poet
stringlengths
3
47
title
stringlengths
1
168
poem
stringlengths
3
159k
Bilal Geniş
01-The Muse-2004 -Felemenkçe
01-The Muse-2004 -Felemenkçe Weet je.. The Muse... Of je mist., Van uw smart... Of uw passies... Van uw pijnen... Finished me... U begrijpt me... The Muse.. Mersin-03.01.2001-Bilal Genis
Bilal Geniş
-01-The Muse-2007 -Felemenkçe
-01-The Muse-2007 -Felemenkçe Weet je... The Muse... Desolate s nachts.... Ik alleen, heb ik altijd geleefd je... Toen ik verdelen... Desolate straten van de woestijn je.. U begrijpt me... The Muse... Mersin-07.01.2001-Bilal Genis
Bilal Geniş
-01-The Muse-2015- İngilizce
-01-The Blog-2015 -Afrikaca Weet jy... The Blog... Herfs kom... Om die damp.... Op die lug te vlieg... Te raak van die wind... En die reën geword het.. Hulle kom jy... Jy verstaan my... The Blog.... Mersin-15.01.2001-Bilal Genis
Bilal Geniş
-01-The Muse-2013 -Felemenkçe
-01-The Muse-2013 -Felemenkçe Heeft u toelating gegeven weten... The Muse... Er is jammer van de regen..... De regen, ontfermde zich over mij... Mijn tranen, zag..... Toegestaan mij de regen.... Ik was betrokken in de regen.... U begrijpt me... The Muse.... Mersin-13.01.2001-Bilal Genis
Bilal Geniş
-01-The Muse-2025 -Flemenkçe
-01-The Muse-2025 -Flemenkçe Weet je... The Muse... U bent leven, ik ook... Van mij, wil je je.. Ik kan niet geven... Want in je mijn hart... U begrijpt me... The Muse...... Mersin-25.01.2001-Bilal Genis
Ahmet Yozgat
01 Yoldaşımla Yaman Yolculuktayım
1/: Kulaç atıp zamanlar aralığından Dayandık irisine kutuptaki maddenin Üst yanımız ışık ve kandı... Yüreğimizi bulutlara bağlayan dar koridorlar Sevdalı baltalarla doğrandı. Ben yandım yoldaş, Seninle yolculuk ne de yamandı? ... *** Düştü avucumdan toprağa ateş Önümsıra uzanan bezgin ve lime lime ıstarlara asılıp Silah silah sürgün dokuyan fenerler yandı Kemirip ruhumu avlayan kapanları tek tek Umudun ak serçeleri uçup arkadaş maviler havalandı. Ben yandım yoldaş, Seninle yolculuk ne de yamandı? ... 2/: Yoldaşımın dokunup alnındaki gözüne Rüyasına nokta düştüm demirden Devrildi kavramların mahpus kulesi Sabır doğruldu taş döşeli yerinden Sabırsızca uykusundan uyandı. Ben yandım yoldaş, Seninle yolculuk ne de yamandı? ... *** Saçlarımız sulu sepken ışıkları içmede Dizkapaklarımız ise bir savaştan gelmiş gibi yaralı Asabî paçalarımızsa masif ve ateşler içinde kızıl kandı Yoldaşımla kolkola alfabenin döşünde Her adımda yedi adım atarak Çentik düşüp mevsimin şafağına ta geceden Tabanımız çivi çivi doruklara uzandı. Ben yandım yoldaş, Seninle yolculuk ne de yamandı? ... *** Yoldaşım yıldızlardan ejder sütü sağmada Dört yanımız çeşit çeşit yabani hayvanlardı Ben yandım yoldaş, Seninle yolculuk ne de yamandı? ...
Gürkal Gençay
01-) Yarınları Tüketmek Dünden / Şikâyet (Önsöz)
HAYVAN DOSTLARI (Bu ne şizofrenik çelişki dostlar?) 'Bir toplumun medeniyet seviyesi hayvanlarına gösterdiği davranış ve ilgileriyle orantılıdır.' sözünü çok doğru buluyorum.” Yazıya bu çerçevede girmiş olmam kimseyi yanıltmasın sakın…/ Üzülürüm sonra. Konuyu yalnızca bu ülkede yaşayan hayvanlarla ve onların yaşadıktan acılarla lokalize etmek gibi (derinliksiz- eksensiz) bir niyetim yok. Ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel yapısını ve o yapıyı oluşturan dinamikleri sistemin ne şekilde etkilediğini eleştirel açıdan yazıya alarak anlatmak istiyorum. Eleştirel; evet… Ve her zamanki gibi… 'Zaten parlatıcı yazıyı gerektirecek pek bir şey de görünmüyor aslında.' Bu ülkenin özürlüleri, üçüncü cinsleri, etnik ve kültürel farklılıkları olan insanları gibi, hayvanları da sistemin çarpıklığından nasibini (menfi olarak) almaktadırlar. Demokrasinin ve yaşam haklarının kâmil anlamda yaşandığı gelişmiş ülkelerde insanların, hayvanların ve onları barındıran doğanın yaşam hakları 'hukuksal' düzenlemeler ile sistematiğe bağlanmış ve yasalarla koruma altına alınmıştır. Demokrasi, anlam ve mantığı itibarı ile (bir kişi bile olsa) azınlığın haklarının ve hukukunun oluşturulduğu ve korunduğu istemdir. Sınıfsal farklılıkların, alt ve üst kimlik hesaplarının yapılmadığının ve hukukunun oluşturulduğu ve korunduğu sistemdir. Sınıfsal farklılıkların, alt ve üst kimlik hesaplarının yapılmadığı bu sistemin çalıştırılmasında resmi kanatın olduğu gibi sivil toplum örgütlerinin katılımı 'bir fantezi değil, gerekliliktir.' Türkiye'de, bu konuda gözle görülür gelişme ve faaliyetler var. Şimdilik bi’boka yaramasalar da, hiçbir şey yapılmamasından evlâdır tabii ki bu durum… Olumsuz giden birçok şeye karşın, az da olsa bu tür kıpırdanmalar tünelin ucundaki cılız ışık misali umutlarımızın yeşermesini sağlıyor. Amma ve lâkin, bu kıpırdanmalar ya da minik gelişmeler (ne yazık ki) yalnızca tabanda gerçekleşmekte ve istenildiği nitelikte volüm oluşturamamakta. Ve bu konuya gönül vermiş insanların bireysel çabaları ile ve de derneklerin içinde (eğer varsa) birkaç iyi insanın, bir kaç müspet faaliyeti ile sınırlı kalıp bu çizginin dışına olumlu olarak çıkamamakta. 'Bu anlamda sağlıklı ve etkin bir sivil toplum örgütlenmesi bizde henüz yok maalesef. Bugün; hayvanlarımızı gerçek anlamda koruyacak ne bir yasamız, ne de onları hak - hukuk ve kanunlar ile destekleyecek bakanlık düzeyinde bir kurumumuz maalesef mevcut değil. —“Denizlerden sorumlu” Denizcilik Bakanlığı; —“Ağaçlardan sorumlu” Orman Bakanlığı; —“Tarım alanlarından sorumlu” Tarım Bakanlığı örnekleri gibi, hayvanlarımızı gerçek anlamda koruyacak bir 'Hayvan Bakanlığı'nın ve doğru dürüst bir 'Hayvan hakları koruma kanunu'nun oluşturulması ivedilik kazanmaktadır. Biliyorsunuz; bu işlerin yapılması için birçok bakan 'nafile' gelip gittiler. Geldiler; hepsi de götlerini- göbeklerini büyütüp büyütüp gittiler. Demek ki bazı şeylerin olması için yalnızca 'Bakan' olmak yetmiyor. 'Gören' olmak gerekiyor! Evet, baktığını gören bir 'Bakan' gerekiyor. Bizimkiler “çevre” denildiğinde ya arkadaş çevrelerini, ya da aile efratlarını anladılar… Kimlerin üstüne alınacağını bilmiyorum. Ama isteyen istediğince üzerine alınabilir. (Şeyimde değil; // “umurumda! ..”) 'Sayın bakan, pılınızı pırtınızı toplayıp oradan gitmelisiniz! '. Zira öylesine izole bir ortamda yaşıyorsunuz ki, giderek beyinleriniz ilkelleşiyor. Ve bu durum sinirden tüylerimizi diken diken ediyor… Ha; bu arada, milletvekili - bakan falan demeden eleştiriyorum da, şunu belirtmeden geçemeyeceğim; ki bunu söylemek istiyorum, bu önemli: —bu ülkenin asilleri cehennemde yaşar gibi yaşarlarken, vekilleri krallar gibi yaşıyorlar. Bu ne garip vekâlet müessesesidir bu? Dünyanın hiç bir yerinde böylesine bir garip, böylesine garabet bir vekillik düzeni yok. Zaten mentaliteye de aykırı, düşünsel olarak da aykırı, nereden bakarsan bak, aykırı! .. // Lâ havle velâ kuvvete illâ billah-ül el aleyhûl azim ve eşhedû enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne YA HÛ; yeteri bilirseniz yeter artık! .. Hani asillerde de hata yok değil tabii... Sen kulluğu kabullenirsen, başına da bir sürü tanrılar çöreklenir. Hani, “bu heriflere oy verip başımıza belâ ettiğinizden size müstahaktır” diyeceğim ama lâfın seyri de, boyu- posu da hem uzayacağından, hem de rotası değişeceğinden bu kadarıyla yetineceğim (şimdilik) // siz de öyle yapın… / Ve başkalarına lâf yetiştirip, “benim yoğurdum ekşi değildir” mücadelesi yapmak yerine takkeyi önünüze koyun bakalım… / Zamanıdır… Neyse geçiyorum! Peki, bu arada hayvanlarımızın büyük umutlarla (!) bel bağladıkları dernekler, kurum ve kuruluşlar ne yapmakta? İşte kördüğümün birinci ilmeği de burada. Merakınıza bir yanıt bulamadıysanız ben söyleyeyim; sokaklardaki sahipsiz, zavallı hayvanlar belediyelerce kâh zehirlenerek, kâh pompalı tüfeklerle vurularak öldürüldüklerinde, önce magazin basını çağırılıyor. Sonra öldürülen hayvanların başında bir-iki dernek/ vakıf mensubu, ellerinde birer kırmızı karanfil, ölü hayvanların üzerine çiçek koyarken resim veriyorlar gazetelere. Dudaklarında ise fotoğrafta güzel çıkmanın tebessümü ve gözlerine olayın vahameti gereği apar-topar takıştırdıkları bir yapmacık öfke/ hüzün karışımı bakışla arz-ı endam ediyorlar fotoğraf makinelerine. İşte yaptıkları yalnızca bundan ibaret. Hayvanların ölülerini kullanıyorlar, onları sömürüyorlar... 'En ucuz, en hafif deyimle ayıp ediyorlar, ayıp ediyorlar'. O can; bedenden çıkmıştır artık, o testi kırılmıştır. Bu noktadan sonra yapılanlar, birer kahkahadır artık gözpınarlarında insanların. Ve gözyaşları yalnızca bir oyundur, oynadıkları rolün gereğidir. Ağlama duygusunun taşıdığı– aktardığı o safiyane, arı-duru, naif hüzün bu embesiller yüzünden artık anlamını yitirmiştir… Ne dramatik… Ve bu yapılanlar şov bile değildir, zekâ düşüklüğüdür bu yalnızca. Ben böyle düşünüyorum, sizi bilmem… Artık o can bedene girmeyecektir ve (az önceki teşbihin devamınca) testi suyu taşıyamayacaktır. Bir şeyler yapmak için hayvanların katledilmesini beklemek yakışmamalıdır yapılacaklara ve hemen ve şimdi adam gibi bir şeyler yapılmalıdır. Yanlış mıyım? Yanlışsam beni düzeltin… // Düzeltirken yamultacağınızdan eminim! .. 'Maalesef, bilindiği gibi, bu ülkenin bir acı gerçeği var; haber olması için, haberdar olunması için birilerinin ölmesi gerekiyor.' Ülkem adına ne utanç verici bir şey, ne hazin bir şey... Hayvanları korumayı temel ilke olarak göstererek zemin oluşturan ve bu zemin üzerine bina olan dernekler, tüzel yapılar, gerçekten bir sivil toplum örgütünden beklenildiği gibi yaşanan problemleri çözümleme konusunda gerekli etkinliğe sahipler mi? İştigal ettikleri konuda ne kadar bilgililer, ne kadar yetenekliler, proje üretebiliyorlar mı? Ve daha önemlisi ne kadar samimiler? Gerçekten inanıyorlar mı yaptıkları işe, yoksa lâf ola beri gele tarzında bir kalkışma mıdır bu? İşte üzerine gidilmesi gereken olgu bu. Bunun altını kalın fosforlu kalemle çizmek gerekiyor. Hayvanları koruma adına ortalıkta mantar gibi biten ve 'hayvanları sevelim, onları koruyalım' yaygaraları atan ister münferit, ister tüzel kişiliği olsun; bu elemanlar ne kadar samimiler? Bunu sormak gerekiyor işte... Açık ve net biçimde soruyorum; cevabını alamayacağımı bildiğim halde bunu soruyorum... Bunları anlamak ve sorunun cevabını tahmin etmek zor mu? ! Zor değil aslında tabi... Zerre-i miskal kadar samimiyetleri yok. Birkaç insanı tenzih ediyorum, ikiyüzlü bunlar, ikili oynuyorlar ve nokta kadar samimiyetleri yok. Şimdiye kadar yapılanlar ise nedir? 'Merak etmeyin; söylüyorum'. Hayvan dernekleri, önce göstermelik bir iki sahipsiz sokak hayvanı buluyor ve daha önceden çağırdıkları magazin basınına onlarla beraber resim çektiriyorlar, poz veriyorlar., 'Fotoğrafta kimin kim olduğu belli olsun diye onlar iki ayağının üzerinde poz veriyorlar.' Daha sonra 'hayvanları sevin, onları koruyun' gibi günün mana ve ehemmiyetini vurgulayan laflar edip, komiklikler yapıp şirinlikler taslıyorlar. 'Palavranızı yiyim sizin, palavranızı yiyim'. Ha; bir de kınıyorlar unuttum. 'Kınamaktan başka şeyler de yapsanız keşke...' Bu, Türk sivil toplum kuruluşları için utanç vericidir. Bu, alaturkalığın, bu seviyesizliğin göstergesidir. Sahipsiz bir hayvan kendilerine götürüldüğünde ise; —“Bizim hayvan barındırma yerlerimiz mevcut değil' diyerek kabul etmiyor ve hayvanı kaderi ile başbaşa bırakıyorlar. Ama; işin akçe boyutu varsa, götürülen hayvana barınağın kapıları ardına kadar açılıyor ve uyguladıkları bu çifte standarda hayvanseverlik diyorlar. Bari susun... Susun bari... Bari ortaya çıkmayın mantar gibi... Ne gam yahu bu, ne gam! Bu ne hastalıklı tavır böyle? Kafayı yiyeceğim bu adamlar yüzünden. Geçiyorum, çünkü midem bulanıyor... Bugün, İstanbul'daki faaliyet gösteren herhangi bir hayvan koruma derneğinin, -atıyorum- Ankara'da aynı faaliyeti gösteren hayvanları koruma cemiyetinden haberleri olmamaktadır. İnanması güç ama birbirlerinin telefon numaralarını dahi bilmemektedirler. Ve ilginçtir; Adana ili PTT istihbaratında (1991 yılı araştırması) ne İstanbul, ne de Ankara'daki hayvanları koruma derneklerine ait bir telefon numarası bulunamamıştır. Koordinasyonsuzluk diz boyu ve birbirlerinden bihaberler... Kim kimdir bilinmiyor ve kimse kimseyi tanımıyor... Hatay iline bağlı Erzin'de bulunan hayvan koruma cemiyeti ise evlere şenlik. Dernek önünde horoz dövüşleri yapıyorlar ve aynı olay Aydın ili Merkez'de bulunan Eskiciler Çarşısı arkasındaki 'Kümes hayvanlarını sevenler derneği'nde farklı bir versiyonla yaşanıyor. Dernek üyeleri meyhane gibi kullandıkları dernek binasında hem içip- sıçıyorlar, hem kızarmış tavuk yiyorlar ve bir yandan da horoz dövüştürüyorlar. Allah aşkına; şu manzarayı gözünüzde bir canlandırın ya hû! .. ... Ve hâl böyleyken hayvanlar acımasızca katlediliyorlar... Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerin kaderidir bu. Diyecek fazla bir şey yok tabi! Şimdiye kadar hayvanların itlafını üstlenen bir yerel yönetim çıkmadığı için 'kaynağı belirsiz kurşunlar' saplanıyor hayvanların zayıf, çelimsiz gövdelerine. Ve dernekler magazin şovlarına kaldıkları yerlerden devam ediyorlar. Magazin, olayların ardındaki trajediyi gizler nazik beyler, narin hanımlar. Magazin, olayların gerçek nedenini, vahametininin görülmesinin önünü güler yüzlü bir perde ile örter. Alet oluyorsunuz. Pardon alet olmuyorsunuz. Bu çarpık modelin bir ürünü oluyorsunuz. Bu bilgisizliğiniz, bu cahilliğiniz ile ve beyinsel zafiyetleriniz/ dangalaklıklarınız ile birilerinin ekmeğine yağ sürüyorsunuz demektir. Yaşadığınız topluma ihanet ediyorsunuz demektir. Ve elbette bu sisteme çok yakışıyorsunuz... Körün tuttuğunu öptüğü bu sistemin içinde siz de hakettiğiniz yeri alıyorsunuz. Bütün bunlar olurken, gerçekten inandırıcı olduğunuzu düşünebiliyor musunuz? Müsebbip olduğunuz durumları içinize sindirebiliyor musunuz? Biliyorum ki hiç biriniz üzerinize alınmadan inandırıcı olduğunuzu düşünüyorsunuz ve benimle beraber sövüyorsunuz... Hay Allah! .. Bu ne arızalı beyin. Kemiksiz, jöle gibi bir düşünce yapısı. Aklıma mukayyet ol yarabbi... Bırakın sevmeyin artık, bıktık artık... Bu kadar mı kemiksizlik, bu kadar mı ilkesizlik, bu kadar mı sevgisizlik olur? ! Bu kadar mı ruhsuzlaştınız beyler, hanımlar? Yaşam bu kadar mı değersizleşti gözünüzde, hayata duyarsızlık bu kadar mı olur? Ondan sonra da yok üzülmüşler de bilmem ne; üzülmediklerini bal gibi biliyorum. Görevleri bunları söylemek, böyle konuşmak zira. Varlık nedenleri bu. Nasıl anlatmalı ki? Bu tatlı su çevrecilerinden sıkıldım artık. Sıkıldım... O şişman göbekleriyle, makyajlı suratlarıyla, mürai ve müstehzi tavırlarıyla, ukala, kibirli halleriyle çok komik oluyorlar. ... Ve beni hiç ilgilendirmiyorlar. Öyle ki artık sinirimi dahi bozamıyorlar. Tehlikeli bir durum aslında bu; zira bağışıklık kazandık artık bu karikatür adamlara karşı... Ya lanet edeceksiniz, ya küfredeceksiniz, ya da... Bütün iyi niyetli halimi takınarak (ya da arada bir yaptığım gibi, işi salaklığa vurarak) diyorum ki; “artık silkinmenin zamanı gelmiştir.” İstanbul'daki hayvan koruma kuruluşlarının, Ankara'daki, İzmir'deki, Edirne'deki, Ardahan'daki ve tüm coğrafyadaki dernek, cemiyet, vakıf ve kuruluşların artık kaybedecek zaman kalmadığını idrak ederek kenetlenmeleri ve bir koordinasyonu oluşturmaları gerekmektedir. Zaman 'hayvanları koruyun, onları sevin' mesajları vererek, demogoji yapıp araya banka hesap numaraları sokuşturma zamanı değildir artık. Artık kişisel çıkarların, sen-ben kavgalarının, kendimizle barışıksızlığın zamanı değildir. Bir araya gelinmeli, ayağı yere basan projeler üretilmeli, kuru laf kalabalıkları yerine icraata geçilmelidir. ......diyorum amma; 'Beni ve benim gibi iyi niyetle bekleyen insanlar; ola ki bu derneklerden ve hatta belediyelerden, merkezi yönetimlerden, hükümetlerden olumlu bir şeyler bekliyorsunuz'... sizleri yeni bir hayal kırıklığı bekliyor sevgili okurlar, sevgili hayvanseverler, hayat severler, sevgili Türkiye... Sizleri yepyeni bir hayal kırıklığı bekliyor... Parlak dernekçiler, parlak bürokratlar, parlak belediye başkanları ve parlak siyasiler öylesine vahşi bir yörüngeye girmişler ki hepsi... Heyhat! ! ! Eğer dilimi tutmazsam daha söyleyecek çok şeyim var! .. Öyleyse söyleyeyim, kimlere mi? Sırtlarında vizon, astragan gibi kürkler ve kucaklarında bir süs köpeği ile boy boy poz verip; bir hayvan dostu ya da hayvansever olduğunu iddia eden sanatçılarımıza(!) Ki onlar halk üzerinde büyük bir etki silahıdır. Çünkü hepsi kendince karizma sahibi, büyük ölçüde hayran kitlesi olan kişilerdir. Yaptıkları, yaşam biçimleri, tarzları ve mesajları topluma model olmaktadır. Bu da kendilerine bir sorumluluk yüklemektedir aslında. Ama hal böyleyken içlerinden bazıları çıkıp bin dolar verip İran'dan kedi getirtmekte ve adı 'hayvansever sanatçı' ya çıkmaktadır. Sokaklarda bakışlarıyla, yüreğiyle, sevgileriyle başıboş gezen İran, siyam kedileriyle doludur. Adı her ne kadar Tekir de olsa, Sarman da olsa aynı severler ve bedava severler, parasız severler... Ses sanatçıları olsun, sinema ve sahne sanatçıları olsun, mankenler olsun; içlerinden birine ya da kendilerine bir haksızlık yapıldığı zaman hemen kenetlenebiliyorlar da; neden çok sevdiklerini söyledikleri zavallı hayvanlar acımasızca katledilirken ortada yoklar? Belki hayvanları sevdiklerini söylerlerken samimi değillerdir, belki söyledikleri popülist söylemlerdir ama olsun. İnsan, en azından verdiği mesajın arkasında durur! Dernekler veya kuruluşlara yapılan aynî-maddi yardımlar yerine ulaşıyor mu, ulaşmıyor mu tedirginliğini yaşıyorlar da birşeyler yapmaktan imtina ediyorlarsa; kendileri ortaklaşa bir arazi alıp, bunun alt ve üst yapısını oluşturup, o şekilde bir ya da bir kaç kuruluşa verebilirler. Bu onlar için çok zor bir olay da değildir. Mankenler ayda bir defilesini, sahne sanatçıları bir konserlerini böyle bir iş için yapabilirler. Yeter ki yapmak istesinler! Yapmak istesinler yeter ki! Ulan; bizim cebimizde yok, zulamızda yok; kıçımız başımız ya açık, ya yamalı, gene de lokmamızın büyüğünü paylaşıyoruz ve bundan gocunmuyoruz…/ Millette -vır vır vır- lâf çok, icraata gelince bi’numara yok…/ Ne kıymetliymiş ya hû paranız- malınız/ mülkünüz! .. Anladığınız üzre, bu günkü panoramaya bakıldığında; davranışları ve düşünceleri birbiriyle bağdaşmayan sanatçı (!) kitlesiyle; zihniyet ve faaliyetleri birbiriyle çelişik bu dernek, vakıf ve kuruluşlar ile sahipsiz, zavallı hayvanların katledilmeleri tüzüğünde görevlerinden biri olarak yazılan belediyeler ile ve de toplum içindeki hayvan sevmezler ile hayvanların içinde bulundukları içler acısı durum daha da bir önem kazanıyor. Türkiye'nin karanlık tablosuna, sefil yerlerde sürünen tablosuna yalın gözlerle bakın n'olur. Burada bir sakatlık yok mu sizce? Dernekler, gerçek hayvanseverlerin vicdanında sınıfta kalmışlardır. Belediyeler, gerçek hayvanseverlerin yüreklerinde yargılanmış ve mahkûm olmuşlardır. Peki, tamam da; ya sanatçılar! ? Ya da sanatçıyım diye ortaya çıkanlar? Ellerinde bir köpek, iki kedi; ya da muhabbet kuşlarıyla gazetelere poz poz resim verip televizyonlarda boy boy arz-ı endam ediyorlar ve maalesef 'hayvansever sanatçı' oluveriyorlar. Bir iki gerçek hayvansever sanatçıyı tenzih ediyorum. Kaldı ki onlar hakikaten gerçek sanatçılardır, ama diğerleri 'sanat adına' birşeyler yapıp bir yerlere gelmeyi hayvanları reklâmları amacı ile kullanıp süreci kolaylaştırma oportünizmi sergiliyorlar. Sanatçı olamıyorlar! .. Hiç bir zaman da sanatçı olamayacaklarını biliyorlar... Eee, burası Türkiye... Bunlar da Türkiye'nin sanatçıları(!) Tamam, bir şey demedik! Ne hazin bir ülkede yaşıyoruz, ne hazin... Yazık... Yazık... Hakikaten yazık... Bu ülkenin çağdaş sanatçıları(!) olabilirsiniz. Ama uygar değilsiniz, uygar değilsiniz maalesef! Hayvanlar, kucaklarınızda tuttuğunuz finolardan ibaret değil. Sizler, fifilerle 'hayvansever sanatçılık' oynarken, her gün belediyelerce sokaklarda yüzlerce Karabaş, Garip, Öksüz zehirlerle, kurşunlarla öldürülmekte. Ve sizler yumuşacık yataklarınızda mışıl mışıl uyurken, bir kamyon kına yola çıkmakta... Hayvanları sevmek zorunda değilsiniz. Onlar için birşeyler yapmak zorunda da değilsiniz. Ama bir sanatçı duyarlılığı ile yaşamı total algılamak ve hayvanları da o bütünün içinde görmelisiniz. Sanatçı duyarlılığı bunu gerektirir zira. Ama, siz önce at gözlüklerini takıyorsunuz, sonra da o hâlinizi imaj değişikliğinden sayıyorsunuz. Ya da öyle sanıyorsunuz. Mentalite değişmedikten sonra imajın değiştirilmesinin, görüntünün önemi olmuyor, kıymet-i harbiyesi kalmıyor. Savaşlarda ölen insanlar ne kadar yakarsa yürekleri, açlıktan, yoksulluktan ölen insanlar ne kadar acıtırsa vicdanları; sokaklarda sebepsizce öldürülen zavallı hayvanlar da o kadar kasıp kavurmalıdır duyarlı sanatçı yüreğini. Savaş ve ölüm korkunçtur. O kadar! .. Bir anda binlerce masum insan ölür. Çocuklar öksüz kalır, kadınlar dul kalır, od-ocak söner, bacalar tütmez, sokaklarda hayvanlar bilmedikleri ve anlayamadıkları bir öfkenin kurbanı olur. Çocuklar, (Nazım'ın dediği gibi) kâğıt gibi yanarlar. Çocukları kâğıt gibi yanmayanlar, ya da bunu düşünemeyenler hiç savaşa karşı koyabilir mi? Ölen kadınların-kızların, yaşlıların-çocukların, kedilerin, köpeklerin görüntüleri gözlerinizin önüne gelmezse eğer; savaşa ve ölümlere karşı çıkamazsınız. Bu bile derin düşüncelere gark olmadan ölümlere karşı olmaya yetmiyor mu? Peki; bu anlamda söylediğiniz ve yaptığınız ne var? Söylediniz de atladım mı ben yani? Hadi canım sizde! .. Çocuk mu kandırıyorsunuz? Çocuk bile kandıramazsınız siz! .. ... Nohut kadar beyninizle fetva veriyorsunuz samimiyetsizce. Akıl veriyorsunuz... Geçin efendim, geçin! .. Fino severliğinizi ve akıllarınızı kendinize saklayın. Hayatseverlik, hayvanseverlik kavramlarını, düsturunu ya biliyorsanız söyleyin; ya da susun! Beyninizdeki o ilkel süzgeçten geçirmeyin. Dünyaya ait değerlendirmeleriniz o kadar yerel, o kadar sığ ki; bunun için olayları siz teşhis etmeyin. Hayvanları sevdiğinizi söylersiniz, bu anlamda bir pratiğiniz olmaz. Hele meşhur bir geyiğiniz de var ki; bu söylem kullanıla kullanıla fahişeye döndü dilinizde; // {“Önce İnsan! ..”} ''narana-naaaaaaam! ! ! '' O kadar anlamsızlaştı ki bu söylem, o kadar içi boşaltıldı ki tarafınızca; duyunca tüyüm kazık gibi oluyor! .. Yeter ya hû! .. Yeter artık! .. İnsan diye diye ortalarda daltaşak siftinirsiniz; ama insanlar için şöyle bir santim olsun o koca götünüzü kıpırdatmazsınız… Sadece lâf! .. / Hadi canım siz de! ../ Önce insanmış; peh! ! ! Ossuruktan tayyare, selam söyle o yare! ../ Pabucumun hümanistleri: sizde! ! ! Bu söylem ilk anda çok kutsal bir sesletim olarak algılansa da, aslında içinde faşizan bir yaklaşımı barındırmakta…/ Neden önce insan? .. Kim veriyor ona bu önceliği… El Cevap: Diğer insanlar… Ne demek şimdi bu? .. // Literatürde ne deniyor buna? .. / 'Türcülük… ' Halk dalkavukluğu yapmayın, bakın daha dürüst olacaksınız o zaman, bu işin şiarı budur. Bunun aksi beyinsel bir faaliyet gerektirir zira; sizde beyin yok ki! .. Evet, aklıma ve sinirime sahip olmalıyım. —“Deveye sormuşlar: Boynun neden eğri? ' —“Nerem doğru ki' demiş. Bunlar da böyle. Düşünce egzersizinden nasibini almamış bir yapının elemanlarından daha fazlasını beklemek fazlaca saflık olurdu zaten. Aşkolsun ya; aşkolsun! .. Ne diyeyim? Sonra, kuyruğunuza basılınca da rahatsız oluyorsunuz tabi..., (Neyse; siktiret oğlum, çünkü daha fazla deşersem klavye kullanılamayacak hale gelecek; öyle görünüyor…/ Ateş bastı beni sinirden…) Bugün; havaalanları, kit lojmanları gibi özel bölgelerde, tel örgü dâhiline dışardan kedi ve köpekler girmektedir. Uçaklar için, çevre sakinleri için tehlike arzediyor bahanesiyle, sokak ve caddelerdeki popülasyon bahanesiyle hemen (insanların iki eli kanda olsa) belediyeler aranır ve hayvanlar katledilir. Vahşice öldürülür... Bu ülkenin hiçbir sokağında, caddesinde de durum bundan farklı değildir. Derneklerin belediyeler ile bağlantı kurmalarını ve kendilerine intikal eden şikâyetlerde, ihbarlarda hayvanları koruma cemiyetlerinin devreye girip, bu hayvanları toplamalarını, aşılarını yapıp onları kısırlaştırdıktan sonra, sahiplendirene kadar, bir yuva bulana kadar (standartlara uygun barınaklarda) himaye etmelerini, koruma altına almalarını istiyorum. İnanıyorum ki, belediyelerin bu iş için ayırdığı insan gücünden ve maaşlarından, itlaf arabalarının amortismanından, benzin ve mazot giderlerinden, zehirli et ve kurşun masraflarından daha ekonomik olacaktır iki ampul aşı. Hem de, bir yaşamı kurtarmanın huzur ve vicdan rahatlığı oluşacaktır. Gelişmiş, demokratik dünya ülkeleri problemlerini böyle çözmüşlerdir zira... Sevgiyle çözmüşlerdir, fedakârlıkla çözmüşlerdir. 'Demokratik diyorum, ama halt ediyorum galiba! ..' Belediyeler, şikâyetler karşısında 'öldürmekten' başka bir alternatifleri olmadığını söyleyerek çok önemli bir noktaya temas ediyorlar. Bunu matah bir şeymiş gibi gerine gerine söylüyorlar. Bak... Bak... Bak! .. Böyle ahmakça bir yaklaşım, bir bakış açısı olabilir mi ya? ! İş bu noktaya mı geldi yani? İş bu kadar seviyesizleşti mi? 'Evet, durduk yerde gene midem bulandı. // Benim midem çok hassas...' Yahu istenmedikten sonra itlaf yapılabilir mi ya? İstenmedikten sonra itlaf- mitlaf yapılmaz. Bunları söyleyenlerin böyle bir utançtan sonra kızarma ameliyeleri bile yok. Böyle bir mekanizmaları yok çünkü. Yaşamı bu kadar ucuz gören bir anlayış dürüst olabilir mi? Yaşamı böyle algılayan anlayış hiçbir zaman dürüst olamaz, içten olamaz. Zekâ fakiri bu yaratıkların böylesine ilkel, primitif yaklaşımlarını, bu fikir üretimi kabızlıklarını dehşet ve öfke ile değerlendiriyorum. 'Eğer bu ülkede bu olanlara rağmen hâlâ aklınız dimağınız yerindeyse...' ... ama; maalesef bu ülkede var bu adamlar ve bu adamların zihniyeti paralelinde olanlar. Maalesef varsınız bu ülkede beyler/ ve bu adamları bu sistem yaratıyor, bu sefil, bu rezil sistem yaratıyor... Bu ne biçim belediyecilik, bu ne biçim çevre bakanlığı, bu ne biçim çevre bakanı, bu ne biçim bir hukuk devleti? Sokaklarda katliamlar sürgit yaşanırken, bu ne nasıl faşizan bir vurdumduymazlık? Bu sistem ve onu çalıştıran zihniyet insan, hayvan, doğa demeden öğütürken, onları katlederken, onları hiçe sayarken, bir şeyler yapması gerekenler üç maymunu oynuyorlar adeta... Erkek harflerle yazıyorum! .. İçimizdeki umudun yeşermesi için, her şeyden önce devletin cinayet işleme zihniyetinden sıyrılması gerekir. Devlet bu hastalıktan kurtulmalıdır. Geldiğimiz noktadaki gibi, Türkiye canilerle, katillerle gurur duymamalıdır. Susurlukta olduğu gibi, bazı büyük Türk büyüklerinin ifade ettiği gibi 'devlet cinayet işler' - 'devlet adına kurşunu atan da, yiyen de kahramandır' gibi söylemler hem devletin bünyesindeki bu anti-demokratik marazı kronikleştirir, hem de aklımıza başka bir yorumu getirir. 'O halde diyebiliriz ki; bunlar cinayettir.' İster insan, ister hayvan olsun; birileri tarafından öldürülüyorlarsa bunun adı cinayettir. Zira bu ülkede birilerinin yaşama haklarına tecavüz ediliyorsa, birileri artık dünyadan siliniyorsa, kişisel özgürlük alanlarına giriliyorsa ve birilerinin yaşamları zorla ellerinden alınıyorsa, burada bir sakatlık var demektir... Burada yanlış giden bir şeyler var demektir... Öldürme sistematiktir, ölümlere ve öldürenlere bakıp da sınırlandırmayın. Bu, aslında bu anlayıştır. Bunda buna benzer bir şey var! .. Hayvan ölüsüyle ve onların kanlarıyla beslenen bir belediyecilik sistemi can ile kan ile beslenen 'resmi bezirgânlar' yaratmaktadır. Ve bu sistemin yansımaları, devletin yapısında da görülmektedir. Bu bir iddia değildir, bu doğrudur. Bu ülkede yaşanan yargısız infazlar, gözaltı kayıpları, işkence olayları işkencede ölümler devletin; Sahipsiz sokak hayvanlarını alabildiğine katleden belediyelerin iğrenç ve anlaşılmaz tavrı ortaya koyuyor ki; bütün bu yaşananlar, devletin taammüden (bilerek, isteyerek, tasarla¬yarak) adam öldürmesidir. 16 Mart 1978'de bir büyük Türk büyüğünün 'bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz' sözleri - 'Tespih çeken eller silah tutmaz' sözleri sistemin eli kanlı tetikçilerinin katliamlarına meşru zemin hazırlamaktır. 'Bu ülkede can güvenliği yoktur' bu ikazı yapmak zorundayım, bu duyuruyu iletmek zorundayım; 'Ey insanlar ve bilumum canlı mahlûkat; bu ülkede hayatınız tehlikede demektir! .. Bunun başka bir açıklaması yoktur. İnanın; Allah kimseyi Türkiye gibi etmesin diye dua ediyorlardır diğer dünya devletleri. Ölüm tamtamları çalınıyor bu ülkede ve korku masalları anlatılıyor bu ülkede. Beynimiz dumura uğruyor, beyinlerimiz ölümlere hazırlanıyor, sanki ölümler olması gereken bir şeymiş gibi, sanki matah bir şeymiş gibi... Bir korku masalı gibi anlatılıyor bu ülkede... — Öldürülen insanlar 'teröristtir, öldürülür' — Öldürülen hayvanlar 'kuduzdur, öldürülür' — Öldürülen üçüncü cinsler 'AİDS'tir öldürülür' — Öldürülen koyunlar, kuzular 'bayramdır, öldürülür' gibi gerekçelerle, hamasi laflar ile anti-seküler ve şövenist yaklaşımlar ile ölümleri sorgulaması, vahşetlerin önüne geçilmesi için alternatif çareler üretmesi gereken beyinler bir anlamda prangalanıyor. Yani Türkiye kamuoyu sorgulamasın isteniyor. Ve maalesef bu başarılıyor. 'Sürekli ahmak bir toplum haline sürükleniyoruz, algılayamaz, mendebur bir toplum haline getirilmeye çalışılıyoruz.' 'Bu ve buna benzer uygulamalar bilmem nerede de var, şu ülkede de var' gibi bir palavradan başka bir şey olmayan gerekçeleri sıralıyorlar. Hangi ülkede uygulanıyor olursa olsun, yapılan bu tür eylemler; adına ne kadar demokratik ülkeler denilirse denilsin benim ülkeme model olamaz, örnek olamaz. ... Siz önce beyninizi demokratikleştirmek zorundasınız. O, ilkel beyinlerinizi uygarlaştırmak zorundasınız. Ne kadar aksini iddia etmeye çalışıyor olsanız bile 'bir beyin ilkelse ilkeldir'. 'Hayır değiliz' demek bunu değiştirmez. Bunun altını kalın fosforlu kalemle çizmek gerekiyor. Tıraşlı yüzler, sinekkaydı tıraşlı yüzler, nazik gibi görünen bedenler nasıl vahşi bir yürek taşıyorlar. Şömine başlarında, içtikleri Fransız şarabı gibi kan içiyorlar adeta, vampirleşiyorlar adeta... Zira bu yapının içindeki tüm elemanlar aynı rahle-i tedrisattan geçmiş, aynı cenahın elemanları. Adeta devletin öldürme biçimi üzerinde yeni arayışları tartışıyorlar, belki de 'çağdaş' bir ölümün nasıl olacağını ya da nasıl olması gerektiğini 'icat' ediyorlar. Ya da; kurbanın, muhtemelen yanında bir imam bulundurması konusunda fikir birliği ediyorlar. Evet, böyle oluyor büyük bir olasılıkla... Doğada hiçbir hayvan sebepsiz yere öldürmüyor, insan dışında... Hay Allah! Bu ülkede ise yönetme şekli işkencelere ve ölümlere dayalı çalışıyor. Tüm bunlardan bağımsızlaştırabilir misiniz bu zihniyeti? Sistemi anlayabiliyorum, böylesine vahşi bir sistem ancak böylesine vahşi uygulamalar ile ayakta kalabilir; bunu anlayabiliyorum! Anlıyorum. Ama kabullenemiyorum. Neyse; beynim çok sıkıştı. Tarih bizimle dalga geçiyor biliyor musunuz? Tarih Türkiye ile dalga geçiyor... Tarih dalgasını geçiyor. 'Ölümlere hayır' diyenler kendilerini yalnız hissediyorlar bu ülkede ne yazık ki. Ve ölümler devlet eliyle, hükümetler eliyle beslenmiştir şimdiye kadar bu ülkede. Bu ülke umutsuz bir vaka galiba; 'ne yerse yesin' demiş ya doktor, bu ülke umutsuz bir vaka galiba. Sokakta, suçsuz günahsız hayvanları öldüren belediye başkanları devletin ve sistemin prototipidir. Bakın yüzlerine sistemin ta kendisini göreceksiniz, bu çarpık sistemin yüzüdür onlar... Yani denklem basit, söylüyorum; belediye başkanları belediyecilik yapmayı sevmiyorlar... Sevmiyorlar. Ve bunu mesleki jargonlarıyla, alaycı tavırlarıyla ifa ediyorlar adeta. Bana kimse belediye başkanlarını vicdanlı diye kakalamaya, yutturmaya kalkmasın. 'Al paçino, vur öteçino' al birini vur ötekine. Yani var mı öyle babasının malıymış gibi belediyeleri kullanmak? Ölümleri, katliamları bu denli sorumsuzca ve vaka-i adiyeden bir olaymış gibi uygulayacak kadar kendilerini özgür mü hissediyor bu insanlar(!) Belediyeler, sizin babanızdan kalan malınız, mirasınız değildir öyle istediğiniz gibi kullanacak! Bazı güçlere ve hayvan sevmez şikâyetçi, ispiyoncu seçmenine şirin görünme çabaları sebebiyle olan garibim Sarman'a, Tekir'e oluyor. Olan Çomar'a, Öksüz'e, Karabaş'a oluyor. Belediyeler (çöp, temizlik, emlak, su) gibi hizmetleri karşılığında vergi ve ücret talep etmelerine karşın, sizden artı bir ücret talep etmeden katliam yapmıyor mu? Öldürme işini zevkle yapıyorlar çünkü, öldürmeyi seviyorlar çünkü... Belediyelerin tavrını inceleyin, sosyal hukukun karikatürize edilmiş halidir. Ne yazık ki öyle! Belediyelerin bu bağlamda yakınmaya hakkı yok; buna hakları yok. Ondan sonra da belediyelere güvenin diyorlar; hay hay efendim! Belediyelerin, kendi tanıtım ve reklamlarını yaptıkları belediye yayınlarını, hayvansal ürünlerin tanıtıldığı broşürleri elime aldığımda elime pislik, kan bulaşacağını düşünüyorum. Tiksiniyorum, iğreniyorum. Ne denir ki? Başka ne diyebilirim ki? Böylesine despotik bir dayatma yenilir yutulur bir şey mi? Değil tabii ki, tabii ki değil. Ama maalesef sizlerde varsınız bu ülkede beyler, maalesef bu ülkede sizler de varsınız. Burada, çok beğendiğim bir sözü aktarmadan geçemeyeceğim; 'Kötü idarecilerin başarısı, halkın felaketidir'. Öyleyse ne yapılmalı? Söyleyeyim; Önce dernekler salya-sümük ağlama politikalarından vazgeçmelidirler. Dernekler ve hayvanseverler 'ağlama duvarı' tavırlarından soyutlanmalıdırlar. Zira hayvanların sorunları 'gaza gelmeyle' çözülecek bir olay değildir. Bunu unutmamalılar. Basiretli hayvanseverlerin ve derneklerin, kuruluşların hiç zaman yitirmeden harekete geçmeleri; İlk etapta (büyük-küçük) demeden bir arazi edinip, kadrolarını oluşturup projeler üretmeli ve bu anlamda belediyelere alternatif projeler götürmelidirler. 'Doğayı ve hayvanları sevmeyenler, insanları da sevmezler' şiarı ile hareket edip, bu anlamda volüm oluşturmalıdırlar. Yüreği nasır bağlamış idarecileri, belediyecileri, siyasileri mecraya davet edecek olumlu girişimlerde bulunmalıdırlar. Bugünkü; 'kantarın topuzunun' kaçık olduğu süreçte yaşadıklarımızla, gözlerinin önünde, kanlar içinde, acılar içinde, bağıra-çağıra feryatlar içinde öldürülen hayvanları gören (özellikle) çocuklar ve hayvanseverler biliyorum ki bu durumdan olumsuz etkilenmektedirler. Nasıl etkilenmesinler ki? Gelişmiş, çağdaş, demokratik dünya ülkelerinde, kurbağaların, kaplumbağaların ve diğer canlıların yoğun olduğu bölgelere ve yollara 'Dikkat kurbağa' gibi uyarı levhaları koyarlarken, bizler son ümidi Türkiye sahilleri olan Caretta Caretta gibi birçok hayvanı ilgisizliğimiz-bilgisizliğimiz ve duyarsızlığımız ile ölüme terkediyoruz. Örnek mi? Çok... Mersin sahil şeridinde yurtlanan Caretta caretta'lar geceleri çok yakınlarından geçen otoyoldaki araçların ışıklarına aldanarak caddeye çıkmakta ve ezilerek ölmekteler. Yetkililer, Caretta carettaların yurtlandığı alanları tel örgüler ile çevirip, ışıklandırmış olsalar bu hayvanların hiçbirisi böylesine boku bokuna ölmemiş olurdu. Ama kim yapacak ki? Çağdaş (!) devlet ilkeleri ve bürokrasi hazretlerinden bir kurtulabilseydik hayırlısıyla... Neyse... Köpeklerimiz, kedilerimiz, kuşlarımız, kaplumbağalarımız ölüyorlar birer birer. Avuçlarımızdan kayıp gidiyorlar. Yani üzüldüğüm şey, onların çok basit önlemler ile yaşayabilecek, yaşatılabilecek olmalarıdır. Ama hiçbir konuda olmadığı gibi, bu konuda da bir şey yapılmadığı ve köklü çözümler üretilmediği için bu güzelim canlılar pisipisine ölmeye devam etmektedirler. Yazık, gerçekten çok yazık... Bugün üç tarafı denizler ile çevrili olan ve bir de içi denizi bulunan ülkemizde balık neslinin kurumaya yüz tutması utanç vericidir. Kapitalist sistemin kurbanı olan denizlerimize doldurulan fabrika atıkları, zehirli sular, kentsel atıklar, arazi yaratmak için denizlerin doldurulması, betonlaşma, kum hafriyatları, trol ve dinamitle balık avcılığı derken denizlerimiz katledilmiş oluyor. Denetimlerin yetersiz olması, cezaların caydırıcı olmaması ve hükümet edenlerin de her şeyde olduğu gibi burada da seyirci rahatlığıyla olup biteni seyrediyor olması denizlerimizi ve barındırdığı balık soyunu bitme noktasına, iflas etme noktasına getiriyor... Bu neden böyle oluyor biliyor musunuz? 'Her mahallede bir milyoner yaratacağız' ilkesinin bu ülkeyi getirdiği acımasız noktanın gerçeğinden oluyor. Yani devlet bile üçkâğıtçılık yapıyor, samimiyetsizlik yapıyor. Bunlar, eteklerine sığmayıp dökülenler bunlar... Rant uğruna, para uğruna, hırs uğruna yağmaladıkları ve torbalarına, çıkılarına, eteklerine tıka basa doldurduklarının dökülenleri bunlar. Bunlar, bunların saklayamadığı yüzleri. Akıl alır gibi değil ya! .. Bu ne ilkel anlayış? Beyniniz de, demek ki her şeyiniz gibi kağıttan kaplan, bu kadar kısır, bu kadar düşünce yoksulu, düşünce kabızı olunur mu ya? ... Hayır; sıkılıyorum. Yani bu kadar da salak yerine konmaz ki bir ülke! Kaldıramadığım salak yerine konulmak, salak yerine konulmayı hazmedemiyorum. İşte bu sebeple bu satırlarla 'Ben salak değilim, ben ahmak değilim' demeye çalışıyorum. Tekrar ediyorum, mesele tek tek falanca hükümet, filanca hükümet değildir. Bu, ilkel sistemin ve yetiştirdiği ilkel zihniyetin bir ürünüdür. Bu sistemin ve zihniyetin yönetme biçimi, bu sistemin devlet etme anlayışıdır; kaynağı budur. 'Zaruret, mahsurları ortadan kaldırır' sığınmacılığının ve bu anlayışın egemen olduğu sistemdir kaynak. Kaynak budur... Stratejistlerin tanısı da bu yöndedir. Biz de burada bilmem neremizi yırtıyoruz. Ya n'olur, bir gün de bozuk saatin günde bir kez doğruyu göstermesi gibi (kazara da olsa) doğru bir karar alın ya! Neyse geçiyorum... İlkel beyinlerin yarattığı bir durum bu aslında, üzülüyorum. Daha ne denebilir ki? Hey! (sayın) yetkililer, kendi sefil yaşamınızın dışında da bir yaşam var. Sizin bir türlü göremediğiniz ya da görmek istemediğiniz... ... Ve ölüyorlar, bir sabun gibi kayıyorlar avucumuzdan. Sizi; onların yaşamlarının gözetilmesi için (sayın) yetkili makamlarına oturttular, onların haklarını hukuklarını tesis etmeniz için oturttular, bu ülke için iyi birşeyler yapmanız için oturttular o koltuklara.... Ve iyi birşeyler yapmanız için kolunuzu kıpırdatmanızı bekliyorlar. İyi bir şeyler yapmak çok mu zor? Anlaşıldı... (sayın) yetkililerin o taraklarda bezi yok anlaşıldı... Hem problem çözücü makama – merciide olacaksın, hem de hiç bir şey yapmayacaksın. Olayları, ölümleri, işkenceleri bir film seyreder gibi seyredeceksin... Ve bir seyirci refleksi bile göstermeyeceksin. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi, bu ülkede her şey yolunda gidiyormuş gibi davranacaksın. Bu nasıl bir ruh durumudur bu? Ölümleri kanıksamış haliniz, anti-demokratik oluşumları umursamaz tavrınız ve çok sıkıştığınız zamanda önerdiğiniz ya da getirdiğiniz palyatif çözümler neticesinde; insan, hayvan, ağaç, her kim olursa olsun, hangi canlı türü olursa olsun, onların acı çekmelerini, ölmelerini hızlandırıyor adeta. ... Ve sizin basiretsizliğiniz, beceriksizliğiniz, ilgisizliğiniz yüzünden kaybedilenleri gördükçe burnumuzun direği sızlıyor... Devlet adına işkence yapan, adam öldüren adamları (!) biliyoruz. Beli tabancalı, eli kanlı, gangster filmlerinden çıkmış gibiler... ... (sayın) yetkililer sizin onlardan ne farkınız var? Ben fark göremiyorum, ya siz? Sadece, biri daha incelmiş, daha okumuş-yazmış görüntüsünde; diğeri, hoyrat, 1940'lar Almanya’sında yaşamış Nazi doktor Mengele misali tesadüfen(sayın) yetkili olmuş bu adamlar. Yoksa rahatlıkla özel tim olabilirlermiş. Onları anlayabiliyorum, içinde bulundukları konjonktür bunu gerektiriyor zira. Onların esbab-ı mucibeleri, varlık nedenleri, var olma sebepleri zaten içinde bulundukları bu sistem değil mi? Türkiye babanızın çiftliği değildir beyler öyle istediğiniz gibi kullanacak! .. Küfür etmemeliyim... Küfür etmemeliyim... Onun için susuyorum... Onun yerine yapacağım başka türlü bir davranış beni rahatlatmayacak biliyorum... Onun için susuyorum. Tabii bu ülkede insanlar ölürler, işkence görürler, hapislere tıkılırlar. Tabii özürlüler yok sayılırlar. Üçüncü cinsler sapık muamelesi görürler, ağaçlar katledilir, hayvanlar öldürülürler... Ve tabii ki denizlerimiz mahvolur, balıklarımız yok olurlar. Çünkü (sayın) yetkili izleyicilerimiz baktıklarını göremez durumdadırlar da ondan. Çünkü onların bulunduğu yerden buraları iyi görünmüyor da ondan. Neden görmüyorlar biliyor musunuz? Ben söyleyeyim. Sosyal devlet sistemi yerine yağma ekonomisini dayatıyorlar da ondan. Onların politikaları bu, yenidünya düzeni dedikleri işte bu... Küreselleşme denen 'emperyalist sistemin' yeni aldığı biçimi dayatıyorlar ve bütün değerlerimizi, denizlerimizi, ormanlarımızı, hayvanlarımızı, insanlarımızı un gibi öğütüyorlar. İşte bu; bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler düzeninin ürünüdür. Vahşi kapitalizmdir. Neden seyirci kalıyorlar? Neden seyrettiklerini görmüyorlar? Söylemeye devam edelim o zaman. Sistem bazı imtiyazlı kişilere ayrıcalıklar tesis ediyor, katmerli sömürüye çanak tutuyor. Özellikle 1980'lerde Özal dönemiyle başlayan (Özalizm) örgütsüzlük ve görgüsüzlük süreci sisteme boyut ve yoğunluk kazandırmıştır. Örnek mi? Borsa mesela, nedir borsa? Sermayedarlara, kapitalistlere sıcak para akışını sağlayan sistemin para kaynağı olan bir altsistem. Haklı olanın değil, güçlü olanın haklı olduğu bir sefil sistem. (... ve bu ülkedeki soygun sistemi, güçsüzü yok etme sistemi işte böyle işliyor, böyle işletiliyor.) Ve bu sistemi yeni bir şeymiş gibi 'modernleşme süreci' diye adlandırarak boklarına cila veriyorlar. Modernleşme süreci 1830'lu yıllarda II. Mahmut döneminde başlamıştır. Bunu biliyor musunuz? Bal gibi biliyorsunuz, hınzır gibi biliyorsunuz. Bir değerlendirme yanlışı var zaten. Başka bir gerekçe bulunuz artık, başka bir mazeret, başka bir isim bulunuz... Ölümlerin cazibe merkezi haline geldiği yerlere dokunmayacaksınız, hatta yağmaya, talana, katliamları görmezden geleceksiniz, sonra da... neyse... neyse... Problem sizin beyniniz beyler, asıl beyninizi gözden geçirmelisiniz. İşte sizin seyirciliğinizin asıl sebebi bu. Denizlerimizin yok olması, denizlerimiz gibi birçok değerin yok olması sizin o vizyonsuz beyinlerinizin ürünüdür, yanılıyor muyum yoksa ben? Egzajere etmiyorum, aslında öz değil biçim, esası değil görüntüsü tartışılıyor hep. Tartışılması gereken sistemin kendisidir. Bu adamları, bu frankenstaynları sistem yaratmıştır. Bu adamlar sistemin belagatinin yansımasıdır aslında; onun için çok önemli bir şey değil kişilerde yoğunlaşmak... Ve buna verilecek cevabın da pek önemi yok aslında. Çünkü ilahlar böyle istiyor, ilahlar böyle isliyor çünkü... Aktif hükümet ve belediyecilik konusunda Adana'dan bir örnek vermek istiyorum. 1985–1986 yıllarına kadar toplu taşımacılık ekonomik ömrünü tamamlamış, yıpranmış ve görüntü olarak da göze hoş gelmeyen eski dolmuşlarla yapılıyordu. Bunun üzerine belediye- trafik işbirliği ile bu tip araçlar trafikten men edildi ve hak sahiplerine ucuz ve uygun krediler verilerek otobüs ve/ veya minibüs sahibi olmaları sağlandı. Bu olay şehir içlerindeki at arabalarıyla yapılan taşımacılık için de uygulanabilir. Atlar alınıp, sağlıklı ve bakımlı, bir şekilde haralara yerleştirilip, hak sahiplerine ucuz ve uygun vadeli krediler tanınıp pick-up ve/ veya kamyonet sahibi olmaları sağlanabilir. Böylece belediyelere gelir, nakliyecilere çağdaş imkânlar sağlanırken, çilekeş hayvanlar da ömürlerinin kalan kısmını dinginlik ile geçirirler. İnanıyorum ki, bir takım basit önlemler ile hayvanların hak ettikleri yaşamları korkusuzca, sevgiyle ve minnetle devam eder, hem de bu ülkenin ayıp ve iptidai manzaraları arık kapanır. 'Diyorum' ama yine halt ediyorum galiba. Belediyeler için üzerinde pek kafa patlatılmaya değer bir problem değil bu aslında. Öyle olsaydı bu basit sorunlar yıllar içinde çözülürdü ve de benim gibi (lâfı ağzında) insanlar ne yazar ne de konuşurlardı. Demek ki belediyelerin ve hükümetlerin bu anlamda bir derdi; düşünce sistemlerini alarma geçirecek bir boyutları yok. Bunun başka bir tanımı var mı? Hayır, bunun başka bir tanımı yok! Kamu vicdanını rahatlatmaya yönelik hiçbir olumlu tavrı, niyeti, düşüncesi olmayan belediyeler yaşamın yoğunluğunu kavrayabilirler mi? Mümkün mü böyle bir şey? Elbette değil... Ama olmaz, bu bir sistem sorunudur. 1950'lerde başlayan 'siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz' diyen anlayış (hem iktidar, hem muhalefet) bu ülkeyi sürgit yönetirse; Sinek öldürür gibi kuzuları boğazlayan vicdani yapı, bu vahşeti bayram diye legalleştirirse; // Bazı fikirleri dost, bazı fikirleri düşman olarak algılarsa ve çıkarların pekişmesi, yoğunluk kazanırsa; Sokaktaki kediye, köpeğe, ata, şefkat dilemek, sokak çocuklarına sıcak yuva, çöplükten beslenen insanlara sıcak aş, işsize iş, hastaya doktor istemek gibi taleplerinde yerine getirilmesini beklemek için bu adamlardan medet ummak çok saflık olur değil mi? İşte burada da şizofrenik bir çelişki var. Her şey ne kadar çarpık, ne kadar asimetrik ve uyumsuz! .. ... Ve bu adamlar, bu anlamda yalnızca görüntüden ibaretler. Sıkıldık artık sıkıldık... Midemizde kramplar; kusacağız! Yahu bu ülkede hiç mi bir şey yolunda gitmeyecek? Bir korku cumhuriyeti, bir ölüm cumhuriyetinde yaşıyoruz adeta! Hangi sömürü, hangi yaşam hakkına kasteden bir vaka varsa Türkiye o noktada birinci. Ekonomik, politik ve yaşamsal her alanda, tüm alanlarda olumsuzluk birincisi. Demokrasi deyip de demokrasiyi uygulamayan ülkelerin başında ve destabilizasyonda, istikrarsızlıkta kronikleşen ülkelerin en başında. Türkiye, geçen her yılı kara bir yıl olarak ilan etmeyi adeta kanıksamış durumda. Bu ülkenin her geçen yılı kara bir yıl olarak tarihin sayfalarına yazılmakta. Yeri geldi; Epıctetus'un söylediği çok hoş bir söz var, sizlerle paylaşmak istiyorum; 'Korku, sıkıntı ve telaş içinde olan hiçbir insan hür değildir. Sıkıntı, korku ve telaştan kendisini kurtarmasını bilen adam, aynı şekilde kendisini kölelikten kurtarmış olur.' Vay ki vay ha! .. Daha alacağımız çok yol var. Ben gene şu derneklere döneyim, bir de hayvanseverlerin uygulamalarına. Biliyorsunuz, hayvanları koruma derneklerinin bir garip uygulaması var…/ Özellikle İstanbul'da sahipsiz kent hayvanları alınıyor, kuduz aşısı yapılıyor, boynuna bir tasma ya da kulağına delerek taktıkları plastik bir küpe zımbalanıyor ve hayvan barınaklara (koruma altına) alınacakken sokağa tekrar yeniden salınıyor. Gerçi bu, hiçbir şey yapılmamasından evlâdır tabii ki, ama ya sonrası; o hayvanlar ya araba altlarında kalıyorlar, ya şikâyet üzerine belediyelerce öldürülüyorlar, ya da çocuklar tarafından taşlanıyorlar. Bunun sonucu olarak ya ölüyorlar, ya da sakat kalıyorlar. Böylesi noktalarda salya-sümük ağlama reflekslerinden başka ortaya bir şey koyamayan dernekler hiç, ama hiç yeterli olamıyorlar. Çünkü yaptıkları işe kendileri de inanmıyorlar. Bu konularda ne gibi gelişmeler yaşanıyor, dünya devletleri bu anlamda neler saptamışlar nasıl projeler üretilirse kalıcı çözümler oluşturulabilir; meraklarını dahi celbetmiyor. Uygar program paketlerini nasıl oluşturabiliriz, sivil toplum örgütleri arasında nasıl bir ilişki ağı kurabiliriz, yerel ve merkezi yönetimler ile ne gibi ortak projeler/ paydalar çıkarabiliriz de bu ilkelliklere bir son veririz gibi sorular hiç, ama hiç akıllarına gelmiyor. Değerlendirme yetkilerini geliştirmiyorlar. // Ama, ayıp ediyorlar... Belediyeler, karşılarında bu karikatürize edilmiş yapıyı gördüklerinde (onlara rağmen) ha bire sokaklardaki gariban hayvanları katlediyorlar. Bunun üzerine dernekçiler, cinnet getirmiş danalar gibi ellerinde pankart, salya-sümük zırlayarak belediye kapılarına dayanmak için salvar-sümük yollara düşüyorlar. (Bu “salvar-sümük lâfzı annem merhume Aydan Örtülü’ye aittir) 'Kargalar gülüyor, duyuyor musunuz? ' Çok komikler ama değil mi? Gülebilirsiniz... Gülebilirsiniz ağlanacak halimize; gülebilirsiniz... Belediyelere gittiklerinde önce yumuşatılıyorlar, sonra sırtları sıvazlanıyor 'tamam, bir daha olmayacak, merak etmeyin' deniliyor ve gönderiliyorlar. Hayır, hayır postalanıyorlar adeta... Hepsinin de ağzı kulaklarında, matah bi’şey yapmışlar gibi gerine gerine evlerinin yolunu tutuyorlar. Çok komikler değil mi? Yahu; her gördüğünüz yoğurda, ayrana (cacık olmak için) 'ben hıyarım' diye koşmak doğru mu? Bir araştırın bakalım, o gerçekten yoğurt mu, ayran mı? Tamam; sizi biliyoruz (!) ama bir bakın bakalım o ayran mı? Sırtınızın sıvazlanacağını bile bile gidiyorsunuz, plânsız, programsız, projesiz gidiyorsunuz ve postalanıyorsunuz adeta. Başınız göğe mi eriyor ya? Bayram harçlığı, bayram şekeri almış bir velet yılışıklığı ile postalanıyorsunuz adeta. Muhtemelen, bir iki de sofistik, parlak söz dinliyorsunuz: — Biz hayvanları öldürmüyoruz. — Biz de hayvanları seviyoruz. — Sizin gibi hayvansever, duyarlı insanların olması çok güzel. — Siz de bizdensiniz gibi... Siz de bizim ailedensiniz. Kölelik dönemlerinde derebeyleri malikânelerinde barındırdığı, hizmetinde kullandığı köleleri için de böyle söylerlerdi. 'Siz de bizim ailedensiniz...' Biz ve ötekiler; bunun altında bu var aslında... ... Aslında o hep uşaktır, o hep halayıktır, o hep çobandır ve yemeğini hep mutfakta yer, konağın müştemilatında yatar. 'Siz de bizdensiniz ha...' Peki, tamam susuyorum... Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim, Türkiye'nin bu noktalara gelmesinde sizlerin de parmağı var. Hep bir uşak olarak kalan yapınız, hep boynu bükük 'ricacı' tavırlarınız ve sivil toplum örgütsüzlüğünüz bu ülkeyi buralara taşımada büyük ve affedilmez faktör olmuştur. Beyinsel fukaralığınız, beceriksizliğiniz, cahilliğiniz sizi hep belediye kapılarında edilgen, pasif bir dilenci haline getiriyor. Ne şizofren bir yaklaşımdır bu? İki ayaklarınızın üzerinde kendi başınıza duramıyorsunuz, iki elinizle bi’pipimi düzeltemiyorsunuz. Açtığınız barınaklarda, beceriksizliğiniz yüzünden hayvanları telef ediyorsunuz. Bir cellât gibi kıyıyorsunuz onlara, sonra da yapılan eleştirileri kabullenemiyorsunuz... ... Ve nohut kadar beyninizle, yaptığınız bu beceriksizliklere kendinizi ibra etmeye yönelik saçma sapan açıklamalar getiriyorsunuz. Ben aptal değilim ki, yaptıklarınızı ve yapılanları anlayabiliyorum, ama, ikna olamıyorum. Sizleri böyle dangalak bir yörüngede ve acz içinde görünce artık yapılabilecek pek fazla bir şey kalmıyor diye düşünüyorum maalesef... Ya; allahaşkına, bir gün de bi'boka yarayın ya; bu kadar mı basiretsizsiniz be! ! ! Yahu, ben çenemi niye yoruyorum ki? Alt tarafı basiretsiz, ahmak ve cahillerden oluşmuş dernekler ve alt tarafı ölümlerden zevk alan çözümsüz belediyeler, belediye başkanları. Bunları (Bu adamları) ciddiye alabilir misiniz? Ama yoruluyoruz, deyiyor mu ya? İlkel beyinlerin yarattığı bir durum, üzülüyorum. O akıllarınız kulaklarından dökülüyor sapır sapır ve kulaklarınızdan dökülüp geçtiğiniz, bulunduğunuz her yeri pisletiyor, kirletiyor. Aynaya bakıp bakıp tükürün. Evet, aynaya bakın ve tükürün, ya da yukarıya tükürüp altında durun. Bunu yapın be n'olur... ... Zekâ özürlüler, zekâdan bî-nasip adamlar ne utanmaz adamlar bunlar ya, ne utanmaz adamlar bunlar... Bunları yazmak zorunda kaldığım için alabildiğine öfkeleniyorum. Durduk yerde insanı böyle sinirlendiriyorlar 'yahu, bunu nasıl beceriyorlar? ' ... aslında bunda şaşılacak, şaşacak bir şey yok değil mi? Bu gerçekten komik bir durum aslında. Hayır, komik değil, trajikomik. İnanın, oturup döşümü döve döve ağlamak geliyor içimden.../ Sinirden ha; yanlış anlaşılmasın! .. 'Lütfen hayvanların da bizler gibi can taşıdığını, duyguları olduğunu ve insanları sevdiklerini unutmayalım...' gibi saf saf konuşuyor, yazıyorum ama, bu dokunun içindeki kanserojen olgu gibi sizleri görünce ümitlerim sönüyor. Sistemin bir başka ayağı hortumlayıcılarısınız! Yerleşmiş bir boşluk nasıl doldurulur? Soruyorum! ... Bir cevabınız var mı? Var mı bir cevabınız soruyorum! .. “Yok” gibi görünüyor. Bir kere daha yanılmadık maalesef. Eğer olguya gereken hassasiyeti göstermezseniz olgu da sizi önemsemez ya da olgunun bir parçasısınız demektir. 'İnsanlar; insanların, insanlara ve hayvanlara insanlıklarıyla insanlaşırlar' ne kadar doğru değil mi? 1991 yılından bu yana vejetaryenim. Bu, bir hastalıktan, et ve et ürünlerini sevmediğimden kaynaklanmıyor. Yalnızca hayvanları çok seviyordum. Ve bu sevgi benim vejetaryenliği benimsememin çıkış noktası oldu. Şimdi ise olaya salt 'duygusal perspektiften' bakmıyorum. İnsanların başka bir canlının etini yemelerinin bilimsel açıdan, etik açıdan ve bunun gibi birçok nedenlerden ötürü doğru olmadığını düşünüyorum. Ve onların öldürülmeleri, bir takım yortular için katledilmeleri, ticari amaçlar ve insanın tükenmek bilmeyen hırsları sebebiyle acımasızca yok edilmeleri bana aykırı geliyor. İşledikleri cinayetlere 'av sporu' diyen züppe avcı bozuntularından, hayvan düşmanlarından, yılbaşı günlerinden, ayı oynatıcılarından, kurban bayramlarından, hayvanların postlarını doldurup onları evlerinde adeta bir 'süs eşyası' gibi kullananlardan, kürk giyenlerden inanın nefret ediyorum.... Ve onlara yuh olsun diyorum. 'Yuh olsun size be... yuh olsun' Vizon, tilki, kakım, tavşan, mink, çinçilya, astragan gibi hayvanların kürklerini 'elbise' olarak giyenleri kınıyor ve onları gözümde bir 'hırsız' olarak niteliyorum. Bir hayvanın sırtındaki kürkü onun rızası olmadan zorla almak bence; birisinin sırtındaki ceketi veya kazağı başka birinin zorla onun sırtından almasına benzetiyorum. Üstelik, zavallı hayvanlar korkunç metotlarla canlarından ediliyorlar. Koskoca filler ise yalnızca dişleri için acımasızca öldürülüyorlar ve nesilleri yavaş yavaş tükeniyor, tüketiliyor. Gergedanlar öyle, foklar öyle, hangi birini sayayım ki? Hayvanlar ve onları barındıran doğa ile olan çarpık ilişkilerimiz beni fazlasıyla üzüyor ve tedirgin ediyor. Bu konudaki duygularım ve düşüncelerim o kadar kesif ve yoğun ki kendime hâkim olmasam çığrımdan çıkacağım. ... Ve aslında biliyorum ki; hislerime onlarca sayfa az bile gelecek kalemim ise dilimin ucuna kadar gelen küfürlerden başka hiçbir şeyi yazmaz olacak, bunu biliyorum... İnsanlar... Ah insanlar, insanlığımdan utanıyorum. Yeri gelmişken; G.B.Shaw'nun (artık herkes tarafından bilinen) sözünü (birazcık) besleyerek aktarmak istiyorum; 'İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyorum ve onlara olan sevgim gün geçtikçe katlanarak büyüyor. insanlara olan kızgınlığımı ve öfkemi onlarla lokalize etmek istemiyorum. Başta da belirttiğim gibi bu bir sistem sorunudur. Sistemin, devletin ve hükümet edenlerin postmodernist anlayışı, yani 'her şey mubahtır' anlayışı çerçevesinde ortaya koydukları şeylere çözüm demeleri ve bunu insanlara yutturmaları yenilir yutulur şey mi? ... elinizde bir sinek ilacı, habire sinek avlayacaksınız; ve buna çözüm diyeceksiniz. Bataklık duruyor beyler, bataklık duruyor. ... Bataklık; yerinden yurdundan ettiğiniz, tarlalarını, evlerini yaktığınız köylüler, son çare intiharı seçen bu işsiz insanlar, boğaz tokluğuna çalıştırılan bu işçiler, memurlar, gözaltında kaybolanlar, yargısız infaz edilenler, işkence görenler, tecavüze uğrayanlar, çöplüklerden ekmek toplayanlar, demokratik taleplerini dile getirmeleri sebebiyle zindanlarda çürümeye atılan insanlar, hastane kapılarında ölenler, rant uğruna yok edilen ağaçlar, katledilen hayvanlar, bataklık bu işte! .. Bırakın sinek ilaçlarını beyler, bırakın, bataklık bu... O; ciğerlerin pelte pelte ağızlardan geldiği zindanlarda yatan düşün adamları; / bataklık bu... Önce gözlerinize ve beyninize yerleşen o anti-demokratik bakışınızdan kurtulun. Anti-demokratik bakışınız ve tavrınız beyninizin içinde olduğu sürece allame-i cihan olsanız bataklığı kurutamazsınız. Bu beyinleriniz bu haliyle bataklık kurutmaktan çok uzak beyler, bilesiniz... ... Aksi halde; temel siyasi değerleri değiştirmeden bu anti-demokratik yapıya müdahale edebilir misiniz? Bunu yapabilir misiniz? Mesela; dayakçı polise önlem almazsanız ve onun dünya görüşünü yargılamazsanız; 'Hey birader bu adamları sağa sola (pardon sola sola) ateş etme noktasına getiren nedir' diye sormazsanız bu anlamda doğruları yaptığınızı söyleyebilir misiniz? Bunu yapmak için toplumsal yaşama müdahale değil, toplumsal yaşamı iyileştirmek, düzeltmek gerek... Doğa gereği bu, eşyanın doğası işte bu. Aksi halde üç gün sonra bu karanlık görüntüler geri gelebilir; temel mantıktan vazgeçilmiyorsa eğer... İnsanların ve hayvanların çöplüklerden beslendiği, hastane kapılarında sokaklarda öldüğü, işçinin, memurun sömürüldüğü, emeklilerin kuyruklarda öldüğü bir memlekette yaşıyorsunuz; 'nerede yaşadığınızı sanıyorsunuz? ' Bu yaşanan olumsuzluklar zincirinin bir kırılma noktası olması gerektiğini düşünüyorum. Hukukta 'maddi hata' diye bir konsept vardır. (Fahiş hata) Olayın özüne yanlış yaklaşım. İşte bu yanlış yaklaşımlardan arındırılırsa beyinleriniz, gerçek anlamda bir hukuk devleti oluşturulursa, palyatif çözümler yerine kalıcı çözümler getirilir, primitif uygulamalar uygar uygulamalara dönüştürülebilirse, ilkel toplumların sosyal ve ceza anlayışından vazgeçilirse; ancak o zaman içimizdeki ümidi biraz olsun yeşertebiliriz. ... Bunun da bir yolu vardır elbet. Ülkeye bakıp, baktıklarımı görüp değerlendirip ve sonuç olarak, yoğun olarak taşıdığım paradokslara rağmen iyimser bir tevekkül ile birilerinin çıkıp iyi bir şeyler yapmasını bekliyorum. Bu ülke için birilerinin bazı şeyleri yoluna koymasını umuyor, ümitlerini yeşerinceye kadar sulamak istiyorum ve bekliyorum... Ellerinden iktidar oyuncakları alınan yöneticiler birden demokrat kesiliyorlar; bunu görebiliyorum. İktidarda veya yönetimde olduklarında demokrat olduklarına dair en ufak bir ipucu vermiyorlar; bunu görebiliyorum. Ve bunlara inanmamak zorundayız, inanmamak mecburiyetindeyiz; bunu biliyorum. Demokrat sözcüğü bu insanların ağzında kirleniyor. Biz, gerçek demokratlar başka bir isim bulmalıyız artık diye düşünüyorum. Son derece yüzeysel bir beyin, görüntüsel; yani, satıhta bir görüşü içeren beyinleriyle yaptıkları anti-demokratik uygulamaları adeta dayatacaksınız ve bunun da adı çözüm olacak öyle mi? Güzel, amman nazar değmesin... Bu ülkenin, bu sömürge ülkenin sömürge bakanları, yöneticileri yaşama hakkı bütünlüğüne dair olumlu hiç bir şey yapmıyorlar, inatla yapmıyorlar. Akıl alır gibi değil ama yapmıyorlar. Hâlâ yapmıyorlar. ... Ve bu halleriyle can sıkıyorlar, mide bulandırıyorlar. İnsanın yazdıkça sinirleri geriliyor. Aslında yeterli bir tepki bile değil bu yazdıklarım sevgili okurlar. Hâlâ yaşama hakkının ihlalleri yönünde tercih koyuyorlar, hâlâ intikam senaryoları yazıyorlar, ölüm tamtamları çalıyorlar. Devlet intikam almaz, devletin ido'su olmaz bunu bilmiyorlar mı? Bal gibi biliyorlar, elbette biliyorlar. Böylesine standartları bulunduramayız elimizde, eğer bunu yapıyorsanız aynı yasalara göre suç işliyorsunuz demektir. Devlet yaşama hakkını kategorize edemez. Kimi canlıyı dost, kimini düşman olarak göremez. Aksi halde sorarlar adama: 'Bıçaklarınızdan akan kanı yaladınız mı bari? Şöyle bir histeri halinde yaladınız mı bıçaklarınızdan akan kanı? Ya da tabancanızın namlusundan çıkan dumanı üflediniz mi Red-Kit misali... Neden öldürmeye, yok etmeye, yok saymaya bu kadar yakınsınız, neden yaşamı total algılamaya bu kadar uzaksınız merak ediyorum' Ve duruma bakarak diyorum ki; eğer itlaf memuru olsalardı (özellikle) belediye başkanları da aynı şeyi yaparlardı, merak etmeyin... Sakin olalım dedik ama gelin görün ki mümkün değil. 'Şikâyet' olarak başlık attığım bu yazıyı aslında deşarj olmak için yazdığımın bilinmesini istiyorum. Biliyorum ki yazdıklarımın tümünü duyarlı insanların hepsi biliyor. Benim sözlerim de zaten duyarlı insanlara bir mesaj olarak yansısın istiyordum. Yani, 'hey! duyarlı insanlar, yaşamın gerçek ritmini yakalamış insanlar, hayatın yoğunluğunu kavramış insanlar, bildiğiniz gibi böylesi ilkel bir panoramayı yıllardır seyrettiriyorlar bize, anlaşıldı ki bu işler seyretmekle olmuyor; hani, illaki bir şeyler yapın demiyorum(!) sadece aklınızın bir köşesinde bulunsun diyorum. 'Şikâyet' imi (son sözler olarak) bir-iki tane güzel söz iliştirerek bitirmek istiyorum. -'Eğer; hayvanlar konuşabilselerdi, biz insanların onlardan öğreneceğimiz çok şey olurdu.' -'Köpekler akıllıdır, insanlara benzemez' Kızılderili sözü. -'Evin kristalden yapılmışsa, kimsenin camına taş atma.' -'Rüzgâr eken fırtına biçer.' -'Kapıları çalan benim, Çalan benim birer birer Gözünüze görünemem, Göze görünmez ölüler.' N.Hikmet Kendi yaşamlarının dışında da bir yaşam olduğunu farkeden tüm insanlara demokratik ve uygar bir ülke diliyorum. Sağlıcakla kalın. Gürkal GENÇAY 21. Aralık. 1992. Adana // 21. Aralık. 1997. İstanbul (''Yarınları Tüketmek Dünden'' isimli kitaptan / Örtülü Yayınları-1999) ********************************************************************** http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek... http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html (Sayfa: 3 / 34)
Yaşar Demir
010. Haydi Gül
Bak ışık göründü. Çıkmak üzereyiz, Bu karanlık tüneli. Haydi gül... Karaburun, 14 şubat 1994
Necdet Erem
017 Çektirilen Eza.
İçimizde sevgiyi, dışımızda sevgilileri yaratan, SEVGİLİLER SEVGİLİSİDİR. O, her şeyden ve herkesten çok sevilmeli, Herhangi bir kimseyi veya bir şeyi SEVGİYİ yatandan çok sevenler, SEVGİYE DE SEVGİLİLER SEVGİLİSİNE DE ihanet ettiklerini, GÖNÜL VERDİKLERİ MECAZİ MAHBUP TARAFINDAN UĞRADIKLARI İHANET, ÇEKTİRİLEN EZA SONUCU YAŞAYARAK ÖĞRENİRLER amma ne yazık ki dünya ve ahret faturası ödenemeyecek kadar ağır olur.
Gürkal Gençay
01-) Yarınları Tüketmek Dünden / Şikâyet (Önsöz)
HAYVAN DOSTLARI (Bu ne şizofrenik çelişki dostlar?) 'Bir toplumun medeniyet seviyesi hayvanlarına gösterdiği davranış ve ilgileriyle orantılıdır.' sözünü çok doğru buluyorum.” Yazıya bu çerçevede girmiş olmam kimseyi yanıltmasın sakın…/ Üzülürüm sonra. Konuyu yalnızca bu ülkede yaşayan hayvanlarla ve onların yaşadıktan acılarla lokalize etmek gibi (derinliksiz- eksensiz) bir niyetim yok. Ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel yapısını ve o yapıyı oluşturan dinamikleri sistemin ne şekilde etkilediğini eleştirel açıdan yazıya alarak anlatmak istiyorum. Eleştirel; evet… Ve her zamanki gibi… 'Zaten parlatıcı yazıyı gerektirecek pek bir şey de görünmüyor aslında.' Bu ülkenin özürlüleri, üçüncü cinsleri, etnik ve kültürel farklılıkları olan insanları gibi, hayvanları da sistemin çarpıklığından nasibini (menfi olarak) almaktadırlar. Demokrasinin ve yaşam haklarının kâmil anlamda yaşandığı gelişmiş ülkelerde insanların, hayvanların ve onları barındıran doğanın yaşam hakları 'hukuksal' düzenlemeler ile sistematiğe bağlanmış ve yasalarla koruma altına alınmıştır. Demokrasi, anlam ve mantığı itibarı ile (bir kişi bile olsa) azınlığın haklarının ve hukukunun oluşturulduğu ve korunduğu istemdir. Sınıfsal farklılıkların, alt ve üst kimlik hesaplarının yapılmadığının ve hukukunun oluşturulduğu ve korunduğu sistemdir. Sınıfsal farklılıkların, alt ve üst kimlik hesaplarının yapılmadığı bu sistemin çalıştırılmasında resmi kanatın olduğu gibi sivil toplum örgütlerinin katılımı 'bir fantezi değil, gerekliliktir.' Türkiye'de, bu konuda gözle görülür gelişme ve faaliyetler var. Şimdilik bi’boka yaramasalar da, hiçbir şey yapılmamasından evlâdır tabii ki bu durum… Olumsuz giden birçok şeye karşın, az da olsa bu tür kıpırdanmalar tünelin ucundaki cılız ışık misali umutlarımızın yeşermesini sağlıyor. Amma ve lâkin, bu kıpırdanmalar ya da minik gelişmeler (ne yazık ki) yalnızca tabanda gerçekleşmekte ve istenildiği nitelikte volüm oluşturamamakta. Ve bu konuya gönül vermiş insanların bireysel çabaları ile ve de derneklerin içinde (eğer varsa) birkaç iyi insanın, bir kaç müspet faaliyeti ile sınırlı kalıp bu çizginin dışına olumlu olarak çıkamamakta. 'Bu anlamda sağlıklı ve etkin bir sivil toplum örgütlenmesi bizde henüz yok maalesef. Bugün; hayvanlarımızı gerçek anlamda koruyacak ne bir yasamız, ne de onları hak - hukuk ve kanunlar ile destekleyecek bakanlık düzeyinde bir kurumumuz maalesef mevcut değil. —“Denizlerden sorumlu” Denizcilik Bakanlığı; —“Ağaçlardan sorumlu” Orman Bakanlığı; —“Tarım alanlarından sorumlu” Tarım Bakanlığı örnekleri gibi, hayvanlarımızı gerçek anlamda koruyacak bir 'Hayvan Bakanlığı'nın ve doğru dürüst bir 'Hayvan hakları koruma kanunu'nun oluşturulması ivedilik kazanmaktadır. Biliyorsunuz; bu işlerin yapılması için birçok bakan 'nafile' gelip gittiler. Geldiler; hepsi de götlerini- göbeklerini büyütüp büyütüp gittiler. Demek ki bazı şeylerin olması için yalnızca 'Bakan' olmak yetmiyor. 'Gören' olmak gerekiyor! Evet, baktığını gören bir 'Bakan' gerekiyor. Bizimkiler “çevre” denildiğinde ya arkadaş çevrelerini, ya da aile efratlarını anladılar… Kimlerin üstüne alınacağını bilmiyorum. Ama isteyen istediğince üzerine alınabilir. (Şeyimde değil; // “umurumda! ..”) 'Sayın bakan, pılınızı pırtınızı toplayıp oradan gitmelisiniz! '. Zira öylesine izole bir ortamda yaşıyorsunuz ki, giderek beyinleriniz ilkelleşiyor. Ve bu durum sinirden tüylerimizi diken diken ediyor… Ha; bu arada, milletvekili - bakan falan demeden eleştiriyorum da, şunu belirtmeden geçemeyeceğim; ki bunu söylemek istiyorum, bu önemli: —bu ülkenin asilleri cehennemde yaşar gibi yaşarlarken, vekilleri krallar gibi yaşıyorlar. Bu ne garip vekâlet müessesesidir bu? Dünyanın hiç bir yerinde böylesine bir garip, böylesine garabet bir vekillik düzeni yok. Zaten mentaliteye de aykırı, düşünsel olarak da aykırı, nereden bakarsan bak, aykırı! .. // Lâ havle velâ kuvvete illâ billah-ül el aleyhûl azim ve eşhedû enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne YA HÛ; yeteri bilirseniz yeter artık! .. Hani asillerde de hata yok değil tabii... Sen kulluğu kabullenirsen, başına da bir sürü tanrılar çöreklenir. Hani, “bu heriflere oy verip başımıza belâ ettiğinizden size müstahaktır” diyeceğim ama lâfın seyri de, boyu- posu da hem uzayacağından, hem de rotası değişeceğinden bu kadarıyla yetineceğim (şimdilik) // siz de öyle yapın… / Ve başkalarına lâf yetiştirip, “benim yoğurdum ekşi değildir” mücadelesi yapmak yerine takkeyi önünüze koyun bakalım… / Zamanıdır… Neyse geçiyorum! Peki, bu arada hayvanlarımızın büyük umutlarla (!) bel bağladıkları dernekler, kurum ve kuruluşlar ne yapmakta? İşte kördüğümün birinci ilmeği de burada. Merakınıza bir yanıt bulamadıysanız ben söyleyeyim; sokaklardaki sahipsiz, zavallı hayvanlar belediyelerce kâh zehirlenerek, kâh pompalı tüfeklerle vurularak öldürüldüklerinde, önce magazin basını çağırılıyor. Sonra öldürülen hayvanların başında bir-iki dernek/ vakıf mensubu, ellerinde birer kırmızı karanfil, ölü hayvanların üzerine çiçek koyarken resim veriyorlar gazetelere. Dudaklarında ise fotoğrafta güzel çıkmanın tebessümü ve gözlerine olayın vahameti gereği apar-topar takıştırdıkları bir yapmacık öfke/ hüzün karışımı bakışla arz-ı endam ediyorlar fotoğraf makinelerine. İşte yaptıkları yalnızca bundan ibaret. Hayvanların ölülerini kullanıyorlar, onları sömürüyorlar... 'En ucuz, en hafif deyimle ayıp ediyorlar, ayıp ediyorlar'. O can; bedenden çıkmıştır artık, o testi kırılmıştır. Bu noktadan sonra yapılanlar, birer kahkahadır artık gözpınarlarında insanların. Ve gözyaşları yalnızca bir oyundur, oynadıkları rolün gereğidir. Ağlama duygusunun taşıdığı– aktardığı o safiyane, arı-duru, naif hüzün bu embesiller yüzünden artık anlamını yitirmiştir… Ne dramatik… Ve bu yapılanlar şov bile değildir, zekâ düşüklüğüdür bu yalnızca. Ben böyle düşünüyorum, sizi bilmem… Artık o can bedene girmeyecektir ve (az önceki teşbihin devamınca) testi suyu taşıyamayacaktır. Bir şeyler yapmak için hayvanların katledilmesini beklemek yakışmamalıdır yapılacaklara ve hemen ve şimdi adam gibi bir şeyler yapılmalıdır. Yanlış mıyım? Yanlışsam beni düzeltin… // Düzeltirken yamultacağınızdan eminim! .. 'Maalesef, bilindiği gibi, bu ülkenin bir acı gerçeği var; haber olması için, haberdar olunması için birilerinin ölmesi gerekiyor.' Ülkem adına ne utanç verici bir şey, ne hazin bir şey... Hayvanları korumayı temel ilke olarak göstererek zemin oluşturan ve bu zemin üzerine bina olan dernekler, tüzel yapılar, gerçekten bir sivil toplum örgütünden beklenildiği gibi yaşanan problemleri çözümleme konusunda gerekli etkinliğe sahipler mi? İştigal ettikleri konuda ne kadar bilgililer, ne kadar yetenekliler, proje üretebiliyorlar mı? Ve daha önemlisi ne kadar samimiler? Gerçekten inanıyorlar mı yaptıkları işe, yoksa lâf ola beri gele tarzında bir kalkışma mıdır bu? İşte üzerine gidilmesi gereken olgu bu. Bunun altını kalın fosforlu kalemle çizmek gerekiyor. Hayvanları koruma adına ortalıkta mantar gibi biten ve 'hayvanları sevelim, onları koruyalım' yaygaraları atan ister münferit, ister tüzel kişiliği olsun; bu elemanlar ne kadar samimiler? Bunu sormak gerekiyor işte... Açık ve net biçimde soruyorum; cevabını alamayacağımı bildiğim halde bunu soruyorum... Bunları anlamak ve sorunun cevabını tahmin etmek zor mu? ! Zor değil aslında tabi... Zerre-i miskal kadar samimiyetleri yok. Birkaç insanı tenzih ediyorum, ikiyüzlü bunlar, ikili oynuyorlar ve nokta kadar samimiyetleri yok. Şimdiye kadar yapılanlar ise nedir? 'Merak etmeyin; söylüyorum'. Hayvan dernekleri, önce göstermelik bir iki sahipsiz sokak hayvanı buluyor ve daha önceden çağırdıkları magazin basınına onlarla beraber resim çektiriyorlar, poz veriyorlar., 'Fotoğrafta kimin kim olduğu belli olsun diye onlar iki ayağının üzerinde poz veriyorlar.' Daha sonra 'hayvanları sevin, onları koruyun' gibi günün mana ve ehemmiyetini vurgulayan laflar edip, komiklikler yapıp şirinlikler taslıyorlar. 'Palavranızı yiyim sizin, palavranızı yiyim'. Ha; bir de kınıyorlar unuttum. 'Kınamaktan başka şeyler de yapsanız keşke...' Bu, Türk sivil toplum kuruluşları için utanç vericidir. Bu, alaturkalığın, bu seviyesizliğin göstergesidir. Sahipsiz bir hayvan kendilerine götürüldüğünde ise; —“Bizim hayvan barındırma yerlerimiz mevcut değil' diyerek kabul etmiyor ve hayvanı kaderi ile başbaşa bırakıyorlar. Ama; işin akçe boyutu varsa, götürülen hayvana barınağın kapıları ardına kadar açılıyor ve uyguladıkları bu çifte standarda hayvanseverlik diyorlar. Bari susun... Susun bari... Bari ortaya çıkmayın mantar gibi... Ne gam yahu bu, ne gam! Bu ne hastalıklı tavır böyle? Kafayı yiyeceğim bu adamlar yüzünden. Geçiyorum, çünkü midem bulanıyor... Bugün, İstanbul'daki faaliyet gösteren herhangi bir hayvan koruma derneğinin, -atıyorum- Ankara'da aynı faaliyeti gösteren hayvanları koruma cemiyetinden haberleri olmamaktadır. İnanması güç ama birbirlerinin telefon numaralarını dahi bilmemektedirler. Ve ilginçtir; Adana ili PTT istihbaratında (1991 yılı araştırması) ne İstanbul, ne de Ankara'daki hayvanları koruma derneklerine ait bir telefon numarası bulunamamıştır. Koordinasyonsuzluk diz boyu ve birbirlerinden bihaberler... Kim kimdir bilinmiyor ve kimse kimseyi tanımıyor... Hatay iline bağlı Erzin'de bulunan hayvan koruma cemiyeti ise evlere şenlik. Dernek önünde horoz dövüşleri yapıyorlar ve aynı olay Aydın ili Merkez'de bulunan Eskiciler Çarşısı arkasındaki 'Kümes hayvanlarını sevenler derneği'nde farklı bir versiyonla yaşanıyor. Dernek üyeleri meyhane gibi kullandıkları dernek binasında hem içip- sıçıyorlar, hem kızarmış tavuk yiyorlar ve bir yandan da horoz dövüştürüyorlar. Allah aşkına; şu manzarayı gözünüzde bir canlandırın ya hû! .. ... Ve hâl böyleyken hayvanlar acımasızca katlediliyorlar... Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerin kaderidir bu. Diyecek fazla bir şey yok tabi! Şimdiye kadar hayvanların itlafını üstlenen bir yerel yönetim çıkmadığı için 'kaynağı belirsiz kurşunlar' saplanıyor hayvanların zayıf, çelimsiz gövdelerine. Ve dernekler magazin şovlarına kaldıkları yerlerden devam ediyorlar. Magazin, olayların ardındaki trajediyi gizler nazik beyler, narin hanımlar. Magazin, olayların gerçek nedenini, vahametininin görülmesinin önünü güler yüzlü bir perde ile örter. Alet oluyorsunuz. Pardon alet olmuyorsunuz. Bu çarpık modelin bir ürünü oluyorsunuz. Bu bilgisizliğiniz, bu cahilliğiniz ile ve beyinsel zafiyetleriniz/ dangalaklıklarınız ile birilerinin ekmeğine yağ sürüyorsunuz demektir. Yaşadığınız topluma ihanet ediyorsunuz demektir. Ve elbette bu sisteme çok yakışıyorsunuz... Körün tuttuğunu öptüğü bu sistemin içinde siz de hakettiğiniz yeri alıyorsunuz. Bütün bunlar olurken, gerçekten inandırıcı olduğunuzu düşünebiliyor musunuz? Müsebbip olduğunuz durumları içinize sindirebiliyor musunuz? Biliyorum ki hiç biriniz üzerinize alınmadan inandırıcı olduğunuzu düşünüyorsunuz ve benimle beraber sövüyorsunuz... Hay Allah! .. Bu ne arızalı beyin. Kemiksiz, jöle gibi bir düşünce yapısı. Aklıma mukayyet ol yarabbi... Bırakın sevmeyin artık, bıktık artık... Bu kadar mı kemiksizlik, bu kadar mı ilkesizlik, bu kadar mı sevgisizlik olur? ! Bu kadar mı ruhsuzlaştınız beyler, hanımlar? Yaşam bu kadar mı değersizleşti gözünüzde, hayata duyarsızlık bu kadar mı olur? Ondan sonra da yok üzülmüşler de bilmem ne; üzülmediklerini bal gibi biliyorum. Görevleri bunları söylemek, böyle konuşmak zira. Varlık nedenleri bu. Nasıl anlatmalı ki? Bu tatlı su çevrecilerinden sıkıldım artık. Sıkıldım... O şişman göbekleriyle, makyajlı suratlarıyla, mürai ve müstehzi tavırlarıyla, ukala, kibirli halleriyle çok komik oluyorlar. ... Ve beni hiç ilgilendirmiyorlar. Öyle ki artık sinirimi dahi bozamıyorlar. Tehlikeli bir durum aslında bu; zira bağışıklık kazandık artık bu karikatür adamlara karşı... Ya lanet edeceksiniz, ya küfredeceksiniz, ya da... Bütün iyi niyetli halimi takınarak (ya da arada bir yaptığım gibi, işi salaklığa vurarak) diyorum ki; “artık silkinmenin zamanı gelmiştir.” İstanbul'daki hayvan koruma kuruluşlarının, Ankara'daki, İzmir'deki, Edirne'deki, Ardahan'daki ve tüm coğrafyadaki dernek, cemiyet, vakıf ve kuruluşların artık kaybedecek zaman kalmadığını idrak ederek kenetlenmeleri ve bir koordinasyonu oluşturmaları gerekmektedir. Zaman 'hayvanları koruyun, onları sevin' mesajları vererek, demogoji yapıp araya banka hesap numaraları sokuşturma zamanı değildir artık. Artık kişisel çıkarların, sen-ben kavgalarının, kendimizle barışıksızlığın zamanı değildir. Bir araya gelinmeli, ayağı yere basan projeler üretilmeli, kuru laf kalabalıkları yerine icraata geçilmelidir. ......diyorum amma; 'Beni ve benim gibi iyi niyetle bekleyen insanlar; ola ki bu derneklerden ve hatta belediyelerden, merkezi yönetimlerden, hükümetlerden olumlu bir şeyler bekliyorsunuz'... sizleri yeni bir hayal kırıklığı bekliyor sevgili okurlar, sevgili hayvanseverler, hayat severler, sevgili Türkiye... Sizleri yepyeni bir hayal kırıklığı bekliyor... Parlak dernekçiler, parlak bürokratlar, parlak belediye başkanları ve parlak siyasiler öylesine vahşi bir yörüngeye girmişler ki hepsi... Heyhat! ! ! Eğer dilimi tutmazsam daha söyleyecek çok şeyim var! .. Öyleyse söyleyeyim, kimlere mi? Sırtlarında vizon, astragan gibi kürkler ve kucaklarında bir süs köpeği ile boy boy poz verip; bir hayvan dostu ya da hayvansever olduğunu iddia eden sanatçılarımıza(!) Ki onlar halk üzerinde büyük bir etki silahıdır. Çünkü hepsi kendince karizma sahibi, büyük ölçüde hayran kitlesi olan kişilerdir. Yaptıkları, yaşam biçimleri, tarzları ve mesajları topluma model olmaktadır. Bu da kendilerine bir sorumluluk yüklemektedir aslında. Ama hal böyleyken içlerinden bazıları çıkıp bin dolar verip İran'dan kedi getirtmekte ve adı 'hayvansever sanatçı' ya çıkmaktadır. Sokaklarda bakışlarıyla, yüreğiyle, sevgileriyle başıboş gezen İran, siyam kedileriyle doludur. Adı her ne kadar Tekir de olsa, Sarman da olsa aynı severler ve bedava severler, parasız severler... Ses sanatçıları olsun, sinema ve sahne sanatçıları olsun, mankenler olsun; içlerinden birine ya da kendilerine bir haksızlık yapıldığı zaman hemen kenetlenebiliyorlar da; neden çok sevdiklerini söyledikleri zavallı hayvanlar acımasızca katledilirken ortada yoklar? Belki hayvanları sevdiklerini söylerlerken samimi değillerdir, belki söyledikleri popülist söylemlerdir ama olsun. İnsan, en azından verdiği mesajın arkasında durur! Dernekler veya kuruluşlara yapılan aynî-maddi yardımlar yerine ulaşıyor mu, ulaşmıyor mu tedirginliğini yaşıyorlar da birşeyler yapmaktan imtina ediyorlarsa; kendileri ortaklaşa bir arazi alıp, bunun alt ve üst yapısını oluşturup, o şekilde bir ya da bir kaç kuruluşa verebilirler. Bu onlar için çok zor bir olay da değildir. Mankenler ayda bir defilesini, sahne sanatçıları bir konserlerini böyle bir iş için yapabilirler. Yeter ki yapmak istesinler! Yapmak istesinler yeter ki! Ulan; bizim cebimizde yok, zulamızda yok; kıçımız başımız ya açık, ya yamalı, gene de lokmamızın büyüğünü paylaşıyoruz ve bundan gocunmuyoruz…/ Millette -vır vır vır- lâf çok, icraata gelince bi’numara yok…/ Ne kıymetliymiş ya hû paranız- malınız/ mülkünüz! .. Anladığınız üzre, bu günkü panoramaya bakıldığında; davranışları ve düşünceleri birbiriyle bağdaşmayan sanatçı (!) kitlesiyle; zihniyet ve faaliyetleri birbiriyle çelişik bu dernek, vakıf ve kuruluşlar ile sahipsiz, zavallı hayvanların katledilmeleri tüzüğünde görevlerinden biri olarak yazılan belediyeler ile ve de toplum içindeki hayvan sevmezler ile hayvanların içinde bulundukları içler acısı durum daha da bir önem kazanıyor. Türkiye'nin karanlık tablosuna, sefil yerlerde sürünen tablosuna yalın gözlerle bakın n'olur. Burada bir sakatlık yok mu sizce? Dernekler, gerçek hayvanseverlerin vicdanında sınıfta kalmışlardır. Belediyeler, gerçek hayvanseverlerin yüreklerinde yargılanmış ve mahkûm olmuşlardır. Peki, tamam da; ya sanatçılar! ? Ya da sanatçıyım diye ortaya çıkanlar? Ellerinde bir köpek, iki kedi; ya da muhabbet kuşlarıyla gazetelere poz poz resim verip televizyonlarda boy boy arz-ı endam ediyorlar ve maalesef 'hayvansever sanatçı' oluveriyorlar. Bir iki gerçek hayvansever sanatçıyı tenzih ediyorum. Kaldı ki onlar hakikaten gerçek sanatçılardır, ama diğerleri 'sanat adına' birşeyler yapıp bir yerlere gelmeyi hayvanları reklâmları amacı ile kullanıp süreci kolaylaştırma oportünizmi sergiliyorlar. Sanatçı olamıyorlar! .. Hiç bir zaman da sanatçı olamayacaklarını biliyorlar... Eee, burası Türkiye... Bunlar da Türkiye'nin sanatçıları(!) Tamam, bir şey demedik! Ne hazin bir ülkede yaşıyoruz, ne hazin... Yazık... Yazık... Hakikaten yazık... Bu ülkenin çağdaş sanatçıları(!) olabilirsiniz. Ama uygar değilsiniz, uygar değilsiniz maalesef! Hayvanlar, kucaklarınızda tuttuğunuz finolardan ibaret değil. Sizler, fifilerle 'hayvansever sanatçılık' oynarken, her gün belediyelerce sokaklarda yüzlerce Karabaş, Garip, Öksüz zehirlerle, kurşunlarla öldürülmekte. Ve sizler yumuşacık yataklarınızda mışıl mışıl uyurken, bir kamyon kına yola çıkmakta... Hayvanları sevmek zorunda değilsiniz. Onlar için birşeyler yapmak zorunda da değilsiniz. Ama bir sanatçı duyarlılığı ile yaşamı total algılamak ve hayvanları da o bütünün içinde görmelisiniz. Sanatçı duyarlılığı bunu gerektirir zira. Ama, siz önce at gözlüklerini takıyorsunuz, sonra da o hâlinizi imaj değişikliğinden sayıyorsunuz. Ya da öyle sanıyorsunuz. Mentalite değişmedikten sonra imajın değiştirilmesinin, görüntünün önemi olmuyor, kıymet-i harbiyesi kalmıyor. Savaşlarda ölen insanlar ne kadar yakarsa yürekleri, açlıktan, yoksulluktan ölen insanlar ne kadar acıtırsa vicdanları; sokaklarda sebepsizce öldürülen zavallı hayvanlar da o kadar kasıp kavurmalıdır duyarlı sanatçı yüreğini. Savaş ve ölüm korkunçtur. O kadar! .. Bir anda binlerce masum insan ölür. Çocuklar öksüz kalır, kadınlar dul kalır, od-ocak söner, bacalar tütmez, sokaklarda hayvanlar bilmedikleri ve anlayamadıkları bir öfkenin kurbanı olur. Çocuklar, (Nazım'ın dediği gibi) kâğıt gibi yanarlar. Çocukları kâğıt gibi yanmayanlar, ya da bunu düşünemeyenler hiç savaşa karşı koyabilir mi? Ölen kadınların-kızların, yaşlıların-çocukların, kedilerin, köpeklerin görüntüleri gözlerinizin önüne gelmezse eğer; savaşa ve ölümlere karşı çıkamazsınız. Bu bile derin düşüncelere gark olmadan ölümlere karşı olmaya yetmiyor mu? Peki; bu anlamda söylediğiniz ve yaptığınız ne var? Söylediniz de atladım mı ben yani? Hadi canım sizde! .. Çocuk mu kandırıyorsunuz? Çocuk bile kandıramazsınız siz! .. ... Nohut kadar beyninizle fetva veriyorsunuz samimiyetsizce. Akıl veriyorsunuz... Geçin efendim, geçin! .. Fino severliğinizi ve akıllarınızı kendinize saklayın. Hayatseverlik, hayvanseverlik kavramlarını, düsturunu ya biliyorsanız söyleyin; ya da susun! Beyninizdeki o ilkel süzgeçten geçirmeyin. Dünyaya ait değerlendirmeleriniz o kadar yerel, o kadar sığ ki; bunun için olayları siz teşhis etmeyin. Hayvanları sevdiğinizi söylersiniz, bu anlamda bir pratiğiniz olmaz. Hele meşhur bir geyiğiniz de var ki; bu söylem kullanıla kullanıla fahişeye döndü dilinizde; // {“Önce İnsan! ..”} ''narana-naaaaaaam! ! ! '' O kadar anlamsızlaştı ki bu söylem, o kadar içi boşaltıldı ki tarafınızca; duyunca tüyüm kazık gibi oluyor! .. Yeter ya hû! .. Yeter artık! .. İnsan diye diye ortalarda daltaşak siftinirsiniz; ama insanlar için şöyle bir santim olsun o koca götünüzü kıpırdatmazsınız… Sadece lâf! .. / Hadi canım siz de! ../ Önce insanmış; peh! ! ! Ossuruktan tayyare, selam söyle o yare! ../ Pabucumun hümanistleri: sizde! ! ! Bu söylem ilk anda çok kutsal bir sesletim olarak algılansa da, aslında içinde faşizan bir yaklaşımı barındırmakta…/ Neden önce insan? .. Kim veriyor ona bu önceliği… El Cevap: Diğer insanlar… Ne demek şimdi bu? .. // Literatürde ne deniyor buna? .. / 'Türcülük… ' Halk dalkavukluğu yapmayın, bakın daha dürüst olacaksınız o zaman, bu işin şiarı budur. Bunun aksi beyinsel bir faaliyet gerektirir zira; sizde beyin yok ki! .. Evet, aklıma ve sinirime sahip olmalıyım. —“Deveye sormuşlar: Boynun neden eğri? ' —“Nerem doğru ki' demiş. Bunlar da böyle. Düşünce egzersizinden nasibini almamış bir yapının elemanlarından daha fazlasını beklemek fazlaca saflık olurdu zaten. Aşkolsun ya; aşkolsun! .. Ne diyeyim? Sonra, kuyruğunuza basılınca da rahatsız oluyorsunuz tabi..., (Neyse; siktiret oğlum, çünkü daha fazla deşersem klavye kullanılamayacak hale gelecek; öyle görünüyor…/ Ateş bastı beni sinirden…) Bugün; havaalanları, kit lojmanları gibi özel bölgelerde, tel örgü dâhiline dışardan kedi ve köpekler girmektedir. Uçaklar için, çevre sakinleri için tehlike arzediyor bahanesiyle, sokak ve caddelerdeki popülasyon bahanesiyle hemen (insanların iki eli kanda olsa) belediyeler aranır ve hayvanlar katledilir. Vahşice öldürülür... Bu ülkenin hiçbir sokağında, caddesinde de durum bundan farklı değildir. Derneklerin belediyeler ile bağlantı kurmalarını ve kendilerine intikal eden şikâyetlerde, ihbarlarda hayvanları koruma cemiyetlerinin devreye girip, bu hayvanları toplamalarını, aşılarını yapıp onları kısırlaştırdıktan sonra, sahiplendirene kadar, bir yuva bulana kadar (standartlara uygun barınaklarda) himaye etmelerini, koruma altına almalarını istiyorum. İnanıyorum ki, belediyelerin bu iş için ayırdığı insan gücünden ve maaşlarından, itlaf arabalarının amortismanından, benzin ve mazot giderlerinden, zehirli et ve kurşun masraflarından daha ekonomik olacaktır iki ampul aşı. Hem de, bir yaşamı kurtarmanın huzur ve vicdan rahatlığı oluşacaktır. Gelişmiş, demokratik dünya ülkeleri problemlerini böyle çözmüşlerdir zira... Sevgiyle çözmüşlerdir, fedakârlıkla çözmüşlerdir. 'Demokratik diyorum, ama halt ediyorum galiba! ..' Belediyeler, şikâyetler karşısında 'öldürmekten' başka bir alternatifleri olmadığını söyleyerek çok önemli bir noktaya temas ediyorlar. Bunu matah bir şeymiş gibi gerine gerine söylüyorlar. Bak... Bak... Bak! .. Böyle ahmakça bir yaklaşım, bir bakış açısı olabilir mi ya? ! İş bu noktaya mı geldi yani? İş bu kadar seviyesizleşti mi? 'Evet, durduk yerde gene midem bulandı. // Benim midem çok hassas...' Yahu istenmedikten sonra itlaf yapılabilir mi ya? İstenmedikten sonra itlaf- mitlaf yapılmaz. Bunları söyleyenlerin böyle bir utançtan sonra kızarma ameliyeleri bile yok. Böyle bir mekanizmaları yok çünkü. Yaşamı bu kadar ucuz gören bir anlayış dürüst olabilir mi? Yaşamı böyle algılayan anlayış hiçbir zaman dürüst olamaz, içten olamaz. Zekâ fakiri bu yaratıkların böylesine ilkel, primitif yaklaşımlarını, bu fikir üretimi kabızlıklarını dehşet ve öfke ile değerlendiriyorum. 'Eğer bu ülkede bu olanlara rağmen hâlâ aklınız dimağınız yerindeyse...' ... ama; maalesef bu ülkede var bu adamlar ve bu adamların zihniyeti paralelinde olanlar. Maalesef varsınız bu ülkede beyler/ ve bu adamları bu sistem yaratıyor, bu sefil, bu rezil sistem yaratıyor... Bu ne biçim belediyecilik, bu ne biçim çevre bakanlığı, bu ne biçim çevre bakanı, bu ne biçim bir hukuk devleti? Sokaklarda katliamlar sürgit yaşanırken, bu ne nasıl faşizan bir vurdumduymazlık? Bu sistem ve onu çalıştıran zihniyet insan, hayvan, doğa demeden öğütürken, onları katlederken, onları hiçe sayarken, bir şeyler yapması gerekenler üç maymunu oynuyorlar adeta... Erkek harflerle yazıyorum! .. İçimizdeki umudun yeşermesi için, her şeyden önce devletin cinayet işleme zihniyetinden sıyrılması gerekir. Devlet bu hastalıktan kurtulmalıdır. Geldiğimiz noktadaki gibi, Türkiye canilerle, katillerle gurur duymamalıdır. Susurlukta olduğu gibi, bazı büyük Türk büyüklerinin ifade ettiği gibi 'devlet cinayet işler' - 'devlet adına kurşunu atan da, yiyen de kahramandır' gibi söylemler hem devletin bünyesindeki bu anti-demokratik marazı kronikleştirir, hem de aklımıza başka bir yorumu getirir. 'O halde diyebiliriz ki; bunlar cinayettir.' İster insan, ister hayvan olsun; birileri tarafından öldürülüyorlarsa bunun adı cinayettir. Zira bu ülkede birilerinin yaşama haklarına tecavüz ediliyorsa, birileri artık dünyadan siliniyorsa, kişisel özgürlük alanlarına giriliyorsa ve birilerinin yaşamları zorla ellerinden alınıyorsa, burada bir sakatlık var demektir... Burada yanlış giden bir şeyler var demektir... Öldürme sistematiktir, ölümlere ve öldürenlere bakıp da sınırlandırmayın. Bu, aslında bu anlayıştır. Bunda buna benzer bir şey var! .. Hayvan ölüsüyle ve onların kanlarıyla beslenen bir belediyecilik sistemi can ile kan ile beslenen 'resmi bezirgânlar' yaratmaktadır. Ve bu sistemin yansımaları, devletin yapısında da görülmektedir. Bu bir iddia değildir, bu doğrudur. Bu ülkede yaşanan yargısız infazlar, gözaltı kayıpları, işkence olayları işkencede ölümler devletin; Sahipsiz sokak hayvanlarını alabildiğine katleden belediyelerin iğrenç ve anlaşılmaz tavrı ortaya koyuyor ki; bütün bu yaşananlar, devletin taammüden (bilerek, isteyerek, tasarla¬yarak) adam öldürmesidir. 16 Mart 1978'de bir büyük Türk büyüğünün 'bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz' sözleri - 'Tespih çeken eller silah tutmaz' sözleri sistemin eli kanlı tetikçilerinin katliamlarına meşru zemin hazırlamaktır. 'Bu ülkede can güvenliği yoktur' bu ikazı yapmak zorundayım, bu duyuruyu iletmek zorundayım; 'Ey insanlar ve bilumum canlı mahlûkat; bu ülkede hayatınız tehlikede demektir! .. Bunun başka bir açıklaması yoktur. İnanın; Allah kimseyi Türkiye gibi etmesin diye dua ediyorlardır diğer dünya devletleri. Ölüm tamtamları çalınıyor bu ülkede ve korku masalları anlatılıyor bu ülkede. Beynimiz dumura uğruyor, beyinlerimiz ölümlere hazırlanıyor, sanki ölümler olması gereken bir şeymiş gibi, sanki matah bir şeymiş gibi... Bir korku masalı gibi anlatılıyor bu ülkede... — Öldürülen insanlar 'teröristtir, öldürülür' — Öldürülen hayvanlar 'kuduzdur, öldürülür' — Öldürülen üçüncü cinsler 'AİDS'tir öldürülür' — Öldürülen koyunlar, kuzular 'bayramdır, öldürülür' gibi gerekçelerle, hamasi laflar ile anti-seküler ve şövenist yaklaşımlar ile ölümleri sorgulaması, vahşetlerin önüne geçilmesi için alternatif çareler üretmesi gereken beyinler bir anlamda prangalanıyor. Yani Türkiye kamuoyu sorgulamasın isteniyor. Ve maalesef bu başarılıyor. 'Sürekli ahmak bir toplum haline sürükleniyoruz, algılayamaz, mendebur bir toplum haline getirilmeye çalışılıyoruz.' 'Bu ve buna benzer uygulamalar bilmem nerede de var, şu ülkede de var' gibi bir palavradan başka bir şey olmayan gerekçeleri sıralıyorlar. Hangi ülkede uygulanıyor olursa olsun, yapılan bu tür eylemler; adına ne kadar demokratik ülkeler denilirse denilsin benim ülkeme model olamaz, örnek olamaz. ... Siz önce beyninizi demokratikleştirmek zorundasınız. O, ilkel beyinlerinizi uygarlaştırmak zorundasınız. Ne kadar aksini iddia etmeye çalışıyor olsanız bile 'bir beyin ilkelse ilkeldir'. 'Hayır değiliz' demek bunu değiştirmez. Bunun altını kalın fosforlu kalemle çizmek gerekiyor. Tıraşlı yüzler, sinekkaydı tıraşlı yüzler, nazik gibi görünen bedenler nasıl vahşi bir yürek taşıyorlar. Şömine başlarında, içtikleri Fransız şarabı gibi kan içiyorlar adeta, vampirleşiyorlar adeta... Zira bu yapının içindeki tüm elemanlar aynı rahle-i tedrisattan geçmiş, aynı cenahın elemanları. Adeta devletin öldürme biçimi üzerinde yeni arayışları tartışıyorlar, belki de 'çağdaş' bir ölümün nasıl olacağını ya da nasıl olması gerektiğini 'icat' ediyorlar. Ya da; kurbanın, muhtemelen yanında bir imam bulundurması konusunda fikir birliği ediyorlar. Evet, böyle oluyor büyük bir olasılıkla... Doğada hiçbir hayvan sebepsiz yere öldürmüyor, insan dışında... Hay Allah! Bu ülkede ise yönetme şekli işkencelere ve ölümlere dayalı çalışıyor. Tüm bunlardan bağımsızlaştırabilir misiniz bu zihniyeti? Sistemi anlayabiliyorum, böylesine vahşi bir sistem ancak böylesine vahşi uygulamalar ile ayakta kalabilir; bunu anlayabiliyorum! Anlıyorum. Ama kabullenemiyorum. Neyse; beynim çok sıkıştı. Tarih bizimle dalga geçiyor biliyor musunuz? Tarih Türkiye ile dalga geçiyor... Tarih dalgasını geçiyor. 'Ölümlere hayır' diyenler kendilerini yalnız hissediyorlar bu ülkede ne yazık ki. Ve ölümler devlet eliyle, hükümetler eliyle beslenmiştir şimdiye kadar bu ülkede. Bu ülke umutsuz bir vaka galiba; 'ne yerse yesin' demiş ya doktor, bu ülke umutsuz bir vaka galiba. Sokakta, suçsuz günahsız hayvanları öldüren belediye başkanları devletin ve sistemin prototipidir. Bakın yüzlerine sistemin ta kendisini göreceksiniz, bu çarpık sistemin yüzüdür onlar... Yani denklem basit, söylüyorum; belediye başkanları belediyecilik yapmayı sevmiyorlar... Sevmiyorlar. Ve bunu mesleki jargonlarıyla, alaycı tavırlarıyla ifa ediyorlar adeta. Bana kimse belediye başkanlarını vicdanlı diye kakalamaya, yutturmaya kalkmasın. 'Al paçino, vur öteçino' al birini vur ötekine. Yani var mı öyle babasının malıymış gibi belediyeleri kullanmak? Ölümleri, katliamları bu denli sorumsuzca ve vaka-i adiyeden bir olaymış gibi uygulayacak kadar kendilerini özgür mü hissediyor bu insanlar(!) Belediyeler, sizin babanızdan kalan malınız, mirasınız değildir öyle istediğiniz gibi kullanacak! Bazı güçlere ve hayvan sevmez şikâyetçi, ispiyoncu seçmenine şirin görünme çabaları sebebiyle olan garibim Sarman'a, Tekir'e oluyor. Olan Çomar'a, Öksüz'e, Karabaş'a oluyor. Belediyeler (çöp, temizlik, emlak, su) gibi hizmetleri karşılığında vergi ve ücret talep etmelerine karşın, sizden artı bir ücret talep etmeden katliam yapmıyor mu? Öldürme işini zevkle yapıyorlar çünkü, öldürmeyi seviyorlar çünkü... Belediyelerin tavrını inceleyin, sosyal hukukun karikatürize edilmiş halidir. Ne yazık ki öyle! Belediyelerin bu bağlamda yakınmaya hakkı yok; buna hakları yok. Ondan sonra da belediyelere güvenin diyorlar; hay hay efendim! Belediyelerin, kendi tanıtım ve reklamlarını yaptıkları belediye yayınlarını, hayvansal ürünlerin tanıtıldığı broşürleri elime aldığımda elime pislik, kan bulaşacağını düşünüyorum. Tiksiniyorum, iğreniyorum. Ne denir ki? Başka ne diyebilirim ki? Böylesine despotik bir dayatma yenilir yutulur bir şey mi? Değil tabii ki, tabii ki değil. Ama maalesef sizlerde varsınız bu ülkede beyler, maalesef bu ülkede sizler de varsınız. Burada, çok beğendiğim bir sözü aktarmadan geçemeyeceğim; 'Kötü idarecilerin başarısı, halkın felaketidir'. Öyleyse ne yapılmalı? Söyleyeyim; Önce dernekler salya-sümük ağlama politikalarından vazgeçmelidirler. Dernekler ve hayvanseverler 'ağlama duvarı' tavırlarından soyutlanmalıdırlar. Zira hayvanların sorunları 'gaza gelmeyle' çözülecek bir olay değildir. Bunu unutmamalılar. Basiretli hayvanseverlerin ve derneklerin, kuruluşların hiç zaman yitirmeden harekete geçmeleri; İlk etapta (büyük-küçük) demeden bir arazi edinip, kadrolarını oluşturup projeler üretmeli ve bu anlamda belediyelere alternatif projeler götürmelidirler. 'Doğayı ve hayvanları sevmeyenler, insanları da sevmezler' şiarı ile hareket edip, bu anlamda volüm oluşturmalıdırlar. Yüreği nasır bağlamış idarecileri, belediyecileri, siyasileri mecraya davet edecek olumlu girişimlerde bulunmalıdırlar. Bugünkü; 'kantarın topuzunun' kaçık olduğu süreçte yaşadıklarımızla, gözlerinin önünde, kanlar içinde, acılar içinde, bağıra-çağıra feryatlar içinde öldürülen hayvanları gören (özellikle) çocuklar ve hayvanseverler biliyorum ki bu durumdan olumsuz etkilenmektedirler. Nasıl etkilenmesinler ki? Gelişmiş, çağdaş, demokratik dünya ülkelerinde, kurbağaların, kaplumbağaların ve diğer canlıların yoğun olduğu bölgelere ve yollara 'Dikkat kurbağa' gibi uyarı levhaları koyarlarken, bizler son ümidi Türkiye sahilleri olan Caretta Caretta gibi birçok hayvanı ilgisizliğimiz-bilgisizliğimiz ve duyarsızlığımız ile ölüme terkediyoruz. Örnek mi? Çok... Mersin sahil şeridinde yurtlanan Caretta caretta'lar geceleri çok yakınlarından geçen otoyoldaki araçların ışıklarına aldanarak caddeye çıkmakta ve ezilerek ölmekteler. Yetkililer, Caretta carettaların yurtlandığı alanları tel örgüler ile çevirip, ışıklandırmış olsalar bu hayvanların hiçbirisi böylesine boku bokuna ölmemiş olurdu. Ama kim yapacak ki? Çağdaş (!) devlet ilkeleri ve bürokrasi hazretlerinden bir kurtulabilseydik hayırlısıyla... Neyse... Köpeklerimiz, kedilerimiz, kuşlarımız, kaplumbağalarımız ölüyorlar birer birer. Avuçlarımızdan kayıp gidiyorlar. Yani üzüldüğüm şey, onların çok basit önlemler ile yaşayabilecek, yaşatılabilecek olmalarıdır. Ama hiçbir konuda olmadığı gibi, bu konuda da bir şey yapılmadığı ve köklü çözümler üretilmediği için bu güzelim canlılar pisipisine ölmeye devam etmektedirler. Yazık, gerçekten çok yazık... Bugün üç tarafı denizler ile çevrili olan ve bir de içi denizi bulunan ülkemizde balık neslinin kurumaya yüz tutması utanç vericidir. Kapitalist sistemin kurbanı olan denizlerimize doldurulan fabrika atıkları, zehirli sular, kentsel atıklar, arazi yaratmak için denizlerin doldurulması, betonlaşma, kum hafriyatları, trol ve dinamitle balık avcılığı derken denizlerimiz katledilmiş oluyor. Denetimlerin yetersiz olması, cezaların caydırıcı olmaması ve hükümet edenlerin de her şeyde olduğu gibi burada da seyirci rahatlığıyla olup biteni seyrediyor olması denizlerimizi ve barındırdığı balık soyunu bitme noktasına, iflas etme noktasına getiriyor... Bu neden böyle oluyor biliyor musunuz? 'Her mahallede bir milyoner yaratacağız' ilkesinin bu ülkeyi getirdiği acımasız noktanın gerçeğinden oluyor. Yani devlet bile üçkâğıtçılık yapıyor, samimiyetsizlik yapıyor. Bunlar, eteklerine sığmayıp dökülenler bunlar... Rant uğruna, para uğruna, hırs uğruna yağmaladıkları ve torbalarına, çıkılarına, eteklerine tıka basa doldurduklarının dökülenleri bunlar. Bunlar, bunların saklayamadığı yüzleri. Akıl alır gibi değil ya! .. Bu ne ilkel anlayış? Beyniniz de, demek ki her şeyiniz gibi kağıttan kaplan, bu kadar kısır, bu kadar düşünce yoksulu, düşünce kabızı olunur mu ya? ... Hayır; sıkılıyorum. Yani bu kadar da salak yerine konmaz ki bir ülke! Kaldıramadığım salak yerine konulmak, salak yerine konulmayı hazmedemiyorum. İşte bu sebeple bu satırlarla 'Ben salak değilim, ben ahmak değilim' demeye çalışıyorum. Tekrar ediyorum, mesele tek tek falanca hükümet, filanca hükümet değildir. Bu, ilkel sistemin ve yetiştirdiği ilkel zihniyetin bir ürünüdür. Bu sistemin ve zihniyetin yönetme biçimi, bu sistemin devlet etme anlayışıdır; kaynağı budur. 'Zaruret, mahsurları ortadan kaldırır' sığınmacılığının ve bu anlayışın egemen olduğu sistemdir kaynak. Kaynak budur... Stratejistlerin tanısı da bu yöndedir. Biz de burada bilmem neremizi yırtıyoruz. Ya n'olur, bir gün de bozuk saatin günde bir kez doğruyu göstermesi gibi (kazara da olsa) doğru bir karar alın ya! Neyse geçiyorum... İlkel beyinlerin yarattığı bir durum bu aslında, üzülüyorum. Daha ne denebilir ki? Hey! (sayın) yetkililer, kendi sefil yaşamınızın dışında da bir yaşam var. Sizin bir türlü göremediğiniz ya da görmek istemediğiniz... ... Ve ölüyorlar, bir sabun gibi kayıyorlar avucumuzdan. Sizi; onların yaşamlarının gözetilmesi için (sayın) yetkili makamlarına oturttular, onların haklarını hukuklarını tesis etmeniz için oturttular, bu ülke için iyi birşeyler yapmanız için oturttular o koltuklara.... Ve iyi birşeyler yapmanız için kolunuzu kıpırdatmanızı bekliyorlar. İyi bir şeyler yapmak çok mu zor? Anlaşıldı... (sayın) yetkililerin o taraklarda bezi yok anlaşıldı... Hem problem çözücü makama – merciide olacaksın, hem de hiç bir şey yapmayacaksın. Olayları, ölümleri, işkenceleri bir film seyreder gibi seyredeceksin... Ve bir seyirci refleksi bile göstermeyeceksin. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi, bu ülkede her şey yolunda gidiyormuş gibi davranacaksın. Bu nasıl bir ruh durumudur bu? Ölümleri kanıksamış haliniz, anti-demokratik oluşumları umursamaz tavrınız ve çok sıkıştığınız zamanda önerdiğiniz ya da getirdiğiniz palyatif çözümler neticesinde; insan, hayvan, ağaç, her kim olursa olsun, hangi canlı türü olursa olsun, onların acı çekmelerini, ölmelerini hızlandırıyor adeta. ... Ve sizin basiretsizliğiniz, beceriksizliğiniz, ilgisizliğiniz yüzünden kaybedilenleri gördükçe burnumuzun direği sızlıyor... Devlet adına işkence yapan, adam öldüren adamları (!) biliyoruz. Beli tabancalı, eli kanlı, gangster filmlerinden çıkmış gibiler... ... (sayın) yetkililer sizin onlardan ne farkınız var? Ben fark göremiyorum, ya siz? Sadece, biri daha incelmiş, daha okumuş-yazmış görüntüsünde; diğeri, hoyrat, 1940'lar Almanya’sında yaşamış Nazi doktor Mengele misali tesadüfen(sayın) yetkili olmuş bu adamlar. Yoksa rahatlıkla özel tim olabilirlermiş. Onları anlayabiliyorum, içinde bulundukları konjonktür bunu gerektiriyor zira. Onların esbab-ı mucibeleri, varlık nedenleri, var olma sebepleri zaten içinde bulundukları bu sistem değil mi? Türkiye babanızın çiftliği değildir beyler öyle istediğiniz gibi kullanacak! .. Küfür etmemeliyim... Küfür etmemeliyim... Onun için susuyorum... Onun yerine yapacağım başka türlü bir davranış beni rahatlatmayacak biliyorum... Onun için susuyorum. Tabii bu ülkede insanlar ölürler, işkence görürler, hapislere tıkılırlar. Tabii özürlüler yok sayılırlar. Üçüncü cinsler sapık muamelesi görürler, ağaçlar katledilir, hayvanlar öldürülürler... Ve tabii ki denizlerimiz mahvolur, balıklarımız yok olurlar. Çünkü (sayın) yetkili izleyicilerimiz baktıklarını göremez durumdadırlar da ondan. Çünkü onların bulunduğu yerden buraları iyi görünmüyor da ondan. Neden görmüyorlar biliyor musunuz? Ben söyleyeyim. Sosyal devlet sistemi yerine yağma ekonomisini dayatıyorlar da ondan. Onların politikaları bu, yenidünya düzeni dedikleri işte bu... Küreselleşme denen 'emperyalist sistemin' yeni aldığı biçimi dayatıyorlar ve bütün değerlerimizi, denizlerimizi, ormanlarımızı, hayvanlarımızı, insanlarımızı un gibi öğütüyorlar. İşte bu; bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler düzeninin ürünüdür. Vahşi kapitalizmdir. Neden seyirci kalıyorlar? Neden seyrettiklerini görmüyorlar? Söylemeye devam edelim o zaman. Sistem bazı imtiyazlı kişilere ayrıcalıklar tesis ediyor, katmerli sömürüye çanak tutuyor. Özellikle 1980'lerde Özal dönemiyle başlayan (Özalizm) örgütsüzlük ve görgüsüzlük süreci sisteme boyut ve yoğunluk kazandırmıştır. Örnek mi? Borsa mesela, nedir borsa? Sermayedarlara, kapitalistlere sıcak para akışını sağlayan sistemin para kaynağı olan bir altsistem. Haklı olanın değil, güçlü olanın haklı olduğu bir sefil sistem. (... ve bu ülkedeki soygun sistemi, güçsüzü yok etme sistemi işte böyle işliyor, böyle işletiliyor.) Ve bu sistemi yeni bir şeymiş gibi 'modernleşme süreci' diye adlandırarak boklarına cila veriyorlar. Modernleşme süreci 1830'lu yıllarda II. Mahmut döneminde başlamıştır. Bunu biliyor musunuz? Bal gibi biliyorsunuz, hınzır gibi biliyorsunuz. Bir değerlendirme yanlışı var zaten. Başka bir gerekçe bulunuz artık, başka bir mazeret, başka bir isim bulunuz... Ölümlerin cazibe merkezi haline geldiği yerlere dokunmayacaksınız, hatta yağmaya, talana, katliamları görmezden geleceksiniz, sonra da... neyse... neyse... Problem sizin beyniniz beyler, asıl beyninizi gözden geçirmelisiniz. İşte sizin seyirciliğinizin asıl sebebi bu. Denizlerimizin yok olması, denizlerimiz gibi birçok değerin yok olması sizin o vizyonsuz beyinlerinizin ürünüdür, yanılıyor muyum yoksa ben? Egzajere etmiyorum, aslında öz değil biçim, esası değil görüntüsü tartışılıyor hep. Tartışılması gereken sistemin kendisidir. Bu adamları, bu frankenstaynları sistem yaratmıştır. Bu adamlar sistemin belagatinin yansımasıdır aslında; onun için çok önemli bir şey değil kişilerde yoğunlaşmak... Ve buna verilecek cevabın da pek önemi yok aslında. Çünkü ilahlar böyle istiyor, ilahlar böyle isliyor çünkü... Aktif hükümet ve belediyecilik konusunda Adana'dan bir örnek vermek istiyorum. 1985–1986 yıllarına kadar toplu taşımacılık ekonomik ömrünü tamamlamış, yıpranmış ve görüntü olarak da göze hoş gelmeyen eski dolmuşlarla yapılıyordu. Bunun üzerine belediye- trafik işbirliği ile bu tip araçlar trafikten men edildi ve hak sahiplerine ucuz ve uygun krediler verilerek otobüs ve/ veya minibüs sahibi olmaları sağlandı. Bu olay şehir içlerindeki at arabalarıyla yapılan taşımacılık için de uygulanabilir. Atlar alınıp, sağlıklı ve bakımlı, bir şekilde haralara yerleştirilip, hak sahiplerine ucuz ve uygun vadeli krediler tanınıp pick-up ve/ veya kamyonet sahibi olmaları sağlanabilir. Böylece belediyelere gelir, nakliyecilere çağdaş imkânlar sağlanırken, çilekeş hayvanlar da ömürlerinin kalan kısmını dinginlik ile geçirirler. İnanıyorum ki, bir takım basit önlemler ile hayvanların hak ettikleri yaşamları korkusuzca, sevgiyle ve minnetle devam eder, hem de bu ülkenin ayıp ve iptidai manzaraları arık kapanır. 'Diyorum' ama yine halt ediyorum galiba. Belediyeler için üzerinde pek kafa patlatılmaya değer bir problem değil bu aslında. Öyle olsaydı bu basit sorunlar yıllar içinde çözülürdü ve de benim gibi (lâfı ağzında) insanlar ne yazar ne de konuşurlardı. Demek ki belediyelerin ve hükümetlerin bu anlamda bir derdi; düşünce sistemlerini alarma geçirecek bir boyutları yok. Bunun başka bir tanımı var mı? Hayır, bunun başka bir tanımı yok! Kamu vicdanını rahatlatmaya yönelik hiçbir olumlu tavrı, niyeti, düşüncesi olmayan belediyeler yaşamın yoğunluğunu kavrayabilirler mi? Mümkün mü böyle bir şey? Elbette değil... Ama olmaz, bu bir sistem sorunudur. 1950'lerde başlayan 'siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz' diyen anlayış (hem iktidar, hem muhalefet) bu ülkeyi sürgit yönetirse; Sinek öldürür gibi kuzuları boğazlayan vicdani yapı, bu vahşeti bayram diye legalleştirirse; // Bazı fikirleri dost, bazı fikirleri düşman olarak algılarsa ve çıkarların pekişmesi, yoğunluk kazanırsa; Sokaktaki kediye, köpeğe, ata, şefkat dilemek, sokak çocuklarına sıcak yuva, çöplükten beslenen insanlara sıcak aş, işsize iş, hastaya doktor istemek gibi taleplerinde yerine getirilmesini beklemek için bu adamlardan medet ummak çok saflık olur değil mi? İşte burada da şizofrenik bir çelişki var. Her şey ne kadar çarpık, ne kadar asimetrik ve uyumsuz! .. ... Ve bu adamlar, bu anlamda yalnızca görüntüden ibaretler. Sıkıldık artık sıkıldık... Midemizde kramplar; kusacağız! Yahu bu ülkede hiç mi bir şey yolunda gitmeyecek? Bir korku cumhuriyeti, bir ölüm cumhuriyetinde yaşıyoruz adeta! Hangi sömürü, hangi yaşam hakkına kasteden bir vaka varsa Türkiye o noktada birinci. Ekonomik, politik ve yaşamsal her alanda, tüm alanlarda olumsuzluk birincisi. Demokrasi deyip de demokrasiyi uygulamayan ülkelerin başında ve destabilizasyonda, istikrarsızlıkta kronikleşen ülkelerin en başında. Türkiye, geçen her yılı kara bir yıl olarak ilan etmeyi adeta kanıksamış durumda. Bu ülkenin her geçen yılı kara bir yıl olarak tarihin sayfalarına yazılmakta. Yeri geldi; Epıctetus'un söylediği çok hoş bir söz var, sizlerle paylaşmak istiyorum; 'Korku, sıkıntı ve telaş içinde olan hiçbir insan hür değildir. Sıkıntı, korku ve telaştan kendisini kurtarmasını bilen adam, aynı şekilde kendisini kölelikten kurtarmış olur.' Vay ki vay ha! .. Daha alacağımız çok yol var. Ben gene şu derneklere döneyim, bir de hayvanseverlerin uygulamalarına. Biliyorsunuz, hayvanları koruma derneklerinin bir garip uygulaması var…/ Özellikle İstanbul'da sahipsiz kent hayvanları alınıyor, kuduz aşısı yapılıyor, boynuna bir tasma ya da kulağına delerek taktıkları plastik bir küpe zımbalanıyor ve hayvan barınaklara (koruma altına) alınacakken sokağa tekrar yeniden salınıyor. Gerçi bu, hiçbir şey yapılmamasından evlâdır tabii ki, ama ya sonrası; o hayvanlar ya araba altlarında kalıyorlar, ya şikâyet üzerine belediyelerce öldürülüyorlar, ya da çocuklar tarafından taşlanıyorlar. Bunun sonucu olarak ya ölüyorlar, ya da sakat kalıyorlar. Böylesi noktalarda salya-sümük ağlama reflekslerinden başka ortaya bir şey koyamayan dernekler hiç, ama hiç yeterli olamıyorlar. Çünkü yaptıkları işe kendileri de inanmıyorlar. Bu konularda ne gibi gelişmeler yaşanıyor, dünya devletleri bu anlamda neler saptamışlar nasıl projeler üretilirse kalıcı çözümler oluşturulabilir; meraklarını dahi celbetmiyor. Uygar program paketlerini nasıl oluşturabiliriz, sivil toplum örgütleri arasında nasıl bir ilişki ağı kurabiliriz, yerel ve merkezi yönetimler ile ne gibi ortak projeler/ paydalar çıkarabiliriz de bu ilkelliklere bir son veririz gibi sorular hiç, ama hiç akıllarına gelmiyor. Değerlendirme yetkilerini geliştirmiyorlar. // Ama, ayıp ediyorlar... Belediyeler, karşılarında bu karikatürize edilmiş yapıyı gördüklerinde (onlara rağmen) ha bire sokaklardaki gariban hayvanları katlediyorlar. Bunun üzerine dernekçiler, cinnet getirmiş danalar gibi ellerinde pankart, salya-sümük zırlayarak belediye kapılarına dayanmak için salvar-sümük yollara düşüyorlar. (Bu “salvar-sümük lâfzı annem merhume Aydan Örtülü’ye aittir) 'Kargalar gülüyor, duyuyor musunuz? ' Çok komikler ama değil mi? Gülebilirsiniz... Gülebilirsiniz ağlanacak halimize; gülebilirsiniz... Belediyelere gittiklerinde önce yumuşatılıyorlar, sonra sırtları sıvazlanıyor 'tamam, bir daha olmayacak, merak etmeyin' deniliyor ve gönderiliyorlar. Hayır, hayır postalanıyorlar adeta... Hepsinin de ağzı kulaklarında, matah bi’şey yapmışlar gibi gerine gerine evlerinin yolunu tutuyorlar. Çok komikler değil mi? Yahu; her gördüğünüz yoğurda, ayrana (cacık olmak için) 'ben hıyarım' diye koşmak doğru mu? Bir araştırın bakalım, o gerçekten yoğurt mu, ayran mı? Tamam; sizi biliyoruz (!) ama bir bakın bakalım o ayran mı? Sırtınızın sıvazlanacağını bile bile gidiyorsunuz, plânsız, programsız, projesiz gidiyorsunuz ve postalanıyorsunuz adeta. Başınız göğe mi eriyor ya? Bayram harçlığı, bayram şekeri almış bir velet yılışıklığı ile postalanıyorsunuz adeta. Muhtemelen, bir iki de sofistik, parlak söz dinliyorsunuz: — Biz hayvanları öldürmüyoruz. — Biz de hayvanları seviyoruz. — Sizin gibi hayvansever, duyarlı insanların olması çok güzel. — Siz de bizdensiniz gibi... Siz de bizim ailedensiniz. Kölelik dönemlerinde derebeyleri malikânelerinde barındırdığı, hizmetinde kullandığı köleleri için de böyle söylerlerdi. 'Siz de bizim ailedensiniz...' Biz ve ötekiler; bunun altında bu var aslında... ... Aslında o hep uşaktır, o hep halayıktır, o hep çobandır ve yemeğini hep mutfakta yer, konağın müştemilatında yatar. 'Siz de bizdensiniz ha...' Peki, tamam susuyorum... Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim, Türkiye'nin bu noktalara gelmesinde sizlerin de parmağı var. Hep bir uşak olarak kalan yapınız, hep boynu bükük 'ricacı' tavırlarınız ve sivil toplum örgütsüzlüğünüz bu ülkeyi buralara taşımada büyük ve affedilmez faktör olmuştur. Beyinsel fukaralığınız, beceriksizliğiniz, cahilliğiniz sizi hep belediye kapılarında edilgen, pasif bir dilenci haline getiriyor. Ne şizofren bir yaklaşımdır bu? İki ayaklarınızın üzerinde kendi başınıza duramıyorsunuz, iki elinizle bi’pipimi düzeltemiyorsunuz. Açtığınız barınaklarda, beceriksizliğiniz yüzünden hayvanları telef ediyorsunuz. Bir cellât gibi kıyıyorsunuz onlara, sonra da yapılan eleştirileri kabullenemiyorsunuz... ... Ve nohut kadar beyninizle, yaptığınız bu beceriksizliklere kendinizi ibra etmeye yönelik saçma sapan açıklamalar getiriyorsunuz. Ben aptal değilim ki, yaptıklarınızı ve yapılanları anlayabiliyorum, ama, ikna olamıyorum. Sizleri böyle dangalak bir yörüngede ve acz içinde görünce artık yapılabilecek pek fazla bir şey kalmıyor diye düşünüyorum maalesef... Ya; allahaşkına, bir gün de bi'boka yarayın ya; bu kadar mı basiretsizsiniz be! ! ! Yahu, ben çenemi niye yoruyorum ki? Alt tarafı basiretsiz, ahmak ve cahillerden oluşmuş dernekler ve alt tarafı ölümlerden zevk alan çözümsüz belediyeler, belediye başkanları. Bunları (Bu adamları) ciddiye alabilir misiniz? Ama yoruluyoruz, deyiyor mu ya? İlkel beyinlerin yarattığı bir durum, üzülüyorum. O akıllarınız kulaklarından dökülüyor sapır sapır ve kulaklarınızdan dökülüp geçtiğiniz, bulunduğunuz her yeri pisletiyor, kirletiyor. Aynaya bakıp bakıp tükürün. Evet, aynaya bakın ve tükürün, ya da yukarıya tükürüp altında durun. Bunu yapın be n'olur... ... Zekâ özürlüler, zekâdan bî-nasip adamlar ne utanmaz adamlar bunlar ya, ne utanmaz adamlar bunlar... Bunları yazmak zorunda kaldığım için alabildiğine öfkeleniyorum. Durduk yerde insanı böyle sinirlendiriyorlar 'yahu, bunu nasıl beceriyorlar? ' ... aslında bunda şaşılacak, şaşacak bir şey yok değil mi? Bu gerçekten komik bir durum aslında. Hayır, komik değil, trajikomik. İnanın, oturup döşümü döve döve ağlamak geliyor içimden.../ Sinirden ha; yanlış anlaşılmasın! .. 'Lütfen hayvanların da bizler gibi can taşıdığını, duyguları olduğunu ve insanları sevdiklerini unutmayalım...' gibi saf saf konuşuyor, yazıyorum ama, bu dokunun içindeki kanserojen olgu gibi sizleri görünce ümitlerim sönüyor. Sistemin bir başka ayağı hortumlayıcılarısınız! Yerleşmiş bir boşluk nasıl doldurulur? Soruyorum! ... Bir cevabınız var mı? Var mı bir cevabınız soruyorum! .. “Yok” gibi görünüyor. Bir kere daha yanılmadık maalesef. Eğer olguya gereken hassasiyeti göstermezseniz olgu da sizi önemsemez ya da olgunun bir parçasısınız demektir. 'İnsanlar; insanların, insanlara ve hayvanlara insanlıklarıyla insanlaşırlar' ne kadar doğru değil mi? 1991 yılından bu yana vejetaryenim. Bu, bir hastalıktan, et ve et ürünlerini sevmediğimden kaynaklanmıyor. Yalnızca hayvanları çok seviyordum. Ve bu sevgi benim vejetaryenliği benimsememin çıkış noktası oldu. Şimdi ise olaya salt 'duygusal perspektiften' bakmıyorum. İnsanların başka bir canlının etini yemelerinin bilimsel açıdan, etik açıdan ve bunun gibi birçok nedenlerden ötürü doğru olmadığını düşünüyorum. Ve onların öldürülmeleri, bir takım yortular için katledilmeleri, ticari amaçlar ve insanın tükenmek bilmeyen hırsları sebebiyle acımasızca yok edilmeleri bana aykırı geliyor. İşledikleri cinayetlere 'av sporu' diyen züppe avcı bozuntularından, hayvan düşmanlarından, yılbaşı günlerinden, ayı oynatıcılarından, kurban bayramlarından, hayvanların postlarını doldurup onları evlerinde adeta bir 'süs eşyası' gibi kullananlardan, kürk giyenlerden inanın nefret ediyorum.... Ve onlara yuh olsun diyorum. 'Yuh olsun size be... yuh olsun' Vizon, tilki, kakım, tavşan, mink, çinçilya, astragan gibi hayvanların kürklerini 'elbise' olarak giyenleri kınıyor ve onları gözümde bir 'hırsız' olarak niteliyorum. Bir hayvanın sırtındaki kürkü onun rızası olmadan zorla almak bence; birisinin sırtındaki ceketi veya kazağı başka birinin zorla onun sırtından almasına benzetiyorum. Üstelik, zavallı hayvanlar korkunç metotlarla canlarından ediliyorlar. Koskoca filler ise yalnızca dişleri için acımasızca öldürülüyorlar ve nesilleri yavaş yavaş tükeniyor, tüketiliyor. Gergedanlar öyle, foklar öyle, hangi birini sayayım ki? Hayvanlar ve onları barındıran doğa ile olan çarpık ilişkilerimiz beni fazlasıyla üzüyor ve tedirgin ediyor. Bu konudaki duygularım ve düşüncelerim o kadar kesif ve yoğun ki kendime hâkim olmasam çığrımdan çıkacağım. ... Ve aslında biliyorum ki; hislerime onlarca sayfa az bile gelecek kalemim ise dilimin ucuna kadar gelen küfürlerden başka hiçbir şeyi yazmaz olacak, bunu biliyorum... İnsanlar... Ah insanlar, insanlığımdan utanıyorum. Yeri gelmişken; G.B.Shaw'nun (artık herkes tarafından bilinen) sözünü (birazcık) besleyerek aktarmak istiyorum; 'İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyorum ve onlara olan sevgim gün geçtikçe katlanarak büyüyor. insanlara olan kızgınlığımı ve öfkemi onlarla lokalize etmek istemiyorum. Başta da belirttiğim gibi bu bir sistem sorunudur. Sistemin, devletin ve hükümet edenlerin postmodernist anlayışı, yani 'her şey mubahtır' anlayışı çerçevesinde ortaya koydukları şeylere çözüm demeleri ve bunu insanlara yutturmaları yenilir yutulur şey mi? ... elinizde bir sinek ilacı, habire sinek avlayacaksınız; ve buna çözüm diyeceksiniz. Bataklık duruyor beyler, bataklık duruyor. ... Bataklık; yerinden yurdundan ettiğiniz, tarlalarını, evlerini yaktığınız köylüler, son çare intiharı seçen bu işsiz insanlar, boğaz tokluğuna çalıştırılan bu işçiler, memurlar, gözaltında kaybolanlar, yargısız infaz edilenler, işkence görenler, tecavüze uğrayanlar, çöplüklerden ekmek toplayanlar, demokratik taleplerini dile getirmeleri sebebiyle zindanlarda çürümeye atılan insanlar, hastane kapılarında ölenler, rant uğruna yok edilen ağaçlar, katledilen hayvanlar, bataklık bu işte! .. Bırakın sinek ilaçlarını beyler, bırakın, bataklık bu... O; ciğerlerin pelte pelte ağızlardan geldiği zindanlarda yatan düşün adamları; / bataklık bu... Önce gözlerinize ve beyninize yerleşen o anti-demokratik bakışınızdan kurtulun. Anti-demokratik bakışınız ve tavrınız beyninizin içinde olduğu sürece allame-i cihan olsanız bataklığı kurutamazsınız. Bu beyinleriniz bu haliyle bataklık kurutmaktan çok uzak beyler, bilesiniz... ... Aksi halde; temel siyasi değerleri değiştirmeden bu anti-demokratik yapıya müdahale edebilir misiniz? Bunu yapabilir misiniz? Mesela; dayakçı polise önlem almazsanız ve onun dünya görüşünü yargılamazsanız; 'Hey birader bu adamları sağa sola (pardon sola sola) ateş etme noktasına getiren nedir' diye sormazsanız bu anlamda doğruları yaptığınızı söyleyebilir misiniz? Bunu yapmak için toplumsal yaşama müdahale değil, toplumsal yaşamı iyileştirmek, düzeltmek gerek... Doğa gereği bu, eşyanın doğası işte bu. Aksi halde üç gün sonra bu karanlık görüntüler geri gelebilir; temel mantıktan vazgeçilmiyorsa eğer... İnsanların ve hayvanların çöplüklerden beslendiği, hastane kapılarında sokaklarda öldüğü, işçinin, memurun sömürüldüğü, emeklilerin kuyruklarda öldüğü bir memlekette yaşıyorsunuz; 'nerede yaşadığınızı sanıyorsunuz? ' Bu yaşanan olumsuzluklar zincirinin bir kırılma noktası olması gerektiğini düşünüyorum. Hukukta 'maddi hata' diye bir konsept vardır. (Fahiş hata) Olayın özüne yanlış yaklaşım. İşte bu yanlış yaklaşımlardan arındırılırsa beyinleriniz, gerçek anlamda bir hukuk devleti oluşturulursa, palyatif çözümler yerine kalıcı çözümler getirilir, primitif uygulamalar uygar uygulamalara dönüştürülebilirse, ilkel toplumların sosyal ve ceza anlayışından vazgeçilirse; ancak o zaman içimizdeki ümidi biraz olsun yeşertebiliriz. ... Bunun da bir yolu vardır elbet. Ülkeye bakıp, baktıklarımı görüp değerlendirip ve sonuç olarak, yoğun olarak taşıdığım paradokslara rağmen iyimser bir tevekkül ile birilerinin çıkıp iyi bir şeyler yapmasını bekliyorum. Bu ülke için birilerinin bazı şeyleri yoluna koymasını umuyor, ümitlerini yeşerinceye kadar sulamak istiyorum ve bekliyorum... Ellerinden iktidar oyuncakları alınan yöneticiler birden demokrat kesiliyorlar; bunu görebiliyorum. İktidarda veya yönetimde olduklarında demokrat olduklarına dair en ufak bir ipucu vermiyorlar; bunu görebiliyorum. Ve bunlara inanmamak zorundayız, inanmamak mecburiyetindeyiz; bunu biliyorum. Demokrat sözcüğü bu insanların ağzında kirleniyor. Biz, gerçek demokratlar başka bir isim bulmalıyız artık diye düşünüyorum. Son derece yüzeysel bir beyin, görüntüsel; yani, satıhta bir görüşü içeren beyinleriyle yaptıkları anti-demokratik uygulamaları adeta dayatacaksınız ve bunun da adı çözüm olacak öyle mi? Güzel, amman nazar değmesin... Bu ülkenin, bu sömürge ülkenin sömürge bakanları, yöneticileri yaşama hakkı bütünlüğüne dair olumlu hiç bir şey yapmıyorlar, inatla yapmıyorlar. Akıl alır gibi değil ama yapmıyorlar. Hâlâ yapmıyorlar. ... Ve bu halleriyle can sıkıyorlar, mide bulandırıyorlar. İnsanın yazdıkça sinirleri geriliyor. Aslında yeterli bir tepki bile değil bu yazdıklarım sevgili okurlar. Hâlâ yaşama hakkının ihlalleri yönünde tercih koyuyorlar, hâlâ intikam senaryoları yazıyorlar, ölüm tamtamları çalıyorlar. Devlet intikam almaz, devletin ido'su olmaz bunu bilmiyorlar mı? Bal gibi biliyorlar, elbette biliyorlar. Böylesine standartları bulunduramayız elimizde, eğer bunu yapıyorsanız aynı yasalara göre suç işliyorsunuz demektir. Devlet yaşama hakkını kategorize edemez. Kimi canlıyı dost, kimini düşman olarak göremez. Aksi halde sorarlar adama: 'Bıçaklarınızdan akan kanı yaladınız mı bari? Şöyle bir histeri halinde yaladınız mı bıçaklarınızdan akan kanı? Ya da tabancanızın namlusundan çıkan dumanı üflediniz mi Red-Kit misali... Neden öldürmeye, yok etmeye, yok saymaya bu kadar yakınsınız, neden yaşamı total algılamaya bu kadar uzaksınız merak ediyorum' Ve duruma bakarak diyorum ki; eğer itlaf memuru olsalardı (özellikle) belediye başkanları da aynı şeyi yaparlardı, merak etmeyin... Sakin olalım dedik ama gelin görün ki mümkün değil. 'Şikâyet' olarak başlık attığım bu yazıyı aslında deşarj olmak için yazdığımın bilinmesini istiyorum. Biliyorum ki yazdıklarımın tümünü duyarlı insanların hepsi biliyor. Benim sözlerim de zaten duyarlı insanlara bir mesaj olarak yansısın istiyordum. Yani, 'hey! duyarlı insanlar, yaşamın gerçek ritmini yakalamış insanlar, hayatın yoğunluğunu kavramış insanlar, bildiğiniz gibi böylesi ilkel bir panoramayı yıllardır seyrettiriyorlar bize, anlaşıldı ki bu işler seyretmekle olmuyor; hani, illaki bir şeyler yapın demiyorum(!) sadece aklınızın bir köşesinde bulunsun diyorum. 'Şikâyet' imi (son sözler olarak) bir-iki tane güzel söz iliştirerek bitirmek istiyorum. -'Eğer; hayvanlar konuşabilselerdi, biz insanların onlardan öğreneceğimiz çok şey olurdu.' -'Köpekler akıllıdır, insanlara benzemez' Kızılderili sözü. -'Evin kristalden yapılmışsa, kimsenin camına taş atma.' -'Rüzgâr eken fırtına biçer.' -'Kapıları çalan benim, Çalan benim birer birer Gözünüze görünemem, Göze görünmez ölüler.' N.Hikmet Kendi yaşamlarının dışında da bir yaşam olduğunu farkeden tüm insanlara demokratik ve uygar bir ülke diliyorum. Sağlıcakla kalın. Gürkal GENÇAY 21. Aralık. 1992. Adana // 21. Aralık. 1997. İstanbul (''Yarınları Tüketmek Dünden'' isimli kitaptan / Örtülü Yayınları-1999) ****************************************************************************** http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek... http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html (Sayfa: 3 / 34)
Necdet Erem
011 Huzur ve Saadet Mesajları
Rabbim hakkı işitmeye, işittiğini anlamaya ve kabul etmeye muvaffak kılsın. Hakkı söylemeye hakikati duyurmaya vazifeli olanlara da, gayret, feraset, marifet ve muhabbet ihsan etsin ki! İşittiklerine inat ve adavet ile isyan etmeyip, "SEMİ NA VE ETE-NA YAREBBENA" İşittik itaat ettik (Maide 5/7) desinler. İrşat ve tebliğde muhatabın kabulü, Allah’ın ihsanı ile tebliğcinin tebliğ ve teklif metodundaki takip etmiş olduğu yol, ilim, feraset ve samimiyetine bağlıdır. Kabul edilmesinde problem olmayan, hatta şiddeti ZARURETİ olan davetler bile, davetçinin usul ve erkan bilmeyişinden dolayı REDDİ CEVAP alıp, kabul görme şansını kaybedebiliyor. Rabbim Ümmeti Muhammed’e, (sav.) feraset, dirayet, marifet ve SAMİMİYET ihsan buyursun ki, İNSANLIK İMANSIZ KALIP CEHENNEME mahkum olmasın. Şu hayatı da anlamsız ve amaçsız yaşama mecburiyetinde kalmasın. Takdire şayan bile olsa, örneği olmayan bir düşüncenin kabul görmesi çok zor bir şey. Kimi, neye, nasıl davet ettiğinden bihaber davetçilerin dikkatine. Değerli Müslümanlar. Maalesef bu gün insanlığın İslam gibi hayata anlam kazandıran, iki dünya’da da huzur ve saadet mesajları ve müjdeleri veren İslam Dini; Temsilcileri olan biz Müslümanların, cahilliği, fakirliği, geri kalmışlığı ve içinde bulunmuş olduğumuz keşmekeşten dolayı, bütün insanlığın yaşanmakta olan dünya hayatına anlam kazandırması adına İslam’ın TEVHİD VE AHİRET inancına şiddetle muhtaç olmasına rağmen, İSLAM insanlık nezdinde KABUL GÖRMÜYOR. Gelişmiş ve kültür düzeyi yüksek topluluklar tarafından, sanıyorum dikkate değer bile görülmüyor. Bu konuda yanılmış olmayı çok isterdim. Örneği olmayan şeyi, söyleminin değeri takdir edilebilirmi? Allah âlemi İslam’ı içinde bulunmuş olduğu, Cehalet, Zaruret (fakirlik.) İhtilaf ŞEYTAN üçgeninden kurtarsın. Bütün insanlık, İMANSIZLIK belasından kurtulup, hayatı sonucu itibari ile anlamlı ve amaçlı yaşama şansına kavuşup, EKO SİSTEMDE BAKTERİYEL bir çileden; dünya zindanında idam hükmü verilmiş, infaz gününü bekleme esareti yaşamaktan kurtulsun. Futbolculuk ile futbol severliğin aynı manaya gelmediği şuur ve bilincinden hareketle; Sadece elhamdulillah Müslümanım demekle yetinenler ile hayatını Müslümanca ve İslam’a yakışır bir bir tarzda yaşayanlar, aynı evde yaşasalar bile aynı düşünceye hizmet ettikleri söyleneblirmi?
Ahmet Yozgat
01Dağlar Kar Bekliyor Aylin
1/: Dağlar kar bekliyor Aylin Suskun, helecanlı ve sessiz... Bense seni çaresiz… * Doğruluyorum tan atanda a kız, Yapayalnız, ıssız ve suskun kalbimden, Say ki çıtır kokulu ekmek kıvrımındayım şu an. Buharlaşıyor yüreğimdeki mermer sütunlar, bir bir. Zamanın aralığından Zilzal suresini tekellüm ediyor bir sufi Yanık ve içe işleyen Abdüssametleyin bir avaz ilen. Ve yarılıyor gök kubbe, üstüme çöküyor bitevi gri tavan. Yavan hayatıma otantik ak katık oluyor a kız hayalin, Ve çayır çimen boyalı rengarenk sevdan, Nem kapıyorum havadan... Yani dağlar kar bekliyor Aylin Suskun, helecanlı ve sessiz... Bense seni çaresiz… * Dedim ya, dağlar kar bekliyor Aylin, Bense seni çaresiz o son istasyonda. Fakir bu yandayım, belli belirsiz; Bilmem, acınla musdarip ruhum ne yanda? Yüz yıllık haki pardesüm öksüz bir anı artığı artık, Kararlı kol aralığımda boş bir arazi, upuzun. Yanıbaşımdaysa sonbahar solgunu eski hayalin... Ah be şahı-ı muhabbet Aylin! Bilmem hala neden gelmezsin ki? Dağlar buz kesip kar bekleyende bil ki a kız, Seni bekliyor, soğuk istasyondaki sımsıcak kalbim. Ellerim buzlar diyarında onuncu seyyah, Ah ah! Dedim ya, dağlar kar bekliyor Aylin Suskun, helecanlı ve sessiz... Bense seni çaresiz… 2/: Dereler sel bekliyor be Aylin Bense o soğuk son istasyonda suskun, Ve nice zamandır sessiz, seni çaresiz… * Çığlık çığlığa zaman... Sondan bir önceki tren de geçiyor boş bir aradan, Karmaşık duygularımın arasında döşeli organik raylara basa basa, Kala kalıyorum isler ve sisler arasında ha var, ha yok gibi, Dönüp dönüp selam veriyorum çevremdeki renksiz yalnızlıklara. Tanıdıklara, tanımadıklara bagajımın akibetini soruyorum, Alakasız cevaplar alıyorum arsız kondüktörlerden, Dağ kekiği kokuyor ağzımın tatsız tavanı, her cevabın ardından. Yanımdan, yöremden yırtılan takvim yaprakları uçuşuyor, Gözlerinin boyasına bandığım eski bakışlarımı aralıyorum, O haki duvarların gündüzlerinde izbe sevdalara abanıyor, Ve Dımaşklı bir filozofun felasifesine dalıyorum. Bir solgun masa ve bir gürgen oturak... Az ötemde gri poplin bir kanepe, Ve bilet diye diye yolcu yürekleri kontrol eden bir görevli.. Yani istasyondaki her şey tanık, Ve her an şahittir, flu yüzü, arsızca tırmalanan rüyalarıma. * Dedim ya, dereler sel bekliyor be Aylin Bense seni o nöbetçi tepede şu an… Beyaz şakaklarım teyakkuzda Yanımda flu hayalin… Aylin, kız Ayliiin! Hala neden gelmezsin? Dereler selbekleyende kurak arazilerde, Yağmur yağmur sayıklıyor yalnız ellerim. 3/: Ağaçlar yaprak bekliyor Aylin Bense seni çaresiz… * Durmuş avaz, En yaramaz amirim, beni sesliyor kırmızı fon önünden, Öyle kırmızı ki göz akları, sanın ki kırda gelincik... Çaresiz ben de çiçekli bir gravata yaslıyorum boynumu. Pencereler nemli nemli gülüyor, o an ağlanacak halime. Kahvaltı vakti sanki, çıtır kokulu ekmekler gül açıyor. Samranıyor ismini sonbahar ekili kahvaltı sofram. Bir ceylan sekiyor ekmekler arasında: Şıp şıp şıp... Rize Rize kokan bir kadersiz çay, Yemeni kahve... Oradayım ben hala, yani seferbirlik diyarı Yemeni çölde… Yani özlemimi ektiğim temelsiz bir tarlada pıtrak misali, Bu sevdanın emsali, uzak bir Hürrem sultan yaprağında, Say ki kurak bir yüreğin çorak toprağında, Ala karlı Ağrı dağındayım... * ulutlar hüngür hüngür! Sırlı sular yürüyor, çorak yollara, Ağlamaklı ağaçlar yaprak bekliyor be Aylin Bense seni bir başka buğulu tarla toprağının karasaban burnunda, Evlek başında, kavruk yapraklara sarınmış, Tohumunu anaç bir özlemle kucaklayan koynunda asırlara uzanan. Yani berk bir ipekböceğinin yumuşak kabuğun içindeyim şu an. Zorluyorum göğün tavanını, ellerimi kanata kanata, Boğazıma göbek kordonum mu dolanıyor ne? Her yanını Abdussamet sarmalıyor doğumumun. Bakıyorum, elimin ayasında bitkin hayalin Ayliiin Aylin... Hala neden bilmezsin? Ağaçlar yaprak bekleyende bu beldede... Çiçekleniyor bak, tarlaları bürünen kalbim 4/: Gökyüzü bulut bekliyor be Aylin Bense sessiz ve suskun... Son istasyonda seni çaresiz… * Dalıp gidiyorum Müneccimbaşına... Bir eprik köy akıyor gözlerimin aralığından, Ardından eşrafı kıt bir kasaba, antik zamandan kalan... Son mahalle, son kez berbat mı berbat, Fi tarihinden bu yana yani her vakit neyse o şimdi de. Silme çamurdan çocuklar yine boş arsadalar, Aynen feşmekan sultanın şehzadeliği yani çelik çomak peşinde hepsi. Tam orta yerde asırlık bir kocaçınar ağacı, Sayın ki Keloğlan masalına bağdaş kurmuş bir masal devi, Bir yanda avaz avaza o demirkır sakallı arsız bozacı, Ve şakaklarından her daim ter akan orta yaşlı bezgin şıracı, Ve bilumum esnafı ortalıkta orta ayarın… Gökyüzüne çevirmişiz başımızı, gözlerimiz güvercin kanadında. Yalamuk yalamuk, yağmur ha yağdı ha yağacak. Ağacak bulutlar diyarına gönlümüzden sürûr-u muhabbet. Umur görmüş alınlar, çizgi çizgi roman yazmada, Ayazmada kutsal su... Uçurtmayı en yükseğe çıkarmanın ustası, Sevdanın en alt katmanıda ağlayan Ahmet... Yani garip Yozgatlı... * Gökyüzü göz yaşı bekliyor be Aylin… Bense seni şu kaçkın bulutun kıyıcığında. Gözpınarlarım iştahlı iştahlı seğirmeye durgun Mavi yalnızlığında atlasın tek benim gölgem. Yanımda şeffaf hayalin, Aylin... Hala neden ölmezsin? Gökyüzü bulut bekleyende Acil ölüm kokluyor bu toprak kalbim… *
Ahmet Yozgat
01Dalarım Şairlerin Bozlaklarına
1/: Neşetertaş ile serildik bozkırın bacaklarına Şemsiyemiz yıldız yıldız üzerinde ecelin Çağladı ağzımızdan bir acı bozlak 'Daha on beşinde taze gelindi.' 'Aldı elimizden kırmızı ırmak.' 2/: Neşetertaş ile yorulduk gayrı hicran ölçmekten Binlerce yıllık endazemiz acılara bulandı Devrildi ömrümüz vahalarda azıklarımız yavan 'Elmalı'dan çıktım yayan.' 'Dayan hey dizlerim dayan.' 3/: Neşetertaş ile bilenmiş rüyamız uykuya daldı Kan akıttık sükûnetin bilge lülelerinden Harmanlarda savruldu ömrümüz elendi elem 'Erzurum dağları kar ile boran.' 'Yüreğimi aldı dert ile verem.'
Ahmet Yozgat
01Karanlıklar Arasında Katakulli Avcısı
Aydınlığı yakalamak isterken düşeyazdı bir şair, Karanlığa düş oldu son senaryosu Beyatlının, En karalı haber oldu sade sudaki tirit ah nidem? Hoşluğu yaşarken yüreğimde ve düşünürken düşümle ben Ve ebem, “Etme evlat! ” demeden küs oluverdim sevgimle Varlığıyla maddenin yakaladım hakikati erime noktasında, Uyandırıldım kapı tıkırtısında bir melek yüzlü tasavvurun… Kaçmaktı, uzaklaşmaktı oysa bana kurulan erek, Sallan süpürt giderek, Aydınlığı yakalamak isterken düşeyazdı bir şair, Karanlığa düş oldu karalı haber oldu ah nidem? Nefret tohumunu havanda dövdüm beni buluverdim aydınlıkta Gül rengiyle goncanın açılımıyla gülünce Hasretim lan karasevda nazargahı. Ama.. Bir daha asla Kıyamet kopsa da, sen varsın ve bir tek. Benim yanımda olmasan da… buradasın… Oysa elim kir, izanım kir, mısralarım kir… Aydınlığı yakalamak isterken düşeyazdı bir şair, Karanlığa düş oldu, karalı haber oldu ah nidem? Sen yalın halindesin ismin, ben ‘E’ haline geçerken daha Halimden anlamayanı da anlarsın ya.. ‘Can’ senin, ‘ser’ senin.. Yani bilirim ki en derin “sır” sana ait, Yoluna yokuş mu desem fal senin… Denizde kefal senin… Ben mi Araboğlu Muhyittin demesince bir kutlu fikir, Aydınlığı yakalamak isterken düşeyazdı bir şair, Karanlığa düş oldu karalı haber oldu ah nidem? Bırakın bendenizi ey kahırgam mefailünler beni, Bırakın gidem… ***
Ahmet Yozgat
01Sitem Eken Çobanlar
1/: Belalı geçitlerden fütursuz ve muhteşem Yürüyor kendini arayan mayaların katarı Uzaklar köpek gibi salyasını içiyor Üflüyorlar fareli köyde kavallarını Puslu boşluğa sitem eken çobanlar Önümüze örülüyor zulmün kalın duvarı Yıkın yıkın şunu temelden Mazlum olan ustalar Uymayın bana Yine de sakin olun ustalar. 2/: Belalı geçitlerden fütursuz ve muhteşem Parıldayan hançerle intihara dadanmış Yatar acılarım pazumda bir engerekleyin Buz gibi gözlerinden Mağrur, zalim ve iştahla bakar Tarih denen acuze boşluğa çivi çakar Çakın çakın şunu mermerden Sakin olan ustalar Bakmayın bana Yine de sakin olun ustalar.
Ahmet Yozgat
01Yüklenir Omzuma Sevda Dağları
1/: Küheylanım nallanır Düğümlenir umutların kuyruğu Mavilere boyanır kahverengi topraklar Kanat çırpar dallardaki bozlağın turnaları Altıncı parmağım bükülür Açılır üçüncü gözüm Tökezlerim sükûnet sahilinde Ağı deler türküleyin acının balıkları Yüklenir üstüme sevda dağları... 2/: Yutar ışığımı sonsuz bir hızla Yüreğimde açılan kara delikler Işıktan hançerlerle yıldızlar Saldırır donuk gözbebeklerimin yaylalarına Biter bir kulağım daha alnımda Kalbim uykuya dalar Uzanır başım lacivert ovalara “elham” ısmarlarım Borçlu kılıp ardımdaki sağları Yüklenir üstüme sevda dağları...
Burak Yalçın
02-Deniz
Sadece seni istiyorum deniz Ağlamamaya ant içtikten beri Sadece seni istiyorum deniz Gönül bahçem talan edileli Sadece seni istiyorum deniz Kalabalık içinde yalnız kaldıktan beri Sadece seni istiyorum deniz Kurtlar sofrasına düştükten beri Sadece seni istiyorum deniz Kollarında uyumak huzurlu Sadece seni istiyorum deniz En azgın dalgana gömsünler beni Sadece seni istiyorum deniz Mutlu bir yuva hayalini unutalı Sadece seni istemiştim deniz İçimdeki rüzgâr tufana döneli
Ahmet Yozgat
02 Bakireler Ayrılır Klandan
Züldar Begüme Otuzuncu Masallama 30a/: Eyvallah Züla... Kovalarsa sevda, Aşk adamı kaçar arkasına bakmadan. Ölüm kovalarsa teslim olur. Göğsünde gül açar ölenin, Ama aşk ehlinin döşü delirmişliğidir. Herkesin içindeki mahpushane yakalar, Bir gün kaçağı en kuytu yerde. İsterim ki ölüm yakalasın kişiyi, Ama sevdaları yakalamasın. Ey Zül... Fışkıran her hücrenden arzu ise bil ki daha yaşayacaksın. Bense senden de delişmenim. Bu yüzden arzum Karadeniz kesilir başıma her yağmurda. Ve yine kızar. Alır alır çalar başını kızların eteklerine. Etek bu hışırdar tezeneyi duyanda. Kızlara geçer denizin öfkesi. Bakireler ayrılır klandan. Sarışın kraliçe memelerini doğrar tek su verilmiş kılıcıyla. Saçlarını kırpar kör bir kama ile. Üzerine geldiğini düşünmüşse amazon taifesi İskit prenslerinin. Bir sanrıdır onlarınki. Çünkü her kuş kendi sesiyle öter. Dudular ayrı. Bu yüzden, 'Ailesinden intikam almaya karar vermiş her karışık kafa kopartılır,' diye yazar tarihler. Şehzade Korkut dahil. Günlerce başı yerde dolaşmaktansa, bir kez yıldızlara bakmak daha yücedir. Düşünceli bir şekilde yürümek zordur. Beyaz nokta sayısı azalır gide gide. Sen en iyisi mi gezip dur başıboş ve tavşanleyin. Ne yapacağını bir türlü bilemiyorsa, mektep kar etmez kişiye. Ama şiir ilinin ölümsüz burcundasın sen ey Züldar. Bilmezsin Zü can. Başını kızların eteklerine çalan arzuyu, Karadeniz kesilen ihtirası, Kızlara geçen denizin öfkesini, Ayrılır klandan bakireleri, Memelerini doğrayan sarışın kraliçeyi, Tek su verilmiş kılıçları, Saçları kırpan kör bir kamayı, Amazon taifesini ve İskit prenslerini... Bilemezsin tüm bunlardaki gizemi. Bilir misin yoksa aşktan sorumlu sultanı Züldar kız? Ah hırsız!
Ahmet Yozgat
01Kurtlar Sofrası Safsatası
Tarih bir Yeşilçam filmiyle başladı nihayeti! Starring: Adem İlkadam… Hazzını henüz tatmıştık o sabahla geç buluşmanın, Ve bilcümle figüranın… *** Gece... Deli gömleğini giyinemeden daha, Bendeniz yakazamsı bir eda ile tavan arası... Kocaman yani külüstür bir Edison fonoğrafı, “Uykuda mısın sevgili yarim” soluklanması on dakka arada, Uyan uyan... “ Kızıyo insan bazen ya: “Uyansana ulan! ” *** Tarih bir Yeşilçam filmiyle başladı nihayeti! “Aç gözlerini desem, n’olur? ” sorusu şakaklarımızda, Duru ve kupkuru, Jenerikte reji ve kamera olarak Süreyya Duru, Rahmetli, iri yarı şişman bir Samsunluydu… Askerliğini edenler bilir, Jandarma yazarlardı ya eskiden uyanıkları, O kabil bir şey filmin konusu işte, Her dikişte kocaman bir Moskof votkası ve köküne kadar, Mine Mutlu… Ama o da rahmetli… *** Tarih bir Yeşilçam filmiyle başladı nihayeti! Işınlanmaksızın dönüverdi ilkokuluma filmin co starringi, Bildiğiniz gibi her şey: “Sabahları erken kalkar yavrukurt! ” Ve o garibim, kurtlar sofrasında yem olacağını bilmeksizin, Masumane duyguların esiri olarak, Çocukluk aşkının kervanının arkasında Ve sıradan bir Yeşilçam sokağında, Sütçü, tecavüz mafyababası Coşkun bir de Cüneyit tabii, Beyoğlu sokaklarında boynu bükük bir bağlamacı: “Geldi, geçti ömrüm benim.” damağında bir tadım. Tarih bir Yeşilçam filmiyle bitecekti nihayeti! ***
Habibe Merih Atalay
02. Şarkı
Mor ipek yoklar ellerimden. Gidelim buradan bebeğim gel! – Adieu! Karardı deniz, fırtına var. Geçiyor hüznüm azar, azar. Günün virgülü, Re’ nin contası, Gül’ün Panzeri, Resmin teri; Turuncu bozmasın neşeni, Ne seni ayartır zaman ne rengi; Ay ışığında bengisudur karşına çıkan. – Adieu!
Ahmet Yozgat
02 Semada Sultanı Veled
Züldar Begüme İlk Masallama 1a/: Destani ve tebellür etmiş ülkelerin birinde, Todfarn diyarında oturursun sen Züldar ve Nedim'den gizemli mısralar mırıldanırsın. Baki'den salya sümük... Ama neden titreyerek? Ve usul ve gevrek. Ve bir afeti devransın çarkıfelekte. Çarkıfelekse semada sultan-ı veled. Dönerek burulur salyangozvari zaman. Her an; öncenin oğlu, sonranın babası sayılır kozmoğrafyada. Bu coğrafyada her şeyi önce Kerem yakar. Yayılır mısra şiir eline sis gibi. Diline gezgin türküler dolarsın. Ve kaçkın öyküler... Allısın Zü, Akıllısın kız Züldar. Bir sütdişi gümüş şamdanın vardır uzak uzak bilge ninelerinden kalan. Bir de şamdan üstüne yalan... O her yanı ışıtır da kendini ışıtamaz mavi tavanda. Sık sık şamdan altında ışıktan mısralar örerken görürüm seni. Trabzon işi... Ama neden titreyerek? Ve usul ve gevrek kız Züldar. Nefesini atlas bir tül gibi hışırdatırsın poyraz cenahından. Yanar mekanın kulağındaki seda kentinin çorak anları. Anıları bıldırcınlar yer. Bıldırcınları hain kurtlar... Hırlayarak. Yüksek bir dağ hayallersin sık ve yoğun. Seyrek dallar arasına güzel bir yuva kurmak istersin kuş gibi. Yani misali kaknüs. Yani cebel-i Kaf'ta bir üs. Münzevilik iyi gelir bazen beşere. Amma... Her yerde bir şey vardır senin ve benim yüreğimizi Azazil işi mengenesinde sıkan Züldar. Mesela cengaverleriyle, satır aralarında sevda geçen şarkıları katletmektedir bir kara vezir. Rezil mi rezil? Yani devr-i fetret Kerem'in yüreğinde Oysa rahat yaşamaktadır şimdilerde Maraş'ta mağara ehli ve Tiflis'te keşiş. Husule gelen her iş yapanını anımsatmaz mı? Atmaz mı kanserli leylekler yuvadan el değmişini? Üç yüz elli bir dızman, ellerine eldiven bulamamanın acısı ile baş başadır Araf'ta her an. Ama şiir ilinin ölümsüz burcundasın sen ey Züldare. Bilmezsin Zü. Nedim'in gizemli mısralarını, Çarkıfelek semada sultan-ı veledi, Anıları yiyen bıldırcınları, Satır aralarında sevda geçen şarkıları, Maraş'ta mağara ehlini, Ve Tiflis'te hönküren kara keşişi... Bilemezsin bunları. Bilir misin yoksa Todfarn ülkesini Züldar kız? Ah enfusi hırsız!
Ahmet Yozgat
02 Taylar Yetim Kalırsa
Züldar Begüme Otuz Birinci Masallama 31a/: Ya Züla... İşte bu attır. Bu atın terkisi. Ve işte sevdası küheylanların. Tabii ki işte bu da ben... Ancak her atlayan at değil. Her kişneyen küheylan değil. Her tepinen sayılmaz eşkin... Günlerden bir gün ey Züla kız, Issız doruklara sürdüm ben de masal atımı. Yan yanayız Himalaya'sında aşkın. Uzaksak terimizdeki öksüz taylara, Ne at attır, Ne de insan insan... Eyvallah Zü... Her savaşta bil ki en öndeki at ölür. Arkadaki sakat kalır. Taylar yetim ve öksüz, kişnerler gizemli bir lisan ile. Yavrularını kurtaran her anne hakkeder madalyayı. Sıra kendimizde şimdi. Ya kurtulacağız, ya da kurtaracağız rüyalarımızı kurtlardan. Eğer başımızdaki bu Lombardiyan satarsa köle diye anamızı? Ve aşk adamları rüyalarında yeşillik görmeyi unutmuşsa... Süryanca'ya benzeyen bir dil ile yaz şiirini. Ehli şiirin ve on iki oğlunun yaşamı izin üstündedir. Vakti zamanında sahte şairler İbranca yerine genellikle Nunice ötüşürlerdi. Aramca konuşurlardı usul ve gevrek. Ama bilmek gerek ki can insanın cinidir. Cinse cidarından kaşıyan eldir damarı. Yavuklusunun yaşamasını sağlayan ölümle vücut vücudadır. Bütün bunlar armağandır ehli sevdaya. Yani ruhsal armağanlardır sufi aşıklara. Tan atarsa derviş divana durur bu yüzden. Madde dışı her varlık sevdaya dil döker. Asya ağunur. Bugünkü Anadolu'nun halkı gülümser. Yanalım Züldar. Ama marifetlerimizi belli etmezsek bizi ucuz fiyatla cahil birine satar diye yanar içimde uçuşan kuşlar. Ki işte ona daha da yanmalıyız ahüzar ile. Ah ile vah! Ama şiir ilinin ölümsüz burcundasın sen ey Züldar. Bilmezsin ki Zü... Issız doruklara sürülen masal atını, Yavrularını kurtaran her anneyi, Köle diye anamızı satan Lombardiyan'ı, Ehli şiiri ve on iki oğlunu, Bana benzeyen sahte şairleri, Tan atınca divana duran dervişi, İçimizde uçuşan kuşları... Bilemezsin bunları. Bilir misin yoksa Lombardiyan'ı Züldar kız? Ah hırsız!
Necdet Erem
020 Maya Takvimi
Materyalist çağın maddeci insanı maneviyattan uzaklaşıp, ruhunu maddenin dar sınırları içinde hapsettiğinden mikro ve makro alemde her gün yeni bir buluşa imza atmasına rağmen; Maddenin sert ve soğuk duvara çarpmanın şokunu, şaşkınlığını ve şımarıklığını yaşarken, Binlerce yıl önce yaşamış, Ruhlarının mana ikliminin sonsuz ufuklarında pervaz eden insanların zamanlarının teknik imkanlarının kısıtlılığı sebebi ile taşlara kazımış oldukları ruhlarının ilhamı olan işaretlerde kurtuluş müjdesi arama fakirliğin, maddenin mana yanında ne kadar basit ve değersiz kaldığını akıl sahibi insanlara anlatmaktadır. Tabi akılı gözüne inmeyen mana ilkim ve atmosferinin sonsuzluklarına açık kalp ve akıl taşıyanlar için. Bence maya takviminden kıyamet tarihi çıkarıp felaket tellallığı yapmak; KIYAMET İLE KAİNATIN YOK OLACAĞI İNANCINDA OLUNMASINA RAĞMEN, DÜNYANIN UZAK BÖLGELERİNDEN, BİR SÜRÜ MASRAF VE ZAHMETE KATLANARAK BİR GECELİĞİNE ŞİRİNCEYE TAŞINMAK, AKIL VE MANTIK ADINA kıyamet dehşetini gölgede bırakacak bir garabet olmakla; Maya takviminin bitişinde, Asrın mantığının mahkum edilmiş olduğu materyalizmin üç boyutlu dar, soğuk ve buğucu hapishanesinden kurtulup, mananın ebed ikliminde saadet solukları alma yolunu bulacağı asra girdiği müjdesinin mutlu mesajını aramak gerektir.
Yaşar Demir
020. Yıkıntı
göz görmez ise gönül katlanırmış dediler gördü gözler, deli gönül viran olup gittin yine Bartın, 24 Kasım 1996
Ozan Efe
023-Üç dizelik
eve gelmedi düğün dernek bilmedi yüze gülmedi
Can Akın
023 - Bilemezdim ki
Gönlüme düşen Her bir aşkı Gecelerimin karanlığına Çaresizce parladığında Yıldızım sandım. Sandım ki yıldız, Aşığın görünüşün de Sandım ki yıldız, Sözlerin büyüsün de Sandım ki yıldız, Gözlerin aşka susamışlığında Belki de karanlığımın içine yayılan Minik pırıltısın da. Bilemezdim ki Seni tanımadan önce Bana yaşam veren Güneş mi yıldız mı? Bilemezdim ki Sen ruhuma ve dünyama Güneş gibi doğmadan önce Dünyamın gökyüzünde ki Kaç yıldıza vurulduğumu, Eski yalan aşklarımın Sönük ışığına Yüreğimi koyduğumu Sensin Bir tanem Ruhumu canımı Aşktan kamaştıran Bütün yıldızları Yüreğimden sonsuza kadar silen Seni seviyorum…
Onur Bilge
0238 - TÜRK RİViERASI
Onur BİLGE Antalya, sadece Türkiye’nin değil; deniz, güneş, tarih ve doğanın, büyülü bir uyumla bütünleştiği, Akdenizin altı yüz otuz metrelik en güzel, en temiz, kıyısına; antik kentler, antik limanlar, anıt mezarlar, dantel gibi koylar, kumsallar, yemyeşil ormanlar ve akarsularla muhteşem bir güzelliğe sahip olduğu için ‘Türk Rivierası’ adını almış olan dünyanın en güzel ilidir. Güneyinde Akdeniz, doğusunda İçel, Karaman ve Konya, kuzeyinde Isparta ve Burdur, batısında ise Muğla illeriyle çevrelenmiş; yüzölçümü, yirmi bin sekiz yüz on beş kilometrekare olan, nüfusu hızla artan bir kenttir. Antalya’da hayat, il merkezinin kuzeybatısında yirmi kilometre mesafede bulunan Karain mağaralarında başlar. Oralarda, milattan önce yaşayanların eşyalarına rastlanmış. Hititler zamanında, ‘Irkların Ülkesi’ anlamına gelen ‘Pantilya’ adını almış. Milattan sonra yedinci ve sekizinci yüzyıllarda göç alarak nüfusu artmış. Adını, kurucusu olan Bergama Kralı II. Attalosdan aldığı da söylenir. Önceleri Adayla, daha sonra da Antalya denmiş. Lidyalılar, Persler ve Makedonya Kralı Büyük İskender’in eline geçmiş. Milattan önce ikinci asırda Roma İmparatoru Antonius tarafından, Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya hediye edilmiş. O da Antalya ormanlarındaki sedir ağaçlarından kuvvetli bir donanma hazırlatmış. Daha sonra Pamfilya ve Klikya, Roma’ya karşı savaşarak bağımsızlıklarını kazanmışlar. Roma parçalanınca, buraları parçalanmasından sonra ise buraya Doğu Roma almış. Malazgirt Savaşından sonra Türklerin eline geçmiş. Bizanslılar birkaç kere geri almak istemişler ama 1207’den beri bizimdir. İlçesi olan Alanya, Selçuklular devrinde başkent olmuş. Selçuklular, İlhanlıların saldırılarıyla zayıf düşünce; Antalya, Hamidoğulları ve Tekelioğullarının yönetiminde kalmış. Anadolu’da birliği sağlandığında, 1391’de Yıldırım Bayezid devrinde Osmanlı Devletine katılmış ve Konya’ya bağlı, ‘Teke Sancağı’ olarak Cumhuriyet dönemine kadar gelmiş. Birinci Dünya Harbinde yenik sayılmamız nedeniyle, İtalyanlar tarafından 9 Temmuz 1922’ye kadar işgal edilmiş. Palmiyelerle gölgelenmiş bulvarları, uluslararası ödül almış marinası, kendine özgü geleneksel mimari dokusuyla tarih kokan bir yer olan Kaleiçi ve modern mekânlarıyla, Türkiyenin en önemli Turizm Merkezidir. Antalya limanı; güneyde, Mersin limanından sonra gemilerin barınağı olarak ikinci sırayı almaktaymış. Endüstri Limanı faaliyete geçince burası Yat Limanı alını almış. Liman boyunca başlayan, büyük bir bölümü yıkılmış, yok olmuş; günümüze, Hadrian Kapısı ve yanındaki kuleler, limana bakan büyük kule ve liman surlarının bazı parçaları kalabilmiş olan at nalı şeklindeki surlarla çevrili alan içinde kalan Kaleiçi, sit alanındadır. Bir tarafı denizle, diğer tarafı da surlarıyla çevrili, zaten asırlar önce korunmaya alınmış bir yer, insanların o zamanki yaşam tarzlarına, maddi olanaklarına göre inşa edilen, küçük büyük ve çeşit çeşit evlerden oluşmuş bir mahalledir. Kaleiçi, Antalya’nın ‘Tarihi Çekirdek Kenti’ olarak bilinir. Daracık sokakları inişli çıkışlıdır ve limandan yukarıya doğru, surlar boyunca uzanırlar. Hayat burada başlamış, daha sonra Antalya Ovasının kullanımı başlamış olmalı ki buraya, Eski Antalya da denilmektedir. Gerçekten görülmeye ve incelenmeye değer olan bu tarihi yeri özelleştiren, çekirdeğini teşkil eden Kaleiçi’ni anlatabilmek için, eski Antalya evlerinden başlamalıyım. Helenistik Roma Bizans Selçuklu ve Osmanlı devirleri ortak eseri olarak günümüze kadar ayakta kalan, seksen burcu olan surların içinde kiremit çatılı üç bin kadar evin karakteristik yapısı, Antalyanın mimari yapısıyla tarihi hakkında fikir vermekle beraber, bölgenin yaşam tarzını, gelenek ve göreneklerini de en iyi şekilde ifade etmektedir. Yazları çok sıcak ve kurak, kışları ılık ve bol yağışlı geçen bu yörede, evler yapılırken, daha çok soğuktan değil, sıcaktan korunma amacı güdüldüğünden, öncelikle güneşi önlemeye, serinlik sağlamaya gayret edilmiş; sahiplerinin ekonomik güçleri ve kullanılış amaçlarına göre farlılık gösteren, yine de pek çok ortak özellikleri olan, genellikle yığma taştan ve ağaç bağlantılı olarak yapılan bu evlerin hepsinde bir sokak cephesi ve arka bahçe, üst katlarda ev ve sokak mimarisine uygun olarak yapılan ve “cumba” denilen ağaç süslemelerle bezeli çıkmalar yer alır. Bir ortak özellikleri de yığma taştan, ağaç bağlantılarıyla yapılmış olmasıdır. Genelde üç katlıdır. Hepsinin, bir sokağa bir bahçeye bakan iki yönü vardır. Dışa bakan taraflın alt katı az pencerelidir. İkinci katlar, binanın yapısına göre düşünülmüş ‘cumba’ denilen ağaç süslemelerle bezeli çıkmalarla genişletilmiştir. Evlerin en belirgin özelliklerinden biri de ‘taşlık’ adı verilen, hemen girişte yer alan, bir kapısı bahçeye açılan, taş zeminli geniş taşlıklardır. Burada ahşap sedirler vardır. Genelde düzayak, yani toprak hizasında olan taşlıklar, ilk kattaki diğer odalara açılır. Üst kata çıkılan tahta merdiven de buradadır. Gölgeli taşlıklar ve avlular hava akımını kolaylaştıran özellikte olup, mutfak, depo, kiler ve hol görevi yapan bölümler buradadır. Evin hizmet bölümü olarak inşa edilmiştir. Üst kat, ferah girişler ve büyük odalarla yaşamak için yapılmış, geniş pencerelerle aydınlatılmıştır. Genelde pencereleri iki katlıdır. Alt katta açılıp kapanabilir cam, üst katında camsız kafes, bazılarında sabit, küçük küçük renkli camlar vardır. Bu evlerde önceleri Antalya’nın yerlileri otururdu. Kentleşme hızlanıp, yeni binalar, apartmanlar yapılmaya başlanınca, bu eski evlere, gelir düzeyleri düşük aileler, Karaferye Göçmenleri taşınmaya başlamış, bazıları da pansiyon haline getirilmiş, aralarında hediyelik eşya satan dükkânlar ve restoranlar oluşmuş. Biri yat limanını, diğeri antik şehri kuşatan ve dört kapıdan girişi sağlayan surların kulelerinden biri, Kale Kapısı Meydanındadır ve saat kulesi olarak kullanılmaktadır. Pamphylianın en güzel kapısı olan Hadrianus Kapısı, 130 yılında, Hadrianusun Antalyaya gelişi onuruna; sütunları haricinde her yeri beyaz mermerden yapılmış, yanındaki iki kuleyle sağlam kalabilmiş, oyma ve kabartmalarıyla harika bir kapı olup, Üçkapılar olarak anılır. Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğuna ait tarihi eser ve kalıntılarla adeta açık hava müzesi olan Antalya, Akdeniz kıyısında, Antalya Körfezinde, denizden otuz dokuz metre yükseklikteki kayalıkların üzerindedir. Yükseklikleri üç bin seksen altı metreye kadar ulaşan Toros Dağlarıyla çevrilidir. Denizle dağlar arasında, küçüklü büyüklüklü ovalar vardır. Kara denizle, kilometrelerce uzunluktaki plajlar veya sarp kayalıklarla buluşur. Toros Dağlarında derin uçurumlar ve kıyı kesiminde görmeye değer mağaralar vardır. Çok sayıda berrak ve temiz akarsu, yer yer ve denize kavuşurken eşsiz güzellikte çağlayanlar oluşturarak Antalya Ovasına bereket taşır. O nedenle çok zengin bir bitki örtüsüne sahiptir. Kıyı boyunca her türlü tropikal bitki, yer yer dev kaktüsler, dağlarında ‘maki’ denem bodur bitkiler ve çalılıklar vardır. Dağlarında meşe ve çam çeşitleriyle dolu gür ormanları, ovalarında pamuk ve susam tarlaları vardır. Bahçelerinde özellikle narenciye yetişir. Portakal, limon, mandalina, greyfurt ve muz başta olmak üzere her türlü meyve ağacına rastlanır. Her çeşit meyve ve sebzeden yapılan reçelleri meşhurdur. Kendisine özgü bergamut, turunç, patlıcan, karpuz reçelleri vardır. Yörenin kökboyasıyla boyanan ‘Döşemealtı Halıları’ da çok ünlüdür. Antalya, kısaca yazılacak bir il değildir. Tarihi ve doğal güzellikleri anlatmakla bitmez. Kısaca, dünyanın en güzel yeridir. * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0238
Onur Bilge
0267 - MUTLULUK NEYDi
Onur BİLGE Mutluluk, bir can yoldaşına sahip olabilmekti. Gözlerinden sevgi masalları okumak, yüreğinin atış hızını, nabzında duymaktı. Bir an için de olsa göz göze gelince; bakışlarında, gereksinim duyulan ışıltıyı görebilmek, aynı şekilde cevap verebilmekti. Önce bir solukta okunan romanların heyecanıyla varlığıyla sabahlamak, sonra bilekler tutmaz, gözler seçemez oluncaya kadar öyküsünü yazmaktı. Sanki ruhlar yaratıldığında, Kal-u Bela’da yan yana düşmüş kişilerdik. Oralardan tanıdık, ta oralardan bildik... ‘Ezeli Aşinam’ diyordum, içimden ona. Sanki ta o zamandan seviyorduk birbirimizi. Fakat yeryüzünde, melankoli halinde görünmekteydi. Yani kara sevda... Sevdaya karalar bağlatan; ela bakışlardaki renklerin, sevgi ışıltılarıyla oynaşmasının tesirine dayanamayan, birkaç saniye sonra kirpiklerle simsiyah perdeler çekilen veya başka yöne çevrilen kara gözler miydi? Yoksa yazılmış yazılacak ne kadar aşk romanı varsa doldurabilecek kadar sevgiye ve aşka dair, belki çekingenlikten, belki yasaklandığı düşüncesiyle bir türlü söylenemeyen, sözler mi? İçinde bulunduğumuz durumda bence mutluluk, masalımsı hayaller arasında dolaşmak ve devleştirilen küçücük paylaşımlarla avunmaya çalışmaktı. Arada sesini işitmek, konuşmalarının arasındaki bana hitaben söylendiğinden yüzde yüz emin olduğum sözcükleri hafızama kaydetmek ve sık sık anımsamak, onlarla oyalanmaktı. Karşılaşmalarımızdaki sevinci muhafaza etmeye çalışmak, gideceğim her yere, belleğimde kalan hayalle gitmek, el aynası gibi her fırsatta çıkarıp çıkarıp arşivden, seyretmekti. İyi ve sağlıklı olduğunu, yüreğini ısıttığına inandığım kalbimin sıcaklığıyla mutluluk dolduğunu bilmek, simetrik duygular içinde olmanın huzurunu hissetmek, karşılıklı aşkın sarhoşluğundan havalara uçmaktı. Hiçbir beklentim olmadığı için, böyle bir aşkla yaşamak, umut yükünün hamallığını üstlenmemiş olmak, içinde bulunulan zamanı, gittiği yere kadar an be an değerlendirmeye çalışmaktı. Sanırım herkesten çok hayal kurduğum halde, geleceğe dair, mutlaka ama mutlaka gerçekleşmesini istediğim dileklerim olmadı benim. Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi? Allah ne verdiyse... İtirazsız, temyizsiz... Konfüçyüs; birkaç saatlik mutluluk için, içki içmeyi, birkaç gün mutluluk için seyahat etmeyi, birkaç hafta mutlu olmak için evlenmeyi, ömür boyunca mutlu olmak için doğa ile baş başa yaşamayı, bir ömür boyunca bedbaht olmak içinse politika ile uğraşmayı tavsiye etmiş. Kendimi bildim bileli, mutluluğu sevgide aradım. Ablamı eleştirmem, anneme kızmam, babama aşırı düşkün olmam ondandı. Ablam, annemin sevgisini silip süpürüyor, bana bırakmıyordu. Ablam, kendimden çok sevdiğim, idol olarak seçtiğim, gerçek kişiliğini gördükten sonra vazgeçtiğim, yıllarca bir evin bir kızı olarak saltanat sürmeye alışık, şımarık bir genç kız olduğu zamanda, üstüne kuma olarak geldiğim düşüncesiyle, seviyor göründüğü ve dışarıdan koruduğu halde içten içe kıskanıyor, bu da beni çok rahatsız ediyordu. Annem, ilk göz ağrısına benden çok önem veriyor ve aramızda epey yaş farkı olduğu için onu ikinci annem yerine koyuyor, bende çok emeği olduğunu ileri sürerek mutlaka onu saymamı öneriyor, hatalı da olsa asla haksız çıkarmadığı gibi sürekli ve ısrarla savunuculuğunu yapıyor, her yanlı davranışıyla, kızıyla aramın biraz daha açılmasına sebep olduğunu, kendisinden de soğumaya başladığımı fark etmiyordu. Babamın sevgisinin gerçekliğinden emindim, bana aşırı düşkünlüğünün nedenini bulamıyordum. Belki gerçekten sevdiğinden ve evhamlı yaratılışından belki merhametinden belki de o ikili anlaşma halindeki insanlar; sevgilerini, aşılması mümkün olmayan surların arkasında korumakta olup, tek kaleye çekilmiş, kafa kafaya, el ele vererek babama ve kendilerinden başka herkese karşı güçlenmeyi başarmış, zaman zaman taarruza geçsem de duvarlarında küçücük bir gedik bile açamadığımı gördüğü için eğitimci anlayışıyla ruhumun noksanını tamamlama lüzumu duyuyor; eksildiğini hissettikçe yüreğime sevgi dolduruyor, seviyeyi maksimumda tutmayı başarıyordu. Mutluluk için hayat boyu sadece ama sadece sevgi aradım ve onunla birlikte hiçbir şey istemedim. Sevgi öğretilmedi bana. Yüreğimde, bol miktarda, herkese yetecek kadar vardı, hazır buldum. Sevdiğim birisi tarafından sevildiğimi hissettiğimde, ışıklar parlaklık, şarkılar ve şiirler anlam kazandı, renkler gökkuşağına döndü. Galiba alışık olmadığım için, yüksek dozda ilaç almışçasına başım döndü. Sevdikçe mutluluğumun arttığını fark ettiğimden beri sevgi bende hiç bitmedi. Geçmişime baktığımda, hâlâ nefret ettiğimi hissettiğim, şu anda bile kin duyduğum insanlar, vaktiyle kendimden çok sevdiğim, kıskançlıkları nedeniyle, sevgi pintisi olan, kapkara kararmış yürekleri, gün ışığı gibi parlak ve cömertçe verdiğim, hatta sebil ettiğim sevginin tamamını sünger gibi emip, zerresini vermeyen, tek ışınını yansıtmayan kişilerdi. Geriye dönük pişmanlıklarım olmadı, sevgiye dair. Sevmekte hata yapmış olabilirim ama severken hata yapmadım. Ne birazcık ucundan koparıp aldım, sunarken ne de kalitesini düşürdüm. Yüreğimde üretildiği, kalite kontrolden çıktığı gibiydi. Evren standardında çocuk yüreğinin ürünüydü. Saf, temiz, bölünmemiş, ambalajlı... El değmeden yapılmıştı, sıcacıktı. Rağbet görmedi. En çok, en yakınım olan ablam ve annemin sevgisini talep etmiştim. En çok o ikisine kızıyorum. O nedenle içime kapanıyor, uzaklara bakıyordum. Alabileceğim en büyük armağan; yüreğimle tartılabilecek, kalbimi dengeleyebilecek, mert birine ait bir kalpti. Şimdi, aradığımı bulduğum için öylesine güçlüyüm ki hiçbir şey huzurumu bozamaz! Onun için içimde bitimsiz görünen bir sevinç, yüzümde neşeli bir ifade var. Yalnızken de gülümsüyor gibi oluşum ondan. Ezeli Aşinam’dan, zerre kadar kuşkum yok. Olur olmaz şeylere kızmaz oldum. Üzerime ordu halinde gelse sorunlar, hepsiyle başa çıkabileceğime inanıyorum. Tam yazımın burasında, sokak lambasının ışığıyla aydınlanmakta olan yarı karanlık odamın duvarlarında bir ampul ışığının yansıması dolaştı. Başımı kaldırıp, ilk baktığım yer, İlhan’ın odasının camı oldu. Üzerinde beyaz bir gömlek, elinde lacivert bir yün ceket vardı. Işık kaynağını nasıl ayarladıysa, bir eliyle camı ayna olarak kullanıp, odasının ışığını odama düşürmeyi başarmış. Baktığımda, yüzüme bakarak ceketini yavaş yavaş giydi. Yüzünde, endişeli ve emreder bir ifade vardı. Bir anda camın açık olduğunu hatırladım. Üzerimde, kolsuz bir bluz vardı. O üşümüş veya üşümemiş, ceket giymem gerektiğini, üşütüp hastalanacağım için endişe duyduğunu, giydiğimi görmezse rahat edemeyeceğini anlatmaya çalışıyordu. Denemek için yerimden kalkmadım, anladıklarımın doğru olup olmadığından emin olmak için bir süre bekledim. Hiç kıpırdamadan öylece duruyordu. Kollarıma dokundum. Buz gibiydi. Ben farkında değildim ama o farkındaydı. Gerçekten, yağmur sonrası ılık olan hava soğumaya başlamıştı ve ben üşüyordum. Tekrar baktığımda, ceketini çıkarır gibi yapıp, tekrar giyerek, demek istediğini tekrarladı. Onu daha fazla üzmemek için kalktım, siyah ceketimi aldım, giydim. Yerime oturduğumda, yüzüne baktım. Alacakaranlıktı ama galiba memnuniyetle gülümsüyordu. Yavaşça başını eğerek dönüp, gitti. Işığı söndürmeye gitmiş. Demek ki yalnız değilmişim. O, benim için en değerli olan, o candan aziz, o Ezeli Aşinam, Aysima’m oradaymış. Benimleymiş. Sevgi neydi? Karşıdakini en az kendisi kadar düşünmek, korumak, kollamak, üstüne titremek; kısacası emekti. Mutluluk neydi? Üşüdüğünü bile fark edemeyecek kadar başkasıyla olmak ve o başkası tarafından ceketini giymesi için uyarılmaktı. Beni, hayatım boyunca bu kadar mutlu eden başka bir davranış daha hatırlamıyorum. * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0267
Necdet Erem
028 Zehirli Böcek.
Yaratılan her şey! Yaratıcıyı anlatan bir dil, gösteren bir delil, Haykıran bülend avaz bir çığlık, O’na çağıran bir davet iken! Onu görmeyen göz, duymayan kulak, His etmeyen kalp, sevmeyen yürek, Davetine icabet etmenin gereğini bilmesine rağmen, Bu âli davete icabet etmekte tembellik ve tenperverlik eden Akıl, akıl değil. Olsa, olsa kafa tasında taşınan zehirli bir böcek olur.
Onur Bilge
0273 - El KUDDÜS
0273 - El KUDDÜS Onur BİLGE Cumartesi günü öğleyin buluşacaktık. Bir yağmur bastırdı, evden çıkamadım. Saat on birden on üçe kadar, gökte ne varsa yere indi! Sicim gibi yağdı, her yeri kamçıladı, temizledi. Çoktandır böyle yağmamıştı. Her taraf toz içindeydi. Fabrika bacaları başta olmak üzere, arabalardan ve sobalardan çıkan dumanlar, şehrin dokusuna sinmişti. Ağaçların yapraklarının gerçek renkleri seçilemez olmuştu. Pencereden baktım. Her yer gülüyor, ışıl ışıl ışıldıyordu. Yağmurun ardından, rüzgâr çıktı. Yani kocaman bir fön makinesi çalışmaya, binaların yüzlerini, ağaçların saçlarını kurutmaya başladı. Yağmur durdu ya, rüzgâra dünden razıydım. Sıkıca giyinip çıktım. İki adım ben atıyordum, bir adım da o itiyordu. Zaten rüzgâr esse düşecek kadar zayıf derler ya öyleydim. Saç baş darmadağın, Virane’ye ulaştım. Kapıyı bırakır bırakmaz, ‘Drank! ..! diye kapandı. Sanki harap bina, temelinden sarsıldı! Bahçe kapısı aralıkmış, nereden bileyim? Girişte oturup, ders çalışanlardan boş bulunanlar sıçradı! Gelişim muhteşem oldu, yani. Rüzgâr, bulutları hızla aralamıştı. İyice dağıtmaya başlamıştı. Kısa sürede yok edeceğe benziyordu. Arkadaşların yarısı gelmişti. Diğerleri gelinceye kadar havanın açacağını umuyorduk. Duygu, çay servisi yapıyordu. Ahmet tost yapıyordu. Öğle yemeklerini yine tostla geçiştireceklerdi. Aralarında bunu bulduklarına şükredenler vardı. Garibanlardan biri Ahmet’e yardım ediyor; sucuk, peynir ve yağ kokuları, çay kokusuna karıştıkça acıkanların ağzı sulanıyordu. Çok geç kahvaltı etmiştim ama onların iştah uyandıran konuşmaları, beni de özendirdi. Bir çay da ben alıp kaşarlı tostumu beklemeye başladım. “Haydi Ahmet, midemiz kazınmaya başladı! ” “Biri yer, biri bakar; kıyamet ondan kopar! ” “Olanları alıverin, arkadaşlar! Servisi beklemeyin! Sıcak sıcak atıştırın! ” Duygu boyuna temizlik yapıyor, eski binayı ve bahçesini temiz tutmak için didinip duruyordu. Ahmet de yardım ettiği halde üstesinden gelemediği zamanlar oluyor, yeni gelen çocuklardan yardım istiyordu. Yine öyle zamanlardan biriydi. Bahçe, ağaç yapraklarından görünmez olmuştu. Doğada göze batmadığı gibi sonbaharın anlamına anlam katan sararmış yapraklar bahçede normal karşılanmıyor, kirlilik olarak nitelendiriliyordu. O nedenle düştükçe süpürülmesi, çabucak dolan çöp kutusunun da sık sık boşaltılması gerekiyordu. Önceleri bahçe sabahları temizlenirken, hane halkının artması, sonbaharın iyiden iyiye varlığını belirtmesi sebebiyle günde bir kaç kere süpürülmeye başlanmıştı. Bu işi, sabahları Ahmet ya da Duygu yaparken, arada Hikmet veya Numan da yapar olmuştu. Lavaboların temizliği de sorun haline gelmiş, haftada bir dip bucak temizlenip dezanfekte edilmesi kaydıyla günlük bakımları Virane’de barınanlara bırakılmıştı. Aralarında anlaşmış, sırayla halletmekteydiler. İnsan, gittiği her yerin doğasını bozan bir yaratık. Her yerde kalıntı bırakan ve bıraktığı kalıntılar doğayla uyum yapmayan… Piknik alanındaki şişeler, meyve ve sebze kabukları, et kâğıtları, poşetler; oralardan, daha sonra gelecek kişileri umursamayan, duyarsız oldukları kadar da saygısız kişilerin geçtiğini gösteriyor. Geliyor, mekânı kullanıyor, yiyor içiyor, pisliklerini bırakıp gidiyorlar. Hatta alkol alıyor, içki şişelerini de taşa çalıp kırıyor, sanki arkalarından hizmetçileri gelecek de temizleyecekmiş gibi rahat rahat uzaklaşıyor, duyarsızlıkları ve saygısızlıkları nedeniyle olabilecek şeyleri akıllarına bile getirmiyorlar. Ateş tamamen sönmemiş olabilirmiş, cam kırıkları birisini yaralayabilirmiş veya mercek görevi yaparak yangına sebebiyet verebilirmiş, diğer pislikler kokuşabilir, mikrop yuvası haline gelebilirmiş, sinekleri çekermiş; umurlarında değil! Doğada, insan ayağı değmeyen yerler, tertemiz! Oralar kirlenmiyor mu? Kirleniyor ama doğanın doğal temizlik sistemi tıkır tıkır işliyor. Bir hayvan mı öldü? Diğerleri yiyor, kalanları kurtlar, karıncalar bitiriyor; bir bakmışsın ki leşten en küçük pis bir kalıntı kalmamış! Mezarlıklar da öyle… Ölülerimizi, et yiyen hayvanlara bırakmıyor, toprağın bağrına yatırıyoruz. Toprak öğütüyor, yok ediyor. Bu arada, tarla fareleri, yılan çıyan, karınca, kurt, böcek; artık hangisinin ne kadarı rızkıysa o kadarını yiyip gidiyorlar. Kan ve su gibi sıvı kısmı, çürüyen tarafları da ağaçlara besin oluyor. Mezarlıklara bakıyorum, o kadar beden gömülüyor, tonlarca et ve kemik; en ufak bir şişkinlik yok. Ne yerse yesin, toprağın karnında şişkinlik olmuyor. Tonlarca insanı yiyor, zerre kadar hazımsızlık çekmiyor. Yemek vakti, aklıma neler de geliyor! Allah’ın kurduğu ve işlettiği düzene duyduğum hayranlık, düşüncelerimi aldı götürdü! Bütün bunlar, Allah’ın, Zât-ı Uluhiyete bakan yanlarından olan Kudüs isminin tecellilerinden... Kuddüs sıfatı da Zâtına ait özellikleri, yani sadece O’nda olan, başkasında olmayan hususları ifade etmekte… ‘Mukaddes; temiz, pak, arı duru demek. Kuddûs ismi, Allah’ın, Zât-ı Uluhiyet mülahazasına yakışmayan şeylerden münezzeh olduğunu anlatmakta… Eşi benzeri, zıddı ve sureti yoktur. Mukaddestir. ‘Kuddûs’, ‘kutsal’ demektir. Allah, yaratığı canlılara ait özellik ve ihtiyaçlardan münezzehtir. Fiilen, ‘Kuddûs’ ismi, nezih ve nezif hale gelmeyi sağlar. Doğanın tertemiz kalması ve ekolojik dengenin sağlanması da bu esma nedeniyledir. İnsan eli, toprağı kirletmekte olduğu gibi nehirleri ve denizleri de kirletmekte... Hava da kirletilmeye başlandı, kirlilik atmosfere kadar yükselerek büyük boyutlara ulaştı. Tuna, Nil, Amazon, Mississipi gibi büyük nehirler temizliklerini muhafaza ederken, diğerlerinde, karada olduğu gibi göllerde ve denizlerde de kirlilik oranı her geçen gün artmakta... Canlılar, yaratılış itibariyle mükemmel. Bedenleri; gözler, kulaklar, burun, deri; kısacası, iç ve dış organlar, salgılarla, döküntülerle veya diğer yollarla sürekli ve otomatikman temizlenmekte… Bütün bunlar, Kuddûs ismini işaret etmekte. Yapılan bir makinenin yağlanması ve bakımı gerekir. Beden, otomatik yağlanır, sürekli yenilenir. Kedi gibi yalanarak, kuşlar gibi gagalarıyla temizlenen, karınca gibi ölüsünü yerde bırakmayan, karga gibi gömen hayvanlar, insanlara temizlik konusunda örnek olan yaratıklar. Hayvanlar bile kalıntı bırakmamakta, bazı insanlar hayvanlar kadar bile olamamakta... Öyle insanlara ‘Hayvan! ” demek, onlara hakaret midir, iltifat mıdır, kestiremiyorum. Eğer insanlar, ellerinde her türlü temizlik araç ve gereci olduğu halde ne kendisini ne de çevresini temizlemeye yanaşmıyorsa, hayvanla mukayesesini iki kere düşünmek, zavallı hayvanların haklarını teslim etmek lazım. Ahmet’le Duygu, onca imkânsızlığa rağmen bu asırlık harap ahşap binada, sadece rutubet kokusunu engelleyemediler. O kadar kişi kaldığı halde her taraf tertemiz! Virane’nin ilk zamanını düşünüyorum da… Çöp evden farksızdı. Duvarlar sıvandı, badanalandı, tahtalar boyandı, camlar temizlendi. Döşemeden tavana kadar her yer krem rengi yağlıboyayla boyandı. İç ve dış duvarlar bembeyaz… Duygu, satranç piyonlarını, tavla zarlarını ve pullarını bile yıkıyor, kurutuyor; tahta kutularını siliyor, temizliyor. O masalar, günde kaç kere siliniyor! Kızcağızın eli sudan çıkmıyor. Sevindirici bir tarafı varsa; ikisinin gün boyu beraber olmaları ve iyi kazanmaya başlamaları… Yoktan var ettikleri her şey ellerinin emeği… Emekleri kutsal, kazançları temiz, yüzleri güleç, ruhları güzel… İnsan beyni ne kadar süratle çalışmakta! Bir anda akıldan neler geçmekte! Çayımla tostumu alıncaya kadar aklımdan geçiverenlerden hatırlayabildiklerim bu kadar. Unuttuklarım ne kadar, bilmiyorum. Allah, insanı ne kadar mükemmel yaratmış! Yaratılışımız kusursuz olduğu halde, varlığımızı kullanış ve yaşayış şeklimiz ne yazık ki mükemmel değil. Bize bahşedilen nimetleri tam kapasite kullanabilsek, yeryüzünde harikalar yaratan, Efendimize layık bir ümmet olabiliriz. Aksi halde, her nimetten sorgulanacağımız gibi donatıldığımız nimetleri, nerelerde ve nasıl kullandığımızdan da sorgulanacağız! * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0273
Onur Bilge
0252 - DOĞMAK İSTiYORUM
Onur BİLGE Ne farkım kalmış benim, iki büklüm ceninden? Bir tomurcuğun kabre açma sancısındayım. Vücudum uyuşmuş sevgisizlikten. Doğmak istiyorum gözlerinde, yeniden. Derinden… Derinden, yüzünden, ellerinden... Üç karanlığın içinden... Ne kadar güzel, mevsimleri hissetmek... Yağmurun sesini, bulutların rengini, güneşin sıcaklığını, toprağın nemini... Şebnemleri görebilmek, gül yaprakları arasında... Nasıl da dolu dolu gözleri! Camdan bana bakan kız ne kadar güzel! Gözlerinin içi, hiç böylesine gülmemişti! Böyle bir tebessüm yerleşmemişti dudaklarına, bunca saat, bu kadar... Yürek, aynı yürekti, bildim bileli... Hiç böylesine huzurlu bir sevinçle atmamıştı, ‘Tık tık tık...’ Saçlarına kadar gülüyordu... Pırıl pırıldı, sık sık görünüveren dişleri, bembeyaz... Rüya gibi geçti, geçiverdi bir yaz... Hep biraz tedirginlik olsa da içten içe... İçten içe yazılırken yepyeni bir sevda masalı yürekte, yürekte yaşamak hayatı, ne güzeldi! Bir sevda masalı... Devirirken tam tamına yüz günü, yüz geceyi, olmuş veya olması mümkün olmayan bin bir gece masallarına gebe gelecek günler, kim bilir daha ne güzellikler getirecekler! Doğmak istiyorum, yeniden. Doğmak istiyorum, bana yaşamanın ve sevmenin ne kadar güzel olduğunu hissettiren masal güzelliğindeki gözlerinden. Ayaklarımı toplamışım, dizlerim yanaklarıma değiyor. Doğma sancıları içinde, iki büklüm bir cenin gibi geri saymaktayım. Eskişehir’den geçerken, yepyeni bir şehre, Bursa’ya; Aysima’ya gitmekteyim. Güneş, batmak üzere ufka yaklaşırken; ben, yeniden doğmak üzere Bursa sınırına yaklaşmaktayım. Ahı Dağları’nı aşmaktayım, döne döne... Döne döne aynı şarkıları söylemekteyim, Esen Gül’le birlikte. Döne döne aynı bant çalınmakta, epeydir. “Uzaklarda aramam. Çünkü sen içimdesin. Taht kurmuşsun kalbime, en güzel yerindesin.” Ne kadar duygusal insanlar, uzun yol şoförleri! Belki de onları bu kadar duygusallaştıran, biri bitmeden diğeri başlayan ayrılıklar. Yollara yollayanlar... Sonra, uzadıkça uzayan, arada dans edercesine kıvrılan, bükülen, değme oryantal dansözlere taç çıkartan, eğri büğrü, virajlı yollar... Ahı Dağları... Ah bir geçsek bu dağları! Uçsuz bucaksız ormanlar... Sağlı sollu ulu çam ağaçları... Akarsulardan akarsulara, köprülerden köprülere geçiş... Sadece yeşillik... Göz alabildiğine yeşillik... Yeşilin her tonunda seyahat... Koltuğum rahat, içimde tatlı bir heyecan... Yolun sununa doğru gitmekteyim. Yolun sonunda İlhan! “İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız. Sen benimle ben seninle bu hayatı yaşamalıyız. Severek birbirimizi, hayatta hep gülmeliyiz.” Hayatta hep gülsek de gülemesek de, birbirimizi sevdiğimizi hissetmek ne güzel! İçimizin içinde içinin içinde bizi gizlemekte olan birisinin olması ne güzel! İçimizin içi, sevgiliyle birlikte kendimizi de kapsamakta... Onun için daha çok sevmekteyim kendimi. Camdaki görüntüm, bu zamana kadar görünmediği kadar güzel gelmekte... Çünkü onu, onun gözünden seyretmekteyim ve onda, bu zamana kadar hiç fark etmediğim güzellikler görebilmekte ve artık çok beğenmekteyim. Gözlerime, çamların yeşili düşmüş. Birer parça da gün ışığı... Elayı aşmış, yeşermiş; umut rengi... Cildimde bir tazelik, yol yorgunu olduğum halde. Herhalde, sevdikçe güzelleşiyor insan. Yenileniyor, tazeleniyor. Neden hep arabesk dinler, şoförler? Neden kahrederler? Aşkın kahreden yüzünü görmek istemiyorum. Ayaklarım uyuşmuş. Vücudum uyuşmuş. Kalbim uyuşmasın da! Bütün mesele, iki kalbin uyuşmasında... ‘Samanlık seyran...” derler ya... Çok fazla bir beklentim olmadı hayattan. Çok fazla eklenti istediğim de yok. Sade bir hayat... Sade bir hayat verilmiş bize. Prensibim; hayatı, yakalayabildiğim yerde yaşamak... Yerde veya kat kat katlarda, yatlarda... Ne fark eder? İnsan, midesinin alabildiği kadar yer, içer. Boğazdan ne olsa geçer... Lezzet, yutuncaya kadar... Açlığından ölen mi var? Aşksızlığından ölen çok kişi var. Akıl hastaneleri, sevgi fukaralarıyla dolu. Açlıktan intihar eden yok ama sevgisizlikten... Açlıktan çıldıran yok ama aşksızlıktan... En çok sevgiye muhtacız. İşte, bunun için açız. Aşkı bulan neyi arar? Aşksız hayat neye yarar? Mecazı da güzel, mürseli de gerçeği de... Belki aşkın acemiliği, mecazi olanı... Çıraklığı, kalfalığı, ustalığı da var. Evliyalar, ustalaşmış âşıklar... Birbirlerinden el almış, peştamal kuşanmışlar. Merdiven, basamak basamak... Bizimkisi, cesaretle yola çıkmak... Yüreğimizin zarı çatlayana kadar sevmeye çalışmak ve alışmak aşka, aşkların en güzeline hazırlamak yüreği... Yüreği açmak, açabildiğimiz kadar... Şimdi ne kadar sıkkın, ne kadar dar! Gözler radar... Arar tarar, bulur çıkarır, hayran olur, meftun olur. Su kaynaktan çıkar, zamanla yatak yapar, yol bulur ve kavuşur bir göle, denize... İyi niyetle yola çıktık, mutlaka gerçek aşk da nasip olur, bize. Girmişiz aşk denizine... Bata çıka öğreneceğiz yüzmeyi. Yüze yüze yol alacağız, ummanlara açılacağız. Yeter ki istikametimiz dosdoğru olsun! Allah yar ve yardımcımız olsun! Yolumuza yol açsın! Cümlemize kucak açsın! Ormanlar geride kaldı. Seyrekleşti ağaçlar... Şeftaliye döndü, türleri. Biraz da kiraz... Pek az ulu çınar var. Fabrikalar, atölyeler, sanayi bölgesinin paralaşan soğuk kirliliği... Reklam panoları, işyeri tabelaları, seyyar satıcıların üç tekerlekli el arabaları... Dua Çınarı... Bursa’nın, gecesi gündüzü, tatili olmayan bekçisi, duacısı... Elleri havada, dilleri duada, Somuncu Baba’yı uğurladığından beri, göklerde açık avuçları, yukarda kolları... Yolları gözlemekten allak bullak olmuş; buğulanmış, gözleri. Hizasından geçerken hafifçe ürperdi. Acaba aşkımı mı fark etti? Yüreğimi... Yüreğimin kıpırtısını... Ona da mı yansıdı? Gerilerde kaldı. Arkamızdan bakakaldı. Ne çok ev var! Ne kadar da çeşidi... Yıkık döküğünden en modernine... Gelir seviyelerinin en bariz etiketleri... İnsanlar... İnsancıklar... Herkes bir şey yapmakta... Gelmekte gitmekte, işlemekte, seyretmekte... Herkes bir şekilde meşgul... Her kul, bir iş, bir hareket, bir oluş içinde... Ya buluş, oluşun sonunda? Kimi umduğunu bulmuş, kimi aramakta... Kimi bir işe yaramakta, kimi hiçbir işe yaramamakta... Caddeler dolup dolup boşalmakta... Araçlar uç uca sıra sıra akmakta... Sağlı sollu araç ırmağı... Garaj... Yavaş yavaş girmekte, yorgun otobüsler... Yola çıktıkları gibi sallana sallana ama halsiz, bitkin, hatta bitik... Oturduğumuz yerde biz de öyleyiz. Ya şoför? Ya muavin? Evin hasretini nasıl çekiyorlardır kim bilir? Kim bilir ev hallerini? Ruh hallerini, sırlarını... Sadece tüttürdükleri sigaraların dumanını camlardan efkârlı efkârlı savuruşlarına şahidiz. Bir de dinledikleri ve dinledikleri için dinlettikleri şarkılar... Biraz onlar anlatmakta gizlediklerini veya hiç sorulmadığı için anlatamadıkları iç sızılarını... Her ağacın bir kurdu var. İçten içe oyar da oyar... O yâr da benim içimi... Hem de nasıl! Aralıksız, gözümü açtığım andan yumana kadar... Kim bilir anlatmazsam içimde olup bitenleri? Halimden kim anlar? Hani tatlı tatlı kaşınır ya iyileşmeye yüz tutunca, kabuk bağlamaya başlanınca yara, işte öyle bir his var yüreğimin yarasında. Aşk denilen duygu, dört gözlü canavarımın dört gözünün duvarları arasında dolanan, iyileşmeye yüz tutan yaranın kaşınması gibi tatlı tatlı kendini hissettiren bir acının, geçebildiği her yerde ılık ılık akışının yakıcı hazzı... İşte o duygu, yeniden doğmaya hazırlayan, bu kızı! Başını döndürense, o akışın hızı... Alışılan kirli havadan sonra ciğerlere dolan temiz havaya karışan karbonmononoksidin baş döndürücü, mide bulandırıcı etkisi... Açılan dolaplar, bulunan bavullar, valizler, çantalar... Yaklaşan taksiciler... Yürümeyi unutuvermiş ayakların yavaş yavaş açılışı... Açılışı bagajların, sağ kapıların, sonra kapanışı... Kapanışı şehirlerarası yolculuk faslının, şehir içi ulaşımın güçlüğünü bir kez daha yaşamaya başlayış... Araba seli... Fomara Caddesi... Altıparmak... Muradiye... Evimiz... Biz kavuştuk mu şimdi, Aysima! Aysima, neredesin? Ya sen çık dışarıya ya da o çıkamayan sesin çıksın! DOĞMAK İSTİYORUM Ne farkım kalmış benim İki büklüm ceninden? Bir tomurcuğun kabre Açma sancısındayım. Vücudum uyuşmuş Sevgisizlikten. Doğmak istiyorum Gözlerinde, yeniden Derinden… Derinden Yüzünden Ellerinden... Üç karanlığın İçinden. * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0252
Onur Bilge
0285 - El VEHHAB
Onur BİLGE Yeşil’den Bursa, tüm ihtişamıyla seyredilebiliyor, arkamızda kalan Yeşil Türbe, önümüzde yatan tarih beni büyülüyor, düşüncelerimi sık sık asırlar öncesine, Osmanlının kurulduğu yıllara götürüyordu. Batıda Çekirge ve Nilüfer, doğuda Yeşil ve Emirsultan, kuzeyde göz alabildiğine uzanan Bursa Ovası; sırtlarını güneydeki Uludağ’a dayamış, keyif çatıyordu. Bursa’ya baktıkça, Ertuğrul Gazi’yle Osman Gazi başta olmak üzere Bursayı Bursa, bu toprakları vatan yapmak için kan döken, can veren bütün mübarek zatları ve cengâverleri rahmetle anıyordum. Orhan Gazi’yle Nilüfer Hatun’un oğulları Murad Hüdâvendigâr’a da çok şeyler borçluyduk. Allah, hepsine gani gani rahmet etsin, onlardan sonsuz razı olsun! .. Bu topraklarda, 1326’da doğan, 1359-1389 yılları arasında padişahlık eden, otuz yıl saltanat süren Sultan Murad uzun boyu, değirmi yüzü, iri burnu, kalın ve adaleli vücuduyla heybetli bir görünüşe sahipmiş. Genellikle kırmızı üzerine beyaz desenli, gayet sade kıyafetler girer; başına, Mevlevi sikkesi üstüne yuvarlak testar sarılı bir başlık giyermiş. Son derece kibar, halim selim ve sevimliymiş. Âlimleri sayar, esnaf ve sanatkârları sever, halkına adaletle muamele eder, fakirleri korur, gözetir, kimsesizlere kucak açarmış. Gazi Hünkâr, tam bir baba hüviyetindeymiş. Nilüfer Hatun, oğlunun eğitimiyle bizzat ilgilenmiş. Bursadaki medreselerde ilim ve sarfat öğrenmiş. Hayatı boyunca savaşmış. Rumeli Anadolu arasında mekik dokumuş, bir taraftan Rumeli’ye yıllarca aralıksız sefer etmiş, bir taraftan da çok değerli ve görkemli yapılar, sanat eserleri vücuda getirmiş. Bursa’ya camiler, medreseler ve imarethaneler armağan etmiş. Edirneyi başkent yaparak, Edirne Sarayı’nı inşa ettirmiş. Babası Orhan Gazinin, kendisine teslim ettiği doksan beş dönümlük ülke topraklarını; Edirne, Zağra, Filibe, Kara Biga, Hayrabolu, Kırklareli, Pınarhisar, Vize, Çatalca, Niş, Kütahya, Sofya, Silistre, Ziştovi, Niğbolu, Plevne, Lofça, Deliorman ve Dobruca’yı alarak beş yüz dönüme çıkarmış. Bulgar Krallığı, Çatalca, Sırbistan, Candaroğulları ve Arnavutluk’un kuzeyini teslim almış. Karamanlılarla savaşmış, Kosova Meydan Muharebesi’ni kazanmış ama zafer sonrasında, savaş alanındaki çoğu düşman düşman askerlerinden oluşan ölülerin ve yaralıların arasında dolaşıp, her şehidin önünde, derin bir kederle: “İnna lillâhi ve inna ileyhi râciün! ” diyerek, defnedilmesini emrederken, yaralılarımızı okşayıp, halini ve arzusunu sorarken, ölüler arasında bir hareketlenme olmuş, Sultan Murad o tarafa dönmüş, uzun boylu, dev gibi bir Sırplının yerden kalktığını görmüş. Bu, Miloş adlı bir askermiş. Kral Lazarın damadıymış. Padişahımıza doğru gelmeye başlamış. Muhafızlar, onu hemen yakalamışlar. Sırplı, padişahı mutlaka görmek istediğini, kendisinden korkmaya gerek olmadığını, onun elini öperek Müslüman olmaya karar verdiğini, eliyle Kral Lazar’ın yakalandığını ve getirilmekte olduğunu işaret etmiş. Hünkâr Gazi, bu sözleri duyduğu için muhafızlarına, onu bırakmalarını söylemiş. Muhafızlar, Kral Lazar’ın yakalandığı tarafa bakarken, yaralıymış gibi yapan hain Sırplı, Padişaha yaklaşıp, elini öpecekmiş eğilmiş ve koltuğunda saklamakta olduğu hançeri aniden çıkarıp, Gazi Hünkârın mübarek göğüne ve karnına saplayıvermiş! Muhafızlar, şaşkınlıklarından faydalanarak kaçmaya kalkışan kâfiri yakalayarak paramparça etmişler. Murad Hüdâvendigâr’ın mübarek ağzından son olarak şu sözler dökülmüş: “Cenab-ı Hakka niyaz etmiş, İslâm’ın zaferi, şehitliğimi gerektiriyorsa, bana şehadet şerbetini nasip etmesini dilemiştim. Duam kabul oldu! Allaha hamd-ü senalar olsun! İslâm’ın zaferini gördükten sonra ölüyorum. Oğlum Bayazide biat edin! Esirleri sakın incitmeyin! Mallarına, canlarına el sürmeyin! Cenab-ı Hakka emanet olun! Allah, devletimizi milletimizi korusun! ” Şehit edildiği yere bir türbe yapılarak, hançerle deşilen bağırsakları oraya gömülmüş; cesedi, Bursaya getirilerek, Çekirgedeki türbesine defnedilmiş. Yıl, 1389. İlk kazasker tayinleri, tımar kanunu ve minarelerden salat-u selâm okuma adetleri, onun zamanında başlamış. Oğulları; Yakub Çelebi, Yıldırım Beyazid, Savcı Bey ve İbrahim; kızları ise Nefise ve Sultan Hatun’muş. Bütün bunlar, seri halde düşünce şeridimden geçerken, aklıma bir söz geldi. “Arkadaşlar! Şu topraklara bakar mısınız? Kimler hibe etmiş bunları bize? Arada sırada da olsa düşünüyor musunuz? O zatları rahmetle anıyor musunuz? Mesela, Yeşil Türbe’de kimler yatıyor? Hiç merak ettiniz mi? ” diye sordum. “Yıldırım Bayezıd´ın oğlu Çelebi Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış, ölümünden kırk gün önce bitirilmiş. 1421 de...” dedi, Orçun. “Ben de merak ettim de öğrendim. O türbede, 1422’de idam edilen Mustafa ve Daya Hatun; Çelebi Sultan Mehmet’in kızlarından Selçuk, Hafsa, Ayşe ve Sitti Hatun’la 1429 yılında vebadan ölen oğullarından Mahmut ile Yusuf gömülüymüş.” Mahir: “Aklımda, sadece emeği geçenlerden, mimarı olan Hacı İvaz Paşa ve nakkaşları Ali bin İlyas Ali’yle Mehmed el Mecnun kalmış.” dedi. İhsan: “Benim ezberimde de kapısındaki kitabe kalmış. Orada: “Burası Medfun Said, Şehid Sultan oğlu Sultan Mehmed Bin Beyazıd’ın türbesidir. 824 senesi Cemaziyellülâsında vefat etmiştir” yazılı... Türbe, 821 yılında bitirilmiş. Hani bitiminden kırk gün sonra ölmüştü? Aradan üç yıl geçmiş. O tarih, yapılmaya başlandığı tarih olmasın? ” diye ekledi. "Bilmem ki! kayıtlarda öyle yazıyor. Benim de dikkatimi çekmedi değil... Aslını araştırmak lazım! dedi. Define: “Ben de ağaç oymacılığı yapmakta olduğum için ceviz ağacından yapılan geometrik örgü motifleriyle bezenmiş kapısını kimin yaptığını merak etmiştim. Tebrizli Ahmet oğlu Hacı Ali tarafından yapılmış olduğunu öğrendim. Ne sağlam bir yapıymış! Asırlara meydan okumuş! O zamanlar ne ustalar varmış! ” dedi. “Hiçbir şey kendiliğinden olmuyor. Her şeyin bir yapıcısı, bir ustası var. Yedi kat yerlerin ve göklerin de bir mimarı, gördüğümüz veya görmediğimiz her muhteşem yaratılan sanat eserinin bir nakkaşı, bir ustası var. İnsanlar tarafından yapılanlar, Allah’ın eserlerinin kopyalarından başka bir şey değil! Allah neler ihsan etmiş bizlere! Hem el vermiş hem de ele maharet... O’na ne kadar hamd etsek, az gelir! ” dedim. “Bu toprakları bize hibe edenlere de rahmet olsun! Allah onlardan, yerden göğe kadar hoşnut olsun! Ruhları şad olsun! Kabirleri pür nur, makamları Cennet-i Âlâ olsun! Ne diyeyim? Keşke o zamanlarda yaşamış olsaydım da ben de seferlere katılsaydım, dinim ve milletim için canımı öne sürseydim! ..” dedi Mahir. Orçun: “Vatanımızın müdafaası için hepimiz hazır askeriz, Evel Allah! Tek çakıl taşı için canım feda olsun! .. Biz var oldukça, ezan dinmez, bayrak inmez! ..” dedi. Bir an birbirimize baktık, sözleşmiş gibi hep bir ağızdan tekrarladık: “Ezan dinmez! .. Bayrak inmez! ..” Bazı sloganlaşmış sözlerimiz vardır, bizim. Onlar söylendi mi hep beraber yüksek sesle tekrarlarız. Bu söz, ilk sıralarda yer alan sözlerimizdendi. O sırada, hayret ettiğimiz bir olay oldu. Yeşil Çay Bahçesi’nde oturanlardan, hiç tanımadığımız, bilmediğimiz insanların oturdukları masalardan da koro halinde aynı söz, gittikçe artan gür seslerle yankılanmaya başladı. Hemen hemen her masa iştirak etti. Tüylerimiz diken diken oldu! Gözlerimiz yaşardı! Hele ben çok sulu gözlüyüm! Yanaklarımdan aşağıya aktı da aktı. “Bu nasıl bir duygu ki milletçe iliklerimize işlemiş! .. Allah, Vatan, Millet, Bayrak, Türklük! .. Bunlardan hangisinden bahsedilirse bahsedilsin, ruhumuz aslan kesilerek kükremekte; aşkımız, gözlerimizden akmakta! ..” dedim. Define: “Vatan sevgisi, imandandır. O aşk, Allah aşkından gelir. Bu türbelerde, bu topraklarda yatmakta olan, Allah’ın Vehhab sıfatıyla sıfatlanmaya çalışan zatlardan bizlere, kan dökerek, can vererek bağışlanan bu vatanda yaşamakta olan herkes ama herkes bu duygular içinde olmalıdır! Sen ben yok, biz varız ve ebediyen biz bu topraklarda yaşamaya devam edeceğiz! .. İşte, gümbür gümbür bir gençlik geliyor! .. Bakın şuraya! .. Bahçede; kadın kız, yaşlı genç, çoluk çocuk herkes bir duyguya sahip! Birlik ve beraberlik içinde yaşayarak bu zamanlara geldik, birlik ve beraberliğimizi itinayla koruyarak ilelebet mutlu ve huzurlu yaşayacağız, İnşallah! ..” dedi, heyecanla. Herkes iştirak etti. “İnşallah! ..” “Böyle geldik, böyle gideceğiz! ” “Yeni nesillere de aynı duyguları aşılayacağız! ” “Birlik ve dirlik içinde yaşayacağız! ” gibi sözler söylediler. Neşe: “Atalarımız, Vehhap sıfatıyla sıfatlanarak mı bize bıraktı, bu toprakları? ” diye sordu. Define anlatmaya başladı: “Allah, Vehhab’dır. Hak edene etmeyene, karşılıksız ve bol bol ihsan eder. Bu sıfat gereği, çok hibe eder, çok bağışlar. Yarattıklarına, hak sahibi olmadıkları halde nimet yağdırandır. O kahramanlar da Vehhab sıfatıyla hak edene etmeyene bu toprakları bahşedip, aramızdan ayrıldılar." "Kuranda Vehhab da geçiyor mu? " "Geçmez olur mu? Sad Suresi’nın 9. Ayeti’nde: “Yoksa, Azîz, Vehhab olan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? ” buyrulmaktadır." "Hibe ne demek, dede? " "Hukuk dersinde öğrenmediniz mi? ‘Hibe’, ‘bağışlama, bahşiş’ demektir. Hibe etmek, gönlünden koparak vermek ve karşılığında hiçbir şey beklememektir. Hiçbir iş yapmadığımız; emek çekmediğimiz, kuvvet sarf etmediğimiz halde Allah bize aralıksız ihsan ve yardımda bulunur. Yani sürekli inen nimetleri hibe eder." "Allah, o ismi gereği herkese mi bahşeder? Besmelede geçen ismindeki gibi mi? " "Allah’ın Vehhâb isminin tecellisi, yoktan var ederek, hak edene etmeyene, beklentisiz sunmaktır. Beklentisiz sözcüğüne dikkat et! " Aslında her olmuş olan, Allahın izniyle olmuştur. Bulunduğu konuma gelen bazı yaratıklar, çaba sarf ederek yükselmemiş, Allah öyle ihsan etmiştir. Bizim hayvan, bitki veya cansız varlık olarak yaratılmamamış olmamız, çaba sarf ederek gerçekleşmemiştir. Allahın bizi, en şerefli mahlûkat olarak halk etmiş olması da Vehhab oluşundandır. İnsan olarak yaratılmış olmamızın yanı sıra, İslamiyet’i arayarak bulmak zorunda olmayışımız, Müslüman ana babadan doğup, en güzel dine mensup oluşumuz, Allah’ın en büyük ihsanlarındandır ve Vehhâb isminin tecellilerindendir. Allah, dünya ve içindekileri, sadece insanlar için yaratmış, her şeyi ihtiyacımıza sunmuştur. Bütün uzuvlarımız birer bağıştır. Her lutfunun karşılığı olarak sadece ihsanları fark etmemizi ve şükretmemizi istemektedir. Ne kadar şükretsek, hamd etsek azdır! İşlediğimiz günahların cezasını hemen vermemesi de bir ihsandır. Af dilememiz ve o günahlardan dönmemiz için süre tanıması, bize fırsat vermesi de bağıştır. Kalplere hükmederek, imanımızın pekişmesi hususunda da yardımcı olması, karşılaştığımız olaylarla yönlendirmesi, rüya kanalıyla uyarması da öyle... Yardımıyla inancıımız artıyor, imanın tadını daha fazla almaya başlıyoruz. Al-i İmran Suresinin, 8. Ayet’inde; bakın, ne buyruluyor: “(Onlar derler ki) : Rabbimiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize katından bir rahmet ver, şüphesiz sen çok bağış yapansın! ” Allah, yasaların ve sebeplerin de melikidir. Dilediği mahlûka bahşeder. Her şey Allah vergisidir! Anlama, kavrama, irade kullanma, ilimle amel etme, hatırlama gibi her şeyi bahşeden Allah’tır! Zaferleri de bahşeden O’dur. Sebep elden, derman Allah’tandır. O seferlere çıkılmasını nasip eden, padişahların kumandasında, şanlı ordularımıza galibiyete götüren, onlara art arda zaferler ihsan eden, Yüce Allah’tır. Bu topraklar bizlere o kahraman cengâverlerin armağanı, aslında Allah’ın hediyesidir. Çünkü bizlere, hiçbir karşılık beklemeden bahşedilmiştir. Hangi bir armağanından bahsedeyim? Saymakla biter mi? Allah’a ne kadar şükretsek, yetmez! ” Nimetlerin bazıları istihkak ve istidad esası üzerine indirmektedir. Bazıları da Vehhab ismi gereği, Rezzak ve Mukît isimleriyle kullarına verdiklerinin dışında, özel bir takım nimetler olarak bahşeder. Kur’an’da, bahşettiği nimetlerden bazıları geçmektedir. Bazıları, çünkü saymakla bitmez! Peygamberliği, hükümdarlığı, şehitliği, evladı, malı mülkü, hayırla anılmayı ve nicelerini Allah Vehhab sıfatıyla lutfetmiştir. Bizler de dualarımızda, O’ndan; fazladan rahmet, zürriyet, mal mülk, hüküm, yol gösterici, yardımcı, şefaatçi ister, salihlerden olmayı dileriz. Duaların en güzeli ve en kolayı; Peygamber Efendimizin istediklerini istemek, sığındıklarından O’na sığınmaktır.” Son sözü söylemek istedim: "Padişah huzuruna çıkılır da eli boş dönülür mü? Lâ Vehhabe İllallah! .." * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0285
Onur Bilge
0282 - EL MUSAVVıR
Onur BİLGE Nazan, Işıl’ı sakinleştirmeye çalışarak lavaboya götürdü. Ellerini, nasıl ve kaç kere yıkadığını bilmiyoruz. Kendini bir türlü rahat hissedemiyordu. Çantasında; küçük, yassı ve yuvarlak bir şişede limon kolonyası varmış. Çıkarıp, kâğıt mendillere döküp döküp sildi. Define ona, ömür boyunca unutamayacağı bir ders vermiş oldu. Olay, her salyangoz görüşünde, sağ cebinde bulacağı; soğuk ve kaygan ıslaklık, unutulmaz bir hatıra olarak anı defterine kaydoldu. O, hâlâ ellerini silip, temizlemeye çalışadursun, diğerleri aralarında konuşmaya devam ediyorlardı. Birkaçı, bulmaca karelerini doldurma derdindeydi, birkaçı da sınavlara nasıl hazırlanmak gerektiğini tartışıyordu. Define, kendisine soru yöneltildikçe, herkes için gerekli olan nasihatler veriyor, aklınca pratik çözümler önererek, herkese yardımcı olmaya çalışıyordu. Ayşe ise, evlenme hazırlığı ve telaşı içindeydi. Düğün günü yaklaştıkça kendisini evcümen bir hanım olarak hissetmeye başladığını söylüyordu. Bu ara eşya alıyorlar, eksiklerini tamamlıyorlardı. Bulmaca çözmekte olanlara: “Sizin başka bir işiniz yok mu, ya? Çok mu lazım, bulmaca? Onu sonra çözersiniz. Şuraya geldik, biraz konuşalım. Akıl akıldan üstündür. Bana bir akıl verin. Ne yapacağımı şaşırdım.” dedi. Orçun, başını kaldırıp ona bakarak: “Hangi konuda? ” diye sordu. “Ev eşyası alma konusunda... İnegöl’e gittik, mobilyacıları dolaştık. Bir aklım diyor ki ‘En iyisini en güzelini al, alacaklarının! Dayanıklı tüketim maddeleri bir kere alınır.’ Bir aklım da, ‘Nasılsa oradan oraya tayininiz çıkacak. Taşınırken kırılıp dökülecek. Ne gereği var? Kendi eviniz oluncaya kadar pahalısına kaçma! Ucuz yollu, harcıâlem bir şeyler al! Alacakların, halı gibi yükte hafif, pahada ağır, dürülüp taşınabilecek, ziyan olmayacak şeyler olsun. Ev eşyasına değil, altına yatırım yap. Enflasyonist dönemdeyiz. Altın fiyatları fırlayacak! Takıya ağırlık ver! ” Ne yapacağımı şaşırdım. Siz ne diyorsunuz? Ne yapsam? ” “Bence, evliliğin başında, iki kişiye yetecek kadar, zaruri eşyalar alın. Sade döşenmiş küçük bir ev, size yeter. Üç oda bir salon ev tutup, döşemek için servet ödemek, akıllıca bir iş değil. Ne yapacaksınız kocaman evi? İçinde at mı koşturacaksınız? Bir oda bir salon yeter. Eşya, ölü yatırım... Küçük bir ev tutun, ucuz ve az eşyayla döşeyin. Mümkün olduğu kadar altın alın. Kısa süre sonra ikiye üçe katlanacak. Eşya, eskiyecek, zamanla demode olacak. Hem evde eşyalar oturacak. Siz, akşamdan akşamda gelip, yatacak, sadece eşyalar için boşu boşuna o kadar kira ödeyeceksiniz. Evliliğin ilk yılları öyle olur. İkiniz de çalışıyorsunuz. Sabah, gözünüzü açar açmaz işe gidecek, akşam dönecek ya da dışarıda yiyeceksiniz. Yemekten sonra ya arkadaşlarınıza gideceksiniz ya da onlar gelecek. Diyelim, çevre edinmeyecek, baş başa olmayı tercih edeceksiniz, o zaman da birlikte çıkıp gezeceksiniz. Bir cumartesi pazarınız var, gezmeye ayırabileceğiniz. Onda da evde oturmayı tercih edecek değilsiniz. Evi ve eşyayı çok abartmayın, bence. Yine de siz bilirsiniz.” “Annem diyor ki: “Kızım, önce üç oda bir salon, geniş bir ev tutun. Döşesinler. Alırlarsa, şimdi alırlar. Evlendikten sonra onlardan eşya isteyemezsiniz. Almazlar. Kendiniz almak zorunda kalır, zorlanırsınız. Bursa’da, evi erkek tarafı döşüyor ya... Nasıl yapsak, dede? ” “Kızım, siz daha iyi bilirsiniz. Ben, cahil bir adamım ama yine de fikrimi merak ediyorsan, söyleyeyim. Aranızda anlaşmaya bakın. Mademki ev eşyası oğlan tarafının, o zaman size eşya için verecekleri parayı, arzu ettiğiniz gibi kullanma hakkı versinler. Bir ev döşemeye ne kadar para ayırmışlar? Şu kadar... O parayı size versinler, istediğiniz gibi değerlendirin. İster tamamıyla Avrupa’ya balayına gidin ister tamamını altına yatırın ister eşyaya verin. Ne yaparsanız yapın! Nasıl içiniz rahat edecek, nasıl mutlu olacaksanız, öyle... Ben sana sorayım, sen ne yapmak istiyorsun? ” “Ben, ele güne karşı, evli arkadaşlarımınki gibi modern eşyalarla döşenmiş bir ev hayal ediyorum. Annemin istediği gibi büyük değil. Avrupalıların evleri gibi... Ev dekorasyonu için bazı mecmualar var. Onlardan aldık. O kadar az eşyayla öyle güzel evler döşemişler ki! Bayıldık! Her şey birbiriyle uyumlu... Şekillerine, renklerine kadar... Her eşyanın birkaç kulanım şekli var. Her mobilyanın birkaç işlevi... Harika eşyalar! Fakat onları Türkiye’de bulmak imkânsız... Bizde henüz klasik mobilya takımları üretiliyor. Ağır ağır koltuklar, kanepeler, kalafat yemek masaları, daha oturmadan kırılacak sandalyeler... Bu işten köşe dönenlerin çokluğu ondan... Al, kırılsın, at, yenisini al! Onlar boyuna kazansın! İsraf! ..” “Onlarda nasıl? Şu açılan yatılan, sonra kaldırılan, duvara dayanan, yer kaplamayan iki kişilik yataklar falan gibi mi? ” “Sadece yatakta değil, her şeyde akıllıca bir tasarım var. Evler küçücük, eşyalar portatif... Mesela, ben evimim küçük mutfağını, masa ve sandalyelerle iyice daraltmak istemiyorum. Pencere kenarındaki köşeye monte edilmiş, açılıp kapanan panzot kaplı iki tane uzun ve dar oturak, iki tabure, kırılıp katlanabilen, katlanarak duvardaki yerine asıldığında, üstündeki dekoratif desenlerle pano görünümü veren bir masa istiyorum. Yemek yiyeceğimizde oturakları kaldırıp, altlarındaki ayakları çıkarıverelim, masayı indirip açalım, iki kişiysek, taburelere bile gerek yok, yemeğimizi yiyiverelim. İşimiz bitince, her şey yerine... Fakat ne böyle mobilyalar var ne de evimiz... Onun için hayallerimi ertelemek zorundayım.” “Tabi ki bunlar, kendi eviniz oluncaya olabilir. Hem de daha çok yazlık evler için uygun... Allah, mezarın bile genişini nasip etsin. Şöyle denize nazır, bahçeye açılan geniş bir balkonu olan bir evin olsa, kışın içerdeki mutfak masasında, yazın balkonda yemek yesen, istemez misin? Önünde envaiçeşit yiyecek, balkonda rengârenk çiçekler, bahçede yemyeşil, meyvelerle donanmış ağaçlar, arkada muazzam bir deniz manzarası... Hele bir de mutluysan, yediğin zehir, giydiğin kefen değilse, keyfine değme gitsin! .. Birer de kahve içermişsiniz yemekten sonra şöyle okkalıca, karşılıklı... Eh artık beni de davet edersiniz, haftada, ayda bir. Yılda da olur, canım.” “Ah, keşke! Olsa da her zaman davet etsek ama nerde? ” “Gençliğimde, öyle bir evde oturmuştum, ilk evlendiğim yıllarda. Kirasını karşılayacağım, diye canım çıkmış, o yaşta belim bükülmüştü! Oturduğum yeri bilmezdim, yorgunluktan! Nerden ne alacağımı, ne üreteceğimi, nasıl satacağımı, nerden alıp nereye kapatacağımı bilmezdim. Bir süre öyle gitti. Sonra borçlandım. Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’nin külahını Ali’ye giydire giydire bir süre daha idare ettim. Sonra idare edemez oldum. Evin yolunu şaşırdım. Babadan kalma evi sattım, doğru taşraya... Ondan sonra hep aşağıya, hep aşağıya... Ne ev kaldı ne bark; ne aile ne ocak... Çok şükür ki sığınacak bir sığınağım var, kiralık. Ah, akılsız kafam! ..” “Neden öyle düşünüyorsun, dede? Bir günlük beylik, beylik! .. En azından yaşadın ya, yater! ..” “Yaşadım mı süründüm mü bilemedim! Manzara bana bakıyor, belki bir şey anlıyordu ama ben dünyayı görmüyordum, parasal sıkıntımdan! Evime her gelen, saraya gelmiş gibi ferahlıyor, geniş kadife koltuklardan, boydan boya bir duvarı kocaman camlarla kaplı, geniş balkonlu salondan denizi seyretmenin keyfini çıkarıyor, bana gıpta ediyordu. Ben de onların rahatlıklarına ve ruhlarındaki huzura imreniyordum. Keşke ona buna borcum olacağına küçücük bir barakada oturuyor olsaydım da yorgun argın evime geldiğimde, tarhanaya kaşık sallayıp, başımı yastığıma koyar koymaz uyuyuverseydim! Ah, aptal kafam, ah! ..” Orçun: “Ayşe, sen yine benim dediğimi yap. En iyisi o! Altın al. Takı da takılacak sana. Yarım kilo, bir kilo altının olsun. O, enflasyon nedeniyle katkanadursun, her ay kazancınızdan arttırıp altın almaya devam edin, kendi evinizi almaya bakın. Önce ev! Eşya kolay... Bir evin olsun, kiradan kurtul da gerisi kolay. Kazan kazan, ev sahibine ver! Oturduğun evi defalarca satın al, kira kira dolaş! Bu, rasyonel bir düşünce tarzı değil. Yine de deim ya... Sen bilirsin! Hayat senin! Keyif senin! ” “Doğru söylüyorsun. Biz, çok görgüsüz insanlar haline geldik. Aslımız kıl çadırlarda göçebe ve mutlu yaşamış. O yayladan sıkıldıysa diğerine göçmüş. Derdi tasası da yokmuş. Sütü, yoğurdu, ayranı, yağı, peyniri balı... Mutlu mesut yaşamış gitmişler, yıllarca.” “Osmanlı döneminde, yerleşik düzene geçince, iş değişmiş. Evler yapılmış, eşyalar düzülmüş, geçim derdi, ev bark gailesi artmış. O zamandan beri artmaya devam etmekte... Fakat bunun bir sonu yok ki! Ev alırsın, köşk olsun; köşk alırsın sarayın olsun istersin. İhtiyaçlar sonsuzdur, tatmin edilemez! Öyle değil mi dede? ” “Sadece köşkle de bitmiyor ki iş! Hizmetçisi, uşağı, arabacısı, kâhyası... Lalası, dadısı... Biter mi evladım? Peki, Ayşe... Halit ne diyor bu konuda? ” “O, ben nasıl istersem öyle olmasını istiyor. Bana bırakıyor. Ben, bildiğin gibi eşya derdine düştüm. Renk, şekil ve düzen konusunu bir türlü beceremiyorum. Aciz kaldım. O mağaza senin bu mağaza benim, geziyorum, bakıyorum, biri diğerine uymuyor, piyasadakilerle istediğim gibi olması mümkün değil. Allah, kâinatı yaratmış, döşemiş; her şey birbiriyle uyumlu, her şey birbirini tamamlıyor. Şöyle bir etrafıma bakıyorum da hayran kalıyorum! Ne kadar zevk sahibi! Ne kadar büyük bir akıl ve zekâ işi sergiliyor, yaratılış ve yaşatılışta! Gökyüzünden yeryüzüne, her yerdeki renkler, şekiller, yaratılan maddeler son derece zevkli bir uyum içinde! Ne bir hata ne bir kusur ne bir yanlışlık ne de tesadüf var. Her şey milim milim hesaplanmış, mükemmel bir şekilde yaratılmış, her yer muazzam bir şekilde döşenmiş! Sadece hayran hayran seyrediyorum.” “Sadece hayran hayran mı? ” dedi, Define. “Sadece hayranlıkla mı? Hayretten hayrete düşüyorum! Hayretler içinde kalıyorum! Sen ne diyorsun! .. Akıl alacak güzellikler değil, detaya inildiğinde aklımı kaybedeceğimi zannediyorum! .. Bir kelebeği seyret! Bir kaplumbağayı... Bir salyangoza, bir sineğe, döktüğü sanata bak! Kuşuna kurduna verdiği emeğe... Her yarattığının dışını, bazen altını üstününü farklı, fakat en uyumlu renklerle boyamış, yılanına kadar nakışlamış! Hangi bir yarattığını anlatayım? Ben dile getirmekten acizim, onun için o kadar kolay ki! Sadece dilesin ve: “Ol! ..” desin, yeter! Ona hiçbir şey zor gelmez! Allah-ü Teâlâ, Musavvir’dir.” “Musavvir mi? Nasıl? ” “Tasvir eden, her şeye farklı bir suret ve şekil vererek, mahlûkatını dilediği sıfat ve istediği surette yaratan. El Musavvir, Allah’ın güzel isimlerindendir. ” Işıl, merakla: “Dedeciğim, Neşe diyor ki: “Burunla alay edilmez! Burnun yapılması en zordur. Allah, insanı yaratırken, burun kadar hiçbir uzvun yapılmasında zorlanmamış. Onun için birisi öldüğünde, elli ikinci gün burnu düşermiş. Bir yedisinde, ‘Yedi Mevlidi’ yapılırmış; bir kırkında, bir de elli ikisinde... Burnu düştüğünde yani... Doğru mu bunlar? Hurafe, değil mi? ” diye sordu. “Allah, yedi kat yerleri ve gökleri yaratmış, topraktan böyle mükemmel bir yapıyı yaratmış, zorlanmamış da, burnu yaratırken mi zorlanmış? Olur mu öyle bir şey? Haşa! .. O’na, hiçbir şey zor gelmez! Zorluklar, bizim gibi acizler için...” Dedim ki: “Siz ne zannediyorsunuz? Allah, küçükken oynadığım gibi çamur mu oynadı? Tövbe, Ya Rabbim! .. Allah’ın elleri mi var? Yerin göğün yaratıcısı, sadece murat eder ve emreder. Her şey hemen oluverir! ..” “Nefesi var ama! Adem Aleyhisselam’a üfledi ya...” “Allah-ü Teâlâ, Efendimize: “Zorlaştırma, kolaylaştır! ” demiş, anlayabileceğimiz şekilde izah etmesini önermiştir. O da her seviyeden insanın anlayabileceği şekilde dramatize ederek anlatmış, örneklemelerle açıklamalar yapmıştır. Cennette, ay gibi boşlukta duran köşklerden bahsettiğinde, oraya nasıl çıkılacağını sormuşlar: “Kuşlar gibi...” diye tarif etmiş. Oraya merdiven dayayacaklarını zanneden kişilerin yaşadığı bir devirde, akıl almaz işleri onlara nasıl anlatabilirdi? Bu kadar basite indirgeyerek anlatmış. Şimdiki çağda gelmiş olsaydı, kuantum fiziğiyle izah ederdi. Onun için o nefes, o nefes değil, o üfleme de o üfleme değil! Allah, nefes alıp vermez. Nefese de ihtiyacı yok. Allah, ihtiyaçtan münezzehtir. Melekler nefes alıp veriyor mu? Havasız ortamda da yaşıyorlar. ” “Konuşuyor ama... Musa Aleyhisselam’la konuştu. Konuşma, nefesle olmaz mı? ” “O konuşma da bu konuşma değil. Yani, ağızla boğazla, ciğerle ve nefesle olan, çaba sarf etmeyi gerektiren bir konuşma değil. O’nun, bütün bu organlara ve çaba sarf etmesine de gerek yok. O konuşma, idrakimizi zorlayan bir konuşma...” “Nasıl yani? ” “Rüyada konuştuğun gibi...” * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0282
Onur Bilge
0293 - El MUİZ
Onur BİLGE Bursa, evliya yatağı... Her yerinde mübarek bir zat yatmakta... Allah’ın izzet ve ikramıyla güzelleşen bir şehir... Sadece doğusundan batısına kadar değil, kasabasından köyüne kadar ulu zatlarla bezenmiş. Her yerde bir türbe, her yerde bir imza... Onlara izzet ve şeref verilmiş ama onlar bunu nefislerine mal ederek kibirlenmemişler, Allah’tan geldiğini bilmişler, o nedenle de Allah’ın desteğini arkalarına alarak başarıdan başarıya koşmuşlar. Nemrut ve Firavun gibi kişiler, başarılarını kendilerinden bilerek büyüklendikleri için zelil olmuşlar, helak edilmişler. Azan kavimlerin yaşamakta oldukları beldeler de yerle bir edilmiş. Allah, insanı eşref-i mahlûkat olarak yaratmış. Diğer yaratıklardan üstün kılarak şereflendirmiş. Yeryüzündeki her şeyi, kullanımına sunmuş. Hakkıyla kulluk edenleri aziz, isyan eden ve büyüklenenleri zelil etmiş. Yahudilerden, cumartesi gününü saymayanlara: “Zelil maymunlar olun! ” demiş. Sadist hükümdarlar zelil, iyi ve adil olanlar da aziz edilmiş. Tarihimize baktığımızda, aziz edilen padişahları, cengâverleri, ulema ve evliyaları görüyoruz. Onlar, ne olurlarsa olsunlar, kul olduklarını asla unutmamışlar, her yerde kulluk görevlerini yerine getirmeye devam etmişler. Savaş meydanlarında dahi namazlarını bırakmamışlar, o şekilde başarıya ulaşmışlar. Aziz olmak için ille de büyük bir zat olmak gerekmez. Sıradan bir mümin, kulluk makamı olan makamların en yücesine çıkarak, azizler arasına girebilir. Allah’ın bu dünyada şereflendirdiği kişiler, o dünyada da aziz olacaklar, zelil kılınarak helak edilenler, orada da aşağılık olacak ve cehennem azabıyla cezalandırılacaklar. Allah-ü Teâlâ şöyle buyuruyor: De ki: Ey mülkün sahibi Allahım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, her şeye güç yetirensin. İslamiyet’e çok değer verildiği dönemlerde Allah, Müslümanları daima muzaffer kılmış ve şereflendirmiş. Osmanlı Devleti’ni de şereflendirmiş, üç kıtaya yaymış, topraklarında güneş batmayan bir ülke haline getirmiş. Muiz ve zıt anlamlısı olan Muzil, Kuranda isim halinde değil, fiil olarak geçer. Yeryüzünde, bu zamana kadar, Allah’ın yükselttikleri aziz, alçalttıkları zelil olmuş; ahrette de öyle olacak. Allah, Muiz ismi gereği, sevdiklerini destekler, itaat ve ibadet edenleri düşmanlarına üstün getirir, aziz kılar. Allaha itaat etmek, en büyük izzettir. Allah, kanaatkâr, samimi ve ihlâslı olan, nefsinin arzu ve isteklerini terk eden kulunu aziz kılar, ona mülk verir. Yani, kalbinden perdeyi kaldırır, Cemalini müşahede ettirir, kimseye muhtaç etmez, nimetine gark eder, kuvvet ve teyit verir, onu nefsine ezdirmez. Bir Müslüman, ihlâsla günde yüz on yedi defa Ya Muiz okumaya devam ederse, izzet ve şeref sahibi olur, kötülüklerden korunur, iki cihanda da aziz olurmuş. İzzetin nuru, zalimlerin gözlerini kör edermiş. Evde olduğum zamanlarda, özellikle akşamları kitap okuyorum. Bu toprakları bize kimlerin miras bıraktıklarını, onların nasıl kişiler olduklarını öğrenmeye çalışıyorum. Okuduğum sürece o çağa gidiyor, doğum tarihlerini okuduğum kişilerin annelerinin sancı çekişlerini görüyor, nasıl bir zat dünyaya getirdiklerinin bilincinde olup olmadıklarını düşünüyorum. Ebenin sarıp sarmalayarak kucaklarına verdikleri o minicik, ipek ciltli, pembe yanaklı bebeklerin, nasıl büyüdüklerini hayal ediyorum. Hangi âlimlerin dersleriyle eğitildiklerini tahayyül ediyor, talim yaptıkları yerlerdeki hallerini seyrediyorum. Sık ağaçlı gümrah ormanlarda avlanışlarını, ok atışlarını, kılıç kuşanışlarını gözümün önüne getiriyorum. Dualarla Tekbirlerle yapılan düğünlerini, evlat sahibi olduklarındaki kıvançlarını, müjde verenlere armağanlar dağıtışlarını aklıma getiriyor, böyle zamanlarda hangi duygular içinde olacaklarını kestirmeye çalışıyor, neler hissettiklerini düşünüp, aynı duygulara iştirak etmeye gayret ediyorum. Arkalarında büyük bir toz bulutu bırakarak, savaş alanlarına doğru, tozu dumana katarak uçan atlarla, ‘Allahuekber! ..’ diye haykırarak gidişlerini, nal seslerini, at kişnemelerini işitiyor, ‘Allah Alah! ..’ nidalarıyla düşmana saldırışlarını seyrediyor, savaş meydanlarındaki kılıç kalkan seslerini duyuyorum. Saldıranların naraları geliyor kulağıma, yaralananların feryadı... Sonra bu mübarek toprakları kırmızıya boyayan, düşman kanıyla kirlenen yerleri yıkayan, arıtan; sessiz sedasız akan, sızan gazi ve şehit kanını görüyorum. O kanı ve o kanla kutsallaştıkça kutsallaşan, azizleştikçe azizleşen Vatanı... Diyorum ki kendime: “Semiray! Atanı, Vatanı, bu Vatan uğruna akan kanı ve bu topraklar için bu topraklarda yatanı iyi tanı! ..” Onun için okuyorum. Onun için yazıyorum. Onların en az benim bildiğim kadar bilinmesi için notlar alıyorum. Onlar ki çalışmış çabalamış, izzet ve şeref sahibi kılınmışlar, onlar ki cihana nam salmış, sadece Müslümanlarca değil, düşmanları tarafından bile asırlarca övgüyle anılmışlar! Allah’ın Muiz ismiyle tecelli ettiği, yani izzet ve ikram ettiği kişilerden birisi de Bursa’yı alma şerefi kendisine bahşedilen, Osman Gazi’yle Şeyh Edebali’nin kızı Mal Sultan’ın oğlu olan Orhan Gazidir. 1281 yılında doğmuş. Beş erkek, bir kız çocuğu olmuş. Çocukları; Süleyman Paşa, Birinci Murad, İbrahim, Halil, Kasım ve Fatma Hatun’dur. 1326 yılında tahta geçer geçmez, Orhaneli Kalesi alınınca, Bizansın yardımından umudunu kesen Bursa tekfurundan şehri teslim almış. Babası Osman Gazi, Bursa’nın alınmasından hemen önce ölmüş, vasiyeti üzerine Bursa’ya gömülmüş. Osmanlı Devletini o kurmuş ama Orhan Gazi teşkilatlandırarak devletleştirmiş. Uzun boylu, sarı saçlı, sarı sakallı, mavi gözlü; halkına ve mazluma karşı yumuşak huylu, merhametli ve adaletli; düşmana karşı hiddetli ve şecaatliymiş. Fakir babasıymış. Çok dindarmış. İlme çok değer verir, ulemaya hürmet edermiş. Halkıyla iç içeymiş. Sakin, acelesiz ve dikkatliymiş. İyice düşünerek sağlıklı karar verirmiş. Hıristiyanlara iyi muamele edişiyle dillere destan olmuş. İslamiyet’i onlara sevdirmesi, fethi kolaylaştırmış. On beş yaşındayken savaşlara katılmaya başlamış, ömrü boyunca savaşmış. Babasından teslim aldığı on altı bin dönümlük toprağı altıya katlamış, doksan beş bin dönüme çıkarmış. Devletin teşkilatlandırılması görevini, Alâeddin Paşa ile Şeyh Edebalinin bacanağı Çandarlı Kara Halil Paşaya vermiş. Bu kişiler; para, kıyafet ve ordu konusunda çalışmalarını sürdürmüşler. Büyük oğlu Süleyman Paşa, Orhan Beyden önce ölmüş. İkinci oğlu Murad Hüdavendigârı başkumandanlıkla görevlendirmiş. Orhan Gazi tarafından, İznikte yaptırılan ve 1334 yılında kullanıma açılan Hacı Özbek Camisi, Osmanlıların ilk camisidir. ‘Sultan’ lâkabı, ilk defa onun zamanında kullanılmaya başlanmış, ilk Osmanlı parası, onun zamanında basılmış. Avrupaya ilk defa onun zamanında geçilmiş. Bursa Medresesi’ni de o yaptırmıştır. İstanbulun Anadolu yakasının tamamı onun tarafından alınmış. Saltanatı otuz üç yıl sürmüş, 1359 senesinde vefat etmiş. Tophane Parkı’nın girişinde, sağda, Osman Gazi Türbesi’nin karşısındaki türbede yatmaktadır. Bizans döneminde yapılan Saint Elie Kilisesi’nin kalıntısı üstüne yapılmıştır. Mozaik kalıntıları döşemede görülmektedir. Osman Gazi ve Orhan Gazi türbeleri aynı çatı altındayken, 1855 yılında depremden yıkılmış, 1863’de Sultan Abdulaziz tarafından yeniden inşa edilmiştir. Dört köşeli, duvarları sade ve beyaza boyalı olan türbesinin, dört mermer sütun üzerine oturtulmuş, geniş ve kurşunla kaplanmış bir kubbesi vardır. On pencere ile aydınlatılmıştır. Tavanında, onar kandilli bir avize asılıdır. Türbede; ortada Orhan Gazinin, pirinç parmaklıklarla çevrili sandukası, onun kuzeyinde Cem Sultanın oğlu Abdullah’ın, kapı tarafında İkinci Bayezidin oğlu Korkut’un, yanında Orhan Gazinin eşi Nilüfer Hatun’un ve oğlu Kasım Çelebi’yle ile Yıldırımın oğlu Musa Çelebi’nin kabirleri olmak üzere yirmi iki mezar bulunmaktadır. Hâce Muhammed Bâbâ Semâsi Hazretleri, Şeyh Edebalı, Hacı Bektaş-ı Veli de bu devirde yaşamış ve vefat etmişlerdir. * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0293
Onur Bilge
0294 - El MUZİL
Onur BİLGE Murad Hüdavendigar’la Rum asıllı Gülçiçek Hatun’un oğlu olan Yıldırım Bayezid 1360 yılında Edirnede doğmuş. Beyaz tenli, geniş omuzlu, yuvarlak yüzlü, ela gözlü, kumral saçlı, sık sakallıymış. Savaşlardaki başarıları nedeniyle ‘Yıldırım’ lakabını almış. Bursa’daki bir semt, onun lakabını taşırmaktadır. Çocukluğu, Bursa Sarayında geçmiş. Her şehzade gibi iyi bir eğitim almış. Kütahya sancağında valilik yapmış. Babasının vasiyetiyle 1389 yılında, yirmi dokuz yaşındayken tahta çıkmış. O zamanlar; Sırbistan kralı, Kosova savaşında ölen Kral Lazarın oğlu Stefan Lazaroeviç’miş. Barış antlaşması yapmak için Edirneye geldiğinde, kardeşi Mariayı Bayezide vererek, Osmanlı Devletiyle dostluk kurmuş. Sultan Muradın ölümünden yararlanarak güç birliği yapan Anadolu Beylikleriyle mücadele etmiş. Sırp kuvvetleriyle Anadoluya girmiş, isyan eden beylikleri almış. Sırplarla akraba olmuş ve dostluk kurmuş ama tedbiri elden bırakmamış. Karaman Seferine birlikte çıktığı, Sırp İmparatoru Yoannesin oğlu Manuel, Bursaya gelince, izin almadan İstanbul’a geçmiş. Bayezid bu gidişten şüphelenerek, Macaristan seferini iptal etmiş, İstanbulu kuşatma kararı almış. 1391 yılında, karadan ve denizden yapılan bu ilk kuşatma, abluka niteliğinde olup, Macarların topraklarımıza girmesiyle kaldırılmış. Bir yıl sonra, Türk Akıncıları, Kral Sigismund komutasındaki Macar Ordusunu yenmiş. 1395 yılında İstanbulu tekrar kuşatmış. Haçlıların harekete geçtiği haber alınınca kaldırılmış. Macar Kralı Sigismund komutasında, Papanın desteğiyle; Fransız, İngiliz ve Alman kuvvetleri başta olmak üzere bütün Avrupa ülkelerinin katılımıyla oluşan Haçlı Ordusu, 1396 yılının Mayıs ayında, beş yıldır kuşatma altında olan İstanbulu kurtarmak amacıyla harekete geçmiş. Niğbolu kalesi önünde yapılan savaşı kazanınca, Abbasi Halifesi, Yıldırım Bayezide ‘Sultan-i iklim-i Rum’, yani ‘Anadolu Sultanı’ ünvanını vermiş. İstanbul’u üçüncü kez kuşatmış, bu sırada Anadoluhisarı’nın yapımı tamamlanmış. Denizciliği geliştirmeye çalışmış. Kuşatma sonunda şehrin teslim olacağını umuyormuş ama Timur tehlikesi baş gösterince, Bizansla bir antlaşma yapmak zorunda kalmış. Bu antlaşma gereği, kuşatma kaldırılmış, Sirkecide bir cami, bir İslam Mahkemesi ve bir Türk mahallesi kurulmuş, haraç arttırılmış. Yunanistan ve Moraya sefer düzenlemiş. 1398 yılında Karaman’ı ve Karadeniz beyliklerini fethetmiş, Dulgadiroğulları beyliğini yıkmış. Galatadaki Ceneviz Kolonisi’yle savaşmış. Timurtaş Paşa, Mudurnu Yıldırım, Bergama ve Bursa Ulu Camileri, onun döneminde yapılmış. 1396 yılında İstanbulun Anadoluhisarını, ilk sağlık eserleri olan Bursa Yıldırım Darüşşifası ve Yıldırım Sağlık Ocağı’nı yaptırmış, Yıldırım Medresesi’ni de inşa ettirerek, Bursayı ilim merkezi haline getirmiş. Buhara’dan gelerek Bursa’ya yerleşen, Hazreti Hüseyin tarafından, Efendimizin dokuzuncu göbekten akrabası olan Emir Sultan Hazretleri, Osmanlının manevî mimarlarındandır. Somuncu Baba’ya talebe, Bursa halkına öğretmen olmuş. Arzu edenleri, ilim ve irfanıyla aydınlatmış, Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde önemli hizmetlerde bulunmuş. Ledün ilmine de sahip olduğu için pek çok kerameti ortaya çıkmış. O nedenle, ‘Kerâmetler Sultanı’ olarak tanınmış. Yıldırım Bayezide damat olup, Niğbolu Zaferindeki esrarlı yardımı sırasında kerametleri görülmüş. Bayezid, Macarlarla savaşırken kolundan yaralanmış, askerlerin içinden bir genç hekim, yarasını sarmış. Çok derin olmayan bu yaranın sargısı ertesi gün sabah açılınca, izinin bile kalmamış olduğu görülmüş. Sargı bezi olarak kullanılan kumaş parçası da; hanımının nişanlıyken verdiği mendilin yarısıymış. Hekimin ortadan kaybolmasıyla, sır olarak kalan bu olayın benzeri; Osmanlı ordusu kaleye girmekte zorlanıp, büyük kayıplar verirken, aynı hekimin tekrar ortaya çıkıp, orduya kalenin kapısını açmasıyla tekrar yaşanmış. Bu iki olağanüstü olay, özellikle Yıldırımı hayretler içinde bırakmış. Kendisi Edirne’deyken, kızı Hundi Sultan’ın, rızası alınmadan, bir çömlekçiyle evlendirildiğini duyup çok kızan, kızını verenleri cezalandırmak için bir adamını Bursaya gönderen, sonra da araya girenleri kıramayıp, cezadan vazgeçen Bayezit, Niğboludan zaferle döndüğünde, karşılayanların arasında, yarasını saran ve kalenin kapısını açan askeri tanıyınca, bir de koluna sarılan mendilin yarısının onda olduğunu görünce, damadı hakkındaki düşünceleri değişmiş, ona yürekten bağlanmış. Rumeli’de savaşırken de, bir ara çaresiz durumda kalınca, Emir Sultan ortaya çıkmış: İşaret ve feth-ü nusret guzat-ı Müsliminindir! .. diyerek fethi müjdelemiş; Yıldırım’ın ordusu o güçle yenilenerek saldırmış, düşmanı yenmiş ve pek çok ganimetle dönmüş. Fakat Ankara Savaşı konusunda Emir Sultan’ı dinlememiş. Kızı Hundi Sultan’la aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: “Babamı neden desteklemiyorsun? ” “Bu savaşa rızam yoktur. Kardeş kardeşi vuracak. Baban beni dinlemiyor. Timur’un ordusu daha güçlü ve sayıca daha çok...” “O zaman babam için dua et! ” “Timur’un dua almadığını mı sanıyorsun? Ona da zamanın kutbu dua ediyor. Yenilgi kaçınılmaz! Kardeş kanı akacak! Çok yazık olacak! .. Çok! ..” Timur, Cengiz İmparatorluğu’nu tekrar kurmak için İranı almış, Hindistana seferler düzenlemiş. Azerbaycan ve Bağdat Emirleri Yıldırım Bayezide sığınmış. Bayezid, esirleri Timur’a teslim etmeyince araları açılmış. Timur, Anadoluya girmiş, Sivası yağmalamış, ilerlemeye devam ederken Osmanlı Ordusu’yla Ankarada, Çubuk Ovasında karşılaşmışlar. Kara Tatarlar, Timur’un tarafına geçince ordu dağılmış, Bayezit esir düşmüş. Bu yenilgi, elli yıllık bir duraklamaya, Anadolu Türk birliğinin dağılmasına, beyliklerin tekrar belirip güçlenmesine, Osmanlı Devletinde karışıklıkların çıkmasına, dört ayrı bölgede, şehzadelerin dört farklı devlet ilan etmesine; Bursa, İznik ve İzmit’in, Timur tarafından yağmalanarak yakılmasına, İzmir’in işgal edilmesine sebep olmuş, 1402’de başlayan iktidar boşluğu ve taht mücadelesi, 1413 yılına kadar sürmüş ve bu döneme, ‘Fetret Devri’ adı verilmiş. Emir Sultan’ın uyarılarına rağmen yapılan ve yenilgiyle biten Ankara Savaşı’nda, Yıldırım Bayezid de esirler arasındaymış. On üç yıl süren padişahlığı; yedi ay, on iki gün süren esaretinin ölümle noktalanmasıyla son bulmuş. Emir Sultan, II Murad zamanında, 1422 yılında yapılan İstanbul kuşatmasına da beş yüz dervişiyle birlikte katılmış; ordumuzu maddi ve manevi yönden desteklemiş. Devletlerin de yükselmeleri ve alçalmaları vardır. Onlara da muzafferiyeti Allah-ü Teâlâ bahşeder. Yıldırım’ı zaferden zafere koşturan da Allah’tır, esir düşüren de... O, dilediğini Muizz ismiyle yükseltir, dilediğini Muzill ismiyle indirir. El Müzill; Allahın, hak edeni zillete düşüren, zelil eden, hor ve hakir hale getiren anlamındaki sıfat isimlerindendir. ‘Muizz’, ‘izzet ve kuvvet veren, yükselten’; ‘Müzill’, ‘zelil edip rahmetinden uzaklaştıran, hor ve hakir kılan’ demektir. ‘Zillet’; ‘alçaklık, aşağılık, düşkünlük’ demektir. ‘Züll’; ‘horluk, hakirlik, alçaklık, küçülme, aşağı düşme, miskinlik’ anlamlarında kullanılır. El Müzill; ‘zillete düşüren, hor, hakîr, rezil ve perişan eden’ demektir. Tövbe Suresi’nin 2. Ayeti’nde: “ Bilin ki, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz Gerçekten Allah, inkâr edenleri hor ve aşağı kılıcıdır ” buyrulmaktadır. ‘İzzet’, ‘üstünlük ve galibiyet’ demektir Mü’minler aziz, kâfirler zelildir. Âlimler aziz, cahiller zelildir İzzet, Allah’tan gelen hayırların en büyüklerindendir. Kâmil insan, Allah’ın halifesidir. Secde ederek nefsini alçaltır, Allah da onun izzet ve şerefini arttırır. Nefsini üstün tutanları, Müzill ismiyle alçaltır, hakir kılar. İzzet, zillet, fakirlik, zenginlik, her şey Allah’tandır. Yılanına çıyanına kadar yeni giysiler veren Allah, kuşuna kurduna kadar giydirir, yedirir, içirir, gönendirir. Her çıkışın bir inişi vardır. Her şey emanettir. Padişahlık da emanettir. Bir bakmışsın padişahsın, bir bakmışsın, tacın tahtın elinden alınmış, hatta özgürlüğünü kaybetmişsin, esir düşmüşsün! Güneş de doğarken yükselir, batarken alçalır. İnsan da devletler de doğar, büyür, güçsüzleşir, yok olur. Büyüklük taslayanlar mutlaka zillet çekmişlerdir. İsyan edenlere boyun eğdirilmiştir. Secde etmeseydi, Firavun etmeyecekti, o bile boyun eğdi! O ki tanrılık taslıyordu. Azizler cennete, zeliller cehenneme gidecek. El Müzill ismini günde yetmiş beş kez tekrarlayıp dua edenin, hasetçinin hasedinden, zalimin zulmünden emin olacağı söylenir. Gâşiye Suresi’nin 2. Ayetinde: “Yüzler var ki, o gün eğilmiş, zillete düşmüştür.” Kasas Suresi’nin 76. Ayetinde: “Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.” 83. Ayeti’nde: “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.” Kıyâmet Suresi’nin 22. ve 23. Ayetlerinde: “Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabbine bakar.” buyrulmaktadır. * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0294
Onur Bilge
0291 - El HÂFID
Onur BİLGE Vakit ilerlemiş, yağmur yavaşlamış, hava kararmak üzereydi. Levent, Orçun’u alarak dışarıya çıktı. Giderken de akşam yemeği için bir hazırlık yapılmamasını söyledi. Bir süre sonra da ellerinde kocaman paketlerle geldiler. Kızarmış piliçler ve bir büyük tencere dolusu pilavla... Okulun yakınındaki restorandan almışlar. Yanlarında gelen garsonu tanıdım. Pilav tenceresini, servis tabaklarına boşalttı, tencereyi alarak gitti. Onlar gelinceye kadar; Ahmet, İhsan’ı ekmek almaya yolladı. Duygu’yla Neşe marul salatası yapmaya başladılar. Masalar birleştirildi, örtüleri serildi. Sofra kuruldu. Getirilenler açıldı, tabaklara kondu; salata, masalara paylaştırıldı, ayranlar dağıtıldı. Ekmekler, alelacele dörde taksim edildi. Doğru dürüst bir şeyler yiyemeyen, çoğu zaman simitle tostla geçiştiren çocuklar, iştahla yemeye başladılar. Yine de diğerlerinden şanslıydılar. İyi veya kötü ama en azından temiz şeyler yiyorlardı. Garson, alışılmıştan farklı, yaşlı bir adamcağızdı. Restoran’ın sakin olduğu bir gün, Orçun ve Neşe’yle üst katta yemek yemiştik. Bize hizmet ederken, Orçun onu lafa tuttu. Hal hatır sordu. Akşama kadar ayakta kalmaktan, merdiven çıkıp inmekten yorgun düşüp düşmediğini falan sordu. Derken, sohbeti ilerletti. Hayat hikâyesini öğrendik. Duygu, her zaman en sofraya en son gelendir. Birkaç lokma yer, kalkar bir şey getirmeye gider. Yemek bitmeden çay koyar. Yine ikide birde kalkıyor, bitenleri yeniliyor veya eksikleri getiriyordu. Bir ara çayı demlemek için yine aşağıya inmişti. Bir iki dakika sonra: _ “Ay! ..” diye bağırdığını işittik. Ahmet başta olmak üzre hepimiz yerimizden fırladık! _ “Ne oldu? ” diye sorduk, değişik şekillerde. _ “Yanıyordum! .. Çaydanlık devrildi! Allah muhafaza etti! Hastanelik olacaktım! ” dedi. Ahmet, onun yapacağı işe devam ederken biz Duygu’yu yukarıya çıkardık. İlk odaya girdik. Baktık, göğsüne dökülmüş, kızartacak kadar yakmıştı ama dayanılmayacak kadar değildi. Yine de soğuk suyla ıslattığımız havluyla serinlettik. Bir süre sonra da yanık merhemi sürdük. Aşağıya inerken ceketini almamış olsaymış, fena halde yanacakmış. Kaynar su, içine pek geçmemiş. Dökülür dökülmez ceketi tutup, öne doğru çekmiş ve hemen çıkarmış. _ “Durumu nasıl? ” diye seslendi, Define: _ “Allah korumuş! Ucuz kurtulmuş! ” dedim. _ “Her zaman dua ediyorum. ‘Ya Hâfız! Cümlemizi koru, muhafaza et! ’ diye. O ismi hürmetine korumuş. Dualarım önüne gerilmiş.” diye kendi kendisine konuşarak gitti, yerine. Yemek bitmek üzereydi. Yine de bazılarımızınki tabaklarda kaldı. Yerlerimize döndüğümüz zaman bizde iştah miştah kalmadı. Neşe de yarım bıraktığı yemeğe elini süremedi: _ “Ne diye dua ediyordun, dede? Allah’ın hangi ismiyle? ” diye sordu. _ “Ben mi? ‘Ya Hâfız! ’ diye...” _ “Hafız, Kuran’ı ezbere okuyabilen, değil mi? ” _ “Ona da hafız denir. Hıfz kökünden gelen bir kelimedir. Hafız da Kuran’ı, aklında muhafaza ediyor ya...” Mahir: _ “Susun, biraz. Yemek duası okuyacağım. Sonra anlatırım, o ismin özelliklerini.” diyerek, elerlini kaldırdı ve okumaya başladı. Duasını etti, hepimiz: _ “Âmin! ” dedik. Çocuklar hızla sofrayı toplamaya başladılar. Hemen gelip, yerlerine oturdular. Yemek zehir oldu! Çayı nasıl içecektik? Fakat insanoğlu çok şeye katlanabiliyor. Ölüm de olsa; acıkılıyor, susanıyor. Yemek de yeniyor, içecek de içiliyor. Mahir: _ “Neşe! Allahın, emirlerini dinlemeyen, büyüklenen, herkese yukarıdan bakan, başkalarının haklarına tecavüz eden zorbalar var ya... El Hâfıd; Allah’ın, onları rezil ve perişan eden, anlamına gelen bir ismidir. ‘Alçaltan’ demektir. Vakı’a Suresi’nin ilk ayetlerinden birinde, galiba üçüncü ayetinde, kıyametin alçaltıcı ve yükseltici olduğunun bildirilmesi halinde geçer. Kıyametin alçaltıcılığı ve yükselticiliği Allahtan olduğu için dolaylı olarak da olsa Kuran’da geçen isimlerden sayılır. Zıddı, ‘Er Rafi’ olup, ‘yükselten’ anlamına gelir. Allah; nefsinin heva ve heveslerine kul olanlarla isyan edenleri, bu dünyada da o dünyada da alçaltır. O’nun alçalttığını, kimse yükseltemez! Nemrut, Firavun, Ebu Cehil, alçalttıklarındandır. Allah; dereceleri genişleten, aşağıya indiren, düşürendir.” Pek çok zalim hükümdarı bu ismiyle rezil etmiş; şan, şeref, mevki ve izzetten mahrum bırakmıştır. Onları, cehennemde de, zillet ve azap beklemektedir. İnsanlar; iman, takva, iyi amel ve güzel ahlâkla bir yerlere kadar yükselirler. Bazen hak ettikleri bazen de sabırları deneneceği için yükseldikleri yerlerden indirilirler.” diyerek, El Hâfıd ismini etraflıca açıkladı. Bu sırada Orçun söze karıştı: _ “Az önce bizimle gelen garsonu gördünüz, değil mi? Altmış beş yaşında... Sabahtan akşama kadar ayakta! Ne zaman halini hatırını sorsam: “Allah’a hamd olsun! İyiyim, hayatımdan memnunum! ” der ve ilave eder: “Allah, burada versin! Orada Vermesin! Râfi’ ismiyle tecelli etsin, İnşallah! ” diye avuçlarını açarak alçak sesle dua eder ve ellerini yüzüne sürer. Çok dikkat ettim. Hep böyle yapar. Neden, biliyor musunuz? Bu adamcağız, vaktiyle halı tüccarıymış. Hani o Bünyan halılarının kapış kapış gittiği yıllarda...” der demez, her kafadan bir ses çıktı. Bir uğultudur başladı! Herkes hayretler içinde kaldı! Orçun devam etti: _ “O kadar çok para kazanmış ki ihracata başlamış. Yurt dışına ipek halı gönderiyormuş. Çekirgece dört tane apartman yaptırmış. Makam arabaşı gibi bir arabası varmış. Kendisi de kullanmazmış. Özel şoförü varmış. Hem de üniformalı... Hizmetçileri, uşağı... Bursa’da sayılı zenginler ne kadar zengin, hayal edin! İşte o kadar zenginmiş. Para fazla gelince oradan buradan çekiştirmeye başlamışlar. Biri gelmiş, kumara götürmüş, biri gelmiş meyhaneye... O pavyon senin, bu bar benim gezerken kızı bir kaldırım mühendisine kaçmış. Oğlu, okumaya diye Amerika’ya gitmiş, bir İtalyan ile yaşamaya başlamış. Okulu mokulu asmış. Derken hanımı böbrek hastası olmuş. Felaketler üst üste gelmeye başlamış, işi sekteye uğramış. İki yıl içinde apartmanın üçü de elinden gitmiş. Bir tanesi, hanımının üstüneymiş. O kalmış. Onun da tedavisi sırasında iki dairesi satılmış. Bir gün, sevgilisi olan sekreterine son kez telefon etmiş. Sesinde, veda eder bir ifade varmış. Kız şüphelenip, evine gitmiş. Hanımına: _ “Refik Bey’in durumunu beğenmedim. Kendileri nerede acaba? ” diye sormuş. Hanımı, odasında olduğunu söylemiş. Kız, telaşla koşarak odasına doğru yürümüş. Hanımı da arkasından... İçeriye seslenmişler seslenmişler, ses yok! Hafif bir inilti geliyormuş. Bir avuç uyku hapı içmiş, sonra da pişman olmuş ama hali kesilmiş. Son bir çabayla, durumunu duyurmaya çalışmış ve başarmış. Anlamışlar, kapıyı kırmışlar, girmişler, bakmışlar ki yarı baygın vaziyette! .. Hemen ambulans çağrılmış, hastaneye kaldırılmış. İlk müdahale yapılmış. Müşahedeye alınmış. Orada iki kadın... Biri karısı, biri sevgilisi... Duyan iş arkadaşlarından gelenler olmuş. Birisi ağzından bir laf kaçırmış. Karısı duymuş, kızla birbirlerine girmişler. Aynı gün adamda sevgilisi de karısı da ayrılmış. Hastanede yapayalnız kalakalmış. Bereket, arkadaşları aralarında para toplamışlar, masrafı ödemişler, çıkarmışlar; birinin ofisinin arka odasına yerleştirmişler. Bir süre orada, o şekilde idare etmiş. Sonra da bir arkadaşının havlu fabrikasına işçi olarak girmiş. Oradan oraya derken, nihayet bu restoranda garson olarak çalışmaya başlamış.” _ “Nereden nereye! ” dedi, Define. _ “Düşmez kalkmaz bir Allah! ” dedim. Duygu: _ “Aman Ya Rabbi! ” dedi. _ “İnanmıyorum! ” dedi, Ahmet. _ “İnan ki öyle! Refik Bey anlatırken, Neşe’yle ben de duydum. Yeminle söyledi. Yalan söyleyecek bir adam değil. Akıllanmış ama daha o zaman iş işten geçmiş! ” dedim. _ “Refik Bey mi? ” dedi İhsan. _ “Düşmüş ama beyefendi bir adam o. Patronu bile ona ‘Refik Bey’ diye hitap ediyor. Görmüş geçirmiş.” dedi, Neşe. “şimdi pişman olmuş, beş vakit abdestinde namazında...” * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0291
Onur Bilge
0298 - El ADL
Onur BİLGE Geçen yaz bir sabah okula giderken Nurhal Abla’yla karşılaştım. Yurtta, bir süre aynı odada kalmıştık. Coğrafya öğretmeniydi. Yurtta da etüt öğretmenliği yapıyor, böylece oraya para ödemekten kurtulmuş oluyordu. Bir ara özel oda istedi ve arzusu hemen gerçekleştirildi. Fakat o oda iki kişilikti. Yanına birisini alması gerekiyordu. O da beni seçmişti. İlk zamanlar gayet iyi anlaşıyorduk. Sonra sudan sebeplerle beni oradan uzaklaştırma yollarını aramaya başladı. Bazı geceler, halasının oğlu olduğunu söylediği bir avukatla çıkıyor, geç dönüyordu. Kapıyı kilitlettirmiyor, geç saatlere kadar onu bekliyordum. Sabahları erken çıkıyordu. Onun uyanması gerekiyordu ama benim o saatte uyanmam için sebep yoktu. Yarım saat daha uyumak istediğimden: “Günaydın! ” ına, gözlerimi açmadan karşılık veriyor, çıkardığı tıkırtılara rağmen uyumaya devam ediyordum. Bu duruma alışmış olması gerekirken bir sabah bana: “Ben giderken neden benimle konuşmuyorsun? Sen de çalışmaya gideceksin. Kalksan, güne beraber başlasak olmaz mı? Yoksa seni rahatsız ettiğim için bana içten içe kızıyor musun? ” gibi sözler söylemeye başladı. Her ne kadar öyle bir şey olmadığını söylediysem de bu tür gereksiz sorularla ara bozmaya çalıştığını anladım. Yine böyle saçmalamaya başladığı bir sabah: “Her sabah beni neden uyandırdığını anlayamıyorum. Her gün seni uğurlamak zorunda değilim. Lütfen bırak da uyuyayım.” dedim. Böyle bir söz bekliyormuş, hemen ağzındaki baklayı çıkardı: “Aslında, ben yurt müdüründen özel bir oda istemiştim. Zaten küçücük bir oda verdi. Onda da yalnız kalamayacağımı, yanıma mutlaka birisini almam gerektiğini söyledi. Ben de içlerinde en kafa dengisin diye seni seçtim. Senin suçun yok, aslında. Ben sana değil, ona kızıyorum. Yalnız kalmak istiyorum. Bu, benim hakkım değil mi? ” “Ya! Öyle mi? Demek yalnız kalmak istiyorsun. Hemen bugün altı kişilik odaya geçiyorum. Müsaade ederlerse yalnız kalırsın, etmezlerse birisini verirler yanına, canına okur! Geldiğinde beni burada bulamayacaksın! ” O gitti. Uykum dağıldı. Kalktım, doğru aşağıya… Müdürü buldum, anlattım durumu ve diğer odaya geçtim. Daha sonra ne kadar özür dilediyse, onu affetmedim, yanına dönmeyi kabul etmedim. Çok geçmedi, geç gelişleri nedeniyle yurttan uzaklaştırıldı. Epeydir ondan haber alamamıştık. Yüzü gülüyor, sol üst çenesindeki altın kaplı azı dişi görünüyordu. Ayaküstü konuştuk. Halasının oğlu Selçuk’la evlenmiş. Zaten aralarında uyduruk bir nişanlılık durumları ve sağ ellerinin yüzük parmaklarında incecik altın halkaları vardı. İkisi de Balıkesirliydi. Geçen yaz evlenmişler. Hamileymiş. Heykel’e yakın bir apartmanın ikinci katında oturuyorlarmış. Eşi, solcu gençlerin avukatlığını alıyormuş. Can güvenliği yokmuş. Dualarla uğurluyormuş. Mutluluğunu gölgeleyen tek olumsuzluk oymuş. Her sabah helalleşerek ayrılıyorlar, akşamüstleri buluşunca, birbirlerine yeniden kavuşmuşlar gibi sarılıyorlarmış. “Her gün ölüp ölüp diriliyorum, Semiray! Diken üstündeyiz. Çok tehdit alıyoruz.” dedi, çantasından çıkardığı bloknotundan kopardığı bir kâğıt parçasına alelacele adresini ve telefon numarasını yazıp, elime tutuşturdu ve mutlaka bir gün çaya beklediğini söyledi. “İnşallah! ” dedim ama içimde hâlâ bana yaptığı haksızlığın soğuk kalıntısı vardı. Hiç de gitmek istemiyordum. Hissetmiş miydi acaba? Belki… Bugün, öğleden sonra bir gazetede resmini gördüm. Elinde bebeğiyle, bir kalabalığa sol yumruğunu kaldırmış, bağırıp ağlarken çekilmiş. O resmin sağ üst köşesinde de Selçuk Ağabey’in resmi… Avukat cüppesi ile... Hayatının baharında öldürülmüş olduğuna dair bir manşetin altında olay anlatılmakta… Gözlerim Nurhal Abla ile Selçuk Ağabey arasında mekik dokumaya başladı. Daha sonra, Bursa Barosu’nun başarılı genç avukatının, altı ay önce vurularak öldürülen sağ görüşlü bir öğrencinin katil zanlısının davasından çıktığında, adliye binasının önünde, bir tabancayla iki el yakından ateş edilerek tam kalbine isabet eden kurşunlarla öldüğünü, genç yaşta elinde bebeğiyle dul kalan öğretmenin isyan etmekte olduğunu okudum. Donup kaldım. Bu durumda ona taziyeye gitmek şart oldu. O dönemde o yurtta olan iki kız arkadaşımla gittiğimizde boynumuza sarıldı, dakikalarca ağladı. Bir taraftan da söyleniyor, intikam yeminleri ediyordu. Fatma: “Nurhal Abla, bu kadar ağlama! İsyana girer. Allah adalet sahibidir. Olanı biteni görüyor, duyuyor, biliyor. Yapma Allah aşkına! Kendini harap ediyorsun! ” dediyse de: “Eşim de adalet peşindeydi. Gerçek suçlunun bulunması için görevini yapıyordu. Sadece ekmek parası için çalışıyordu. Hangi olaya karışmış? Hangi yürüyüşte görülmüş? Ne yapmış? Yazık değil mi? O mu öldürdü? Bu kin ne? Neden ona? Haklı veya haksız, müvekkilini savunuyordu sadece. İşini yapıyordu. Suçlu muydu? Adalet bu mu? Görecek onlar! Kocamın kanı yerde kalmayacak! Ben sağ oldukça, bu boynunu büktükleri bebek adına onlardan hakkımı alacağım! Canım pahasına! Ant içerim! ..” Orada kayınvalidesi de vardı. O da ağlıyordu. O da anaydı ve yavrusunun acısı ciğerine oturmuştu ama isyan etmiyor, onu teselli etmeye çalışıyordu: “Yapma kızım! Kendini yedin bitirdin! Sakin olmaya çalış! Hüküm, Allah’ın! Vade gelmiş. Kader… Önüne hiçbir kuvvet geçemez! Böyle olacakmış. Takdir-i İlahi…” dedikçe, gelini daha da köpürüyor, art arda yeminler ederek tehditler savuruyordu. Yüreğine kin çöreklenmiş, içini intikam ateşi sarmıştı. Ayla Hanım boyuna yatıştırmaya çalışıyor, bir yandan da elindeki sırılsıklam mendille gözyaşlarını siliyordu: “Allah’ın adaletinden şüphen mi var? O’nun bir adı da Adl’dir. El Adl! Yarattığı her yaratık üstünde her an değişen sonsuz iş ve fiiller üzerinde adaletini gösterir, zalimleri cezalandırır, hak sahibine hakkını verir. Merak etme! Hakkınızı onda bırakmaz! ” “Kocam onlara ne yaptı? Merhametsizler, zalimler! Kimse kimsenin yaşama hakkına tecavüz edemez! ” “Allah, her yarattığının yaşama hakkını elinden alandan hesap soracaktır. Biz ahiretin varlığına, kesin olarak inanan insanlarız. İlahi adalet diye bir şey var. Zulüm haramdır, nefret edilen, tiksinilen bir sıfattır. Onlar zalimse, biz de mi zalim olacağız? Kıyamet gününde adalet terazileri kurulacak. O gün kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmeyecek. Yapılan iş hardal tanesi kadar bile olsa, adalet terazisine konulacak. Allah, hesap gören olarak hepimize yeter.” “Yuvamı yıktılar! Ayça’mı yetim koydular. Genç yaşımda dul kaldım! Ben Selçuk’a doymadım daha anne! Anlıyor musun? Ben Selçuk’a doyamadım! Ne hakla aldılar onu elimden? Ne hakla? Sorarım sana, ne hakla? ” Haklıydı. Kimse bir şey diyemiyordu. Ben de ağzımı açmıyordum. Son derece üzgün bakışlarla birbirimize bakıyorduk. Adaletin ne olduğunu beynimde döndürüp duruyordum. Güneş gibiydi Allah’ın adaleti. Herkese eşit dağılıyordu. Peygamberlerini dahi hesaba çekecekti. Kâfire zulmü bile yasaklamışken, Müslüman Müslüman’a nasıl zulmeder, nasıl kıyardı? İlk katili, Hazreti Âdem’in, kardeşini öldüren oğlunu anımsadım. Allah’ın, yeryüzünde fitne çıkmaması ve huzur içinde yaşamamız için koyduğu kuralları, gönderdiği peygamberleri düşündüm. En büyük zulümler onlara yapılmıştı. Allah, herkese hakkını verendi. Gönderdiği kitaplarla, zulmü ve zâlimi sevmediğini bildiriyor, hüküm verenlerin en hayırlısı olduğunu söylüyor, cenneti de cehennemi de ağzına kadar dolduracağını ant ile bildiriyordu. O’ndan âdil olmak mümkün müydü? Ayla Hanım, kendi acısı yetmezmiş gibi bir de geliniyle uğraşıyor: “Adalet, Rabbim! Adalet! ..” diye krizlere giren genç kadının yüzünü, saçlarını kolonya ile ıslatıyor, onu ferahlatmaya çalışıyordu. “Benim de içim yanıyor! Ben anayım! Allah versin cezalarını! Allah; Azîz’dir, Cebbâr’dır, Celîl’dir, Kahhâr’dır. Her şeyi yapmaya Kadîr ve Muktedir’dir. Bir adı da Muntakîm’dir. İntikamımızı alacak, merak etme! Kimsenin hakkı kimsede kalmaz! ” “Anne, Selçuk her zaman derdi ki: “Nurhal, bir ayet var. Ben o ayeti sumenimde tutar, sık sık okurum. Artık ezberledim: “Ey iman edenler, âdil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın.” Maide Suresi’nin sekizinci ayeti… Hissiyatıma kapılıp, taraf tutmaya yelteneceğimde hemen aklıma gelir, vazgeçerim. Allah’tan ve Hesap Günü’nden korkarım.” O hep adaleti sağlamaya çalıştı. Hak sahibinin hakkını almasını istedi. Adaletin yerine gelmesi için bazı müvekkillerinden para bile almadı. “Allah zekâtıma, sadakama saysın! ” dedi. Muhtaçlara yardım ederdi. Gerçekten örnek bir insandı. Nasıl dayanacağım anneciğim, nasıl? ” “Hiçbir şey yanmış, yok olmuş değil, yavrum. Zerre kadar hayır da şer de zayi olmaz. Her şey Mizan’a konacak. Merak etme! İyi ki bizim haklarımızı alacak Rabbimiz var! İyi ki sahipsiz değiliz! Boynuzsuz koç, boynuzlu koçtan; alttaki yaprak, üstteki yapraktan hakkını alacak! ” İyi ki taziye kısa oluyor. O kadar fena oldum ki az daha bayılacaktım! Zaten ben ölü evine falan gitmeye alışık değilim. Annem babam, dedem ve babaannem öldükleri zaman bile beni oraya götürmediler. Onlardan önce bitişiğimizde boğularak, birkaç sokak ötede yanarak ölen arkadaşlarımı aylarca unutamadım. Öyle daha birkaçının acısı ruhumda yer etti. Uzun süre tesirinden kurtulamadım. En son Neşe’nin annesi ve şimdi de Selçuk Ağabey… Ne demek sağcı solcu? Hepsi arkadaşımız, her biri bir can! Genç, fidan! Her biri bir değer, ideolojisi ne olursa olsun, insan! Hepsi Vatan evladı! Sanki bir parçam daha koptu! Bir parçam daha girdi toprağa! Kolay kolay kendime gelemem bir süre daha. * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0298
Yaşar Demir
030. Öğretmenim
öğretmenim bana sevmeyi öğret öğretmenim bana dostluğu bana kardeşliği bir de acı çekmemeyi Amasya, 15 mart 2000
Onur Bilge
0306 - EL KEBiR
Onur BİLGE Sanki sıfatlar kendiliğinden açıklanıyor, en kolay biçimde idrak edebilmemiz için gereken olaylar sırayla yaşattırılıyor. Allah, iyi veya kötü hangi yol tercih edilirse, o yolu açıyor, kolaylaştırıyor. Hayretler içindeyim! Daha da öte bir hal içinde… Hayret ender hayret! Son zamanlarda aramıza Mehmet Mirza adında bir arkadaş katıldı. Virane’nin bulunduğu sokakta oturmakta olan Fevziye Hanım’ın oğlu… Oldukça karanlık bir mazisi var. Kimse saklamaya gerek görmüyor. Hatta onun bu durumuyla ailesi iftihar ediyor. Hepimiz, hiç rastlamadığımız bu duruma yabancı, gözlerimiz sonuna kadar açık ve sabit, annesini dinliyor, olanlara akıl erdiremiyoruz. Hapishanede Gaddar Mirza lakabıyla anılan ve alıştığı bu adla anılmak istediğini söyleyen bu insan, liseden sonra hemen askere gitmiş. Orada neler yaptıysa, kendisine “Toplumsal Davranış Bozukluğu” teşhisi konarak, askerlik yapamayacağına dair alınan kararla geri gönderilmiş. Geldiğinde, başkalarından duyduğumuza göre yankesicilik ve dolandırıcılık yapmaya başlamış. Arkadaşının motosikletiyle giderken yaşlı bir kadını ezmiş. Babası, davacı olmamaları için araya aracılar koymuş ve zaten çok fakir insanlar olan oğluyla kızına, kan parası vermeyi teklif ederek anlaşma yoluna gitmiş. Kabul ettirmiş, takside bağlamış, ödemeye başlamış. Bu arada kız kaçırmaya kalkmış. Kızın babası haber alıp karşısına dikilince kavga esnasında üzerindeki bıçağı kullanmakta tereddüt etmemiş, panik anında vuku bulduğunu ve nefs-i müdafaa olduğunu söyleseler de hâkimin kararına göre, bıçak göğsünün sol yanından girdiği için öldürme kastıyla yaralama ve haneye tecavüzden yedi yıl, dört ay hüküm giymiş; cezasını, Bursa ve Bayrampaşa Cezaevlerinde yatarak tamamlamış. Oralardan da kıza ve ailesine tehditler yağdırmaya devam etmiş. Aile, çaresiz kalınca, yerlerini yurtlarını terk ederek izlerini kaybettirmek zorunda kalmışlar. Tuzpazarı’ndaki iki katlı, bahçeli evlerini yok pahasına satarak Bursa’yı terk edip izlerini kaybettirmişler. O cezasını çekmekteyken, büyük bir çöküntü yaşayan annesi Bursa Devlet Hastanesi, Nöroloji Servisi’nde ağır depresyon tanısıyla yatırılmış. Bir yıl boyunca ara ara aylarca tedavi gördükten sonra, sürekli ilaç kullanmak suretiyle dışarıda yaşamını sürdürebileceğine kadar verilerek son kez taburcu edilmiş. Fevziye Hanım, Virane’ye sık sık gelir, Define’ye gözyaşlarıyla kare kare hayat hikâyesini anlatır, biricik oğluna kavuşmak için zaman saydığından, gözünün dünyayı görmediğinden bahseder, onun ne kadar gururlu ve kahraman birisi olduğunu anlata anlata bitiremezdi! Şaşar kalırdık! Bu nasıl kahramanlıksa… Tavuk keser gibi adam kesiyor… Haklı olsa, neyse! Hem adamın kızını kaçırmaya kalkıp ev basıyor hem de evladını korumaya çalıştığı için babayı bıçaklıyor! Olacak iş mi? Kadın apayrı bir klinik vaka, oğlu evlere şenlik! Bir aile ki düşman başına! .. Baba da anneden farklı değilmiş. Bir iki defa Define’yle konuşmaya gelmiş. Dede, ona laf anlatamayınca temelli susmuş, tartışmaya girmeye gerek görmemiş, seslenmemiş, kalkıp gidinceye kadar onu dinlemiş. Adam, küçüklüğünden beri her pazar oğlunu ava götürdüğünü, iyi bir kara ve deniz avcısı olduğunu söylüyor, insanın hayvana üstünlüğünün sadece gücünden ileri geldiğini iddia ediyor, nasıl iz sürdüklerinden, o zavallı silahsızları nasıl kıstırıp nerelerinden vurduklarından hararetle bahsediyor: “Akıl, hayvanlarda da var. Onlar da düşünüyor ve karar alıyorlar. Akıllarını kullanıp canlarını kurtarsınlar, vurulmasınlar! ” diyormuş. Mehmet Mirza, namı diğer Gaddar Mirza, annesi ve babası Define’nin arabuluculuk konusunda ne kadar usta olduğunu bildikleri için onu sıkıştırıyor, kızı alamamayı gurur meselesi addettikleri için aileyi bir tarafa bırakarak kızın gönlünü etmesi için yalvarıyorlarmış. O da olan biten onca olaydan sonra böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, kendilerine yardım etmesinin imkânsız olduğunu söylüyor, özür diliyormuş. Birkaç defa baltayı taşa vuran Gaddar Mirza, dedeye saygısızlığa başlamış. Büyüklenmeler, kendi değimiyle hava atmalar, posta koymalar… Define, olgun adamdır. Misafire nasıl davranılması gerektiğini iyi bilir. Böyle durumlarda susmayı tercih eder, incinmek istemez ve incitmekten korkar. Yorum yapmaz, tartışmaya girmez, nezaketen dinler. Böyle kişilere, başka yerde aynı anlayışı göstermesinin mümkün olmadığını ama kapıdan içeriye gireni saymak zorunda olduğunu söyler. Nedenini de şöyle açıklar: “Allah rızası için… Misafir, adeta bir belâ olarak gelir. Allah tarafından gönderilir. Ev sahibi onunla denenir. Geldiği kapıdan güler yüzle çıkar giderse ne âlâ… Kalbi kırık olarak giderse, felaket! .. Çünkü Allah, iki yerde kişilerin yerine kendisini koymuş. Bunlardan birisi hasta diğeri misafirdir. Demiş ki: “Ey Âdemoğlu! Hastalandım da beni ziyarete etmedin! Onu ziyaret etmiş olsaydın, beni de yanında bulacaktın.” Ya bana da Musa A.S. a dediği gibi: “Sana geldim, bana şöyle davrandın! ” derse? Aman Allah’ım! .. Bunları bile bile ne yapabilirim? Buraya kim gelirse gelsin, mesuliyetimi bilmeli, ona göre davranmalıyım. Öfkeme yenilir, boş bulunur da ileri geri bir laf ederek kalbini kırarsam, huzur-u mahşerde ne yapacağım? Ucunda kul hakkı var! Bu hakkı onlara Allah veriyor.” “Öyle deme, dede! Tartışma faydalıdır. Fikirlerin kılıçlar gibi çarpışmasından gerçekler doğar. Kavga değil ya…” gibi şeyler diyenler olur bazen. O zaman diyeceği de bellidir: “İslamiyet’te öfke zararlı bilinmiş, kavga yasaklanmış, tartışma dahi hoş görülmemiş. Onda da enaniyet, yani bencillik, kendini beğenmek var. Mümin, alçakgönüllü olur, haklı da olsa tartışmaya girmek istemez. İddiada, üstün gelmek arzusu ve gizli de olsa kibir vardır. Kibir, insanın helakine sebep olur! İbadetleri ve iyi amelleri yer bitirir.” “Sende de evliya sabrı var, dede. Her şeye katlanılabilir ama saygısızlığın böylesine asla! Bırak da şuna haddini bir bildiriverelim! ..” dedi Orçun, bu olayı duyunca, hırsla ayağa kalkarak. “Bırak oğlum! Allah büyüktür. Azan, belasını bulur. Yüce Rabbim, her şeyden haberdardır. O’na bıraktım. O ki kâinata hükmediyor, kudretiyle her yarattığını idare ediyor. Olmuş olacak ne varsa, hükmü altındadır. Allah Kerim’dir. Gariplerin sığınağıdır. Bizleri himaye eder. Zayıfları, kuvvetlilerin şerlerinden korur. Mazlumların hakkını zalimlerden alır. Nefsimize aldanmayalım. Aşağıların aşağısına yuvarlananlardan olmayalım. Büyük olan Allah’tır. Mağrur olanları gururlarına esir olmuşlardır. Kibirleri, boyunlarına tasmadır.” “Yine mi Eşrefoğlu? ” “Yine Eşrefoğlu… Daim Eşrefoğlu…” “Hak şerleri hayreyler Zannetme ki gayreyler Görelim Mevla’m neyler Neylerse güzel eyler.” * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0306
Murat Baltacı
03 18 Mart Kedisi
Soğuk bir mart gecesinde doğmuşum ben, Anlattıkları kadarıyla... Sıcak bir aile ortamında... İlk defa 'merhaba' demişim, o gece Bu yalancı dünyaya... İlk defa yalanı sevmişim... Soğuk bir mart gecesinde, Yaramaz Kedilerin sesleri gelirmiş Kırık penceremden, Beşiğime dek.. İlk defa o mart kedilerinden öğrenmişim, Aşkı, sevgiyi... Ve ilk defa, Onlardan öğrenmişim gecelerin değerini... Soğuk bir mart gecesinde, İlk defa 'Küçüğüm' demişler bana... Sonra büyümüşüm o gece, Âşık olmuşum... Ağlıyormuşum... Anlamsızca bakmışım, daha sonra etrafıma... Anlamsız sorular sormuşum kendime Cevap vermemiş... Susmuşum... Soğuk bir mart gecesinde vermişler, Bana 'MURAT' adını... Mart'a kafiye olsun diyerek. İlk defa o gece tanışmışım kafiyelerle... Ve ilk şiirimi yazmışım o gece, Rüyalarımı süsleyen denizkızının, Deniz gözlerine... İlk defa 'Seni Seviyorum' diyebilmişim... Soğuk bir mart gecesinde, Yıldızlarla arkadaş olmuşum Yüzlerini hiç göstermelerde... İlk defa kardan adam yapmışım, Sokağa çıkmaksızın... ilk defa o gece tanışmışım, Karbon monoksit kokulu İstanbul geceleriyle... İlk Yazımı Yazmışım, Bir Kirli Sahiline... Ve ilk defa ağlamışım, sabahlara dek, Deniz gözlü, denizkızını düşünerek... Soğuk bir mart gecesinde doğmuşum, Anlattıklarınca... Sıcak bir aile ortamında... Soğuk bir mart gecesinde çocuk olmuş, Soğuk bir mart gecesinde büyümüş, Ve soğuk bir mart gecesinde, Âşık olmuşum, delicesine... O gece binlerce kez ölmüş, Binlerce kez dirilmişim, yeniden... Tesadüf bu ya, Yine soğuk bir mart gecesinde Yazmışım, bu şiiri... Soğuk bir mart gecesine, Ve de Kendime....
Onur Bilge
0313 - EL MUCiB
Onur BİLGE Sersem âşığın ardından o hararetli konuşmalar yapıldıktan ve hemen hemen bütün masalar birleştirilerek hazırlanan sofrada, gülüş cümbüş bir öğle yemeği yendikten sonra dağılan kalabalıkla suyu çekilmiş değirmene dönen Virane’de canımız sıkılmaya başladı. Dede, tezgâhının başında ağaç yontmakta ve sigara içmekteydi. Duygu bulaşıkları bitirmiş, Ahmet üst katı kontrol etmiş, bahçeyi sulamış süpürmüş, çöpleri atıp gelmişti. Bizim kadro tamam olduğuna göre, ders saatine kadar dedeyi konuşturup dinlemek, en iyisiydi. Neşe’ye dedim, o da merak içindeydi. Duygu da öykünün devamını dinlemek için sabırsızlanıyordu. Orçun’a yavaşça fısıldadım. “Tamam! ” dercesine başını salladı ve ayağa kalktı, dedenin yanına gitti, oturdu. Başladı bir şeyler söylemeye ve yontulan parçaları ikişer ikişer eklemeye. Onlar, kapalı çarşıdan sipariş edilen kedili kalemliklerdi. Daha sonra vernikleneceklerdi. Dedenin anlatmaya ikna edilmesi konusunda Orçun’dan beklediğimiz işaret gelince üç kız yanlarına gittik. Bahçeyi sıcak basmıştı, koridor estiği için daha serindi. Bu, tozlu ve rutubetli bir serinlikti. İlk geldiğimde: “Burada hayvan bile yaşayamaz! ” demiştim. Binanın içinde kalmaya, ağzımı burnumu kâğıt mendille kapatarak tahammül edebiliyordum. O halinden eser kalmamakla beraber, ortam tamamen iyileşmiş sayılmazdı. Çünkü tahtalar, yılların kahrını emerek yer yer çürümüş, taşların ciğerleri delik deşik olmuştu. Ahşap bina, son zamanlarını yaşamakta olan bir kalp hastası gibi halsiz, bedbin, hatta canından bezgin bir haldeydi. Define de binadan farklı değil, onun yaşamakta olan insan haliydi. Bir başka şekli yani… Artık kullanılmayan, dip kısmı çürüdüğü için tozlu bir yol kenarına devrilmiş, telleri kopuk, fincanları kırık bir telefon direği gibiydi. Bir zamanlar harıl harıl iletişim kuranlara, sağlıklı bir şekilde ve olanca gücüyle yardımcı olmaya çalışan koca gövde, çürümeye terk edilen diğer taraflarıyla, elinden geldiği kadar hizmet vermeye devam ediyordu. Bir zamanlar, başında taşıdığı kuşlar tarafından terk edilmiş, tellerinde bülbüller şakımaz olmuş. Başka kuşlara mekân olmuş, bizim gibi. Kopuk tellerine konamasak da, gövdesinde dinleniyor, bülbüller gibi şakıyamasak da cıvıltılarımızla yalnızlığını paylaşıyor, vefayla başında bekliyoruz. Bu arada deneyimlerinden faydalanıyor, verdiği derslerle hayatlarınızı yönlendirmeye çalışıyoruz. Kayda değer her sözünü kaydediyor, ağzından çıkan her şeyi can kulağıyla dinliyoruz. Neler duymuş o teller! O fincanlar neler görmüş! Yıllarca yağmur, kar, fırtına, sel… Hep mutlu mesut, hep aydınlık ve güzel değil ki hayat! Yollar inişli çıkışlı, yollar virajlı… Yollar, yollara çıkar… Yollarda hep çıkar… İnsanların çoğu acımasız, egoist, gaddar… “Hem dinleyin hem bir işe yarayın! Çok işim var, çok… Bunlar, iki güne yetişecek! Perşembeye teslim edilecek. Alın ellerinize birer zımpara parçası, şunları zımparalayın bakalım! Yaptıklarınızı şu sepete atın! ” diye, bir kutu tahta kedi koydu önümüze. “Tamam, yeter ki sen anlat! ” dedi Neşe. “Şimdi, nerede kaldığını soracaksın. Antalya’ya gelmiştiniz, dedeciğim. Otobüsten inmiş, bir lokantada yemek yemiş, parka doğru yürüyor, hem de ev konusunda konuşuyordunuz.” “Hatırladım, hatırladım… Hanım, gecekonduya falan razı olmadığını söylemişti, şiddetle karşı çıkmıştı. Kaşık düşmanı! Neyin nerden geldiğini ne bilecek? Nerden bilecek çarkın nasıl döndüğünü? Her şeyin en iyisini yer, en kalitelisini giyer…” “Sonra, dede? Sonra ikna oldu mu? ” “Ne gezer? Elimizde, üç beş parça giyeceğimizi koyduğumuz iki panzot bavul ve bir küçük valizle gelmiş, onları da emanete bırakmıştık. Önce bir ev bulacak, eşyayı sonra getirtecektik. Anlaştığımız şekilde, bacanağım bir kamyona yükletecek, vereceğimiz adrese gönderecekti.” “O kadarcık da bir hayırları dokunsun artık! ” dedi, Orçun. “Hava kirliliği nedeniyle oğlumun hastalığının arttığı zamanlardaki çaresizliğimde kılları bile kıpırdamadı! Yapayalnızdım. Bütün çaresizliğimle, her sıkıntımda Allah’a sığınıyor, tüm benliğimle dua ediyordum. “Ya Mucib - el Dâvet! .. ne olursun, davetime icabet et! ..” diye ağlayarak yalvarıyordum.” “Ne anlama geliyor o, dedeciğim? Mucip el… Neydi o dediğin? Bir daha desene! Anlayamadım. Şuraya yazacağım da… Dua ederken ben de öyle diyeyim.” diyerek, sözünü kesti, Neşe. “Duada söylenen, “Ey, Davetlere İcabet Eden! ” anlamında bir hitaptır. Allah, her şeyden haberdardır. Duaları, yakarışları işitir.” “Böyle dua edince kabul olur mu? ” “Şayet vuku bulması kadere uygunsa kabul olur, kadere paralel değilse, karşılığı ilahi âlemde verilmek üzere kayda geçer.” “Dua etmemizi isteyen de O! Öyle değil mi? Kabul edecek ki dua edilmesini istiyor.” dedi, Orçun. “Hele bazı zamanlar vardır, duaların hemen kabul olduğu söylenen… Bazı vakitler…” “Dua eden yok mu? Duasını kabul edeyim! Dileği olan yok mu? Davetine hemen icabet edeyim! ” dediği zamanlar vardır. Kadir Gecesi ve mübarek gecelerle Cuma namazı vakti başta olmak üzere icabet zamanları vardır. O zamanlarda gök kapıları açılır. Dilekler kabul edilir. Her gece ama her gece, her gün değişken vakitlerde ve kısa bir süre, hacet kapıları ardına kadar açılır. O ana rastlayan duaların reddedilmeyeceği rivayet edilir. Böyle vakitlere ‘İcabet Saati’ denir. Gecenin bitimine doğru olma ihtimalinin yüksek olduğundan bahsedilir. Onun için geceleri teheccüde kalkılır ve bir süre zikredilir, Kur’an okunur veya ilim öğrenilir. Bu arada o anı yakalamak amacıyla sık sık dua edilir.” Duygu, eve çok yorgun döndüğünden, sabah erkenden buraya gelmek zorunda olduğu için akşamdan uyuyuverdiğinden, ümitsizce: “Çok zor! ..” dedi. “Zor olan ne? ” “Yani koca gece… Daha önce de demiştin. Akşam ezanıyla sabah ezanı arasında yarım günlük zaman var. Aşağı yukarı on iki saat… Bir hacet sahibinin, o anı yakalayabilmesi için on iki saat sürekli dua etmesi lazım.” “Kolay yolu da var. Hani size demiştim. Unuttunuz mu? ” “Hatırlatsana dede! Unutmuşum. Siz hatırladınız mı? ” diye bizlere baktı. O anda hatırlayamadık. Neydi acaba? “Hani: “Her gecede bulunan bir İcabet Saati vardır. Bazı mübarek zatlara malum olmuş, defalarca denendikten sonra onlar tarafından rivayet edilmiş ve bu zamana kadar gelmiş olan bir usulle, bütün geceyi uyuyarak geçirmek yerine bir ayet okumak, uyumak ve o gece, tam dilek kapılarının açıldığı anda, rüya meleği tarafından uyandırılarak hemen oracıkta dua edivermek, o fırsatı yakalamak da mümkün.” demiştim. Ne çabuk unuttunuz? Hem siz o ayeti not defterlerinize kaydetmiştiniz.” “A, evet! İnnellezine âmenü… Bir daha okusana dede! Nasıldı gerisi? ” dedim, Orçun da hatırladı: “Kehf Suresi’nin sonunda olan ayet… Yedi uyurlarla ilgili… Onlar nasıl uyandırıldıysa öyle uyandırılır…” Neşe de anımsadı: “Siduke… Rüya meleği uyandırır: “Haydi kalk! Dua edecektin ya! Hemen et! Şimdi dua et! Hemen! ..” dermiş. Bazen kapı çalar gibi olurmuş, bazen pencere tıklatılırmış. Uykusu ağır olan, uyanamayanlar için adeta top patlatılırmış da tüp patladı zannederek yataklarından fırlarlarmış! ” “İşte, öyle! O kadar güçlü bir ayettir ki o! Yedi uyurlar üç asır sonra nasıl uyandırıldı? Eşeklerinin kemiği kalmıştı. Allah, her şeye kadirdir.” “Yedi imanlı genç ve peşlerinden giden Kıtmir… Ne kadar ibret verici bir olay! .. Bir köpek bile imanlı kişilere yakınlığıyla cennete girmeye hak kazanıyor, aptallar hâlâ yol arıyor…” “Ya, Allah onları ıslah etsin, Orçun! Ne diyordum? Ha, evet… O saat, her gece, akşam ezanıyla sabah ezanı arasında, çoğu zaman sabaha yakın bir vakitte olsa da bazı geceler diğer zamanlarda olma ihtimali de vardır. Onun için akşam, Kehf Suresi’nin 119. Ayeti veya oradan itibaren sonuna kadar okunur ve ‘İcabet Saati’ uyandırılmak dileğiyle dua edilerek uyunursa, o gece, o kutlu zamanda mutlaka uyandırılır. Hatta bu ayetin tamamını değil, dört kelimesini okumak bile yeterlidir. Bir cami dolusu insan olsa, o ayeti orada imanla okusalar ve evlerine dağılsalar, hepsi de aynı anda uyandırılır. Kaç kere denedik, sonuç müspetti.” “Biz de deneyelim. Sen söylediysen, doğrudur. İnanırım. O zaman da böyle demiştik. Hepimiz burada okuyacak ve evlerimize dağılacaktık. O gece uyanan, uyandırıldığı saati kaydedecekti. Ertesi gün, gece nasıl uyandırıldığımız konusunda konuşacaktık. Unuttuk gitti! İhmal ettik. Araya başka şeyler falan girdi, öylece kaldı. Bir gün deneyelim, arkadaşlar! ” “Tamam, Neşe! Dur, şimdi! Peki, merak ettim; oğlun Antalya’da da hastalanmadı mı? ” “Hastalanmaz olur mu, Ahmet? Onun hastalığı müzmin… Kronik mi diyorsunuz şimdilerde? İşte öyle… Nükseder durur. Etek dolusu para döktüm, en meşhur uzmanlara tedavi ettirdim ama nafile… Tamamen iyileşmesi mümkün olamadı. Maalesef, hayatının hitamına kadar çekecek. Sigara kullanamayacak ve içilen ortamlarda bulunamayacak. Temiz havada yaşamaya ve iyi beslenmeye çalışacak. Sürekli ilaç kullanacak. Aşırı yorulmayacak. Ağır işler yapmayacak.” İçeriye üç komşu hanım geldi. Sohbet kesildi. Biz onları dedeyle baş başa bırakarak bahçeye çıkmak zorunda kaldık. Ders zamanına kadar kendi aramızda konuştuk, tavla oynadık. * Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0313
Yaşar Demir
033. Gamzeler
ister bir çingene kızında yahut bir âşık sözünde ille de yar yüzünde ille de yar yüzünde Bartın, 30 mayıs 2000
Onur Bilge
0341 - El EVVEL
Onur BİLGE Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Nedense hep böyle başlardı masallar. Ben bu giriş kısmına takılır kalırdım, çoğu zaman. Evvel ve zaman… Zaman ve öncesi… Zamanın öncesi nereye kadar gider? Hep bunu düşünürdüm. O ilk anı bulmaya zorlardım kendimi, mümkünmüş gibi… Bir kalbur canlanırdı gözlerimin önünde… İri delikli kocaman bir elek… Bir de altın sarısı samanlarla dolu bir samanlık… Kalbur, saman yığınının üstünde… Üstünde samanlar… Kaldırılsa aralıklardan akacaklar… Saman mı eler kalburlar? Kalbur denince aklıma önce kambur gelirdi ilk zamanlar. Kambur bakkalımız vardı. Evimize çok yakındı. Ne babacan adamdı! Beş kuruşa balık şeklinde çikolatalar satardı. Rengârenk parlak kâğıtlara sarılmış ‘çuku’lar… Satın almaya değer bir onları bilirdim. Paramın karşılığı hep onlar olurdu. Zaman ilerledikçe balıklı çukular geride kaldı. Onların yerini pek çok şey aldı. Kalbur, yine samanlıkta kaldı. Yalbır yalbır samanlar arasında… Semiray büyüdü, serpildi, yetişkin bir insan halini aldı zamanlar arasında… Bir gün, Para Banka dersinde konu zamandan açıldı. Tesadüf bu ya derse girenin adı Erol Parasız… Dedim ki: “Bir zamansızlık denizinden geldik, tekrar ona dalacağız. Göz açıp kapayıncaya kadar yaşanacak hayat denilen aldatmaca… Bir balığın sudan çıkışı ve tekrar batışı kadar kısa bir zaman dilimi, ne kadar uzun olursa olsun! Öncesi zamansızlık, sonrası zamansızlık…” “Kaynak? ” dedi bana. “Kaynak benim! Benim düşüncem bu! Benden önce, benim için zaman yoktu. Benden sonra da olmayacak.” “Zaman, biz olmasak da olacak.” “Olsa da beni ilgilendirmeyecek. İçinde olmayacağım için olmayacak.” “İlginç…” dedi. En geriye gittiğimde gazoz kapaklarından mutfak araç gereçlerimi anımsıyorum. Saçlarımı atkuyruğu yapıyor, tepemde topluyorlar. Kucakta geziyorum. Komşumuz İsmet Hanım’ın beş yaşlarındaki oğlu Enver, sokakta tavuklarına darı serpiyor. Kısacık bir tekerleme söylüyor ablam, olaya uygun: “Enver Enver! Tavuklara yem ver! ” Ezberimde kalıyor ama ben tekrar edemiyorum. R leri söyleyemiyorum. Konuşmamda en çok o harf üzerinde duruyorlar. Beş yaşında düzelteceğim. Bilmiyor, acele ediyorlar. Boşa çaba sarf ediyorlar. Ablam, sandalyeye oturtmuş, resmimi çiziyor, suluboyayla boyuyor. Üzerimde, yeşil beyaz çizgili, belden büzgülü, askılı bir elbise var. O karton, uzun zaman saklanıyor. Sonra zamanla yıpranan her şey gibi kırışıyor, soluyor, parçalanıp sobaya sokuluyor. Annem köfte yaparken: ““A! .. Daha pişmedi! O öyle yenmez! ” demeye kalmıyor, birisini alıp ağzıma atıyorum. Seslenmiyor artık. Olan olmuş, nasılsa! “Yesin bari! Ne yapalım? ” diye işine devam ediyor. Tadı hiç de güzel değil. Sadece soğan ve maydanozun lezzeti… Artık yürüyorum. Komşu ziyaretlerine gidiyoruz. Ayten Terzi boyuna dikiş dikiyor. Makineden hiç kalkmıyor. Bana, ipe dizilmiş irili ufaklı boş tahta makaralar uzatıyor. Elime bile almıyorum. Onlarla oynanmaz ki! Elimde mi sallayacağım? Boynuma mı takacağım? “İstemedi… Bu yaştaki çocuklar oynar bununla, hâlbuki! ” diye söylenerek makinesinin altındaki delikten içeriye, yerine koyuyor. Ben onun oyuncak olmadığını biliyorum. Artık ev değiştirirken atıldığı için çok istememe rağmen bir türlü kavuşamadığım gazoz kapağından tabaklarımı, tencerelerimi aramıyorum. Büyüdükçe küçülüyor gazoz kapakları, çikolatalar… Büyüdükçe daralıyor odalar… Annem günden güne kısalıyor mu ne? Ne kadar da kısaymış! Oysa dev gibi geliyordu bana. Kucağına aldığında, düşürecek diye ödüm kopardı! Ben büyüdüm, o ufalmadı. Nasıl da değişti zamanla her şey! Hiçbir şey olduğu gibi kalmadı. Ellerimin üstündeki çukurlar yok oldu önce. Sonra o çöpten çelebi beden… Çırpı bacaklar, kollar… Artık kilo almaktan korkan, yediklerine dikkat eden, kültürfizik yapan biriyim. Zaman mefhumunun başladığı yere gidiyor, düşünce… M harfine benzeyen merdivenli eve… O doğduğum beyaz badanalı binaya… Oradaki bu tek tük anılara… Hayatın başladığı, yaşamanın farkına varıldığı yere… Şarampol’de, sıra sıra dizilmiş tek katlı İzmir biçimi evlerden biri… Önünden arık akan, bahçesi arık suyuyla sulanan… Ortada salon denen bir giriş, sağlı sollu iki oda bir mutfak… Tek tip evler… İki katlısına nadiren rastlanmakta… Hem onlar farklı renklerde boyanmakta… Beyaz kaputbezinden yapılmış, torba bir salıncakta uyutuluyorum. Bembeyaz patiskalar içindeyim. Yüzüme beyaz bir tülbent örtülmüş, sallandıkça serinlik geliyor. Zamanın ondan ötesi yok. Uyuyorum. Zamana ne olmuş? Uyandığımda bir şeylerin yapıldığını, onu başkalarının yaşadığını fark ediyorum. Uyumadan önce hep: “Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde…” diye başlayan masallar dinliyorum. Hem varmış, hem yokmuş… Bana tuhaf geliyor. Var oluşuna seviniyor, yokluğuna üzülüyorum. “Bir varmış…” dendiğinde, anlatılacak birisi, birileri, birilerinin varlığı geliyor aklıma, “Bir yokmuş…” dendiğinde masalın bitivereceği… İçim burkuluyor. Döne döne hep aynı masalları anlatıyorlar. Ben bunları ezberledim. Başka masal bilmiyorlar mı? “Bir varmış, bir yokmuş…” oluveriyor insanlar. Gazoz kapaklarım gibi kayboluveriyorlar. Ne kadar ararsan arayayım, bulamıyorum. Ev mi değiştiriyorlar bizim gibi? Enver de orada kaldı, tavuklar da… İsmet Hanım’ın yerine başka komşularımız oldu. Bir de Hacı Mustafa var. Yaşlı, uzun boylu, hızlı hızlı konuşan biri… “Size, “Evimden çıkın! ” dersem, dilim tutulsun! ..” diyor, her uğradığında. Her uğradığında harap olan evinin bir tarafının daha tamir edildiğini görüyor. Parasını da zamanında alıyor. Onun için bizi çok seviyor. Fakat insanoğlu, çiğ süt emmiş. Zaman geliyor, fikir değiştiriyor: “Evimi boşaltın! ” diyor. O kadar içten and içmiş ki gerçekten dili şişiyor. Günlerce konuşamıyor. Doktorlara gidiyor, çare arıyorlar. Babam, içinde ev yapılmak üzere su basmanı çıkılmış bir arsa alıyor. Alelacele taş duvarlar örülüyor. Betonarme bir gecekondu ortaya çıkıveriyor. Dört bir yanında kocaman pencereler, güneş içine doğan, içinde batan bir ev. Tipik Antalya evlerinden… Hemen taşınıyoruz. Artık R leri, üstüne basa basa söylüyorum. Dilim, ağzımın içinde titriyor, hissediyorum. “Ne kadar büyümüş! ” diyor eski komşular. Onlar bebekliğimi biliyor. Şermin hâlâ arabamla gezdirmeye çalışıyor beni. Binmemekte direniyorum. Arkası körüklü, icap ettiğinde kapanabilen, altına çantalar, paketler falan konabilen yüksek bir araba… Çevremi ve çevremdekileri inceliyorum. Olayları gözlüyorum. Hep yeni bir şeyler öğreniyorum. Artık sorular soruyorum. En çok ablama… “Bu arsa önceden kimindi? ” “Paflanlı’nındı.” “Biz ondan satın aldık. O kimden almış? ” “Ne bileyim ben? Başka birinden…” “O kimden almış? ” “O da başkasından…” “Ya! İlk önce kiminmiş? O adamlar almadan önce? ” “Devletin…” “Devletten önce? ” “Allah’ın…” “Allah kimden almış? ” “Allah kimseden almaz. Yaratır.” “Nasıl yaratır? ” “Her şeyi nasıl yaratıyorsa öyle…” “Nasıl? ” “Bir şeyin olmasını isteyince: “Ol! ..” der, o da hemen oluverir.” Daha önce de soruyordum. “Ben nerden geldim? ” “Annem doğurdu.” “Seni? ” “Beni de annem doğurdu.” “Babamı? ” “Babaannem…” “Babaannemi? ” “Onu da annesi…” “Annesini…” “Onu da onun annesi…” Bu böyle sürüp gidiyor, sonunda ablam bana Âdem ve Havva adlarında iki kişiden bahsediyordu. İlk onların yaratıldıklarından söz ediyordu. Ötesi yoktu. Melekler vardı, onun bildiği… Bir de şeytan… İlk yaratılan, Allah’tı. Kendisini yaratandı. Kendiliğinden var olan… Ondan evvel yaratılan yoktu. Babam daha karışık anlatıyor, anlamadığım sözcükler kullanarak şöyle ifade ediyordu, hiçbir şey anlayamıyordum: “Allah, bütün varlıklar üzerine mukaddemdir. Ezelîdir. Varlığının evveli yoktur. Kendisi için başlangıç tasavvur edilemez. Onun için O’na Evvel denir. İkincisi, Sâbık’ı, yani zatından evvel bir varlık sâhibi yoktur.” Ablam dilinin döndüğünce tercüme ediyordu: “Her şeyden önce olan… Her şeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının öncesi olmayan… Her şey üzerine kadim olan; ilk, evveli olmayan Evvel, her varlığın Halimi ve Evveli…” Yavaş yavaş oluyordu her şey. Her şey sabır işiydi… Büyümek de öyle… Hızla bölünüyordu hücreler. Katlanarak çoğalıyorlardı. Fakat ben hiçbir şey fark etmiyordum. Hiç büyümüyor gibi duruyordum. Acaba geceleri mi uzuyordum? Neden hissetmiyordum? Yavaş yavaş oluyor gibiydi her şey. Oysa son derece hızla oluyordu, farkına varmadığımız için bize öyle geliyordu. Son derece hızla giden arabalar, sarsmıyorsa hiç gitmiyor gibi geliyordu. Ömür de öyleydi. Çarka takılıyken hızla geçen zaman ruhta sarsıntı meydana getirmiyorsa, geçmiyor gibiydi, aldatıcıydı. Oysa doğarken başlayan geri sayımda rakamlar süratle değişmekte, sermaye tükenmekteydi. Yavaş yavaş geçiyor gibiydi ağır zaman. Oysa ne kadar da hızla dönüyordu, hantal dünya! Öğle olmadan akşam oluveriyordu. Ne kadar hızla yol alıyordu, güneşin çevresinde! Günler kısaldıkça kısalmakta, yılbaşı yaklaşmaktaydı. Bulunduğumuz zaman dilimindeki olumsuzluk fırtınalarında, geçmişteki sevgi ortamına döner ve unutulmaz bir huzur limanına sığınır ya ruhlarımız… İşte öyle bir halet-i ruhiye içindeyim. Mümkün olduğunca başa sarmaya çalışıyorum kaseti. Elimden gelse bir damla su olacağım. Bir kan pıhtısı… Ne kadar büyürsem büyüyeyim, değişen pek bir şey olmuyordu. Düşünce, belli bir yere kadar gidebiliyor, takılıp kalıyor, doruklara çıkamıyordu. *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0341
Halil Şakir Taşçıoğlu
035 Mart Kapıdan Baktırdı
Nerede kaldın bahar, yollarını gözlettin? Mart peçesini açıp, bir de buse kondurdu! Alamadım kokunu, inan öyle özlettin... O suratsız kış var ya, iliğimi dondurdu! Hani ya mart gelince bir işaret verirdi! Bahar yolda diyerek, bütün karlar erirdi... Ağaçlar neşesinden çiçekler gönderirdi, Şu kış denen karakuş, sanma bizi ondurdu... Bu ay doğduğum aydı cemre toprağa düştü! Herkes bahar zannetti, sokaklara üşüştü... Geçen yıl yine bu ay, iliğim üşümüştü; Mart/ı uyuttu da kış hepimizi kandırdı... Sen o mart/ını al da, başına çal ilk bahar! Kışın bile yağmadı mart ayında yağan kar! Geleceksen kendin gel sana gönlümde yer var; Şubatla mart bir olup, tüm nevrimi döndürdü... Mart/ın kırdığı ceviz, emin ol kırkı geçti! Diktiğim fidanlarım, odun olmayı seçti... Çektiğim bunca emek yandı, kül oldu uçtu! Dert ayıymış mart ayı, ocağımı söndürdü! Sen bu yerden gideli gözlerime kan doldu! İnan görüşmeyeli, neredeyse yıl oldu... Bıraktığın çiçekler saksılarda hep soldu, Yeni pürtleyen dallar acımızı dindirdi... Karaman-2014/03 TDK: Onmak: mutlu olmak, şifa ya da felah bulmak... Pürtlemek: göz, çeşitli sebeplerle açılmak, çiçek açması...
Onur Bilge
0347 - El BERR
Onur BİLGE Zerrin Hanım, gerçekten ilginç bir insan. Tanıdığım en enteresan kadın. Anlattıklarına inanmak istiyorum, çünkü hiç yalan söylemediğinden eminim ama bazen öyle olaylar anlatıyor ki inanılacak gibi değil! Akılla mantıkla izahı mümkün olmayan birçok şey anlatıyor. Bazen masal dinler gibi dinliyorum, inanmak istemiyorum ama çoğu zaman gerçek olabilir düşüncesine kapılıyorum, günlerce aklımı kurcalayıp duruyor. Neler neler anlatıyor! Hatırladıkça bazılarını aktarayım ki unutmayayım. Tatlı bir göçmen şivesiyle başlar konuşmaya. H harflerine hiç yüz vermez. Kamber’e benzetirim konuşmasını ama onlardan değil, Arnavut asıllı oldukları söyleniyor. Rumelili aksanıyla konuşuyor. Bursa halkının çoğunluğu öyle konuşuyor. Her neyse… Ben onun söylediklerini bu defa, olduğu gibi, duyduğum gibi yazayım. Bir akşam yine bize gelmişti. Çocukların gürültüsünden canına yettiği zamanlarda böyle bunalmış bir halde gelir, yarım saat bir saat oturur giderdi. Yine öyle kaçamak bir gelişti. Çocukları evde bırakmış, birbirlerine emanet etmişti: “Çok kalmıycam. Beş dakka bi geçivereyim, dedim! ” dedi, her zamanki gibi. “Ateş almaya mı geldin? Otur biraz! Ne acelen var? ” dedi annem. O da onun klişeleşmiş lafıdır. “Gidecem! Kızanlar yalnız. Oynarlar kendi kendi kendilerine. Bakarsın kavga mavga ederler. Başlarına bi iş gelir. Neme lazım. Çok oturmam! ” “Hep öyle denir de iki kadın bir araya geldi mi hayvanlar otlar gelirmiş de: “Daha iki çift laf etmedik, ne çabuk akşam oldu? ” derlermiş birbirlerine. Bitmez bizim anlatacaklarımız.” Konu konuyu açtı. Annemle aramızdaki kuvvetli hislerden, rüyalarımızdan falan bahsederken söz döndü dolaştı, duru görü olayına geldi. Zerrin Hanım sık sık böyle başından geçen enteresan olaylar anlatıyordu. Yine başladı: “Ben en çok, insanların en iyi amellerini merak ederim. Epimiz Müslüman’ız. Mutlaka erkesin bir güzel ameli vardır. Gerek ibadet olsun, gerekse iyi iş olsun, muakkak ki güzel bir sevap işlemişizdir, onu da Rabbim çok beğenmiştir. Öyle diil mi? ” “Ameller de derece derecedir. Öyle derler eskiler. Hele gençlerin amelleri güneş gibi parlarmış. Bizimkiler artık yıldız bile değil, mum ışığı…” dedi annem. Annemle benim aramda da inanılmaz bir telepatik bağ vardır. Daha önce birçok ilginç olay yaşadık. Onun için biz de meraklıyız böyle şeylere. Telepatinin gerçekliğine... Hatta ben araştırma yapmaktayım. Olayın aslını anlayamamakla beraber, sık sık yaşamakta olduğum için inanırım öyle şeylere. Kadın fal falan bakmıyor ya Allah malum ediyordur. Anlattığı bazı olaylara biz de şahit olduk. Yalan değil. Var bu kadında bir şeyler ama ne? Çok zikir çekiyor. Ondan mı? Kocası çok eziyet ediyor, çocukları öylesine… Kim bilir hangi nedenle? Ermiş midir, nedir? Koltukta oturuyordu. Kalktı, ayaklarını altına topladı, eteğini düzelterek tekrar oturdu. Dalgın dalgın kucağına baktı bir süre. Anlatacaklarını zihninde toparlamaya mı çalışıyordu, yoksa transa mı geçiyordu? Aniden aklına bir şey gelmiş gibi başını kaldırdı, eliyle saçlarını alnından arkaya atarak anlatmaya devam etti: “İç tanımadığım insanlara bi şey sormaktan oşlanmam. Onları kendim tanımak isterim evvela. Onun için de o kişiyi incelemeye başlarım. Vücut dili diye bir şey vardır ya… Al ve areketlerini ince ince incelerim. Sonra onun akkında derin derin düşünmeye başlarım. Bu arada sıkı bir bağ meydana gelir, aramızda. Ne diyolar? Rabıta mı? Beyinden beyne dalgalar mı gidermiş, neymiş… İşte öyle telepati kurarım. Eninde sonunda Yaratan’ıma sorarım. Anlayamam pek çünkü. Ben ne bilirim? Bilse bilse O bilir onu ve onunla alakalı er şeyi… O zaman o bana malum eder.” Annem tasdik etti: “Tabi canım! Allah bilir! Gaybı yalnız Allah bilir. O bildirirse bilebilirsin, ancak.” Ben de başımı sallayarak katıldığımı belirttim. “Bak şimdi! Diyeceksiniz ki aptala malum olur. Gülün gülün siz! ” derken kendisi de gülüyordu. “Ben de gülerim ama doğru derim. Yeminle! Şurdan şuraya gitmeyeyim, yalanım dolanım varsa! İster inanın, ister inanmayın! Size kalmış artıkım orası.” “Neden inanmayalım canım. Neden yalan söyleyesin? ” “Ablacığım, sen bilirsin beni… Neyse… Bakın, ne oldu bi gün, biliyo musunuz? Köye gitcektik. Düğüne. Çoluk çocuk güzelce hazırlandık, bayramlıklarımızı giydik, çıktık yola. Doğru dolmuşların kalktığı yere… Oraya vardığımızda, bizden önce gelmiş bekleşenler vardı. Kadınlar, kızancıklar… Biz de oraya bi yere durduk, bekliyoz. Sağımızda solumuzda insanlar var. On kişi kadar varız. Önümüzde de bir kadın var. Öyle köylü möylü falan değil, baya sosyetik biri, iyi mi? Gayette şık giyinmiş. Gözüm takıldı bi kere. Tam da önümde… Bir iki adım sağa gidiyo, dönüyo, bir iki adım sola gidiyo… Acele işi mi vardır, nedir… Sabırsızlanıyo… Şeytan dürttü beni. Başladım merak etmeye. Acaba derim, bu kadın neyin nesi? İyi bi kadın mı kötü mü? En iyi ameli nedir? Sana ne be kadın ama dedim ya işte merak… İnce uzun, sarışın bir anım… Eli yüzü düzgün… Üstünde döpiyes… Topuklu ayakkabılar… Kırk kırk beş yaşlarında… Ben de o zamanlar otuz anca… Ya Rabbim, derim bu kadın en iyi ne yaptı acaba? Aradan birkaç dakika geçti, öyle ben düşünürken. Sonra bir ayal başladı gelmeye bana. Bir kadına yemek yedirir. Kadın aç, ihtiyar, yorgun, alsiz… Sonra bakarım değişir. Bu defa gözüme görünür ki bu almış aynı kadını önüne, yıkar onu, paklar. Yeni elbiseler verir ona, giydirir, tarar saçlarını. Bakarım bakarım bir onu görürüm. Kadın kirli paslı gelmiş bunun evine. Bir dualar bir dualar… Değme gitsin! Gırla! .. Durdum durdum, duramadım, pirelendim. Soracam da adam kızar, soramam. Sonra dedim, kendi kendime, ne olursa olsun, soracam ben bunu! Benim adama yavaşça dedim: “Bu kadına bi şey soracam ben, tamam mı? ” “Sana ne elin kadınından be ya? Tanır mısın ki soracan? Ne soracan? A! Ne soracan? ” “Tanımam, nerden tanıyayım? Konuşacam işte bi şey, kadın kadına…” “İyi, konuş bakayım! Kısa kes ama bak kafamı bozma! Sevmem ben öyle fazla muabbeti! ” “Meraba! Size bir şey sorcam. Çok merak ettim de…” “Merhaba! Buyrun! ” “Siz, eskiden yaşlı bir kadını evinize alıp yedirdiniz içirdiniz mi? Yıkayıp temizlediniz mi? Temiz elbiseler verdiniz mi? ” “Bilmem. Hatırlamıyorum.” “Saçları falan birbirine girmiş. Üstü başı kirlenmiş. Çok yaşlı… Zayıf, kambur, esmerce…” “A! Hatırladım. Öyle birisi vardı. Bakanı yokmuş. Bir kere ama bir kere evime götürdüm. Evet, yıkadım, giydirdim. O kadar… Az kaldı bende… Günübirlik…” “Kendi elbiselerinizden…” “Evet, ama bunu ben bile unutmuştum. Sen nerden bildin? Ben Ankara’dan yeni geldim. Tanımazsın, bilmezsin… Allah Allah! Şimdi ben seni merak etmeye başladım.” “İyilik zayi olur mu be ablacığım? Ne kadar dua etti, kim bilir! O, sizin en iyi ameliniz, biliyo musunuz? Aslını Allah bilir. Ben öyle issettim.” “Nasıl bildin ama ben onu öğrenmek istiyorum. Cin falan mı topluyorsun? Fal mı bakıyorsun? ” “Aman ablacığım! Ne cini, ne falı? İçime doğdu işte, öylesine diyiverdim. Kibir getirmeyeyim de… Doğrusunu Allah bilir, yine de. Bildiysem O bildirmiştir.” “Allah Allah! Demek öyle ha! Yazık ya! Çok kötü vaziyetteydi. Yemek verdim, karnını doyurdum. Çok dua etmişti. Hayretler içindeyim, biliyor musun? ” “Aydi abla, bana müsaade… Oşça kal! ” diyerek ayrıldım yanından. Bizim minibüsümüz gelmişti. Pindik gittik.” Bunları anlattıktan sonra bir süre o konu hakkında konuştuk, birer kahve içtik, kalkıp gitti ama derdi bize düştü. Bu olay üzerinde bir süre annemle düşündük, konuştuk tartıştık. Doluya koyduk almadı, boşa koyduk dolmadı. Daha sonra babam geldi. Ona da anlattık: “Allah, Birr’dir." dedi. “Bunu bilmeyen yok ki! ” dedik, bir ağızdan. “Bir, sayısal olarak değil… Berr veya Ber diyeceğim, olmayacak. Çünkü onların anlamı farklı; kara, toprak demek. Birr ise dinimizce iyi işler işleme, iyilik, güzellik demek. Bağışta bulunma, herkesten fazla iyilik yapma, kullarına yardımcı olma anlamlarında Yüce Allah'ın bir sıfat ismi… İyi insanlara hak ettikleri karşılıkları verir. Yapılan iyilik, hardal tanesi kadar da olsa, kayda geçer. Her iki kadına da lutfetmiş. Zerrin Hanım'ıma malum edip, diğerine yapmış olduğu iyiliğin nasıl kayda geçtiğini bir şekilde göstermiş. O yapmış ve unutmuş. Allah unutmaz! Asla! .. İyiliği ve ihsanı çoktur, gerçek iyilik ve ihsan sadece onda vardır. Allah’ın sıfatlarının içinde İyi sıfatı vardır, kötü sıfatı yoktur. İnsanlara El Birr sıfatından bahşetmiş, kötülük vermemiş. Çünkü öyle bir sıfatı yok.” “Hani her şey zıddıyla biliniyordu, baba? ” “İyilik de kötülükle bilinir ama o sıfat Allah’tan değildir.” “Peki, kimdendir? ” “İyiliğin olmamasındandır.” “Anlayamadım. Şimdi kötülük yok mu? ” “Yok. Karanlık var mı? ” “Var. Olmaz mı? Dışarısı kapkaranlık.” “Karanlık diye bir şey yoktur. Işıksızlık vardır. Kötülük de yoktur. İyiliğin olmaması halinde ortaya çıkan durumdur, o! Allah kötü değildir ki kötülüğü yüklesin! O, iyiliği verir ve iyi olunmasını arzu eder. Kurallara uyulduğu zaman kötülük ortaya çıkmaz. Onu ortaya çıkaranlar, iyilikten uzak kalan insanlardır.” “Allah’ın iyilik ve ihsanının sınırsız olduğunu, kulları için daima kolaylık ve rahatlık istediğini biliyorum. İyiliğe karşılık on misli karşılık verdiğini, kötülüğün karşılığının bire bir olduğunu da…” “İyilik yapmayı aklından geçiren ama herhangi bir sebeple yapamayana, yapmış gibi mükâfat verdiğini, kötülük yapmayı düşünüp de yapmayana ceza vermediğini de biliyorsun, değil mi? ” “Biliyorum. Fakat Berr ile Birr arasındaki farkı bilmiyorum. Bazıleri Berr, bazıları Birr diyor. Hangisi doğru? ” “Berr, iyiliği ve hayrı geniş olmak anlamında Birr mastarından sıfattır. Hayır, mutlak anlamda faydadır, öyle veya böyle, bir şekilde yarar sağlamak anlamındadır. Birr ise bizzat yarar sağlama niyetiyle yapılan hayırdır Onun için Birr’e kemal-i hayır, yani en mükemmel hayır derler. Berere ise, Berr’in veya Bârr’ın çoğulu olup, çok hayır sahibi anlamına gelir, Bârr’ın çoğulu olunca, söz ve fiillerinde sadık demektir. Ebrar, Âdemoğulları hakkında, Berere de melekler hakkında gelmiştir. Ebrar, azlık ifade eden çoğuldur. Âdemoğulları arasında etkıyâ, takvâ sahibi insanlar azdır. Berere ise çokluk ifade eden çoğuldur. Meleklerin hepsi müttakidirler.” “Aman baba! Yeter Allah aşkına! Aklım karıştı! Şimdi bildiklerimi de unutacağım! Ayaklı kütüphanesin, mübarek! ” “Şuna bak! Teşekkür edeceğine neler söylüyor! Teessüf ederim! ” “Teşekkür ederim, babacığım. Bu iyiliğini asla unutmayacağım! ” “Bakıyorum konuyu kavramışsın. Sözlüye gerek kalmamış.” *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0347
Onur Bilge
0348 - Et TEVVAB
Onur BİLGE Fırsat buldukça Define’ye hayat hikâyesini anlattırıyorduk. Uzun zamandır bir araya gelememiş, anlatması için sıkıştıramamıştık. Bu pazar, Neşe ve Orçun ile beraber tam havasında yakaladık ve yavaş yavaş yüklenmeye başladık. "Dedeciğim, evi yok pahasına sattın, borçları kapattın, anneni bir eve yerleştirdin, taşraya çıktın. Haritada yer beğendin, kıyı şeridini taradın ve Antalya’da yerleşmeye karar verdin. Bir ev kiraladın. Bir de dükkân buldun. Et yemekleri hazırlamaya ev yemekleri sunmaya başladın..." “Hatırlatma be Neşe’m! Baştan yanlış işler yaptım, hayatımda.” “Neler mesela, dede? ” “Neler olacak, Orçun? Hata üstüne hata işte! Yeryüzünde hata namına ne varsa…” “İçki sigara, kumar, kadın kız? ” “Eh… Sigara hep vardı, şimdi de olduğu gibi… Pipo zevkim, vazgeçilmezim… Onunla bütünleştik.” “Ya diğerleri? ” “Ah, Semiray! Hayatımın en yanlış adımıydı o! Bir ayağı kesilen insan nasıl olur? İşte öyleydim, yarı yerimi o illete kaptırdığımda. Sonra diğerleri geldi. Çorap söküğü gibi… Her türlü aksilik, bela sökün etti! Uzun hikâye! ” “Yani nasıl? ” “İçkiye el uzatan, kolunu kaptırır. Sadece kolunu olsa iyi! Parasını pulunu, malını mülkünü, işini evini evladını… Maddi manevi bütün varlığını… Her şeyini! Her şeyini! .. Karısını bile kaptıranlar var, ne diyorsun! .. Ben de çok şey kaybettim o illet yüzünden, çok! .. Kesilen bir bacak yerine gelir mi? ” “Ne bacağı, dede? Beni meraklandırma! Yoksa bir bacağın… Olamaz! ” “İkisi de yerinde, Neşe… Atlama hemen! Meraklanma! Demek istediğim başka bir şey… O tür bir kötü alışkanlık, bir bacağın kesilmesi gibidir. Öyle bir hatadır ki telafisi, çoğu zaman mümkün değildir! Geriye dönüp düzeltilemez.” “Bırakmayı deneseydin! İraden o kadar zayıf değildir senin, dede! ” “Yapamadım işte bir türlü, evlat! Denemedim mi sanıyorsun! .. Oğlum, hayat inişli çıkışlı… Beşer, şaşar düşer… Ayak almadık taş olmaz, başa gelmedik iş olmaz. Oldu bir kere! Bir rüzgârdı, geldi geçti! Bırakalım şimdi onu! Nerde kalmıştık? Ha… Tamam, hatırladım. Ailevi geçimsizlik ve kutsal bildiğim aşkım nedeniyle sadece özel günlerde bir iki kadeh içmekte olduğum içkiyi gitgide çoğalttım. Son zamanlarda sıkıntım arttıkça arttı, alkol de o şekilde…” “Eşin ne diyordu bu işe? Annen? ” “Eşimin ne dediğine aldırdığım yoktu. Annemin dedikleri kulağımda hâlâ... “Allah Gafur’dur, affı sever. Tevvab’tır, tövbeleri kabul eder. Belki nadim olur da af diler diye fırsat verir, hemen cezalandırmaz ama mutlaka cezası gelir bu saygısızlığın! Tehir eder, ihmal etmez! Dünyada da ukbada da cezası gelir! ” der dururdu, garibim.” "Allah ihmal etmez, imhal eder! Yani mühlet verir. Cazası gelmez olur mu! Gelecek tabi ki! ” “Geldi de zaten! Neye el attıysam kurudu! .. Tutunduğum her dal elimde kaldı, döndü gözümü oydu, cebime koydu! ” “Alıştıran da oydu, değil mi? ” “Yok, o değildi, babam…” “Neticede onlardı. Ebeveynin yani…” “Nasıl yapar bir ana baba bunu evladına, ya? ” “O zamanlar bu bir lükstü, Semiray. Cumhuriyet sonrası... Özenti… Yüksek sosyetenin, olmazsa olmazlarından…" "Cemiyet hayatının elzemlerinden… O devir, öyle bir devirdi, evlat! Binlercesi gibi bizi de iskambil kâğıtları gibi devirdi! ..” Sohbeti burada bitiriverecek, konuyu değiştirecek ya da son zamanlarda çoğunlukla yaptığı gibi yine yalnız kalmak istediğini söyleyerek bizi başından savacak sandığım için gereksiz, abartılı bir panik ve sesime yansıyan telaşlı heyecanla: “Afedersin, dede… Lütfen devam et! ” diyivermişim. Hızla başını kaldırınca bir an göz göze geldik. O sesin sahibinin, şaşkınlıktan gözlerini kocaman kocaman açmış, hayretle ona bakmakta olduğunu görünce takılmadan edemedi mutlaka ki: “Ne yapacaksın kız? Koca koca açmışsın gözlerini, dikkatle dinliyorsun! Romanımı mı yazacaksın? Utanma utanma! Al eline kâğıdı kalemi de not tutmaya başla, hadi! Bedava malzeme, de mi? Seni açıkgöz seni! ..” dedi, yan yan gülerek. “D…” dedim. “Ne ‘de’ si? ” “Sen D mi dedin? ” “He! Eyle dedim! ” “Ben de D dedim! De hadi dede! De! ” Orçun: “Sen çoktandır içmiyorsun, öyle değil mi dedeciğim? O illetten kurtulalı yıllar oldu, değil mi? Demek ki azmedince oluyormuş.” dedi. Dede ona cevap verdi ve arkası gelmeye başladı. Çok seviyordum onun hayatını ondan dinlemeyi. “Öyle de… Vücut çürüdü bir kere! Kaç kere ölüme yattım, kaç kere kefen yırttım! ..” “Neydi zorun, o kadar içecek, dede? Ona ne beden ne de para pul dayanır! Davulhanelerin mi vardı? ” “Başına gelmeyen bilemez, Orçun! Başına gelmeyen bilmez! Bizde o rakı denen zıkkımı, uyusun ve alışsın diye çay kaşığıyla, üç günlük bebelere bile verirler! Ana sütü bir, aslan sütü iki… Hele balıkla ne güzel gider namussuz! .. Tövbe tövbe! .. Tövbemi bozduracaksınız şimdi bana, ya! .. Konuyu değiştirelim! .. Yoksa ben değişeceğim, ha! ” “Değiştirelim! ” Değişmektir, tövbenin asıl anlamı; dönmektir. Kulun isyan yolundan dönmesi demektir.” Sohbet bu şekilde devam ederken dedenin tezgâhına bakmakta olan birileri bir şeyler almaya kalktı. Haliyle dede de kalktı. Kendi aramızda söylenmeye başladık. Uyaklı muyaklı oldu. Herkes art arda söyledi. Karmakarışık bir şeydi. Aklımda kaldığına göre şöyleydi: “Yine beş dakika ihtiyaç molası…” “Meraktan patlamış mısır arası…” “Uludağ Gazozu, fıstık çekirdek…” “Alışveriş, pazarlık…” “Hep böyle bölük pörçüklük…” “Azar azarlık…” “Dedeye de Maşallah! ” “Koca bir nal nazarlık…” “Biz de sandık ki ermiş! ” “Nasıl da içermiş! ..” “Hiç ermiş gördük mü ya! ” “Görmedik, sahi! ” “Nasıl olur ki ermişlik? ” “Hakka gönül vermişlik…” “O’ndan güller dermişlik…” “Dünyaya boş vermişlik…” “Ukbaya yönelmişlik…” Şimdi, gecenin bu saatinde, bir yılbaşı gecesi öncesinde, sarı ampul ışığında hızlı hızlı kaleme aldığım bu pişmanlığın bana anımsattıklarını da sıralamadan geçsem olmaz! Her şey zıddıyla bilinir. Her şeyin bir düşmanı var. Günah, sevabın zıddı… Sevabın da düşmanı var. Hardal tanesi kadar kibir, dağlar kadar sevabı eritir, bitirir. Günah, kir üstü kir… İşleyende kibir… Oysa hakir mi hakir… Dağlar kadar günahı da pişmanlık eritir. Onca seyyiat, afla silinir. Günahkâr, Rabbinin huzuruna kibirle değil, başı önünde, utançla gelir. Samimi bir gelişle, o huzurdan eli boş dönülmez, eli kolu dolu gidilir. Kabir, insan bedeni kadardır. Dardır. Günahtan men eden duygunun adı ardır. Sabrın sonunda selamet, ucunda cennet vardır. Farkı fark edene ferahlık, çalışana rahatlık… Günahla sevap, akıl ve irade sahipleri içindir. Robot varlıklardan farklı olmamız istenmiş. Cebren eğilmemiz değil, irademizle secdemiz… O nedenle hem gizli hem aşikâr olanı; akıl, mantık ve gönülle bulmamız, sevgi ve teslimiyetle O’na ulaşmamız arzulanmış. Habbe habbe, kubbe kubbe olurken eşref-i mahlûkat küçülür de küçülür… Günahı ve günaha meyli yaratan, affa hazırdır. Tövbe kapıları gece gündüz kapanmaz. Herkes kapısını kapatır, gönüllerin kapısı da kapanır, tövbe kapısı asla kapanmaz. O kapı Rahmet kapısıdır. Ardına kadar açıktır. İnsanın bir tarafında nefis, bir tarafında irade… Biri sağ elinden, biri sol elinden çeker, çarmıha gerer. Yasaklar ayakları bağlar, arzular dağlar kadar… Gözler casus… Göz görür, can ister, gönül için için ağlar… Her yerde tuzak, her adımda ağlar… Birine takılmayan, diğerine takılır. Kafile gider, o geride kalır. Kendisini kurtarması zaman alır. Oysa bir yerlerde zamanı sayan birileri vardır. Vakit uzun gibi görünse de çok ama çok dardır. İnsan ömrü, saman alevi kadardır. Hemen önünde kabir, ardında hesap vardır. Kurallar, hatalar ve pişmanlıklar… Kural koyan, uyan uyamayan ve uymak istemeyenler… Düzeni kuran ve işletenin emirleri ve yasakları… Tatbik edenler, edemeyenler, her iki kesimin de müracaat edebilecekleri tek merci… Nihayet hesaplar kapanır. Kimisi kârla kimisi zararla… Zarar… Neresinden dönülse kâr… Yeryüzünde ve gökyüzünde ne varsa, O’nunla var. Her muhtaç, yalnız O’na bakar. O’na tapar ya da tapmaz. O’na muhtaç… O ise ihtiyaçtan münezzeh, her yarattığı için daima uyanık ve hep var. Günah, pişmanlığa kadar… Yanı başında tövbe, akabinde merhametle af var. *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ -0348
Onur Bilge
0350 - El AFÜV
Onur BİLGE Bir yılı kapatıyorduk. Günah hanemizde, sevap hanemizde ne varsa… Bilânçolar çıkıyordu, hesaplar tutturuluyordu. Ben de yılsonu muhasebe işlemlerimi yapmaktaydım. Birkaç dakika kalmıştı. Yıl değil de ömür bitiyor olabilirdi. Ölüm, yaşlı genç dinlemiyordu, herkes için aynı yakınlıkta ve her an için vardı. Bir dakika sonrası garantili değildi. Dakikalar azaldıkça azalıyordu. Geri sayım başlamıştı. Ömrümün azar azar, yavaşmış gibi ama hızla tükenmekte olduğunu idrak etmeye başladım. Sevap haneme baktım. Kime ne iyilik etmişim, diye… Pek bir şey göremedim. Hatırlayamadım. Öyle aman aman bir şey yapmamışım ki hafızamda kayda geçmemiş. Ufak tefek şeyler işte! Arada bir kıldığım, genelde geciktirdiğim, çoğu kez kazaya kalan namaz, ramazan orucu, eh işte öylesine… Tesettürsüz, vakitlice kılınan namazsız… Sanki herkes tuttuğu için… Sanki ayak uydurmak gibi bir yerde… Zekât düşmez bana. O kadar çok param pulum yok. Sadaka olarak ne vermiş olabilirim? Anımsamıyorum. Onda da pek bir şey yok. Yaptığım, sadece dolu dolu arkadaşlık, dostluk… Hatır sorma, gönül alma, dert dinleme, çözüm üretmeye çalışma, bir nebze de olsa karşımdakini ferahlatma, o kadar. Viraneye götürdüğüm çoğu şey evden… Babamın aldıkları ya da annemim pişirdikleri… Çorbada tuzum yok. Burnuma kadar girmedikten sonra dilenciye para vermiyorum. Yoksulu arayıp bulmuyorum. Mahallemizde kaç muhtaç var, bilmiyorum. Eskiden, bir mahalleye taşınıldığında muhtarlıktan yörede fakir fukara olup olmadığı sorulup öğrenilir, onlara el uzatılırmış. Bir tanesi aç yatsa, tok yatanların hepsinden sorulacakmış. Evden okula, oradan kendi okuluma, arada Viraneye… Bazen onlarla parka, teleferiğe, Uludağ’a… Hemen hemen her hafta sinemaya… Yazsa Gemlik’e, Mudanya’ya denize… Hayat bu olmamalı mutlaka. Saniyeler sayılmakta… Eski yıl, pılısını pırtısını toplayıp gitti, bir daha gelmemecesine. Yeni yıl geldi. Yeni sorumluluklar, onunla birlikte… Bu zamana kadar bunun böyle olması geldiğini hiç mi hiç düşünmemiştim. Böyle şeylerle sadece annem babam ve o yaştakiler yükümlü sanıyordum. Konunun ne kadar dışındaydım! Oysa şimdi… Yeni yıla girerken… Artık ben de para kazanıyorum, çünkü. Çünkü kazanmaya başlayalı epey oldu. Birilerinin rızkı birilerinin ceplerine konurmuş. Onların paylarının verilmesi ama mutlaka verilmesi gerekirmiş. Bir de günah haneme baktım. Anaya babaya: “Öf! ..”bile denilmeyecek. Hâlbuki babam bizi Amerikan terbiyesine göre yetiştirmiş. Eğri oturuyor, doğru konuşuyoruz. İkisiyle de arkadaş gibiyiz. Hararetli hararetli konuşuyor, tartışıyoruz. Ev içinde, birbirimizleyken öyle katı kurallar yok. Son derece rahat paylaşımlarımız var. İster istemez kırgınlıklara sebep olan olaylar da var aramızda, uzatılmasa, en kısa zamanda tatlıya bağlansa da… Ana baba hakkı, evlat hakkı… Dışarıda kar, diz boyu… Sıkı bir soğuk… Epeydir yağmakta… Her yer bembeyaz… Şehrin üstüne patiska çarşaf örtülmüş gibi… Kar temizlik… Kar beyazlık, bembeyazlık, aklık… Hep böyle kalsa! Hiç kirlenmese! Yol ne kadar güzel görünüyor! Pamuk döşenmiş gibi… Ne yazık ki bir süre sonra ayaklar altında ezilmeye, güneş vurunca da erimeye başlayacak. Geçen arabaların tekerlek izlerinden başlayarak kirlenecek. Eninde sonunda çamurlaşacak, kurtuluşu yok. Biz de tertemiz geldik, yeryüzüne. Kirlenmeden kalamazdık, bu çamur deryasında. Günahlara bulaştık. İnsanın ölüsü de dirisi de çevresini kirletiyor. Herkes birbirinden iyi ya da kötü yönde etkileniyor. Nihayetinde kul hakir… Kir üstüne kir.. Toprak örtmese... Aman Allah'ım! .. Hayat geçip gitse de o kalıntı bizde... Affa kadar... Önce biz affetmeliyiz kendimizi. Önce biz! Bir yılbaşı gecesi konaklamak için gelen, Uludağ’ı yastık yaparak başının altına koyan, Bursa Ovası’na kar beyaz çarşafını usulca yayan, sere serpe yatmakta olan Tanrı misafirini bana beni düşündürdü. Göklerin derinliklerinden, bulutların yüreğinden koparak şiir gibi geldi. Zifiri karanlıklardan zerre kadar etkilenmeden, apaydınlık, bembeyaz… Kapkara geceden bir hece kirlenmeden… Maksadı bu muydu acaba? Bana beni göstermek… Ondan mı yağdı? Söylemek istediği farklıydı da algılamamda mı değişiklik oldu? Her şey bir şey söylüyor, anlamak isteyene. Üzüyor, sevindiriyor. Duyguları harekete geçiriyor, dikkatle bakınca. Bir işe yaramadığı zannedilen, yeryüzünü süsleme amacıyla yaratılmış gibi görünen ne varsa, önemsiz değil. Onların da bilip bilmediğimiz işlevleri var. Bizim oralarda yağmurlar yağardı. Bardaktan boşalırcasına yağmurlar… Kırkikindi yağmurları… Yağmur sonraları hemen güneş çıkardı. Yıkanan toprağı dümdüz etmiş, çizime hazırlamış olurdu. Belli yerlerimiz vardı, çizgi oynamak için. Ellerimizde sivri uçlu tahta parçaları, yüzünü çizerdik. Defalarca üstünden geçerek o kadar derinleştirirdik ki tekrar yağmur yağsa dahi silinmezdi. Tozu toprağı giderdi sadece. Yağmur sonrası oturmuş olurdu, toprak. Kuruyunca betonlaşırdı. Daha da zevkli olurdu, oyun. Hayat daha da zevkliydi. Çünkü çocuktuk. Uçuktuk... Biz büyüdük, çizgiler silindi. Gözyaşı yağdı üzerlerine. Yağmurlardan güçlüydü. Hasret kaldık sorumsuz mutluluklara. Şimdi günahlarım geliyor aklıma. Kırdığım kalpler, yaptığım haksızlıklar… Bilerek öldürdüğüm böcekler, bilmeyerek ezdiğim karıncalar… Kopardığım çiçeklere kadar… Günahlarımdan korkuyorum! En çok da kul hakkından! .. En yakınlarımdan başlamak üzere helalleşmeliyim. Ya aniden ölür de günahlarımla göçersem! Allah Afüv’dür. Günaha meyilli yarattığı kullarını affeder. Merhametlilerin en merhametlisidir, beni de bağışlar. Bir annenin yavrusuna duymakta olduğu merhametin en az yüz misli merhamete sahiptir, af dileyenlerin günahlarını yok eder. Nefsimize en zor gelen, aftır. Bazılarının bize yaptıkları iliklerimize işlemiştir, ölsek bile kemiklerimizden çıkmaz! Af zordur ama affetmeyen affedilmez! Ben de kırgın olduklarımı affetmeliyim ki Allah da beni affetsin! Peygamber Efendimizin Amcası Hazreti Hamza'yı, Uhut'ta Vahşi şehit etti. Hint, ondan onun ciğerini çıkarmasını istedi. O da söküp çıkardı, ona verdi. Canavarlaşan kadın hırsını bir türlü alamamıştı. Onu dişleriyle paramparça etti! .. Uhut Dağı yerinden oynadı, o kinden! .. Bütün dağlar taşlar titredi! ..Mekke Medine birbirine girdi! .. Yeryüzü sarsıldı! Yerde Müslümanlar, gökyüzünde melekler hıçkırıklara boğuldu! Günlerce dinmedi gözyaşı yağmurları. Yağdı da yağdı, sağanak sağanak… Uhut'ta Peygamber Efendimizin de dişi kırıldı. Uhut, Uhut olalı öyle bir zulme şahitlik etmemişti! .. Sevgili amcasına yapılanlara rağmen, Şefkat Peygamberi, Vahşi'yi defalarca İslam’a davet etti. En sonunda Vahşi, zekâsını kullanarak üzerindeki azaptan kurtulmak gayesiyle, pazarlıkla dine girdi. Affedileceğinden emin olmak istiyordu. Müslüman olursa, Allah'ın onu affedeceğini Peygamber efendimizin ağzından duyunca, sevinçle dine girdi. Yalancı peygamber Müseyleme'yi öldürdüyse de Efendimizin içi o kadar yanıyormuş ki onu görmeye tahammül edemiyormuş! Günlerce Vahşi'ye bakamamış: "Vahşi'ye söyleyin, ilim meclisine gelsin ama benim göremeyeceğim yerden dinlesin, sohbetimi. Dayanamıyorum! Bana görünmemeye çalışsın! " demiş. Vahşi ölünce, akıbetini sormuşlar. Resulullah Efendimiz, Hamza ile Vahşi'yi kol kola cennete girerlerken gördüm! ” demiş. Bir peygamber, asla yalan söylemez! Rivayet doğruysa, mutlaka doğrudur. O, kendiliğinden konuşmaz. *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0350
Halil Şakir Taşçıoğlu
036 Bir Güzele Maniler
Duruşu ece gibi, Örtüsü gece gibi... Anlatılması çok zor Sanki bilmece gibi... Siyah saçlı bir peri, Bozduruyor ezberi... Ne söylense az gelir Yaratanın eseri... Kaşı andırır yayı, Kıskandırır dünyayı... Gözleri bir içim su Sanırsın Düden çayı... Boyanmış, boyalanmış Yazması oyalanmış... Kader geç kavuşturdu Evde çok oyalanmış... Şakıyor sanki bülbül, Kokusu gonca bir gül... O ne güzellik ya Rab Dayanır mı bu gönül? Akışı dupduru su, Bakışı alır usu... Eşine rastlamak güç Kurmuş sevdaya pusu! Bir nazar etse kafi, Görsen bir poz, bir afi... Dilinden dökülenler Duysan lisan-ı hafi... Antalya-2014/03 TDK: lisan-ı hafi: gizli dil... Düden çayı: Antalya' da bir şelale ve akar suyu.
Necdet Erem
037 Dikkat
Değerli Dost, DİKKAT! Yaşadığımız her yıl, er ay, geçen her gün ve her an, hesabı verilmek üzere filmini hafıza bantlarımıza anı olarak bırakıp bir daha geri gelmemek üzere beyin arşivimizin ahiret raflarında koruma altına alınmaktadır. Herkes hayatını hesabının sorulacağı “O BÜYÜK BULUŞMA GÜNÜNÜ DİKKATE ALARAK YAŞARSA; EMANETE İHANET ETMENİN HÜSRANINA UĞRAMAKTAN KURTULUP, RUH VE HAYALİNİN STANDARDINDA EBEDİ BİR HAYATTA SONSUZ CENNET NİMETLERİNE KAVUŞMA İMKANINI BULUR..” Ne dersiniz? Dünya gibi zorlu ve zorunlu, sıkıntı, dert, bela ve musibetlerle dolu, dününün ÖLÜ, yarınının DOĞMAMA ihtimali olan hayatı cennet gibi sonsuz bir hayat dönüştürmek istemezmisiniz?
Onur Bilge
0358 - El MÂNİ
Onur BİLGE Ben artık beş yaşındaydım. Başka kardeşim de olmayacağına göre çocuk arabam neden saklanmıştı? Bu eve neden getirilmişti? Tatar Amca, evimizin marangozluk işlerini yapıyordu. Etrafında dört dönüyor, küçük tahta parçalarıyla oynuyor, ona sorular sorup duruyordum. İçinden gelmiş, bana tahtadan tatar arabası yapmış. At yerine bir kumrunun çektiği, takur tukur giden basit bir araba… Benim, onunla oynama yaşım çoktan geçmiş. Hem galiba bu daha çok erkek çocuklar için. İnandırıcılığı da yok. İpinden tutup çekiyor ve elime alıp konuşmaya başlıyorum: “Tatar Amca! Kuş uçar. Araba mı çeker? ” “Çeker çeker…” “Çekerse yavaş gider.” Ben, dört tekerlekli, tek ayağımı üzerine koyup, tek ayağımla yeri iterek binebileceğim bir araba yapmasını istiyorum. Tarif ediyorum. Ya anlamıyor ya da anlamazlıktan geliyor. İki şeye hasret yaşadım. Deniz ve bisiklet… Babama göre ikisi de tehlikeliydi. Kendisi bisiklet üzerinde gazete okur, bana izin vermezdi. Bir keresinde arkadaşımın bisikletiyle, ara sokaklardan Orman Dairesine ait lojmanların bulunduğu yere kadar gittim. Dar sokaklar arasında epey dolaştım. Babam, bisikletle uzaklaştığımı bildiği için izin verdiğine bin pişman, evhamlanmış ve her yerde beni aramaya başlamış. Ne tarafa gideceğimi de biliyor ya, Üçgen’i tararken bir ambulans sesiyle irkilmiş. “Eyvah, kızıma bir şey oldu! ” demiş. Hemen takip edip en yakın hastaneye gitmiş. Bakmış ki orada falan değilim, eve dönmüş. Beni görünce kesinlikle yasakladı ve bisikletten ümidimi kestim. Ya deniz? Antalya çocuğuyum. Akdeniz kızı… Nasıl olur da denizden uzak yaşarım! .. Mutaassıplığıyla evhamı… Denizi hep uzaktan seyretmek zorunda kaldım. Üç rüyanın biri o oldu. Su birikintilerine daldım, arıklara girdim, sadece bacaklarım ıslandı. Yaz kış fark etmezdi benim için. Suya hasrettim, denize âşık… Su olsun da isterse çamurlu, buz gibi olsun! Üstüm başım çamur içinde, eteklerim ıslak… Kışsa adeta morarmışım. Bir de Şarampol’ün toprağı öyle böyle değil, kıpkırmızı… Kırmızı çamura batmış çıkmışım! Kim kızarsa kızsın! Bu benim hakkım! .. Derinceyse birkaç da tahta atıyorum içine, çıkıyorum üstüne… Öyle olmaz, böyle olur! Fakat oldukça sığ… Tahtaları yüzdürüyor ama beni kaldıramıyor. Hayal kuruyorum ben de… Su birikintisi değil o, deniz… Onlar da birkaç parça değil, bir arada… Yani kayık… Binmişim geziyorum. Nasıl da hızla yol alıyor! Dalgaları yara yara ilerliyor. Elimdeki kargılara gerek yok. Küreksiz uçuyor! Hem de dümensiz… Hayallerim nereye kadar giderse, oraya kadar yolum… Bir süre sonra hayallerimden de oynamaktan da yoruluyorum. Üşüdüğümü duymuyorum. Sadece bir süre oynadıktan sonra midemde ağrı, içimde sıkıntı gibi bir şey hissediyorum. O zamanlarda asabi olduğumu söylüyorlar. Hırçınlaşıyorum. Hemen bir şeyler hazırlayıp yediriyorlar. Gerçekten iyi geliyor. Demek ki acıkmışım. Bizim evde yemek saatleri belirlidir. Daha çok babamın geliş gidiş saatlerine göre ayarlanır. Fakat ille de ille o kurala uyma zorunluluğu yoktur. Acıkan arzu ettiğini yapıp yiyebilir. Aile reisini bekleme mecburiyeti de yoktur. Alışılagelen saatlerde sofra kurulur ve kaldırılır. Baba veya başka bir fert geldiğinde ona da hazırlanır. Sofrada, tabaklara konanların muhakkak yenmesi ve bitirilmesi sadece benden beklenir. Diğerleri özgürdür. Ayrıca sabah gözümü açar açmaz bir su bardağı kaynar süte kırılıp çırpılan yumurtayı, kokusuna aldırmadan bir dikişte içmem istenir. Bir de gece sütü, aynı miktarda… Uykudan uyandırılıp, neye uğradığımı bilmeden: “İç! Haydi! .. Uyuma! Hepsini dik başına! .. Aferin! Haydi, yat bakalım şimdi! ” Çocuk olmak ne zor! Her şeyine karışıyorlar. Boğazına dayıyorlar, zorluyorlar. Ya yemek istemiyorsam? Ya tadını beğenmiyorsam? Neymiş efendim, dengeli beslenecekmişim. Her şeye engel oluyorlar. Babamın deyimiyle, mani oluyorlar. Ablam gibi yetişkin kızlar aralarında şarkı türkü söylüyor. Karşılıklı manilerle atışıyorlar. Her olaya uygun bir mani buluyorlar, her maniye maniyle bir cevap… Mani olmak… Engel olmak… Önüne geçmek… Bu söz bizim evde şöyle de geçmişti ve çok ilgimi çekmişti: “İki denizi salıvermiş, birbirine kavuşuyorlarmış ama aralarında bir engel varmış, karışmıyorlarmış.” demişti, annem. Babam da: “Allah’ın bir sıfatı da Mani’dir. Koruyucu sebep yaratarak bazı şeylerin olmasına mani olur. Helak ve noksanlık nedenlerini önler, izin vermez, yok eder.” “Dua etmemizi istediği için dua ediyoruz ama bazen dileğimiz gerçekleşiyor bazen gerçekleşmiyor.” “İnsanoğlunun istekleri hiç bitmez! Arzularının tahakkuk etmesi için mücadele eder durur. Dilekler sebeplere, sebepler de Mâni ve Mu’tî olan Allah'ın emrine bağlıdır. Dilerse gerçekleştirir, dilerse mani olur.” “Mu'tî ne demek? ” “Gerçekleştiren, yerine getiren...” Onların da her istedikleri olmuyor ya, içim açılıyor! Oh ya! .. Canıma değsin! .. Olmasın! Olmasın da mani olmak nasıl olurmuş, görsünler! Anlamıyorum sanıyorlar. Her şeyi can kulağıyla dinliyor, anlıyor, belleğime kaydediyorum. İstedikleri olmayınca dikkat kesiliyor, hallerini seyrediyorum. İçin için seviniyor, kıs kıs gülüyorum. Kocaman kocaman açılan gözlerimden mi anlıyorlar, mani olamadığım alaycı tebessümümden mi… Daha da sinirleniyorlar! Bir nevi intikam almış oluyorum. Ne yapayım? Sıra onlarda… Nasılmış görsünler! Onu yapma, bunu yapma, sunu yapma! Bir yere gidemiyorum, denize götürmüyorlar… Çocuk filmleri gelirse, sinemaya… Arada çocuk parkına… İki salıncak, bir tahterevalli ve bir de kızak… Bayram gelecek de dönme dolaplar kurulacak da ben de bineceğim… Bir de balonlar var. Yeni çıkmış. Kocaman… Rengârenk… Boy boy, çeşit çeşit toplarım var. Her topun oyunu da tadı da farklı… Her biri ayrı dolduruyor avuçlarımı. Parmaklarımın arasında sıkıştırıyor, okşuyor, hatta kokluyorum. Plastik ve boya kokuyorlar. Sünger toplar, birkaç boy… Minik bir ceviz kadar olanından büyükçe bir greyfurt boyutunda olanına kadar… Dahası yok… En küçükler çok zıplıyor, çabuk kayboluyor. Avuç içine sığabilen, orta boy bir elma kadar olanlarla ancak düzgün beton zeminlerde çelmeli oynuyoruz. Yere vurup: “Bir ki, üç buçuk! ” diyerek, ayağımızı üzerinden geçiriyoruz. “Dört, beş, altı buçuk…” yine… "Yedi, sekiz, dokuz buçuk…” diyerek tekrar… En sonunda: “On buçuk! ” diyerek ilk etabı tamamlıyoruz. İkinci etap daha zor… Hem bu aralıklarla ayak geçirilecek hem de her yere vuruşta el çırpılacak. Üçüncü etap daha da zor… Aynı şey yapılacak, hem önde hem arkada el çırpılacak. Daha sonra ayak geçirme yerine bir defa dönülerek oynanacak. El çırpmalar ve dönmeler artarak devam edecek. Nihayet, artan zorluklarla yapılamaz hareketlere gelindiğinde, oyun bitmiş, başarabilen kazanmış, bir sayı almış olacak. Bu arada hata yapan kalmış oluyor, oyun rakibine geçiyor, sıra kendisine geldiğinde, kaldığı yerden oynamaya devam ediyor. Kalan sinirleniyor, haliyle. Başarısızlık, kabul edilir şey değil! İçi boş plastik toplar da var. Bu toplarla, dönmeli ve stop da oynuyoruz. Daha çok greyfurt kadar olanlarla… Daha büyükleriyle çelişiyoruz, yakan top oynuyoruz. Fakat bunlar, süngerler kadar ölümsüz değil. Onlar, şişirildikleri yerin arkasındaki yumuşak, sakız gibi bir plastik parçası yardımıyla, bir süre şişkin kalabiliyorlar. Güneşte kalınca ya da oynana oynana yavaş yavaş hava kaçırıyor, zamanla sönüyor, deliniyor ya da yarılıyor, kalkmaz oluyorlar. O zaman ağırlaşıyorlar, işimize yaramaz hale geliyorlar, onları küçük erkek çocuklara veriyoruz; sürüklüyor, futbol oynuyorlar. Süngerler, zamanla aşınarak pürüzlü bir hal alıyor ve yere vurulduklarında, çeşitli açılarla zıplamaya başladıkları için kontrolde tutulamıyorlar. Kocaman bir lastik topum var. Yeşilli kırmızılı… Üstü, enine boyuna parça parça çizgili… Emine’yle esrar içen adamın annesinin evinin arkasındaki gölge betonda dönmeli oynuyoruz. Orası, bizim evden de Eminelerin evinden de rahatça görülebiliyor. Top kocaman… Arkadaşım da sık sık kalıyor, ben de… Kalan, hırsından topu ısırıyor! Fakat top kocaman… Ağza girmiyor. Onu, evin duvarına dayayıp, sıkıştırarak ısırabiliyoruz. Yine kaldığım zaman, lastik kokusu çekti içim. Onu ısırmak, hırsımı almak… Oysa oyun sırası Emine’deydi, oynamak için acele ediyor, elimden almaya çalışıyordu. Bense yamyam gibi saldırıyor, topu duvara dayamaya çalışıyordum. Tam ısıracaktım ki ağzıma değişik bir şey geldi ama frenlerim tutmadı. Her zamanki gibi tüm öfkemle ısırdım! Emine’de bir feryat, bir figan! .. Özür diledim ama kim duyacak? Baktım, sekiz dişimin izi… Kanadı kanayacak! .. Ağlayarak annesine koşuyor. Annesi, annemi çok seviyor sayıyor ama canı yanmış: “Ablacığım, bak, nasıl ısırmış! ..” diye ona gösteriyor. Doğru evlerine gitti. Annesine söyledi. O da çıktı bağırdı çağırdı. Dedim, onu ısırmak istemediğimi. Kaza olduğunu… Anneme de gösterdi, marifetimi. Her gün Emine’yi çağırıyorum: “Topu ısırıyordum, onun eline geldi.” diyorum ama nafile… Topun gergin yüzeyini, sıkıştırıldığı halde oluşan sertliğini anımsıyorum. Emine’nin eli sıcacık, eti yumuşacıktı. Sakız sertliğinde… O sert topu ısırmak için harekete geçen dişlerin yaptığı tahribat! .. Dişler yeni, keskin, uçları tırtırlı… İyi ki koparmamışım! Düşünmek istemiyorum! Bir daha da Emine’yle oynamamıza izin vermedi. Kızını şerrimden korumak amacıyla şiddetle yasakladı. Emine biliyordu kaza olduğunu, onu çok sevdiğimi, en yakın arkadaşım olduğunu… Bahçelerimiz bitişikti. Daima beraberdik. Oyun sahamız da onların evinin önü, bizim ikinci bahçemiz, yeni aldığımız arsamızdı. Annesi dikiş kursuna gidecekti. Bize geldi, diploma gerektiğinden bahsetti. Babam ona yol gösterdi, müracaat etti ve ilkokul diploması alarak kursa yazıldı, terzilik yapmaya başladı. Her gün gezmeye, kabul günlerine gidiyordu. Adı Kezban’dı. ‘Keziban’ derlerdi. Emine’den küçük bir oğlu vardı, Hasan… Bir süre karnı kocaman gezdi. Sonra bir kız doğurdu. Güneş… Güneş’i de Hasan’ı da Emine’ye bırakıp gidiyordu. Arka bahçedeki tuvaletin yanına konan teneke leğende bezler yığılıyor, çok ağır kokuyor, yaz güneşinde kurtlanıyordu. Emine, on yaşında yoktu. Yıkamaya çalışıyordu onları. İçine su doldurduğunda bezler şişiyor, kurtlar kahverengiye dönüşen suyun yüzüne çıkıyordu. Sıska denecek kadar zayıftı Emine. İncecikti parmakları. Uzun uzundu… Elleri küçücük… Ne yiyor içiyordu? Bulgur bulamaç, çorba makarna… Meyve yüzü mü görüyordu? Et falan, kurbandan kurbana… Süt yok, yoğurt yok… Ne olsun, nasıl olsun? Bir kere, anne yoktu başında. Öğleye doğru çıkar, akşam gelirdi. Kabul günlerine giderdi. Evde kaldıysa, pencerenin önünde dikiş dikerdi. Emine’ye de hayat hakkı yoktu. Benden bin beterdi! Çok çabuk büyüdü. Okula gitmeden kardeş sorumluluğu, yetmezmiş gibi bir de bebek… Okula giderken ev işleri de üstüne kaldı. Hâsılı, benimle oynadığıyla kaldı. Hiç çocuk olmadı, olamadı. *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0358
Onur Bilge
0367 - Es SABUR
Onur BİLGE Sağ sol kavgasının en ateşli zamanlarıydı. Akademinin önünden her gün bir cenaze geçiyor, takip edenler boyuna slogan atıyorlardı. Her iki taraf da kendi acısını çekiyor, karşı tarafa ateş püskürüyordu. Gerginlik en çok okullarda hissediliyor, kantinde ve bahçede kıyamet kopuyordu. Arkadaşlar gruplar halinde oturuyor, hararetli hararetli konuşuyorlar, her kafadan bir ses çıkıyordu. Kişiler ister istemez kendi sınırlarını aşıyor, diğerlerini rahatsız ediyorlardı. Dinimizde kalp kırmak men edilmiş, incitmek yasaklanmıştı. Olumsuzluklara müdahale etmek gerektiği halde sabır öğütleniyordu. Örf ve adetlerimizde de öyleydi. Sabır neydi? Neye, nelereydi? Sabırla ilgili ayetleri biliyordum. Sabredenler, bitimsiz nimetlerle mükâfatlandırılacaklardı. Sabredenler, evvablar müjdeleniyor, övülüyordu. Evvablar, tövbe edenler ve Allah’a çokça yönelenlerdi… Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbimizi hamd ile tespih etmemiz emrediliyordu. Hamd ile tespih etmek neydi? Kıyamda okunan, hamd ile başlayan, dua ile sonlanan Fatiha Suresiyle namaz kılmaktı. Gecenin üç ucu vardı; akşam, yatsı, teheccüt… Gündüzün de üç ucu vardı; sabah, öğle, ikindi… Aklımda kalan tüm ayetlerde namaz, sabırla birlikte yer alıyordu. Tüm ibadetler sabır gerektiriyordu. Farz oruç, belli bir zaman diliminde, farz olan hac ise ömürde birdi. Zekât da farzlardandı, sadaka arzuya bırakılmıştı. Fakat namaz… Namaz her gündü. Her gün, beş vakit… Biri bitmeden biri geliveriyordu! İster istemez bazıları kazaya kalıyordu. En çok sabır gerektirendi. Oruç da Hac da onsuz olmuyordu. Sadece haksızlıklar karşısında susmak demek değildi sabır. O zaman iyiyi, güzeli ve doğruyu bulmak zordu. Susmak, nemelazımcılıktı. En iyisi, kötülüğü iyilikle defetmek, verilen rızktan gizli ve açık infak etmekti. Dünya hayatından en iyi sonucu elde etmek, bunlara riayet etmekle mümkündü. Sabır, belki de en zor olandı. Mühim olan, zoru başarmak, başarabilmekti. Keşke sabredebilseydik, affedebilseydik! .. İntikam almak için birbirimizi bilemesek, sevgi tohumları saçabilseydik. Süregelen hatalar zinciri kırılsa, gençler birbirlerine düşman edilmese, kimi hapishaneye kimi kara toprağa girmeseydi. Gözünü hırs bürümüş, siyasi çıkarları için kan dökmekten bile kaçınmayan kişiler nefislerini ve Rablerini tam anlamıyla bilselerdi, aralarında uzlaşarak anarşiyi ana vanadan kesselerdi de ortalık sütlük limanlık oluverseydi! İtiraz sürekli, isyan had safhadaydı. Allah asileri hemen cezalandırmıyor, belli bir vakte kadar sabrediyordu. Tehir ediyordu, asla ihmal etmezdi. Sabır Allah'ın Kuran'da geçen en son sıfatıydı. Zordu. Çok zordu. En zor… En sondaydı. İlk ikisi Rahman ve Rahim’di. Gaffar da O'nun çok güzel ve bizim sımsıkı tutunduğumuz, sığındığımız sıfatıydı. Allah, sona kadar sabrediyordu, sabredecekti. Ezelde tayin ettiği zaman gelmeden yapılmasını takdir ettiği iş veya verilecek ceza için acele etmezdi. Kâfir, münafık ve günahkârların hesabını orada görecek ya… “İman iki eşit parçadır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür.” demişti, Sevgili Peygamberimiz. Başkalarına hükmetmeye yönelenler, önce kendilerine hükmetmeyi öğrenememişlerdi. Allah'ın Adaletinin tamamlanmasını beklemekten başka yapılacak bir şey yoktu. Burada zulme uğrayanlar o huzurda haklarını alacaklar, üstte olanlar altta, altta kalanlar üstte yer alacaklardı. Allah: "Andolsun ki, cenneti de cehennemi de ağzına kadar cinlerle ve insanlarla dolduracağım! " diyordu. Allah çok sabırlıydı. Günahkârları cezalandırmakta acele etmez, doğru yolu bulmaları için zaman tanırdı. İsyankârlara bile son nefese kadar tövbe kapısını açık tutardı. İman edenler, iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler kurtulacak, diğerleri hüsrana uğrayacaklardı. Sabrederek ve ibadet ederek Allah’tan yardım istemeliydik. Allah, sabredenlerle beraberdi. Zaman zaman korkuyla, mallarımızdan canlarımızdan eksiltilerek denenecektik. Başımıza bir felakettir gelmişti: “Allah’a aidiz, O’na döneceğiz.” diyerek sabredecektik. Sabredenlere ne müjdeler vardı! Tükenmez ve kalıcı nimetler… Kutadgu Bilig’ten bugüne kadar gelen güzel sözler vardı… “Gözü tok insan fakir olsa dahi zengin sayılır, insan sebat ederse her işte başarılı olur. Kul sabırlı olursa beylik mertebesini bulur. Sabredip bekleyen avcı, ak kuş tutar. İnsan sabrederse göze bile yol bulur.” Dünyaya ışık saçan Mevlana Hazretleri de: ”Sen, yakini bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış; şayet buna muktedir olamazsan, hoşuna gitmeyen şeyde sabırda çok hayır var. Sabır imanın yarısı, yakin de imanın tamıdır. En hayırlı binek de sabırdır. İbtila halinde insanın musibetinin bertaraf olmasını Allah’tan beklemek ibadettir.” demişti. Ateş, düştüğü yeri yakıyordu. Gencecik insanlar ya hapse ya toprağa giriyordu. Ne istikballer sönüyordu! Kimisi bilinçli kimisi bilinçsiz, akıntıya kapılıp sürükleniyordu. Biteviye nifak saçılıyor, kavga körükleniyordu. Her iki taraf da mevcut düzeni değiştirmeye çalışıyor, zıt fikirler öne sürüyorlar, değiştirebilmek için gereken cesaretin kendilerinde olduğundan emin, gözleri kararmış bir şekilde birbirlerini kırıp geçiriyorlar, değiştiremeyecekleri şeyleri kabullenmek için zerre kadar sabır göstermiyorlar, aralarındaki farkı bilerek farklı kalabilmek için gayret etmeyi akıl edemiyorlardı. Geceydi… Karanlık ve korkunç bir gece… Her gecenin sonunda apaydınlık bir sabah vardı. Sabahı sakince beklemek o kadar zor muydu? Gülü hoş kokulu yapan dikene katlanması değil miydi? Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0367
Onur Bilge
0394 - KADERE iMAN
Onur BİLGE Bu cumartesi öğleden sonra Virane’de Işıl’ın doğum gününü kutladık. Sarı bir elbise giymişti ve ona çok yakışmıştı. Olayı çok önemsemiş olacak, saçlarını yaptırmış, iddialı bir makyaj yapmış. Oldukça hareketli ve neşeliydi. Oynadı, zıpladı, güldü güldürdü. Hemen hemen tam kadro oradaydık. Doyasıya eğlendik. Ne kadar da ihtiyacımız varmış! Koca bebek yirmi bir yaşına girdi. Onca mumu bir nefeste söndüremedi bile. Belki de pasta çok büyük olduğundan her yere nefesi yetmedi ama herkes taksimattan payını alabildi. Sonradan gelenlere kalmadı yalnız. Ne yapalım! Vaktinde gelselermiş. Kucağı hediyelerle doldu. Sonra onları masanın üstüne sıraladı ve birer birer açtı. Paketlerin içinden değerli ve gerçekten ona gerekli şeyler de çıktı, gerekli olmayanlar da… Hatta bazıları hiç olmayacak şeyler paketlemişler, espri olsun diye! Tuhaf şeyler… Onlarca belki komik ama buraya yazılamayacak nesneler… Dede, masanın üzerindeki pasta itinayla dilimlenirken dikkatle izledi ve: “İşte hayat da böyledir, gençler! ” dedi. “Taksimata rıza…” “Ne demek istedin, dede? ” diye sordu Neşe. “Kader… Takdir-i İlahi…” “Yani ne? Nasıl? ” “Her birimiz için birer pay vardır. Tabağımıza ne konursa, o! Bizim yapmamız gereken, razı olmaktır. Taksimata rıza…” “Yani kaşığımıza ne gelirse mi? ” “Evet, ya! Yapacak başka bir şey var mı! ? Kader…” “Ne zamandan beri aklımda… Bu konuyu açmak istiyorum, hiç uygun bir ortam olmadı. Sahi dede, kader nedir? Hani şu alınyazısı dedikleri… İnanmamız gereken… Bir türlü kabullenemediğimiz, zaman zaman isyana varan sesler yükselttiğimiz… Çok merak ediyorum, nasıl izah edeceğini.” “Neşe, kızım! Kader, Allah’ın, irademizi ne yönde, nasıl kullanacağımızı, ne yapacağımızı önceden bilip, yazmış olmasıdır.” diye cevapladı, Define, piposunu tüttürerek. “Kötü bir şeyle karşılaşınca çok üzülmememiz, olayı sükûnetle kabul etmemiz için bir nimettir. Kader tesellisi, bizim ‘vah tüh’ diyerek kendimizi yeyip bitirmememiz; ‘kader böyleymiş’ diyerek, hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam edebilmemizi sağlamak, yani mutluluğumuz içindir.” dedi, rahatlatıcı bir sesle. Mahir, rahatsız görünüyordu. Suratını ekşiterek müdahale etti: “Arkadaşlar! Bu mevzu çok hassas bir mevzudur. Kader konusunun açılması ve tartışılması, itikadı zayıf kişileri kötü yöne sevk edebileceği için Peygamber Efendimiz tarafından men edilmiştir.” Işın’a gün doğmuştu. Hafif hafif kırıtarak, gevşek gevşek sırıtarak: “Madem Allah beni böyle yarattı, benim suçum ne! ? Madem yaptıklarımı da yaratıyor, neden beni yargılıyor? ” der demez Mahir, daha fazla konuşmasına fırsat vermedi: “Bu çok tehlike bir mantık yürütme! .. Kaderiye denilen fırkayı helak eden düşünce… Bir daha duymayayım! .. Allah insanı yaratır, iyiyi ve kötüyü de yaratır. İradesi ile tercihini ne yönde kullanırsa, ona o yolu açar. Kimseye haksızlık etmez, hak etmediğini vermez! ” diye atıldı. Elindeki teksir kâğıdını büküyor, öfkesini belli etmemek için zoraki de olsa gülümsüyordu.“Aklını ve tüm olanaklarını kullanmayıp, tedbirini almayıp, amiyane tabirle, eşeğini sağlam kazığa bağlamayıp, sakat, eksik, hatalı iş yapan, suçu kadere yükleyemez! O, tamamen onun ahmaklığındandır. Hata yaparsa cehennemi boylayacak, yapmazsa cennete ulaşacak. Tercih kendisinin…” Işıl, tam ortamını bulmuştu. Zembereği boşalmış saat gibiydi. Susturabilene aşk olsun! : “Her şeyi yapan eden Allah’tı hani! ? O’ndan habersiz, O’ndan izinsiz yaprak bile kıpırdamazdı… Beni böyle yaratan da O, yapacaklarımı daha aklımdan geçirmeden bilen de yaptıklarıma izin veren de…” “Kaderi Yaratan, cüz-i iradeyi de vermiş. Kader gümrah bir ırmak, çavlan ya da... İnsan, çoğu zaman aciz bir yonga parçası gibi… Adeta küreksiz kayık, bazı hallerde... Kadere ‘doğmam’ diyemez, ecele ‘ölmem’ diyemez. Onun dışında, Sırat-ı Müstakim’de dümdüz gidecek. Sağı solu uçurum, karşısı cennet! ” diye söze girdim. Bu konuda epey kafa yormuşa benziyordu. Hemen itiraz etti: “Cüz-i İrade nedir, Külli İrade karşısında? Biz neyi, ne kadar yapabiliriz, O dilemezse? Tedbir neyi engelleyebilir, 'Ol! ..' emri gelirse? O istemeden yaprak oynamıyorsa, kim ne yapabilir! ? Yeter ki karar çıkmaya görsün! ..” O zamana kadar keyifle çayını yudumlamakta, konuşulanlarla alakadar değilmiş gibi durmakta olan İhsan da ona iştirak etti: “Yoksa biz riya mı yapıyoruz? Amentüde eksiklerimiz mi var? Kollarımızı sıvayıp geçiveriyoruz işin başına, bir şey yapabilecekmişiz gibi. “… ve bil kaderi, hayrihi ve şerrihi min Allah-ü Teala…” demiyor muyuz? Biz kadere inanan insanlarız. Hayır da şer de Allah’tan… Sebep halk ediyor, olması veya olmaması için. Başında da sonunda da hep O'nun dediği, dilediği şekilde oluyor. Her olmuş olacak O'na bağlı...” Işıl daha da güçlenerek, iddiasını ispatlama hamlelerine devam etti: “Allah-ü Teala: "Cennetliklerin yaptıklarını yaparlar, cehennemlik olarak; cehennemliklerin yaptıklarını yaparlar, cennetlik olarak ölürler! " diyor. Bu ne demek? Neticede sevdikleri, seçtikleri kurtulacak, yine O'nun yardımıyla... Affederse O affedecek, affetmezse helak edecek! “Benim iznim olmadan kim şefaat edebilir! ? ” demiyor mu! .. O zaman… Birer zavallıyız, deli deli akan kader ırmağında. Boşu boşuna kulaç atıp yorulmak, akıl kârı mı? ” Define kızmaya başlamıştı. Az daha masayı ters çevirecekti! Hızlı hızlı nefes alıyor, burnundan soluyordu! Bir tatsızlık olmasından korkuyordum. Işıl’ı aforoz edecek diye ödüm patlıyordu! Zaten kader vurmuş! Psikolojik yardımla ayakta duruyor… Zaman zaman akıl hastanesine yatıyor. O da istemezdi o hale gelmeyi ama kader! Belki de gerekli ve yeterli tedbiri almadığı için… Her nedense işte, başından o menhus olay geçmiş, ruhunu allak bullak etmişti! Onu o talihsiz olay böyle isyankâr yapmıştı zaten. Ya o sorumsuz gençler! .. Bir genç kızı harcayıveren, hayatını birkaç dakikada mahveden canavarlaşmış insanlar! .. Allah onlara, öyle yapmalarını mı söyledi! Hayır! .. Onlar, yapılmaması gerektiğini bile bile yanlış yaptılar! Hem varsa vicdanlarını karaladılar hem de büyük günahlar yüklendiler. Bu kızcağızın vebalini mutlaka çekecekler! Define, başka zaman olsaydı hemen feveran ederdi. Demek ki o davranışı bugüne yakıştıramadı, ağzımızın tadının bozulmasını istemedi. Önce piposunu masanın kenarına bıraktı. Derin bir nefes aldı. Sandalyesinin arkalığına yaslandı, umduğumdan da büyük bir olgunlukla, sükûnetini muhafaza ederek, ağır ağır, tane tane cevaplamaya başladı: “Işıl, evladım! Kader tartışılmaz! İmanın esaslarındandır. Savaşları çıkartan da bitirecek olan da Allah'tır. Kuşkuları veren de hakikati bulduracak olan da O’dur. Her şeyi ezelde takdir etmiştir. Bakarsın adam günahkârdır, cehennemliktir, bir tövbe eder, anasından doğmuş gibi olur, günahları da sevaba döner, cenneti kazanır; diğeri cennetliklerin yaptıklarını yapmıştır, son anda isyan eder, cehennemlik olur! İsyan etme! .. Allah’ın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez! Herkes kendisini kurtarmaya çalışacak! Doğru yolda yürüyecek, yanlışa sapmayacak! Yapacaksın edeceksin, sonra suçu kadere mi yıkacaksın! ? Allah akıl vermiş fikir vermiş, Peygamberler, kitaplar göndermiş, yol göstermiş, uyarmış…” “Ya başımıza gelenler, dedeciğim? Ya başımıza gelenler? ” “Takdir-i İlahi, evladım! Böyle dememiz istenmiş. Aksi halde geriye döner döner kahrolursak, bugünümüzü yaşayamayız. Ruhumuz huzura kavuşamaz. Seni çok iyi anlıyorum. Hepimizin hayatında inişler çıkışlar olmuştur, olacaktır da… Dün, dünde kalmıştır. “Kader! ” deyip geçmeli, fazla irdelememeliyiz. Yapacak bir şey yok! Şimdi elimizde bugün var. Bu zaman, bu an var. Bu anı yaşamaya bakmalı, gelecek eğer varsa, ne tür güzellikler oluşturabiliriz, onu planlamalı, gerçekleştirmeye çalışmalıyız. Yapılacak başka bir şey var mı! Geriye dönüp bir şeyleri düzeltmemiz mümkün mü! Allah, unutma nimetini de bahşetmiş. İyi şeyleri capcanlı tutmaya çalışabilir, onları tekrar tekrar hatırlayarak avunabiliriz. Kötü şeyler aklımıza gelse de hemen uzaklaştırmaya çalışmalı, unutma ilacını kullanmaya gayret etmeliyiz. Hatasız kul olmaz. Bilerek bilmeyerek yaptığımız hatalar varsa, tövbe silgisini kullanmalı, aynı deliklerden yılanlara parmaklarımızı ısırttırmamaya dikkat etmeliyiz. Allah bizi iyi veya kötü olaylarla karşılaştırır ve dener. Nefislerine yenilenler yanlışa saparlar, cüzi iradelerini kullananlar dosdoğru yolda ilerlemeye devam ederler. Bu yolun bize açılması, kötü yolların kapanması için dua ederek Allah’tan yardım talep ederiz. O da bize yardımcı olur.” “Neden başımıza geldi o olaylar? ” “Başımıza gelenler bizim ihmalimizden hatamızdan da olabilir, hiç hak etmediğimiz halde de olabilir. Olacağı varmış, olmuştur. Neticede olayda suçu olanla olmayan bir değildir. İyilik de kötülük de hardal tanesine kadar kayda geçmektedir ve mutlaka ama mutlaka karşılığı verilecektir. Biz, sabredersek kazananlardan oluruz, kötülük eden kendisine etmiş olur. Nedir, biz bu dünyada biraz üzülür, sıkıntı çeker, orada mutlu olanlardan oluruz. Onlar da vicdanları varsa burada da azap çekerler orada da cezadan kurtulamazlar. Başımıza ne gelirse gelsin, hatalıysak tövbeyle, değilsek sabırla yolumuza hiçbir şey olmamış gibi devam etmeye çalışmalı, asla geriye bakmamaya gayret etmeliyiz.” “İyi ama dede…” “Dedesi medesi yok, Işıl! .. Ne olursa olsun, biz kötülüğe, günaha, harama, kine öfkeye değil, iyiye güzele doğru direksiyon kırarak yaşamak zorundayız. Kendimizi nefsimize bırakırsak, nefsimiz hayvanlarını üstümüze salar, kolayca fetheder benliğimizi. Ameller, niyetlere bağlıdır. Niyetlerimiz halis olsun, günaha batmamaya çalışalım, Allah’tan bizi doğru yola iletmesini isteyelim, mutlaka yardımını ulaştıracak, bizi koruyacaktır. Dua edelim, Allah’a sığınalım! Allah kimsesizlerin kimsesidir. Kötü durumda olanların hayatlarını güzelleştirmelerine yardımcı olur, işleri güçleri rast gider, yüzleri güler.” Nazan’ın derdi eşiyleydi. Onu bir türlü gözü tutmamıştı ve her fırsatta yerden yere vurup duruyordu. Onun eline de fırsat geçmişti: “Ya evliliklerimiz, dede? Onlar da kader, değil mi? ” “Evet, Nazan. Onlar da kader… Allah kime kimi yazdıysa… Ben de ablasına niyetlenmiştim, o fabrikatörün oğluyla evlendi, bana kardeşi kaldı. Allah onu yazmış. Ondan da üç çocuğum olacakmış. Evliliğimiz de bir zamana kadar sürecek ve bir yerde bitecekmiş. Birleştiren Allah, ayıran Allah! Dilediğinde beğendiriyor, seçtiriyor, dilediğinde yolları ayırıveriyor. Vardır muhakkak bir hikmeti… “Hayır gibi görünenin içinde şer, şer gibi görünenin içinde hayır vardır ama siz idrak edemezsiniz! ” demiyor mu! Belki evliliğimiz devam etseydi sizlerle bir arada olamayacaktık. Çünkü bir bilseniz ne kadar kıskançtı! ” “Ayrılık, kendi irademizle olmuyor mu? Yani bu kararı biz almıyor muyuz? ” “Ayrılmayı tavsiye etmiyor, ona engel de olmuyor. Fakat haksız yere yuvayı yıkan sorumluluktan kurtulamaz! Aile içindeki bir takım olumsuzluklara tahammül edebilene de büyük sevap vardır.” “Herkes evleniyor, ya sabrediyor ya ayrılıyor. Evlenmek önce çok cazip geliyor da…” “İnsanlar, nesil oluşturmaya programlı... Kimin kiminle evleneceği, ne kadar evli kalacağı, beraberliğin ölümle mi boşanmayla mı biteceği, her şey Levh-i Mahfuz’da yazılı… Her hadise için bir vakit tayin edilmiş. Zamanı geldiğinde, bizi, ezelde tayin ettiği kişiye yönlendirilerek evlilikle iki yarımın birleşimini sağlıyor. Böylece nesil devam ediyor. Karşılaşmalar, arkadaşlıklara, beraberliklere, dostluklara temel olabiliyor. Böylece insanlar birbirleriyle deneniyorlar. Ezelde takdir edilen kader tıkır tıkır işliyor, işlettiriliyor. Hiç aklımızda olmayan biri, aniden hayatımıza giriyor ve gelecek canlar dünyaya geliyor. Hayatın başında bu... Üretim aşamasında… Bakım aşamasında da yardımlaşma ile canlı varlıklar büyüttürülüyor. Bütün bunların oluşmasında sevgi, tutkal olarak kullanılıyor. Eşleri birbirine ve onları evlatlarına o nimet bağlıyor. Sevginin bittiği yerde kopuşma başlıyor. Onu hep capcanlı tutmaya çalışmalıyız. Hayatın bu çağında, ileri safhasında ahiret yolculuğu hazırlığı hızlanıyor. Mesela ben artık o aşamadayım. Ecelim için de bir zaman tayin edilmiş. Ne bir saniye öne alınabilir ne de bir saniye ileriye atılabilir. Bilmem anlatabildim mi? ” “Anlıyorum, dede. Ayıla bayıla evleniyoruz, sonra vaktiyle fark etmek istemediğimiz ya da fark ettiğimiz halde önemsemediğimiz aksaklıklara tahammül edemez oluyoruz, ayrılmak için planlar kurmaya başlıyoruz.” “Ayrıldığımızda sınavlarımız bitecek mi, güzel kızım? Yani bir daha denenmeyecek miyiz? Ya da İlahi Planda başka roller verilmeyecek mi! Hayatlarımız güllük gülistanlık mı olacak! Gelen gideni arattırır! Bunu kulağına küpe et! ” “Annem diyor ki: "İnsan kaderinden kaçamaz! Sen gitmeden, kaderin gider oturur, gideceğin yere! .. Fakat ben yine de gelecek için güzel hayaller kurmaya devam ediyorum. Gerçekleştirebilecek miyim, bilmiyorum." “Yapmak istediklerimizi tasarlamak bazen yeterli olamıyor. Biz tek başımıza değiliz trafikte. Dilediğimiz yoldan gitmemiz her zaman mümkün değil. Yol kapalı olabilir, biz hatalı seyretmesek de biri bize çarpabilir. Çevirme olabilir. Hedefe varmak, yalnızca bize bağlı değil. Bizim dilediğimiz, bizi istemeyebilir. Yapacaklarımız için başkalarının da katılımı gerekebilir ve onlar bunu kabul etmeyebilirler. Bizler, bütünün parçalarıyız bir yerde. Dilediğimiz kişiyi ikna edemeyebilir, dilediğimiz konuma gelemeyebiliriz. Birimiz birimize, hepimiz birbirimize bağlıyız. Cemiyet içindeki fertleriz. Yonga parçaları gibi değil de iyi kötü yüzme bilen kişiler gibiyiz, hayat ırmağında. Hep beraber akıntıya kapılmış, gidiyoruz… Zaman zaman seninle tanıştığımız gibi birbirimize takılıyor, birlikte devam ediyoruz. Sonra bir dalgalanma oluyor, mesela bir kayadan sekiyor su, ayrılıyoruz, birimiz birileriyle, birimiz başkalarıyla... Her şey değişebiliyor, bir şey hiç değişmiyor. Zamanın akışı… Zaman hızla aynı yere akıyor… Bazen değişiyor akıntının hızı; yolu, yönü bile değişiyor. Yine de çabalıyoruz bize bahşedilen yetenek ve kuvvetle, o nehirde... Kader birleştiriyor, ayırıyor, dağıtıyor, topluyor; eritiyor, çürütüyor, yok ediyor. Külli İrade diyoruz. Her şeye rağmen, sona kadar cüzi irademizle kendimizi ve yakınlarımızı korumaya kollamaya, başkalarına zarar vermemeye çalışarak ilerliyoruz. Gemisini kurtaran, kaptan! ..” “Planladıklarımızı neden tam anlamıyla uygulayamıyoruz? ” “Planladıklarımız, İlahi Plana uygunsa onaylanıyor, değilse beklemede kalıyor. Belki hak edecek, ahrette ulaşabileceğiz belki de asla gerçekleşemeyecekler. Neyi ne kadar değiştirebiliriz ki? Sistem kurulmuş, işlemekte… En büyük şans, iktidar dahi elimize geçse, başka engeller Çin Seddi gibi önümüzde… Her halükârda Allah'ın dediği olur! Sadece diler, dua eder, çabalarız. Başka ne yapabiliriz! ? ” “Bu beni çok üzüyor, dede! Eli kolu bağlı hissediyorum, kendimi! Bunalıyorum! ..” “Taksimata rıza! .. Buradaki hayat, evcilik oyunu gibi oynatılıyor. Dünya hayatı, örümceğin en dayanıksız ağdan evine benzer. Üflemeyle bile yıkılır gider. Tercih edilecek bir şey değildir! Önemli olan, gerçek hayatlarımız… Ahiret yurdu… Bakalım orada rıza kapısından girebilecek miyiz! ? ” “İnşallah, dede! İnşallah! .. Hep beraber..” “Kader, beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı; Elindeyse gel de beyazdan, sıyır beyazı! ..” *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0394
Onur Bilge
0375 - MUHALEFETÜN LiL HAVADİS
Onur BİLGE Muhalefetün li'l-havâdîs, hakkında da bir şeyler yazmak için araştırma yaptım. Önce sözlüğe baktım, sonra birkaç kitap karıştırdım. Bu sıfatın, Allah'ın sonradan olan şeylere muhalif olması, yani benzememesi anlamına geldiğini, zıddınınsa mümaselet yani benzemek olduğunu öğrendim. Zaten zat ve sıfatları bakımından birbirine zıt olan şeyler birbirlerine benzemezler. Her yaprağa, her çiçeğe, her insana ayrı bir şekil veren Allah, yarattıklarının hiçbirine benzemez. Göz göze benzemez, ses sese benzemez. Farklı parmak izleri, farklı retinalar, avuç içleri… Her çiçeğe apayrı bir koku, her yiyeceğe bambaşka bir lezzet… “Ol! ..” emriyle başlayan oluşum, tek noktadan yayılan makro ve mikro varlıklar… Her birine birer şekil, hacim, renk ve desen… Her birinde farklı bir güzellik, muhteşem bir yapı… Saç, kaş, göz, ve cilt renkleri arasında akıl almaz uyum… Her nereye bakılsa, güzellik ve altın oran… Muazzam hesaplama, harika yapıtlar… Mimar kim? Desinatör, dekoratör kim? Bunca güzelliğin fışkırdığı güzellik kaynağı acaba ne kadar güzel? Nasıl bir Zat? Akla zarar yedi kat gök! Akıl almaz yedi kat yer! Makrodan sonsuza, mikrodan idrak dışına… Kol, dirsek, bilek, parmak, tırnak… Bir tırnak yapamayan insanoğlu ne kadar kör, nasıl da sağır! Yol ararken yol bitmiş! Aptal arata gitmiş! Hangi uzva bakılırsa: “El Bedi! ..” diye haykırıyor. Hangi çiçeğe, hangi böceğe bakılırsa hep o imza, o zikir! Güzelin güzel yaratışı… Yapraktan topraktan duyulan isimler, görülen sıfatlar… Taş toprak, çiçek yaprak uyumu… Dokusu özürsüz, yapısı hatasız… Zatında ve sıfatlarında, yarattıklarına benzemeyen, eşsiz ve gizli güzellik… Akla getirilen, hayal edilen hiçbir şeye benzemeyen, her türlü noksandan uzak, tüm kemal sıfatlarına sahip olan zevalsiz… Bütün gözlerden gören, hiçbir gözün kendisini göremediği; cisim, cevher, şekil, sayı, mahiyet, zaman, mekân, araz, organ doku zerre gibi özelliklerden münezzeh olan Nur… “Yerleri ve gökleri yaratmadan önce Allah neredeydi? ” sorusunun cevabı: “Altında ve üstünde hava olmayan A’mâ'da idi! ” olurken belirtilen husus, Allah’ın Zâtıdır. O’nun varlığını inkâr eden körler ve sağırlar aşikâr olsaydı da göremezlerdi. Çünkü onlar, ezelden göremeyen, zaman içinde bulamayan nasipsizlerdir. Öyle gelmiş, öyle gideceklerdir. Burada göremeyenler, orada da görme ve işitme şerefine eremeyecekler, her türlü nimetten be en acısı O'ndan mahrum kalacak olan zavallı akılsızlardır. Diğerleriyse, Kalu Bela'da görmüş, sözleşmiş; sonra kaybetmiş, azimle aramakta veya görüp kavuşmuş olan kişilerdir. Orada da görecek, selamını duyacak ve vuslata ereceklerdir. Ne mutlu onlara! O müminlere... Tüm yaratıkların cins, tür ve benzerleri; cüz ve cisimlerin bitişme, ayrılma, hareket gibi özellikleri vardır. İstisnasız hepsi bitimlidir. Allah, Azamet ve Ahadiyyet perdesi arkasındadır. Gözleri madde dünyasına ayarlanmış olan madde bedenli faniler O’nu göremezler. Yücelik ve mahiyetini değil idrak etmek, hayal bile edemezler. Onun için yaratılanları, nimetleri ve varlığına işaret eden ayetleri hakkında düşünmemiz istenmiş, Zat ve mahiyeti hakkında düşünmemiz yasaklanmıştır. Ancak dikkat çekilenleri görebilir, belirtilen hususlar üzerinde düşünerek varlığını idrak edebiliriz. İlmimiz de zorunlu değildir. Sonradan kazanılmıştır, kalıcı değildir, yenilenmektedir ve çok eksiktir. Allah, zaman ve mekândan münezzehtir. Şekil ve sureti yoktur. Sonlu ve sınırlı değildir. Hakkıyla işitici ve görücüdür. Yedullah'taki el, kudret ve nimet; Vechü Rabbike’deki yüz, Zat anlamında olabilir. Kürsü'den kasıt, Hakimiyettir. Aslını yalnız ve ancak Allah bilir. Mücahededen mahrum olanlar müşahede edemezler. O’nu bulmak isteyenler için Allah ne kadar gerekliyse, mücahede de o kadar gereklidir. Bu cihat, nefisle savaş olup, asıl anlamındakinden çok daha zordur. On yaşındayken okuyup bitirdim Kitabını. “Anlayamıyorum! ” diye kıvrana kıvrana… “Oku! Okumaya devam et! O, kendisini sana anlatır! Acele etme! Acele etme, okumaya devam et ve bekle! Sabırla bekle! ” dedi annem. Çok yabancı kelime vardı. Anlaşılmaz pek çok kavram... Yabancısı olduğum iç içe ve zincirleme olaylar, ilk defa duyduğum hikâyeler, tekrarlar... Evimiz, partililerle dolup taşıyordu. Sürekli politika yapılıyor, çok konuşuluyordu. Bir tarafta iktidar, bir tarafta muhalefet vardı. Birbirlerini çekiştirip duruyorlardı. Halk iki partinin sempatizanı olarak ikiye ayrılmıştı. Birileri aralarına fitne sokmuş, birbirlerine düşürmüştü. Hazreti Adem’den kardeş, aynı ırktan Türk, aynı topraklardan vatandaştılar. Aynı Peygamberin ümmeti... Neyi paylaşamıyorlardı? Neden bu hale gelmişlerdi? Koyu bir partizanlık hüküm sürmekteydi. Kahvehaneler, yollar, hatta camiler bile ayrılmıştı. Sadece mezarlıklar ortak kullanım alanlarıydı. Bir taraf kazansın diye adaklar adanmakta, birileri öldürüldü diye kurbanlar kesilmekteydi. Bunca hırs ve hiddet, bunca gaddarlık ve şiddet bize yakışmıyordu. Müslümanlık ve Türklük en mükemmellik demekti. Böyle bir hal, mükemmellikten fersah fersah uzaktı. O yaşta, sedirin üzerine yüzükoyun yatmış, dirseklerimi çeneme dayamış vaziyette, okumakta olduğum Kur’an Meali önünde siyaset denilen boş laflardan tiksinerek kendi kendime, asla parti tutmayacağıma, siyasetten uzak kalacağıma, sadece Allah’ın kurallarına uyacağıma söz verdim. Ölünceye kadar O’nu aramaya ve buluncaya kadar elimden geleni yapmaya ant içtim! Politika denen şey, havanda su dövmekten başka bir şey değildi. Bana ne kazandırabilirdi? Kazancım olsa bile kabrin ötesine benimle beraber gelemezdi. Siyaset, kitleleri zehirleyen bir atmosferdi. Öyle bir salgındı ki yediden yetmişe herkese bulaşmıştı. Dedikodu, yalan, zan ve iftira gibi mikroplar saçıyor, müzminleşmeye yatkın kin, nefret ve düşmanlık yaraları açıyordu. Egoizm, riya, büyüklenme, bilgiçlik taslama, aşağılama ve hırs gibi kötü şeyler yüklü bir meşguliyetti. Bana göre değildi. Ne varsa, önümdeki Kitap’ta vardı. En güzel sözleri Allah söylemişti. En iyi ve en güzel O’ydu. En çok sevilmeye layık olan… En doğru yol, O’nun yoluydu. En Sevgili O olmalıydı. En güzel slogan: “La İlahe İllallah, Muhammeden Rasulullah! ” sözüydü. Bu söz, sözlerin en güzeli ve en faydalısıydı. Bana yeterdi. Gerisi teferruattı. Babam seçime hazırlanıyordu. Ciple dere tepe, dağ taş geziyor, propaganda yapıyor, bir yerlere varmak, bir şeyler yapmak için gece gündüz savaşıyordu. Bu iş annemi de onu da bizleri de yordu. Ne olacaktı olsa olsa? Belediye Reisi, Millet Vekili… Bakan, Başbakan… Tamam da, çok mu lazımdı? Ne olacaktı daha sonra? Nasılsa elinde tutamayacağı dünyevi bir sıfat kazanmak için bunca çabaya ne gerek vardı! İnsanların verdikleri payeler, onlar gibi bitimliydi. Allah’ın vereceği kalıcı paye önemli olmalıydı. O’nun vereceği derece… Takva smokini giymek, çıkarmamak… Sultan kaftanı giyebilmek… Allah’ın memuru olup hizmet etmek, askeri olup rütbe almak… Eren evliya apoletleri takabilmek… Nefse hoş gelen ne boş işlerdi onlar! Babam gibi saf ve dürüst birisi için değildi. Her telde oynayabilen cambaz işiydi. O, onların yaptıklarını yapamadı. Onca gayret ve çalışması bir işe yaramadı. Hayret de etmedim. Neticede büyük paralar sarf ettiğiyle kaldı. Atı alan aldı, Üsküdar’ı geçti. Millet, kendi adamlarını seçti. Leyleklerin ömrü laklakla geçti. Enflasyon, alım gücünü kökünden biçti. Elde kalan hiçti. *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0375
Onur Bilge
0416 - KORKU ve ÜMİT
Onur BİLGE Bir yağmur sonrası açan pırıl pırıl bir Antalya güneşi altında, uçlarından ışıltılı elmas taneleri gibi damlacıklar sarkan turunç yapraklarını seyrederek dalgın dalgın yürürken aniden kavşağa girmiş olduğumu fark ettim! Bir anda vızır vızır geçmekte olan arabaların arasında kalıverdim! Ne ileri, ne geri... “Sevdalı, önüne baksana! ” dedim, kendi kendime... Bazen ben durdum, arabalar yol aldı bazen onlar durdu ben geçtim. Süratle yaşanan bir ölüm kalım savaşıydı! Karşıya nasıl geçtim, bilemiyorum! .. Mutlaka Allah yardım etti! Dazıra dazır yaşanan dünya hayatı, tüm mücadelesi, hengâmesi, akşam vakti sıkışıklığı ve kargaşasıyla tıpkı büyük bir şehrin trafik akışı… Zaman zaman menenj… Dünya da işlek ve oldukça tehlikeli bir kavşak… Girmişiz bir kere... Cennet de var içinde, cehennem de... Pul gibi yapışmak da var yere! Eninde sonunda olan o zaten. Gömülme de pul gibi yapışmadır, ananın sinesine. İade edilen mektuplar gibi geri döndürülmek… Bumerang gibi dönüp gelmek, yola çıkılan yere… Sadece pul gibi yapıştırsalar! .. Yalnız yapışmak olsa… Olsa da öylece kalsa! Yırtıp atacaklar, belki yakacaklar da! .. Belki de koleksiyona katılır. Değerliyse… Öyle ya! Bir umut! .. Her insan mektup misali… Eteneyle zarflanıp geliyor, kefenle zarflanıp gidiyor. Üstünde gideceği yerin açık adresi… Birbirine taban tabana zıt iki mekândan hangisine gönderilmek istediyse oraya… Seçim, tercihine bırakılmış. Bilinç sahibi olan herkes kendi eliyle yazıyor, zarfının üstünü. Gönderen de kendisi, tıpış tıpış giden de… Öyle bir mektup ki yerine ulaşmaması mümkün değil! Asla geriye dönemeyeceğine göre gönderenin geçici ikamet adresine de gerek yok. Gideceği yeri yazması yeterli… Gelmek veya gelmemek elimizde değildi. Yaşamak da değil ve bambaşka bir cesaret ve uğraş gerektiriyor. Günahtan kaçacaksın, iyi iş yapacaksın... Her an gözetlenmekte ve hep dinlenmektesin. Her halin kare kare resmedilmekte, her anın aksaksız kayda geçmekte… Her iş, Hakim’in huzurunda işlenmekte ve en az iki kişiyle şahit altına alınmakta… İnkârı olanaksız! Dünya çok çekici, yaşamak çok güzel ama bu böyleyken ne kadar zor bir iş! Korku ve Ümit… Dünya hayatı için de öteler için de geçerli… Kırmızı adamın gözetimi altında, doğumla başlayan geri sayımın işlemekte ve rahatça izlenmekte olduğu bir kavşakta gibiyiz. Topraktan çıkmış taş gibi şaşkın! .. Öyle bir geçit ki, kıldan ince, kılıçtan keskin! Geçen geçer, geçemeyen düşer! .. Zaman vurdumduymaz! Başına buyruk işlemekte… Ömürse sınırlı, en keskin hatla! Ecel, kesin kararlı ve acımasız! Adım adım ilerlemekte, an be an yaklaşmakta… Yaklaşmakta korku… Birazcık ümit! .. Mümin olma ve son ana kadar öyle kalma, kalabilme hürmetine! .. Ah nefis! Zalim nefis! .. Doymak bilmez canavar! Yedi başlı ejderha! .. Lain ise kıyamete kadar izinli… İşini aksatmadan yürütmekte… Takdire şayan bir vaziyette… Kıs kıs gülmekte… Ya insan? Ne kadar çaresiz, ne denli yalnız! Acınası! .. Kavşak kırış kıyamet! .. Kavşak Sırat! Engellere çengellere takılmadan selametle ilerlemek ve karşıya ulaşmak büyük mesele! Sırat dünya… Yaşam, işlek ve sıkışık bir trafikte güya başkalarıyla, aslında yalnız, yapayalnız yol almaya çalışmak… Yollar karmakarışık… Her köşe başında tabelalar… Kim nereye gitmek istiyorsa oraya sevk eden… Uyarılar… “Aman hata yapmayın! Dikkatli olun! Kurallara uyun! Koruyun kendinizi! Şurada şu var, burada bu var! .. Yavaşla! Dur! ..” Aşk da aniden giriliveren bir kavşak… Ne olduğunu anlamadan ortasında kalını verilen ruhsal bir ölüm kalım meselesi! Onda da durum aynı… Ne ileri ne geri… Akıbet meçhul… İçsel bir savaş ki ölümüne! .. Severken, sevilirken bir korku gelip yerleşir ya insanın içine. Kaybetme korkusu… En güzel duyguyu yakalamışken… En mutlu olduğunu hissettiğin zamanda… Korku ile ümit arasında kalınır ya… Korku nedir bilmeyen, ümit yüklü kalbim, aşkın aslında nasıl bir his olduğunu öğrendiğinde, korkuyla ürpermeyi de öğrenmiş oldu. İçimde yine kıpır kıpır ılık umutlar… Aralarında korku kol gezmekte… İçimi ezmekte… Ruhumda yer etmiş iki kelime tahterevalli oynamakta… Bir biri, bir diğeri yükselmekte ve bu hareket hali hiç bitmemekte… Ümit güvendirmekte, korku sindirmekte… Birbiriyle güreşmekte olan bu iki dev hiç mi hiç yenişememekte… İçimde bir deprem! İçimde çalkantılı bir deniz! Dev dalgalar dövüp durmakta falezlerimi! Ne kadar güvendeyim, ne kadar tehlikede? Huzur ve huzursuzluğun mücadelesi hiç ama hiç dinmemekte… Çıkmaz sokaklara gire çıka, karmaşık yollarda döne döne yorgun argın ana caddeye çıkıp derin bir oh çektiğim anda… Karanlıklardan kurtulup aydınlığa kavuştuğum zamanda… Havf ve reca… İkisi arasında mekik dokumaktayım… Sevinç ve keder… Gecenin bir yerinde yatağımdan kaldıracak kadar rahatsız eden, pencereden bakınca mutluluğa gark eden, bu ikisinden başkası değil! Yalnız ben değilim bu halde olan. Kimse hiçbir şeyle tam anlamıyla mutlu ve hiçbir şeyden tam emin değil! “Elle gelen düğün bayram! ” diyeceğim, en iyimser olduğum zamanlarda ama ateş içinde düğün bayram yapanların ins değil, can olduklarını söylerler! Uzun ince yol da gide gide biter, bitimli her şey gibi nihayet ama caba nerde biter? Hiçbir duygu katkısız değil. Aşk gibi en saf ve en değerli duyguya bile rahatsızlık veren bir takım duygular karışmakta… Onun için bir yüzü parlak, diğer yüzü mat… Boşlukta dönüp durmakta… Bir yere düşüp kalmadan belli olmaz ki ne olacağı! Bilinmez ki hangi yüzüyle bakacak bize. Yazı mı tura mı? Hep aynı ihtimal… Umut ve mutluluğun yanı sıra kaybetme korkusu… Güven… Aşkın ana dayanağı… Çadırın orta direği… Ne denli sağlam? Nereye kadar? Bilemiyorum. Güçlü bir rüzgârla bir anda başıma yıkılır mı yıkılmaz mı? Emin değilim. Bu da beni hep tedirgin ediyor. En çok korktuğum, onunla konuşmak! Ya hiç mi hiç işitmek istemediğim bir söz çıkarsa dudaklarının arasından! Ya bunca zamandır özenle besleyip büyüttüğüm, doruklara çıkardığım sevgim çığ gibi kayar düşer de ezip geçerse aşkımı, ümitlerimi, mutlu geleceğimi, beni! .. Dünyamı başıma yıkıp geçerse! .. Her şeye razıyım. Sonsuza kadar susmaya, mesafeye, ayrılığa bile… Her halükârda toz konmayacak ya aşkıma! Tek başıma yaşayayım, içimde saklı kalsın ama hiç eksilmesin! Ne olursa olsun, kötü bir söz duymayayım! Dayanamam! .. Berelenir ruhum, oradan çürür gider, iğne değmiş elma misali. Kristal kulem yerle bir oluverir! O taş hiç gelmesin ondan yana! Teğet bile geçmesin! .. Varsın hep paralel kalayım ona. O da hiç dokunmasın sözcüklerle bile bana! Teğet bile geçmesin yanımdan! Bir şey demeyeyim, en güzel sözler olsa da diyeceklerim. Hiç denmemiş dizeler hazırlamış olsam da içimde… O hiç bilmesin dile gelebilecek yanını duygularımın. Hissettiği, hissedebildiği kadarıyla kalsın! Aşkıma en küçük bir toz tanesi konmasın! Hep böyle zirvede kalsın! Yücelerden yücede… Hep böyle temiz, tertemiz… Bir ben bileyim bir de Yücelerden Yücesi! .. Beklentisiz sevmek ne demek? Sevmek için ille de ille bir şeyler mi beklemek gerek! İnsan, ihtiyaç sahibi… Beklentileri saymakla tükenmez! Yalnız Yaratan öyle değil. Hiçbir şeye ihtiyacı yok! Hiçbir şeye… Tapılmaya bile… Sevilmeye bile… Bunlara bizim ihtiyacımız var. Tapmaya, sığınmaya… Zayıf olan biziz, her türlü güç O’nda! Biz en çok sevgiye muhtacız. Sevmeye ve sevilmeye… Sevgi… Anadan babadan, arkadaştan, sevgiliden basamak basamak Yaratan’a… Sevgi adım adım En Sevgili’ye… Aşk, süflisinden ulvisine… Onda korku yok! Ne kadar seversen, o kadar sevilirsin! Hatta daha çok… Sevdikçe seversin, eksilme nedir bilmez! Hiçbir canlı diğerini öylesine sevmez, sevemez! .. Aşkın katkısızı, sevdanın mest edeni, hiç mi hiç bitmeyeni, sonsuza kadar süreni… Âşık ateş içer. Bir kulunu sevsem kayar da gider! Her şeyi ortada koyar da gider! Kul aşkı içime sinmez Ya Rabbi! Seni seven çıkar, inmez Ya Rabbi! Asla elleri boş dönmez Ya Rabbi! .. Korku ve ümit… Havf ve reca arasında kal! Vaat edince sözünden dönmez, asla! Cenneti de cehennemi de ağzına kadar dolduracak, ins ve cinle! .. Hem sevin, çılgın gönlüm hem de en derin acılar içinde inle! *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0416
Onur Bilge
0401 - AHiRET
Onur BİLGE Hayat, var oluşla yok oluş arasında biteviye devam ediyor, biri birine ekleniyor. Biri, diğeri için doğuyor, biri diğeriyle can buluyor. Ne varsa yalan. Her şey bitimli... İnsan ölümlü... Kalıcı yalnız Allah! .. Önemli olan ahiret hayatı... Orası, ölümün öldürüldüğü, varlığın sonsuza eşitlendiği yer… Yer küredeki yaşantılarımız, asıl hayatlarımıza nazaran evcilik oyunları… Hayatın başında bitimsiz gibi gelen sınırlı ömürlerimiz, ahiret hayatına oranla yok gibi... Her şey fani, sadece Allah Baki... Ezeli ve Ebedi... Kadim... Hiçbir şeyin var olmadığı yerde yalnız O olduğu gibi her şeyin yok olduğu yerde de sadece O olacak. Zamanın olmadığı yerde yalnız O’nun var olduğu gibi zamanın durduğu yerde de yalnız O olacak. O’nunla var olan varlıklarımız, O’nunla son bulacak. Tekrar O’nun dilemesi ve emriyle var edilecek. O, zamansız ve mekânsız... Her iki kavram da sonsuzluk ifade ediyor. İşte biz, o Varlığı Sonsuz Olan’la sonsuzluktan geldik, O’nunla yolculuk etmekte, sonsuzluğa doğru gitmekteyiz. İçimizde ölümsüzlük duygusu var. Öyle bir programlanmışız ki yakınlarımız, arkadaşlarımız, komşularımız ölmekte, her gün birçok ölenin haberi gelmekte ama sanki ab-ı hayat içmişiz. Hiç ölmeyecek gibiyiz. Çünkü biz, Var ile varız. Var, var olduğu sürece var olmaya devam edeceğiz. Allah, insandan ayrı da gayrı da değil. Bu durum, rabıtada daha da net hissedilmekte… O sırada ölüm ötesi oldukça güçlü bir şekilde hissedilmekte ve asla rahatsız etmemekte… Aksine yoğun bir mutluluk, derin bir huzur vermekte… Çünkü o zaman, yani bedeni geçmeyi başardığımız yerde, tüm ihtişamıyla Allah hissedilmekte… O anda biz yokuz! Kâinat yok! Hiçbir şey yok! Yalnız Allah var! O kadar var ki O’nunla birlikte hiçbir şey yok! Yok dahi yok! Her şey için hep son var, insan için. Ölüm sonrasındaysa sonsuzluk… İçimizde ucu bucağı belirsiz müthiş bir sonsuzluk var. Dış dünyaya kapanan kapıdan içimize adım attık mı dünya içinde dünyalar buluyoruz ve o sonsuzlukta kayboluyoruz. Her şey içte… Dışta hiç bir şey yok. Vekâletini, emanetini insana vermiş. Sevmiş onu, insan yaratmış. Aşkı, o ışık ve o sonsuzlukta… O âlem ne muhteşem bir âlem! Ne kadar güvenli, ne kadar cazip! O ne mükemmel bir bütünleniş! Hayat, dünyayla sınırlı değil. Ceza veya mükâfat için, hesaplaşmak ve hesap vermek için sonsuza uzanan bir uzantısı var. Allah, adalet sahibidir. Adaletinin tamamlanması beklenir. Dünyada çeşitli nedenlerle tamamlanamayan davalar, orada görülmeye devam eder. Dünyevi ceza veya mükâfatların bir de ukbaya yansıyan yüzleri vardır. Hakları yenenler, burada haklarını alamayanlar orada mutlaka alacaklar. Orada, yukarıda olanlar aşağıya inecek, altta kalanlar üste çıkacak. Haklı, hakkını haksızdan sonuna kadar alacak! Her günahın karşılığı bire bir, her sevabın karşılığı en az bire on olarak hesaplanacak, her iyilik ve her kötülüğün, hardal tanesine kadar karşılığı verilecek, kimseye haksızlık edilmeyecek! Ahiret hayatı olmasaydı, bütün bunların bilgileri bize ulaştırılmasaydı, bu hayata dayanamazdık! Hiçbir ümit ve tesellimiz olmazdı. Şimdi biliyoruz ki kimsenin yaptığı ettiği yanına kâr kalmayacak, yaptığımız iyilikler de boşa gitmeyecek! Her şey görülmekte, işitilmekte, bilinmekte ve anında kayda geçmekte… Yerçekimine bağlı her şeyin yerden yere seyahati… Yokluktan varlığa, varlıktan yokluğa dönüşüm… Birlikten çokluğa, çokluktan tekliğe… Bizim yolculuğumuz da öyle… Yere ve gökyüzüne baktığımızda eksik ve kusurlu bir şey göremiyoruz. “Şu da neden şöyle olmuş da böyle olmamış? ” diyemiyoruz. Yer ve gök, kusursuz yaratılmış, en mükemmel şekilde işletilmekte… İnsan, evrendeki en mükemmel yaratık… Bir daha var edilmemecesine yok edilecek olsaydı, bu kadar donanımlı yaratılmazdı. Sorgulanacak olmasaydı, akıl ve irade bahşedilmezdi. Oysa insanlar ve cinler, hayvanlar ve bitkiler gibi değil, evrendeki akıllı ve sorumlu varlıklar… Peygamber Efendimiz, Veda Hutbesinde: “Beni bir daha bu surette göremeyeceksiniz! ” demişti. O surette değil, başka bir surette ama nasıl? Acaba en güzel çağındaki gibi mi? Yoksa madde bedenle değil, başka bir şekilde mi? Bu boyutta değil de başka bir boyutta mı? Hep manâ âlemindeki ruh boyutunda mı? Ya kıyamet sonrasında? O zaman nasıl bir surette olacağız? Hücre hücre çoğalmakta ve azalmaktayız. Gelişmekte ve yaşlanmaktayız. Var olma olayını çeşitli safhalardan geçerek yaşamaktayız. Yok olmaya doğru giderken, yok olamama, olamama zamanına doğru ilerlemekteyiz. Ölümlü hücrelere sahip olduğumuzu bilmekte, ölümsüz hücrelere sahip olmanın nasıl olacağını anlamaya çalışmakta ve aciz kalmaktayız. Bize bir yere kadar bilgi verilmiş, dahası hakkında çok az bilgi… İlmen kalila… Vücuda dışarıdan yiyecek girmekteyse, içeride bir işe yaramakta ve kalıntısı çıkmak zorunda… Cennette bir yaşam için düşünüldüğünde kalıntıların necis olmaması gerek. O zaman atıkların, necasetten uzak, ortama uyumlu, hoş ve temiz maddelere dönüşerek başka bir sistem ve yolla çıkması lazım. Orada üreme de olmayacağına göre üremeye elverişli beden yerine ortama uygun değişik sistemler ve duyu organlarına sahip bambaşka bir yaratılışta, yenilenen bir beden gerekmekte. Yeryüzü hayatı için tasarlanan ve algılaması kısıtlanan bu yaratılışla, melek ve cin gibi latif varlıkları göremezken, güneşe bile birkaç saniyeden fazla bakamazken, O/Nur’u görmemiz, doya doya seyretmemiz mümkün mü! Cennet ve cehennem hayatı ve oralardaki yaşama şartları hayal edildiğinde, her iki ortama uyumlu bedenlere sahip olma lüzumu akla gelmekte… Yani cennetliklere de cehennemliklere de ortama ve ortamın gereklerine uygun bedenler verilecek, mutlaka. Cennette, sunulacak nimetleri almaya; cehennemde ise aralıksız maruz kalınacak azabı sürekli hissetmeye elverişli farklı bedenlere sahip olmak gerek… Bambaşka yaratılışlar… Bizim için akıl almaz, yaratma işi Zatına ait olan Allah için son derece sıradan… Hiç de garip ve güç değil… O’na hiçbir şey güç gelmez. Defalarca ve çeşit çeşit yaratmaya muktedir... Şekilden şekle geçirmek de örneklenmeyen bir şey değil. Bebeklik, çocukluk, yetişkinlik, yaşlılık… “Neydim? Ne oldum? Ne olacağım? ” dedirten şaşırtıcı olay düşünüldüğünde, cehennemden cennete geçişte de bambaşka ve yepyeni bedenler verilmesi oldukça normal gelmekte… Bir şeyler görünmekte, ufkun ötesinde… Ölüm, kıyamet, âhiret… Cennet, cehennem ve Arasat… Sonsuzluk sonsuzluk… *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0401
Ozan Efe
042-Üç dizelik
süzülüp döken gözyaşının erkinde mutluluk yeşert
Onur Bilge
0398 – AŞK ve ŞİDDET
Onur BİLGE Hasan kendi derdindeydi. Ayrılmayı aklının ucundan bile geçirmek istemiyor, sanki gerçek teklif onaymış gibi olanca gücüyle karşı koymaya çalışıyordu. O bir seçenekti ama ona mıydı? Yani sadece ona mıydı? Bence ayrılmak, unutmak, başkasıyla devam etmek aslında asistanın kendi özüne sunduğu bir seçenekti. Onun için belki de en akıllıca çareydi. Mantıklıydı ama aşk mantık, fıstık, edebiyat, felsefe dinlemiyordu. Matematikte ikiden öteye gidemiyor, cebirle asla çözüme ulaşmıyordu. Astronomiyle alakalı değildi, astrolojiye hiç uymuyordu. Fizikle yakinen ilişkiliyken, müzikle mükemmel bir şekilde bütünleşiyor; nasihat, uyarı, tehdit falan duymuyordu. Aşkın kanunu, bilinen hiçbir kanuna uymuyordu. Anlattığına ve anlaşıldığına göre, zavallının yapabileceği başka bir şey kalmamıştı. Bunu kendisine değil de gerçekten ona sunuyorsa bile sadece olabilirliğini tekrar test etmek istiyor olmalıydı. Belki o kabul ederse, kendisini de kabul edilebilirliğine inandırmayı başarabilecek, katlanmayı deneyecek gücü özünde bulabilecekti. “Kolay mı! Bunca zamandan sonra… Bunca fedakârlıktan… Bunca uğraş ve direnişten sonra… Ben ayrılamam ondan! Başkasını düşünemem! Sevdim bir kere! Başkasını…” Telaş içindeydi. Onun sözünü tamamlamasına bile fırsat vermeden, inandığı veya inanmadığı bir şeyleri arka arkaya sıralamaya devam ediyor, sıkıntısından sık sık sandalyesinde kıpırdıyor, sağa sola dönüyor, ayağının birini diğerinin üzerinde çok fazla tutamıyor, değiştirip duruyor, gerekli gereksiz el kol hareketleri yapıyor, sık sık saçlarını düzeltiyor, arka arkaya sigara yakıyordu. Ne kadar çabuk içip bitiriyordu! “Aşk zamanla küllenir, sevgi azalır ve biter. Bu böyle olmaz. Görüyorsun, yürümüyor. Can çıkar huy çıkmaz! Ne sen değişirsin ne de o! Böyle birbirinizi yiyerek mi yaşayacaksınız? ” “Her zaman değil… Mutlu olduğumuz zamanlar da oluyor. Her zaman böyle değiliz ki! Arada böyle tartışıyoruz. Bugün ileriye gittim. Farkındayım ve çok pişmanım. Fakat suç tamamen bende değil. Siz sadece bana…” Geçmişte yaşadıklarından çıkardığı sonuçlar vardı mutlaka. Kendinden o kadar harcıyordu ki! İçi tekrar tekrar acıyor, yarası deşildikçe cerahat akıtıyor, boyuna kanıyor olmalıydı. Sanki yıllarca sakladığı, asla söylemeye cesaret edemediği aşkını açma fırsatını ve cesaretini bulmuş bir karasevdalıydı. Ruhunun derinliklerden sesleniyor, adeta feryat ediyordu! Olay kimin olayıydı? Belki başkasının üstünden harcamak en kolayıydı. Kendi içini onun niçin okuyordu? “Her zaman değilse de başladı bir kere… Devam eder bu! Bizde de böyle başlamıştı. Aslında biliyor musun, sen onu çok sevdiğini söylüyorsun ama aslında artık sevmiyorsun. Çünkü ona çok kızıyorsun ve vurabiliyorsun. Demek ki sevginin yerini öfke almış. Yakında öfke de nefrete dönüşür. Bizde de öyle olmuştu. Ne yaptıysam yaranamamıştım. Her yaptığıma kızar olmuştu. Çok geçmedi, şiddet başladı… Aslında kaba kuvvetin her şeyi mahvedeceğini biliyor, bilhassa uyguluyordu. O zaman ondan nefret edeceğimi ya da canımı kurtarmak için uzaklaşmak zorunda kalacağımı umuyordu. O yola, benden kurtulmak için başvurdu. Belki farkında değilsin ama sen de Serap’tan kurtulmak istiyorsun. Onun bana yaptığını yapıyorsun.” “Hayır, öyle değil de… Sinirlerime hâkim olamadım! Onu çok seviyorum! Ben onsuz…” Sabretme tavsiyesinin boşuna olduğunu fark etmiş olmalıydı. Artık sadece ve ısrarla ayrılmalarını öneriyordu. Kızı korumak falan değildi niyeti. Öyle olmuş olsaydı, kıza yönelik bir şeyler söylerdi. Ne bileyim, ona verdiği zarardan, ruhundaki tahribattan falan bahsederdi. Bence kendi hayatındaki acı gerçeği kabullenmek için bir dayanak arıyor, o anda ona yaslanıyordu. Belki bu zamana kadar kim bilir kaç kişiyle konuşurken ruhuna seslenmiş, fakat benliğinin derinliğinde yer eden aşkını söküp atmayı asla becerememişti! Belki de aşk acısından çok yenilginin azabıyla kıvranmaktaydı. Fena tuşa getirilmişti! Beş yılda hazırlanılan bir maçın ilk dakikasında kündeye gelmek böyle bir şey olsa gerekti! “Olmaz! Olmaz bu böyle! Aslında maç bitmiş. Beraberliğin tadı yerini katlanmaya bırakmış. Sabrı öneriyorum ama katlanmak da kolay değildir! Sen benim yaptığımı yapamazsın! Kabul et! Kabul et artık. Aslında maç çoktan bitmiş. Siz uzatmaları oynamaktasınız! ” “Ben de biliyorum, bu böyle devam edemez ama yapacak bir şey yok! Sevdim bir kere! Onca emek verdim ben bu aşka! Ayrılmak nasıl olur! .. Benim onu başkasına terk etmem mümkün mü! .. Belki zamanla…” “Hayır! Hayır! Zamanla falan düzelmez! O neyse o! Sen de neysen osun! Hem daha şimdiden böyle saç saça baş başa… İki sene az bir zaman değil… Bu süreç içinde olmadıysa, ilerde de olmayacak demektir. Denediniz, başaramadınız. Demek ki birbirinize uygun değilsiniz. Mutlu bir evlilik hayatınız olamayacak… Madem olmuyor… O zaman, yol yakınken ayrılın! Yeniden seversiniz.” Bunun üzerine Hasan, karşısındaki yaşıtı ve arkadaşı olsaydı başka bir şeyler söylerdi, muhakkak. “Peki, siz neden vazgeçemiyorsunuz? Neden ayrılığı içinize sindiremiyorsunuz? Hâlâ bir bekleyiş içindesiniz… Umudunuzu kesmiş değilsiniz.” Fakat diyemezdi. Yaşı, konumu… Bunları söyleyemezdi, doğal olarak. Fakat öfkesini de yenemiyordu: “Çıldıracağım ya! .. Ben ne diyorum, siz ne diyorsunuz! Ben ondan nasıl…” “Nasıl ayrılabilirsin! Öyle mi? Şayet ayrılmazsan, çok büyük olaylarla karşılaşacaksınız ve onlara başa çıkamayacaksınız! Şiddet, şiddet getirir. Bizde de öyle olmuştu. Uzun süre sabretmiş, hep pasif kalmış ve her şeyin düzelmesini ümitle beklemiştim. Fakat artık son zamanlarda canıma yetmişti! Daha fazla dayanamamış, ben de saldırıya geçmek zorunda kalmıştım. Ben de seslenmem seslenmem… Tepem attı mı öyle vasat bir tepki vermem. Sakat kalacakmış, ölecekmiş, hiç aklıma gelmez! Gözüm döner! .. “Allah yarattı! ” demem! Elime ne geçerse indiririm kafasına! ” “A! .. Siz ha? ” derken gözleri fal taşı gibi açıldı, arkadaşın. Ağzı da bir karış açık kaldı… Eli çenesinde, öylece baktı baktı, bakakaldı! “Evet, ben ya! .. Hiç benzetemedin, değil mi? Yumuşak atın çiftesi pek olur! Nitekim öyle oldu. Çok arandı… Bir öfke anında ben de kontrolümü kaybettim, elime geçen su şişesini kafasına indirdim! Her yer kan revan! .. Hastanelik oldu. Bereket versin ki şikâyetçi olmadı! Maazallah! .. Elinden bir kaza çıkar! .. Başın belaya girer! Değer mi! Ülkede kız mı yok! Kız kıtlığı mı var! ? Kızlara kıran mı girmiş! İstatistiklere göre Türkiye’de on kıza bir erkek düşüyormuş! ” İpek Hanım’ın, kendi olayını yelpaze şeklinde açmadan rahatlayamayacağı başından belliydi. En sonunda bunları da işitmiş olduk. Aslında sorun, o ikisinin sorunuydu, onun hayat hikâyesi değil. Hasan’ın onun yürümeyen evliliğinin detaylarını dinleyecek hali yoktu. Kendi sıkıntısıyla kilitlenmiş gibiydi. Tarifsiz bunalmıştı! Ortada taptaze elim bir olay vardı ve ona sebebiyet veren kendisiydi. Nedenini nasılını tüm açıklığıyla anlatıp boşalma ihtiyacıyla çıldırmaktaydı! Her konuşma teşebbüsünde sözü fütursuzca kesilmişti. “İpek Hanım! Allah aşkına bana bir söz hakkı tanıyın da birkaç dakika konuşayım! Patlama noktasına gelmiş bomba gibiyim! Anlatamazsam çıldıracağım! ..” dedi, diyecekti! .. Fakat diyemedi. Diyemezdi. Şöyle bir cevap alma olasılığını da unutmamak gerekirdi: “Hâlâ konuşuyor! Hem suçlu hem güçlü! ..” *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 398
Onur Bilge
0421 - BENLiK
Onur BİLGE Işıl, dersi kaynatmak isteyen dalgacı öğrenciler gibidir. Fazla ciddi konular onu sıkar. Başlar şaklabanlık etmeye… Bundan acayip bir haz alır. Bu zamana kadar böyle gelmiş, böyle gider artık! Onu, olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok. Çünkü normal de değil, anormal de… İkisinin arasında… Biri engellemezse, asla frenleyemez kendisini! Mutlaka birinin müdahalesi gerekir. Onun için Define’ye: “Birlikte karar almıyor muydunuz, öyle şeyler için? ” diye sordu, Orçun. Konu değişsin istemiyor, Işıl’ı bertaraf etmeye çalışıyordu. O da biliyordu ki bir başladı mı susmak bilmezdi. Bütün işi gırgır şamata… Beş kuruş ver, açtır ağzını, on kuruş versen kapatamazsın! “Hanım, egoistti. Hep kendisini ve rahatını düşünürdü. Başkalarına hava atmaktan başka derdi yoktu. Geçim derdi nedir, ondan da habersizdi. Her şeyin en iyisi, en güzeli, en moderni onun olmalıydı! En bakımlı olmayı, en iyi giyinmeyi isterdi. Yakışsa canım yanmaz! ” Yavaşça: “Kim istemez! ..” dedi, Neşe. “Çoğu kadın ister. Belki de tamamı ama yerine göre… Böyle hastalık derecesinde değil. İyi yiyecek, iyi giyecek, hiçbir iş yapmayacak, orda burda aylak aylak gezip tozacak! Hayat, onun dıştan seyrettiğinden çok farklıydı ve o henüz mali sıkıntının ne olduğunu görmemişti. Yokluğun anlamını bilmiyordu. Çaresizlikten bihaberdi. Biliyorsunuz ben, elimden geldiği kadar, hatta insanüstü bir gayretle gerekeni yapmış, ne kadar zor durumda olduğumu ona sezdirmemeye çalışmıştım. Sonunda, bıçak kemiğe dayanmış, tek mülkümüz olan evini satarak anamı sokağa atmıştım, yani kiraya çıkmak zorunda bırakmıştım. Elimde artık çok miktarda para vardı ama hazıra dağ dayanmazdı! Damlaya damlaya göl olduğu gibi, damla damla sızarsa da tükenir giderdi. Acilen gelir getirecek bir yatırım yapmam gerekiyordu. İş kurmak gibi… Çevreye yabancıydım. Hangi caddeden daha çok kişi geçiyor, halk nerelere gidiyor, nerelerden alışveriş ediyor, nerelerde yemek yiyor; turistin tercihi nasıl yerlerdir ve nelerdir, bilmiyordum. Turistik yerdi. Yerliye de yabancıya da yönelik bir iş yapan aç kalmazdı. İşlek bir caddede bir lokanta açmak akıllıca bir düşünceydi. Karar verdim. Et yemekleri ağırlıklı bir yer olacaktı. Balık çeşitleri falan… Ev yemekleri de olmalıydı. Sabit müşteri de olacaktı. Civardan esnaf, memur falan… Bu düşünceler içinde şehri kaç kere turladım, bilmiyorum. Bazen ailecek çıkıyor, muhtelif yerlerde yemek yiyorduk. Para boldu. Çocuklar hep döner, kelle, kebap, tandır yiyor: “Hangimiz daha çok yiyeceğiz! ” diye yarış yapıyorlardı! Malum, ben de içiyordum, o zamanlar. Yavaş yavaş şaraba indirdiğim tercihimi yine yukarılara çekmiştim. İlle de şarap içeceksem, bulabildiğimin en eskisini ısmarlıyordum, en pahalısını… Bazen de seçtiğim yiyecekleri tamamlaması açısından, içki çeşidini değiştiriyor, fiyatını hiç umursamıyordum. Öyle ya! Onca sıkıntıdan sonra refaha kavuşmuştum. Zengin bir adam olmuştum. Beni doğar doğmaz anne olamayan kadının elinden alıp analık eden, beleyen besleyen, koruyan gözeten, yemeyip yediren, giymeyip giydiren, canı gibi seven annemi falan karımın güzel hatırı için sokağa atmışım, kimin umurunda! .. Varlık sarhoşluğu içindeydik, ailecek! Parka, hayvanat bahçesine, pikniğe, sinemaya falan da gidiyorduk. Yalnız, ziyaret edebileceğimiz veya bize gelen hiçbir aile yoktu. Misafirliği, annem gibi eşim de sevmiyordu. Annem babam yaşlı olduğu ve ekmek paramız tezgâhtan çıktığı için bir yere gidemezdik, uzaktan yakından eş dost, hısım akraba, herkes bize gelirdi. Nevin, İstanbul’da da ailesiyle kenetlenmişti. Ancak hava atmak için çevreye ihtiyaç duyardı. Antalya’da hiç arkadaş edinmek istemedi. Ancak benim tanıdığım bazı kişiler, akvaryumlara ve balıklara falan bakmak için gelirlerdi. O kadar. Konuyu dağıtmayalım, geziyorduk gezmesine ama bir taraftan uygun bir yer arıyordum. İşlek bir caddede, kirası çok yüksek olmayan… Nihayet bir gün Güllük’te, devren kiralık bir dükkâna rastladım. Dönerci kapatıyormuş. İçinde ne varsa bir nefeste saydı döktü! Arkasından da yüksek bir fiyat çekti. Ben de yılların esnafıyım. Adetlerimizde de var ya, sıkı bir pazarlığa giriştim. Alnımdan ter süzüldü ama üç aşağı beş yukarı, anlaştık. Bizim evin Pis İşler Bakanı da benim. Yuva kurulduğundan beri değişmeyen kaderim… Soba borularının ve bacanın temizliği, bahçe süpürme, balkon yıkama, çöp atma... Bütün bu pis işler benim asli görevim olup karım tarafından belirlenmiş ve kesinleşmiştir. Sık sık hastaneye yatan oğlumuza refakatçilik de bunlara dâhil… Tırnaklar uzun ve ojeli… Eller çamaşıra bulaşığa girmez! Ne varsa makineye… Ondan yardım isteyebilir miyim, dükkân temizliği için! Kolları sıvayıp işe giriştim. O bomboş dükkândan aman ne döküntü çıktı! Ne kadar pislik! Hiç kimse bu tür yerlerin mutfağının nasıl olabileceğini düşünmeden içeriye girip yemek yemeye kalkmasın! Aman Allah’ım! O ne pislik! O tencereler, tavalar… O pencereler kapılar… Üstlerinde kalıp haline gelen yağları bıçakla sıyırdım! Sil Allah sil! .. Ettim edemedim, yağ çözücü aradım, fellik fellik! Ocak, yağdan kirden pisten görünmez olmuş, fırın ona keza! Kap kacak yamuk yumuk! Tabak çanak çizik, bakırlar kalaysız, çömlekler çatlak! Dükkâna dükkân demeye bin şahit ister! Olur, olur da bu kadar olmaz! .. Bizde de kabahat var. Hem de çok! Alelacele, kör gibi daldık! “Ucuz olsun da nasıl olursa olsun! ” dedik, mal bulmuş mihribi gibi atladık! ” “Ucuz etin yahnisi…” dedi, İhsan. “Ah, sorma! .. Böyle durumlarda hemen atlamayacaksın! Bir durup düşüneceksin! Acemilik. Açıkgöz enayilerdenim ben. Ah, akılsız kafam! ..” “Allah, birini mal sahibi yapacağında diğerinin aklını alırmış. Öyle mi oldu? ” dedi, Işıl. “Halk arasında söylenen öyle bir söz var. Ne derece doğru, bilmem. Cahil cesareti bizimki! ” Yine Orçun, Işıl’ın lafı uzatmaması, sulandırmaması için müdahale etti: “E, dede? Ürküttüğünüz tavuğa değdi mi bari? ” “Yapacağım iş konusunda tecrübem yoktu. Üvey evlat olarak yaşamış olduğum, baba ocağı sandığım evde, kuru diri ne bulursak yerdik. Geçim derdi… Annem, işten güçten başını kaldıramaz, sipariş yetiştireceğim diye tezgâhtan kalkamazdı. Acıktığını bile fark edemezdi. Bense, yetişme çağındaydım. Sık sık karnım acıkıyor, doymak nedir bilmiyordum! Acıkınca karnım ağrıyordu, açlığa dayanamıyordum. Onun için ocağın başına geçiyor, elime ne geçerse, uyduruk kaydırık bir şeyler pişiriyor, nefsimi körlüyordum. Bizimkiler de yiyor, beğeniyor ya da beğenmiyor: “Eline sağlık, evlat! Merhem gibi geldi! ” diyorlardı. Böyle böyle cesaretim artmış, yemek yapar olmuştum. Karımın yemeklerini yiyinceye kadar, damak zevki diye bir şey yoktu bende, balık haricinde. Bizimkisi yemek yemek değil, çorbaya kaşık sallamak, yumurtaya talim, ekmeğe yüklenerek karın doyurmaktı. Mısır ekmeği, pilav, makarna, karalahana… Hamsi mamsi… Neyse… Ne yer Karadenizliler? İşte onlardan… Hanımın yemeklerini tadıncaya kadar kendimi yemek konusunda bir şeyler biliyor sayıyordum ama daha o aileye girer girmez aldım boyumun ölçüsünü! Meğer ben bir hiçmişim! Annem de bir şey bilmezmiş pek. Yemek demek, Güneydoğu mutfağı demekmiş! Her türlü balık konusunda rakip tanımıyor, diğer yemekler konusundaysa hanıma güveniyordum. Zaten yemekten başka bir şey bilmezdi! O kadar yıl ona, onun için katlanmıştım. O kadar aşağılandığım halde sabretmeyi yeğlemiş, çocuklarımı analı babalı büyütmek için bağrıma taş basmıştım! Bir kere bana: “Seni seviyorum! ” dememiştir. Bir kere şefkatle okşamamıştır. Kapıya kadar uğurlamamış, arkamdan hiç bakmamıştır. Geldiğimde karşılamak yok, elimdekileri almak yok! Sabahları uykudadır, süzülerek çıkarım yataktan. Ses çıkarmadan giyinir, usulca savuşurum. Kapı tık etmez çekerken. Çünkü henüz çok erken… Aman hanım rahatsız olmasın! Akşamları, iş dönüşü, elim kolum dolu olsa bile anahtarla açarım kapıyı. Buna rağmen yaranamam. Zaten eskiden nursuz, kaprisli bir şeydi, giderek daha hırçın, huysuz, geçimsiz bir kadın oldu. Bir kibir bir kibir! .. Kendini ne sanıyorsa… Bildim bileli herkese yukarıdan bakmıştır. Her ağacın bir kurdu vardır. Her yaratılanın bir benzeri, bir zıddı… Herkesin bir düşmanı… Hani her şey zıddıyla bilinir ya… Kurt ağacı kemirir, mahveder. Günah, sevabı yer bitirir. Ablasının zıddı bu! Düşmanı da bu! .. O da bunun düşmanı! .. Sevabın düşmanı da kibir… Hardal tanesi kadar kibir, dağlar kadar sevabı eritir, bitirir! Nevin de beni yedi bitirdi! Günahı sevabı kendine… Allah’la onun arasında… Kibri beni helak etti! Sabredebilseydim, sonum selamet olacaktı mutlaka. Belki ucunda cennet de vardı. Hataları kusurları bir iki değildi ki! Habbe habbe, kubbe kubbe… Küçük büyük, birikti de birikti, dağ oldu! Bir affettim iki affettim, olmadı! Yenilendi, yinelendi… Ben direndim, o direndi… Sonunda yenişemeyeceğiz belli oldu. Olan bize oldu. Olan bizden çok, günahsız yavrularımıza, dünyadan bihaber evlatlarımıza oldu! Neyse! Zararın neresinden dönülse kârdır.” *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0421
Onur Bilge
0421 - KİBiR
Onur BİLGE Işıl, dersi kaynatmak isteyen dalgacı öğrenciler gibidir. Fazla ciddi konular onu sıkar. Başlar şaklabanlık etmeye… Bundan acayip bir haz alır. Bu zamana kadar böyle gelmiş, böyle gider artık! Onu, olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok. Çünkü normal de değil, anormal de… İkisinin arasında… Biri engellemezse, asla frenleyemez kendisini! Mutlaka birinin müdahalesi gerekir. Onun için Define’ye: “Birlikte karar almıyor muydunuz, öyle şeyler için? ” diye sordu, Orçun. Konu değişsin istemiyor, Işıl’ı bertaraf etmeye çalışıyordu. O da biliyordu ki bir başladı mı susmak bilmezdi. Bütün işi gırgır şamata… Beş kuruş ver, açtır ağzını, on kuruş versen kapatamazsın! “Hanım, egoistti. Hep kendisini ve rahatını düşünürdü. Başkalarına hava atmaktan başka derdi yoktu. Geçim derdi nedir, ondan da habersizdi. Her şeyin en iyisi, en güzeli, en moderni onun olmalıydı! En bakımlı olmayı, en iyi giyinmeyi isterdi. Yakışsa canım yanmaz! ” Yavaşça: “Kim istemez! ..” dedi, Neşe. “Çoğu kadın ister. Belki de tamamı ama yerine göre… Böyle hastalık derecesinde değil. İyi yiyecek, iyi giyecek, hiçbir iş yapmayacak, orda burda aylak aylak gezip tozacak! Hayat, onun dıştan seyrettiğinden çok farklıydı ve o henüz mali sıkıntının ne olduğunu görmemişti. Yokluğun anlamını bilmiyordu. Çaresizlikten bihaberdi. Biliyorsunuz ben, elimden geldiği kadar, hatta insanüstü bir gayretle gerekeni yapmış, ne kadar zor durumda olduğumu ona sezdirmemeye çalışmıştım. Sonunda, bıçak kemiğe dayanmış, tek mülkümüz olan evini satarak anamı sokağa atmıştım, yani kiraya çıkmak zorunda bırakmıştım. Elimde artık çok miktarda para vardı ama hazıra dağ dayanmazdı! Damlaya damlaya göl olduğu gibi, damla damla sızarsa da tükenir giderdi. Acilen gelir getirecek bir yatırım yapmam gerekiyordu. İş kurmak gibi… Çevreye yabancıydım. Hangi caddeden daha çok kişi geçiyor, halk nerelere gidiyor, nerelerden alışveriş ediyor, nerelerde yemek yiyor; turistin tercihi nasıl yerlerdir ve nelerdir, bilmiyordum. Turistik yerdi. Yerliye de yabancıya da yönelik bir iş yapan aç kalmazdı. İşlek bir caddede bir lokanta açmak akıllıca bir düşünceydi. Karar verdim. Et yemekleri ağırlıklı bir yer olacaktı. Balık çeşitleri falan… Ev yemekleri de olmalıydı. Sabit müşteri de olacaktı. Civardan esnaf, memur falan… Bu düşünceler içinde şehri kaç kere turladım, bilmiyorum. Bazen ailecek çıkıyor, muhtelif yerlerde yemek yiyorduk. Para boldu. Çocuklar hep döner, kelle, kebap, tandır yiyor: “Hangimiz daha çok yiyeceğiz! ” diye yarış yapıyorlardı! Malum, ben de içiyordum, o zamanlar. Yavaş yavaş şaraba indirdiğim tercihimi yine yukarılara çekmiştim. İlle de şarap içeceksem, bulabildiğimin en eskisini ısmarlıyordum, en pahalısını… Bazen de seçtiğim yiyecekleri tamamlaması açısından, içki çeşidini değiştiriyor, fiyatını hiç umursamıyordum. Öyle ya! Onca sıkıntıdan sonra refaha kavuşmuştum. Zengin bir adam olmuştum. Beni doğar doğmaz anne olamayan kadının elinden alıp analık eden, beleyen besleyen, koruyan gözeten, yemeyip yediren, giymeyip giydiren, canı gibi seven annemi falan karımın güzel hatırı için sokağa atmışım, kimin umurunda! .. Varlık sarhoşluğu içindeydik, ailecek! Parka, hayvanat bahçesine, pikniğe, sinemaya falan da gidiyorduk. Yalnız, ziyaret edebileceğimiz veya bize gelen hiçbir aile yoktu. Misafirliği, annem gibi eşim de sevmiyordu. Annem babam yaşlı olduğu ve ekmek paramız tezgâhtan çıktığı için bir yere gidemezdik, uzaktan yakından eş dost, hısım akraba, herkes bize gelirdi. Nevin, İstanbul’da da ailesiyle kenetlenmişti. Ancak hava atmak için çevreye ihtiyaç duyardı. Antalya’da hiç arkadaş edinmek istemedi. Ancak benim tanıdığım bazı kişiler, akvaryumlara ve balıklara falan bakmak için gelirlerdi. O kadar. Konuyu dağıtmayalım, geziyorduk gezmesine ama bir taraftan uygun bir yer arıyordum. İşlek bir caddede, kirası çok yüksek olmayan… Nihayet bir gün Güllük’te, devren kiralık bir dükkâna rastladım. Dönerci kapatıyormuş. İçinde ne varsa bir nefeste saydı döktü! Arkasından da yüksek bir fiyat çekti. Ben de yılların esnafıyım. Adetlerimizde de var ya, sıkı bir pazarlığa giriştim. Alnımdan ter süzüldü ama üç aşağı beş yukarı, anlaştık. Bizim evin Pis İşler Bakanı da benim. Yuva kurulduğundan beri değişmeyen kaderim… Soba borularının ve bacanın temizliği, bahçe süpürme, balkon yıkama, çöp atma... Bütün bu pis işler benim asli görevim olup karım tarafından belirlenmiş ve kesinleşmiştir. Sık sık hastaneye yatan oğlumuza refakatçilik de bunlara dâhil… Tırnaklar uzun ve ojeli… Eller çamaşıra bulaşığa girmez! Ne varsa makineye… Ondan yardım isteyebilir miyim, dükkân temizliği için! Kolları sıvayıp işe giriştim. O bomboş dükkândan aman ne döküntü çıktı! Ne kadar pislik! Hiç kimse bu tür yerlerin mutfağının nasıl olabileceğini düşünmeden içeriye girip yemek yemeye kalkmasın! Aman Allah’ım! O ne pislik! O tencereler, tavalar… O pencereler kapılar… Üstlerinde kalıp haline gelen yağları bıçakla sıyırdım! Sil Allah sil! .. Ettim edemedim, yağ çözücü aradım, fellik fellik! Ocak, yağdan kirden pisten görünmez olmuş, fırın ona keza! Kap kacak yamuk yumuk! Tabak çanak çizik, bakırlar kalaysız, çömlekler çatlak! Dükkâna dükkân demeye bin şahit ister! Olur, olur da bu kadar olmaz! .. Bizde de kabahat var. Hem de çok! Alelacele, kör gibi daldık! “Ucuz olsun da nasıl olursa olsun! ” dedik, mal bulmuş mihribi gibi atladık! ” “Ucuz etin yahnisi…” dedi, İhsan. “Ah, sorma! .. Böyle durumlarda hemen atlamayacaksın! Bir durup düşüneceksin! Acemilik. Açıkgöz enayilerdenim ben. Ah, akılsız kafam! ..” “Allah, birini mal sahibi yapacağında diğerinin aklını alırmış. Öyle mi oldu? ” dedi, Işıl. “Halk arasında söylenen öyle bir söz var. Ne derece doğru, bilmem. Cahil cesareti bizimki! ” Yine Orçun, Işıl’ın lafı uzatmaması, sulandırmaması için müdahale etti: “E, dede? Ürküttüğünüz tavuğa değdi mi bari? ” “Yapacağım iş konusunda tecrübem yoktu. Üvey evlat olarak yaşamış olduğum, baba ocağı sandığım evde, kuru diri ne bulursak yerdik. Geçim derdi… Annem, işten güçten başını kaldıramaz, sipariş yetiştireceğim diye tezgâhtan kalkamazdı. Acıktığını bile fark edemezdi. Bense, yetişme çağındaydım. Sık sık karnım acıkıyor, doymak nedir bilmiyordum! Acıkınca karnım ağrıyordu, açlığa dayanamıyordum. Onun için ocağın başına geçiyor, elime ne geçerse, uyduruk kaydırık bir şeyler pişiriyor, nefsimi körlüyordum. Bizimkiler de yiyor, beğeniyor ya da beğenmiyor: “Eline sağlık, evlat! Merhem gibi geldi! ” diyorlardı. Böyle böyle cesaretim artmış, yemek yapar olmuştum. Karımın yemeklerini yiyinceye kadar, damak zevki diye bir şey yoktu bende, balık haricinde. Bizimkisi yemek yemek değil, çorbaya kaşık sallamak, yumurtaya talim, ekmeğe yüklenerek karın doyurmaktı. Mısır ekmeği, pilav, makarna, karalahana… Hamsi mamsi… Neyse… Ne yer Karadenizliler? İşte onlardan… Hanımın yemeklerini tadıncaya kadar kendimi yemek konusunda bir şeyler biliyor sayıyordum ama daha o aileye girer girmez aldım boyumun ölçüsünü! Meğer ben bir hiçmişim! Annem de bir şey bilmezmiş pek. Yemek demek, Güneydoğu mutfağı demekmiş! Her türlü balık konusunda rakip tanımıyor, diğer yemekler konusundaysa hanıma güveniyordum. Zaten yemekten başka bir şey bilmezdi! O kadar yıl ona, onun için katlanmıştım. O kadar aşağılandığım halde sabretmeyi yeğlemiş, çocuklarımı analı babalı büyütmek için bağrıma taş basmıştım! Bir kere bana: “Seni seviyorum! ” dememiştir. Bir kere şefkatle okşamamıştır. Kapıya kadar uğurlamamış, arkamdan hiç bakmamıştır. Geldiğimde karşılamak yok, elimdekileri almak yok! Sabahları uykudadır, süzülerek çıkarım yataktan. Ses çıkarmadan giyinir, usulca savuşurum. Kapı tık etmez çekerken. Çünkü henüz çok erken… Aman hanım rahatsız olmasın! Akşamları, iş dönüşü, elim kolum dolu olsa bile anahtarla açarım kapıyı. Buna rağmen yaranamam. Zaten eskiden nursuz, kaprisli bir şeydi, giderek daha hırçın, huysuz, geçimsiz bir kadın oldu. Bir kibir bir kibir! .. Kendini ne sanıyorsa… Bildim bileli herkese yukarıdan bakmıştır. Her ağacın bir kurdu vardır. Her yaratılanın bir benzeri, bir zıddı… Herkesin bir düşmanı… Hani her şey zıddıyla bilinir ya… Kurt ağacı kemirir, mahveder. Günah, sevabı yer bitirir. Ablasının zıddı bu! Düşmanı da bu! .. O da bunun düşmanı! .. Sevabın düşmanı da kibir… Hardal tanesi kadar kibir, dağlar kadar sevabı eritir, bitirir! Nevin de beni yedi bitirdi! Günahı sevabı kendine… Allah’la onun arasında… Kibri beni helak etti! Sabredebilseydim, sonum selamet olacaktı mutlaka. Belki ucunda cennet de vardı. Hataları kusurları bir iki değildi ki! Habbe habbe, kubbe kubbe… Küçük büyük, birikti de birikti, dağ oldu! Bir affettim iki affettim, olmadı! Yenilendi, yinelendi… Ben direndim, o direndi… Sonunda yenişemeyeceğiz belli oldu. Olan bize oldu. Olan bizden çok, günahsız yavrularımıza, dünyadan bihaber evlatlarımıza oldu! Neyse! Zararın neresinden dönülse kârdır.” *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0421
Necdet Erem
043 Önem, Öncelik ve Tercih.
Yaşamımız boyunca yapacağımız işlerimizde mantıklı davranıp isabetli karar verebilmemiz için, öncelikle işlerimiz arasında önem tespiti yapmak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız. İnsan olarak bir nefes sonra terk edip gidecek olduğumuz, meşakkatli FANİ dünya hayatımıza ait işlerimize ister istemez zorunlu olarak önemine göre öncelik verip, sonsuz ve sınırsız kazanma hırsı ile mücadele verirken; Bir soluk sonra varıp kavuşacağımız ahiret hayatımızda, ölümsüz ruh standardımızın, sonsuz, sınırsız istek ve yeteneklerine uygun EBEDİ saadet kazandıracak İMAN VE İBADETLERE karşı göstermiş olduğumuz tembellik ve tenperverliğin akıl ve mantık ölçüleri içinde izahı mümkün mü? İşlerimizi BAKİ ve FANİ temelinde ele alıp, öncelik tercihlerimizi buna göre belirlemediğimiz sürece! Bize ebedi cennet ve Cemalullahı kazandıracak olan ahiret servet ve sermayemiz olacak ibadetlere gerekli önem ve hassasiyeti gösteremeyeceğimiz ASLA unutulmamalıdır. Evet, bir nefes sonra terk edeceğimiz meşakkatli FANİ dünya hayatı ile bir soluk sonra varacağımız BAKİ, saadetli ahiret hayatı arasında ÖNEMİNE GÖRE ÖNCELİK tercihi ile TEST edildiğimiz unutulmamalı. Tespitlerini doğru yapıp, tercihlerini önemine göre kullanabilenlere NE MUTLU.
Onur Bilge
0439 - YILıN SON GÜNÜ
Onur BİLGE Bir yılbaşı günüydü. Öğleye doğru Virane’de Orçun ve Neşe’yle buluştuk. Bursa diz boyu kar! Karda sessizlik, dinginlik… Neşe, hafiften bir şarkı tutturmuş. Esengül’ün şarkılarını ondan dinleriz. Ne melankolik kızdır! Sevgilisi yoktur. Platonik takılır. “İkimiz bir fidanın, güller açan dalıyız… Sen benimle ben seninle bu hayatı yaşamalıyız… Severek birbirimizi, hayatta hep gülmeliyiz…” Onun en bariz özelliği gülmesidir. Devamlı güler. Gülünce gözlerinin içi güler. Oldukça muntazam bembeyaz dişleri beyaz duru beyaz pembe yanaklı yüzünü daha da aydınlatır. “Çekmiş beyaz yorganını… Seslenme, kent uyanmasın! Yalan olan anıları anlatma, kimse duymasın! ” demek geldi içimde. Şiir gibi oldu. Not almalıydım. Unutmamak için tekrarlarken çantamı açtım. Küçük not defterimle kalemimi çıkardım. Hemen kaydettim. Kaydedilmeyen kaybediliyordu. “Neşe! Baksana, ince ince kar yağıyor. Ona uygun bir şeyler söylesene! “Her yerde kar var… Kalbim senin bu gece…” desene! ” dedi Orçun. Neşe başka bir şey söylemeye başladı: “İncecikten bir kar yağar, tozar Elif Elif diye… Ak elleri kalem tutar, yazar Elif Elif diye…” Hem Orçun’un “İnce ince…” sine cevap veriyor, hem de bana gönderme yapıyordu. Kar gece boyu o kadar yağmış ki renkler, şekiller kaybolmuş! Zavallı dalların yükü ağırlaşmış. Kaldırım yola karışmış. Beyaz beyazla yarışmış. Gökten ak süt sağılmış. Yağmış yağmış yığılmış. Ak bulutlar elenmiş, her yer una belenmiş. Sanki pamuk tarlası… Beyaz çizmelerim, beyaz kabanım… Karda bıraktığım otuz altı numara ayak izlerim… Ayağımda ince siyah çorap… Üşür diz kapaklarım. Kasket şeklindeki beyaz yün berem, kısacık kırmızı eteğim, eldivenlerim… Kar puf puf yatak gibi… Boylu boyunca uzanmak isterim. Arabaların biçimleri ve markaları belli değil. Hepsi bembeyaz… Kefene girmiş insanlar gibi birbirinden farksız… Öyle olur ya insanlar, öldükleri zaman… Hiç farkları kalmaz birbirlerinden… Zenginmiş fakirmiş belli olmaz! Tek tip elbise… Komünist ülkelerdeki gibi… Ölüm, en büyük komünist! Dümdüz ediyor her yeri! Nasıl da eşitliyor insanları! Karın arabaları örtüp markalarını, fiyatlarını, renklerini, şekillerini, havalarını ellerinden aldığı gibi alıyor ellerinden makamlarını mevkilerini, mallarını mülklerini, servetlerini, sevdiklerini… Söndürüyor havalarını, sürtüyor burunlarını! Kırıyor gururlarını, indiriyor burunlarını! Nasıl da boyun eğiyor, en asisi bile! “Güle güle 1973! Güle güle! .. Bir yıl daha gidiyor, elimizden. Bir sene daha yaklaşıyoruz ölüme. Grayderleyip geçecek bir gün bizi de…” dedi Orçun. Yavaşça şöyle fısıldadım ona: “Dede hiç renk vermiyor. Acaba o da bu düşünce içinde mi değimli? Epey yaşlı ya… İnsan ölüme yaklaştığını en çok yaş günlerinde ve yılbaşlarında anımsar, en çok o zaman her zamankinden daha derinden hisseder ya! Acaba onda nasıl tezahür etmekte? Onu konuşturmak, sormak öğrenmek lazım, o değillikten ama nasıl? ” “Eskilerden bahsedelim. Söz döner dolanır oraya da gelir. Bakalım neler anlatacak yine! ” dedi o da aynı şekilde ve yüksek sesle dedeyle konuşmaya başladı: “Semirayîn çocukluğunu anlattığı yıllarda sen bıçkın bir delikanlıymışsındır, değil mi dedeciğim? O zamanlar, Ayhan Işık gibi… Filinta gibi… Sahi, nasıldın o zamanlar, dede? ” Define, sık sık benim çocukluk yıllarımı yaşadığım dönemden çok önceki yılları anlatıyordu. Delikanlılığını yani… Her zaman, ne kadar temiz ahlaklı, ne kadar güvenilir biri olduğunu ispatlamak istercesine, mahallenin kızlarını nasıl alıp gezdirdiğinden başlardı sözlerine, konu genişler, dağılır, oradan oraya dallanır budaklanırdı. Neşe, Duygu’ya yardım etmeye gitmişti. Askı elinde geldi. Tavşan kanı çayların kokusu zor yanan kömürün kokusuna karışarak kapladı üst kattaki salonu. Şarkı söylüyor, dedeye sataşıyordu: “Neden saçların beyazlanmış arkadaş? Sana da benim gibi çektiren mi var? ” “Var! Var, olmaz mı hiç! Siz varsınız ya… Allah başka dert vermesin! ..” “Görüyorum ki her gün Virane’desin…” “Nerde olacağım ya? Sizin evde mi? ” “Bir zamanlar sen de deli gibi sevdin… O sana çay sen ona mutluluk verdin… Mutlu yıllar dede! Afiyet olsun! ” “Kızamıyorum da sana yahu! O gülen yüzün yok mu, Neşe! Neşeli Neşe! Allah güldürsün seni! İki cihanda aziz ol! Berhüdar ol! ” “Dede, devam et sen! Onun derdi depreşmiş bugün. Rüyasında görememiş sevdiğini. Efkâr basmış, boyuna şarkı söylüyor. Anlat hele sen! O zamanları anlat biraz! ” “Ne güzel, ne mutlu günlerdi! Düğün el ile harman yel ile… Biz can ciğerdk komşularımızla. Akrabadan öte yakındık birbirimize. Tek bir sülale, tek bir aile gibiydik. Bütün mahalleli bir olurduk, gezer eğlenirdik. Birlikte yer içerdik. Ayrı gayrı yoktu. Tatil günlerinde bizim Kırık Süleyman’ın kamyonunun kasasına doluşur, doğru Kağıtane’ye giderdik. Mangallar yanardı, pirzolalar, köfteler kızartılırdı. Soğanların biberlerin kokusu et kokusuyla etrafı alırdı! Salıncaklar kurulurdu ağaçlara. İpler atlanır, toplar oynanırdı. Saklambaçlar, kovalamacalar, birdirbirler, uzuneşekler… Uçurtmalar havalandırılır, yarıştırılırdı. Fıstıkçılar, macuncular, şerbetçiler, güllaççılar…” “Güllabiciler değil mi onlar, dede? ” “Hayır, değil! Güllabici değil hem o! Güllabıcı… Tımarhanelerdeki hademelere denir. Onlar, eli kamçılı dolaşır, azgın delileri döverek uslandırmakla vazifelidirler. Dışarıda da o tavrı takınanlara mecazen güllabıcı denir.” “O zamanlar sıtmayla mücadele ederlermiş. İstanbul’da da sivrisinek var mıydı? Sıtma var mıydı? ” diye sordu Neşe. Nerden aklına geldiyse… “Olmaz mı! Yaz günleri başımızın belasıydı, kız! Senin gibi vız vız… Onlar da şarkıcı birer kız… Onlar erkek değilmiş, biliyor musunuz? Bize musallat olanların hepsi kadın milletiymiş! Bir konferansta aman ne anlattılar onları! Şaştık kaldık! Üç bin türü varmış onların. Biz olmasak üreyemezlermiş. Yumurtlayabilmek için gereken proteini kanımızdan alırlarmış. Hayvanların kanlarını da emerlermiş. Denizdeki balıklara kadar uzanırlarmış. Erkekler, çiçek özeriyle yetinirlermiş. Dişiler emdiklerini birkaç günde hazmedebilirlermiş. Birkaç günde yumurtalar tamamlanırmış. Ağzının altındaki kesede iki tane tüp, iki tane de testere şeklinde bıçak varmış. Önce o iki bıçakla bir delik açarmış, Sonra da o iki tüple oraya tükürüğünü akıtırmış. O sıvı, kanın pıhtılaşmasını engeller, rahatça emmesini sağlarmış. Bir dakika kadar sonra kuytu bir yere çekilirmiş. Avlarını, karbondioksit, ısı ve neme yönelerek bulurlarmış. Sık nefes alıp terlerseniz, ona yardımcı olmuş oluyormuşsunuz. Radarları varmış gibi atardamarları buluyor, doğrudan hedefe yumuşak iniş yapıyorlarmış, Koyu renk giyeceklere, çiçek ve çorap kokusuna daha çok gelirlermiş.” “Çiçek kokulu parfümler… Eyvah! Bana ondan geliyorlar, desene! Yaz günleri çok terlerim ben ama herkes terler. Sana da geliyorlarsa, ya çorap ya da pipo kokusundandır, dede.” “Git kız başımdan! Koş bak, baban çağırıyor! Geliyor, geliyor! Kalk git! Haydi! ” “Yok, dede! Ben bu gece izinliyim. Kimse çağırmaz beni. Bu akşam Kültür Parka, Serap Akın’ı dinlemeye gideceğiz biz. Seni de götüreceğiz. Söylemediler mi? ” “Ne yaptın, Neşe! Sürpriz yapacaktık ona biz! ” dedim. “A! Afedersiniz! Ben bilmiyordum, sürpriz yapacağınızı! Bilseydim…” “Neyse… Oldu artık! Ne yapalım! Geleceksin, değimli dede? ” “Bakalım! Nasip! O zaman bir gelsin hele… Düşünürüz.” “Geldi ya işte! Bu akşam yılbaşı gecesi… Beraber eğleneceğiz. Bir hafta önceden haber verdik herkese. Yerlerimizi ayırttık. Sensiz olmaz, dede! Oyunbozanlık yok! ” *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0439
Necdet Erem
049 Mutluluk
Mutluluk: Doğru yaşama, çevresi ile barışık, ilişkilerinde paylaşımcı ve faydalı olma temelinde yapılacak her işin karşılığında his edilen ve ettirilen ruhsal tatminlik halidir ki, mü-min için adına saadeti dareyn denilen, dünay ve ahiret saadeti kazandıracak teşvik pirimi niteliği taşıdığı gibi; ahiretten nasipsizler için, iyi hal faydalı ve paylaşımcı yapılarını koruma ve devam ettirmelerini sağlama adına verilmiş olan dünyalık bir ödüldür ki haz ve lezzeti hiçbir şey ile mukayese kabul etmez.
Onur Bilge
0450 - BURSA TÜRKÜLERi
Onur BİLGE Bugün yine günlerden pazar, hava açık ve ılık… Sabahleyin Virane’de buluştuk, bir gün öncesinden sözleştiğimiz gibi öğleden sonra Kültür Park’a gittik. Neşe poğaça getirmişti. İki tepsi yapmış. Yetmez diye Orçun, Akademi’nin karşısından suböreği aldı. Ben Polonez’den paskalya çöreği almıştım. Mahir, bakkaldan gravyer peyniri, kapıdan taze simit aldı. Bir araya geldiğimizde dünyayı yesek doymayız biz! Aman yetsin de… Artarsa artsın! Önce parkın her tarafını şöyle bir dolaştık. Yasak olduğunu bildiğimiz halde köprünün üstünden balıklara simit kırıntıları attık. Alıp alıp kaçışışlarını seyrettik. En çok da hayvanat bahçesinde oyalandık. Sonra havuzun kenarındaki o meşhur çay bahçesine geldik. Üç masayı birleştirdik. Kocaman bir semaver getirttik. Yiyecek paketlerini açtık, kömürde demlenen çaylarımızı yudumlayarak atıştırıyor, bir taraftan da sohbet ediyorduk. Virane’de dert dinleme oluyordu da böyle başka yerlere gittiğimizde dertlerimizi beraberimizde getirmiyorduk. Havadan sudan konuşuyor, iç açıcı şeylerden bahsediyorduk. Gırgır şamata diyorduk, buna da. Yine başlamıştık fıkırdamaya… Kendi arasında kaynatanlar, ortaya laf atanlar, birbirine şaka yollu sataşanlar, güya ara bulmak için araya girenler… Bazı parazitler de vardı, hiç olmaz mı! Onlar da Rus radyosu gibi araya giriyorlardı. Sesleri oldukça rahatsız ediciydi. Kısa dalga gibi vıcı vıcı, cıv cıv cıv… Antensiz radyoların çıkardığı sesler gibi ses çıkırıyor, asap bozuyorlardı. Cır cır cır… Cızır cızır… Çatır patır… Cız cız… O sırada dede, hizamızdan şakalaşıp gülüşerek, hoplaya zıplaya geçmekte olan kızlara baktı baktı ve allı yeşilli giyinmiş olan kızlar biraz uzaklaştıktan sonra bir şarkı terennüm etmeye başladı: “Bursalı mısın kadifeli gelin, çaydan mı geçtin? Yanakların al al olmuş, konyak mı içtin? ” Ahmet, elindeki çay bardağını kaldırarak devam etti: “İçtiğimiz konyak, mezemiz kaymak… Sen kimin yârisin yavrum, her yanın oynak? ” Duygu ona fena fena baktı. Orhan onu kurtarmak için dedeye bakarak nakaratı söylemek suretiyle kendisini öne attı: “Arabaya sen bin faytona ben… Anasını sen al kızını da ben…” Sıra dededeydi: “Bir su içtim testiden…” orada durdu ve: “Ya! Eskiden buz gibi sular içerdik o toprak testilerden! O suların nasıl bir tadı vardı! Kalaylı bakır maşrapalara doldururduk… Çalışmış susamışız, kan ter içinde gelmişiz… Küpümüz de vardı bizim, mutfağımızın bir köşesinde. O maşrapayı bazen ona daldırarak alır içerdik suyumuzu. Neydi o günler be! .. Ben bir şey anlamıyorum bu buzdolabında soğutulan sulardan. Hastalık yapar bunlar yahu! ” dedi. Fırsat bu fırsat, İhsan hemen atıldı: “Dede! Senin zamanında neler yapılırdı? Biraz anlatsana! ” Yine mahallenin kızlarını annelerinin sadece ona güvenerek teslim ettiklerini, onları parka bahçeye, denize, düğüne, sinemaya falan götürdükten sonra evlerinin kapısına kadar getirdiğini, annelerinin babalarının ona teşekkür ettiklerini, minnettar kaldıklarını, oralarda onlarla neler yaşadığını anlatacak sandık. Birbirimize bakıp, aramızda fısıldaştık. Birlikte ola ola kendi aramızda bir takım işaretler, şifreli sözcükler, jestler mimikler oluşturmuştuk. O kadar ki çok şeyi sadece bakışlarımızla ifade edebiliyorduk. Konuşmamıza gerek kalmıyordu. Zaten anlamlı bir bakışın anlatmaya muktedir olduğu şeyleri kalem yazmaya kadir değildir. Neyse… Düşündüğümüz gibi olmadı. Dede bu defa çok eskilerden, Bursa ile alakalı konulardan bahsetmeye başladı. Sözü az önce söylediğimiz şarkıda geçen kadife kelimesine getirdi. Eski bir dokuma ustası olduğu için kumaş çeşitleri konusunda bilmediği yok gibiydi: “Bursa, ipeği ile meşhurdur. Şeftalisiyle kestanesi sonra gelir. Kadifesi, aynı atlas, kuntu, vale gibi, tafta, kemha ve bürümcük gibidir. İpekli bir kumaş türüdür. Bursa’da dokunmaya başlanması bundan beş yüz yıl kadar önceye dayanır. Atkısında da çözgüsünde de Halis Bursa ipeği kullanılan kumaşlardandır. Zemini de havı da saf ipektir. İtinalı kullanıldığında yıllrca ne solar ne de havı dökülür. O yüzden çok beğenilmiş, namı yürümüş, dünya çapında ünlü olmuştur. Yabancılar, Bursa kadifesine Velours de Brousse derler. Eski zamanlarda ağalar beyler hanımlarına kızlarına kadife kumaşlar alırlardı. Gelinlerin kofalarına mutlaka birkaç kadife kumaş konurdu. Nişanlıklar falan kadifeden olurdu. Sabahlıklar da öyle… Onlar sırmalarla falan da işlenirdi. Ne desenler dökülürdü üzerlerine! Aman ne pahalıydı, ne kadar çok yerde kullanılırdı! Çok yaygın bir ipekli çeşidiydi. Bazıları kendinden desenli olurdu. Bazıları sade… Entari, sabahlık, nişanlık tuvalet, şalvar, cepken, kaftan falan yapıldığı gibi artan parçalardan da kırkyamalar, yatak örtüleri, masa örtüleri, sedir örtüleri, seccadeler, bohçalar, para keseleri, yastıklar, terlikler, başlıkler, kitap kılıfları yapılırdı. Hem giyim kuşam, hem de bazı gereç imalatında kullanılırdı. Çok kıymetli bir kumaştı. Altın veya gümüş tellerle, kabartma Osmanlı motifleriyle süslenerek değerlerine değer katılırdı. Çatmalar, kadifelerin en meşhurlarıdır. Bursa dendi mi akla hemen ipek kadifesi gelirdi. İşte onun için şarkılara türkülere kadar girmiş.” “Bir de Bursa’nın ufak tefek taşları var.” dedi, Neşe. “Nerdeymiş Bursa’nın ufak tefek taşları? ” diye sordu Işıl. “Hüsnügüzel’de yok mu? Ne güzel hatıralarımız var orada. Hatırlasanıza! Yaklaşan garsonu veya gelen gideni ele veren çakıl taşlarının şıkırtısı değil miydi? Ellerimizdeki poşetlerin kokusuna yaklaşan, peşimize takılan kedileri unuttunuz mu? Ya o eşsiz manzara… Gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzeldir oranın. Hele hep berabersek… Hüsnügüzel, unutulacak bir mekân mı! Aşk olsun size! Ders çalışma bahaneleriyle oturduğumuz dönemlerde, kitapların arka sayfalarında kalmış bir kaç notum vardır, oraya dair. Nasıldı? Şimdi hatırlayamadım. İnşallah bulurum da okurum bir ara size.” dedi, Orçun. “Çok uzak anılar değil...” dedim. “Taşları unutulmuş... Fakat tahta iskemlelerini asla unutamam! Birine oturur, birine yaslanırdım. Kim ne derse desin! Nasıl rahat edersem, öyle… Köy kahvesinde oturan köylüler gibi…” Gülümsedim. Ne kadar güzel anılardı, sahiden! O kadar yorulurdum ki, kollarımı dayayacak yer arardım. Ayaklarımı kaldırıp koyacak yüksekçe bir yer… Ayıpsa ayıp! Hayatı, bulduğun yerde, olduğu gibi, olduğun gibi yaşayacaksın! O yaşanan eşsiz anılar bir daha yaşanmayacak! O dakikalar bir daha geri gelmeyecek! O mutluluk ve huzur asla ama asla bir daha ele geçemeyecek! “Müzeyyen Senar’dan dinlerdik onu. Bursa’nın Ufak Tefek Taşları’nı… Oğlan Adın İsmail’i… “Meşeli Dağlar Meşeli’yi... Bunlar hep Bursa türküleridir. Hele bir Bursa türküsü daha vardır ki Hafız Burhan söyledi miydi, bülbüller bile susardı! Ben Yemenimi Al İsterim… Akasından bir de gazel patlatırdı! Şöyle elini kulağına koyup da… Ne sesti be! ..” dedi, Define. “Zeytinyağlı Yiyemem Aman, Aşalım Dağlar Aşalım da var, dede.” dedi, Neşe. Duygu: “Mavi Yelekli Yarim, Cici Pabucum Cici, Şimşir Pınarın Üstüyem de var. Çok severim Bursa türkülerini, oyun havalarını ben. Nasıl oynarım bilseniz! “Ah! Bir düğün olsa yakınlarda da kurtlarımı döksem! ..” diye iç çekti. Aslında o kendi düğününü iple çekiyordu. “Bursa Köy Güvendileri de var. Onu unuttunuz! Bugün de hatırlatma işi bana kaldı.” diye ekledi, Orçun. Define eskilere dalmıştı. Çıkacak gibi değildi. Çaylar tazelendi. O, ağzı kulaklarında anlatıyor anlatıyordu… “Bizim zamanımızda taş plaklar vardı. Sahibinin Sesi’nden… Plakların üstlerinde köpek resmi vardı. Her elime alıp baktığımda: “Acaba bu köpeğin sahibi mi yapıyor bu plakları? Okuyanın sesiyle ne alakası var ki? Her plakta farklı okuyan, orada aynı köpek…” diye düşünmekten kendimi alamazdım. Ne alakaydı? Hâlâ anlamış değilim. Bula bula onu bulmuşlar da koymuşlar oraya alametifarika olarak. Müzeyyen Senar’da da bir ses vardı ki! Of anam of! .. Karşıda okudu mu, ta öte taraftan duyulurdu mübarek! Mikrofonsuz okurdu, inanmazsınız! Dokuma tezgâhına bağlı olduğumuz için gündüzleri sürekli evdeydik ama akşam oldu mu, gazinolara yakın bir yerlere gider, Zeki Müren başta olmak üzere meşhur ses sanatçılarının şarkılarını bedavadan dinlerdik. O kadarcık zevkimiz olsun yani! Değil mi? Ne güzel günlerdi, yahu! Geçmiş zaman okur ki! Hayali cihan değer! ” *** Onur BİLGE BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 0450
Ahmet Yozgat
05 Her Kırk Konakta Bir Aşk Geriye2
Apostol'la Dört Yüz Kırk Birinci Sayfa 1/: Ki şahım, Çarpıcı birer iksirdir şimdi süluk, Tavaif-i Mülük' Mülk üzerine yürür bir beylerbeyi, Sırtındaki heybeyi alıç doldurur, Yunus diye bir adam yüreğini dondurur, Ucu ucuna iliklenen rüzgarlarında aşkın. Şaşkındır fakir, İnadına alışkın zehre ve arı suya… Fevkalade aşkların kırk gözünden ifraz edilen, Kefir kokuşlu bir zamanlar üstü kevseri, Her boyutta tekrar tekrar ikram edilen farklı kaselerle, Ve iştah içilen öz aşkın semeresi olarak dem evlerinde. *** İsteseler de, istemeseler de onlar, Gondollar üzerinde italik beyler, Bil ki kesinkes geri dönecekler, Göğünecekler soğuk ateşler galerisinde, Neyi ilerisinde bir at, Ne gerisinde bir konak… Her şeyi orta yerde kördüğüm olacak, Sonlanacak seyahat, dumura uğrayacak sülük… Her kırk konakta bir geriye düşecek alem, Sanem, taş halini sürdürecek; ancak bin parça… Som cevher gözlü buraklara binmiş olarak zadegan, Çıkıp gelecek bir porsiyon aşk arabaşına, Belki, bir belki bin bir başına… Tadı damaklarında kalmış olarak hem de, Henüz yaşamadıkları sevdalarımızı bizim, Yani hepimizin yerine yaşamak üzre, Ancak miftahsız ülkeler nere? Apostol nere? Çare ne? ... Yok ki bizi son yolculuğa çıkaracak ilk sefine... 2/: Ve ey şiir sever sevgili aynoğulları... Böyle bir hikayetti benimkisi de işte: Bap bin, sahife elli altı. Kızıl yeleli bir atlı. Öykü ve masal yüküyle. Zamansız bir padişahın mülküyle. Herhangi bir tarihte. Ama belli bir zebercet mekan içre ve. Sevinçle: Her şey Apostol meyhanesinde: Bitişin başladığı yerde. Ben oradaydım. Şahittim sona. Dona kalmış dişlere. Ve yaşanmış nurlu aşklara. Ve bataklık fuhuşuna. Fahişelerin meslekten kurtuluşuna. Her neyse şahım. Gelelim biz o şeref budalası Don Huan’a... Evet, o idi en nihayeti gelen. Anlaşılan bizim Don (göynek) oğlan memnundu kepazelikten. Zaten yıllardan beri emaneti ulaştırmak için beklemişti yıldızlar aralığında. Mazarratlığına diyecek yok. Çok da değil hani yapıp ettikleri ancak inadına yoğun. Muhalifine berk. Ehline güven içinde her şey. Bir her ne ise daha… Şimdi de neticenin memnuniyetindeydi bizim 'göynek'. Yalbırdak. Ona göre her şey yolunda gidecekti.. Aşk yücelecekti, aşık geberecekti. Belki de çoktan ölmüş olacaktı İdris aleyhisselam. Görev tamamdı vesselam. Şimdi mutmain bir kalp ile gidebilirdi cehenneme... Üzülmüştüm çar naçar. 'Behlül kaçar! ' 3/: Ve ey şiir ve kahır sever sevgili dağoğulları... Böyle bir hikayetti benimkisi de işte: Son çar hayattaydı ama henüz girmemişti şiire. Kafkas dağı buz, Toroslar kız gibiydi. Gavur gözü gibiydi devir, zamanı, hırsız gibiydi. Azgın bir tipi vadilerde darlanıyordu. Darağaçlarının yağlı ipi bağlanıyordu ellere hohlanarak... Ve başımı şiire vuruyordum acı ile ben. Saçlarım toprak renkli keten. Kadehime doldurduğum ise kalbimin kataterinde kanlı balçıktı... *** Böyle bir hikayetti benimkisi de işte. 'Lan barba ikiletme de doldur,” demeye sıra gelmişti. “Şıradan olsun itin ölümü, atın ölümü şeytan suyundan...' Diyordum yolun ya da şiirin istablize yolu sonunda... Ardından kevser içmeye hevesleniyordum vildanların elinden, Ve gazel yazmaya duruyordum gılman aşkına. Şiir burada tek ilaç ve inayetti. Ve ey şiir ve aşk sever adamoğulları, Yazılan son aslında bidayetti... ***
Ahmet Yozgat
05 Çöl ve Tuz Bana Yakın İki Kavramdır
Apostol'la Yüz Üçüncü Sayfa Orjini 1/: Şahım, Şiirlerin kıyısında serinleyen nedimelerin, Hasretkar mırıltılarla yad etmekteler geçmişi. Bu duyduğun Şirazlı Sadi beyitini onlar ırlamadalar, Her harf adedince gözyaşı sıralamadalar Hazar kıyılarına. Bense kendi gözlerime binmişim, Ve kendi şiirimi sağmadayım gümrah memelerimden. Ne nedimelerinden, Ne de kendimden memnunum işin aslına bakarsan. Çünkü henüz ufukta yok en özgün imge. Her harf adedince gözyaşı sıralar hüznün kıyılarına. 2/: Böyle bir hikayet benimkisi de neticede: Yani şahım, İçindeki suskunluğa kulak kabartır ya bir sağır, Kapatırdı, duysa bir daha asla çıkmamak üzre, Kendini dipsiz sahralara... Her harf adedince gözyaşı sıralar hüznün kıyılarına. *** Ateş ve baldırandır soluduğumuz meridyen aralarında, Ancak ölü sinirler uç verir dudaklarımızdan. Ol nedenden kekeme ve ondan pepeyiz... Bunu en iyi senin dudakların anlardı, Çünkü çöl ve tuz sana yakın iki kavramdı nihayeti. Her harf adedince gözyaşı sıralar hüznün kıyılarına. 3/: Atlarımız içecek gözyaşı kokluyordu gamze çukurlarında, Biz de yakınında sayılırdık yüreğinin burçlarının, Ancak sen öyle uzaktın ki kaderinden be mirzam. Yaşıyordun ama sağır ve dilsiz misali... Oysa ağlamaklı olurdu hüzne acıkan her göz, Türküler söylerdi ya dizinde yattığımız o pembelik, Belki de unuttuğumuz ilk aşkın devamına eklemek için, Bildiğimiz tek şey vardı bilmediğimiz ülkende, Umuduna sarılabildiğimiz ana kokusu tabii ki mirzam. Ana ise ikidir, Bir memleketindeki, Diğeri her daim yüreğindeki... Ama hız, hıza eş değilse şahım yaşam yarışında, Bana kendi sahrama diz üstü düşmek kalır bakarsın... Bedenimizi el alır, yüreğimizi yel... Şiir tutup kaldırır yerden beni ancak ruhumu alır. Belki de ol nedenden kekeme ve ondan pepeyiz... Her harf adedince gözyaşı sıralar hüznün kıyılarına. Böyle bir hikayettir benimkisi.
Ahmet Yozgat
05 Meyhanenin Efsunlu İklimi
Apostol'la Birinci Sayfa Dibacesi 1/: İşte Apos... Böyle bir zamandaydık. Ya diyarı Isfahan'daydık, Ya da yan odanızdaydık. *** El eleydik Barba, Apostol ve ben, Yani o son sınırdaki, Son nefese sıkışmış, Sonuncu adamları ağırlayan, Son meyhanedeydik. Barba dolduruyordu it öldüreni, İçiyordum anasını satıyım bense. 'Barba doldur bi daha! ' diye diye... 1a/: Meyhanenin efsunlu iklimine soğuk bir dalga vuruyordu. Mançurya ya da oraya ait bir topluluktu dalan içeri anlaşılan. Boyun: 'Agoni' diyorlardı. Kimse bir şey anlamıyordu bu dilden. Hazırlık günü perşembeydi yan odada. Günbatımından cuma cuma yayılıyordu efkar. Oysa buradan Mağrip'e kadar olan süre tam elli iki gündü. Bu süre içinde daha çok şiirler ırlardım ben. Mor zülüflü amazonlar da çok dinlenirlerdi Apostol'daki bir boş masada... Ve bittabi beni dinlerlerdi kesik memeleri sızlayarak. Tarak ellerinde, aynaları terkilerinde... Septen günü yarındı unutmadıysam. Yani yarın şenlik vardı bir mezar başında. Kara kral ölecekti sonunda sevinç içinde. Onun yanında gömülecekti karısı. Ülkesinin yarısı bana kalacaktı. Bu yüzden içinde yılan oynuyordu Hindeli'nin. Yani efendim... Hazırlık yaparlarsa İskitler kesin kazanırlardı Sinop kalesini. Ve Azak hisarını. Ve de Sivastopol marşını... Ee, gel de içme... 'Lan Barba doldur ikiletme, Şıradan olsun itin ölümü. Atın ölümü şeytan suyundan...'
Can Akın
050 - Güneş Doğudan Doğacak
İşte gidiyorum, karlı Van şehrinden Bir hüzün var ardımda bıraktığım, Her ah çekişimde yaşatacağım, Her başımı çevirdiğimde hatırlayacağım? İşte gidiyorum, karlı Van şehrinden Gökkuşağına benzetirdim hayatı, Her renkte ayrı bir mutluluk arardım.. Her gün batışında, tatlı rüyalara dalardım... İşte gidiyorum, karlı Van şehrinden Meğer siyahmış benim gökkuşağım.. Mutluluk uzaklarda Hayaller, yalancıymış, Umut etmek, kabahatmiş meğer.. İşte gidiyorum, karlı Van şehrinden Arkada bıraktığım hüzün, Van da seni mutlu edecektir.. Ama unutma.. Yarın sabah, Güneş doğudan doğacak?
Gürkal Gençay
05-) Yarınları Tüketmek Dünden / Doğum Günü İletisi
(âşk; cüzde tâhakkuk etmez ise, külde tecelli edemez...) Sevgili! .. Neredeyse bir yıl bitecek... Bitmeye yüz tutan bu travmatik yılın sonu ne kadar önemli şeylere gebe benim için, biliyor musun? .. Ben, birkaç gün sonra doğum günümü kutlayacağım yapayalnız... Piç gibi... Kendi karaltımı/ yansımamı sınadığım ve havasında ağır bir ceset kokusu olan soğuk odamda... Şarap gibi, kekremiş sirke gibi, ağı gibi buruk, tatsız... Ve ağzımda/ içerimde bir acı-bir hüzün çoğaltarak/ bir başıma... Parmaklarımı, dişlerimi sarartıncaya kadar yoğun içeceğim cıgaraları peşi peşine... Ciğerlerimin orta yerini cehennemi bir yangın yerine çevirene dek... Geleceğimden intikam alırcasına... Bir doğum günü kutlayacağım... Akrep burcunun/ on bir kasımında/ tek tabanca... Ve ana-avrat söveceğim hayat denen renkli, şımarık görüngünün/ derinde gizlenen karşılığını yağmalayan metaforuna... Ardından (senin) Oğlak burcunun doğum günü kutlanacak... Ben burada, sana göndermeye cesaret edemediğim bir tutam papatyayı (içinde aspirinli su bulunan) bardağa koyacağım ve “Doğum Günün Kutlu Olsun” diyeceğim... Sana, içimden geçirip de söyleyemediğim şeyleri karşımdaki boş sandalyeye söyleyeceğim... En sevdiğin makamdan ağlayıp, zırlayacağım... Ve ellerini tutuyormuş gibi yapacağım boş masada... Bir tane de senin için içeceğim karşılıklı, bir cıgara daha sürerken kuruyan dudaklarımın arasına... / Doğum Günün Kutlu Olsun Oğlak Burcu; Doğum Günün Kutlu Olsun! ../ İkimizin de doğum günlerimizi, bir ay ara ile ben kutlayacağım iki kişilik... Önce Akrep, sonra Oğlak... Bir acı gülümseme olacak dudaklarımda/ kıvrımlarında ise itler gibi bin pişmanlık, tutam tutam... Kendime güleceğim... (Bunu hep yapıyorum zaten son zamanlarda...) Bilmediğim adreslerin içine koyacağım adımı/ adresimi... Sonra çıkıp sokaklara, deliler gibi kendimi arayacağım bir kanlı adada... Gözyaşlarım tuzundan yanacak/ ateşin gözlerinde... Ve bir leylek fırtınasına tutulacağım tam da o saat, cinayetçilerin şürekâsında... Yılın sonu gelirken, yıldönümümüz de yaklaşmakta artık... (Biliyorsun.) Yıllar önce bu günlerde tanışmıştık... Sonbahardı... Berbat/ boktan bir yağmur vardı... Bir öğlen sonrasıydı, Odabaşı’nda bir apartmanın kuytusunda buluşmuştuk... Tam tarihini hatırlayamıyorum... Bilirsin; tarihleri tutamam aklımda... / Hatırladığım tek şey; randevuya (her zamanki gibi) geç kaldığım için bana bağırıp- çağırıp sonra da mütebessim koluma girmendi... Bir de diazemle beraber içtiğim rakının, aklımı çelip durduğu intihar isteği... Her hücreme yerleşmişti sanki bu sinsi, bu çekici ölümün taammüt duvaklı cazibesi... Ve (ayaklarım ıslanıp-üşümüştü o gün herhalde) acayip çiş yapma isteği.../ (Neden doğum gününün tarihini yazmıyorum da, hep “Oğlak Burcu, Oğlak Burcu” deyip duruyorum, biliyor musun? .. Çünkü doğum gününü de unuttum senin... Böyle geçiştiriyorum/ durumu kurtarmaya çalışıyorum işte aklımca...) Sensizliğin içimdeki boşluğuna biraz rakı, biraz kenevir tohumu ve çokça da cıgara doldurup yıldönümümüzü (de) kutlayacağım; ciğerlerim dayandıkça... Akrep’in ve Oğlak’ın doğum günlerini/ ve onların yıldönümlerini kutlayacağım ikimizin yerine/ sanki varmışız gibi... Belki bu bet sesimle şarkılar söyleyeceğim... (Yarım yamalak da olsa) hüzünlü şiirler okuyacağım... Bilirsin, ben hiçbir şiiri de tutamam aklımda... Ve duvarlara günün önemini belirten hamasi sözler söyleyeceğim... Kan sızacak kulaklarımdan / sağır olacağım bütün renklere, kırmızının pıhtısında... / U n u t a m ı y o r u m; _ u n u t m a y ı _ b e c e r e m i y o r u m _ d i y e c e ğ i m! ../ Böyle kutlanacak doğum günleri ve yıldönümümüz benim buralarda... Sakal tıraşı olmayabilirim (üşeniyorum) ama tırnaklarımı mutlaka keseceğim... Belki bir de banyo yaparım... (Üzerime sinen nikotin kokusundan ekşimiş makarna gibi sası sası kokuyorum...) O gün önemli bir gün... Merak etme; (üç aşağı-beş yukarı) adama benzeyeceğim... “ Nice Yıllara Oğlak Burcu; Nice Yıllara! ..” Sen aldırma sakın bana; siktiret... Sen doğum günlerini bildiğin gibi kutla olur mu? Pastana renkli mumlar/ maytap falan diz ve “Happy Birthday”i söyleyin bir ağızdan... Yeni bir yaşın ilk basamaklarını mutlulukla, umutla çık/ mavi peri kuşunun kanatlarıyla... { Nice Yıllara Oğlak Burcu, Nice Yıllara! ..} Akrep ise, bu soğuk ve kasvetli sonbahar mevsiminde, yeis ile yağan yağmurların söndüremediği (etrafını kuşatan) bir ateş çemberinde; hem yeni yaşını (ihtiyarlığını) hem de yıldönümünü kırık bir su bardağından içecek kana kana... Ve özlemini koyacak bardaktaki aspirinli suya... { Mutlu Yıllar Oğlak Burcu, Doğum Günün Kutlu Olsun! ..} Yıldönümleri mi? Ha, onları da boşver sen... Onlar geçmişin izbe kuytularında bir yerlerde saklıdır şimdi... Belki bir nostalji/ hatıralar müzesinin tozlu cam dolaplarından birinde kendini yok etmeyi beklemektedir... Çıkarıp da ne yapacaksın? .. Önünde çıldırasıya yaşanmayı bekleyen bir yeni sevda ve yaşanacak onca güzel / mutlu doğum günleri varken... A n ı l a r ı n ı _ k ı ş k ı r t m a m a l ı _ i n s a n... Gürkal Gençay 27.Ekim.1991 Adana (“Yarınları Tüketmek Dünden” isimli kitaptan / Örtülü Yayınları–1999) ******************************************************************************** http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek... http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html * İşbu yazı, yazarının adına tescillidir. Tescil Kayıt No: 621626280810 ********************************************************************************* (Sayfa: 41 - 42 - 43)
Gürkal Gençay
05-) Yarınları Tüketmek Dünden / Doğum Günü İletisi
(âşk; cüzde tâhakkuk etmez ise, külde tecelli edemez...) Sevgili! .. Neredeyse bir yıl bitecek... Bitmeye yüz tutan bu travmatik yılın sonu ne kadar önemli şeylere gebe benim için, biliyor musun? .. Ben, birkaç gün sonra doğum günümü kutlayacağım yapayalnız... Piç gibi... Kendi karaltımı/ yansımamı sınadığım ve havasında ağır bir ceset kokusu olan soğuk odamda... Şarap gibi, kekremiş sirke gibi, ağı gibi buruk, tatsız... Ve ağzımda/ içerimde bir acı-bir hüzün çoğaltarak/ bir başıma... Parmaklarımı, dişlerimi sarartıncaya kadar yoğun içeceğim cıgaraları peşi peşine... Ciğerlerimin orta yerini cehennemi bir yangın yerine çevirene dek... Geleceğimden intikam alırcasına... Bir doğum günü kutlayacağım... Akrep burcunun/ on bir kasımında/ tek tabanca... Ve ana-avrat söveceğim hayat denen renkli, şımarık görüngünün/ derinde gizlenen karşılığını yağmalayan metaforuna... Ardından (senin) Oğlak burcunun doğum günü kutlanacak... Ben burada, sana göndermeye cesaret edemediğim bir tutam papatyayı (içinde aspirinli su bulunan) bardağa koyacağım ve “Doğum Günün Kutlu Olsun” diyeceğim... Sana, içimden geçirip de söyleyemediğim şeyleri karşımdaki boş sandalyeye söyleyeceğim... En sevdiğin makamdan ağlayıp, zırlayacağım... Ve ellerini tutuyormuş gibi yapacağım boş masada... Bir tane de senin için içeceğim karşılıklı, bir cıgara daha sürerken kuruyan dudaklarımın arasına... / Doğum Günün Kutlu Olsun Oğlak Burcu; Doğum Günün Kutlu Olsun! ../ İkimizin de doğum günlerimizi, bir ay ara ile ben kutlayacağım iki kişilik... Önce Akrep, sonra Oğlak... Bir acı gülümseme olacak dudaklarımda/ kıvrımlarında ise itler gibi bin pişmanlık, tutam tutam... Kendime güleceğim... (Bunu hep yapıyorum zaten son zamanlarda...) Bilmediğim adreslerin içine koyacağım adımı/ adresimi... Sonra çıkıp sokaklara, deliler gibi kendimi arayacağım bir kanlı adada... Gözyaşlarım tuzundan yanacak/ ateşin gözlerinde... Ve bir leylek fırtınasına tutulacağım tam da o saat, cinayetçilerin şürekâsında... Yılın sonu gelirken, yıldönümümüz de yaklaşmakta artık... (Biliyorsun.) Yıllar önce bu günlerde tanışmıştık... Sonbahardı... Berbat/ boktan bir yağmur vardı... Bir öğlen sonrasıydı, Odabaşı’nda bir apartmanın kuytusunda buluşmuştuk... Tam tarihini hatırlayamıyorum... Bilirsin; tarihleri tutamam aklımda... / Hatırladığım tek şey; randevuya (her zamanki gibi) geç kaldığım için bana bağırıp- çağırıp sonra da mütebessim koluma girmendi... Bir de diazemle beraber içtiğim rakının, aklımı çelip durduğu intihar isteği... Her hücreme yerleşmişti sanki bu sinsi, bu çekici ölümün taammüt duvaklı cazibesi... Ve (ayaklarım ıslanıp-üşümüştü o gün herhalde) acayip çiş yapma isteği.../ (Neden doğum gününün tarihini yazmıyorum da, hep “Oğlak Burcu, Oğlak Burcu” deyip duruyorum, biliyor musun? .. Çünkü doğum gününü de unuttum senin... Böyle geçiştiriyorum/ durumu kurtarmaya çalışıyorum işte aklımca...) Sensizliğin içimdeki boşluğuna biraz rakı, biraz kenevir tohumu ve çokça da cıgara doldurup yıldönümümüzü (de) kutlayacağım; ciğerlerim dayandıkça... Akrep’in ve Oğlak’ın doğum günlerini/ ve onların yıldönümlerini kutlayacağım ikimizin yerine/ sanki varmışız gibi... Belki bu bet sesimle şarkılar söyleyeceğim... (Yarım yamalak da olsa) hüzünlü şiirler okuyacağım... Bilirsin, ben hiçbir şiiri de tutamam aklımda... Ve duvarlara günün önemini belirten hamasi sözler söyleyeceğim... Kan sızacak kulaklarımdan / sağır olacağım bütün renklere, kırmızının pıhtısında... / U n u t a m ı y o r u m; _ u n u t m a y ı _ b e c e r e m i y o r u m _ d i y e c e ğ i m! ../ Böyle kutlanacak doğum günleri ve yıldönümümüz benim buralarda... Sakal tıraşı olmayabilirim (üşeniyorum) ama tırnaklarımı mutlaka keseceğim... Belki bir de banyo yaparım... (Üzerime sinen nikotin kokusundan ekşimiş makarna gibi sası sası kokuyorum...) O gün önemli bir gün... Merak etme; (üç aşağı-beş yukarı) adama benzeyeceğim... “ Nice Yıllara Oğlak Burcu; Nice Yıllara! ..” Sen aldırma sakın bana; siktiret... Sen doğum günlerini bildiğin gibi kutla olur mu? Pastana renkli mumlar/ maytap falan diz ve “Happy Birthday”i söyleyin bir ağızdan... Yeni bir yaşın ilk basamaklarını mutlulukla, umutla çık/ mavi peri kuşunun kanatlarıyla... { Nice Yıllara Oğlak Burcu, Nice Yıllara! ..} Akrep ise, bu soğuk ve kasvetli sonbahar mevsiminde, yeis ile yağan yağmurların söndüremediği (etrafını kuşatan) bir ateş çemberinde; hem yeni yaşını (ihtiyarlığını) hem de yıldönümünü kırık bir su bardağından içecek kana kana... Ve özlemini koyacak bardaktaki aspirinli suya... { Mutlu Yıllar Oğlak Burcu, Doğum Günün Kutlu Olsun! ..} Yıldönümleri mi? Ha, onları da boşver sen... Onlar geçmişin izbe kuytularında bir yerlerde saklıdır şimdi... Belki bir nostalji/ hatıralar müzesinin tozlu cam dolaplarından birinde kendini yok etmeyi beklemektedir... Çıkarıp da ne yapacaksın? .. Önünde çıldırasıya yaşanmayı bekleyen bir yeni sevda ve yaşanacak onca güzel / mutlu doğum günleri varken... A n ı l a r ı n ı _ k ı ş k ı r t m a m a l ı _ i n s a n... Gürkal Gençay 27.Ekim.1991 Adana (“Yarınları Tüketmek Dünden” isimli kitaptan / Örtülü Yayınları–1999) ******************************************************************************** http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek... http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html * İşbu yazı, yazarının adına tescillidir. Tescil Kayıt No: 621626280810 ********************************************************************************* (Sayfa: 41 - 42 - 43)
Samet Koman
Olmasın Felek
Yemek ateşini yakarlar hemen Rüzgarlar esiyor dayanır mı bir an İsterseniz vereyim güzel bir tavşan Beğenmediysen eğer zebra hediyen Kılıcım sensin kalkanım sensin Savaşı acıyı nasıl istersin ............................................. ............................................. .............................................
Can Akın
054 - Hoşgeldin Mavi
Umutlar diyarından Kucak dolusu çiçekler getirdim, Mis kokulu Rengârenk ümitler besledim, Ne çiçeklerden, Ne de umutlardan vazgeçemedim, Karayeller eserken Kâbuslar çökerken üzerime Yine de umutları tüketmedim. Geçecek bir gün, Hepsi bitecek, Yüreğime çiçekler de girecek, Renklerin içinde kaybolurken ben, Elbet bir gün kader de gülecek. Mavi umuttur, mavi sevgi, Gönlüm karalar içinde mavi, Yüreğini hep mavi tut, Hoş geldin mavi
Necdet Erem
052 Risk
Risk Akıllı oluşumuz ile övünürken, davranış ve tercihlerimiz, akılımızı veriliş amacı doğrultusunda, doğru kullandığımızı teyit ediyor mu? Akıllı davranmıyorsak; akıl sahibi olmamamızın bize dertten başka kazandıracağı bir şey olabilir mi? Bana akıl olup derdi olmayan, aklı olmadığı halde derdi olan bir kimse; veya bir varlık gösterebilecek birisi var mı? Akıl doğru kullanıldığında, hayata yaşanmaya değer anlam ve amaç kazandırarak, sahibini ruhun son ve sınır tanımayan ebediyet standardına kavuştur. Dünya ve ahiret saadetini kazanma yollarını açıp, varlık aleminin sultanı makamına çıkaracağı gibi; yanlış ve yaratılış amacının dışındaki kullanımlar ise hayatı anlamsız ve amaçsız hale getirerek; geçmişin elemleri ve geleceğin endişeleri ile dünyayı insan için idam emrinin verilip, infaz gününün beklendiği yarı açık bir hapishane haline getiren dert ve elem kaynağı olmaktan kurtulamaz. DİKKAT! .. Her şey mükemmelliği nispetinde RİSK TAŞIR.
Necdet Erem
055 Fizik Güzellik
Akıl olmazsa! fiziki güzelliğin ne kıymeti var? Doğru ve doğru işlerde kullanılmayan akıl, bela ve musibet üretmekten başka ne işe yarar?
Necdet Erem
059 Şükür Gemisi
Nimetin lezzetini kalite ve bolluğunda, hayatın huzur ve mutluluğunu malın çokluğu ile makamın yüksekliğinde arayanlar, her zaman yanılmış ve ilânihaye yanılmaya da mahkûmdurlar. Oysaki nimetin lezzeti, nimeti vereni bilip teşekkür mahiyetinde olan şükrünün edasında, huzur ve saadetin kaynağı da mevcut ile yetinip hırs belasından, haset ateşinden korunmakta olduğunu anlamakta olup, şükür gemisi ile kanaat limanına varmaktadır. Ne mutlu şükür ve kanaat sermayesi ile dünya ve ahiret saadet ve mutluluğunu satın alanlara.
Can Akın
064 - Kar Çiçegi
Burada da her yerde kar var, Bembeyaz karlar arasında Bir çiçek aradım bulamadım Yollarına kar yağmadan, Gel de kışın karlar arasında Gördüğüm kar çiçeği ol…
Ozan Efe
067-Üç dizelik
o sana dönmüş an geceye dönünce ağaç yıldıza
Can Akın
070 - Mavi Meleğim Gel
Hazan yaprakları yere savruldu, Gönlümde bahar güz olmadan, Mavi meleğim gel, Seninle coşan kalbim şimdi duruldu, Bu sevdanın ateşi kül olmadan, Mavi meleğim gel, Sensiz gökyüzünde yıldızlar soldu, Güzelim yüzünü unutmadan, Mavi meleğim gel, Gönlüm hasretinden inan yoruldu, Ömrün yolunda tükenmeden, Mavi meleğim gel,
Bekir Özcan
060-Kar Misali
Ağır, ağır; lapa, lapa; havada süzülerek yağıyor kar Miski amber gibi, ter temiz hava var, bayılıyor insan Derin bir nefes, ruhumun en ince hassas telini çaldı İlahi bir musikiyle, ulvi ve kutsi ses etrafa sanki yayıldı Tempo tutturdu, gökten inerken kar taneleri Aşk ve şevkle ayrıldı, yurdundan yuvasından belli Adeta yere düşen kara tanelerinin, geliyordu eceli Bizimde beyaz kefene sarılıp, mezara inişimiz gibi Ne güzel süslenmiş kar taneleri, bir gelin misali Yere düştü eridi kayıp oldu, o güzellik nerede hani? Neden geldi dünya ya? Görünmeseydi göze bari İnsanda gelir fani dünya ya, eriyip gider kar misali Acaba en son inen kar tanesi, kaç gün yaşar Bunları görüp düşününce, insanın uykuları kaçar Asıl gerçek olan bu, insan olan kendisine sorar Alınca cevabı, yaşama zevkini işte o zaman tadar Kar misali, süslenerek gönderildik dünya ya Her şey bizim gibi, aç gözünü bak bir etrafa Duygu, organlar boşuna mı takıldı bu insana Anladıysan, o zaman sonsuza dek ebedi yaşa Borborunbekir
Necdet Erem
068 DAHA MANTIKLI İZAHI OLABİLİRMi
Bilindiği kadarıyla dünyada aklın hakkını vererek yaşayan tek canlı türü insandır. İnsanlar içinde de ruhundaki ölümsüzlük, his ve duygularındaki sonsuzluk arzusunu dikkate alarak yaşamaya çalışan ise inançlı insandır. Görüldüğü kadarıyla İnsanların büyük çoğunluğunun gelirken bir şey getirmediği gibi, ölüp giderken de dünyaya ait hiç bir şey götürememesine rağmen, en değerli ve tek sermayesi olan ömrünü sadece dünyalıklar kazanmaya harcaması aklın verilerini mantığın sebep sonuç ilişkisi kurmadan kullandığını göstermektedir. Oysa mantık her işi sonunu düşünerek, soncunu tahmin ederek yapmayı aklın gereği kabul etmesine rağmen; Bütün hayatını sonunu ve soncunu düşünmeden sadece yok olmak için yaşama gaflet ve cehaletini insan gibi akıllı, mantıklı, ilimli ve zeki bir türe yakıştırmak mümkün değildir. En basit ve yaygın bir örneği ile futbolcunun para veya şöhret kazanmak için top peşinde koşmasının, anlaşılır, kabul edilir mantıklı bir izahı varsa da; Eline hiçbir şey geçmesine rağmen, zaman ve para sarf ederek stadyumlarda yırtınırcasına bağırıp çağırmanın, kavga çıkarıp can yakmanın, bazende cana kıymanın, etrafı tahrip etmenin mantıklı bir izahı olabilir mi? Her davranışını sebep sonuç ilişkisi içinde, sonucuna göre değerlendirerek yapan akıllı, ilimli ve mantıklı geçinen insana bak. Kendisini gaflet ile cehenneme, inkar ile YOKLUĞA mahkum ettiğinin farkında bile değil. Allah düşünülmeden, ahiret hesaba katılmadan, sonu ve sonucu itibariyle anlamsız ve amaçsız yaşanan hayatın sergilenen davranışların, mantıklı bir izahı olabilirmi?
Necdet Erem
069 İNANCIN MATIĞı
Allah’a ve Ahiret gününe inandığı halde, dünya işleri adına, Allah’a karşı vazife ve sorumluluklarını yerine getirmeyenler! Kazanacaklarını zan ettikleri dünya mücadelesi sonucu neyi kaybettiklerini görünce sanıyorum çok pişman olacak ve çok üzüleceklerdir. Bu büyük pişmanlığı yaşamadan, dünya sıkıntıları ile mukayese kabul etmeyen, ahiretin ebedi ve dehşetli azabına mahkum edilmeden, son dinin temsilcisi, insanlığın iftihar tablosu, Hz. Muhammed Mustafa (Sav.) ’min “ŞERRUN NEDAMETİ YEVMEL KIYAME” pişmanlığın kötüsü telafisi mümkün olmayan ahiret günü yaşanacak pişmanlıktır, ikazına kulak vermeli değil mi? Allah’a ve ahret hayatına inanan insanların! Hayat mücadelesinin yanı sıra, hayata anlam kazandıran, yaşamı yaşanmaya değer kılan inandıkları gibi yaşama dikkat ve hassasiyeti göstermeleri gerekmezmi? İnandığı gibi yaşamak veya imkânlar dâhilinde yaşamaya çalışmak, inanan insanın inancındaki samimiyet ve inanç mantığının gereği değilmi?
Halil Şakir Taşçıoğlu
073 Dertlerim Taştı Benim
Bir devâsız derde düştüm yollarım şaştı benim! Bakmadı yâr bir kez olsun gözlerim yaştı benim! Düşme heyhat el diline çâre bulmaz dert olur... Kimse derman olmadı hiç dertlerim taştı benim! Fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilün Antalya-2013/07 Al şu kalbim sende dursun, yerlere atma sakın! Hasretinden yandı gönlüm fazla uzatma sakın... Şimdi bilmem mutlu musun söyle mahzun bırakıp? Gözlerim yollarda her gün böyle ağlatma sakın... Fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilün Antalya-2013/07
Ahmet Sevil
07 Mart 2003
Gözlerinden alamıyorum gözlerimi Gözlerin, gözlerimi gözlerine esir etti 2003 Mart’ının 7’sinden beri Aynı hayranlıkla izliyorum gözlerini Yüreğin oldu, yüreğimin diğer yarısı Sevginle kapandı yüreğimin kanayan yarası 2003 Mart’ının 7’sinden beri Yüreğim, yüreğinin hep aynı sevdalısı 7 Mart 2003 erken gelen baharımız Yeni bir hayata başlangıcımız Bugünde doğdu, masum deli sevdamız 7 Mart 2003 bizim mîladımız 7 Mart 2003’de başladık hiç bitmemek üzere Aşk kapımızı çaldı, buyur ettik içeriye Söz verdik birbirimize ömürlük sevmeye Yetmişinde de her şey güzel olsun diye Yedi’sinde neyse, Yetmiş’inde de o olacak!
Bekir Özcan
073-Rubailer 2
1 Şerri yaratmak, değildir şer Şerri; şerde kullanmak şer Küfrü yaratmak, değildir küfür Küfrü, küfür olarak kullanmak küfür 2 Günahı yaratmak, değildir günah Günahı; günah olarak işlemek günah Kötülüğü yaratmak, değildir kötülük Kötülüğü, kötülüğe kullanmak kötülük 3 Pisliği yaratmak, değildir pislik Pisliği; pisliğe kullanmak pislik Kötülüğü yaratmak, değildir kötülük Kötülüğe uymak en çirkin kötülük 4 Yaratılmaz ise çirkinlik, nasıl anlaşılır iyilik Olmaz ise çirkinlik, nasıl bilinir güzellik İyiliği yaratmak, iyiliktir İyiliği; iyi kullanmak iyiliktir 5 Bütün güzellikler, güzelden gelir Olmaz ise çirkin, güzel nasıl seçilir Doğruluk var, yalana kötü denir Varsa şüphe, nasıl doğru diye söylenir Borborunbekir
Can Akın
075 - Mor Sevdam
Sokaklar hep yalanla dolu. Hayat sanki tiyatro Rol alan alana Sevdalar, aşklar Üç günlük… Benim mor sevdam ise, Sanki pusulasını kaybetmiş. Hangi gönül’e konacağını bilmeden Dolaşır mor çiçekli bahçelerde. Benim sevdamda yalan yok. Benim sevdamda riya yok. Benim sevdamın rengi mor. Hadi uzat elini, Dokundur kalbime… Hisset kendini taa derinlerde Hadi uzat elini… Bu hayat sahnesinde Biz gerçekleri oynayalım. Başımız dik alnımız açık, Yaşayalım mor sevdamızı doya doya. Koşalım mor çiçeklerle dolu Mor sevda bahçelerinde. Derleyelim mor sevdamızı demet demet Hadi uzat elini çok geç olmadan. Ölümsüzdü benim Sevdam diyordum. Ama öldün… Seni kefene sardım. Birden soğudun mor oldun… Dedim ya Benim sevdamın rengi mor…
Necdet Erem
084 BuDA GEÇER BE YAHU
Olaylar çoğunlukla insanı öyle zorlar ki! Yaşam anlamlı bir sonuca yönlendirilmez, sabır ve tevekkül ile karşılanmaz ise, insanı dünyaya geldiğine de geleceğine de bin pişman eder. Hayatı anlamlı yaşayanlar, olaylar karşısında sabır ve tahammül gösterenler, yaşamış oldukları zaman dilimi içinde, yüz yüze geldikleri, en feci ve elim olayların yerlerini, tatlı bir anıya bıraktıklarını görenler, Karşılaştıkları ve karşılaşacakları hadiseler karşısında, paniğe kapılmayarak BUDA GEÇER BE YAHU deme olgunluğunu gösterirler. Sabrınızı tüketen, bitmeyecek ve gitmeyecek gibi görünen dert ve sıkıntılar karşısında siz acaba ne demeyi nasıl davranmayı düşünüyorsunuz?
Can Akın
087 - Sakın, Sen Ağlama Anne..
Bu sabah Metris cezaevinde “Anneler günü” açık görüş var. Metris’te bayram var, Sabah tıraş olduk, Temiz elbiselerimizi giydik, Arkadaşlarım: Murat, Hakan, Kemal, Şehmus, Antonyan, Abdulkadir’le Seni bekliyoruz Anne… Anneciğim ben çok şanslıyım, Çünkü Sen varsın, Annem var, Onların Anneleri yok, Gece kızlar koğuşunda biri sabaha kadar “Annem” diye bağıra bağıra ağladı, Uyuyamadık, hepimiz gizli gizli ağladık, Çok heyecanlıyım Anneler gününde elini öpeceğim… Arkadaşlarımı sağcı veya solcu diye Sakın ayırma anne… Ne fark eder kim sağcı kim solcu Hepimiz bu yolun yolcusu “Karanlığın Nedeni” Hepimizin son sorusu Sen Anne. Hepimizin annesi ol, Hepimize sarıl, Hepimiz senin elini öpelim, Hepimizi bir anne gibi bağrına bas… Hepimize “oğlum” de… Sen Anne kapıdan Bir güneş gibi doğduğunda Anne Yüreğine hepimizi misafir et Hepimiz bir Anneden doğmadık mı? Kadere mahkûm olmadan önce Hepimiz aynı havayı solumadık mı? Anlarsan bizi bir tek sen anlarsın Nasılda bir elin parmakları kadar Hikâyelerimizin aynı olduğunu Bir tek senin “Anne Gözlerin” görebilir Bizim nasılda halen bir çocuk olduğumuzu Duyarsa senin yaralı yüreğin duyabilir Sevgiye - şefkate aç ruhlarımızın feryatlarını Biliyorum sen yine; Bir elinde Türk bayrağı, Bir elinde Atatürk resmi geleceksin, Bizlere sarılacaksın.. Kucaklayacaksın, O kapıdaki piyade askerlerini de Unutma, Anne onlara da sarıl… Ama Anne Sakın sen ağlama…! Bu çilenin, bu ayrılığın orta yerinde Bu bedenin, bu yüreğin içinde Sen ağlarsan Biz burada dayanamayız Anne! ! Bekliyoruz… Annnnemmmm....
Ozan Efe
089-Üç dizelik
şiir okusam ağustos ortasında beste düşmeden
Ozan Efe
087-Üç dizelik
gülüşünde doy zılgıtlanıncaya yel ılgıtlar sevinç
Mehmet Yunus Aytek 2
Sarhoş Gönlüm
Dünya hangi gülü bitirdiyse yerden Kırıp atmış toprağa gömmüş yeniden Su yerine toprağı çekseydi bulut Sevgililerin kanları yağardı göklerden Gerçeği bilemeyiz madem ne yapsak boş Ömür boyu kuşku içinde kalmak mı hoş Kederin varsa kadehi bırakma elinden Bu hayatta ha ayık olmuşsun ha sarhoş 05 Aralık 2013 Perşembe
Mehmet Yunus Aytek 2
Sen Seni
Yüreğinin kıyılarına yazdığın seni seviyorumlar`ı Siliyordu yüreğinin dalgaları yine Her seferinde tekrar yazıyordun sen sen diye Her seferinde siliyordun sen yine Niye şaşırıyorsun! Sen yazıp sen silerdin beni Yüreğim dediğin ben değil miydim? Ben kendimi feda ettim Sen`e Sil bakalım yüreğimdeki sen seni 10 Mart 2015 Salı Mehmet Yunus Aytek
Ahmet Yozgat
08Bizim Elden Zaman Manzaraları 3
1/: Bizim elin soğuk olur ak kadifeli kış ayları. Burunlarımızdan akan sümüğün nedeni başkaydı soğuktaydı bütün kabahat karakışta iliğe işleyen Bayat haberli gazetelerden elinin hamuruyla analarımız Yamardı kırık camını pencerelerimizin oysa 'Güz soğuğu eyseridir.' diyerek. Aydınlığa kapatırda evimizi Ve dünyaya tıkardı bizi. Kendimizi suçsuz mahpuslara düşmüş sanırdık. Babamızın Peyik pazarından aldığı soğukkuyulara nasıl da aldanırdık Ya cızlavet olurdu, ya da canik Giyindiğimiz ilk milli markalarımız Ayağımızı Gıslavetten daha sıcak tutanı yok sanırdık Bizim elin soğuk olurdu kütür kütür kış ayları. 2/: Bizim elin karlı olurdu kütür kütür kış ayları. Saçaklardan sarkardı birer kulaç uzunluğuyla Şeytan sidikleri Arabi hançerler gibi. Çok korkardık, Günlerden bir gün başımıza düşecek diye. Düşecek de bedenimizi yere çivileyecek diye. Ya yağan karlar? ... Yeni dağlar, Ve yesyeni vadiler oluştururdu Göz alabildiğine uzanan ovamızda. Bir kar deryası ki kütür kütür diş… Bu gidiş hazirana kadar sürerdi. Kükrerdi her gece doğa Sabaha kadar esen tipi, bora fırtına Bir dağ daha yüklerdi ölü dağların üstüne. Bizim işimizin adı ne kış boyu: Binlerce kez günde, burnumuzu çekmek, Ve iliklerimize kadar üşümek tabii. Yani, Bizim elin karlı olurdu kütür kütür kış ayları.
Ozan Efe
091-Üç dizelik
gül çiçeğinden kanı damlamasın hiç eylül taşmadan
Mehmet Yunus Aytek 2
Sen Yoksun Ya
Eski duvarlar örülmüş Kalbim çepeçevre sarılmış Her taş giden son sevgili Her harç canımdan kopan o son nefes Ayrılıkla yoğrulmuş harcım Hüsranla yerleşmişler yerlerine teke tek Hüzünle seyretmişim yok oluşumu Gidiyorum demeden, gittim diyeni Her gün örüyor kader ağlarını Duvarımın da yükseldiğini görüyorum Azar azar kaybediyorum masumiyetimi Keşke o sen olsaydın da gitmeseydin diyorum Ümidi görmüyorum gözlerinde Serpiyorum içime Daha önceki sevgi küllerini Kör kuyudayım, ışık yok, ses yok, sen yoksun ya 30 Ağustos 2015 Pazar Mehmet Yunus Aytek
Ahmet Yozgat
08Bizim Elden Zaman Manzaraları 5
1/: Bizim elin yaman olur acar gençlik ayları. Düğün aylarında halaya dururdu paşalarımız Poşuları kızların al yanaklarına dokunurdu Her 'ağırlama zortlatması' çektiklerinde Baş kaldırırdı yanaklarından ak uçlu ergenlikler Siyah saçları üzüm moruna çalardı Ve tütün tütün kokardı ince bıyıkları Horozlu aynaları ve tarakları iki uzak akraba gibi Yatardı koyun koyuna ıslık ceplerinde 'Pınare' diplerinde ışıl ışıl yansıtırlardı gün ışığını Pınara giden yavukluya mesaj çekerlerdi bir bakıma Ağız dolusu türküler akardı Erzurum dağlarından Biterdi gırşeherin bozkır kokan gülleri yanı başımızda Aklımız başımızda pek eğlenmezdi de Eğlenirlerdi keyf ehli delikanlılarımız 'yusük oyununda' Bizim elin yaman olurdu delidolu gençlik ayları. 2/: Bizim elin yaman olur acar gençlik ayları. Dam başılarda volta atardı yaşı yetmiş gobeller Aynalarının parlaklıkları düşerdi ta pınar başlarına Kızlar kaşlarına çıra isi çekerlerdi Bükerlerdi zülüflerinin ucunu Bürüklerinin yanından hilal gibi görünsün diye Bir kucak sarı Bursa ekini gibi dökerlerdi Mora çalan kaküllerini alınlarının harman yerine Gerine gerine gezerdi eşi güzel olan delikanlılar 'Ah allılar allılar! ' Şimdi nerelerde kaldılar? Bizim elin yaman olur acar gençlik ayları.
Necdet Erem
092 Hak ve Akıl.
Hak ve haklı olmayan hakka hizmet etmeyen aklın, insana ve insanlığa zarardan başka bir faydası olabilir mi? Çevremizde kendisine, ailesine, milletine, memleketine ve insanlığa zarar veren bir sürü kendisini akıllı zan eden aklı evvelleri görmüyormuyuz? İnsanlık aklını hakkın emrine veren melek ruhlu munis insanlardan mı, yoksa ruhunu şeytana satmış anarşist ruhlu akıllı geçinen teröristlerden mi sıkıntı ve ızdırap çekiyor? Hakka hizmet etmeyen hak çizgide ıslah ve terbiye edilmeyen akıl, akıl olmaktan çıkıp insanın ve insanlığın başına bela olmaktan başka ne işe yarar? Cenab-ı Hakkın kâinat kitabında cereyan eden sanat ve marifet tecellilerini okumaktan ve anlamaktan aciz insanların, hak ile batıl, akıl ile irfan arasında mukayese yapmaya kalkması ne garip! Akıl inkârı değil, imanı gerekli kılar. Akıl hakka isyanı değil, itaati emreder. Akıl anlamsız yaşam aldanmışlığını değil, hayatı anlamlı yaşamayı öngörür. Akıl fiziğin basit sınırlılığına değil, mananın sonsuzluğuna taliptir. Akıl, kendisini bile anlamak ve idareden aciz bir mahlûkun yaratıcısına düşmanlığını değil, muhabbet ve itaatini emreder. Tabi bu akıl, akıl olmaktan çıkıp, mantıktan mahrum, haktan uzak, adalete düşman isyancı terörist bir kimliğine bürünmemiş ise! .. Evet, Dostlar! Hak âlidir. Hakkın hatırı, her şeyden âli tutulmalıdır. Hiç bir hatıra feda edilemez ve edilmemelidir.. Her şey ve her kes, hak noktasında hakka boyun eğmelidir. Zalimler bile haksızlığa uğradıkları zaman, zalimliklerini unutup, hak dava eder ve hakka sığınırlar.
Mehmet Yunus Aytek 2
Seni Diliyorum Kayan Yıldızlarda
Söz verdin döneceğim diye Yüreğim sustu gözyaşlarımla boğuldu Hani dönecektin geriye Nereye gidersen git kalbim hep senin peşinde Rüyalarda buluşup ürpertiyle uyanıyorum Anıyorum seni arkadaşlarla Gün gelecek dönersin diye Cama vuran her fısıltı bir heyecan bir telaş Ne zaman bir kapım çalsa Kaybolup gidiyorum İşte oracıkta yüreğim sızlar Sen yine yoksun diye Bekliyorum seni penceremde Seni anlatıyorum gökteki yıldızlara Bir gün evet bir gün dönüp gelecek diyorum Ve hep seni diliyorum kayan yıldızlarda 29 Ekim 2015 Perşembe
Mehmet Yunus Aytek 2
Seni Hep Seveceğim
Sen ağaçsın Ben senin bir yaprağınım Rüzgâr sert eserse Düşeceğim Düştüm diye üzülme Bil ki çürüyeceğim Ve köklerinle buluşup Seni toprakta da seveceğim 09 Aralık 2013 Pazartesi
Bekir Özcan
092-Kâinatta, Hayata Seçilen Dünya, Dünya da, İnsanlığın tohumu “Baba”
Kâinat çiçeğinin, meyvesindeki ‘tohumu’ Gelecek mayasının, şekillenecek ‘suyu’ Elementlerin, bileşik safi has ‘hamuru’ “İnsanlık” cesetse, “baba” onun ‘ruhu’ “Baba,” sonun bir evveli, ilk’in en ‘sonu’ Kâinatta, hayata seçilen Dünya Dünya da, insanlığın tohumu “Baba” Canı canan “baba,” meyvede ‘çekirdek’ Çekirdekten, filiz, dal, budak, ‘çiçek’ Üründeki, öz ruh; en son safi ‘gerçek’ İnsan olan insan, “babayı” böyle bilecek “Baba” seçilmişlerin en seçilmişi denecek Kâinatta, hayata seçilen Dünya Dünya da, insanlığın tohumu “Baba” “Baba,” sabrın, metanetin, ümidin ‘yasası’ Açılmaz sırların, en sağlam bir ‘kasası’ Evin direği, âlemlerin ‘istinat noktası’ Geçmişin mirası, atalarımın ‘gen haritası’ Kutup yıldızı sanki kâinatın şaşmaz ‘pusulası’ Kâinatta, hayata seçilen Dünya Dünya da, insanlığın tohumu “Baba” Ta! Âdem peygambere dayanır soyu sopu Allah; renk yumağı topraktan yarattı onu Cennette, Kevser suyu ile kardı o çamuru “Baba,” karakterlerin çok renkli bir tonu Evren de, seçilen dünya; dünyada ise; “baba” Kâinatta, hayata seçilen Dünya Dünya da, insanlığın tohumu “Baba” Borborunbekir
Mehmet Yunus Aytek 2
Seni Sevdiğimi Söyleyemedim
Tükenen ömrümün son baharında Nasıl sevdalandım ben de bilemedim Bekledim yolunu hep yıllar boyu Seni sevdiğimi söyleyemedim Seni sevmeye başladım bir merhabayla Akıp geçen zamanı önleyemedim Binlerce kez gelip çaldım kapını Seni sevdiğimi yine de söyleyemedim 05 Mart 2015 Perşembe
Mehmet Yunus Aytek 2
Seni Seviyorum Anlasana
Gözlerim daldı yine karanlığa Aradım seni sessiz acılarla Bu kalbim hala seni seviyor farkındaysan Seni çok seviyorum ne olur anlasana Ben sana kalbimi emanet ettim Sen ise bu seven kalbimi ezip de geçtin Gözlerim hala seni arıyor bunu fark etmedin Işığımı söndürdün, beni karanlığa hapsettin 08 Temmuz 2015 Çarşamba