAMANAŞIMI İLE MÜLK EDİNİLEMEZ ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz demektedir. Oysa 3402 sayılı Kadastro Kanununun 45/1. maddesi uyarınca aynı yasanın 14. maddesinde yazılı şartlar oluştuğunda devlet ormanları üzerinde zilyetlik ispat edilmek suretiyle kazandırıcı zamanaşımı ile mülkiyet hakkı elde edilebilecektir.Esas Sayısı : 1988/25 Karar Sayısı : 1988/30 3 Zorunlu olarak 3402 sayılı yasanın 45. maddesi 1. fıkrası uyarınca uygulanmak durumunda olan kazandırıcı zamanaşımı süresi o yerin hukuken orman olduğu dönemi içerisine alacaktır. Bu durumda 3402 sayılı yasanın 45. maddesinin birinci fıkrası T.C. Anayasasının 169. maddesinin 2. fıkrasında yazılı bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez sözüne ve madde içeriğinin özüne aykırı görülmektedir. SONUÇ : Yukarıda açıklanan gerekçeye binaen hazine vekilinin iddiası mahkememizce ciddi bulunmuştur. | 815 |
Esas Sayısı : 2017/118 Karar Sayısı : 2017/120 1 “İptali İstenilen Kanun Hükmünün Anayasa’ya Aykırılığının Değerlendirilmesi: 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Anayasaya Aykırılığın Mahkemelerce İleri Sürülmesi” başlıklı 40. maddesinde; “(1) Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasa’nın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı Örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir (5) Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır.” hükmü kurala bağlanmıştır. 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun 21. maddesinin 2. fıkrasının son cümlesi ile 30. maddesinin 2. fıkrasının son cümlesinde; “Üst üste iki dönem Başkanlık yapanlar aradan iki seçim dönemi geçmedikçe aynı göreve yeniden seçilemezler.” hükmüne yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” hükmüne yer verilmiştir. Anayasa’nın 135. maddesinin birinci fıkrasında ise, “Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşları; belli bir mesleğe mensup olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlâkını korumak maksadı ile kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzelkişileridir.” hükmüne yer verilerek, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, kuruluş ve işleyişlerinin demokratik esaslara uygun olması amaçlanmıştır. Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasa koyucu, yalnız yasaların Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.Esas Sayısı : 2017/118 Karar Sayısı : 2017/120 2 Demokratik devlet ilkesinin olmazsa olmaz koşulu hiç kuşkusuz seçimlerdir. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının organlarının kendi üyeleri tarafından seçilmelerinin öngörülmesinin, üyeler yönünden seçme, adaylar yönünden ise seçilme hakkının kullanılması sonucunu doğurduğu açıktır. Uyuşmazlık konusu işleme dayanak gösterilen Kanun maddeleri ile yönetim kurulu başkanlığım üst üste iki dönem yapanların, iki seçim dönemi geçmedikçe tekrar başkan seçilmeleri engellenmektedir. Bu kuralla seçme ve seçilme hakkı yönünden getirilen sınırlama, demokrasi anlayışı ile bağdaşmadığı gibi, Anayasal dayanaktan da yoksun bulunmaktadır. Öte yandan, Anayasa’nın 135. maddesinin ilk fıkrasında, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının organlarının, kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında gizli oyla seçileceği öngörülerek, bu konuda yasa koyucuya düzenleme yetkisi verilmiş ise de bu yetki yalnız seçim usullerinin belirlenmesiyle sınırlıdır. Seçme ve seçilme hakkının kullanılmasına getirilen engellemelerin bu kapsamda olmadığı açıktır. Dolayısıyla yasa koyucunun, Anayasa’da sınırlama nedenleri gösterilmemiş demokratik hakların kullanılmasını engelleyecek düzenlemeler yapması olanaklı değildir. Bu itibarla, 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun 21. maddesinin 2. fıkrasının son cümlesi ile 30. maddesinin 2. fıkrasının son cümlesinin, Anayasa’nın 2. ve 135. maddelerine aykırılık oluşturduğu sonuç ve kanaatine ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle; bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir kanun hükmünü Anayasa’ya aykırı görürse ilgili kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurabileceğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 40. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun “Alt Birlik Yönetim Kurulu” başlıklı 21. maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesi ile “Birlik Yönetim Kurulu ve Görevleri” başlıklı 30. maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesinde yer alan “Üst üste iki dönem Başkanlık yapanlar aradan iki seçim dönemi geçmedikçe aynı göreve yeniden seçilemezler.” kuralının Anayasa’nın 2. ve 135. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşması nedeniyle bu kuralın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasına; bu kuralın Anayasa’ya aykırılığı ve uygulanması durumunda telafisi güç veya imkânsız zararlar doğabileceği gözetilerek esas hakkında bir karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine; iptali istenen kuralın Anayasa’nın hangi maddelerine aykırı olduğunu açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslının, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğinin, dava dilekçesi ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞIMA GÖNDERİLMESİNE, Anayasanın 40. maddesinin 5. fıkrasında öngörülen beş aylık süre içinde Anayasa Mahkemesince karar verilinceye ya da bu süre tamamlanınca işin esası hakkında karar verilmek üzere dosyanın bekletilmesine 22.02.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” | 758 |
Esas Sayısı : 2019/79 Karar Sayısı : 2019/76 “ Türk Medeni Kanununda, baba ile çocuk arasında soybağı, anne ile çocuk arasında kurulan soybağından farklı olarak, yasayla belirlenmiş kural ve karine dayalı olarak kurulması nedeniyle yasa koyucu bunun gerçek durumla uyuşmaması durumlarda, soybağının kaldırılmasına yönelik olarak TMK 286. ve izleyen maddelerinde “soybağının reddi” davaları düzenlenmiştir. Anılan düzenlemelere göre soybağının reddi davaları, koca, çocuğunun nüfus kayıtlarında görünen babası ve çocuğa tanınmıştır. Yasa koyucu, 291. madde ile buna bir istisna getirmiş “Dava açma süresinin geçmesinden önce kocanın ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybetmesi hâllerinde kocanın altsoyu, anası, babası veya baba olduğunu iddia eden kişi, doğumu ve kocanın ölümünü, sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybettiğini veya hakkında gaiplik karan alındığım öğrenmelerinden başlayarak bir yıl içinde soybağının reddi davasını açabilir.” diyerek, belirli koşullarda kocanın altsoyu, anne ve babası; gerçek babaya da dava açma hakkı tanınmıştır. Yasa koyucu bu kişilere dava açma hakkını, kocanın kendisine yasa ile tanınmış dava açma süresi önceden ölmesi, ayırt etme gücünü kaybettiğini veya hakkında gaiplik kararı alınması koşulluna bağlamıştır. Buna göre yasada ilgililer olarak belirtilen kişilerin dava açabilmesi, kocanın TMK 289/1. maddesinin “Koca, davayı, doğumu ve baba olmadığını veya ananın gebe kaldığı sırada başka bir erkek ile cinsel ilişkide bulunduğunu öğrendiği tarihten başlayarak bir yıl, içinde açmak zorundadır.” hükmü gereğince kocanın maddede belirtilen bir yıllık süre içinde dava açmadan, ölmesi, ayırt etme gücünü kaybettiğini veya hakkında gaiplik karan alınmasına durumunda söz konusu olacaktır. Yasa koyucunun, baba ile çocuk arasındaki soy bağının ilişkisinin kaldın İmasını yönelik koşulsuz olarak başkalarına dava açma hakkı tanınmaması haklı görülebilecektir. Ancak, babanın, gerçek baba olamadığın öğrenmesine karşın her hangi bir nedenle davayı açamaması ya da açamaması durumunda 289. maddede belirtilen hak düşürücü süreler içinde soybağının kaldırması dava açmamaları durumunda, ortaya Anayasaya aykırılık doğuracak çeşitli durumlar çıkabilecektir. Türk Medeni Kanununun 17. maddesinde, “Kan hısımlığının derecesi, hısımları birbirine bağlayan doğum sayısıyla belli olur. Biri diğerinden gelen kipler arasında üstsoy altsoy hısımlığı; biri diğerinden gelmeyip de, ortak bir köklen gelen kişiler arasında yansoy hısımlığı yardır.” denmiş ve Türk Medeni Kanununda kan hısımlığa birçok hukuki sonuç bağlanmıştır. Türk Medeni Kanununun 129. maddesinde, kan hısımlığı evlenme engelleri arasında sayılmış, Türk Medeni Kanununun 364. maddesinde yardım nafakası yükümlülüğü getirilmiş, yasal mirasçılık kurumu ise tümüyle hısımlık özerine kurulmuştur. Bu düzenlemeler çerçevesinde, gerçekte her hangi bir kan bağı olmamasına karşın, baba ile çocuk arasındaki soy bağını kuran yasal karinelere nedeniyle, nüfus kayıtlarında bir birlerinin alt ve üst soyu olan kişilerin, çocuk ve babanın, savsaklama, gerek görmeme ya da istememeleri gibi bir nedenle dava açmamaları durumunda, çocuk ile babanın üst soyu ile alt soyu arasında kaydı bir kan bağı hısımlığı kurulacağından, aralarında gerçekte herhangi bir kan bağı olmamasına karşın, babanın üst soyu ve alt soyu arasında evlenme yasağı oluşacak; çocuk, yasadaki koşullar oluşursa TMK 364. maddesine dayanarak nüfus kayıtlarında dedesi veEsas Sayısı : 2019/79 Karar Sayısı : 2019/76 2 babanannesi olarak kişilerden yardım nafakası isteyebilecek, daha da önemlisi TMK 495. maddesi uyarınca babanın mirasçısı olacağından, bu babanın başka alt soyu yoksa babanın üst soyunun mirasçı olmasını engelleyecek, başka alt soyu varsa da bunların miras paylandın azalmasına neden olacaktır. Babanın üst ve alt soyunun bu sonuçlan önlemesinin ya da ortadan kalkmasını sağlamayabilmesinin hukuki tek yolu, TMK 291. madde uyarınca, soybağının reddi davası açabilmeleridir. Somut olayımızda, davacı yan davalarında da, babasının mirasçısı olarak göründüğü mirasçılık belgesinin iptali istemiyle Mahkememizde 2018/741 dosya esas sayısı ite dava açmış olup, söz konusu davada davacının istemi yönünde bir karara verebilmesi Mahkememizin davacının babası ite davalılar arasındaki soybağının kaldırılmasına bağlı olduğundan, o davada, davamız bekletici sorun yapılmıştır. Ancak, yasa koyu TMK’nun 291. maddesinde, kocanın alt ve üst soyunun dava açabilmesi için belirli koşulu bağlamıştır. Buna göre nüfus kayıtlarındaki babanın, kendisine tanınan dava açma süresi dolmadan önce, ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybetmedikçe, kocanın alt ve üst soyunun dava açma hakkı bulunmamaktadır. Koca hayattayken ve eylem ehliyeti olduğu sürece kocanın alt ve üst soyunun dava açmasının engellenmesi kabul edilebilir görülebilse bile, kocanın, çocuğun kendisinden olmadığını öğrenmesine karşın, her hangi bir nedenden dolayı TMK 289. maddesinde kendisine tanınan bir yıllık dava açma süresi içinde soybağının reddi davasını açmaması durumunda, kocanın ah ve üst soyunun dava açabilmesi mümkün olmayacaktır. Anılan Yargıtay kararlan doğrultusunda, çocuk, babalık karinelerine dayalı olarak kocanın çocuğu olarak, babanın nüfus kayıtlarına işlendiğinden ve bu nedenle nüfus kayıtlarının (utulmasında her hangi bir yanlışlıktan söz edilmeyeceğinden, Nüfus Hizmetleri Kanununun 36. maddesi uyarınca nüfus kayıtlarının düzeltilmesi davası da açılamayacaktır. Bu nedenle, koca gerçek baba olmamasına karşın, yasadaki düzenleme ve karineler nedeniyle baba sayılan kişinin ve çocuğun her hangi bir nedenle dava açmaması durumunda TMK’nun 291. maddesinde ilgililere dava açma hakkının, kocanın dava açması süresi dolmadan ölmesi ya da eylem ehliyetini kaybetmesi koşuluna bağlı kılınmasından dolayı, gerçek durumu yansıtmayan nüfus kayıtlarının düzeltilmesi hukuki olarak olanaksızlaşacaktır. Bunun sonucu olarak da gerçekte aralarında TMK 17. maddesi anlamında her hangi bir kan hısımlığı bulunmamasına karşın, çocuk ile kocanın alt ve üst soyu arasında, evlenme yasağı, yardım nafakası yükümlüğü, yasal mirasçılık gibi birçok hukuki sonuç doğacaktır. Bu hukuki sonuçların» temel haklardan olan, kişinin dokunulmazlığa maddî ve manevî varlığının koruma ve geliştirme hakkının düzenlendiği 17. maddesinin, “Herkes, yaşama, maddi ve manevî varlığım koruma ve geliştirme hakkına sahiptir;” ve mülkiyet hakkının düzenlendiği, 35/1. maddesinin “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.” hükümlerini ihlal edeceği açıktır. Bunun yanı sıra kocanın üst ve alt soyunun, kendileri açısında çok farklı hukuki sonuçlar doğuran ve gerçeğe uygun olmayan bir soybağının kaldırılması davası açabilmelerini, kocanın kendisine tanınan dava açma süresi dolmadan, ölmesi ya da eylem ehliyetini kaybetmesine bağlanmış olması, bu kişilerin Anayasanın 36. maddesindeki hak arama özgürlüğü biçimin de sınırlanması anlamına da geleceği açıktır. Tüm anlatılanların sonucunda, kocanın altsoyu, anne ve babası; gerçek babayaEsas Sayısı : 2019/79 Karar Sayısı : 2019/76 3 soybağının reddi davası açma hakkını, kocanın, kendisine yasa ile tanınmış dava açma süresinin dolmasından önceden ölmesi, ayırt etme gücünü kaybetmesi ya da hakkında gaiplik kararı alınması koşulluna bağlayan Türk Medeni Kanununun 291. maddesinin “Dava açma süresinin geçmesinden önce” hükmünün Anayasanın, 17., 35 ve 36. maddelerine aykırı görülmüş ve bu konuda karar verilmek üzere Anayasanın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunması gerektiği yargısına varılarak, aşağıdaki gibi karar verilmiştir. KARAR: 1 Davanın yargılaması sırasında uygulanacak olan sayılı Türk Medeni Kanununun 291. maddesinin “Dava açma süresinin geçmesinden önce” hükmünün Anayasanın 152. maddesi uyarınca, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulmasına, 2 Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusunun bekletici sorun sayılmasına, Gerekçeli başvuru kararının aslının, dava dosyası içinde bulunan ilgili belgelerin aslına uygunluğu onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar verildi.” | 1,064 |
Esas Sayısı : 1988 21 Karar Sayısı : 1988 37 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin iptal isteminin gerekçesi Anayasa Mahkemesi'nin 26.10.1988 günlü, Esas: 1988/19, Karar:1988/33 sayılı kararına özet olarak alınan gerekçesinin aynıdır. | 40 |
Esas Sayısı : 2014/108 Karar Sayısı : 2015/8 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Davacı . vekili . tarafından şirket bünyesinde müdür olarak görev yapan İran uyruklu .'ya ait çalışma izin başvurusunun, 4817 sayılı Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun'un 14 üncü maddesinin (d) fıkrası uyarınca reddine ilişkin 21.01.2014 tarih ve 1752811 sayılı işlemin iptali istemiyle ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI'na açılan davada, idarenin ret gerekçesine esas aldığı bir işyeri, işletme veya meslek için izin talebi reddedilen yabancının aynı işyeri, işletme veya aynı meslek için izin talebinin reddedildiği tarihten itibaren bir yıl geçmeden yeniden izin talebinde bulunması hükmünün Anayasaya aykırı olduğu düşünüldüğünden incelemesine geçildi. Anayasa'nın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Dava konusu olan işlemin gerekçesi olan mevzuat hükmünün, aynı işyeri, işletme ve meslek için reddedilen izin talebinin tekrarlanması halinde hiç bir ayrıma, özel bir düzenlemeye ya da sınıflandırılmaya gidilmeksizin bir yıl geçmeden yapılan tüm çalışma izni taleplerinin reddedilmesinin Anayasa'nın 48 inci maddesine aykırı olarak çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahip olma ve özel teşebbüsler kurma serbestisini engelleyici ve daraltıcı bir sınırlama getirdiği açıktır. Anayasa'nın 49 uncu maddesi gereği devletin görev ve ödevi; çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri almak iken, çalışma hakkını destelemekten uzak ülkeyi kalkındıracak ve ekonomik seviyesini yükseltecek ve istihdam alanı sağlayacak olan yatırımları kısıtlayıcı nitelikte mevzuatla düzenlemeler getirilmesinin Anayasa'nın amacına aykırı olduğu düşünülmektedir. Kanun koyucunun; kamu menfaatini sağlama, çalışma hayatını düzenleme ve çalışma koşullarını yükseltme, bunlara ilişkin sınırlamalar getirme ve normlar koyma, yabancıların ülkemizdeki çalışmalarını izne bağlama ve yabancılara verilecek çalışma izinleriyle ilgili esasları belirlemek için yasal düzenlemeler yapacağı kuşkusuzdur. Bu çerçevede, söz konusu düzenlemenin hedeflenen amaca ulaşma bakımından elverişli olduğu söylenebilir ise de itiraz konusu kuralın, hiçbir ayrıntıya veya sayma yoluna gitmeden bir yıl geçmeden aynı işyeri, işletme veya aynı meslek için ikinci kez yapılan izin başvurularını mutlak surette reddetmesinin insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturduğu düşüncesiyle Anayasaya aykırı olduğu düşünülmektedir. Açıklanan nedenlerle, Mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanması gereken 4817 sayılı Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun'un 14 üncü maddesinin (d) fıkrasında yer alan bir işyeri, işletme veya meslek için izin talebi reddedilen yabancının aynı işyeri, işletme veya aynı meslek için izin talebinin reddedildiği tarihten itibaren bir yıl geçmeden yeniden izin talebinde bulunması ibaresinin Anayasanın 2., 48. ve 49.Esas Sayısı : 2014/108 Karar Sayısı : 2015/8 2 maddelerine aykırı olduğu kanaatine ulaşıldığından, Anayasanın 152. ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddeleri uyarınca sözkonusu ibarenin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 28/04/2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 477 |
Subsets and Splits